8 Ocak 2018
Dünya 2018 yılına gerginliklerle girdi. Tek kutup olma hayalini sürdüren emperyalist ABD, dünyada giderek yalnızlaşsa da saldırganlığını Pasifik’ten Ortadoğu’ya dek geniş bir alanda sürdürmekte. Zamanında ABD Başkanı Wilson’un itiraf ettiği gibi, her ikisi de dünya emperyalist derin devletinin elleri kanlı para babaları ve Yahudi kökenli olan Rothschild ailesi ile Rockefeller ailesinin sözünden çıkamayan ABD Hükümetleri, Siyonist stratejiyle Ortadoğu’yu biçimlendirmekten vazgeçemiyorlar.
ABD’nin biçimlendirme çabasıyla onca uğraşısına karşın, dünya kalpgâhındaki Büyük Ortadoğu Projesi yine çöktü. Aynı strateji kapsamında plan değişikliğine gidildi, Kudüs saldırganlığı ile Büyük İsrail Projesi başlatıldı. ABD’nin Ortadoğu projeleri, Türkiye için tehditlerin ana kaynağı. Böyle bir ABD 2018’de dünya barışı için sorun ve de baş tehdit. Bu ABD ne yazık ki kâğıt üzerinde Türkiye’nin müttefiki. Ancak, kâğıt üzerinde de olsa ABD müttefikliği, Türkiye için en büyük tehlike ve büyük kayıp demek.
Türkiye, ulusal sınırlarına, egemenlik alanlarına, rejimine, bütünlüğüne yönelik dış tehditlerle iç siyasetteki ve makro ekonomisindeki açmazlarla karşı karşıya. Dış tehditlerin arkasındaki ülkelerin başında ABD ve ortağı İsrail geliyor. Onları Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile diğerleri izliyor. Tehdit oluşturan uluslararası kuruluşlar ise NATO ve AB. Türkiye’nin içinden geçtiği ateş çemberi, neredeyse Kurtuluş Savaşı’nı anımsatır bir süreç. Batı’nın bir diğer deyişle Atlantik cephesinin tek dişi kalmış canavarlarının hedefinde dün olduğu gibi bugün de Türkiye var.
Nasıl ki vahşi hayvanlar bir ava saldırdığında, ondan pay almak isteyen diğerleri ortaya çıkarsa, burada da “acaba biz de pay alabilir miyiz?” diye ortaya çıkan tescilli emperyalistler yok değil. Bakın, Ortadoğu’da bir olay oldu mu, Fransa’nın yaramaz çocuk görünümlü Devlet Başkanı Macron hemen oradan oraya koşuşturmaya başlıyor, üstüne vazife olmayan sorunlara burnunu sokuyor, niye? Emperyalist duyarlılıkla “acaba bize de bir pay düşer mi?” diye elbette. İngiltere Başbakanı May gibi bu arayışı daha akıllıca yapanlar da var. Dolayısıyla, fırsat kollayan Avrupa emperyalistlerine karşı her zaman dikkatli ve uyanık olmak gerekiyor.
Türkiye’nin dış tehditlere fırsat tanımaması, ulusal dayanışma içinde güçlü olmasına ve dik durmasına bağlı. Oysa içeride devletin temel ayarlarını bozanlar var. En başta FETÖ yanlılarının kurtçuklar gibi devletin dokularına sızmış olması, hâlâ çok önemli bir sorun. Geçen günlerde 28 Şubat davası savcı mütalaasından görüldüğü gibi, fırsat bulunca başlarını çıkarıyorlar, ne yazık ki onca temizliğe karşın tükenmiyorlar. CIA eliyle oynatılan ABD kuklası FETÖ, hâlâ devletin işleyişini olumsuz etkiliyor, çünkü siyasi ayağı kırılabilmiş değil. Ulusal temel sorunlarda bile siyasi partiler arasındaki görüş ayrılıkları, demokrasi teranesiyle FETÖ yanlılarının işine yaramakta.
Öte yandan Türkiye iyi yönetilemiyor, ulusalcı ve Atatürkçü çizgide adım atamıyor. Ülkemiz olağanüstü halden yararlanılarak tartışmalı keyfi kararnamelerle yönetilir hale getirildi. İktidar partisinin metal yorgunluğu açıkça itiraf olunan bir gerçek. Gerçi, Türkiye’nin iyi yönetilmemesi 2002’den bu yana uzanan bir süreç. Oysa yaşadığımız süreç hata kabul etmiyor, yanlışlıkla sapmayan, aldatılarak kandırılamayan liderlik gerektiriyor. Dengelerinden sapan ulusal ekonomi de makroekonomik kırılganlıklarla karşı karşıya. Üretim ekonomisinden uzaklaşan Türkiye, yabancı kaynaklara aşırı bağımlı. Bu da batılı emperyalistlerle mücadelede engel oluşturuyor.
Sözde demokrasi getirmek adına başlattığı “Büyük Ortadoğu Projesi”nin ilk sınırlarını yeterli görmeyerek “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi”ne dönüştüren ABD beceremedi. Baktı ki olmuyor; alanı daraltıp Suriye ve Irak’a IŞİD (Irak ve Şam İslâm Devleti-İngilizce kısa tanımıyla ISIS, ISIL, IS veya DAESH “Türkçe okunuşuyla DAEŞ”) terör örgütünü oturtarak projesini gerçekleştirmek istedi.
ABD, IŞİD terör örgütünü İsrail ve İngiltere’nin işbirliğiyle dizayn etmiş, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne besletmişti. Sonra da kendi güdümünde İngiltere, Fransa, bazı NATO ülkeleri, yandaşı Arap ve diğer ülkelerinin katılımıyla oluşturduğu IŞİD karşıtı koalisyonla kumpas senaryosunu oynamaya başlamıştı. Öyle bir senaryo oynandı ki önce IŞİD saldırıp işgal ediyor, sözde kurtarma adına koalisyon kisvesi altında bombardıman ve ardından ABD işgali gerçekleşiyordu!...
Bölge ülkelerinin etkinliğiyle IŞİD oyununun yenilgiyle bozulduğunu gören ABD, IŞİD’in yerine PKK (YPG-PYD) teröristlerini koydu. Rakka’da gözlemlendiği gibi, teröristler ABD korumasında nöbet değiştirdi. Son olarak bu değişikliği Deyrizor’da yaptı. ABD’nin yaptığı en büyük değişiklik ise proje bazında oldu. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) yerine Büyük İsrail Projesi (BİP) konuldu. Trump’ın Kudüs kararı, ABD’nin bu proje değişikliğinin ilanıydı (bkz. Duyurular: Kudüs Kararı BOP’un Yerini BİP’in almasıdır, 18 Aralık 2017). Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi (GBOP) kapsamında Afganistan, Pakistan (Balucistan) oyunları sürüyor.
Irak ve Suriye coğrafyasında IŞİD’e karşı biten savaş, şimdi PKK ve uzantısı PYD’ye karşı verilmekte. ABD’nin “silahlı gücüm” dediği PYD, Türkiye’nin İran ve Irak ile açık, Suriye ile dolaylı işbirliği sonucu etkisizleştirilip süpürülmeye başlandı, ama bu temizlik harekâtı 2018’de de sürecek görünüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Esed” takıntısı Suriye ile gereken işbirliğini engellediğinden, temizlik süreci sıkıntılı geçecek gibi.
Ortadoğu’nun siyasi haritasını yeniden çizmekten vazgeçmeyen ABD, IŞİD bahanesi ile girdiği Kuzey Irak ve Suriye’den IŞİD’in silinmesine karşın, kuvvetlerini çekmeyeceğini söylüyor. Suriye’yi koruma adına Akdeniz’de ve karasal alanda üsler elde eden Rusya da üslerdeki birliklerinin kalıcı olarak devam edebilmesi için daimî birlik oluşturma çabasında. Kısacası, Ortadoğu’nun en sıcak bölgesi Suriye. Suriye’deki gerginlik Türkiye için tehdit demektir. Dünden bugüne Kuzey Suriye ve Kuzey Irak çatışmalara gebe coğrafyalar.
Emperyalist ABD ve Siyonist İsrail’in melanet Ortadoğu projeleri.
ABD Kuzey Irak’ta komaya girmiş Kürt yönetimini canlandırma çabasında. “Kürtlerin bağımsız devlet umudu yok edilmemeli” diye Batı dünyasında rüzgâr estiriliyor. Ancak, her yerinde isyan ve karışıklıkların sürdüğü Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin tekrar canlanması zor görünüyor. Kürt partiler arasında iktidar kavgası sürerken, PKK da pusuda bekliyor. Barzani’nin kendi ayağına kurşun sıkarak dağıttığı Kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Kürtlerin birleşip toparlanmasını olanaksız gösterse de Batı ülkelerinin peş peşe Erbil’i ziyaret ederek destek mesajları vermeleri manidar. Türkiye geçmişte olduğu gibi bu bölgeye yardım hatasına bir kez daha düşmemeli. Irak Merkezi Yönetimi de Kürtlerin akrep gibi kendi kendilerini sokup yok edecekleri strateji izlemeli. Bağdat kıstığı musluğu açmamalı, Erbil yönetimi ekonomik kriz içinde boğulmalı. Çünkü, Barzani’yi indirmiş olmak yetmez, peşmergeleriyle özerk yönetimi kazınmalı.
Hatay sınırından İran sınırına kadar uzanan kuşak, 2018’de yine olası sıcak çatışma kuşağı olarak değerlendirilip teyakkuzda bulunulmalı. Bağımsız Kürdistan hayali büyük darbe alarak çıkmaza girmiş olmakla beraber, dün Bağımsız Kürdistan için koparılmak istenilen bu kuşağa bitişik Güneydoğu bölgemiz, bugün artık Büyük İsrail projesi için çöreklenilmek istenilen vatan toprağımız olarak yine tehdit altında. Emperyalist ABD ve Siyonist İsrail, bugün için o topraklarımızı sözde vadedilmiş toprakların kuzey parçası olarak görüyor. ABD dün o toprakları, üzerinde yaşayan Kürt nüfus nedeniyle Kürdistan’ın parçası olarak görüyordu. Oysa oralar Türk-Kürt kardeşlerin Kurtuluş Savaşımızda kanlarını dökerek vatan olarak korudukları, üzerinde birlikte yaşadıkları ulusal topraklarımız. Bir çakıl taşını bile düşmana kaptırmadan koruyacağımızdan kuşku duymamalılar ve akılları varsa sınırlarımızdan uzak durmalılar.
2017 yılı tamamlanırken, bölgede ve özellikle Suriye’de olumlu gelişmelerin yaşanacağı bir sürecin başlaması bekleniyordu, ama tersi bir gelişmeyle karşılaşıldı. Soçi’de toplanması planlanan Suriye Ulusal Diyalog Kongresi öncesi, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın ABD destekli Kürt savaşçılarını, PKK’nın Suriye uzantısı (YPG-PYD’yi vatan haini ilan ederek, birlikte mücadele için Türkiye’ye olumlu mesaj vermiş olması, dolayısıyla diplomatik anlamda elini uzatması önemli bir gelişmeydi. Türkiye yönetiminden de gereken olumlu karşılığı bulmalıydı! Suriye Ordusu Deyrizor bölgesi başta olmak üzere, ABD’nin IŞİD’liler yerine yerleştirdiği PKK-(YPG)PYD’lileri vurmaya devam ederken, Türkiye tarafından hem siyasi demeçlerle hem de gerektiğinde lojistik açıdan desteklenmesi gerekiyordu.
Ne yazık ki tam tersi bir tutumla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tunus’taki 26 Aralık 2017 tarihli basın toplantısında, hem de Arap medyası önünde Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad için “Devlet terörü estirmiş bir teröristtir” demesi, bölge ülkeleri birliğini sarsan, Rusya ve İran ile Astana’dan Soçi’ye uzanan süreçteki kazanımları tehlikeye atan, ABD’yi, İsrail’i ve PKK’yı sevindiren, Türkiye’nin Suriye’deki manevra alanını çıkmaza sokacak olumsuz ve talihsiz bir açıklama oldu. Esad’ın PYD’yi vurması ise ABD’yi panikletti. Bakın, ABD Savunma Bakanı, “Esad YPG’yi vurmamalı” diye uyarıyor, kuşkusuz Erdoğan’ın açıklamasından mutluluk duyuyordur. Çünkü, Türkiye’nin de can düşmanı olan teröre ve teröriste karşı harekât yapan Esad’a terörist damgası vurmak, ABD ve İsrail’e destek olmak demektir!...
Rusya Erdoğan’ın açıklamasına katılmadığını belirterek tepki gösterdi. Ne oluyordu, ABD ve İsrail’in kumpasına mı gelinmişti, yoksa ABD’ye teslim mi olunmuştu, Cumhurbaşkanı Erdoğan Astana ve Soçi sürecinden çark mı ediyordu? ABD gelişmeden o kadar memnun olmuş ki vize kısıtlamasını hemen kaldırıverdi. Yalnız bundan böyle Suriye topraklarında Türkiye’nin bekası için gereken önemli askerî harekât zora girebilir. Yersiz söz ve davranışların bedeli ağır olabilir…
Erdoğan’ın davranışının bir nedeni olarak, geçtiğimiz Kasım-Aralık sürecinde Putin ile bir ayda üç kez görüşmelerine rağmen, Rusya’nın ABD’ye karşı Kürt kartını kaybetmemek adına Türkiye’ye PYD’nin Afrin’den kazınması için talep ettiği yeşil ışığı yakmaması, “Afrin’e Esad yerleşmeli” görüşünü sürdürmesi yorumu da yapılıyor. Rusya’nın PYD’nin Soçi’ye çağırılmayacağını açıklamasına karşın bütünüyle dışlamaması, Rusya-Türkiye ilişkisinde bir pürüz oluşturuyor. Ancak, Afrin’e Esad’ın yerleştirmek istenmesine tepki olarak Esad’ı hedef almak, Türkiye’ye bir şey kazandırmıyor. Tam tersi, Esad ile el sıkışarak teröre karşı işbirliği yapmak ve Rusya’nın niyetini boşa çıkarmak gerekiyordu.
Ortadoğu coğrafyasında siyaset dalgalı ve her zaman gelişmelere gebedir. İran’da halkın pahalılığa tepki göstererek Meşhed kentinde sokağa çıkmasının ardından kıvılcımın dış tahrik ve destekle 29 kente yayılması sonucu, hayat pahalılığı gösterisi hükümet karşıtı eylemlerle kan dökülmesine, bazı kamu binalarının tahrip edilmesi ve yakılmasına yol açtı. Başlangıçta belki de kendiliğinden oluşmuş masum bir hareket, iç istikrarı bozmak için kurgulanmış dış destekli bir kalkışmaya dönüşüverdi. İran bayrağının yakılması bu gerçeği gösterdi. Kaldı ki tezgahlanan oyunun sorumluları ilk günden kendilerini ele verdiler. ABD Başkanı Trump ve Dışişleri Sözcüsü protestoları desteklediklerini açıklamakla kalmadılar, tüm ülkelerin eylemlere destek vermesini isteyerek, kışkırtıcılık da yaptılar. Ortadoğu’da ABD’nin kol kola olduğu İsrail ve Suudi Arabistan da kalkışmayı ilk günden destekledi.
İran’ın büyük şeytanının planı ters tepti, hezimete uğradı.
Yeni yıla yanan bir İran’la ve her gün artan can kaybıyla girildi. İran Cumhurbaşkanı Ruhani halkın pahalığa karşı tepkisini haklı bulduğunu açıklamış, sağduyulu bir yaklaşımla önlem alınmaya başlanmıştı. Ancak haklı tepkinin ABD destekli hükümet ve rejim karşıtı kalkışmaya dönüşmesi, ABD’nin amacını açıklayarak, İran rejiminin sonunun geldiğini dillendirmesi, İran yönetimini radikal önlemler almaya itti. İran’ın dini lideri Hamaney’in olayların arkasında dış güçlerin bulunduğunu açıklamasının ardından, karışıklıkların CIA ve Mossad ajanlarının çabaları, Suudi dolarlarıyla oluşturulduğu iddiaları geçerlilik kazanıyordu. Bu arada olayları kışkırtarak abartan Batı medyası İran yönetimi karşıtı haberlerini sürdürmekle beraber, CIA’nın altı ay öncesinde İran’ı karıştırma çalışmalarını başlattığı, bu amaçla Halkın Mücahitleri adlı yasadışı terör örgütünü kullandığı haberleri de ortaya çıktı.
Bilinçli ABD karşıtı olan İran halkının ve güçlü bir geleneği bulunan İran devletinin, ülkenin selameti için bu oyuna geçit vermeyeceği açıktı. Nitekim ABD’nin bozguncu tezgâhının İran halkı tarafından görülmeye başlanması, göstericilere karşı rejim yanlısı halkın da sokağa çıkarak göstericileri protesto etmesi, yabancı güçlerin oyununun bozulmasına yol açıyordu. İran halkı milli birlik yürüyüşüyle meydanlara inmişti. Hamaney’in Devrim Muhafızlarını olayları bastırmak için göreve çağırması, fitneyi sona erdiriyordu. Fitnenin baş aktörü ABD, olayı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine götürerek, İran’a karşı müdahale kararı çıkartma hevesindeydi, ama hevesi kursağında kalmış görünüyor. Öte yandan İran karşılık olarak “iç işlerine karıştığı gerekçesiyle” ABD’yi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne şikâyet etti. Bu arada ABD’nin yangına benzin dökmek amacıyla yeni bir ticari ambargo başlatarak, İran’ı cendereye alma çabasında olduğu da biliniyor. ABD İran’a karşı hareketlerinde dikkatli olmalı, dünya petrol trafiğinde çok önemli Hürmüz Boğazı kilidinin İran’da olduğunu unutmamalı.
Türkiye yönetimi komşu İran’daki olaylar karşısında tutarlı bir durum sergiledi. Olayların başlangıcında Dışişleri Bakanlığı’nın resmî açıklamasıyla İran yönetiminin yanında yer alındığını duyurması ve sağduyu tavsiyesi yerindeydi. Daha sonra Erdoğan’ın Ruhani ile yaptığı telefon konuşmasında Türkiye’nin desteğini vurgulaması olumlu olmuştur. Çünkü, ABD patentli kumpasın Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getirmeyi planladığı da anlaşılıyor. Gösterilerde bozkurt işareti yapanların görülmesi, ABD’nin İran’da bölücülüğü, İran Azerbaycanı denilen bölgedeki Türkleri ve Türkçülüğü kullanarak tezgâhlamak isteğinin bir göstergesi. Anlaşılan o ki ABD İran’ı hedef alacak bir Türkçülüğün olamayacağını bilmiyor. İranlı Azeri Türkler dün olduğu gibi bugün de İran devletinin yanındadırlar, Türkiye ile gizli bir ilişkileri yoktur ve öyle olması da gerekir. Türkiye bu tür oyunlara karşı daima uyanık olmalı. Bu açıdan bakılınca İran yönetimine verilen Türkiye desteği oldukça önemli.
ABD’nin baş aktör, İsrail ile Suudi Arabistan’ın suç ortakları oldukları İran olayının perde arkasında, Çin’den Batı’ya uzanacak “Bir Kuşak Bir Yol” adlı İpek yolu ekonomik projesini engelleme isteği de yatıyor. ABD’nin Çin ve Pakistan’ın yakınlaşmasından tedirginlik duyması, Afganistan ve Pakistan’da da karışıklık eylemlerine yönelmesi, bu niyetini açığa çıkarıyor. Bütün plan, kurgu, oyun ve suç ortaklarının katkılarına karşın, ABD’nin İran planı ters tepmiştir ve İran’da bir kez daha kaybetmiştir. Bu da oluşturulması gereken Batı Asya Birliği’nin geleceği açısından olumludur.
İran devletinin badireyi atlatıp istikrarı sağlamada gerekeni yaptığı görülüyor. İran’da artık protesto değil, milli birlik gösterileri var. Bu olumlu gelişme Türkiye’nin de çıkarınadır. Yoksa İran devrilecek olsaydı, ABD-İsrail ve Suudi Arabistan’dan oluşan şer üçlüsü bu sefer benzer bir oyunla Türkiye’yi karıştırmaya kalkacaklardı. Çünkü, kendi isteklerine uygun bir Ortadoğu oluşturmanın peşindedirler. Arabistan ve İsrail’in aslında taban tabana zıt olmalarına karşın, Suudi Krallığı iktidarını korumak için onlara parasal destek vermekten, gizli hizmetkârları olmaktan çekinmiyor. İran devleti bu şer üçlüsüne hezimeti tüm ağırlığıyla yaşatmalı, sızabilecekleri bir fitne kanalı bırakmamak için halkıyla arasındaki sorunları anlayışla halletmelidir. İran halkının devletinin yanında yer almış olmasının karşılığı, ekonomik, sosyal ve demokratik koşulların iyileştirilmesi olmalıdır. İran olayı, Türkiye’nin uyanık olması gereğini göstermiştir.
İran’dan ilk karışıklık haberleri gelirken, Ürdün Kralı Abdullah’a karşı Suudi Arabistan’ın, kralın iki kardeşi ve kuzenini kullanarak darbe girişiminde bulunduğu, Ürdün istihbaratının duyumuyla darbenin önlendiği söylentisi ortaya çıkıyordu. Daha sonra Kral Abdullah söylentinin asılsız olduğunu açıkladı. Ancak, darbe girişiminin ve Kral Abdullah’ın açıklamasının ne kadar doğru olduğu bilinmiyor. ABD’nin Truva atı Suudi Arabistan’ın böyle bir girişimi hiç de şaşırtıcı olmaz. Çünkü ABD Kudüs projesi karşısında olan Abdullah’tan hoşnut değil, Ürdün ise sözde İsrail’in vadedilmiş toprakları üzerinde. O nedenle her türlü kumpası kurabilirler.
Bu olaylar, ABD’nin 2018’de Ortadoğu ülkelerinde iç karışıklık ve darbe senaryolarına yöneleceğini göstermekte. 15 Temmuz’da Türkiye’de başarısızlığa uğrayıp açığa çıkan ABD, ülkemize karşı yeni bir oyun deneyebilir. Esad’a terörist yaftası takmak, Erdoğan’ı ABD hedefi olmaktan kurtarmaz. Bu nedenle Türkiye’de yönetim ve halk, FETÖ’cülere, Atlantik cephesi yanlılarına karşı uyanık olmalı. ABD ile müttefiklik özde değil sözde bile olsa, sürdüğü sürece kapınız tehdit ve tehlikelere açık demektir.
Yunanistan’ın megali ideası, yani büyüme ve yayılma siyaseti, dün Küçük Asya dedikleri Anadolu’ya yönelikti, ama Atatürk’ün orduları kılıç artığı Rumlara Smyrna hayallerini söndürmek için İzmir Körfezi’nde zoraki deniz banyosu yaptırınca, kıyılarımızdan uzaklaşmışlardı. Ancak, karasularını genişletmek, oldu bittiler ile ele geçirdikleri Ege adalarına yeni adacıklar ve kayalıklar eklemek, kısacası megali idea siyasetiyle Ege’yi işgal etmek için çabalarını sürdürüyorlar.
Türkiye’nin güvenliği için stratejik kuşak.
Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimiyle birlikte Doğu Akdeniz’i ele geçirme planlarını uygulamaya koymuş bulunuyor. Gerçekleştirilmek istenen öyle bir plan ki, Saros Körfezi’nden İskenderun körfezine kadar uzanan, Ege’deki pek çok adayı ve Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’ı da içine alarak Türkiye’yi sarmalayan stratejik kuşak boyunca ulusal güvenliğimiz için tehdit oluşturuyorlar!
Yunanistan 1829’da bağımsızlığa adım atarken, Ege Denizi diye bir deniz yoktu. Oraya Akdeniz veya Adalar Denizi deniliyordu. Yunanlılar bağımsızlıkla ilk adaları Mora Yarımadası çevresinde edinmişlerdi. Öncelikle bu denizde temel sorun olan 12 Ada’ya bakarsak, aslında 12 Ada denilen adalar grubunda gerçekte 12 ada değil, sadece büyük olanlar varsayılırsa 14 ada, küçükler de hesaba katılırsa, 20’den fazla ada ve adacık bulunuyor. Bu adalara Osmanlı’dan önce Cezayirli korsanlar “Akdeniz Adaları” demişlerdi. 12 Ada denilişi, Osmanlı’nın gayrimüslim bölgelerde uyguladığı yönetim biçiminden kaynaklanmıştır (1).
Bu adaların kaybedilişine gelince, Kızıl Sultan Abdülhamid’in Osmanlı donanmasını felç etmesinden yararlanan İtalya, 1911 yılında Trablusgarp’ın yanısıra adalara da saldırıp işgal etmiş, sadece Meis Adası Osmanlı’da kalmıştı. Bu adaların kaybedilmesinin sorumlusu, kendisine darbe yapabilir korkusuyla donanmayı 30 yıl Haliç’te tutarak çürüten vatan haini Abdülhamit’tir, ne yazık ki cumhuriyet karşıtları onu hâlâ ulu hakan diye yüceltmeye çabalıyorlar, TRT gereksiz dizisiyle yâd etmeye çalışıyor. Abdülhamit, 31 Mart vakasıyla 1909 yılında tahttan indirilerek Selanik’e sürgün edilmiş olsa da tahta oturan Sultan Reşat bir şey yapamıyor, toparlanamayan Osmanlı’da donanmanın olmayışı Akdeniz’de toprak kaybı yaşatıyordu.
18 Ekim 1912’de imzalanan Ouchy (Uşi) Antlaşması’na göre, İtalya 12 Adaları Osmanlı’ya devredecekti. Ancak, donanmanın yokluğunda Yunan işgali kaygısıyla, Balkan Savaşı’nın sonuna kadar İtalyanlarda kalması kararlaştırılmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması, Osmanlı ile İtalya’nın karşı karşıya gelmesi sonucu adalar süresiz İtalya’ya kaldı. Kısacası 12 Ada, AKP çevrelerinin savladığı gibi Lozan’da değil, 1912 yılında İtalyanlara verilmişti. Sevr Antlaşması 12 Ada’yı ve Antalya’nın burnunun dibindeki Meis Adası’nı da İtalya’ya bırakıyordu, Türkiye Sevr Antlaşması’nı Kurtuluş Savaşı ile yırtacak, ama Meis kurtarılamayacaktı!...
Mustafa Kemal Paşa, Yunanı denize döken “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir” emrini denizlerin önemini vurgulayan bilinçle vermişti. Ne yazık ki Kurtuluş Savaşı’nda, hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’nin donanması yoktu. Bu nedenle 12 Ada’ya yönelik bir harekât yapılamamıştır. Lozan’da İsmet Paşa öncelikle Çanakkale Boğazı girişinde Türkiye’ye yakın adaları istedi, diğer adaların da askerden arındırılmasını talep etti. İsmet Paşa adaların Türkiye’ye bağlı özerk yönetime bırakılması alternatifini de önerdi. Ancak Rum nüfus yoğunluğu diye Yunanistan ve İngiltere bu taleplere karşı çıktı.
İsmet Paşa özellikle Gökçeada, Bozcaada, Semadirek, Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya adalarını istiyordu, ama sonuçta Gökçeada, Bozcaada, Tavşan Adaları (Kiklatlar, Çember Adaları) ile Anadolu sahiline üç deniz milinden yakın adalar adacıklar ve kayalıklar alınabilmiştir. Böyle 152 adacık ve kayalık olduğu biliniyor. Adaların askerden ve silahtan arındırılması ise sağlanmıştı.
Sonuçta Lozan Antlaşması’nın 15’inci maddesiyle 12 Ada’ya ilişkin fiili durum kabul edilmek zorunda kalınmıştır. Ancak, daha önce ne İtalya’ya ne de Yunanistan’a bırakılmamış olan ve üstelik Antalya’ya bir deniz milinden daha yakın bulunan Meis Adası, ne yazık ki kaybediliyordu. Meis için alt komisyonda Rıza Nur Bey’in çabasıyla şiddetli çatışmalar yaşanmıştı, ama müttefiklerin bir blok halinde İtalya’ya destek vermesinden ötürü, İsmet Paşa’nın “barış için ağır bir fedakârlık” tanımlamasıyla ada İtalyanlara bırakıldı. O günkü değerlendirmeyle Türkiye, toplam alan büyüklüğü açısından istediği ada topraklarının yarısını almayı başarmıştır.
Yunanlılar Adalar Denizi adını, mitolojide bu sularda intihar ettiği söylenen Kral Aigeus öyküsüyle, Aegaeum-Aegean (Ege) Denizi olarak değiştirip dünyaya lanse ederken, bir yandan da Lozan Antlaşması ile gerek Türkiye ve gerekse Yunanistan için 3 deniz mili olarak belirlenen karasularını, 17 Eylül 1936 tarihli ve tek yanlı bir Kraliyet Kararnamesi’ne dayanarak 6 mile çıkarıyorlardı. Hava kontrol sahasını da daha 1931 yılında 3 milden 10 mile çıkarmışlardı. Yunanistan ile oluşturulan dostluk havasına zarar vermemek siyasetiyle bunlara karşı çıkılmadığı, o dönem sorun da yaşanmadığı biliniyor. Ancak o yıllarda deniz tabanı doğal kaynakları kavramı olmadığı gibi, Türkiye’nin açık denizlere ilişkin politikasının da bulunmadığı anlaşılıyor. Daha sonra tam bir aymazlıkla, 6-21 Haziran 1941 tarihli Birinci Coğrafya Kongresi’nin kararıyla, Ege Denizi adı Türkiye’de de kullanılmaya başlanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonuna doğru 1943 yılında İtalyan lider Mussolini yenilip de İtalya’nın anakarasını koruma derdine düşünce, adaların boşaltılması emrini veriyor, Türkiye’ye “Adaları sizden almıştık, gelin ve alın” çağrısı yapılıyordu. Savaşa bulaşmamak adına Türkiye’nin yanıtı “başkalarının toprağında gözümüz yok” oluyordu. Türkiye reddedince, Adalar Almanlar tarafından işgal ediliyordu. Almanlar da 1945 yılında yenilince, yine adaları geri almamız teklifini yapıyorlardı. Türkiye bu teklife de yanaşmıyordu. Türkiye’nin başkalarının toprağında gözü olmaması politikasına karşın, ata topraklarında miras hakkı vardı. Reddedilen mirasın sıkıntısını Ege’de yaşıyoruz!...
1945 baharında İngilizler, Almanların boşalttıkları adaları İşgale başladılar. Bu fırsatla Rodos’u işgal etmiş olan Yunanlılar İngiltere’ye başvurup, Rum nüfus gerekçesiyle adaları istediler. 12 Ada ile ilgili son kararın verildiği Paris Barış Konferansı’na Türkiye davet olunmasına karşın katılmıyordu. İnönü’nün gerekçesi, “Savaşa girmemiş olan Türkiye’nin savaş sonrası herhangi bir çıkar peşinde olmayacağı” idi. Türkiye’nin bu ilgisizliği sonucu, 12 Ada 1 Şubat 1947 tarihinde Paris Barış Konferansı’nda silahsızlandırılmış olmak koşuluyla Yunanistan’a bırakılıyordu. Mevcut antlaşmalar uluslararası hukuk açısından incelenerek yapılan iddialara göre, bugün için adaların mülkiyetinin değil, kullanım hakkının Yunanistan’da bulunduğu söyleniyor.
Ege’de 12 mil Yunan karasularından geçmeksizin Türkiye’nin açık denize çıkışını engeller.
Paris Barış Konferansı’na katılınmış olsaydı, hiç olmazsa Ege kıyılarına çok yakın adalardan bazıların alınması gerçekleşebilirdi, büyük bir olasılıkla Meis Adası bugün Yunanistan’ın elinde olmazdı. Çünkü yalnızca nüfus dengesinin geçerli olamayacağına ilişkin antlaşma örnekleri vardır. Gereken diplomatik mücadele yapılmadan, denenmeden Paris fırsatının kaçırılmış olduğu görülüyor. Her ne hikmetse, İnönü’nün 1973 yılında vefat ederken adaları sayıkladığı, o tarihli basında yer almıştı.
Türkiye Ege’de 6 millik karasuları uygulamasını Yunanistan’dan 28 yıl sonra 1964’de başlatıyordu. Çünkü, 1960 sonrası adalar nedeniyle taraflar arasında güvenlik, egemenlik, denetim sorunlarıyla anlaşmazlık yaşanmaya başlamıştı. Yunanistan askeri amaçlarla da kullanılabilecek havaalanı ve benzer tesislerini, 1952’de Leros (Ileryoz) adasından başlayarak adalar üzerinde de kuruyordu.
25 Aralık 1973’de hayata gözlerini kapayan İnönü’nün ölüm döşeğinde, “12 Ada” diye sayıklamasının nedenine gelince, 1970’li yıllarda Yunanistan Ege kıta sahanlığının tamamına yakınını kendisine ait görerek, yabancı şirketlere petrol arama izni vermeye başlamıştı. Türkiye ise kıta sahanlığının Ege Denizi’nin en derin noktalarından geçen hatta göre sınırlandırılabileceği teziyle, 1 Kasım 1973’de TPAO’ya Anadolu’nun doğal uzantısı olan kıta sahanlığı üzerinde, Yunan adalarının batısında arama ruhsatı vermiş, iki ülke arasındaki gerginlik had safhaya çıkmıştı. İşte yaşanan bu sorun İsmet Paşa’ya ölüm döşeğinde 12 Ada’yı çağrıştırmış görünüyor.
Yunanistan 7 Şubat 1974 notasıyla Türkiye’yi protesto edince, iki ülke arasındaki gerginlik neredeyse çatışma sürecine itilmişti. Albaylar Cuntası yönetiminde olan ve Batılıların yardımıyla fırsat yakalamaya alışmış olan Yunanistan, Albaylar Cuntası yönetimiyle yalnızlaştığı gibi, Türkiye ile çatışmaya da cesareti edemiyordu. Bu sıra Kıbrıs’a darbe ile el koymaya kalkıştı, ama Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile tam bir hezimete uğradı.
Yunanistan Ege sorununu, Ağustos 1976’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve Uluslararası Adalet Divanı’na götürdü. Adalet Divanı önce Yunanistan’ın ihtiyati tedbir talebini 11 Eylül 1976’da reddetti. Üç yıl sonra ise Ocak 1979’da Ege Denizi Kıta Sahanlığı konusunda yetkisiz olduğuna karar verdi. Kasım 1976’da Bern’de taraflar kıta sahanlığı görüşmelerine ilişkin kuralları belirlemişlerdi. Ancak, Yunanistan daha sonra Bern mutabakatını tanımadığını açıkladı. Mart 1987’den sonra da kendisine ait varsaydığı kıta sahanlığı üzerinde petrol arama ruhsatları verdi. Karşılık olarak Türkiye 25 Mart 1987’de Yunan adaları çevresinde kıta sahanlığı üzerinde petrol arayacağını açıkladı. Silahlı çatışma olasılığı yine artmıştı, ama ABD’nin müdahalesiyle taraflar 27 Mart 1987’de mevcut karasuları dışına çıkmayacaklarını açıkladılar.
Yunanistan rahat durmuyordu, bir yandan da karasularını 12 mile çıkarma çabasına girişti. Karasularının 12 mil olabileceği kuralı Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku sözleşmesinin 3’üncü maddesinde yer almakla beraber, açık denizler dışında adalık alanlarda uygulamanın sınırlamasına ilişkin istisnalar ve örnekler vardır. Deniz Hukuku Sözleşmesi bu hakkın kötüye kullanamayacağını da vurgulamaktadır. Yunanistan’ın bu girişimine karşı Türkiye, 1976’da Yunanistan’ın karasularını 6 milin üzerine çıkarmasının hiçbir zaman kabul edilmeyeceğini ve böyle bir uygulamanın savaş nedeni (uluslararası ifadeyle “casus belli”) sayılacağı açıklamıştır.
Ege’de Yunanistan’ın 10 millik hava sahası uygulaması var. Hatta Avrupa Birliği’nin tek hava sahası uygulamasını da kendi lehine yorumlamakta. Türkiye’nin kıta sahanlığı üzerinde olsa da 10 ilâ 6 mil arasındaki bölgeye giren savaş uçaklarını, Yunanistan hava sahasının ihlâl edildiği savıyla protesto ediyor, arada bir havada savaş uçakları arasında it dalaşı yaşanıyor.
1996 yılında Kardak kayalıkları krizi, Türkiye’nin karşı önlemiyle Yunanistan’a yeni bir hezimet yaşatıyordu, ama bu olay Yunanistan’ın Ege’deki küçük ada, adacık ve kayalıklara el koyma niyetini açığa vuruyordu. Kardak kayalıklarına Türk bayrağı çeken SAT komandolarının unutulmaz operasyonun devamı sonraki yıllarda getirilememiş, küçük adaların işgaliyle sorunun boyutları çatışmayı ateşleyecek duruma ulaşmıştır.
Yunanistan 2002 yılından bu yana, Ege ‘de Türkiye’ye ait 18 küçük adaya el koymaktan geri kalmadı. AKP Hükümeti ise bu gelişmeye gereken karşılığı veremeyerek seyirci kaldı. Kara sularımız ve egemenlik sınırlarımız içinde bulunan, ancak Türkiye tarafından iskân edilmemiş 18 küçük ada ya da adacık işgal edilmiş bulunuyor. İzmir’in Koyun Adası, Muğla’nın Keçi Adası ve Kalolimnoz Adası, Aydın’ın Bulamaç Adası ve Eşek Adası ile diğerleri bunlar arasında. Böyle 18 ada 2002’de Türkiye’nin toprağı sayılıyordu, Rumlar oturmuyordu. Bugün Türkiye’den koparılmış gibi!...
Türkiye adalarına konuşlandırılmış Yunan askeri üsleri, altı kara, iki deniz ve iki helikopter üssü 2004 yılından bu yana kullanılıyor ve güvenliğimize tehdit oluşturuyor.
İşgal ettikleri adalarımızı, son 13 yılda kurdukları kiliselerin çan sesleriyle çınlatıyorlar. 10 adada toplam 4 bin askeri barındıran üs kurmuşlardı, şimdi üs ve asker sayısını artırma çabasına giriştiler. Yunan Cumhurbaşkanı Pavlopulos Aydın ilimize ait Bulamaç ve Eşek adalarındaki Yunan askeri üslerini ziyaret ederek dostlukla bağdaşmayan tahriklerde bulunabildi, Cumhurbaşkanı Erdoğan yanıt vermedi. Zaten 15 yıllık AKP iktidarı bu işgal karşısında anlaşılmaz şekilde sessiz ve hatta hoşgörülü. Türkiye’de medya deşmeye başlayınca, AKP sözcülerinin “adalarda sorun yok” açıklamaları yapmaları anlaşılır gibi değil…
Lozan Antlaşması’na taraf olan İngiltere’nin 1939 ve 1943 yıllarında yayınladığı haritalarda bile, işgal altındaki adalarımızın Türk egemenliği altında olduğu açıkça gösteriliyor. Hatta ABD’nin 1951 ve 1957 yıllarında yayınladığı 12 Ada deniz sınırı (6 deniz mili esasına göre) aynı gerçeği yansıtıyor. Her nedense, Türkiye bir notayla Yunanistan’ı uyarıp adaların boşaltılmasını istemiyor, askeri önlem almıyor. Adanın küçüklüğü, hatta kayalık oluşu onun önemini azaltmaz, çünkü onlar mavi vatanın terk edilemez birer parçasıdırlar. Kaldı ki Yunanlılar tesisler kurmuş bulunuyorlar.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, TBMM’de yaptığı açıklamada, Ege’de birbiriyle bağlantılı bir dizi sorun bulunduğunu vurgulayarak, “Ege’de bazı adacık ve kayalıkların aidiyeti ve bununla bağlantılı olarak Türkiye-Yunanistan arasında geçerli bir uluslararası anlaşmayla tespit edilmiş deniz sınırlarının bulunmaması da bu sorunlar arasında yer almaktadır. Ege meseleleri Yunanistan ile aramızda mevcut diyalog kanalları çerçevesinde tüm yönleriyle ele alınmaktadır” demiştir. Nasıl ele alındığı meçhul…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz. Aralık ayında gerçekleştirdiği Yunanistan ziyaretinde, Ege adalarını hiç gündeme getirmemiş, yalnızca Batı Trakya’da müftü ataması sorunuyla, Lozan’ın güncellenmesi gerektiğini söylemiştir. Oysa, Lozan’ın güncellenmesine gerek olmayıp, müftü atama sorunu antlaşmayı Yunanistan’ın uygulamamasından kaynaklanmaktadır. Yunanistan ile aramızdaki en büyük sorun adalar sorunudur. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP yönetiminin umursamaz görünümlü anlaşılmaz bu tutumuna karşın, NATO ve AB bağlılığında birbiriyle yarışan muhalefet partileri bile önümüzdeki seçimde iktidara gelip 18 adayı alma taahhüdünde bulunuyorlar. Çünkü Türk halkı bir karış toprağını bile kaptırmak istemez.
Erdoğan’ın adalar sorununa değinmemesinden cesaret bulan Yunanistan Başbakanı Çipras ve Savunma Bakanı Kammenos, önceden medyada ilan ederek, iki gün önce 6 Ocak’ta Kalimnos (Kelemez- Kilimli) Adası’na gidip, daha sonra Türkiye’ye ait işgal altındaki Keçi Adası’na geçtiler. Çipras bölgeyi “AB’nin doğu sınırı” diye niteleyerek, Türkiye’nin karşısına AB’yi çıkarma niyetini gösteriyordu. Bir de küstahça “Komşularımız bilsin, egemenlik haklarımızı korumaya kararlıyız” diyordu. Kardak kayalıkları çevresine gidecekleri de duyurulmuştu, ama bir savaş gemimizin, bir hücum botumuzla üç sahil güvenlik botumuzun kayalıklar çevresinde nöbet tuttuğunu görünce buna cesaret edemediler. Yunanistan’a haksız ada işgali için önce diplomatik notanın verilmesi, ardından gerekli askeri önlemlerin alınması gerekiyor. Küstah Çipras’a Türkiye’nin egemenlik haklarına haksız saldırının dersi verilmeli, haddi bildirilmeli…
1958 tarihli Cenevre Deniz Hukuku Sözleşmesinde “Kıta Sahanlığı” esas alınıyordu. Kıta sahanlığıyla bağlantılı ekonomik çıkarların yeterli görülmemesi üzerine, şimdi onun yerini çok daha geniş bir alanı ifade eden “Münhasır Ekonomik Bölge” almış bulunuyor. 1960 sonrasında geliştirilmeye başlanan ve 1982 yılında Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne giren Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) “İngilizce Exclusive Economic Zone (EEZ)”, kara sularına bitişik kıta sahanlığından öte kıta yamacı, kıta yükselimi ve derin deniz yatağını aşan, açık denizde ana karadan 200 mil öteye uzanabilen kara sularına bitişik deniz alanını kapsamaktadır.
Özellikle ekonomik ve hukuksal bir anlama sahip olan münhasır ekonomik bölge kavramı, kıta sahanlığı kavramına göre daha geniş bir uygulama alanı içermektedir. Bu nedenle ülkeler genelde, kıta sahanlığı yerine münhasır ekonomik bölge kavramı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Söz konusu bölgede deniz yatağına ilişkin canlı ve cansız doğal kaynakların araştırılması, muhafazası, işletilmesi, korunması ve idaresine ilişkin kıyı devletine ekonomik haklar, yetkiler tanıması bu yoğunlaşmanın nedenidir (2).
Türkiye karasularının genişliği, adalar sorunu gibi nedenlerle, başlangıçta Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesine taraf olmamıştır. Ancak, sözleşmeye göre bir kıyı devletinin münhasır ekonomik bölge hakkını kullanabilmesi için taraf olmasına gerek yoktur, sadece bölgesini ilan etmesi yeterlidir. Bölge ilanında 200 mil açıklığı her zaman kullanılabilir değildir. Sahilleri bitişik veya karşı karşıya olan devletler arasında münhasır ekonomik bölge sınırlandırmasını hakkaniyete uygun çözüme ulaştırmak amacıyla, Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nde belirtilen şekilde uluslararası hukuka uygun anlaşma yapılacaktır. Uyuşmazlığın çözümü için getirilmiş müeyyideler bulunmaktadır. Türkiye’nin sadece Karadeniz’de 1986 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla ilan edilmiş münhasır ekonomik bölgesi vardır, ama uzun kıyı şeridinin bulunduğu Ege ve Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge ilanı yoktur.
Türkiye münhasır ekonomik bölge gerginliğini, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Doğu Akdeniz’deki tecavüzkâr tutumuyla 2003’den beri yaşamaya başladı. Doğu Akdeniz’de petrol ve doğalgaz hidrokarbon yataklarının bulunduğunun anlaşılması üzerine Rumlar Kıbrıs’ın güneyinde, ama batıya uzantısıyla Türkiye’nin Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölgesine tecavüz eder biçimde münhasır ekonomik bölge belirlemeye kalkıştılar. İlk olarak 2003’de Mısır’la, ardından 2007’de Lübnan’la ve 2010’da da İsrail ile denizde ekonomik münhasır bölge sınırlarını çizmek için Türkiye’nin karşı çıktığı anlaşmalar yaptılar. Daha sonra bu bölgeyi parselleyerek, yabancı şirketlere arama ruhsatları verdiler. Afrodit adını verdikleri 12 no.lu parselde 2011 yılı sonunda doğalgaz bulgusuna ulaştılar.
Şimdi Türkiye’nin Mısır ile arasında olması gereken münhasır ekonomik bölge sınırı üzerinde, Türkiye kesimine tecavüz eden 6 no.lu Kalypso (Kalipso) adlı parselde sondaja kalkışmalarıyla yeni bir gerginlik yaşanıyor. Bu parsel T.C. Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün 2007 yılında TPAO’ya verdiği TPO/XVI/A no.lu arama ruhsatıyla çakışıyor. Rumların bu parselde İtalyan ENI ve Fransız Total şirketine yaptırmaya kalkıştıkları sondajı, Türk savaş gemileri izliyor. Rumlar yabancı şirketlerin arkasına sığınıyorlar ve “Türkler taciz ediyor” yaygarasına sarılıyorlar. Kaldı ki bu bölgede Yunanistan ve İsrail ile ortak hava tatbikatı yapmaya kalkıştıklarında, Türkiye’nin havacılara ihtar niteliğindeki bildirisi olan NOTAM’larıyla yaptığı uyarıları algılamamış görünüyorlar. Geçen yıl bu sularda bir Fransız savaş gemisini gözdağı verircesine dolaştırmışlardı. Pek tabii sözde NATO müttefiki(!) Fransızların gözdağı için bölgeye firkateyn gönderme küstahlığı, emperyalizmin çirkin yüzünü göstermesidir.
T.C. Dışişleri Bakanlığı 29 Aralık 2017 tarihli açıklamasında, TPAO’nun 6 no.lu parsele çakışık ruhsatını dile getirmeden, Kuzey Kıbrıs Türk tarafının hakkını savunarak şöyle diyordu: “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Ada’nın ortak sahibi olan Kıbrıs Türklerinin doğal kaynaklar üzerindeki haklarını hiçe sayarak, Doğu Akdeniz’de tek taraflı hidrokarbon faaliyetlerini sürdürmektedir. Bu bağlamda son olarak, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin sözde münhasır ekonomik bölgesinde verdiği ruhsatlar çerçevesinde 6 numaralı parsele bir sondaj gemisi intikal etmiş olup, çalışma için hazırlıklara başlamıştır. Kıbrıs’ta adil ve kalıcı kapsamlı bir çözümün henüz tesis edilmemiş olduğu bir ortamda, Kıbrıs Rum tarafının Ada’nın yegâne sahibi gibi davranmakta ısrar ederek tek taraflı hidrokarbon faaliyetlerine devam etmesi kabul edilemez bir durumdur. Bu konuda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı tarafından 29 Aralık 2017 tarihinde yapılan açıklamayı destekliyor, Kıbrıs Türk tarafının haklı kaygı ve infialini paylaşıyoruz”. Muhtıra niteliği taşıyan bu açıklama, sadece Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Dışişlerinin açıklamasını desteklemekle kalmamalı, 6 no.lu parselin Türkiye münhasır ekonomik bölgesine tecavüz ettiğini, TPAO’ya verilen arama ruhsatıyla da çakıştığı vurgulayarak, doğacak sonuca katlanmaları gerektiği uyarısını yapmalıydı!
Güney Kıbrıs’ın Türkiye’nin münhasır ekonomik bölgesine (sınırları kırmızı çizili alana) tecavüz eden münhasır ekonomik bölgesi ve bugün gerginlik yaşanan 6 no.lu kalipso parseli.
Bu arada ilk Türk sondaj gemisi bölgeye girmeye hazırlanıyor. Daha önce sismik arama çalışmalarını tamamlayan Türkiye, kendi parsellerinde sondaj aşamasına gelmiş bulunuyor. TPAO’nun Deepsea Metrro-2 isimli (3) sondaj gemisinin yılın ilk aylarında bölgede çalışmaya başlaması bekleniyor. Bunu gören Rumlar, haksız olarak el koymaya kalkıştıkları ve Kıbrıs münhasır ekonomik bölgesi olarak ilan ettikleri tartışmalı alana “Türkler gelirse ne yaparız?” arayışı ve telaşı içindeler. Rum Dışişleri Bakanı Kasulidis, Türk sondaj gemisinin sondaja başlaması halinde, sonuç ne olacak, hangi emrivakiler ve hangi hukuki etkiler oluşacak arayışı içinde olduklarını basına açıklarken, “Türkiye sınırı aşarsa ne Kıbrıs-Avrupa Birliği ortak dış politikası, ne de komşu devletlerle işbirliklerimiz bizi koruyabilir. Böyle bir durumda Birleşmiş Milletlere şikâyete gideriz” diye stratejilerini açıklıyordu.
Her zaman için oldu bitti fırsatlarıyla bir şeyler kapmaya alışmış Rumlar, olur da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Birleşik Kıbrıs Federasyonu oluşturabilirsek diye, Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgesine adanın kuzeyindeki Akdeniz bölümünü de katarak büyüme hayallerini sürdürüyorlar, bu bölgeyi bile akıllarına göre parselleyerek haritalamış bulunuyorlar. Amaçları Türkiye’yi Antalya ve İskenderun körfezlerinin dışına çıkamaz hale getirmek.
Kıbrıslı Rumlar bu oyunları oynarken, soydaşları Yunanlı Rumlar Ege’yi Yunan Denizi yapma planını uygulama çabasında. Önce Akdeniz’in güneyinde, Adriyatik Denizi’nin uzantısı İyon Denizi’nde münhasır ekonomik bölge ilan etme hazırlığında oldukları basına yansıdı. Planları, ardından Ege Denizi’nde münhasır ekonomik bölge ilan etmek. Niyetlerini Yunan Savunma Bakanı vekili açıklamış bulunuyor. Yunanistan Dışişleri Bakanı da karasularında egemenlik bölgesini kademeli genişletme planlarından söz ediyor. Açıklamalarıyla Türkiye’yi test etmek istiyorlar, “Türkiye acaba nasıl tepki gösterecek?” arayışındalar.
Bu açıklamalara karşı Türkiye Dışişleri çevreleri maalesef şu ana kadar sessiz. Oysa, Ankara’nın uyanık olması ve mutlaka cevap vermesi gerekiyor. Ege’de statükonun bozulması çok ciddi güvenlik ve ekonomik sorunları beraberinde getirir. Her şeyden önce Atina’nın uzlaşmaya gerek duymaksızın tek taraflı münhasır ekonomik bölge ilan etmesi, karasularını 12 mile çıkarması uluslararası hukuka ve Lozan Antlaşmasına aykırı olacaktır. 18 ada işgali karşısında Türkiye’nin sessizliği onları umutlandırmış olabilir, ama böyle bir münhasır ekonomik bölge ilanına ve Yunanistan karasularının 12 mile çıkarılmasına sessiz kalınması beklenmemeli. 12 mil konusunu kırmızı çizgi olarak ilan eden Türkiye, bu gelişmeye razı olamaz. Dolayısıyla savaş nedeni oluşturacak böyle bir gelişmenin vuku bulmaması için Yunanistan uyarılmalıdır. Ege’de münhasır ekonomik bölgenin ancak ikili görüşmelerle tescillenebileceğini bilmeliler.
Burada bir de Yunanistan’ın ekonomik münhasır bölge sınırlarından ne beklediğine bakmak gerekiyor. Yunanlılar ve Kıbrıslı Rumlar Avrupa Birliği Bölgesel Danışma Konseyleri (Regional Advisory Councils European Union “CFP”) tarafından hazırlanan, Ege ve Akdeniz’de yetki alanlarını gösteren haritayı, ekonomik münhasır bölge paylaşım haritasıymış gibi varsayarak, Türkiye’yi sahillerine hapsetmeye çalışıyorlar. Bu doğrultuda yıllar öncesinde hazırladıkları sözde bilimsel ve hukuksal haritaları var. Hakkaniyetle bağdaşmayan talepleri; Ege Denizi’nin neredeyse tümünü almak, Doğu Akdeniz’de ise Türkiye’nin 145 000 km karelik bölgesini 41 000 km kareye düşürmek niyetini içeriyor. Bu plana göre yüzölçümü 7,3 km kare olan Meis Adası, Türkiye’ye 58,7 km kare münhasır ekonomik bölge kaybettirecek görünüyor. 33, 67 km karelik bir ekonomik bölge kaybı da Kıbrıs’ta Rumların arzuladığı federasyon gerçekleşirse oluşacak. Yunanistan son yıllarda Türkiye’nin bir zafiyet anını yakalayarak tek taraflı ekonomik münhasır bölge ilân etme beklentisinde.
Elindeki adalara dayanarak, Türkiye’yi denizlerden yoksun bırakmak isteyen Yunanistan, 12 adaya ilişkin tarihi ve hukuki sorunları da görmezden geliyor. Bir yandan münhasır ekonomik bölge ilanına hazırlanıyor, ama Akdeniz’deki en büyük adası olan Girit Adası üzerinde Türkiye’nin hak iddia edebileceğini göremiyor. Girit üzerinde Yunanistan’ın mülkiyeti tartışmalı. Hatta Girit ile ilgili antlaşmalara göre, adanın dörtte üçünün ve çevresindeki 14 adacığın Türkiye’ye ait olduğu iddiası var. (4) Bu tez, ilgili antlaşma metinlerindeki ifadelere göre tutarlı bir iddia. Türkiye’nin hakkı bulunan Girit’in üzerinde şimdi, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin satın alıp da Türkiye’nin karşı çıkmasıyla Kıbrıs’a konuşlandıramadığı, Yunanistan’a devrettiği ve Türkiye’yi hedef alan Rus yapımı S-300 füze sistemi bulunuyor.
İşte Rumların Türkiye’yi Ege ve Doğu Akdeniz’den silme hayalleri.
Ege ve Doğu Akdeniz’e el koymaya kalkarken, kaybedecekleri adaların olabileceğini düşünmeleri gerekiyor! Avrupa devletlerini arkalarına alarak Osmanlı’dan bir şeyler koparma dönemi tarih oldu. 1922’de ordularının Ege’ye dökülüşünü, 1974 Kıbrıs yenilgisini, hatta 1996’da Kardak’tan arkalarına bakarak çekildiklerini unutmamalılar. Türkiye güneydoğu sorunuyla uğraşırken, Kuzey Irak’ta, Suriye’de teröristlerle boğuşurken buralara bakamaz yanılgısına kapılmamalılar. Türk Silahlı Kuvvetleri, göz koydukları deniz alanlarında onları boğacak güçtedir. Ne ABD ve ne de üyesi oldukları AB onları kurtarabilir. Yeter ki siyasi irade doğru karar verip, gereken adımı atabilsin!
Yunanlıların ve Kıbrıs Rumlarının münhasır ekonomik bölge istekleri kabul olunamaz. Bu tavizi verecek Türk hükümeti düşünülemez, kazara vermeye kalkacak hükümetin Damat Ferit kabinesinden farkı kalmaz ve iktidarını sürdüremez. Öte yandan bu sorun, savaş gemilerinin boy göstermesine dayalı gambot diplomasisi, karşılıklı notalar verilmesi, savaş uçaklarının it dalaşları ve NOTAM’larla çözümlenebilecek bir sorun da değildir. Türkiye, diplomasinin gereklerini yerine getirerek, gerekli askeri önlemleri alarak, gerek Ege’de gerekse Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuka göre hakkaniyetle hak iddia ettiği alanları kapsayacak biçimde münhasır ekonomik bölge ilanını daha fazla geciktirmeden yapmalıdır. Yunanlıların ve Kıbrıslı Rumların itirazlarına karşı gereği elbette yapılır. Bu stratejinin karşıtı olarak bekleyelim, yapabilirlerse onlar münhasır ekonomik bölgelerini ilan etsinler, biz savunmada olalım stratejisi, üç tarafı denizlerle çevrili ülkemize denizlerini kaybettirir.
Yunan akademisyenlerin hazırladıkları münhasır ekonomik bölge haritası.
Türkiye’nin karşısında yukarıda ayrıntılı biçimde irdelenen ciddi dış tehditler olduğu kuşkusuz. Bu tehditlere karşı koyabilmek, dik durabilmek, yabancı güçlere fırsat tanımamak; Türkiye’nin çıkarı için birlik ve beraberliği, siyasal istikrarı, ekonominin güçlü olmasını gerektiriyor, ama bu konularda ne yazık ki açmazlar var!... ABD’nin oğul Bush yönetiminde ikinci Irak hareketine karşı Türkiye’nin ulusalcı duruşunu kırmak adına, ABD destekli projeyle iktidara gelen AKP, bugün ABD’ye karşı tutum almış olsa da yapılması gerekeni yapamıyor. Zamanında “kubura süpürülünceye kadar kullanılma” önerisine karşı çıkmayıp içine sindirebilenlerin bunu yapamaması elbette şaşırtıcı olmamalı…
17-25 Aralık operasyonlarının ardından 15 Temmuz darbe girişimi AKP’nin gözünü açtı, Türkiye’ye de hangi blokta yer alması gerektiğini gösterdi. Batı’nın itilen kakılan üyesi bir Türkiye olmak yerine, Batı Asya ve Avrasya’da yıldız olabilecek bir Türkiye seçeneği ortaya çıktı. Rusya, İran ve Çin ile geliştirilen ilişkilerin, Şanghay İşbirliği diyaloğunun Türkiye’yi Batı karşısında güçlendireceği de görüldü.
Bu siteye koyduğumuz 29 Kasım 2016 tarihli ilk yazımızın üzerinden 13 ayı aşkın zaman geçti. O “Arayış ve Gündem” makalemiz, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Haklı İstemi: Şanghay İşbirliği Örgütü’ne Tam Üye Olmalıyız” başlığını taşıyordu. Erdoğan 18 Kasım’da Pakistan’dan dönerken uçakta açıklama yapıyor, Türkiye’nin Şanghay Örgütün'de yer almasının çok rahat hareket etmesini sağlayacağını söylüyordu.(http://www.ultanirplatformu.com/29-11-2016.html#kasim-29-2016). Cumhurbaşkanı haklıydı, ama geçen 13 ayda bu yönde gereken ilk adım olsun atılabildi mi?
Halkın 15 Temmuz sonrası Cumhurbaşkanının arkasında oluşan bütünlüğünü bozan Başkanlık/Cumhurbaşkanlığı yönetim değişikliği yerine, Türkiye’yi Şanghay’a taşıyacak adım atılabilseydi, Türkiye’nin gücü de Batı’daki saygınlığı da artacaktı! Öte yandan, Türkiye gücünü demokratik işlerliği olan parlamenter sistemden alıyordu. Aldatılmalara, yanılgılara açık tek adam yönetimi Türkiye için risktir.
Metal yorgunluğu içindeki iktidar partisi 2018 yılı içinde toparlanabilecek mi? Bir mühendis olarak hatırlatalım, metal yorgunluğuna düşen parçanın onarılması teknik olarak olanaklı değildir, değiştirilmesi gerekir, o yorgun parça hurdaya çıkarılarak metal kazanına atılıp ergitilir. Bu mühendislik ifadesinin siyasete uyarlanması çok kolay, ama onu biz yapmayalım da okuyucumuza bırakalım…
İktidarın zafiyetine karşın, Türkiye’de başta ana muhalefet olmak üzere parlamentodaki muhalefetin de umut verici olmaması, en büyük açmazı oluşturuyor. Bugün için seçim barajının üzerinde görünen muhalefet partileri ABD, NATO ve AB yanlılığında kim daha iyi(!) yarışında. Daha dünkü İran kalkışmasını bile doğru okuyamayan, Trumpvari bir tutumla İranlı isyancıları destekleyen demeç veren ana muhalefetten ne beklenir ki?
Türkiye’nin ABD, NATO ve AB ile ilişkileri artık kaldığı noktadan devam edemez, bir daha eskiye dönülemeyecek şekilde kopmalar olmuştur. Bunu anlamayanlar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Fransa ziyareti için “Macron ile Erdoğan Esed konusunda aynı fikirde” diye haber yapıyorlar. Böyle bir fikir birliği Türkiye’ye ne yarar sağlar ki? Olsa olsa emperyalist Fransa’nın Suriye planına destek olur! Fransa’dan uçak alındı, ama Macron, Türkiye’nin AB ilişkisini eski rayına sokamaz. Fransa-İtalya ile yapılan füze savunma sistemi anlaşması NATO’dan çıkmak gerekirken gerekli miydi? Batı ile ilişkilerde dikkatli olunmalı. Artık ne Atlantik yakası ve onun sözünden çıkamayan Batı Türkiye’yi içine sindirebilir, ne de Türkiye onları. Bu açıdan bakınca, başta TÜSİAD olmak üzere büyük sermayenin Batı kulluğu özlem ve arayışları da boşunadır!...
Türkiye’de siyasetin yeniden yapılanmasına gerek var, ama öncelikle bukalemun gibi görüntülerini değiştirmiş FETÖ yanlısı siyasetçilerin bugünkü iktidar partisinden de muhalefet partilerinden de temizlenmesi gerekir. Seçim sistemi yenilenerek, seçim barajı düzenlenerek, yeni oluşumlara olanak tanınmalıdır. Açmazları aşmak istiyorsak, bunları yapmalıyız. Yoksa 2019 seçimi ya da bu yıl yapılacak bir erken seçim Türkiye’yi düzlüğe çıkaramayacak, sorunları daha da ağırlaştıracak, Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen dış düşmanlarımızı sevindirecektir!
Türkiye ekonomisi ne yazık ki çok sorunlu. Yabancı sıcak para ile döndürülmek istenen ekonomik çark, o potansiyel yeterli olmadığı için artık dönemeyecek durumda. İthal edip tüketen Türkiye yerine, üretip ihraç eden bir Türkiye ekonomisi oluşturulmak zorunda. Güçlü üretim ekonomisi hedefimiz olmalı. Artık çift haneli rakamlarla ifade olunan enflasyon belası da böyle defedilebilir. Türkiye’nin beyin ve emek açısından gereken insan gücü, doğal kaynakları, hatta tasarrufunun yetersizliğine karşın yerli sermayesi üretim ekonomisinin marşına basmak için yeterlidir. Tabii yeni bir ulusal ekonomik gelişme planı çerçevesinde bunu yapmak koşuluyla.
2018 yılına dış tehditler, sorunlar ve açmazlarla girdik. Tehlikeleri görmek ve bilmek, tehlikeleri yaşamamak için zorunludur. Dileriz tehlikeler gerçekleşmez. Ancak, karamsar olmak için de hiçbir neden yok. Türk milletinin gücü, potansiyeli tehditleri bertaraf etmek, sorunları çözmek, açmazları gidermek için yeterlidir. Olanaklarımızın en az olduğu zamanda yedi düvele karşı Kurtuluş Savaşıyla baş etmiş Türkiye, bugünkü sorunların üstesinden elbette gelecektir. Diyeceksiniz ki, o gün lider olarak bu milletin Atası Mustafa Kemal Paşa vardı, bugün kim var? Onu da 2018 yılında çok düşünerek, çok tartışarak 2019 yılında ya da bu yıl içinde seçeceğiz! İşte mesele bu…
--o--
(1) On ikili denen bu sisteme göre, her 10 hane birer temsilci çıkarır ve bu temsilciler de aralarında bölgeyi yönetecek “12 kişilik İhtiyar Heyeti” seçerlerdi. Bu on ikili ada sistemi, önce aynen Yunanca’ya, daha sonra birebir diğer Batı dillerine de geçmiştir. 12 üyeli meclisle yönetilen adalar anlamındadır.
(2) Deniz yatağı üzerindeki sularda, deniz yataklarında ve bunların toprak altında canlı ve cansız doğal kaynakların (petrol ve doğalgaz gibi hidrokarbonların ve minerallerin) doğal kaynakların aranması işletilmesi, korunması ve yönetimi üzerinde, aynı şekilde yenilenebilir deniz enerji kaynaklarından enerji üretimi, yapay adalar, tesisler kurulması ve bunların kullanılması, deniz alanının çevresel korunması gibi konularda kıyı devletine egemen haklar ve yetkiler tanımaktadır.
(3) Türk kamu şirketi TPAO’nun derin deniz sondaj gemisinin adının neden Türkçe konulmadığı ayrı bir tartışma konusudur.
(4) Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri Ümit Yalım: Girit Adası’nın dörtte üçü Türkiye’ye aittir, Saygı Öztürk imzalı haber, Sözcü gazetesi, 07.12.2017.