EKOENERJİ Sayı 25• Ocak 2009
Aylık Siyasi Ekonomi-Politik Enerji Dergisi
NAZIM… O BİR TÜRK ŞAİR
29.01.2009
10 Ocak 2009 tarihli Resmî Gazete’de Bakanlar Kurulu’nun şöyle bir kararı yer alıyordu:
Karar Sayısı: 2009/14540
Nazım Hikmet Ran’ın Türk vatandaşlığından çıkarılmasına ilişkin 25/7/1951 tarihli ve 3/13401 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının yürürlükten kaldırılması; İçişleri Bakanlığının 5/1/2009 tarihli ve 70020 sayılı yazısı üzerine, Bakanlar Kurulu’nca 5/1/2009 tarihinde kararlaştırılmıştır.
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar Kurulu üyelerinin imzaları
Evet, 1951-2009, yani 58 yıl sonra (yaklaşık bir insan ömrü sonunda) düzeltilen bir hata. Mahpushane zindanlarında düşüncesini kelepçeleyip tutsak edebileceklerini sananlar aldanmışlardı. Şiirin yanardağı idi o, volkan patlamadan durur muydu? 15 Ocak 1902’de Selanik’te doğan ulusal şairimiz Nazım Hikmet, bugün artık çökmüş olan komünizme inandığı ve o ideolojiyi savunduğu için yıllarca zindanlarda süründürülmüş, hapis yaşamından sonra sürekli izlendiğinden, öldürülme korkusuyla 1950 yılında kaçtığı Sovyetler Birliği’nde, 3 Haziran 1963’de dünyaya elveda demişti. Koca şair çok istemesine karşın, şimdi başında çınar dikili biçimde bir Anadolu köy mezarında değil, Moskova’da Novodeviçye Mezarlığı'nda yatıyor. Oysa hayatta iken söylediği gibi, ruhu ve kalan kemikleri hâlâ memleket sevgisiyle;
Memleketim, memleketim, memleketim,
ne kasketim kaldı senin ora işi
ne yollarını taşımış ayakkabım,
son mintanım da sırtımda paralandı çoktan,
şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
enfarktında yüreğimin,
alnımın çizgilerindesin memleketim,
memleketim,
memleketim…
diyerek sızlıyordur muhakkak. Ancak, koca şairin kemikleri Türkiye’ye getirilmemeli!... “Neden?” derseniz, Bakanlar Kurulu’nun yukarıdaki kararından sonra, “Komünist Nazım Hikmet’i Türk vatandaşı yaptılar” diye yazabilen köşe yazarlarının bulunduğu bir ülke Türkiye hâlâ. O makale, “Tanrı Türkü korusun” diye bitiyordu. Elbette, Tanrı Türkü korusun dileğine katılırız, ama bu Türk vatanı; Atatürk Milliyetçisinin de, dinci yobazının da, faşistinin de, komünistinin de, Türk vatandaşı olarak doğan herkesin vatanı değil mi? Bu vatan, tüm Türklerin, Türküm diyenlerin vatanı. Ne yazık ki, artık çağdaş milliyetçilere yakışmayan bağnaz fikirler bulunduğu sürece, koca şairin Türkiye’deki mezarını rahat bırakmayacak sapkın ve sapık piyonlar her zaman çıkabilir… Oysa, milliyetçiliğin kendi tekelinde olduğunu sananlar, komünistin de milliyetçi olacağını anlayamayan bilgi ve kültür yoksunları, Kurtuluş Savaşımızın destanını yazabildiler mi? Nazım Hikmet ise yazdı… Bakın, koca şair sekiz bapta topladığı “Kuvâyı Milliye” destanının sekizinci bapından alacağımız bazı mısralarıyla ne diyor?
26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda sayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
ve Hıdırlık-tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
sayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar: «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Saat 4.
Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, mekanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam:
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak
sökecek.
«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
Yüzbaşı sordu:
- Saat kaç?
- Beş.
- Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek
ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk snayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular
baskına hazırdılar.
- Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir'e doğru yürürken…
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu:
«Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim… »
Sonra, 9 Eylül’de İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Nazım Hikmet, büyüklüğü Türk dünyasında da, tüm dünyada da kabul olunan bir şair. Koca şairimiz hayatta iken:
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
- öyle gibi de görünüyor -
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...
diye vasiyet etmiş olsa da, ailesinin isteğine de bağlı kalınarak, mezarı yine Moskova’da kalsın. Şair hep memleket hasretiyle yansın ki, o memleket ateşi, kutsal ateş, gelecek Türk nesillerini de memleket sevgisiyle ısıtıp kavursun…