İŞVEREN Cilt 48 • Sayı 4• Ocak 2010

____________________________________________________________________

 

Isınması Tartışmalı Dünyamızda

Global İklim Politikaları Isındı da, Türkiye Kopenhag’ın Belirsizliğinden Fırsat Olarak Yararlanabilmeli

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR

EkoENERJİ Dergisi Genel Yönetmeni

TÜRKSAM Enerji Enstitüsü Başkanı

Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi

 

KOPENHAG ZİEVESİNDEN BAĞLAYICI KARAR DEĞİL, BELİRSİZLİK ÇIKTI

 

İklim değişimi ve global ısınmaya karşı Kyoto Protokolü 1997 yılında oluşturulup imzaya açılmakla birlikte, imzalama sürecinde sera gazı emisyonunun yüzde 55’ini sağlayan ülkeler sayısına, ancak 2005 yılında ulaşılarak yürürlüğe girebildi. Protokol 2012 yılı sonuna kadar sanayileşmiş ülkeler grubunun emisyonlarını 1990 seviyesinin yüzde 5 altına indirmeyi amaçlıyordu, ama dünyanın en fazla enerji tüketen ülkesi Amerika protokol dışında duruyordu. 2012 sonrası için Amerika’nın da dahil olacağı yeni bir bağlayıcı Kopenhag Protokolü beklenirken, böyle bir sonuca ulaşılamadı.

 

“Dünyada doğal bir iklim değişim süreci var da, insan faaliyetlerinin neden olduğu global ısınma var mı?” sorusu bilimsel olarak çok tartışmalı. Hatta global ısınmanın olup olmadığı tartışmalı.  Kasım ayında bir “İklim Gate” skandalı dünya basınına ve medyasına yansıdı. British Climate Institute (İngiliz İklim Enstitüsü) Climatic Research Unit (İklim Araştırma Birimi) Başkanı Prof. Ph.D. Phil Jones’un bilgisayarına sızan korsanlar, özel e-maillerini elde edince, 2001 yılından beri ölçümlerin ısınma göstermemesine karşın, verilerin çarpıtılarak, araştırma fonlarından para alabilmek için “global ısınma var” yayını yapıldığı ortaya çıktı. Bu bizce şaşırtıcı değildi. Çünkü, global ısınma artık bilimsel değil, uluslararası siyaset ve ticaret konusu.

 

Büyük umutlar bağlanan, daha doğrusu umutlar pompalanan Kopenhag zirvesi, aslında global ısınma kisvesi altında yürütülen iklim ticaretinin tam bir hezimetiyle sonuçlandı. Yeşil sertifika ile karbondioksit veya kısaca karbon ticaret mekanizması kuran, hatta bunun için borsa oluşturan, yenilenebilir enerji teknolojilerine pazar sağlayan Kyoto mekanizması için Avrupa ülkeleri daha iyi olanaklar yaratılacağı beklentisi içindeydiler. Obama öncesi dönemde Kyoto’ya taraf olmaya yanaşmayan Amerika, Obama’nın seçim vaatlerine uygun olarak bu mekanizma içinde yer alacak diye bekleniyordu. Ağır sanayilerini ve enerji alt yapılarını hiçbir emisyon sınırlaması baskısında kalmaksızın geliştirmiş olan gelişmiş ülkeler, kendi düzeylerinin altındaki ülkelere emisyon sınırları getirerek, sanayi tahtlarını korumak, gelişme sürecindeki ülkeleri denetlemek hevesiyle de Kyoto mekanizmasına sarılmışlardı.

 

7-18 Aralık 2009 arasında seri toplantılara sahne olan Kopenhag zirvesi, özellikle son aşamasında 120 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının katılmasıyla kesin bir sonuca gidecek diye umulurken, Amerika’nın ve Çin’in işbirliği ve Avrupa ülkelerinin dışlanmasıyla, hiç beklenmedik şekilde belirsizlik getirdi. Son anda biraz da oldu bittiyle, Amerika ve Çin’in rötuşlanan ortak metni anlaşma diye açıklandı. Her ne kadar ortak hedef, 2050 yılında salınan sera gazları oranının 1990 seviyesinin yarısına indirilmesi olarak belirlenmişse de, her ülke önlemlerini ve kısıtlarını kendi belirleyeceği için ortaya Kyoto gibi bağlayıcı bir anlaşma çıkmamış oldu.

 

Söz konusu ortak hedef, Türkiye dahil gelişme sürecindeki ülkelerin uyabileceği bir hedef değil, Amerika’nın, sera gazı salımları Amerika’yı geçen Çin’in ve Hindistan’ın uyması da beklenmemeli. Rusya da Kopenhag’da yan çizdi. Artık, Amerika’da İklim Değişikliği Kanunu’na öldü gözüyle bakılıyor. Obama yönetiminin önceliği şimdi bu konu değil, zaten konuya ilişkin seçim vaatleri de ayağı yere basan vaatler değildi. Avrupa ülkeleri ise 2010 yılında Meksika’da yapılacak 16’ncı Taraflar Toplantısı’nı beklemeksizin altı ay sonrası için Almanya’da yeni bir toplantı organizasyonundan söz ediyorlar da, yapılsa bile sonuç pek değişmeyecek gibi. Kaldı ki, Almanya anlaşmadan umutsuz. Bu arada önümüzdeki dönemde Avrupa’dan başlayarak çeşitli ülkelerde karbon vergisi yaygınlaşabilir.

 

TÜRKİYE KOPENHAG’I BEKLEMEDEN KYOTO’YA İMZA ATMAMALIYDI

 

Çok değil 11 ay önce Şubat 2009 tarihli İşveren dergisine bakınız (Cilt 47, Sayı 5), o sayı “Kyoto Protokolüne Katılım” konusuna ayrılmıştı. İktidar çevreleri Türkiye’nin Kyoto protokolüne katılımını bir “reform” olarak sunuyorlardı. Bu konuda başından beri tutarlı ve dikkatli bir politika izlemiş olan TİSK çevreleri ise temkinliydi ve bu imzanın Türkiye ekonomisine bindireceği mali yüke odaklanmışlardı. Söz konusu dergide benim yazımda, “AB istedi diye Kyoto’ya imza atmanın yanlışlığı” anlatılıyordu. Muhalefet ise çevrecilik aşkına Kyoto’ya katılımda iktidarın dümen suyuna girmişti. Oysa, Kyoto gelişmiş ülkelere gelir sağlayıcı, az gelişmiş ve gelişme sürecindeki ülkeleri prangaya vuran mekanizmanın adıydı, ama bu konuda bilim bile çarpıtıldığına göre, konuya yüzeysel yaklaşanlar ne yapsın denilebilir!

 

Büyük sanayicilerden ve TÜSİAD çevrelerinden o günlerde Kyoto’ya karşı ses çıkmıyordu. Kopenhag zirvesi sonuçlandıktan sonra, 30 Aralık 2009 tarihli gazetelerde Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı’nın, “Kyoto trenine bindik, ama yanlış vagondayız” demeci yayınlandı. Nihayet sermaye çevrelerinde uyanma başlıyordu, ama çok geç kalınmıştı. Türkiye’nin Kyoto trenini kaçırmadan yanlış ve bilet parasını ödeyemeyeceği bir vagona bindiğini belirten Sabancı, “Türkiye mutlaka konumunu değiştirmeli ve bütçesine uygun bir vagona geçmenin yollarını bulmalıdır. Bunun için 2010 yılı kritik bir yıl olacaktır” diyordu.  Sanayi ve enerji yatırımları olan Sabancı grubu, Kyoto taahhütlerinin Türkiye’nin elini-kolunu bağlamak anlamına geleceğini görmüştü. Elbette bunu gören başka yatırımcılarımız da var, ama iktidar çevreleri ile birlikte göremeyenler de var.

 

Yukarıda sözünü ettiğim Şubat 2009 tarihli İşveren dergisindeki “AB istedi diye Kyoto’ya imza atmanın yanlışlığı” başlıklı makalemde, buna neden ihtiyaç duyulduğunu sorgulayarak, aslı olmayan kıyamet senaryoları ve Nostradamus kehanetleri üzerinde durmuştum. Global ısınmaya matematiksel yaklaşımın gerçekçi olmadığını, global ısınmanın artık bilimsel değil, siyasi bir konu olduğunu, Nobel ve Oskar ödüllü politikacı Al Gore’un savlarındaki tutarsızlığı, Kyoto ile gelişmekte olan ülkelerin geleceğini sınırlayıcı ve satın alıcı bir mekanizmanın uygulamaya sokulduğunu açıklamış, konunun “Birkaç böcek, biraz çiçek” diyeceğimiz çevrecilik oyunu olmadığını belirterek, “Şimdi kanun çıkmış olsa da Kyoto Protokolünü imzalamakta aceleci olunmamalı” demiştim. Kyoto’ya taraf olmanın sanayiye, enerji sektörüne, ulaştırmaya ve gündelik yaşama getireceği maliyet konusunda ülkemizde yeterli araştırma yapılmamıştı, ama resmi çevreler tezlerini şöyle savunuyorlardı:

 

 “Kyoto Protokolü ilk yükümlülük dönemi olarak bilinen 2008-2012 periyodu için alınacak sera gazı salımı azatlım veya sınırlama taahhüdünü içeriyor, ama Kyoto Protokolü`ne taraf olunması 2012 yılı sonuna kadar ülkemize herhangi bir sera gazı azaltım yükümlülüğü getirmiyor. Ancak Türkiye küresel sorumluluk çerçevesinde iklim değişikliği ile mücadele konusunda önemli çalışmalar yapmış ve yapmaya devam edecek. Bilindiği üzere, 2013`ten itibaren yeni bir rejim başlayacak olup, ülkelerin üstleneceği sorumlulukların Aralık 2009`da Kopenhag`da yapılacak 15’inci Taraflar Toplantısı`nda belirlenmesi hedefleniyor. Türkiye, Kyoto Protokolü`ne taraf olan bir ülke olarak 2013`ten itibaren uygulanacak iklim değişikliği kontrolü rejiminde ülkemiz çıkarlarını ortaya koyarak, görüşlerimiz doğrultusunda şekillenecek yeni rejime taraf olma imkânına kavuşacak”.

 

Türkiye’nin Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne taraf olması yeterliydi, Avrupa Birliği üyeliği meçhule(!) uzanan bir yolculukken, Avrupa Birliği müktesebatına uyum diye, Gümrük Birliği hatası gibi Kyoto’ya imza atılmasına gerek yoktu, atılması hata oldu, en azından Kopenhag zirvesinin sonuçları beklenmeliydi, ancak hatanın nedeni sadece Avrupa Birliği mekanizması da değildi. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 2009-2010 dönemi Geçici Üyeliği için seçimler öncesi böyle bir kararlılık gösterilerek avantaj sağlanması hedeflenmişti. Türkiye’ye şimdilik emisyon azaltımı getirilmedi, ama 2012 sonrasında getirilmeyecek değil.

 

TÜRKİYE KARBONDİOKSİT EMİSYONUNU 1990 SEVİYESİNE ÇEKEMEZ

 

Türkiye’nin Kyoto Protokolü’ne katılırken, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması gereği sunduğu ilk ulusal raporu, Birleşmiş Milletler tarafından Kopenhag öncesi 3 Aralık 2009 tarihinde internet sitesinde açıklandı. Rapora göre, 1990 verileri ile Türkiye’nin toplam birincil enerji sunumu 52.94 milyon ton petrol eşdeğeri (Mtoe). Odun ve tezek de o raporda yenilenebilir kapsamına sokulduğu için yenilenebilir enerji payı 7.61 Mtoe olarak verilmiş, nitekim ticari sayılmayan bu yakacakların payı sürekli azaldığından, 2006 yılındaki yenilenebilir enerji payı 6.41 Mtoe olarak rapor edilmiş. Raporda 2006 yılının toplam birincil enerji sunumu 94 Mtoe verilmiş bulunmakla birlikte, en son istatistiklerde bu değer 95.7 Mtoe olarak yer almakta. Raporda hidrolik enerjinin payı 1990 için 1.00 Mtoe, 2006 için 3.80 Mtoe olarak verilmiş. Gerisi karbondioksit salımına neden olan fosil yakıtlardan oluşuyor ki, kömürün, petrolün ve en temiz fosil yakıt olan doğalgazın mutlak değerleri artmış.

 

Enerji (enerji sektörü çevrimleri, imalât sanayi ve ulaştırmanın enerji kullanımı), endüstriyel prosesler, tarım ve atıklardan yayılan sera gazı emisyonları ise 1990 yılında 170.1 Teragram karbondioksit eşdeğeri (Tg CO2 Eq.) iken, 2006 yılında 331.8 Tg CO2 Eq. Olmuş (1 Teragram 1 milyon metrik tona eşdeğerdir).  Şimdi rapor dışında son istatistik verilerle, henüz 2009 verisi ortada olmasa da, 2008 yılında Türkiye’nin odun ve tezek hariç ticari enerji tüketimi 102.6 Mtoe değerine yükselmiş bulunuyor. 2020 yılına kadar olan sürece ilişkin tahminlerde sürekli artış göstermesi bekleniyor. Bu durumda, Türkiye’nin karbondioksit emisyonunu teknolojik ve ekonomik olanakların elverdiği enerji kompozisyonu ile azaltılması mümkün mü? Elbette hayır. O zaman Türkiye tefecilerin eline düşmek gibi, Avrupa’nın karbon sertifikacılarının eline düşerek, karbon borsalarına gelir akıtan ülke mi olacak?

 

KOPENHAG’DAKİ BELİRSİZLİKTEN TÜRKİYE FIRSAT YAKALAMALI

 

Türkiye Kopenhag’da sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla da kalabalık bir heyetle yer aldı ve zirvede Cumhurbaşkanınca temsil edildi. Türkiye’nin izlediği politika, “gelişmekte olan ülkeler sınıfında yerini korumak, sürecin getirilerinden yararlanmak, bu kapsamda teknoloji ve kaynak transferi sağlamak ve bunları yaparken de herhangi bir taahhüt altına girmemek”. Peki bu olanaklı mı? Tek taraflı almak, hiçbir zaman gerçekçi değildir. Uluslararası arenada “karşılık vermeden alma” kuralı zaten yok.

 

Türkiye’nin Kyoto Protokolü’ne taraf olan ülkeler arasındaki yeri; 2001 yılında yapılan düzenlemeyle gelişmiş sanayi ülkelerinin yer aldığı Ek-II listesinden çıkartılmış, Ek I listesine konulmuş, herhangi bir emisyon taahhüdü yapılmadığı için bu listeyle bağlantılı Ek-B listesinde yer verilmemiştir. Bu özel bir durumdur. Ancak, Türkiye’nin bir OECD ülkesi olması, ekonomik büyüklük bakımından 17’nci sırayla ilk 20 ülke arasında yer alması ve ilk 10 içine girmeyi hedeflemesi, Ek-1 ülkeleri arasında 1990 yılına göre karbondioksit salımlarını yüzde olarak en çok artıran ülke olması, Çin ve Hindistan bir yana büyüyen ekonomilerden Brezilya, Güney Kore, Meksika gibi ülkelerden salınım azaltma stratejisi istenirken, Türkiye’den 2012 sonrasında istenmeyeceğini, salınım azaltma yükümlülüğü getirilmeyeceğini söylemek olanaklı değildir. Türk yetkililerin zirvede, “Türkiye’nin ayrı bir statüde değerlendirilmesi gerektiğini” söyledikleri biliniyor. Bu isteğin anlayışla karşılanıldığı söylense de, ortada bir anlaşma yokken söylenen bir “baki kubbede hoş seda” olmaktan öte geçmiyor.  Cumhurbaşkanı Gül de, “Türkiye’nin malî ve teknolojik yardım alması gerektiğini” söyleyerek, “Türkiye 2012 sonrası âdil, eşitlikçi, tarafsız, şeffaf ve başarılabilir iklim rejiminde yer almaya isteklidir” demiş bulunuyor. Burada âdil ve eşitlikçi kelimeleri, belli bir yükümlülük davet eden kelimeler olarak yorumlanabilir.

 

Zaten şu anda Türkiye’nin yükümlülüğünün olmaması, ancak aldatıcı bir fırsat olarak görülebilir. O nedenle Türkiye geleceğe ilişkin yeni bir strateji çizmek ve bu stratejiyi çizerken, Kopenhag’da bağlayıcı anlaşmaya gidilmemesiyle ortaya çıkan belirsizlikten yararlanmaya ve bunu fırsata dönüştürmeye çalışması gereken bir ülkedir. Yoksa, genel enerji talebinin yenilenebilir enerjilerle karşılanması gibi bir hayale kapılınmaması gerekir. Sanayimizin, emisyon yayımını azaltmak için de fabrikalarımızı söküp yenilerini kuracak halde değiliz. Amerika, Çin, Hindistan, Rusya gibi salınım önderleri duraksarken, Türkiye onlardan daha temkinli olmalıdır. Ancak, salınım sınırlandırmaya yönelik önlemleri de almak zorunda kalacağımız görülüyor.

 

TÜRKİYE’DE SALINIM SINIRLANDIRMADA ÖNE GEÇEN ENERJİ KAYNAKLARI

 

Kişi başına gerek elektrik ve gerekse toplam birincil enerji tüketimi açısından gelişmiş ülkelerin neredeyse dörtte biri ve yaklaşık dünya ortalaması düzeyinde bulunan Türkiye’de, kişi başına düşen karbondioksit salımı da aynı şekilde çok aşağılarda bulunmaktadır. Türkiye’nin dünya ekonomisindeki 17’nci sıradan ilk 10 içerisine girme hedefi, enerjinin verimli kullanımıyla birlikte, her yıl kullanılan enerji miktarının artacağını gösterir ve istatistiksel trend bu görüşü doğrulamaktadır. Bu koşullar altında, Türkiye’nin karbondioksit salımını artırmakla birlikte, çok artırmamak için alacağı temel önlemler, doğalgazın kullanımını artırmak, nükleer enerjiyi en kısa zamanda ve giderek hızla büyüyen ölçekte kullanıma sokmak şeklinde ortaya çıkmaktadır. Burada çevrecilerin önem verdikleri “yenilenebilir enerji kaynakları çözüm olamaz mı?” sorusu gündeme gelmektedir.

 

Yenilenebilir Kaynaklar Önlemi:

 

Elbette Türkiye yenilenebilir enerji kaynaklarını olabildiğince en üst düzeyde kullanıma sokmalıdır. Ancak, “elimizdeki potansiyelleri nedir?” sorusu önem kazanıyor. Burada İşveren dergisinde Şubat 2006 tarihinde yayınlanan “Nükleer Enerji Nasıl Bir Çözüm?” konulu makalemi kaynak göstermek isterim (Cilt 44, sayı 5, s. 63-67). Orada kaynak potansiyelleri irdelenmiş olmakla birlikte, burada son verilerin ışığında yenilenebilir kaynak potansiyellerine yine yer vermek gerekiyor.

 

Türkiye’nin bugün kullanılabilir hidroelektrik potansiyeli yılda 170 milyar kilowatt-saat (kWh) olarak varsayılmakta. Zaten teknik potansiyeli 200 milyar kWh/yıl olup bu değer aşılamaz, üstelik bu üretim kurak ve yağışlı periyotlarla iklime bağlıdır. Son 10 yıllık süreçte, Türkiye kurulu hidroelektrik santrallerinden su gelirlerinin azlığı nedeniyle nominal üretim değerlerinde yararlanamamıştır. Rüzgâr enerjisi için verilen potansiyel 48 bin megawatt (MW) olarak telaffuz ediliyor ki, bu güçten yılda sağlanabilecek enerji 90 milyar kWh düzeyindedir. Jeotermal enerji kaynaklarımız büyük çoğunluğu ile düşük entalpili olup, elektrik üretimine uygun olmayıp, hacim ısıtma amacıyla kullanılabilir. Güneş enerjisi potansiyeli büyük olmakla birlikte, elektrik üretiminde kullanılabilecek teknik potansiyel sınırlanmaktadır. Jeotermal, güneş ve biomas dahil diğer yenilenebilir kaynaklardan üretilebilecek elektrik enerjisi potansiyeli, 2020’li yıllara kadar 10 milyar kWh/yıl düzeyini geçemeyecektir. Aynı şekilde rüzgârdan üretilecek elektriğin de 2020 yılına kadar yılda 30 milyar kWh’i geçmesi olanaklı görülmemektedir. Hidroelektrik kaynaktan üretilecek elektriğin ise, 2020 yılına kadar yılda 100 milyar kWh’e ulaşması büyük başarı olur. O zaman tüm yenilenebilir kaynakların toplamı 150 milyar kWh’in altında kalmaktadır. Buna karşılık Türkiye’nin 2020 yılındaki elektrik tüketiminin 400 milyar kWh’leri aşması beklenmektedir.  Kaldı ki, arz güvenliği için termik-hidrolik dengesi, rüzgâr ve diğer yenilenebilir kaynaklardan yapılacak üretimin kesintili olmasından, dengelemek için kullanılabilecek barajlı hidroelektrik santraller bir yana bırakılırsa ki, o zaten hidrolik içinde yer almaktadır, geriye doğalgaz santralleri ile dengeleme gerekmektedir.

 

Dolayısıyla büyük ölçüde yenilenebilir kaynaklara dayalı bir çözüm gerçekçi değildir. Bununla beraber, Avrupa Birliği’nin 20-20-20 inisiyatifi gibi, ona benzemekle birlikte, biraz farklı bir inisiyatif kabul edilebilir. “Üç 20 inisiyatifi” diyeceğimiz bu inisiyatif, yenilenebilir enerji kullanımını, bugüne göre yüzde 20 daha artırmak, enerji verimliliğini yüzde 20 artırmak, Avrupalılar sera gazı emisyonunu yüzde 20 azaltmak diyorlar, ama biz artış trend hızını yüzde 20 azaltmak şeklinde bunu uyarlayabiliriz.

 

Doğalgaz Önlemi:

 

Şimdilerde yılda 30 milyar metreküp (bcm) doğalgaz tüketen Türkiye’nin doğalgaz talebinin, 2020 yılında 62 bcm üzerine çıkması beklenmektedir. Ancak, 2012 sonrasında Türkiye’ye emisyon kısıtlaması getirilecek olursa, bu talep 70-80 bcm’leri aşabilecektir. Türkiye’nin şu anda kontrata bağlanmış gaz alım miktarı 2020 yılı için sadece 40 bcm olup, bunun ikiye katlanması olanaklıdır, ama pahalı bir iştir. Çünkü, Türkiye doğalgazda enerji merkezi olma yerine, enerji transiti bir ülke konumuna dönüşmüştür ki, üzerinden geçecek boru hatlarından ihtiyaç duyduğu gazı alabilmesi için fiyat konusunda Avrupa ile rekabete girmesi gerekecektir. Bu da Türkiye’nin daha pahalı gaz alması demektir. Bir önlem olarak, Türkiye şu anda gaz piyasasını hızla serbestleştirmenin yanında, sıvılaştırılmış doğalgaza (LNG) yönelmeli, özel sektör eliyle, Akdeniz ve Ege’de yeni LNG terminalleri inşa edilmeli, uzun dönemli LNG bağlantıları yapılmalıdır. Çünkü, dünyada LNG ticareti gelişmekle birlikte, LNG de arz fazlalığı gözlenmektedir ki, LNG fiyatları boru gazından daha cazip hale gelmektedir. Kısacası, Türkiye’nin doğalgaz stratejisini yenilemesi gerekiyor.

 

Nükleer Enerji Önlemi:

 

Nükleer enerji konusuna gelince, gerek elektrik ve gerekse enerji arz güvenliği için olduğu kadar, sera gazı emisyonlarının azaltılması açısından da nükleer santralleri çok önemsemek gerekiyor. Türkiye’nin 40-50 yıldır üzerinde durmasına karşın nükleer elektrik santrali sahibi olamaması ciddi bir eksikliktir. Bu süre içinde ikisi ihalesiz, üçü ihaleli 5 girişim yapılmıştı. Son ihale girişimi de 2009’un sonunda iptal edilerek sonuçsuz kalmıştı. Türkiye’nin bunu aşması gerekiyor. Başbakan Erdoğan’ın 13 Ocak 2010’da, Rusya Federasyonu Başbakanı Putin ile yaptığı görüşmede, Türkiye ve Rusya’nın devletlerarası bir anlaşma ile nükleer santral yapımı konusunu ele alıp anlaşmaya bağlayarak, “Türkiye’de Nükleer Santral Tesisi Konusunda İşbirliği Ortak Beyannamesi” imzalamış olmaları olumlu bir gelişmedir.

 

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından son olarak 13 Ocak 2010 tarihi itibariyle rapor edildiğine göre, bugün için dünyanın 29 ülkesinde 437 nükleer santralle 370 187 MW(e) nükleer kurulu güç var. 18 ülkede kapatılan 123 santralle üretimi durdurulmuş 37 835 MW(e) kurulu güç de var, ama bu 18 ülkeden 15 tanesinde başka nükleer santraller çalışıyor, hatta aralarında yeni nükleer santraller kuranlar da var. Nükleer enerji yeni nesil reaktörlerle güvenlik açısından çağ atlamış bulunuyor. ABD, Fransa, Finlandiya, Japonya, Rusya, Çin ve komşularımızdan Bulgaristan ile İran dahil olmak üzere 14 ülkede toplam 50 855 MW(e) güçte olacak 55 nükleer santral inşa ediliyor. Bugünün dünyasında 10 yıl öncesinden farklı olarak nükleere dönüş var. Türkiye’nin 2020 yılına kadar, 4 500-5 000 MW nükleer kurulu güç hedeflediği birkaç yıl önce açıklandı. Ancak söz konusu bu hedef yetersiz olup, bunun 1998 yılında Türkiye Birinci Enerji Şûrası’nda kabul olunan biçimde, 2020 yılına kadar Türkiye’de 10 bin MW(e) olarak yenilenmesi gerekir. Türkiye nükleer santralleri PPP (Public Private Partnerships) yani Kamu Özel İşbirlikleri modeli ile kurmalıdır ki, bugün o niyetin olduğu da görülüyor.

 

SONUÇ

 

Türkiye’nin Kyoto protokolünü imzalamış olması, 2012 sonrasında Türkiye’nin salınım azaltması istemiyle karşılaşmasına neden olacaktır. Bu istekler ileride baskıya da dönüşebilir. Türkiye’nin emisyon artış hızını yavaşlatabilmesi, yenilenebilir enerjilerden çok, doğalgaz tüketimini artırması ve nükleer enerjiyi hızla kullanıma sokmasına bağlı olacaktır. Kopenhag’da ortaya çıkan belirsizlik, Türkiye’ye Kyoto stratejini yenilemek için bir fırsat yaratmaktadır ki, bu fırsat iyi değerlendirilmeli, bundan sonra yeni stratejinin ve politikaların üretilmesinde Ekonomik ve Sosyal Konsey de bir platform olarak kullanılmalıdır.

Kasim 29 2016 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Haklı İstemi

Kategoriler

DUYURULAR