3 Kasım 2017
Cumhurbaşkanı Erdoğan 2017-2018 Akademik Yılı Açılış Töreninde yaptığı konuşmada, “Bölgesel Kalkınma Odaklı Misyon Farklılaşması ve İhtisaslaşma Projesi” kapsamında 10 üniversitemizin araştırma üniversitesi olarak belirlendiğini açıklıyordu. Bu açıklama aslında bir yanlıştan dönmenin, hem de AKP iktidarının 15 yılda katmerleştirdiği yanlış üniversite politikasından dönülmek istenmesinin işareti gibi idi. Peki, sorun üniversiteleri araştırma üniversitesi olan ve olmayan (eğitim üniversitesi) gibi ayrıştırmak mı, yoksa Türkiye’de çağdaş üniversitelere duyulan ihtiyaç mı?
Osmanlı döneminde medreseler ve çeşitli mekteb-i’ler süreci yaşanırken İstanbul’da 1734’de Hendeshane, 1773’de Mühendishane, 1827’de Tıphane kurulmuş, 1863’de başlayan açma-kapama denemelerinin ardından 1900’de Darülfünun açılmıştı. Cumhuriyet döneminde Mühendishane İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, Darülfünun İstanbul Üniversitesi’nin temelini oluşturmuştur. Arapça kökenli olan Osmanlıcadaki Darülfünun kelimesi Fenler-İlimler Evi anlamındadır. Türk Dil Kurumu “Eski Üniversite” diye tanımlamıştır. Darülfünun modern üniversiteden farklı bir yapıydı.
Meydan Larousse ansiklopedisinde açıklandığı üzere ilk (açma-kapama) devirlerinde Darülfünun, Batı anlamıyla üniversiteden daha aşağı bir seviyede liseler derecesinde bulunuyordu. Ancak 1900 yılındaki adıyla “Darülfünun-u Şahane” üniversite düzeyine yaklaşmıştı, ama fakültelerine medrese deniliyordu. 1909’da yayınlanan bir talimatname ile Ulûm-ı Şer’iye, Ulûm-ı Hukukiye, Ulûm-ı Tıbbiye, Fünûn ve Ulûm-ı Edebiye adları altında beş şubeye (medreseye) ayrılmıştı. Bu yapılanma gösteriyor ki, Batı ile Osmanlı kültürünün sentezi yapılmak istenirken, modernleşmeye giden yolun önü kesilmiş, tutuculuğa zemin hazırlanmıştı.
Şimdi İstanbul Üniversitesi’nin kuruluş tarihi olarak İstanbul’un fethi 1453 yılının gösterilmesi, kökenini 1470 yılında Fatih Camii çevresinde sekiz bölümde açılan Sahn-ı Saman (Sekiz Avlulu) Medreselerine dayandırılması ise üniversite anlayışına taban tabana zıttır. Medrese külliyesinde cami ya da cami külliyesinde medrese olabilir, ama üniversite olamaz, kaldı ki ulemalara bağlı ve İslâm dini esaslarına uygun bilgilerin okutulduğu, 16’ncı yüzyıl sonundan itibaren pozitif bilimlerin bütünüyle dışlandığı medrese anlayışından üniversite çıkmaz. Bu nedenle İstanbul Üniversitesi’ni daha köklü diye medreseye dayandırmak onu yüceltmez, hatta küçültür ve karalar. Medreseler aydınlanmaya ayak uyduramamış kurumlar olarak tarihe gömülmüştür.
İstanbul Darülfünun
Türkiye’nin modern üniversiteyle tanışması Cumhuriyet döneminde 1933 yılında Atatürk’ün yaptığı “1933 Üniversite Reformu” ile olmuştur. O yıla kadar üniversite diye gösterilen Darülfünun, içerisinde Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmış bazı hocaların barındığı, devrimlerin gerçekleştiği genç Türkiye’ye ayak uyduramayan tutucu bir kurumdu. Hatta sözde tarafsızlık diye, yapılan Cumhuriyet devrimleri bile görmezden geliniyordu. Mevcut yapısıyla Darülfünun yeterince düşünmeyen, sorgulamayan, eleştirmeyen araştırmayan insanların yetiştirildiği bir okuldu sadece, üniversite olmaktan çok uzaktı. Çünkü medrese anlayışı bütünüyle dışlanamamıştı.
Atatürk’ün emriyle Türkiye’ye çağırılan İsviçreli Profesör Albert Malche’nin hazırladığı rapor doğrultusunda çıkarılan 1933 tarihli ve 2252 sayılı kanunla Avrupa modeli yönetimi, çağdaş eğitim ve araştırmayı esas alan modern üniversiteye uzanan yol açılmıştır. Bu reform kanunuyla Darülfünun kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi kuruluyordu. Çağdışı kalan bazı Darülfünun hocaları yeni kurulan üniversitenin dışında bırakılırken, bazı dersler de müfredattan çıkarılıyordu. Darülfünun üniversiteye dönüştürülmesinden 11 yıl sonra Mühendishaneden gelen Yüksek Mühendis Mektebi 1944’de çıkarılan bir kanunla İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüştürülmüştür.
Darülfünuna ilişkin tartışmalar sürerken, Anadolu’da yeni bir üniversite kurulması da önerilmeye başlanmıştı. Avrupa’da tıp ve antropoloji öğrenimi görmüş olan Şevket Aziz Kansu, “Türk devrimini Türk gelişmesine dönüştürecek bir Anadolu Üniversitesi” kurulmasını önermişti. 1937 yılında Atatürk Ankara’da ve Van’da iki üniversite açılması gerektiğini söylüyordu. Ancak, Cumhuriyetin ilk üniversitesinin açılışına giden yola önce bazı yapı taşlarını döşemek gerekiyordu.
Dünyada ilk üniversitenin Eski Yunanistan’da kurulduğu yazılmış olsa da, günümüz dünyasının büyük üniversitelerinin tohumları Orta Çağ karanlığından sıyrılırken atılmıştır. Tarihsel gelişimle o günlerden bugüne uzanan dünya üniversiteleri arasında, günümüz dünyasının ilk 50 üniversitesi sıralamasına giren üniversiteler var. Osmanlı bu sürece zamanında ayak uyduramamış, başlangıçta pozitif bilimlere yer veren medreseler, bu yoldan saparak dini eğitime yönelmişlerdir.
Üç yüz yıl Türk halkının matbaa nimetinden yararlanmasını engelleyen Osmanlı, ancak 18’inci yüzyılın birinci çeyreğinden sonra (1727’de) İbrahim Müteferrika’nın matbaa kurmasına Şeyhülislam fetvası ve Padişah fermanıyla izin vermişti. Oysa deyimi yerindeyse atı alan Batı kültürel, bilimsel ve teknik aşamalarla çoktan Üsküdar’ı geçmiş, Batı 18’inci yüzyılı sanayileşme ve aydınlanma çağı olarak yaşar olmuştu. Tabii ki Batı’nın bu düzeye gelişinde Rönesans ve Reform hareketlerinden sonra o zamanki üniversitelerin getirdiği çağdaş eğitim ve araştırmanın katkısı olmuştu.
Dünyanın en eski üniversitelerinin Avrupa’da kurulmuş olduğunu görüyoruz. Tarih sıralamasıyla Bologna Üniversitesi 1088 (İspanya), Oxford Üniversitesi 1096 veya 1167 “kesin tarih belli değil” (İngiltere), Salamanca Üniversitesi 1134 (İspanya), Paris Üniversitesi 1160 veya 1250 “kesin tarih belli değil” (Fransa), Cambridge Üniversitesi 1209 (İngiltere), Padua Üniversitesi 1222 (İtalya), Naples Federico II Üniversitesi 1224 (İtalya), Siena Üniversitesi 1240 (İtalya), Coimbra Üniversitesi 1290 (Portekiz). Bu listenin başına 970 kuruluş yılı ile Mısır Al-Azhar Üniversitesi’ni eklemek isteyenler varsa da, medrese olan bu kurum İslâm dini üzerinde eğitim veriyordu, üniversite sayılamazdı. Ancak din eğitimini bırakıp modern üniversite müfredatına geçtikten sonra, 1961 yılında üniversite unvanını alabilmiştir. Yine de o yıllarda Türkiye’de gerici bir kurum olarak biliniyordu.
Görüleceği gibi Batı’da üniversiteleşme, Rönesans ve Reform hareketleri iç içe geçmiş, birbirini etkilemiş, peşi sıra da sanayi devrimi ve aydınlanma yaşanmıştır. Avrupa’nın aynı zamanda dünyanın ilk üniversitelerinin Rönesans coğrafyasında kurulmaları özgür düşüncenin, sanatın, bilimin iç içe olmasıyla bağlantılıdır. Öncesinde özgür düşünceden yoksun din batağındaki Avrupa Orta Çağ karanlığı ile boğuşurken, ilk dönemde bağnazlığın olmadığı, aydınlığın hüküm sürdüğü İslâm dünyasında ve Türk ellerinde bilimin varlığı biliniyor.
Bilgilerin toplandığı yer insanlığın belleği ve bilinci kütüphanelerdir, ama onlar da ya savaşlarla ya da tutucu yönetimlerce yakılabilmiştir. Örneğin İran Kütüphanesi İskender ve askerleri tarafından, İskenderiye Kütüphanesi Romalılar tarafından, Bağdat Kütüphanesi ilk olarak Halife Ömer, sonra Cengiz Han ve en son olarak da Amerikalılar tarafından yakılan kütüphane örnekleridir. Endülüs Emevi Kütüphanesi İspanyollar tarafından yakılmıştır. İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması pozitif bilimin gelişimini geciktirmiştir. Sadece Doğu’da İslâm dünyasında değil, Avrupa’da Hıristiyan dünyasında da yakılan kütüphaneler vardır. Kim yakarsa yaksın, yakılan her kütüphane bilime karşı yapılmış bir darbedir
Öte yandan Özbekistan’da doğan ve cebirin kurucusu olan Harezmi’nin başta El-Kitab’ul Muhtasar fi’l Hesab’il Cebri ve’l Mukabele başta olmak üzere üç matematik kitabı, yine Özbekistan’da doğan tıbbın kurucularından İbn-i Sina’nın beş ciltlik “El-Kânûn Fi’t Tıbb” kitabı Batı’da kullanılan literatürler olmuştur. Bunlar Doğu’da ve İslâm dünyasında Batı’dan önce bilimin bulunduğunun kanıtlarıdır. Daha sonraları Batı Orta Çağ karanlığından sıyrılırken, ne yazık ki Doğu ve İslâm dünyası bağnazlık bataklığıyla karanlığa sürükleniyordu. Bu sürükleniş sürecinde medreseler çağdışı olurken, üniversiteler modern kuruluşlar olarak dünyada yerlerini alıyorlardı.
Fransızca kökenli üniversite (université) kelimesi, Türk Dil Kurumu’nun 2011 tarihli 11. Baskı lügatında, “Bilimsel özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, yüksek düzeyde eğitim, bilimsel araştırma ve yayın yapan fakülte, enstitü, yüksek okul vb. kuruluş ve birimlerden oluşan öğretim kurumu” olarak tanımlanmaktadır.
Aslında Latince universitas lonca’dan gelen üniver-site bileşik bir kelime olarak türetilmiş, başında yer alan üniver, üniversal (evrensel–tüm insanlığı ilgilendiren) anlamında bilimin evrensel olduğunu vurgulamakta, yine Latince kökenli site ise kendi kurallarıyla yönetilen, belli meslek insanları için belli amaçla kurulmuş yer anlamına gelmektedir. Kelime anlamlarına bakarak, kısacası üniversite kendi kendini yöneten evrensel bilim yeri olarak tanımlanabilir.
Büyük Larousse Ansiklopedisi (Grand Dictionnaire Encyclopédique Larousse (GDEL), “Yüksek düzeyde eğitim, bilimsel araştırma, yayın yapan fakülte, enstitü, yüksek okul gibi aynı rektörlüğe bağlı birimlerden oluşan öğretim kurumu” olarak tanımlıyor. Meydan Larousse Ansiklopedisi kısaca, “Fakültelerden oluşan yükseköğretim ve bilim kurumu” diye tanımlamış.
AnaBritannica Ansiklopedisi üniversiteyi, “Bilim ve sanat dallarında öğretim yapan, meslek eğitimi ve lisansüstü programları bulunan ve çeşitli dallarda diploma veren yükseköğretim kurumu” olarak tanımladıktan sonra modern üniversitenin kökeninin, kiliselerin katedral ve manastır okullarından daha ileri bir eğitim verme çabalarına dayandığını açıklıyor. Ayrıca, “İlk üniversiteler evrensel, yani temel bilimlerin okutulduğu eğitim kurumlarıydı” diyor. AnaBiritannica’nın açıklamasına göre, ilk üniversitelere dinsizlik ve heretiklik (kilise otoritelerince reddedilmiş dini öğretiler) propagandası yapmamak koşuluyla özyönetim (yönetsel özerklik) hakkı verilmiştir. Lisans ve lisansüstü öğretim veren ilk modern üniversite Avrupa’da reform hareketinin başladığı Almanya’da 17’nci yüzyıl sonrasında (Halle Üniversitesi 1694) kurulmuştur.
Britannica Comption’s Genel Kültür Ansiklopedisi ise modern üniversitenin doğuşunu ve Halle Üniversitesi’ni, peşi sıra kurulan Göttingen Üniversitesi’ni (1737) tanıttıktan sonra, “Din, 18’inci yüzyılda yavaş yavaş, 19’uncu yüzyılda gittikçe artan hızla Avrupa üniversitelerinin egemen gücü olmaktan çıktı. Yeni bilimler, Sanayi Devrimi ve daha dünyevi düşünce biçimleri, üniversitelerin birer modern eğitim ve araştırma kurumuna dönüşmesinde büyük rol oynadı” açıklamasıyla modern üniversitenin olmazsa olmaz özelliğini vurgulamaktadır.
Kısacası üniversiteler evrensel olduğu gibi, dinle bağlantısı olmayan seküler kurumlar olmak zorundadırlar. Üniversitelerin içinde yer alan ilahiyat fakülteleri teoloji bilimini dinler karşısında tarafsızlıkla ele alan, sadece belli bir dinin değil, dünya dinlerinin bilimsel yöntemlerle gözlenip irdelendiği kurumlar olmalıdır. Üniversiteye hiçbir şekilde belli bir dinin gölgesi düşmemelidir. Evrim kuramını dinsel bakışla reddeden bir üniversite düşünebilir misiniz? Tabii ki evrim kuramının felsefi irdelenmesi, dinlerin bu kurama yaklaşımı, belli bir dini dogmatik haklılıkla öne çıkarmadan teoloji biliminde irdelenecektir, ama pozitif bilimin gerçekleriyle evrim görmezden gelinmeyecektir.
Üniversitelerin seküler yapı dışında bir diğer olmazsa olmazı, akademik özerkliktir. Akademik özerklik ya da özerklik geniş kapsamlı bir kavramdır ve üniversitelerin bilimsel olduğu kadar yönetimsel özerkliği (özyönetim) ile de bütünleşiktir. Özyönetime sahip üniversitelerin seçimle gelen rektör ve seçilmiş kendi kurumları tarafından yönetilmesi temel esastır.
Özerklik üniversitelerin siyasi baskılardan korunması için kalkan ve gerekli koşuldur. Ancak özyönetim üniversitenin ülke yasalarının dışında olması demek değildir, yasal dokunulmazlık hiç değildir. Bilimsel araştırmaların eğitim ve öğretim faaliyetlerinin çağdaş kriterler dışında belli siyasi görüşlerle sınırlandırılıp yönlendirilmemesi için gereklidir. Üniversitenin yönetimsel özerkliği bilimsel özerkliğine dayanaktır. Özyönetim ve bilimsel özerklik mali özerklik ile de desteklenmelidir.
Üniversiteler aklı hür, düşüncesi hür, vicdanı hür bireylerin siyasi, dini ve sosyal kalıplardan, önyargılardan, dogmalardan arınmış biçimde araştırma, doğruyu bulma, analiz etme ve eleştirel irdeleme yeteneklerinin geliştirilip pekiştirildiği eğitim yerleri olmak zorundadır. Bunun için akademik özerklik ve gereği özyönetim vazgeçilemez koşuldur. Batıda yasal güvenceli akademik özgürlük ve özyönetim başlangıçta Avrupa’da kralların, sonra ülke hükümetlerinin üniversiteye müdahalesine karşı koruyucu bir mekanizma olarak görülmüştür. Yine de uygulamalar demokratik ülkelerde bile üniversitelere müdahale tehlikesinin var olabileceğini göstermiştir.
1933’de kurulan İstanbul Üniversitesi ve 1944’de kurulan İstanbul Teknik Üniversitesi Osmanlı’dan gelen eğitim kurumlarının üzerine inşa edilmişti. Ancak, Osmanlı döneminde modern üniversite yapısından uzaktılar. Pek tabii ki bunları Cumhuriyet’in ilk üniversiteleri olarak saymak olanaklı değildir.
Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra 22 Eylül 1924 tarihinde Samsun’da İstiklâl Ticaret mektebini açarken Mustafa Kemal Atatürk, “Dünya’da her şey için, maddiyat için, maneviyat için, muvaffakiyet için en hakiki yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında kılavuz aramak gaflettir, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmaktır” diyordu. Daha sonra bu görüşü bugün Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin taştan duvar olan ön cephesine kazınan “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözüyle ilkeleşecekti. Cumhuriyete yakışır biçimde genç Türkiye’nin yeni üniversitesinin kurulması da tartışılıyordu. Öncelikle bunun kurumsal alt yapısı oluşturulmalıydı.
Atatürk’ün Türkiye üniversitelerini Anadolu’nun batısında, ortasında ve doğusunda yer alan üç kentinde büyük üniversiteler olarak oluşturmayı düşündüğü de söylenir. Kuşkusuz ilk hedef kent, Başkent Ankara idi.
Ankara’da ilk olarak Hukuk Fakültesi’nin temelini oluşturacak Hukuk Mektebi 1925 yılında açıldı. Amaç genç Türkiye’nin hukuki yapısını oluşturacak çalışmalara bilimsel katkı sağlamaktı. Özgün ve bağımsız Türk hukuku yaratılmak isteniyordu.
Atatürk hukuk öğrencileri ile birlikte ders izliyor.
1927 yılında Ankara’da Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün binalarının yapımına başlandı. Atatürk, Enstitü’nün bugün Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin bulunduğu Atatürk Orman Çiftliği’nde kurulmasını istemiş, İsmet İnönü ise o yıllarda bataklık olan Dışkapı semtini uygun görmüştü. Bu nedenle Atatürk, Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün açılış törenine katılmayacak, açılışı İnönü yapacaktı. Daha sonra Enstitüye İnönü heykeli dikilmiştir.
Kapatılan İstanbul Halkalı Yüksek Ziraat Okulu’nun Almanya’ya gönderilen öğrencilerinin ve elemanlarının da katılımıyla, 1933 yılında 2291 sayılı kanunla kurulan Yüksek Ziraat Enstitüsü çağdaş bir anlayışla eğitime başlıyordu. Enstitü Tabiî Bilimler, Ziraat, Veteriner ve Ziraat Sanatları Fakülteleri’nden oluşmaktaydı. 1934 yılında Orman Fakültesi de Enstitü’nün bünyesine ekleniyordu. Enstitüde İkinci Dünya Savaşı’na kadar Alman profesörler ders veriyordu.
Yüksek Ziraat Enstitüsü, enstitü adı taşımasına karşın aslında bir Tarım Üniversitesi biçiminde kurulmuştu. Ancak, Tarım Üniversitesi’ne dönüştürülmesine gidilemeyecek, 1946’da bu yolda ortaya atılan proje başarılamayarak Ankara Üniversitesi’nin Ziraat Fakültesi olacak, son kez 1990’lı yıllarda Ankara Tarım Teknik Üniversitesi’ne dönüştürülmesi düşüncesi doğacak olsa da, bu da gerçekleştirilemeyecekti.
Yüksek Ziraat Enstitüsü’ne dayanan Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi 1933 yılından gelen binaları da halen kullanıyor.
Atatürk, Türk dilini, tarih ve coğrafya kültürünü yabancı etkilerden kurtarmak amacıyla, 1935 yılında Kültür Vekili Abidin Özmen’e Ankara’da bir fakülte kurulması emrini vermişti. 1935 yılında çıkarılan 2795 sayılı kanunla kurulan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne neden Edebiyat Fakültesi adının verilmediğini Maarif Vekili Hasan Âli Yücel şöyle açıklıyordu: “Atatürk ona bizim alıştığımız bir ismi vermedi. Başka memleketlerde bunun benzeri olan ilim müesseselerine konulmuş bir ismi seçmedi. Bunun büyük manası vardır. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi adını münasip görmesi Türk inkılâbının bu müesseseden beklediği gayeye sarahatle işaret etmektedir”. Cumhuriyetin fakülte adıyla kurulan ilk yüksek öğretim kurumu olan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi 9 Ocak 1936 tarihinde Türk Ocağı’nda yapılan ve Atatürk’ün katıldığı sade bir törenle açılmıştı.
1930’lu yılların başında İstanbul’da bulunan Mülkiye Mektebi’nin Ankara’ya alınması düşünülmüştü. Bu amaçla inşa edilen binalar 1935 yılında tamamlanıyor ve aynı yıl çıkarılan 2777 sayılı kanunla, Mülkiye adı Atatürk’ün isteği doğrultusunda Siyasal Bilgiler Okulu’na çevrilerek, 1936 yılında öğretime başlıyordu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin temeli de böylece atılmıştı.
Atatürk’ün vefatı ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması yeni fakültelerin kurulmasını geciktirecekti. Yine de 1943 yılında Ankara Fen Fakültesi’nin kurulduğunu görüyoruz. Ülkenin fen adamlarına dolayısıyla fen eğitimi kurumlarına ihtiyacı vardı. İsmet İnönü’nün ağabeyinin İstanbul Yüksek Mühendis Mektebi’nde okumuş olması, hasret çekilen bir fen fakültesinin Ankara’da kurulması fikrini İnönü ailesinde doğurmuş, Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in babasının katkısıyla bunun gerçekleşmesine gidilmişti.
4492 sayılı kanunla Gazi Eğitim Enstitüsü’nün fizik ve kimya laboratuvarlarının bulunduğu katların bir bölümünde öğretime başlamak üzere, 8 Kasım 1943’de Fen Fakültesi açıldı. İlk öğrencilerinden biri İsmet İnönü’nün oğlu merhum Erdal İnönü’dür. Erdal İnönü 1947 yılında Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nden mezun olmuştu. Bu nedenle Fen Fakültesi’nin Erdal İnönü okusun diye açıldığı bile savlanmıştır.
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir- M.K. Atatürk” taşa kazınarak kalacak bir söz değil, Türkiye ve Türk üniversiteleri için bir temel ilkedir.
Fen Fakültesi’nden çok daha önce, Ankara’da Tıp Fakültesi kurulması için 1937 yılında 3228 sayılı kanun çıkarılmıştı. Tıp Fakültesi’nin açılması da Atatürk’ün vefatından ve İkinci Dünya Savaşı’ndan olumsuz etkilenecek, ister istemez gecikecekti. Binaların inşaatına yeterli ödenek ayrılamaması ve teşkilatın düzenlenmesinde karşılaşılan aksaklıklar gecikmenin başlıca nedenleriydi. 1945 yılında 4791 sayılı kanunla yeni bir düzenleme yapılıyor, Cebeci’deki Askeri Tıp Tatbikat Okulu ve Numune Hastanesi binalarından yararlanılarak, 19 Ekim 1945’de Ankara Tıp Fakültesi eğitime başlıyordu.
Böylece Cumhuriyet’in ilk fakülteleri kurulmuş oluyordu, ama ortada henüz ilk üniversitesi yoktu. 1946 yılında çıkarılan 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’yla Ankara Üniversitesi Hukuk, Dil ve Tarih-Coğrafya, Fen, Tıp Fakültelerini çatısı altında toplamak üzere kuruluyor ve 26 Ekim 1946 tarihinde ilk öğretim yılının açılışı yapılıyordu. Ankara Üniversitesi Cumhuriyet’in ilk, Türkiye’nin üçüncü üniversitesi idi ve Atatürk’ün vefatından yedi yıl sonra açılmıştı. İlk öğretim yılı açış konuşmasında Rektör Ord. Prof. Dr. Aziz Şevket Kansu konuşmasında şöyle diyordu:
“Her yüksek kültür memleketinin yaratıcı enerjisini olduğu kadar entelektüel kuvvetlerini geliştirmeye çalıştığı ve bunun için de üniversitelerine güvendiği açık bir gerçektir. Bir üniversitenin kendisine yetişmek için müracaat eden genç nesillere karşı öğretim ödevi, onun araştırma ödevi kadar önemlidir.
Bugün çağdaş üniversitenin hayatında kabul edilen beş prensip; üniversitede araştırmanın yeri, üniversite ile endüstri arasındaki münasebet, bir bölgenin merkezi olarak üniversite, üniversitede öğretmen yetiştirme meselesi, üniversitenin bağlı bulunduğu milli topluluğa ve milletler ailesine ve barış ülküsüne karşı olan ödevleri.
Araştırmanın üniversitedeki hayati önemi ve öğretim cephesi ile olan sıkı ilgisi açık bir gerçektir. Üniversiteler mıntıkaları için birer bilgi ve fikir merkezidirler. Üniversite boş vakti olan kimselerin gelip araştırma yapacakları bir yer değildir. Üniversite kendini bilgiye verip, bundan hız ve ilham alan bir yüksek öğretim organıdır.
Öğretim üyelerine düşen vazife de kendi sahalarında araştırma neticeleri ile daima ilgilenerek, yeni fikirleri göz önünde tutmak, yeni verilerin kabulünün gerektireceği görüş ayarlamalarını yaparak ilgiyi geliştirmektir.
Üniversitede bilgi araştırmaları bilginin zati kıymeti için yapılır. Üniversitede bir araştırıcının gayesi bilginin bilinen sınırlarını, fikri bakımdan en tatmin edici şekilde geliştirmektir”.
Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün kuruluşunda 2291 sayılı kanunuyla getirilen temel prensipler, oluşturulmuş ilkeler ve gelenekler, 1946’da Ankara Üniversitesi’nin kurulması için çıkarılan 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’na örnek oluyor, ama başlangıçta Enstitü parçalanmamış ve herhangi bir fakültesi Ankara Üniversitesi’nin kuruluşunda yer almamıştı. Ancak, Üniversiteler Kanunu çıkarılınca, Enstitünün de üniversite adı altında çalışmasını sürdürmesi, açılış törenini yapan İsmet İnönü’ye izafeten İnönü Ziraat Üniversitesi adı altında bütünlüğünü koruyarak devam etmesi projelenmiş, ancak gerçekleştirilememiştir.
1948 yılında 5234 sayılı Üniversiteler Kanununa Ek Kanun ile Enstitünün Tabii İlimler ve Ziraat Sanatları Fakültelerini içine alan Ziraat Fakültesi ile Veteriner Fakültesi Ankara Üniversitesi’ne, Orman Fakültesi İstanbul Üniversitesi’ne bağlanıyordu. Daha sonra 1950 yılında da 5595 saylı kanunla Tabii İlimler Fakültesi’nin kadroları Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’ne aktarılmıştır.
Böylece Ankara Üniversitesi’nden önce kurulmuş ve üniversitenin çatısı altına alınacak kurumlardan Siyasal Bilgiler Okulu dışında kalanların hepsi üniversiteye bağlanmış oluyordu. O yıllar Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçiş ve ABD ile ilişkilerin de başlangıç yıllarıydı. Yine o yıllarda Anadolu’nun aydınlanmasında çok büyük katkısı olan Köy Enstitüleri’ne sırt çevrilerek kapatılmasına giden yol açılıyordu. İnönü’nün siyasi çarkıyla Köy Enstitüleri’nin kapatıldığı, imam hatip ve kuran kurslarının açıldığı dönemin kapısı açılmıştı. Köy Enstitüleri’nin kapatılmasını ABD’nin istediği söylenir.
O dönem başbakanlığa muhafazakâr görüşlü ve Sırât-ı Müstakîm (Doğru Yol) dergisinin yazarı Ord. Prof. Dr. Şemsettin Günaltay getirilmişti. Günaltay fen tahsili yapmış bir hoca olmasına karşın, İslâm düşüncesi ve tarihi üzerinde çalışmalara yönelmiş bir kişiydi. İnönü’nün Günaltay’ı başbakan yapması, Demokrat Parti’nin elinden din kozunu alma politikasına dayanıyor, imam hatiplerin açılması için kanun teklifi ve kuran kursları propaganda amaçlı kullanılıyordu. İşte bu ortamda Ankara Üniversitesi’nin altıncı fakültesi olarak 1949 yılında ilahiyat fakültesi açılıyordu.
Daha önce 1924 yılında İstanbul Darülfünununda “Daru’l-Fünûn İlâhiyat Fakültesi” adıyla kurulmuş, 1933 yılında Darülfünun İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülürken kapatılmıştı. “Yüksek din alimleri yetiştirmek, dini araştırmalara ilmi bir merkez olmak” gibi gerekçelerle İslâm dini üzerinde çalışacak Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 16 yıl sonra siyasi amaçla 21 Kasım 1949’da açılarak öğretime başlıyordu.
1946 tarihli Üniversiteler Kanunu Siyasal Bilgiler Okulu’nun Ankara Üniversitesi’ne bağlanması için gereken yolu açmamıştı. Çünkü kuruluş kanunu gereği Siyasal Bilgiler Okulu öğretim üyeleri, İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri için konulmuş ilkelere ve kurallara bağlıydılar. Bu çarpıklık 23 Mart 1950’de çıkarılan 5627 sayılı kanunla düzeltilerek, okul Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne dönüştürülmüştür.
Ankara Üniversitesi Rektörlüğü uzun yıllar Ziraat Fakültesi kampüsünde şimdi dekanlık olan binada yer alıyordu, sonra Tandoğan’daki özel binasına taşındı.
1950 yılında yedi fakültesi olan Ankara Üniversitesi’nin bugün 17 fakültesi var. Ayrıca 12 Enstitü, 10 Yüksek Okul ve 46 Araştırma, Uygulama ve Eğitim Merkezi bulunuyor. Sürekli büyüyen çağdaş bir üniversite olup, üniversite doğuran bir üniversite olmuştur. Ege Üniversitesi, Atatürk Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Çukurova Üniversitesi, Akdeniz Üniversitesi Ankara Üniversitesi’nin katkılarıyla kurulmuş önemli üniversitelerimizdir. Bunların dışında diğer üniversitelere de öğretim üyesi katkıları vardır. Ankara Üniversitesi sadece ulusal değil, uluslararası bağlantıları olan dünyanın bilinen bir üniversitesidir. Sürekli gelişme gösteren Ankara Üniversitesi’nde 45 yıl süren akademisyenliğim bugün benim için bir gurur kaynağı durumunda.
1950 yılında iktidarı gelen Demokrat Parti, 1960’a doğru on yıllık süreçte ülkeyi baskıcı bir rejime ve kaosa sürükleyince, üniversitelerin bir kesimi iktidar karşısında yer alıyordu. 27 Mayıs 1960 darbesine giden günlerde İstanbul Üniversitesi’nde başlayan öğrenci olaylarında polis üniversite bahçesine girip silah çekince, polis üniversiteye rektör çağırmadıkça giremez diye özerklik ve özyönetim tartışmaları başlıyordu. Darbe sonrası Milli Birlik Komitesi 114 ve 115 sayılı kanunları çıkararak üniversiteye müdahale ediyor, 114 sayılı kanunla üniversitelerden 147 öğretim üye ve yardımcısı uzaklaştırılıyordu. Üniversite öğretim üyeliği statüsü düzenlenirken, ordinaryüs profesörlük unvanı kaldırılmıştı. Ancak iyileştirici mali düzenlemeler de yapılmıştı.
114 ve 115 sayılı kanunlardan sonra 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’nda bazı küçük değişiklikler yapılarak, üniversitelerde görülen aksaklıklar düzeltilmişse de gelişen ve değişen yaşam koşulları sorunları da beraberinde getiriyordu. Özellikle 1968 yılında dünya üniversitelerinde görülen öğrenci hareketleri, Türkiye’yi de etkilediğinden üniversitelerde reform yapma gereği ortaya çıkmış, 1969 yılında yeni bir üniversiteler yasası tartışılır olmuştu. Siyasi olaylar gelişiyor, 12 Mart 1971 muhtırası ile yeni bir askeri müdahale yaşanıyor, özgürlüklere açık 1961 Anayasası’nın üzerine şal örtülerek, özgürlükleri sınırlandıran anayasa değişikliğine gidiliyordu. Buna bağlı olarak 1973 yılında üniversiteleri yeniden düzenleyecek 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu ve 1765 sayılı Üniversite Personel Kanunu çıkarılıyordu.
Yeni yasal düzenlemeyle üniversitelere özellikleri belirlenmiş, neredeyse tek tip öğrenci yetiştirmek, kalkınma planları doğrultusunda çalışmak, memleketi ilgilendiren bütün bilimsel ve teknik sorunları çözecek araştırmalar yapmak vs. gibi görevler veriliyor, devlet denetim ve gözetimini sağlamak amacıyla da akademik özerkliği sınırlandırır biçimde, Yüksek Öğretim Kurulu ve Üniversite Denetleme Kurulu adıyla iki üniversite üstü kurulun oluşturulması öngörülüyordu.
1750 sayılı kanunun yeterli olmaması, üniversite ihtiyaçlarına ve ilkelerine uygun düşmemesi üzerine Ankara Üniversitesi’nin önderliğinde, anayasanın 149’uncu maddesine göre Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açılmış, Anayasa Mahkemesi 3 Aralık 1975 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan kararıyla, birçok maddesini tamamen ya da kısmen iptal etmiş, Yüksek Öğretim Kurulu ve Üniversite Denetleme Kurulu kurulamamış, kanun sakıncalardan arındırılmıştı.
1750 sayılı kanun ikinci maddesiyle gerçekçi ve doğru biçimde üniversite kavramını şöyle tanımlıyordu:
“Üniversiteler, fakülte, bölüm, kürsü, yüksek okul, enstitü ve benzeri kuruluşlarla hizmet birimlerinden oluşan özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip yüksek bilim, araştırma, öğretim ve yayım birlikleridir”.
Bir yasa yorumlanırken, kelimelerin diziliş sırası önem kazanır. Bu maddede de yüksek bilim ve araştırma görevi, öğretim görevinden öne alınmıştır. Dolayısıyla üniversiteler araştırarak öğreten, öğrencilerini araştırıcı düşünceye sahip bireyler olarak yetiştiren kurumlar olmalıdırlar ki, bu üniversiteyi yüksek okuldan ayıran en belirgin özelliktir. Çünkü yüksek okullar araştırma görevi olmayan, sadece eğitim görevi bulunan kurumlardır. Araştırma yapma ve araştırıcı beyinler yetiştirme özelliği, üniversiteyi dogmatik (kanılarını inanç ve öğretilerden çıkaran) ve tabusal sınırlı eğitimi amaç edinen medreselerden ayıran en önemli özelliktir.
1978-1979 yıllarında 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu’nda Anayasa Mahkemesi’nin iptaliyle oluşan boşlukları giderebilmek için yeni yasa hazırlık çalışmaları yapılıyordu. Bu çalışmalar kapsamında hazırlanan bir taslakta, “Üniversiteler, bu yasada belirtilen hükümler içinde bilimsel özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, öğretim ve eğitim kurumları olup; fakülte, bölüm, yüksek okul ve enstitülerden oluşurlar” gibi araştırma görevini bütünüyle dışlayan ucube tanımlara yer verilmek istendiği de görülmüştür.
12 Eylül askeri darbesinin ardından, bugün de yürürlükte olan 04.11.1981 tarihli 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu çıkarılıyordu. Çıkarılan kanunun üçüncü maddesinin (d) bendi üniversiteyi şöyle tanımlamıştır:
“Üniversite: Bilimsel özerkliğe ve kamu tüzelkişiliğine sahip yüksek düzeyde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapan; fakülte, enstitü, yüksekokul ve benzeri kuruluş ve birimlerden oluşan bir yükseköğretim kurumudur”.
Bu tanıma göre üniversite özerkliği yalnızca bilimseldir, yönetimsel özerklik yoktur. Eğitim ve öğretim görevi de araştırma görevinden önceye alınmıştı. Öğretim üye ve yardımcıları için yeni akademik konumlar ve tanımlamalar getiriliyor, zorunlu rotasyonlar konuluyor, öğretim üyelerinin siyasi partilere üye olmaları yasaklandığı gibi, bilimsel ve mesleki derneklere üye olunması bile özel izne bağlanıyordu. Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve Yükseköğretim Denetleme Kurulu kuruluyordu. Üniversitelerin kendi yöneticilerini seçme geleneği kaldırılarak, Devlet Başkanı’nca yapılacak atamalar, YÖK sistemi ve YÖK atamaları getirilmişti. Kısacası, üniversiteleri siyasi iktidarın cenderesine alacak olan yeni bir sistem oluşturulmuştu. Bu konuda bir-iki anıma sırası gelmişken burada değineceğim:
Kanunun çıktığı günlerde üniversitelerden bırakın tepki gelmeyi, kimse yasanın aleyhine görüş bildirmeye bile yanaşmıyordu. Çünkü 12 Eylül darbesiyle 1402’likler denilen, 1402 sayılı yasaya dayanılarak, çeşitli üniversitelerden sıkıyönetim komutanlıklarının isteği doğrultusunda görevlerine son verilen öğretim üyelerinin ve yardımcılarının sayısı o günlerde bilinmiyor, sonradan açıklanan 148(!) sayısından çok daha fazla olduğu sanılıyordu. Atılanların niceliğinden çok niteliğinin önemli ve saygın hocalar olması çok acıydı. İşin en acı yanı ise hocalar arasında 12 Eylül Yönetimi’nin işbirlikçilerinin ve muhbirlerin türemiş olmasıydı.
Ben yasanın eleştirisini Bülent Ecevit’in yayın organı olarak bilinen Arayış dergisinin 14 Kasım 1981 tarihli 39’uncu sayısındaki makalemle yapmıştım. Üyesi olduğum yayın kurulu böyle bir yazıyı hazırlama görevini bana yüklemişti. Her yazıma imzamı koyduğum, isimsiz yazı yazmadığım için bu yazı üniversiteden atılmama neden olabilir endişesiyle evde daktilomun başına oturup, sıkıyönetimin tanıdığı eleştiri sınırları içinde yazmıştım.
Yazımda şöyle bir soruya yer vermişim: “Yasanın amaçladığı biçimde yükseköğretim kurumları olarak yüksek düzeyde bilimsel çalışma ve araştırma yapmak, bilgi ve teknoloji üretmek, bilimsel verileri yaymak, ulusal alanda gelişme ve kalkınmaya destek olmak, yurtiçi ve yurtdışı kurumlarla işbirliği yapmak suretiyle bilim dünyasının seçkin üyesi haline gelmek, evrensel ve çağdaş gelişmeye katkıda bulunmak üniversitelerimiz için gerçekleşebilecek mi?”. Sorunun cevabını geçen 36 yıl zaten gösteriyor, ama kendim vurgulayarak vereyim; maalesef gerçekleşmedi, niteliksiz üniversitelerin sayısı arttı, ama bilimsel kalite sürekli düştü, üniversiteler liginde Türkiye geri sıralara itildi. Nedeni ise, özerkliğin, pozitif düşüncenin ayaklar altına alınmış olması. Bu kabul edilemez sonuç, bugün araştırma üniversiteleri ihtiyacını gündeme getirmiş görünüyor.
O günlerde kendi bölümümde bir zamanlar ağabey diyerek saygı duyduğum, ama sonra o saygıyı yitirdiğim bir hocamıza, “Ağabey, üniversitelerin görev sıralamasında araştırma mı, yoksa öğretim mi önce gelir, araştırmayı geri plana itenler özerkliğe de gerek görmediler ne dersiniz?” diye sormuştum. Kuruluş yıllarında Mehmet Ali Aybar’ın İşçi Partisi’ne oy veren ve bunu aydın görevi sayan bu hocamızdan beni destekleyen bir yanıt beklerken, aldığım yanıt kanımı donduruyordu. Yanıtı “Öğretim önce gelir, araştırma değil” olmuştu. Daha sonra öğrendim ki, o hocamız 12 Eylül Yönetimi’nin Danışma Meclisi’ne üye olabilmek için darbeyi yapan Milli Güvenlik Konseyi’ne başvuru bile yapmışmış!... Konsey gibi düşünmesine şaşırmamak gerekiyormuş.
Sonuncu anım merhum Bülent Ecevit ile bu yasa üzerinde yaptığım konuşmaya ait. Arayış dergisinde yayınlanan yazıyı yazdıktan bir müddet sonra Bülent Ecevit ile Oran’daki evinde ikili sohbet ederken, Yükseköğretim Kanunu’na sözü getirdim ve şöyle dedim: “Efendim, bir yasa ile üniversiteleri bitirdiler. Özerkliği olmayan, bilimsel araştırmayı ikinci plana iterek, üniversiteleri yüksek okullar düzeyine indirgeyen bu yasanın iptal edilip düzeltilmesi, dilerim ki Türkiye düzlüğe çıktıktan sonra sizin iktidarınızda gerçekleşir. Yoksa üniversite dediğimiz, gözbebeğimiz olması gereken kurumlar siyasi iktidarlara tabi olacaklar”.
Bülent Ecevit tam bir siyasetçi gözüyle değerlendirerek şu yanıtı vermişti: “Sayın Ültanır, siyasi iktidarlar ellerine geçirdikleri yetki ve kozları kaybetmek istemezler. İktidar olursak, biz niye böyle bir yetkiyi kaybedip kullanmayalım ki? Kullanılması gerekir, tabii biz iyi niyetle bu yetkiyi kullanırız”. O zaman içimden Ecevit’in iyi niyetini de dışlayarak, “üniversite özerkliği gitti” diye üzüldüğümü, yüzümün asıldığını biliyorum. Çünkü Ecevit, “Bir şey mi oldu Ültanır?” demişti. “Hayır” dedim, ama “güvendiği dağlara kar yağmak” diye bir deyimimiz var ya, Ecevit’in cevabıyla işte o kar yağmaya başlamıştı!...
2547 sayılı yasa bazı küçük değişikliklerle daha sertleştirilmiş biçimde aynı ruhuyla yürürlükte. 1981 yılında 2547 sayılı yasa çıkarılırken Türkiye’de 15 üniversite vardı. Akademileri üniversiteye dönüştürerek 6 üniversitenin daha kurulması gündemdeydi. Ancak, mevcut üniversitelerin bazıları politik yatırım amacıyla kurulduğundan, bir üniversite enflasyonu tartışması bile yapılıyordu. Bugün Türkiye’de 183 üniversite var. Politik yatırım amacıyla kurulan üniversiteler onları katlayarak arttı. Vakıf üniversiteleri de peş peşe patlarcasına çoğaldı. Ancak, dünyanın başta gelen 50 üniversitesini bırakın, ilk 100 üniversitesi arasına girebilen tek bir üniversitemiz yok. Hayatta bilimden başka yol tanımayan Atatürk’ün Türkiye’sine bu düzey yakışmıyor!...
Times Higher Education (THE) kuruluşunun 2018 için dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamasında 1102 üniversite yer alıyor. Bu listeye Türkiye’den girebilen sadece 22 üniversite var. Sıralamada öğrenci sayısı ve eğitime dayalı kriterler esas alınmış, tam zamanlı eşdeğerliğe göre öğrenci sayısı, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı, kız-erkek öğrenci oranı ana kriterler seçilmiş. Türkiye’den giren üniversitelerin ilki 301-350 aralığında iken, 351-400 aralığında bir diğeri, 601-800 aralığında dört tanesi görülüyor, geri kalanı da 801-1001+ aralığında yer bulabilmiş.
Dünyanın en iyi üniversiteleri için bir diğer sıralama sonucu ise yeni açıklanan U.S. News Education kuruluşuna ait. 74 ülkeden 1250 üniversite 13 kritere göre sıralanmış. Bu sıralamada araştırmaya ağırlık verildiği görülüyor. Üniversitelerin akademik araştırma performansı, global ve bölgesel itibarları, yüksek düzeyde eğitim özellikleri, öğrencilerine kazandırdıkları araştırma ve arayış misyonları da kriterlerin başında yer alıyor. Bu listede bir Türk üniversitesinin adını ancak 190’ıncı sırada görüyoruz. Daha sonra 314’üncü, 336’ıncı, 491’inci sırada Türk üniversiteleri var. Kalanı 567’inci ve daha sonraki sıralarda yer alıyor. Onuncu ve sonuncusu ise 742’nci sırada.
Niçin Türkiye’de ABD’deki Harvard, Stanford, Yale gibi, İngiltere’deki Oxford, Cambridge, Edinburgh gibi, Almanya’daki Münih, Heidelberg, Humboldt gibi, Rusya’daki Moskova, Saint Petersburg, Tomsk gibi, Japonya’daki Tokyo, Kyoto, Osaka gibi, Avusturya’daki Melbourne, Sdney, Monash gibi, Çin’deki Tsinghua, Peking, Fudan gibi üniversitelerimiz yok? Türk bilim insanları bu ülkelerin bilim insanlarından geri değiller ki, yaptıkları çalışmalarla rekabette oralardaki akademisyen meslektaşlarını geçebiliyorlar, gittikleri zaman onların üniversitelerinde uyumlu ve başarılı görev yapabiliyorlar. Kısacası sorun insan sorunu değil. Sorun Türkiye’nin sisteminde, üniversitelerin özerkliğinden korkan ve siyasi müdahalelerle üniversiteleri çağdaşlaşmaya taban tabana zıt medreseleştirmeye sürükleyen siyasi zihniyette.
Burada yine bir anımı anlatacağım. 1990’lı yıllarda akademik sınav yapmak için birkaç kez Diyarbakır Dicle Üniversitesi’ne görevli gitmiştim. Orada tanıştığımız akademisyen arkadaşlarla anlaşarak 1996 yılında Dicle Üniversitesi Çevre Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi ile Başkan Yardımcılıklarını yaptığım Temiz Enerji Vakfı (TMEV) ve Uluslararası Güneş Enerjisi Topluluğu Türkiye Bölümü (UGET-TB) işbirliğiyle “Güneş Enerjisinden Yararlanma Kampanyası” düzenlemiştik. Bu nedenle Üniversitede kaldığım sırada elime video kameramı alarak, üniversite binalarını, bahçesini vs. belgesel çekimle kaydediyor, aynı zamanda anlatarak ses kaydı da yapıyordum. Akşam üzeriydi, bir de ne göreyim, Dicle Üniversitesi kampüsünü içinde büyük bir cami inşa ediliyordu. Laik bir ülkede, evrensel ortam olması gereken üniversitede caminin yeri olabilir miydi? Bu eleştirel görüşümü kayda geçirmiştim.
Diyarbakır Dicle Üniversitesi kampüsündeki ilk cami,
şimdi bu kampüste cami sayısı dörde ulaşmış!...
Camide öncülük yapan Dicle Üniversitesi türbanlı rektörde de öncülük yapmış görünüyor. Bu dalga ve çarpık görüntüler diğer üniversitelere siyasi dürtüyle ve hızla yayıldı. Üniversite kampüsleri külliyeler oldu, örnek ılımlı İslâm ülkesinin ılımlı İslâm üniversiteleri siyaseten hedeflenmiş olmalı ki, sonuçta üniversiteler giderek medreseleşmeye başladı. Bakınız, geçtiğimiz Ekim ayında basına yansıyan habere göre, Adıyaman Üniversitesi Rektörü fetva verip, “Bir erkek ve kadının birbirine değmesi ve yalnız kalmaları caiz değildir” demiş. Bu zihniyetle üniversite yönetilebilir mi? Herhalde medreseleşen üniversitelerin amfilerinde kız öğrenciler ile erkek öğrencilerin oturma bölümleri haremlik-selamlık diye ayrılır. Yalnız, üniversite bahçesinde ve dışarıda başı bağlı kız ve sakallı erkeklerin el ele dolaştıklarını, yanak yanağa oturduklarını vs. görmek kanıksanmaz oldu...
Bugün medyaya yansıyan bir habere göre, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi’nin İslami İlimler Fakültesi’ne nokta tayinle atama yapmak için “Şeytanla mücadele etme yöntemleri üzerinde çalışması olan bir yardımcı doçent arandığının” ilan edilmesi, çağdaş üniversite mantığıyla açıklanabilir mi? Atanmak istenen adayın doktora tezi hemen sosyal medyaya da yansımış, bakın tezin adına: “Kur’an ve Sünnet Rehberliğinde Şeytanla Mücadele Edecek İnsanın Eğitimi”. Böyle bir tez konusu pozitif bilimler, çağdaş bilimler içinde yer alamayacağından, böyle bir çalışma dünya üniversitelerinin seçilmesinde kriter olan Science Citation Index (SCI) içinde asla yer almaz, alamaz. Dinsel konu olabilir, ancak bilimsel konu değildir. İlana tepkiler gelince, adı geçen üniversite yanlışını örtmek için ilanı hemen kaldırmış, ama ilanın kaldırılmış olması medreseleşmeye yol açma çabasını örtebilmiş değil. Sanki inanılmayacak bir olay gibi. Ancak, İlahiyat Fakültesi’nin İslami Bilimler Fakültesi adıyla kurulması bile sapılan yolu göstermeye yeterli. Oysa üniversite çatısı dışında eğitim amaçlı İslam Enstitüsü veya Yüksek İslam Enstitüsü kurulabilirdi. Üniversite çatısı altında İslami Bilimler Fakültesi olmaz, ama YÖK üniversitelerinde ne yazık ki olabiliyormuş!...
Camili medreseler Cumhuriyetle tarih olmuşlardı, ama 21’inci yüzyıl Türkiye’sinde camili üniversiteler dönemi yaşatılmak istenmiştir. Üniversite ve cami ayrıdır, birbiriyle bütünleştirilemez, çünkü bilim ile inanış karıştırılamaz. Özgür olması gereken araştırıcı beyinler dinsel tabularla sınırlandırılamaz. Araştırmanın, bilimsel eğitimin, ibadetin birbirinden ayrı olması gerektiği ortada iken, dini siyasete alet edenlerin çabalarıyla üniversitelerde ve fakültelerde cami modası 2002’den önce başlatılmıştı, 2002 sonrası dine dayalı siyasetle geliştirildi. Çağdaş bilim yuvası üniversiteler medreseleşmeye yönlendirilmek istendi. Pozitif bilimden sapılması aklı hür, vicdanı hür araştırıcı ve yaratıcı çağdaş nesillerin yetiştirilmesini engelleyerek, Cumhuriyet kazanımları için tehdit oluşturmaktadır. Çağdaş bilim yuvalarından Türkiye’nin uzaklaştırılması, ülkemiz üzerinde gizli hesapları olan emperyalist odaklara hizmet etmekten başka bir işe yaramazken, acı gerçek görülmek istenmemiş ya da gizlenmiştir. Bugün araştırma üniversitelerine yönelirken vurgulanması gereken bir başka gerçek var. Medreseleşme kafası yok edilmeden, çağdaş araştırma yapan üniversite oluşturulamaz, araştırma üniversitesi de olmaz. Çünkü, her üniversite bilimsel araştırma yapmak zorundadır.
Üniversitelerimizin bilgi üretmeye, ekonomik kalkınmaya ve büyümeye, teknoloji geliştirmeye, yeni teknolojiler oluşturmaya, yeni fikirler üretmeye ve yaymaya, katkıları yeterli olmayınca, araştırma ve sonuçlarının uygulamaya aktarılması için inovasyona duyulan ihtiyaçtan olacak ki, araştırma üniversiteleri gündeme gelmiş görünüyor. Ancak, üniversiteler dünya genelinde araştırma üniversiteleri ve öğretim üniversiteleri diye ikiye ayrılmazlar. Böyle bir ayrım doğru da olmaz, bilimsel değildir. Her üniversite hem araştırma ve hem de öğretim yapmak, araştırırken öğretip eğitmek, bilime katkıda bulunmak zorundadır. Bunları yapmadığı ya da yapamadığı taktirde zaten üniversite adını taşımaya hak kazanmaz. Üniversiteler başarılarıyla değerlendirilip “en iyiler” sıralanırken baz alınan veriler, araştırma, teknoloji oluşturma, inovasyon çalışmalarını da içeren ekonomik ve sosyal etkinliklerine göre saptanır.
Ekonomik indikatörler için temel alınan kriterler önem sırasına göre sürdürülebilir inovasyon etkinlikleri (yeni bilgilerin üretilmesi ve yayılması), araştırma etkinlikleri ve yayın etkinlikleri şeklinde sıralanır. Üniversitelerin sosyal indikatörleri ise olanakları (altyapıları, eğitim donanımları ve yaşam çevreleri, deneyimlerinden öğrencilerin yararlanabilmesi), eğitim faaliyetleri (öğrenci istihdamı, lisans ve yüksek lisans etkinlikleri, sanayi ilişkileri, çalışma etkinlikleri, sağladığı çoklu-kültürel çevre, yönetici yetiştirme programları), sosyal sorumluluk faaliyetleri (üniversite öğrenci ilişkileri, yerel ve global ilişkileri, bilimsel destek ve yardımları) kriter alınarak belirlenir.
2016-2017 akademik yılı açılış töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan, yükseköğretim sisteminde kaliteyi yükseltmenin yollarından birinin misyon farklılaşması ve ihtisaslaşma olduğunu söylüyordu. Bu çerçevede YÖK’ün koordinasyonuyla yürütülen “Bölgesel Kalkınma Odaklı Misyon Farklılaşması ve İhtisaslaşma Projesi” kapsamındaki çalışmalarla araştırma üniversitesine dönüştürülmesi hedeflenen 10 üniversitenin adı, yine Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından 2017-2018 akademik yılı açılış töreninde açıklanıyordu. 10 üniversite alfabetik olarak şöyle sıralanmıştı:
Ankara Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Erciyes Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Gebze Teknik Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, İzmir Yüksek Teknoloji Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi.
Bunlara ek olarak 5 de yedek üniversite seçilmişti: Çukurova Üniversitesi, Ege Üniversitesi, Selçuk Üniversitesi, Uludağ Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi.
U.S. News Education kuruluşunun dünyanın en iyi üniversiteleri 2018 sıralamasında 10 üniversitemizin yerine bakarsak, şöyle saptanmış:
Boğaziçi Üniversitesi 190’ıncı, Orta Doğu Teknik Üniversitesi 314’üncü, İstanbul Teknik Üniversitesi 336’ncı, Hacettepe Üniversitesi 567’nci, Ankara Üniversitesi 590’ıncı, İstanbul Üniversitesi 668’inci sırada yer alırken; Erciyes Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Gebze Teknik Üniversitesi ve İzmir Yüksek Teknoloji Üniversitesi 1250 üniversite içinde henüz yer almıyor. Buna karşın yedek gruptaki üniversitelerden Ege Üniversitesi 701’inci, Çukurova Üniversitesi 742’nci sırada yer alıyor.
Peki 10 asil, 5 yedek üniversite hangi kriterlere göre seçildi?
Ankara Üniversitesi’nin 18 Ekim 2017 tarihli ve 209 sayılı Bülten’inde açıklandığına göre, araştırma üniversiteleri belirleme sürecinde 58 devlet üniversitesi niyet beyanında bulunmuş. İlk aşamada dünyadaki araştırma üniversiteleri kriterleriyle göstergelere göre puanları hesaplanmış. Bu göstergelerin SCI (Science Citation Index) indeksli yayın sayısı, uluslararası işbirliği ile yapılan SCI indeksli yayın sayısı, bilimsel yayın puanı, atıf sayısı, proje sayısı ve proje bütçesi, uluslararası işbirliğiyle gerçekleşen proje fon bütçesi, doktora mezunu sayısı, patent sayısı, TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi) ve TÜBİTAK (Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu) ödüllü öğretim üyesi sayısı, TÜBİTAK destekli TTO (Teknoloji Transfer Ofisleri) bulunup bulunmadığı ve YÖK 100/2000 Doktora Burs Programı (100 tematik alanda 2000 doktora öğrencisi) katılımı olduğu açıklanıyor.
İlk aşamada 25 üniversite belirleniyor. Bu üniversitelerin araştırma üniversitesi olma talebi kapsamında hazırlamış oldukları öz değerlendirme raporları dikkate alınarak yapılan seçimle, üniversite sayısı 19’a düşürülüyor. Son olarak Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı, TÜBİTAK, Kalite Kurulu, devlet ve vakıf üniversiteleri temsilcilerinden oluşan bir jüri seçim yapıyor, ama bu seçimle de iş bitmiyor. Rektörler ile üniversitelerin üst yönetim temsilcileri mülakata alınarak, seçim ve değerlendirme sonuçlandırılıyor. Jürinin bakanlıklar ve devlet kurumlarıyla siyasi ayağının olduğu görülüyor. Yani seçimde bilimsel kriterlerin yanında maalesef siyasi etkiden de söz edilebilir, ama ne ölçüde olduğu şeffafsızlıktan dolayı elbette açık değil.
Araştırma Üniversitesi kavramını YÖK Başkanı Prof. Dr. Saraç şöyle açıklamış bulunuyor:
Prof. Dr. Saraç’ın bu kavram ve tanımı pek çok yönden eleştirilebilir, ama bu yazımda böyle bir eleştiri yapmaya gerek görmüyorum. Üzerinde durmak istediğim tek nokta, araştırma üniversitesi için olmazsa olmaz kriter özerklikten söz edilmemiş olması. Oysa özerk üniversite olmadan özgür ve özgün araştırma olamaz!... YÖK’ün çizdiği yola göre başarılı bulunan üniversiteler bu statüde devam edecek, başarısız olanların yerine yedekleri konulacaktır vs. Tabii bu arada araştırma üniversitelerinin sayısı da gelecekte artırılabilir.
Türkiye’nin sanayisinin, tarımının, enerji ve hizmet sektörlerinin, topyekûn ekonomik büyümesinin sürdürülmesi için olduğu kadar Türkiye’nin iyi yönetilebilmesi, yaşam standartlarının ve koşullarının geliştirilmesi, savunmasının güçlendirilmesi, çevre sorunlarının çözümlenmesi, kültürel düzeyinin yükseltilmesi, sosyal koşullarının iyileştirilmesi için bilimsel araştırmalara gerek olduğu kuşkusuz. Gereksinimle başka araştırma alanları da buraya eklenebilir.
Üniversiteler ister araştırma üniversitesi etiketi taşısın isterse taşımasın, yukarıda da vurgulandığı gibi araştırmaya eğitim kadar yer vermek zorunda olan kuruluşlardır. Bir ülke yerinde sayamaz. Çünkü, yerinde saymak geri kalmak demektir. Geri kalmamak için araştırma ve inovasyon yani yeni fikirler geliştirilmesi ve uygulanmasına ilişkin çalışmalar geliştirilmelidir. Spesifik araştırma kuruluşları dışında araştırma ve inovasyon için üniversiteler elbette başta gelen en önemli kuruluşlardır. Üniversitelerin özgün araştırmalar konusunda teşvik edilmesi ve rekabete sokulması da gerekir, ama her şeyden önemlisi üniversitelerde araştırma ortamının yaratılmasıdır.
Türkiye’nin ihtiyacı bir çağdaş bilim, kültür ve öğretim kurumu olacak özerk üniversitelerdir. Bugün gerek anayasanın 130’uncu maddesinde ve gerekse 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nda, “bilimsel özerklik” ifadesi yer alsa da, üniversitelerin yönetimine ve işleyişine getirilen düzenlemelerle bilimsel özerklik özden silinmiş, sadece sözde kalmıştır. Yukarıda çağdaş üniversitelerin özellikleri açıklanırken vurgulandığı gibi, bilimsel özerklik ve yönetimsel özerklik bir bütün olup, bunun adı üniversite özerkliği ve kısaca özerkliktir. Siyasal müdahaleleri önlemek ve böylece bilimsel etkinliğin özgür ve korkusuz bir biçimde yürütülmesini ve bilimin gelişmesini sağlamak amacıyla, üniversitelere özerklik tanındığı elbette anayasada belirtilmelidir, ama siyasal elle rektör ataması, siyasal yapılı YÖK denetimi ve atamaları olmamak koşuluyla. YÖK sözde var denilen bilimsel özerklik üzerinde Demokles’in kılıcı gibidir.
Bilimsel özerklik demek, üniversitelerde ve bilim üreten kurumlarda serbestçe araştırma yapmak, serbestçe öğretim yapmak, araştırma ve incelemelerden elde olunan bilimsel sonuçları herhangi bir siyasal ve idarî makam, kişi, yasal olsun olmasın herhangi bir birim tarafından engellenmeden, bilimsel nesnellik ve dürüstlükten ayrılmadan yayınlamak ve açıklamak özgürlüğünün bulunması demektir. Bu elbette öğretim üye ve yardımcılarına anayasal güvence sağlamakla gerçekleşir. Üniversite öğretim üye ve yardımcıları yaptıkları araştırmalar, bulguladıkları sonuçlar, bu sonuçları yayınlamaktan ötürü idari ve cezai müeyyidelerle karşılaşmamalıdır. Aksi halde o üniversiteye özerk üniversite, o bilim insanlarına özgür elemanlar denilemez.
Bilimsel özerkliğin anayasa güvencesi dışında eski deyişle “mütemmim cüzü” yani ayrılmaz ögesi, yönetsel (idarî) özerkliktir. Yönetsel özerklik bilimsel özerkliğin var olabilmesi için gereklidir. Bu özerklik üniversitenin kendi tüzel kişiliğinin dışında gerekli her birimine tüzel kişilik tanınmasını, üniversite, fakülte, bölüm, enstitü vs. gibi birimlerde yönetim ve karar organlarının ilgililerce seçilmesini ve kurulmasını, üniversite öğretim üye ve yardımcılarının seçilme, atanma, yükseltilme işlemlerinin üniversitelerin kendi etkili organlarınca yapılmasını, disiplin kovuşturmalarında üniversite organ ve makamlarına güvence verici yetkilerin sağlanmasını, öğretim programlarının üniversitelerin ilgili birimlerince hazırlanmasını içerir. Bilimsel ve yönetsel özerklik birbirinden ayrılamaz ve her ikisini birlikte içeren üniversite özerkliği, hayati önemdedir. Çağdaş ve gerçek üniversiteler için özerklik vazgeçilemez koşuldur. Üniversite araştırmalarının geliştirilmesi mali özerkliği de gerektirir.
Anayasanın üniversiteleri kapsayan 130’uncu maddesi özerk üniversite anlayışıyla yeniden düzenlenmelidir. Üniversiteler devlet eliyle ve yasayla kurulmalıdır. Vakıf üniversitelerinin kurulmasına sınırlama ve devlet-vakıf ortaklığı koşulu getirilmelidir. Yapılacak yeni düzenlemede YÖK gibi bir kuruma gerek duyulmamalı, bugünkü YÖK’ün yetkileri ve olanakları, alt yapısı güçlendirilerek geliştirilecek Üniversitelerarası Kurul’a bırakılmalı, bu kurul koordinasyon ve denetim için görevlendirilmelidir.
Bugün Türkiye üniversitelerinde özerklik yok. 183 üniversite var, ama bu üniversitelerin bir kısmı gerçekte üniversite olmaktan bile çok uzak. Özellikle vakıf üniversitelerinde bu görülüyor, ancak bazı devlet üniversitelerinin yetersizliği de söz konusu. Para kazanmak için eğitimin kalitesinden ödün veren, bu amaçla adeta diploma pazarlaması yapan vakıf üniversitelerinin bilimsel araştırmaya katkıları da yok denecek durumda.
183 üniversite arasında yeterli öğretim elemanı, kendi yayını olan ders kitapları, sınırlı bile olsa inovasyon ve araştırma etkinlikleri, gerekli alt yapıları, çağdaş öğretim koşulları, sosyal etkinlikleri vs. minimum düzeyin çok altında olan sözde üniversiteler var. Bu nedenle titiz bir irdeleme ve seçimle bazıları birbiriyle birleştirilmeli ya da bir kısmı üniversite olmaktan çıkarılıp, yüksek okullara dönüştürülerek kapatılmalıdır.
Fakültelerde bölümlerin altında geçmişte olduğu gibi kürsü yapılanması yeniden düşünülmelidir. Bölümlerin anabilim dallarının altında bilim dalı uygulamaları göstermelik olmaktan öte geçememiş, geçmişte kürsülerin gösterdiği etkinliği yakalayamamıştır. En küçük akademik birimleri kürsüler olan fakülteler, araştırma etkinliklerinin geliştirilmesi açısından yararlılığını geçmişte kanıtlamıştır.
Yapılması gereken Üniversite Reformu ile siyasal ayaklı Yükseköğretim Kurulu kapatılmalı, görev ve yetkileri, üyeleri üniversitelerden seçimle gelecek
Üniversitelerarası Kurul’a devredilmelidir.
YÖK uygulamasıyla birlikte üniversitelere getirilen akademik yükseltme ve atama uygulamalarının bugün ortaya çıkardığı sonuç; öğretim üyesi kalitesindeki görünür düşüş olmuştur. Öğretim üyesi açığını kapatmak için ABD’den örnek alınan yardımcı doçentlik (assistant professor) uygulaması, yeterli bilimsel erke sahip olmayan kişilere öğretim üyesi unvanı kazandırmış, ama eğitimde kalite, araştırmalarda düzey düşüklüğü bu uygulamayla artmıştır. Oysa yardımcı doçentlik kaldırılarak, doktorası olan kişilere öğretim görevliliği hakkı tanınarak eğitimde sorun çözümlenebilirdi!...
Avrupa üniversitelerinde esas olan doçentlik (habilitasyon) tezinin kaldırılarak yerine birkaç sayfalık sözde araştırma makalelerinin kriter alınır olması doğru değildir. Doktora tezinden türetilmiş makalelerle doçent olanlar çokça görülmüştür. Şimdi doçentlikte önemli bir kriter olan kolokyum sınavının da kaldırılmasının gündeme gelmesi, çok yanlış yeni bir uygulamaya adım atılacağını göstermektedir.
Profesörlük takdim tezi yerine getirilen sulandırılmış başlıca araştırma eseri uygulaması, profesörlüğe yükseltmede ikinci yabancı dil sınavının kaldırılması diğer yanlışlardır. Tüm yükseltmelerde getirilen uluslararası alanda yayınlara atıf kriterinin Science Citation Index dışına çıkılarak sulandırılması çok büyük bir başka yanlıştır.
Sonuçta öğretim üyeliğine yükseltme ve atama, bilimsel erke ve liyakata göre değil, başka kriterlere (hocasının çantasını taşıma uysallığına, yönetime yalakalık yapma becerisine, belli bir siyasi görüşe mensup olmasına ya da tarikat bağına vs.) bakılarak yapılabilmiştir. Bu nedenle üniversitelerde 15 Temmuz sonrası yeterince FETÖ temizliği yapılamamış olması da düşündürücüdür. Mevcut öğretim üyeleri arasında objektif kriterlere göre (yayınları, yayınlarına Science Citation Index atıfları, yürüttükleri araştırmalar, lisans ve yüksek lisans düzeyindeki başarı etkinlikleri vs.) yeni bir seçim yapılarak, bazı öğretim üyelerinin reformla üniversite dışında bırakılmaları gerekmektedir. Bu sancılı bir uygulama olacaktır, ama zorunludur.
Üniversitelerin kuruluş ve çalışma esaslarını ve niteliklerini, farklı üniversite ve fakültelerinin özelliklerine göre düzenleyecek çerçeve bir reform yasası çıkarılmalıdır. Üniversitelerin kuruluş yasaları bu çerçeve yasaya göre düzenlenir. Üniversitelerin bilim alanlarına, açıkçası eğitim verdikleri ve araştırma yaptıkları çalışma alanlarına göre düzenlenmesine olanak sağlayıcı çerçeve yasa niteliğinde bir düzenleme, farklı üniversite ve fakültelerin özelliklerine uygunluğu getirecek çağdaş bir adım olacaktır.
Böyle bir üniversite reformunun yapılabilmesi için önce siyasi iradenin Türkiye’de gerçek çağdaş üniversiteler istemesi gerekir. Türkiye’nin eksikliği birkaç araştırma üniversitesi değil, çağdaş nitelikli özek bilimsel üniversitelerdir. Yoksa bugün istenen sözde araştırma üniversiteleri uygulaması yaraya pansuman tedavisi bile olamaz.
Anayasada Yükseköğretim Kurumları ile ilgili 130’uncu maddenin değiştirilmesi, üniversitelerle ilgili yeni bir “Üniversiteler Reformu Yasası” hazırlanması, bu yasayı ödünsüz ve gereği gibi uygulayacak ehil ve liyakatli kadroların doğru seçimi, başarı için gerekli ön koşuldur. Bugün Türkiye’de bu işi yapabilecek bilim insanları ve siyasetçiler vardır, ama insan kaynakları erozyona uğrayan bir ülkeyiz ve bu insanlar da giderek azalmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin yol gösterici bilim ışığına çağdaş boyutta kavuşabilmesi için daha fazla gecikilmeden bugünkü yanlış uygulamadan dönülmeli, gereken üniversite reformu yapılmalıdır.