Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR
6 Şubat 2017
Türkiye’nin vazgeçemeyeceği, aslında Türkiye’nin dış siyasetinde kırmızı çizgileri olarak tanımlanması gereken “Mavi Vatan parçası Doğu Akdeniz ve Yavru Vatan Kıbrıs” tümcesi üzerine kitaplar yazılabilir, onlarca TV belgeseli hazırlanabilir, bir o kadar konferans verilebilir. Ancak azıcık kültürü olan, Türklük bilincine sahip yalın bir insanımız bile bu tümcede adı geçenlerin vazgeçilemez olduklarını değerlendirebilir.
Dünyada kıtaları oluşturmuş jeolojik yapı, kara ve denizleri konumlandırmış coğrafik yapı açısından bakılırsa; Anadolu Yarımadası ile Doğu Akdeniz kol kola girmiş bir çift, Kıbrıs Adası ise Doğu Akdeniz’in kucağına oturtulmuş yavru kara parçası, Anadolu’nun yavrusu olarak görülebilir. O yavru kara parçasını Yavru Vatan yapmak için Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1571 yılından başlayarak, 1974 Barış Harekatı’na kadar o kadar çok Türk kanı aktı ki, Kıbrıs Adası’nın neredeyse tamamı, özellikle de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) toprakları şehit kanları ile sulanmış topraklardır (1).
Anadolu Türkü Kıbrıs’ı kanı pahasına almıştır, Kıbrıs’ın uzağında kalan Balkan Yarımadası’ndan Helenizm hayaliyle kalkıp gelen Yunan ve Rumlar ise Ada’ya hep entrika ve hile politikasıyla, kısacası desiseyle sahip olmaya çalışmışlardır. Kanla alınan yerdir vatan, desise ile satın alınan yer değil. Rumlar şimdi de hile politikasına dayalı ABD ve AB destekli yeni bir senaryo ile Ada’yı kapmaya çalışıyorlar. Karşılarında entrikalarını göremeyen ya da görmezden gelen ibretlik sözde akıncılar(!) varken hedeflerine yaklaşabilir, hatta ulaşabilirler. Sözde akıncılar, miadı dolmuş Avrupa Birliği rüşvetiyle Ada’yı vermeye razı olabilir, zamanında canını vermekten kaçınmamış mücahitlerin torunlarına referandumda “Evet” dedirtmek için baskı uygulayabilir, ama Türkiye Kıbrıs’tan ve Doğu Akdeniz’den vazgeçebilir mi?
Kıbrıs’ta Avrupa’nın ve Helenizm’in kolunun nasıl kesildiğini referans verdiğimiz önceki yayınımızda anlattığımız için burada tekrar değinecek değiliz. Yalnız şu kadarını vurgulayalım ki, Helenizm sapıkları hayallerinden vazgeçemedikleri için 1974 öncesi Kıbrıs Türklerini katletmeye, Ada’nın Türklüğünü yok etmeye bir kez daha yeltendiler, ama Bozkurt ruhuyla ayağa kalkan Türk Mukavemet Teşkilatı’nın yaktığı direniş ateşiyle destanlar yazılırken, Anavatan ordusuyla Yavru Vatanına istiklal ve hürriyet getirdi. 1974 Barış Harekâtı Kıbrıs Türkünü kurtarmakla kalmadı, 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sonunu getiren darbeci Rumların ve destekçisi Yunanistan’daki Albaylar Cuntası’nın yıkılmasına neden olup, onları da demokrasiye kavuşturdu.
1974’den bugüne kadar 43 yıl boyunca Kıbrıs’ta silahlı çatışma olmaması, bugün için kurulu düzenin ne kadar doğru ve hakça olduğunu gösterir. Haçlı seferlerinden beri Türk düşmanlığıyla yoğurulmuş ve İstanbul’un fethiyle bu düşmanlığı bilenmiş emperyalist Avrupa, emperyalistlerin ağababası İngiltere, Atlantik ötesinin tek dişi kalmış canavarı Amerika için doğru ve hakça düzenin bir anlamı yoktur. Onlar sadece çıkarlarına hizmet edecek düzen isterler. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle, Helenist Yunanistan’ı Küçük Asya dedikleri Anadolu’dan Türklüğü kazımakla nasıl destekledilerse, bugün de Kıbrıs’tan kazımak için öyle destekliyorlar.
Emperyalistlerin en büyük silahı siyasettir. Rahmetli Cumhurbaşkanımız Demirel bir sohbetimizde bana “Hoca, dünya siyasetini İngiltere belirler, Amerika uygular” demişti. Dünya Kıbrıs siyaseti zaten hep İngiltere tarafından planlanmıştır. İngiltere’nin siyaseti İngiliz derin devletinden öte dünya siyaseti olarak 300’ler Komitesi (Committee of 300) tarafından belirlenir (2). Alman devlet adamı ve sanayicilerinden Walther Rathenau, “Birbirini tanıyan sadece üç yüz adam Avrupa’nın kaderini idare etmektedir” diyor. İngiliz eski başbakanlarından Benjamin Disraeli 300’ler Komitesi’nin gücü için, “Seçilmiş hükümetler pek nadiren halklarını yönetirler” demiş. 300’ler Komitesi’nin isteği emperyalistler dışında hiçbir ülkenin ve halkların başını kaldıramaması, çağdaş köle yaşamını sürdürmesi, doğal kaynakların ele geçirilmesi vs. şeklinde özetlenebilir.
Kıbrıs’ın coğrafi konumu nedeniyle jeostratejik önemi çok fazla. Geçmişte Haçlılar Kıbrıs üzerinden Anadolu’ya saldırmışlardır. Anadolu’nun savunulması Kıbrıs’tan başlar. Er geç Anadolu’yu işgal edecekleri rüyasıyla yaşayan emperyalistlerin üs olarak kullanılabilecek Ada’da Türk varlığı istememeleri onlar açısından vazgeçilmezdir. Bu nedenle bugün 3355 kilometrekare toprağı 300 bin vatandaşı bulunan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kıbrıs Cumhuriyeti adını illegal biçimde kullanan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile federasyonla birleştirilerek yok edilme tehdidiyle karşı karşıya.
Bu emperyalist oyun yıllardır çözüm süreci adıyla Birleşmiş Milletler eliyle, İngiltere ABD ve AB desteğiyle oynanıyor. Oysa, Kıbrıs’ta 1960’da kurulan iki toplumlu ortak yönetim yürümemiş, 1974’de Rumlar tarafından yıkılmış, Türkiye garantör olarak Barış Harekâtını gerçekleştirmek zorunda kalmıştı. Şimdi aynı Rumlarla federasyon gerçekleşse bile yürümeyeceği, Türklerin asimilasyonla yok edilmek isteneceği açıktır.
Ada’nın jeostratejik önemi sadece Anadolu’nun karşısında yer alması değil elbette. Deniz ticaretinde stratejik boğazlar “Choke Points” (Boğma Noktaları) diye adlandırılırlar, çünkü o noktalarda istenirse deniz ticaret trafiği kesilebilir. Tabii ki Kıbrıs bir boğaz değil, ama Doğu Akdeniz’den geçen deniz ticaret filoları, bundan böyle özellikle giderek artması beklenen petrol tankerleri için “Choke Island” (Boğma Adası) gibi değerlendirilebilir. Dünya petrol taşımacılığı için Hürmüz Boğazı bugün en kritik boğma noktası olarak sayılırken, hiçbir askeri müdahale beklenmeyecek “Danimarka Geçidi” bile boğma noktaları arasında sayılmaktadır. Böyle olunca Türklerin yaşadığı ve Türk askerinin bulunduğu Kıbrıs, emperyalist Batı’yı daha çok rahatsız ediyor.
Üç bir yanımızı çevreleyen denizler mavi vatanımızdır. Mavi vatanımızdan Ege, Yunan işgaliyle karşı karşıya. Haksız olarak şu an fiilen Yunan işgalindeki 18 adacık bir yana, bu adaların kara sularından öte kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge iddiası ile Ege Denizi kuşatılıyor, Türkiye sahil şeridi ile sınırlandırılmak isteniyor. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne federasyona dönüşle son verilecek olursa, kaldı ki konfederasyonla bile son verilse, Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgesi Türkiye’ye Doğu Akdeniz’de 36’ncı enlemle Antalya ve İskenderun körfezleri arasında dar bir deniz alanı bırakır ki; mavi vatanımızın bir bölümü daha elden gider.
43 yıldır Kıbrıs sorununa çözüm bulunamadı. Çünkü aslında sorun yok. Söylenilen çözümün amacı Rumlar ile Türkler arasında Barış ise, o barış zaten 43 yıl önce adilce, hakça tesis edilmiş bulunuyor. Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanistan, Avrupa Birliği, emperyalist İngiltere ve Amerika için çözüm Ada’dan Türk devletinin silinmesi, Türklerin Kıbrıs Rumları içinde asimilasyonu, tehdit olarak gördükleri Türk varlığının yok edilmesidir. Hele son zamanlarda Batı’da, Atlantik yakasında İslamofobi giderek güçlenip, çağdaş Haçlı zihniyeti ortaya çıktığından, Kıbrıs Adası’nda Müslüman Türk varlığını hiç kabul edememektedirler.
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında, 1976 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuş, Rumların federasyona yanaşmayacağı görüldüğünden, 15 Kasım 1983’de Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi self-determinasyon hakkını kullanarak, oybirliği ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. Bu Cumhuriyetin diğer devletlerce tanınmaması için Amerika, İngiltere, Avrupa Birliği’nin patronları büyük çaba harcadılar ve Türkiye’nin milli davasını yeterince savunamaması yüzünden ne yazık ki başarılı oldular. Şimdi çözüm süreciyle filmi geri sarmak istiyorlar. KKTC’yi Türkiye’nin koruyucu garantörlüğü olmaksızın federe devlete dönüştürecekler, Türk egemenliğine son verecekler, Rum egemenliğinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ni dizayn edecekler. Bu nedenle Kıbrıs’ta çözüm formülü; KKTC devam mı tamam mı sorusuna eşitlenmiştir.
1974’deki birinci Kıbrıs Cenevre Konferansı’ndan bu yana bu toplantılar ikili, üçlü, beşli, altılı, hangi katılımla olursa olsun bitmeyen senfoni gibi süre gitmiştir. Kıbrıs Türkünün devleti, toprağı gitti gidiyor: emperyalistlerin şımarık çocuğu Yunanistan ve Rumlar emellerine rüyalarına kavuştu kavuşuyor teraneleri her konferans sürecinde yinelenir. Geçmişte 2011 Ocak ayında yine bir başka Cenevre Konferansı vardı. O dönem EkoENERJİ’de aylık röportajlarını yayınladığımız KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş’a ne olabileceğini sormuştum. Türk Büyüğü Mücahit Baba Denktaş, 30 Aralık 2010 tarihli röportajımızda, Lefkoşe’den şöyle seslenmişti (3):
Rauf R. Denktaş: “2010 yılını geride bıraktığımız bu günlerde, son haftaları 21 Aralık 1963’de ENOSİS için başlatılan Rum saldırıları neticesinde şehit olan kardeşlerimizin anma törenlerinde geçirdik. Anavatandan gelen gazilerimizle, mücahitlerimizle kucaklaştık. Duvarları yüzlerce şehidimizin fotoğrafları ile mabetleşen Şehit ve Malûl Gaziler Derneği’nde, hunharca öldürülen silahsız çocuk, kadın, ihtiyar insanlarımızın fotoğraflarını içimiz yanarak yeniden inceledik. 48’inci yılına girmekte olan Kıbrıs meselesinin hallini önleyen Büyük(!) devletlerin vurdumduymazlığı karşısında yeniden kahrolduk. Gelecek nesillerin, bizim yaşadıklarımızı yaşamamaları için devletimize ve egemenliğimize sahip çıkma, Anavatanın Kıbrıs Adası üzerindeki haklarını koruma andımızı, içimiz kan ağlayarak sessizce yineledik. Öngörülen Cenevre görüşmelerinde bize biçilen kefen ne ola diye kan ağladık. Nedenini, sorunuza vereceğimiz yanıtta bulacağınızı ümit ediyorum.
Suçlu Rum idaresi, kan akıtarak gasp ettiği meşru hükümet unvanının arkasına saklanarak mağdurları oynamakta, “Ülkemi Türk işgalinden kurtarınız” çağrısı yaparak, ‘Kıbrıs meselesinin 1974’de başlayan işgal meselesi’ olduğu yalanını yaymağa devam etmektedir. Ve sanki durum bu imiş gibi, AB ve diğerleri Türkiye’den askerlerini çekmesini ve Rum-Yunan ikilisinin yarattığı meselelerden sanki Türkiye sorumluymuş gibi, Türkiye’yi bu meseleyi halletmeye davet etmektedirler.
Türk tarafının hükümeti meseleyi görüşmeler yolu ile halletme tutkusundan, Rum İdaresi’nin uzlaşma istemediğini, devlet değil, kabile bile olamayacağını sanki bilmiyormuş gibi, meselenin halli için ne istediğini, nelere razı olacağını, kırmızı çizgisinin ne olduğunu açıklamaktan kaçınmıştır. Bu nedenle Türk Hükümeti ‘Ocak 2011’de bir sonuç alınamazsa herkes kendi yoluna gider’ sözünü tekrarlamış olsaydı da bunu ciddiye alan pek yoktur, çünkü ‘Herkes kendi yoluna gider’ sözünün ne manaya geldiği açıklanmış değildir.
Türkiye 27 yıldır tanıdığı, desteklediği, beslediği, koruduğu KKTC’nin tanınması yoluna çıkılacağını ve bu tahakkuk edinceye kadar görüşmelere devamın anlamsız olacağını açıklamıyor veya açıklayamıyor. Rum tarafı 1960 ortaklık devletine ENOSİS’in sahip çıktığı andan itibaren, bu anlaşmaların garantilediği iç ve dış dengenin gerektirdiği cevap, Türk tarafının da kendi devletini ilân etmesiydi. Bunu gecikmeli olarak yapabildik. Ancak, aradan geçen 20 yıl Rumların federasyon istemediklerini, yeni bir ortaklıktan yana olmadıklarını, tek hedeflerinin ‘Tam Bağımsızlık’ dedikleri sonuca ulaşmak için garanti anlaşmasından kurtulmak olduğunu birçok kez kanıtlamış oldular.
Buna rağmen, Avrupa’nın bu şımarık çocukları, gittikçe artan bir cesaretle, Türkiye’yi tahrik etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. En son marifetleri İsrail ile petrol arama anlaşmasıdır; 1960 Antlaşmalarına rağmen Fransa ile askeri anlaşmayı gündeme getirmeleridir; Kıbrıs’ın sahibi oldukları iddiasını zirveye çıkarmış olmalarıdır.
Şimdi, Cenevre toplantısına gidilecek. Ne için? Meseleyi halletmek için! Hangi meseleyi? Rum cevap veriyor; ‘1974’de başlayan işgalden kaynaklanan meseleyi halledeceğiz’ diyor. Kimse kendisine, ‘Mesele 1963’de ENOSİS için başlatıldı’ demiyor.
Hristofyas açıkça, BM’nin gündemde tuttuğu iki kesimli, iki toplumlu federasyon hedefinin arzu edilen bir hedef olmadığını, ancak Türk askerini adadan çıkarmak için görüşmek zorunda kaldığını, iki kesimli bir sistemin uygulanabilir olmadığını söylemektedir. Kimse kendisine, ‘Uygulanabilir olmayan bir formül için Türk tarafının masaya gelmesini bekleme’ demiyor. Türk tarafı olarak biz bu konuda hassasiyet göstermediğimize göre, başkaları niye göstersin?
Hristofyas ‘Makarios’un izindeyim, EOKA’dan ilham alıyorum, EOKA bize yön gösteriyor’ diyor. Kimse, ‘Bu böyle ise, sen federasyonu görüşemezsin, Türk tarafı ile alay ediyorsun’ demiyor. Biz aldırmayıp ‘Görüşmelere devam’ dediğimize göre, başkaları niye ilgilensin?
Geçenlerde, 1964’de Kipriyano’nun Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmayı yeniden okuma fırsatını buldum. Bugün Hristofyas’ın söylediklerinden başka bir şey söylenmemişti. ‘Türkiye, Kıbrıs’ı tehdit ediyor, (yani Kıbrıs Türklerini yok etmelerine engel oluyor), bu nedenle Türkiye bağımsız, BM üyesi egemen bir devleti müdahale ile tehdit etme hakkı veren Garanti Anlaşması’nın hükümsüz olduğu ilân edilmeli; Kıbrıs Hükümeti’nin kendi iç meselelerini halletmek hakkı tanınmalı, demokratik kurallar işletilmeli ve devletin işlerliğine engel teşkil eden her şey kaldırılmalıdır. Türkler, Ermeniler, Latinler ve Maronitlerle Rumlar Kıbrıs Halkı’nı oluşturmaktadır; bunlar yasalar altında eşittir’ vs.
Hristofyas’ın istediği de bunlardır: Kıbrıs’ın üniter bir Kıbrıslı Elenler devleti olması! AB üyeliği zaten dolaylı ENOSİS’i sağlamıştır. Tek gaile, garantilerden ve KKTC’den (egemen Türk haklarından) kurtulmaktır.
Maalesef, Cenevre yolunda ve Cenevre görüşmelerinin temelinde bizi rahatsız eden, uykularımızı kaçıran çok şey vardır.”
Rahmetli Baba Denktaş’ın ebedi uykusunda, mezarında rahat uyuması, KKTC’nin bir santimetrekare toprağının ya da bir çakıl taşının Rumlara verilmemesiyle mümkün.
2011 yılında Talat Kıbrıs’ı vermek için biçilmiş kaftandı, bugün onun yerini aynı kafa yapısındaki, hatta Rumlara yakınlıkta daha da ileri olan Akıncı almış bulunuyor. Talat- Hristofyas ikilisi Rumların istediği çözümü sağlayamamıştı. Bakalım KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile GKRY Lideri Nikos Anastasiadis çifti bunu başarabilecek mi? Talat-Hristofyas’ın 2008’de kararlaştırıp gerçekleştiremedikleri Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti, 2008’e göre daha büyük tavizlerle 2017’de Akıncı-Anastasiadis ikilisinin gündeminde.
Mustafa Akıncı Nisan 2015’de KKTC Cumhurbaşkanı seçilince kendisini kutlayan Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı niyetini açıklamada gecikmiyordu. Erdoğan’ın kendisini kutlarken “Yavru Vatan” deyişine karşı çıkıyor, “İki kardeş ülkeyiz, Türkiye ile Anavatan – Yavru vatan ilişkisi bitmeli” diyordu. Bu karşı çıkışı yaparken kendisini T.C. Cumhurbaşkanı ile eşit seviyede görme sapkınlığı içinde olduğu anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, gazetecilerin sorusu üzerine şu açıklamayla ve haklı biçimde Akıncı’yı uyarıyordu:
“Bu ifadeler bir sıcaklığın gereğidir. Sayın Akıncı seçilmiş bir Cumhurbaşkanıdır. Kendisini tebrik ettik. Ancak ‘iki kardeş ülkeyiz’ dediğinizde bu farklı yerlere gider. Sayın Akıncı’nın ağzından çıkanı kulağının duyması lazım.
Türkiye KKTC’ye niye sahip çıkıyor? Bunun bir esbabımucibesi var. Kardeş olarak çalışmanın bile bir yolu vardır ve bir bedeli vardır. Bu ülke KKTC’ye bir bedel ödemiştir. Hâlâ da ödüyoruz. Biz şehitler vermişiz, niye? Çünkü, Yavru Vatan böyle bir bedeli ödemeyi gerektiriyor, ayakta kalabilsin diye bu adımlar atılmıştır.
Ondan sonra buranın imarı için, bugünlere gelebilmesi için hâlâ bu süreci devam ettirirken, şu anda bizim yıllık oraya yaptığımız ödeme, son olarak aklımda kalan bir milyar dolar civarındadır. Fazlası vardır, azı yoktur. Bu rakamlar ciddi noktalarda ve hiçbir zaman burayı görmemezlikten gelmedik.
Oraya karşı olan bizim dayanışmamız, farklılığımız bu. Şu anda uluslararası camiada Kuzey Kıbrıs’ın kavgasını veren kim? Acaba Sayın Akıncı, bu kavgayı tek başına verebileceğini mi zannediyor, böyle bir şey var mı? Orayla ilgili, onların baktığı açıdan biz Kuzey Kıbrıs’a bakamayız!
Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’a bakışı; ‘Evet Yavru Vatan’dır’. Bundan sonra da Yavru Vatan olarak bakmaya devam edecektir. Bu ananın yavruya olan ilgisi, alâkası neyse, bundan sonra da bu ananın yavruya olan ilgisi aynen devam edecektir.
Kendisi bu tür ifade edebilir. Ben, bu şekilde ifade etmesini de hoşgörüyle karşılarım, ama burada hassas olmak lazım, dikkatli olmak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü sonra bunlardan safi zarar edebilirler, o zaman da yazık olur”.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın haklı uyarısı Akıncı’yı yanlış düşünceden ve yanlış davranıştan döndürmeye yetmemiş olacak ki, hemen verdiği yanıtta niyetini açıklama cüretini de gösteriyor. Akıncının tepkili yanıtı şöyle:
“Kıbrıs Türk halkı anavatan sevgisini kalbinde tutmaya devam edecektir, ancak yavruluktan kurtulup emeklemenin zamanı gelmiştir. Kıbrıs Türk toplumunu bir yavru olarak görmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Bu varlığımızın kişiliği ve kimliğiyle tanınmasını istiyorum.
Ben Ankara’ya şunu söylemek istiyorum. Bizi daha ilk günde yanlış bir yere oturtmasınlar. Türkiye’nin esenliğini isteyen, Türkiye’nin güçlü olmasını isteyen birisi var. Güneyle olan ilişkilerde Annan Planı fırsatı yitirildi. Ama yeni bir dönem başladı, birbirimizi suçlayarak bir yere varamayız”.
Akıncı vatanı sadece toplumla özdeşleştiriyor, oysa vatan kanla sulanmış toprak ve üzerindeki milletle bir bütündür. Sırası gelmişken vurgulayalım, Kıbrıs milleti diye bir millet de yoktur, Kıbrıs’ta azınlıklar bir yana birbiriyle uyumlu olmayan iki toplum vardır. Akıncı kendisini hangi milletten ya da hangi toplumdan görmekte veya varsaymakta, gönlündeki aidiyet nedir acaba?
Annan Planı’na gelince Rumların lehine olan, Türk tarafına tavizler getiren bir plandı. Annan Planı’nı Türklere çözüm ve AB’ye giriyorsunuz yutturmacasıyla, çeşitli rüşvetlerle yüzde 65 oyla kabul ettirdiler, ama Rumlar plandaki tavizleri yeterli görmeyerek yüzde 75 oyla hayır deyip referandumda reddettiler. Bu bile onların Ada’yı bir bütün olarak istediklerinin, Türklerle hiçbir şekilde yan yana ya da iç içe yaşamak istemediklerinin açık göstergesidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Akıncı’ya haddini bildirdi, ama Akıncı anlamamış görünüyor!
Rumlar şu an geçmişte referandumla reddettikleri Annan Planı’nı o zaman Türk toplumu evet dedi diye kazanılmış hak gibi görüp, onun üzerine daha fazlasını istiyorlar. Türkçe’de bir söz vardır, “Yüz buldular astar istiyorlar” diye, işte davranışları bu sözle açıklanabilir. Ancak Akıncı astarı vermekte gecikmedi.
Akıncı-Anastasiadis ikilisinin 19 ay sürdürdükleri müzakere (pazarlık) sonucu Ocak ayında Cenevre’de garantör devletler adına Türkiye, Yunanistan ve İngiltere dışişleri bakanlarının katılımıyla Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres başkanlığında yeni bir konferans toplandı. İşte Akıncı’nın bu konferansta verdiği astar: Toprak Paylaşım Haritası. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Hükümeti’nin bile bilgisi dışında olan bu harita, Akıncı’nın Rumlara vermeyi düşündüğü Türk kanı ile sulanmış öz be öz Türk Yavru Vatanı Kuzey Kıbrıs’ın kutsal topraklarını gösteriyor
“Rumların toprak haritasının kabul edilemez” olduğunu söyleyen Akıncı, anlaşılan kendini öyle yetkili görüyor ki, KKTC Hükümetinin görüşünü ve Meclisinin onayını almadan hazırlattığı kendi ödün haritasını, ne hikmetse Cenevre’de Rumların önüne koyuverdi. Rumlar haritayı aldılar ve harita Birleşmiş Milletler kasasına konuldu, ama “kabul ettik” demediler. Her şeyden önce toprak pazarlığını yüzde 29,2’den başlatmak için bir fırsat yakalamış oldular. Oysa KKTC toprakları şu anda Kıbrıs Adası’nın yüzde 35’ini kapsıyor.
KKTC Anayasası’nın 2. Maddesinin 1. Fıkrası “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti, ülkesi ve halkı ile bölünmez bir bütündür” dediği için kendi devletinin topraklarını pazarlık masasına yatıran bir cumhurbaşkanı, her şeyden önce anayasal suç işleyerek ihanet etmiş demektir.
Akıncı’nın ödünü Rumların iştahını kesmedi. Ayrıca, Rumlar pirzola kemiğinin ucunu yani Ada’nın Dipkarpaz parçasının önemli bölümünü de istiyorlar. Amaçları Kıbrıs’ın kuzeyinde deniz yetki alanı kazanmak, böylece Mersin ve İskenderun arasında bulunması olası petrol ve doğalgaz kapanlarına da el atmak. Haritayı veren Akıncı, Türklerden gördüğü tepki karşısında, zamanında “Denktaş bu oranı söylemişti” diye savunmaya kalktı, ama Kurucu Devlet Başkanı rahmetli Denktaş ne kesin bir oran vermişti ne bir harita ne de toprak oranına dayalı böyle bir imzalı taahhüdü var.
Anastasiadis’in masaya koyduğu Rumların istedikleri toprakların haritası.
Akıncı’nın masada verdiği tartışılan vatan toprağı ödün haritası.
Akıncı’nın ihanet sayılabilecek hataları harita ile sınırlı da değil, garantilerin tartışmaya açılması ayrı bir hata. Rumların hiç de sıcak bakmadığı olsa bile yürümesi 1974 öncesi deneyimlerle kuşkulu olan, ama Akıncı’nın rüyalarını süsleyen dönüşümlü başkanlıkta uzlaşılamaması, mülkiyette hukuksal sorunların güvenceye kavuşturulamaması pek de uzlaşma olmadığını gösteriyor, ama çözüm bulma niyetleri güçlü, vazgeçmiyorlar. Oldu bitti oyunlarıyla Anastasiadis Ada’ya el koymayı, Akıncı AB’ye yamalanarak Yavru Vatanı Anavatandan koparmayı amaç edinmişler bir kere. Akıncı’nın tavizkar tutumuna, ödünlerine karşın Ocak ayında Cenevre’de yine sonuca ulaşılamadı, ama konferansın kesilmediği, devam ettiği söylenebiliyor. Nereye kadar sürecek?
Birleşmiş Milletler gözetimindeki Cenevre görüşmeleri Batı’da ve bizim yandaş basınımızda büyük bir ilerleme olarak gösterildi. İlk defa harita takasının yapılması çözümcülerin umutlarını artırmıştı. Ülkemizde yandaş basın olaya zaten mütareke basını gibi bakıyor. O nedenle Osmanlı’nın son padişahı Vahdettin’in Dahiliye Nazırı, Vahdettin ile birlikte İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurucusu ve mütareke basınının ünlü vatan haini yazarı Ali Kemal’in torunu olan, bugünkü İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson’ın “Kaydedilen ilerlemeyi memnuniyetle karşılıyorum. Bu kararlılık ve istekle Kıbrıs’ta tarihi bir anlaşmaya varılabilir” sözlerine geniş yer verildi. Bir vatan haininin torunu harita takasını memnuniyet verici ilerleme olarak övgüyle değerlendiriyor. Yarım asra ulaşan süreçte böyle bir harita alışverişi yapılmamıştı, o da yapıldı.
KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı gelinen son noktayı 29 Ocak 2017 tarihinde şöyle açıklarken, aslında Rumların çözüm anlayışına yakın olduğunu da ortaya koyuyordu.
“Kıbrıs müzakere sürecinde uzun yıllar sonrasında çok önemli bir noktaya varmış bulunuyoruz. Gündemi oluşturan çeşitli başlıklarda sağlanan ilerlemelerden sonra toprakta harita ve hemen sonrasında güvenlik ve garanti konularının ele alındığı 5’li konferans aşamasına ulaşılmıştır. Sürecin 5’li konferans aşamasına kadar gelmesinden çözüm isteyen halkımız ne kadar memnunsa, çözümsüzlüğü kendi bencil çıkarlarına uygun görenler de o kadar tedirgin olmuşlardır.
Halkımıza gerçekleri söyleyeceğimi ilk günden beri ifade ettim. Toprak konusunda da bu çizgimden ayrılacak değilim. Kıbrıs’ta çözüm ancak, Rum tarafının 1963’ten beri bizi mahrum bıraktıkları siyasi eşitliğimizin federal bir çerçevede bize iade edilmesi ve bizim de 1974’ten beri savaşın sonucunda onların mahrum kaldığı toprakların bir kısmını onlara iade etmemizle gerçekleşebilir. Gobi’den Cuellar’a; Annan’dan günümüze kadar tüm haritalar Kıbrıs Türk tarafına %29 civarında bir toprak kalacağını öngörmektedir.
Kıbrıs’ta kararlı duruşlara ihtiyaç duyulan son safhaya ulaştık. Tüm ilgili tarafların olumlu katkılarıyla eşitlik, özgürlük ve güvenlik içinde yaşanacak bir Ada yaratmak mümkündür. Bu çerçevede henüz sonuçlanmamış ayrılık noktalarının da gerçekçilik ve makuliyet ölçüleri içinde kalınarak uzlaştırılması gerekmektedir. Bu noktaya ulaşabilirsek, son söz elbette referandumda her iki topluma ait olacaktır. Ancak henüz o noktada değiliz. Her iki toplumun ve özellikle örgütlü kesimlerinin de desteğiyle bu sonuca ulaşabiliriz.”
Bu açıklamasından görüleceği gibi Akıncı, gelinen noktadan memnun ve Kıbrıs Türk kesimine yüzde 29 toprak kalmasını, şehit kanıyla sulanmış toprakların bir kısmının Rumlara verilmesinde kararlı. KKTC halkını da “çözümden ve çözümsüzlükten yana” olanlar diye ikiye ayırmaktan, ödüncü bir çözüme karşı olan vatanseverleri “bencil çıkarcı” diye suçlamaktan da çekinmiyor. Kıbrıs Türkleri arasında geçmişte İngilizlere, şimdilerde Rumlara hayran olanların varlığı biliniyor, ama böyle bir Akıncı-Anastasiadis anlaşması referanduma gidecek olursa, Kıbrıs Türk halkı bu kez Annan Planı’ndaki gibi kandırılamayacak, Rum’a teslim olmamak, topraklarını vermemek için hayır diyerek vatanseverliğini gösterme fırsatını yakalayacaktır.
Akıncı hâlâ kesin çözüm olarak gördüğü KKTC’nin sonlandırılarak, Kıbrıs Türk kesimimin federasyonla Rum insafına terk olunmasının yaşanacak Ada yaratacağına inançlı. Bu memnuniyeti, bu kararlılığı, bu inancıyla ihanet sınırına geldiğini biliyor mu? Sözde Akıncı böyle bir sınıra gelebilir, ama Kıbrıs’ın Türk vatanseverlerinin şehit kanlarıyla kurulan KKTC’ye ihanet etmeyeceği inancındayız.
Kıbrıs Türk vatanseverlerinin lideri ve KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş’ın oğlu, Demokrat Parti Lideri, şu an KKTC Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı Serdar Denktaş, aynı gün Ankara Forumu Derneği tarafından düzenlenen "Kıbrıs Davası ve Müzakerelerde Son Gelişmeler" panelinde şöyle diyordu.
“Ben yıllardan beri bağımsız devletim olan KKTC’ye sarılarak, Rum tarafı ile bir anlaşmayı savunan politikacıyım. Rum’a hiçbir şekilde yama olma gibi niyetim olmadı, olmayacak. Aynı şekilde, devletimi ortadan kaldırıp Türkiye’nin vilayeti haline gelmek de doğru bir yaklaşım olamaz. Devletime benim ihtiyacım olduğu, Kıbrıs Türk kimliğinin devam etmesini istediğim için sahip çıkıyorum. O nedenle bağımsız devletim varlığını sürdürmeli. Ne Rum’a eyalet ne Türkiye’ye vilayet olma hedefimiz söz konusu olamaz.
Türkiye ile olması gereken, devletlerarası ilişkilerin bugünkünden çok daha iyi bir noktaya gelmesidir. Anadolu ve Kıbrıs Türk halkı zaten kardeş. Aynı dili konuşuyor, aynı dine mensubuz. KKTC ikinci bir Kurtuluş Savaşı vererek kurulmuş, dünyada bağımsız olan ikinci Türk devleti. Birlik ve beraberliğimizi sonuna kadar yürütelim. Ne Kıbrıs Türkiye’siz, ne de Türkiye Kıbrıs’sız olmamalı. Siz burada, biz orada. Burası da vatan, orası da vatan. Burası sizin eviniz, orası bizim evimiz. İki ayrı devlet, ama iki kardeş ülke. Ayni milli hasletleri taşıyan iki ayrı devlet. Biz buyuz.”
Serdar Denktaş, KKTC’nin Türkiye’ye bağlanması konusuna değinerek ‘KKTC, Türkiye’nin 82’inci vilayeti olsun’ söylemleriyle çok sıkça karşılaştığını, aynı söylemin 1974’te gündeme gelmiş olması halinde, Kıbrıslı Türklerin belki de %99,8’nin evet yanıtı verebileceğini, ancak bugün için bunun söz konusu olamayacağını” söylüyor. Erdoğan ve Akıncı arasındaki Anavatan-Yavru vatan tartışması için de “Böyle bir tartışmayı, böylesi bir kavgayı halklarımıza yaşatmayalım” diyor.
Akıncı’nın federasyonla birleşme isteği ve umuduna karşın, Rum tarafı böyle bir evliliğe Ada’da Türk askeri bulunduğu sürece taraftar değil. Nitekim, Akıncının yukarıdaki açıklamayı yaptığı gün, Kuzey Kıbrıs Türk basınında, Anastasiadis’in müzakere grubu üyelerinden Hrisostomidis ve Markulli tarafından, Kıbrıs sorunu ve son zamanlarda kaydedilen gelişmelere ilişkin Rum basınından aktarılan açıklamaları yer alıyordu.
Hrisostomidis, Cenevre Konferansı’nın diplomatik açıdan başarılı görünse de gerçek başarısının sonuçlarla değerlendirileceğini” belirtiyor, “başarıya ulaşılması için esas önkoşulun Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafının tezlerinin değişmesi olduğunu, şu anda böyle bir değişimin olası görülmediğini” iddia ediyordu. “Güvenlik ve garantilerin Kıbrıs sorununun en dikenli konularından biri olduğunu, bu konuda uzlaşıya varılmasının zor olduğunu, Türkiye’nin tutumundan ötürü bir ilerleme sağlanamadığını” vurguluyordu. Ayrıca “toprak ve mülkiyet gibi başlıklarda da uzlaşma sağlanamadığını” söylüyordu.
Markulli ise, “güvenlik ve garantiler konusundaki görüşmeler başlar başlamaz müzakerelerde ilk ciddi çatırtının duyulduğunu” söylüyor, “Türk yetkilerinin milliyetçi ve kışkırtıcı olarak nitelendirdiği açıklamalarının sürece yardımcı olmayıp, süreci yıkmayı hedeflediğini” öne sürüyordu.
Her iki Rum müzakereci bu konularda atmosferin değişmesi için Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin müdahale etmesinin faydalı olacağına ilişkin inançlarını açıklıyorlardı.
Kısacası Rumlar Batılı emperyalistlerin Türkiye’ye ve KKTC’ye baskı uygulamasını, Türk askerinin Ada’dan çıkarılmasını, Kıbrıs Türklerini kılçıksız balık gibi yutmak istediklerini söylüyorlar. Emelleri için Türkiye’nin iç karışıklık gibi zayıf bir durumunu yakalamayı, Kıbrıs Türklerini ise Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti, Avrupa Birliği üyeliği gibi allı pullu vaatlerle kandırmayı amaçlıyorlar.
Son yıllarda yeni bir hidrokarbon (doğalgaz ve petrol) rezerv alanı olarak, mavi vatanımızın uzandığı Doğu Akdeniz sahası ortaya çıkmış bulunuyor ve giderek önem kazanıyor. Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon aramalarının 1970 öncesinde başladığı biliniyor. İşte o dönemde 1960-1974 yılları arasında bir ABD petrol şirketinin Kıbrıs’ın doğusunda, karasal ve denizsel alanlarda petrol arama çalışmaları başlattığı ve hatta sondajlar yaptığı bilgisi var.
Ancak, GKRY’nin Kıbrıs çevresinde hidrokarbon arayışına girişmesi 2005’de başlamıştır denilebilir. Bundan önce 2003’de Rumlar Doğu Akdeniz’de denizlerin paylaşım mücadelesini başlatmışlar ve ilk olarak 2003’de Mısır’la, ardından 2007’de Lübnan’la ve 2010’da da İsrail ile denizde ekonomik münhasır saha sınırlarını çizmek için Türkiye’nin karşı çıktığı anlaşmalar yapmışlardır.
Doğu Akdeniz’de petrol ve gaz bulgusu ilk defa Mısır’ın offshore alanda yaptığı çalışmalarla ortaya çıktı. Mısır Akdeniz offshore alanlarında ve Nil Deltası baseninde hem petrol ve hem de doğalgaz rezervlerini işletmeye aldı, petrol ve doğalgaz ihraç eden ülke durumuna geldi. Mısır’ın 2015 yılı verileriyle 4.5 tcm (4) olan ispatlanmış doğalgaz rezervinin %80’i offshore alanda bulunuyor.
Mısır’dan sonra İsrail 1999’da derin sularda hidrokarbon araştırmalarını başlattı. İsrail’in Tamar ve Leviathan alanlarının yer aldığı Levant baseninin ispatlanmış rezervi 2015 verileriyle 0.2 tcm olsa da havzada 3.5 tcm doğalgaz ve 20 milyar varil petrol rezervi olduğuna ilişkin tahminler var.
İsrail’den sonra Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) de hidrokarbon kervanına katılmış ve Afrodit adını verdikleri alanda 2011 yılı sonunda doğalgaz bulgulanmıştır. Rumların bu çalışmalara başlaması üzerine, onlar daha doğalgazı bulmadan rahmetli Rauf Denktaş’a 29.11.2010 tarihli röportajımda bu konuda ne diyeceğini sormuştum. Verdiği yanıt şöyle olmuştu:
Rauf R. Denktaş: “KKTC ve onun halkı olarak bu zenginlikte bizim de yüzde elli hakkımız vardır. Rum tarafına bu konuda yeni bir gasp şansı tanınmamalı, konu ciddiye alınmalıdır. Rumların bu kaynaklara sahip çıkma hakkını tanımak demek, bunların işletilmesinde pay veya görev alacak, ortaklığa girecek güçlü kuruluşlarla ve devletlerle, Rum idaresini ‘Kıbrıs Hükümeti’ olarak bir o kadar daha güçlendirmek demektir. Buna müsaade edilmemelidir.
Yıllar önce bir Amerikan şirketi bana mektup yazarak, sonra New York’ta ziyaretime gelerek, bölgedeki kaynaklarla ilgili bir anlaşma yapmak istedi. ‘Bu kaynaklarda yüzde elli hakkınız vardır, bunları şimdiden garantileyiniz’ diyordu. Bu talebi Türkiye’ye duyurduk. Bir netice alınamadı. Bu da tarihi bir olay olarak kayda geçsin”.
Akdeniz’de yapılan hidrokarbon arama çalışmaları sonucu; Doğu Akdeniz’in İsrail, Lübnan, Suriye ve Kıbrıs açıklarında kalan kesiminde 3.45 tcm doğalgaz ve 1.7 milyar varil petrol olduğu kestirilmiş bulunuyor. Doğu Akdeniz’de hidrokarbon bulan Mısır, İsrail ve Güney Kıbrıs’tan başka, başta Türkiye olmak üzere Lübnan ve iç karışıklıktan önce Suriye de bu hidrokarbon yataklarına ilgi duyarak çalışmalara girişmiş, öncelikle de deniz alanındaki hak iddialarını gündeme getirmişlerdir.
Ancak, Akdeniz maalesef kıta sahanlıkları ve münhasır ekonomik saha alanları bakımından henüz paylaşılmış bir deniz değildir. GKRY ise kendi durumu nedeniyle uluslararası hukukla çelişir biçimde olmasına karşın, Doğu Akdeniz’de hak iddia ettiği ruhsat verebileceği alanları parsellemiş, üstelik uluslararası ihalelerle çeşitli arama şirketlerine burada ruhsatlar vermiştir.
Ne yazık ki, neredeyse plajlarımıza kadar sokulacak mesnetsiz hak iddiaları ile işgale uğrayan Ege Denizi gibi, Doğu Akdeniz de Türkiye açısından işgal girişimiyle karşı karşıya kalan sorunlu bir deniz alanıdır. Oysa, Kıbrıs’ın doğusu ve batısındaki alanlara dek uzanan hidrokarbon havzası Türkiye’nin münhasır ekonomik sahasında yer almaktadır. İhlal edilen bu deniz alanları üzerinde Türkiye tarafından Ağustos 2007’de Rumların parselleriyle örtüşen biçimde TPAO’ya ruhsat verilmiş bulunuyor.
Öte yandan Rumların parsellerinde, Afrodit alanında sondaja başlanması üzerine, 21 Eylül 2011 tarihinde Türkiye ile KKTC arasında “Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşması” imzalanmış ve 22 Eylül 2011 tarihinde KKTC Hükümeti tarafından, kendi deniz yetki alanları içinde ve hükümet kararnamesinde tarif edilen yerlerde, TPAO’ya petrol ve doğalgaz arama ruhsatı verilmesi kararlaştırılmıştır. KKTC’nin TPAO’ya verdiği ruhsatlar da ihtilaflı alandadır ve Rumların parselleriyle örtüşmektedir
Doğu Akdeniz’in paylaşımı konusunda; Türkiye, Yunanistan ve GKRY arasında ciddi ve derin görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Yunanlılar ve Kıbrıslı Rumlar Avrupa Birliği Bölgesel Danışma Konseyleri (Regional Advisory Councils European Union ‘CFP’) tarafından belirlenen Akdeniz’deki yetki alanları paylaşımını esas alarak, Türkiye’ye neredeyse bir tek Antalya Körfezi’ni bırakacak şekilde, Türkiye ve Mısır arasında paylaşılması gereken sahaya el koyma stratejisi gütmektedirler.
Kıbrıslı Rumların Doğu Akdeniz’de parselledikleri ve lisans verdikleri 13 hidrokarbon alanı ve KKTC’yi yok varsayarak Doğu Akdeniz’de hak iddia ettikleri münhasır ekonomik bölge. Bu harita Rumlar tarafından hazırlanmış olup, tarafımızdan isimler Türkçeleştirilmiştir.
Öyle ki, bu paylaşımla Yunanistan ve GKRY, Türkiye’nin 145 000 kilometre karelik deniz alanını 41 000 kilometre kareye düşürme planını gerçekleştirebilme çabası içinde görünüyorlar. Hatta Yunanistan’ın ve GKRY’nin niyetinin, Türkiye’nin ve Türk Deniz Kuvvetleri’nin bir zafiyet halini yakalayarak, uygun bir zaman fırsatında, tek taraflı ekonomik münhasır bölge ilân etmek olduğu belirtiliyor. Bu mavi vatanımıza karşı ciddi bir tehdittir. KKTC’nin federasyonla ortadan kalkması durumunda, sırtını emperyalist odaklara dayamış Yunanlılar ve Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs’ın tüm çevresinde ekonomik münhasır alan iddiasıyla Doğu Akdeniz’i işgal edebileceklerdir. O zaman Antalya ve İskenderun körfezlerinin ucuna kadar sondaj kuyularıyla sokulmaya çalışacaklardır.
Kıbrıs sorununun dünya gündeminden düşmesi için yıllardır ağızlarda sakız olan bir çözüme gereksinim var. “Çözüm olsun da nasıl çözüm olursa olsun” denilemeyecek bir sorun olduğu için de gerçekçi bir çözüme gerek var. Kıbrıs’ta gerçekçi çözüm, bugünkü fiili durumun kabullenilmesiyle başlar.
Birleşmiş Milletler’in “Kıbrıs sorununu Kıbrıslılar çözsün” tezi temelden yanlıştır. Çünkü Kıbrıs milleti diye bir millet yok ki, sorunu Kıbrıslılar çözsün! Kıbrıs’ta azınlıklar bir yana bırakılırsa, birbirinden ırkı da dini de sosyal adetleri de farklı iki toplum var, Türkler ve Rumlar. Üstelik Rumlar ezelden beri Türkleri hor ve düşman görmekte, kendi düzeylerinde varsaymamaktadırlar. Böylesine iki toplumun bir arada yaşaması olanaklı mı? Kıbrıs’ta tek halk, tek millet olmadığı için tek devlet de olamaz.
1960 sonrası kurulan Cumhuriyet’te Türkler ve Rumların bir arada aynı devlet çatısı altında yaşaması denendi, ama Rumların Türkleri katletmek istemeleriyle bu deneme son buldu. Bugün haksızca ve uluslararası hukuk kurallarına aykırı biçimde adını kullandıkları Kıbrıs Cumhuriyeti 1974’de sona erdi, o cumhuriyeti sona erdiren de Rumlardır. Dolayısıyla Kıbrıs Cumhuriyeti yok, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi var. AB Hıristiyanları kapsamayı hedeflediği için, kayırdığı Yunanistan’ın çıkarı için, hinterlandını genişletebilmek için uluslararası hukuka göre Kıbrıs Cumhuriyeti var mı yok mu demeden, GKRY’yi üye olarak kabul etmiştir. Şimdi Kıbrıs Türkleri AB havucuyla aldatılmak istenmektedir. Ancak, AB miladı dolmuş çatırdayan bir yapıdır.
Yunanistan’ın ve Kıbrıslı Rumların stratejisi ve taktiği hep aynı. 50 yıl önce neyse bugün de o. Rumlara göre uzlaşma ya da çözüm, Ada’nın tümüne sahip olmak. Halen 1963 mantığına dayanıp hodri meydan diyerek oyun oynuyorlar. Oyunlarını bozan Türk askerini ise Ada’da istemiyorlar, çıkarmaya güçleri yetmediğinden emperyalistlere sırtlarını dayayarak, barışçıl çözüm yutturmacasıyla BM ve AB kozlarını kullanıp Amerikan ve İngiliz desteği ile Ada’dan Türk askerini çıkartma uğraşısı içindeler. Bu amaçlarına ulaşabilmek için uygulamayacakları bir anlaşmayı bile kabul edebilirler. Ondan sonra da Türk varlığını eritmek için ellerinden geleni arkalarına koymazlar.
Kıbrıs’ta bugün barış varsa ki var, bu Ada’nın ikiye ayrılmış olmasının bir sonucudur. KKTC ne federasyon ne konfederasyon diye ortadan kaldırılmamalı, garantiler de kâğıt üstünde kalmamalı. İngiltere ve Yunanistan isterlerse garantörlükten çekilebilirler, ama Türkiye’nin garantörlüğü sürmek zorundadır. Kaldı ki Yunanistan hiçbir şekilde garantörlükten ve Ada’da asker bulundurmaktan çekilmez. İngiltere çekilse bile, İngiltere’nin Ada’da zaten askeri üsleri var, o üsleri kapatmaz. Kaldı ki askeri üslerinin bulunduğu yerde, Akdeniz’den münhasır ekonomik saha istediği bile biliniyor. Bu arada İngiliz üsleri Türkiye için her zaman sorun olabilir. 15 Temmuz akşamı, milletimiz ulusal iradesini ortaya koyamayıp çatışmaya başlasaydı, o üslerdeki İngiliz komandoları Türkiye’yi işgal etmeye kalkışacaklardı, bu hazırlık da ortaya çıktı.
Gerçekçi çözüm adına, KKTC ve T.C. yetkilileri Cenevre’de “Bağımsız iki devletli ortaklıktan başka çare yok” demeli ve Cenevre oyunları sona erdirilmelidir. Bağımsız İki devlet arasında saldırmazlık anlaşması imzalanmalı ve ticaret başta olmak üzere her iki tarafa da yarar sağlayacak dengeli ortaklıklara girişilmeli.
KKTC’nin uluslararası ortamda bağımsızlığının tanınması ve işbirliğinin geliştirilmesi için güçlü bir çalışma yapılmalıdır. Bu Türkiye’nin görevidir. Ancak, bu konuda bugüne kadar güçlü bir çalışmanın yapıldığı söylenemez. Türkiye Amerika’ya ve Avrupa’ya bu konuda karşı çıkmayı, haklı davasında dik durmayı maalesef becerememiştir.
Türkiye’nin Kıbrıs sorununda özellikle ABD, İngiltere ve NATO’ya karşı dik durması gerekmektedir. Kaldı ki Türkiye’nin güney sınırlarında Kürt koridoru oluşturulamaması, kukla Kürt devleti veya devletçikleri kurulamaması için de artık böyle bir dik duruş gerekmektedir. Türkiye’nin Avrasya ve Asya’daki dostluklarla böyle bir dik duruşu sergilemesi hem toprak bütünlüğünü korunması ve hem de KKTC’nin uluslararası arenada tanınması için zorunlu duruma gelmiştir.
Ancak, 2004 yılından sonra Ege’de Yunanlıların haksızca işgal ettikleri adacıkların sayısının 18’e çıkması, bu adalardan bazılarına Türkiye’ye tehdit oluşturan uzun menzilli topların yerleştirilmiş olması, buna karşın 30 Ocak 2017 günü Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının iki hücumbotla sahil güvenlik botları eşliğinde Kardak kayalıklarına gitmesi dışında şimdiye kadar 13 yıldır Türkiye’den gerekli diplomatik ve askeri cevapların verilmemesi, teslimiyetçi pasif tutum sürecek mi diye endişe verici ve düşündürücü olmaktadır.
Genelkurmay Başkanı’nın bu hareketini, Yunan savunma bakanı Kardak kayalıklarına çelenk atarak, Yunan paraşütçüleri de kayalıkların yanındaki denize atlayış gerçekleştirerek yanıtladılar. Türkiye’nin de bunlara karşı elbette yanıtı olacaktır ve anlaşılan Ege’de sular ısınacak görünüyor.
İşgal altındaki 18 adacık, Ege’de Osmanlıdan Türkiye’ye kalan 152 adacık ve kayalıklardandır. Bu adacıklar son kez Başbakan Binali Yıldırım tarafından 130 kaya parçası olarak tanımlanmış bulunuyor ki, bu ifade Türkiye’nin ulusal çıkarlarından vazgeçmek anlamına gelebileceğinden Yıldırım adına bir talihsizliktir. Çünkü böyle adacıkların ve kayalıkların bile, uluslararası deniz hukuku açısından kara suları ile kıta sahanlıkları söz konusu olabilmektedir.
Bugüne kadar pasif tutum sergilenmesinin nedeni olarak NATO, ABD, AB, Avrupa ilişkilerinin zedelenmesi bahanesi artık geçerliliğini yitirmiştir. Çünkü ABD başta olmak üzere NATO müttefiklerinin, AB’nin ve Avrupa’nın kodamanlarının Türkiye aleyhine Kürtleri silahlandırdıkları, Türkiye’yi parçalamayı hedefledikleri su yüzüne çıkmıştır. Türkiye değişmez başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk ilkeleriyle, milli birlik ve milli seferberlik ruhuyla, önce diplomasi, olmazsa askeri önlemlerle düşmanlarını ve içteki uzantılarını pasifize etmek zorundadır.
Yunanistan’a ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne “Dur” demenin, durmazlarsa hadlerini bildirmenin zamanı gelmiştir. Tabii bunun için önce gereken içte ve Kıbrıs’ta Anavatan-Yavru Vatan çekişmesi olmaksızın sarsılmaz milli birlik ve dayanışmanın sergilenmesidir. “Su uyur düşman uyumaz” atasözümüz unutulmamalı, anavatanda önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı Sistemi Anayasa Referandumunda halkımız birlik ve beraberliğini yitirmemeli, düşmanı sevindirecek, onlara uygun fırsat zamanı yaratacak karışıklıklara yol açılmamalıdır!
KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ’NİN ÜZERİNDE ÇÖZÜM DİYE VAR OLUP OLMAMA KARA BULUTLARI DOLAŞMAKTADIR. KARA BULUTLAR ANA VATAN VE YAVRU VATANIN DİK DURUŞUYLA DEFEDİLECEKTİR.
1 Bu site “Röportaj ve Panellerden” EkoENERJİ Mayıs 2007 (Araştırma Dosyası) / (http://www.ultanirplatformu.com/roportaj-panel.html)
2 Coleman, John, 2014. 300’ler Komitesi – Komplocular Hiyerarşisi, Çeviren M. Akcanbaş, Destek yayınları, İstanbul.
3 Kıbrıs Dosyası-Kıbrıs’ta Ne Olabilir, Rauf R. Denktaş Yanıtlıyor, Röportaj Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR, EkoENERJİ Sayı 48, Ocak 201, Ankara.
4 Trilyon metreküp (tcm) = 1000 milyar metreküp (bcm) = 6.60 milyar varil petrol eşdeğeri