EKOENERJİ Sayı 35• Ağustos 2009 Aylık Siyasi Ekonomi-Politik Enerji Dergisi GÜNDEMTürkiye aydınlığa tekrar ne zaman çıkacak?Prof. Dr. MustEKOENERJİ Sayı 35• Ağustos 2009

Aylık Siyasi Ekonomi-Politik Enerji Dergisi

_____________________________________________________________________

GÜNDEM

 

Bu Türkiye Atatürk Türkiyesi mi?

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR

EkoENERJİ Genel Yönetmeni

 

29.11.2009

 

Geçen ay “Gündem” köşemizde, “Yeni bir Cumhuriyete doğru mu?” diye sormuştum. Bu ay, Batılıların buna benzer soru ve görüşleriyle başlamak istiyorum. Ortadoğu uzmanı Patrick Seale, 4 Kasım’da The New York Times’da yayınlanan “Türkiye’nin Yükselişi ve Yükselişi” (The Rise and Rise of Turkey) başlıklı makalesinde, Türkiye’nin değişen dış politikasını değerlendiriyor, Türkiye’nin nüfuzunu diplomasi ile yaydığını söylüyor ve “Türkiye kuralları yeniden yazıyor” diyordu. Buna karşın The Wall Street Journal’da bir başka Ortadoğu uzmanı David Schenker, “Türkiye’siz bir NATO mu?” (A NATO Without Turkey?) sorusuna yanıt arıyordu. “Ankara’nın İslâmî hükümeti Batı ittifakından yüzünü çeviriyor” diyen Schenker, Ortadoğu’ya ve İran’a yönelmiş Türkiye’nin NATO ilişkilerini irdeliyordu. “Türkiye’nin NATO’dan çıkarılması gerektiğini söylemek için çok erken, ama 2014’de NATO’nun sahip olacağı yeni jenerasyon savaş uçakları teknolojisi gibi üst düzey teknolojiler konusunda Ankara’ya güvenilip güvenilmeyeceği belli değil” diyordu. Schenker İslâmcı hükümetin lâik kesime karşı davranışına da değiniyor, “Ankara’daki dramatik politika değişikliği NATO’nun temelini oluşturan değerlerle uyumsuz gözüküyor” yargısına varıyordu.

 

27 Kasım’da The New York Times’da Alastair Crooke imzalı, “Türkiye’nin Değişen Diplomasisi” (Turkey’s Shifting Diplomacy) başlıklı yazıda, Türkiye’nin İslâmî Rönesans yaşadığı anlatılıyordu. Bir İngiliz haber ajansı muhabiri olan Crooke, “Türkiye, ABD ile sıkı deli gömleği benzeri ittifaktan silkindi, AB üyeliğine ilgisiz hâle geldi, Ortadoğu’ya ve Asya’ya yöneldi” saptamasını yapıyor, “İslâmî Rönesansı başarıyla tamamlarsa, Ortadoğu’da üstün güç olarak yükselen İran’ın yerini alır” görüşünü savunuyordu. Türkiye ile İran’ın bölgede tarih boyu rekabeti vardır, ama şimdi soruyorum; Atatürk Türkiyesi’nin hedefi, Ortadoğu ülkesi olmak ve İran’ın yerini almak mı? Yedi sene öncesine kadar, biz kendimizi Avrupa Birliği’nin gelişmiş Akdeniz ülkeleri ile kıyaslardık. Plânlı Kalkınmaya başladığımız 1960 sonrasında, ilk üç kalkınma plânıyla İtalya’nın düzeyini yakalamayı hedefleyerek yola çıkmıştık.

 

Bölgesel etkinlik kurmak gerekli, ama o başka iş, Ortadoğu ülkesi niteliğine indirgenmek başka. NATO da, Avrupa Birliği de, hangi Batı ittifakı olursa olsun, aralarında kimliği dinci bir ülke istemezler. Bugünkü Türkiye’nin yöneticileri dünyanın en etkili Müslümanları listesinde ön sıralarda. Lâikliği sözde olmaya indirgeyerek, sulandırarak, Batı’da kendinize yer bulamazsınız, muasır medeniyet (çağdaş uygarlık) düzeyini yakalayamaz, teokrasinin karanlıklarında, dinci diktayla karşı karşıya kalırsınız. AKP iktidarıyla Türkiye’nin ufku böylesine kararır görünümde.

 

Ufuk kararıyorsa, kâbustan başka rüya görülmez. İşte kâbus; Türk Silahlı Kuvvetleri demokrasiden yana, dikta peşinde değil, ama her ay basında yer alan ihbar mektuplarıyla adeta darbe kazanı kaynatılıyor. Silahlı Kuvvetlerin demokratik ve lâik yapısı, siyasi İslâm ve dinci dikta havarilerine engel oluşturduğundan, irtica belgesi haberlerinin ardından, “Bize Nizâm-ı Cedîd Ordusu lâzım” deniliveriyor. Nizâm-ı Cedîd Padişah Üçüncü Selim’in 1717’de Yeniçeri Ocağı’na karşı yenilik hareketiydi. Sanki, bugünkü ordumuz kazan kaldıran Yeniçeri Ordusu! Değil, ama bazılarının İslâmî Ordu arayışı var. Bakarsınız yarınlarda, İkinci Mahmut döneminde 1826’da kurulan orduya dincileri memnun etmek için verilen adla, Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye Ordusu önerebilirler. Ortadoğu’nun İslâm önderi olacağını sananlar, böyle adlarla dinci dikta peşinde koşarlar. Bunları olamayacak, yaşanmayacak kâbuslar olarak yazıyorum, ama korkulu rüya görmemek için uyanık olmak lâzım.

 

Dış politikadaki sapma tartışmaları ayyuka çıkmışken; Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği ile koordineli hareket önerdi. Yerli yersiz başka istekleri de oldu, ama yukarıda vurguladığımız gibi, İslâmî kimliğini lâik kimliğinin önüne çıkaran, siyasi İslâm’a prim veren bir Türkiye’nin, Avrupa Birliği’nde kendine yer bulması olanaksız. Dün Avrupa Birliği sürecinin lokomotifi AKP idi, ama artık süreç AKP ile tıkanıyor. AKP’nin İslâmî yönelişleri, geçmişte Türkiye karşıtlığıyla tanınan, şimdi Avrupa Birliği’nin ilk Başkanı seçilen Belçika Başbakanı Herman Van Rompuy gibi silik Avrupalı siyasetçilerin bile ekmeğine yağ sürüyor. Avrupa Birliği sürecinin tıkandığını gören AKP, İslâmî Birlik arayışında. Kasım ayında İstanbul’da toplanan İslâm Konferansı Teşkilâtı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimî Komitesi (ISEDAK), İslâmî Birlik için yol haritasını belirlemeye çalıştı. Türkiye bu platformda, petrol üreticisi İslâm ülkelerinde toplanan sermayeyi hareketlendirme ve bir miktar kendisine aktarıp çekebilme çabasında.

 

Öte yandan, Türkiye’nin başı açılımlarla dertte, Habur sınır kapısının Kürt teröristlere açılmasıyla ağır sorunlar yaşanmaya başladı. Demokratik açılımla ilgisi olmayan Kürt ya da PKK açılımıyla ne yapılmak istendiği, Meclis’in 10 ve 13 Kasım’daki sancılı oturumlarında açıklanabilmiş değil. Ne yazık ki Meclis’teki tartışmalar, olmaması gereken biçimde Kürt açılımının yanına Alevi sürtüşmesini ekleyiverdi. Kürt açılımı aslında Pandoranın Kutusu’nun açılmasıydı. Açılan kutudan ortaya çıkan 80-90 yıl öncesinde yok edildiği sanılan Kürt Teali Cemiyeti’nin yeni görünümüydü. Şimdi Türkiye’nin ulusal ve üniter yapısını temelinden sarsacak, Kürt federasyonunun oluşumuna yönelik siyasi istekler gündemde. Bu arada köylerin Türkçe adlarının altına eski Kürtçe adları yazılıyor ve Tunceli’nin adının Dersim, Diyarbakır’ın adının Amed, Şanlıurfa’nın adının Rıha, Batman’ın adının Elih olması isteniyor. 20 Kasım’da Diyarbakır Ulu Camî önünde Dersim isyanı elebaşılarının posterleriyle yapılan gösteri neyin habercisi, nereye sürükleniyoruz?

 

Yarın tekrar eline alabileceği silahını Kandil’de örgüte bırakıp, elini kolunu sallayarak Habur’dan geçip gelen eşkıyalar ile onların besleyen Mahmur bataklığının sakinleri, sözde “barış kahramanları” diye beyaz güllerle karşılandılar, ceza takibi olmaksızın Türkiye’ye kabul olundular. AKP, DTP ve PKK bağlantısıyla gerçekleşen bu gelişme; gazilerimizi çileden çıkardı, şehitlerimizin aziz ruhlarını rencide etti, tüm Türk ulusunu yaraladı. Gelenlerin yabancı güçlerce sivil itaatsizlik eylemlerine önderlik yapmak için kullanılacağı iddiaları da var. Öte yandan, bu sürecin eşgüdümle yürütüldüğü Kuzey Irak Kürt yönetimi ile bahar havası yaşanıyor, “Besle kargayı oysun gözünü” atasözümüzün aksine ilişkiler geliştiriliyor, ama Barzani Büyük Kürdistan adına yarın bize karşı kullanacağı Birleşik Kürt Ordusu’nu oluşturmaya çalışıyor.

 

AKP’nin açılımları bitmiyor da, Roman açılımı gibi hayli eğlenceli geçecek olanını bir yana bırakırsak, Ermeni açılımı da tam bir çıkmazda.  Ermenistan’ın en yetkili ağızları “Karabağ ayrı iş, protokoller başka iş” demeyi sürdürüyorlar. Öte yandan dünyaca ünlü Ermeni şarkıcı ve Ermenistan’ın İsviçre Büyükelçisi Aznavour, kendilerine vaat edilen Anadolu topraklarını istiyor. Lübnan’daki Ermeni Başpatriği tazminat talebini dillendiriyor. Amerika’daki Ermeni lobisi soykırımın tanınması için yoğun çaba içinde. Karabağ konusunda 22 Kasım’da Sarkisyan ile Aliyev’in Münih toplantısında arpa boyu yol alınmamışken, Aliyev’in toplantı öncesi, “sonuç çıkmazsa bundan sonra askeri yoldan çözeriz” demesi nedeniyle, şimdi ilerleme kaydedilmiş gibi gösterilmek isteniyor. Bu konu Türkiye’nin başını daha çok ağrıtacak da, bir de Bulgarların 1876’da Osmanlı’nın kendilerine soykırım uyguladığı iddiası alevleniverdi.

 

Kasım ayında Türkiye’yi sarsan bir olay da Yargı’da telekulak skandalı idi.  Türkiye’de herkesin birileri tarafından dinlendiği bir gerçek.  “Yasal” denilse de, çoğu kez yasal olması, hukuksal olması anlamına gelmiyor. Hakimlerin, savcıların, Yargıtay telefon santralinin dinlendiğine ilişkin iddialar, bunlara ait belge ve bulgular kaygı verici. Bu telekulak skandalı, Anayasasına göre hukuk devleti olması gereken Türkiye’nin, ne kadar ters konuma itelendiğini gösteriyor.

 

Yargıtay ve Danıştay Başkanlarından Adalet Bakanlığı’na karşı gösterilen tepkide, “Yargıda bağımsızlık yok, vesayet var” görüşü vurgulandı. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Başkan Vekili Özbek, dinleme belgelerinin karşısında, “Yargı savunma durumundadır” diyordu. Adalet Bakanlığı tarafından Yargı’ya karşı dinleme ve teknik takip uygulaması, Newton’un doğa yasası uyarınca etkisine eşit tepkisini de getirdi. AKP’yi lâiklik karşıtı eylemlerin odağı olmakla mahkûm ettiren Yargıtay Başsavcılığı, AKP hakkında şimdi “Hukuk Devleti” ilkesi açısından inceleme başlattı. Anayasa Mahkemesi’nde açılacak yeni bir kapatma davasıyla sonuçlanır mı bilinmez, ama iktidar Yüksek Mahkemelerle çekişmesini sürdürüyor.

 

YÖK’ün üniversiteye girişte katsayı farkını kaldıran kararının yürütmesini durduran Danıştay’a karşı, Başbakan kararı “ideolojik” bulurken, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Arınç, Kurban Bayramı’nın ikinci günü 28 Kasım’da, “Bayramdan sonra ne Danıştay kalacak ne Arınç” deyiverdi. Ne olacak bakalım?

 

AKP iktidarının hiçbir büyük projeye imza atamadığını vurgulayarak bu ayki gündemi tamamlayalım. Türkiye’nin nükleer santral ihalesi bir kez daha iptal edildi. Nükleer santral girişiminde 1965’den bu yana beşinci sonuçsuzluk. Bu süreçte iki ihalesiz, üç ihaleli girişim vardır. Bu son iptal beklenmiyor değildi. Nisan’da Obama geldiğinde, “Ruslar yerine biz size nükleer santral verebiliriz” denmişti. Sarkozy’nin teklifi de var. Ancak, Batı’nın santralleri yüzde 30-60 daha pahalı, hem de Ruslar gibi teknoloji vermiyorlar. İhaleyi çıkmaza itmek için Danıştay’da açılmış ideolojik bir dava vardı. Danıştay, Nükleer Santraller Yönetmeliği’nin üç maddesini iptal edince, AKP iktidarı Rusya ve Batı ile yeni pazarlık fırsatı yakalama umuduyla ihaleyi iptal ettiriverdi.

 

Zaten AKP iktidarı nükleer santral konusunda samimi olsaydı, yedi yılda nükleer santral bile inşa edebilirdi. Bugün 31 ülkede 436 nükleer santralden elektrik üretiliyor. Avrupa ülkeleri ve Amerika dahil 14 ülkede 53 yeni nükleer santral inşa ediliyor. İnşa edilenlerin gücü, kapatılanların 1.2 katı. Rüzgârla, güneşle elektrik arz güvenliği sağlanmıyor. Çevre açısından en uygunu nükleer santraller, ama bilimsel, teknik ve ekonomik gerçekler kimin umurunda? Ne var ki, Türkiye daha pahalıya mal olacak altıncı girişimle nükleer santral arayışını sürdürmek zorunda.

Kasim 29 2016 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Haklı İstemi

Kategoriler

DUYURULAR