4 Nisan 2017
Ya geçmişten gelen kazanımlarımızı ya da kazandıklarımızı peşi sıra kaybetme dönemi yaşayan bir ülke durumuna geldik. Kaybetme nedeni de doğru siyasi kararların verilememesinden, kısacası yanlış siyasetten kaynaklanıyor. Bu böyle devam edemeyeceğinden ulusça artık “Türkiye’nin kaybetmesine hayır” demeliyiz!..
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin son 15 yılı kayıplarla dolu. Hangisini saysak ki? Şehitlerimizin sayısı binlerle ifade olunuyor. Dış borcumuz 100 milyar dolardan 500 milyar dolarlara tırmanmış bulunuyor. Buna karşın borçla yapılmış köprüler, otoyollar başarı diye gösterilebiliyor! Dışsatım ve turizm gelirleri darboğaza ve azalma sürecine sokulmuş bir ülke olduk. Uluslararası değerlendirmelerle 19 yılda kazanılan “yatırım yapılabilir ülke” statüsünü son üç yılda kaybettik. Gayrisafi milli hasılası dolar bazında gerileyen, 2016’da kişi başına düşen ortalama gelirinin 1305 dolar azaldığı açıklanan Türkiye ekonomisi artık büyüyemeyen hasta bir ekonomi.
Kayıplar sadece ekonomide değil elbette. Türkiye, uluslararası alanda demokrasi endeksinde sürekli gerileyen bir ülke. Okullarında, üniversitelerinde artan kalite düşüklüğü. Komşularla ve bölge ülkeleriyle çatırdayan dostluklar ve Batı dünyası ile müttefikliklerin birer birer çökmesine karşın, Avrasya’da ve Asya’da yerini alamayan ve yalpalayan bir ülkeyiz. Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli toprak ve prestij kaybına seyirci kalan, Düyun-u Umumiye’ye teslim olan, devleti hasta adam yapan Abdülhamid ile vatanı işgal kuvvetlerine bırakan Vahdettin gibi tarihin kara sayfalarına gömülü padişahları aklama çabasıyla, Türkiye’yi yücelten Cumhuriyet ve kurucularından intikam alınabileceğini sanan din bezirganı siyasilerce anafora sürüklenen bir ülke olduk. Anafora kapılıp Belediye binasına Türk Bayrağı yerine Osmanlı Bayrağı çekenler de var. Daha ne söylemeli acaba, olumsuzlukları saymakla bitmiyor ki?
Türkiye’nin hiç de iyi yönetilmediği son 15 yılın siyasi, ekonomik ve sosyal faturasını çıkarmaya kalkarsak bir kitap bile yetmez ciltlerle sayılan kitaplar yazmak gerekir. O nedenle biz 15 yılı geride kalan karanlığa bırakarak, 15 Temmuz’dan sonraki önemli kayıplara bakalım. 15 Temmuz 2016 sadece FETÖ’cülerin darbe girişimi değildi, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin Türkiye Cumhuriyeti’ni sonlandırma girişimiydi. Aslında bu emperyalist odaklar Türkiye’nin topraklarından Kürdistan’a parça koparmayı çok önceden planlamışlardı. ABD 1991 yılında Saddam’a karşı Irak’ta Birinci Körfez Savaşı’na girişirken, yeni bir Ortadoğu tasarlamıştı. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) veya daha sonraki adıyla Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi Fas kıyılarından Afganistan’a dek uzanan kuşakta yeni yapılanma amaçlıyordu. Dünyanın kalpgâhını içeren bu kuşak bugün hidrokarbon (petrol ve doğalgaz), yarın bereketli hilale akan su kaynakları bakımından uluslararası projelerin konusuydu.
Birinci Körfez savaşı ile Irak Savaşı da denilen İkinci Körfez savaşı arasında, 1991’den 2003’e kadar uzanan 12 yıllık süreçte ABD plan ve stratejilerini ayrıntılarıyla geliştirdi, hedeflediği siyasi yapılanmayı haritalara döktü. Bu dönemde Kuzey Irak’ta Kürdistan’ın kurulması için ilk temeller atıldı. ABD Türk Ordusu’ndan, TBMM’den, Türkiye’nin ulusalcı yapısından tedirgindi. Hele hele son Ecevit Hükümeti döneminde, 2001 yılında ABD Irak’a girmeden Türkiye’nin kuzeyden girme planları hiç de hoşuna gitmedi. Bu nedenle Türkiye’de ulusalcı hükümet yerine Ilımlı İslam’a sıcak bakan bir hükümet oluşumuna sıcak baktı. Ne hikmetse bugün Türkiye’yi güç kaybettiren başkanlık sistemine yönlendiren Bahçeli, o günlerde Ecevit hükümetini sonlandırma görevini yerine getirerek AKP iktidarına yol açmıştı.
Ilımlı İslam etiketi, emperyalistlerin dinler arası diyalog projesi için önemli olduğu kadar, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasında Türkiye’nin kullanılması açısından da önemliydi. Amerikalı asker Ralph Peters’in lanetli haritası, Kürdistan’ın Türkiye’yi nasıl kapsadığını açık açık göstermesine karşın. AKP iktidarına BOP Eşbaşkanlığı havucu sunuluyor ve kabul görüyordu. FETÖ’cülerin marifetleriyle Türk Ordusu Balyoz kumpasıyla zayıflatılmaya çalışılıyor, Suriye’ye karşı Türk Ordusu kullanılmak isteniyor, Şam’daki Emevî Camii’nde namaz kılma düşleri canlanıyor, ama bir yerlerde hesaplar bozuluyor, işler planlandığı gibi yürümüyordu. Süreç ilerledikçe ortaklık kırılıyordu. “Eyyy Amerika” artık çok olmaya başlamış, gözüne batan Erdoğan’ı hedef tahtasına koymuştu. Amerikan derin devleti, CIA ve FETÖ işbirliği, Türk Ordusu’nun içine yıllarca özenle yerleştirilmiş hainleri kullanarak 15 Temmuz’da darbe eylemine kalkışılıyordu. Türk halkı birlik olarak ordusundaki ulusalcı ve Atatürkçü askerleriyle, demokrasiye bağlı vatansever insanlarıyla darbeye geçit vermiyordu.
İşte Türkiye’nin son dönemdeki en büyük kazancı, 15 Temmuz’da Türk milletinin siyasi görüş ayrılıklarını bir yana bırakarak gösterdiği ulusal birliktir. Halkın ulusal birliği siyasi partileri de Yenikapı mitinginde bir araya getiriyordu. Ortaya çıkan Türk Milleti’nin ulusal direnci, Yenikapı mitinginden 23 gün önce Türkiye’yi işgal edebileceklerini sananları, başta ABD olmak üzere Atlantik cephesinin emperyalist güçlerini şaşırtmakla kalmıyor, adeta sarsıyordu. Yenikapı mitinginden üç gün sonra Erdoğan Moskova’da Putin ile buluşuyor, Türkiye Batı karşısında konum arayışına giriyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye’nin Şanghay İşbirliği içerisinde yer alması rahat hareket etmesini sağlayacaktır” diyordu.
Erdoğan-Putin görüşmesi sonrası 24 Ağustos’ta Suriye’de başlayan Fırat Kalkanı’yla, Türkiye IŞİD (DAEŞ) ve PYD (YPG) teröristlerine karşı harekât başlatıyordu. ABD ve müttefikleri 15 Temmuz’da zayıfladığına inandıkları Türk Ordusu’nun bu harekâtı karşısında hayrete düşüyorlardı. Türkiye nasıl durdurulabilir arayışına girdiler. ABD Türkiye’deki milli cepheyi bölme amacıyla yeni taktiklere yöneliyordu. Oysa, Türkiye’nin ulusal birliğine, dünyada alabileceği yeni yerine, Suriye harekâtına karşı kumpasçıların oyunlarına gelmemek gerekiyordu.
Ancak, her ne hikmetse AKP’nin iktidara gelmesine zemin hazırlayan Bahçeli, bu kez AKP’ye Başkanlık teklifini sunuverdi. Şimdi Bahçeli’nin bu teklifini 15 Temmuz’dan önce hazırladığını, 15 Temmuz kalkışmasının teklifi tetikleyip öne çektiğini söyleyenler var. O teklifle birlikte Türkiye’nin FETÖ mücadelesi, Suriye harekâtı, Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliği gibi konular gündemde geri plana itiliyordu. Her şeyden önemlisi halkın siyasi birliği, getirilmek istenen Cumhurbaşkanlığı Sistemi adlı ucube başkanlık sistemi karşısında “Evetçiler” ve “Hayırcılar” diye ikiye bölünüyordu.
10 Ağustos’ta Moskova’da Erdoğan-Putin görüşmesiyle başlayan arayış süreci sürse de, siyasi yalpalamalarla, “Obama gitti, Trump geldi, şimdi ABD ile eskiye dönülebilir mi?” türü çabalarla dalgalanıp duruyor, böyle bir dalgalanma tabii ki Türkiye’ye zaman ve kazanabileceklerini kaybettiriyor. Bunun önemli bir sonucunu Suriye’de görüyoruz. Türk Ordusu’nun başarılı Suriye harekâtı El-Bab’ın alınmasına kadar uzandı, 29 Mart’ta harekâtın son bulduğu açıklandı. Oysa başlangıçta kontrol altına alınacağı söylenen alanın yaklaşık yarısı kontrol altına alınabilmişti, El-Bab sonrası gösterilen Münbiç hedefi belirsizliğe itiliyordu. Ancak bu sonuç şaşırtmamalı, Suriye Devleti (Esad yönetimi) ile işbirliğine gidilmediğinden başta planlanan tam yapılamıyordu. Eksik kalan harekâtta öldürülen İŞİD (DAEŞ) militanı kadar PYD (YPG) militanı da etkisiz hale getirilememiş bulunuyor. Üstelik PYD (YPG) militanları ABD’nin müttefiki olarak yeni silahlara kavuşurlarken, Rus Silahlı Kuvvetleri ile de işbirliğine girmiş durumdalar.
Bugün Esad yönetimine yakın kişiler “Ankara Şam ile iletişim kursaydı, daha büyük hedeflere ulaşırdı” diyorlar. Peki şimdi Münbiç, Kobani, Afrin gibi Kürt (ya da Amerikan) Koridoruna ait PKK’nın Suriye uzantısı PYD (YPG) hainlerinin elindeki alanlar güvenliğimizi tehdit etmeyecek mi? Oralara yapılacak askerî harekât 16 Nisan referandumu nedeniyle mi ertelendi? Ertelendi ise zaman kaybı ve fırsat kaybı yok mu? Nitekim, yetkililerin gerekirse başka harekâtların yapılabileceğini söylemeleri, sanki bir ertelemenin itirafı gibi. Bu arada adeta bir şeritle kestiğimiz Kürt Koridoru’nun güneyden bypass edilmesi tehlikesi de yok değil! Mehmetçiğin kanıyla kazandığı zafer diplomatik zaferle taçlandırılamadı ve kayıp hanesine bir kalem daha eklendi. Suriye’de Kürt bölgesi ve federasyon istemiyorsak Ankara Şam’ı desteklemek, işbirliği yapmak zorunda. Yoksa ABD-İsrail ortak planları başımıza çok iş açabilir!..
Suriye’den Kuzey Irak’a geçelim. Bağımsız devlet peşinde koşan, televizyonu Rûdaw TV’nin ekranlarında hava durumu haritasında güneydoğu illerimizi Kürdistan’da gösteren Kürt Yönetimi’nin lideri, aşiret başkanı Barzani resmi ziyaret diye Mart başında Ankara’ya geldi. Bağımsız Kürdistan devleti olmamasına karşın, ne yazık ki Kürdistan paçavraları da bayrak diye ayyıldızlı kan kırmızısı bayrağımızın yanında göndere çekildi. Bunun yanısıra Türkiye’deki Kürtlerin referandumda “Evet” oyu vermesine neden olacağı düşüncesiyle devlet başkanı gibi ağırlandı. AKP hükümetinin bu yanlış uygulaması halkımızdan tepki gördü, ama atı alan Üsküdar’ı geçmişti.
Ankara’dan yüz bulan Barzani, ABD’nin yardımıyla el koyduğu Kerkük’te Kürtçe’nin resmi dil olarak belirlenmesi, resmi binalara Kürdistan bayrağı asılması kararını verip uygulattı. Üstelik bu uygulama merkezi Irak Hükümeti’nin ve Birleşmiş Milletler’in uyarısına karşı yapılabildi. Türkiye’nin gereken tepkiyi göstermemesi kayıp hanesine eklendi. Tabii ki ayyıldızlı mavi bayrağına sarılan Iraklı Türkmenler kahroldu. Bereket versin ki, Barzani’nin Kerkük İl Meclisi’nde aldırdığı bayrak kararı, Irak Temsilciler Meclisi tarafından reddedildi. Barzani’nin yanlış hesabı Bağdat’ta bozuluyordu.
Ankara’da sırtı sıvazlanan aşiret reisi Barzani, şimdi de bağımsız Kürdistan için referandum peşinde, Kerkük meydanlarına paçavra astırıyor. Kerkük İl Meclisi’nden Kürdistan’a bağlanması kararı çıkartma çabasında. Yanlış hesap bir kez daha Bağdat’tan dönecek mi? Barzani’nin oyununun bozulması, Kerkük ve Musul’a Kürtlerin çöreklenememesi, Türkiye’nin Bağdat ile hızlı işbirliği yapmasını, Irak merkezi hükümeti ile ortak önlem almasını gerektiriyor. Ancak, meşru Irak yönetimini kara listeye alanlar, Kuzey Irak petrolünü Bağdat’ın uyarılarına kulak asmadan Türkiye üzerinden pazarlamada aracılık edenler bu adımı atabilirler mi? Misak-ı Millî sınırlarımızda olan Musul ve Kerkük artık ulusal sınırlarımızın dışında kalmış olsalar da, Türkmen kardeşlerimizin kozmopolit Suriyeliler kadar değeri yok mu? Bu milli değer kaybının farkında mıyız?
Son olarak bir de mavi vatanımızdaki acı kayıplara bakalım. Gerek Ege’de gerekse Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi tehdit eden ciddi kayıplar söz konusu. Lozan Antlaşması’na göre karasularımız içinde olan 18 küçük ada ve bir kayalık Türkiye’ye ait, ama Yunanistan 18 adacığı haksız olarak fiilen işgal etmiş bulunuyor. Ege’deki hiçbir ada ve adacığı Türkiye’ye karşı silahlandıramayacağı Lozan’da hükme bağlanmış olmasına karşın, haksız işgal edilmiş adalar bile silahlandırılmış durumda. Bu adalarda milis kuvvetlerine askeri eğitim de yaptırıyorlar, ayrıca perlit, ponza taşı gibi yüzeysel madencilik yaptıkları ortaya çıktı. Mavi vatan üzerindeki ada, adacık, kayalık yüzey alanlarından çok, denizdeki münhasır ekonomik saha açısından önemli. İktidar ise tüm uyarılara karşın suskun ve adacıkları küçümseyerek önemsemiyor.
Ocak ayının sonunda Genel Kurmay Başkanımız ve Kuvvet Komutanlarımız hücumbottan inmeden Kardak kayalıklarının yanına gitmişlerdi. Buna tepki olarak Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı 19 Şubat’ta hiçbir engelle karşılaşmadan Türkiye’ye ait 6 millik karasuları içinde bulunan işgaldeki İzmir Koyun Adası dediğimiz adacığa gitti ve Yunan askerlerini denetledi. Yunanlıların karşı davranışı bununla da bitmedi 7 Mart günü Yunanistan Cumhurbaşkanı yine karasularımız içindeki Muğla’ya ait olan işgaldeki Keçi Adası’nı ziyaret etti. Kendi Genelkurmay Başkanı ile tahkimat yapılan kale bölgesini gezdiği ve Yunan askerlerini denetlediği, inşa ettikleri kilise önünde törene katıldığı basında yer aldı. 15 yıllık iktidarında 18 adamızı Yunanistan’a kaptıran, Yunan işgalini suskun seyreden AKP iktidarı bir nota bile vermedi. Avrupa’ya yerli yersiz söz savaşı açanlar Yunanistan’a niye hak ettiği yanıtı gereken eylemle birlikte veremiyorlar? Ege’deki kaybın sonucu nereye varacak?
Kıbrıs’ta müzakereler Rumların Yunanistan’a bağlanma düşü ENOSİS tutkuları yüzünden kesildi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti karşısındaki tehlikeyi gördü. Aslında o tehlike Türkiye için çok daha büyük, Kıbrıs’ta çözüm diye Rumlarla federasyona yönelik bir anlaşma, Türkiye için Doğu Akdeniz’deki mavi vatanından kayba yol açabilir. Bu arada Umman’ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne karakol görevi yapacak bir askeri gemiyi Şubat ayında hediye etmiş olması da altı çizilecek bir haber. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan 1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne Türklerle birliği bozmasalardı bile deniz kuvvetleri oluşturma hakkı vermiyordu ki! Türklere ve Türkiye’ye karşı silahlanmayı elden bırakmayan Güney Kıbrıs’ta bugünlerde sergilenen bir afiş var. “Cyprus Today” (Bugünkü Kıbrıs) diye ikiye bölünmüş Kıbrıs haritasını, “…Cyprus Tomorrow” (…Yarınki Kıbrıs) diye bütün yüzeyi Yunan bayrağı le kaplanmış Kıbrıs haritasını gösteren bu afiş, karşımızdaki tehdit ve tehlikenin resmidir. Yunanistan’a mavi vatanımızı koruyacak Barbaros’un torunları olduğumuzu göstermenin zamanı gelmiş görünüyor.
Çevremizdeki bu kayıpları görmezden gelerek referandumda “Evet” oylarını artırmak için AKP iktidarının Almanya’ya, Hollanda’ya açtığı söz savaşı, NATO üyeliğini sürdürürken Avrupa Birliği’ni bir anda müttefiklikten dışlama söylemleri tutarlı politika, akılcı diplomasi sayılabilir mi? Avrupa Birliği’ne karşı çıkarken öncelikle aleyhimize işleyen Gümrük Birliği’nden çıkmak gerekir. Bugünkü yönetim anlayışının sıraladığımız son birkaç aylık davranışı ve geçmişte yaptıkları, elbette gelecekte yapabileceklerinin göstergesidir. Bugüne kadar daha çok kayıp gördük. Önümüzdeki referandumda niçin “Hayır” oyu vermemiz gerektiğini “Duyurular” sayfamızda 1 Mart 2017 tarihli “Hayırrr!” duyurumuzla açıklamıştık (http://www.ultanirplatformu.com/duyurular.html). Ayrıca şimdi sıraladığımız kayıplara dur demek için de “Hayır” demeliyiz.