___________________________________________________________________
Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi
TÜRKSAM Enerji Enstitüsü Başkanı
EkoENERJİ Dergisi Genel Yönetmeni
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 4-5 Şubat 2009 tarihlerinde görüşülen, “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Kyoto Protokolüne Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı”, 5 Şubat 2009 günü 5836 sayılı kanun olarak kabul edildi. 10 Şubat 2009’da onay için Cumhurbaşkanlığı’na gönderildi, 16 Şubat 2009 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı ve 17 Şubat 2009 tarihinde 27144 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Sevgili okurlarım tüm bu tarihleri niye bu kadar özenle yazdığımı merak edebilirler. Yazarken bir tek amacım vardı, ne kadar hızla yasalaştığını ve onaylandığını göstermek için. Komisyonlardan da aceleyle geçirilmişti, hem de enerji açısından incelenmeden. Peki bu kadar acele kabul edilen kanuna Türkiye’nin acil ihtiyacı mı vardı? Bizce bu sorunun tek kelimelik bir yanıtı var, “Hayır”.
Bundan tam 4 yıl önce 18 Şubat 2005 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşesinde Yalçın Doğan, “Kyoto ancak 2015’te, çünkü…” diye bir yazı yazmıştı. Yazısını da önceki hükümetin Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe ile yaptığı görüşmeye dayandırıyor, Pepe’nin “Türkiye kaldıracak durumda değil, bu anlaşmayı imzalayamaz, en az 30-35 milyar Euro yatırım gerek, zaten bize, fabrika yapmayın diyor Avrupalılar” sözünü aktarıyordu. Bu söze o gün için sadece yenilenebilir enerji kaynaklarının önünün açılması amacıyla karşı çıkılabilirdi, ama Osman Pepe 30-35 milyar Euro diyerek, gerekli yatırımı az söylemişti, bunun iki katı bile şimdi yeter görünmüyor, ancak sözünde bir gerçeklik payı yok değildi. Pepe’nin Avrupalılara ilişkin “fabrika yapmayın” sözü, direkt Avrupalılarca söylenmemiş olsa da, niyetlerinin farklı olmadığı ortadaydı.
30-35 milyar Euro’luk yatırımın karşılanmasında kullanılacak kaynaklar arasında, Kyoto’ya imza atmakla kazanılacak bir imkân olarak, en üst koşulda (ama, 15 yıldan az olmayacak bir sürede) yenilenebilir kaynaklardan elektrik ihraç ederek ve yeşil sertifika ticareti yaparak, yılda 18-19 milyar dolar gelir sağlama alternatifi de vardı. Bu bir avantaj olsa da, yerli kömür kaynaklarına, hatta kaliteli ithal kömüre dayalı elektrik santrallerinin önünün kapanması, sanayi alt yapısının yenilenmesi için gerekli yatırımlarla birlikte, demir-çelik başta olmak üzere ağır sanayiye sınırlar getirilmesi gibi, dezavantajların olduğu da hemen görülüyordu.
Bu tartışmanın yaşandığı o gün, Kyoto Protokolü süresinin tamamlanmasına 7 yıl vardı, bugün için sadece 3 yıl var. Artık Kyoto Protokolü hedeflerine ulaşılsa da ulaşılmasa da, 2012’de son buluyor ve 2012 sonrası için yeni bir düzenleme gerekiyor. 2012 sonrasının şekillenmesine ülkemizin müzakereci olarak katılabilmesi için, 15 yıllık tedbir öngören bir protokolün, Türkiye tarafından imzalanması ne getirir? Sadece 2012 sonrası düzenlemeye katılmayı mı, yoksa 15 yıllık sürecin öngördüğü tedbirlerin yükümlülüğüyle, sanayi sektörünün ve enerji sektörünün ayağına pranga vurulmuş olarak 2013 yılına adım atmayı mı?
Protokole taraf olmanın Türkiye’nin ihtiyaçlarından kaynaklandığını söylemek olanaksız, zaten böyle bir iddia tasarının gerekçesinde yok. Gerekçede, “Kyoto Protokolü, AB çevre müktesebatının bir parçasıdır. AB, Protokol’ün yerini alacak olan yeni anlaşmayı da, müktesebatına dahil edecektir. Dolayısıyla, 2012 sonrasını önemseyen AB, ülkemizin Protokol’e taraf olarak, geleceğe yönelik hazırlıklarını da bir an önce başlatmasını istemektedir” deniliyor. Türkiye’nin AB’ye girip giremeyeceği tartışmasını bir yana koysak bile, 2012 sonrası ne olacağı belli olmayan bir koşul için Türkiye’yi 2008 yılında; yapılması gereken yatırımının büyüklüğüyle, getireceği kısıtlara dayalı yükümlülüklerle belirsizliği büyük olan bir konuda imza ile taahhüt altına sokmanın alemi var mı acaba? Üstelik dünyaya en fazla karbondioksit salımı yapan ABD, yeni Başkan Obama’nın Kyoto’ya Bush’tan farklı olarak sıcak bakmasına rağmen, bu sözleşmeye katılmayı 2012 sonrasına bırakırken, Türkiye’nin aceleciliği niye? Avrupa Birliği Piyasası’nda dostlar alışverişte görsün diye mi? Eğer Türkiye üzerinde birilerine pazar açma çabası yoksa, bu işin bir alemi de yoktu. Hemen konunun başında vurgulayalım. Kyoto’nun simgelediği artık bilimsel ve teknik bir doğa olayı değil, dünya ticaret olayıdır.
Yaratıldığından ya da büyük patlamadan bu yana dünyada entropinin (doğadaki moleküler düzensizliğin artması, yararlı enerjinin azalarak yararsız enerjinin çoğalması) üzerinde insan aktiviteleri olmasa bile biosfere sahip dünyanın doğal sürecinin bir sonucu. Entropi artışı Nostradamus tarafından görülemedi, ama onun kehanetleri gibi, elbette bir felaket habercisi. Başka felaket haberleri yok mu? Olmaz olur mu, işte size bir başka gerçek: 780 bin yıl sonra kutuplar yeniden yer değiştiriyor. Manyetik kutupların tersinmesi olarak adlandırılan bu olay da, kimilerine göre kıyamet, kimilerine göre yıkıcı etkisi olmayan muhteşem bir doğa olayı. Aslında tersinir olduğu için korkulmaması gereken bu olayın insanlığa ne gibi sürprizler getireceği, bilim adamlarının tartışma konuları arasında. En azından pusulaları yeniden ayarlamak gerekiyor.
Dünyanın ekseni de kaymış bulunuyor. Kuzey Kutbu ve Güney Kutbu noktalarını birleştiren doğrunun, yani dünya ekseninin ekliptik düzleme (Güneşin çizdiği yörüngenin oturduğu düzlem) dik doğrultu ile yaptığı açının 23.5 dereceden 49.5 dereceye çıktığı, yani 26 derecelik artış gösterdiği iddia olunuyor. NASA da bunu yalanlamıyor, eksen kayması olduğunu kabul ediyor. Onun için mi dünyanın bazı yerlerinde aşırı yağış ve sel baskınları, bazı yerlerinde kuraklık oluyor? Uydulardan çekilen dünya iklim resimleri onun için mi değişiklik gösteriyor?
Yaşayan ve başkalaşan dünya
Ne dersiniz, azıcık felsefe yapmaya çalışalım mı? Bu felsefemizde sistem sınırımızı, dünya adını verdiğimiz gezegenimizle sınırlandıralım. Biz burada yaşayan dünya derken, dünyanın üzerindeki atmosfer altında ya da hidrosfer içinde bulunan hayatı, yani biosfer tabakası ile canlıları kastetmiyoruz. Bakın, tarımcılar toprağı cansız bir materyal olarak düşünmezler. İçinde sayılamayacak kadar çok mikroorganizmalar içeren, sanki bir canlı ortam gibi algılanır toprak. Atmosfer, hidrosfer koşullarına bağlı olarak biosferde değişmeler olduğunu biliyoruz. Biosferi bir yana bırakalım da, onun altındaki cansız dediğimiz yer küre, canlılar gibi kendi sistemi içinde değişikliğe uğramıyor mu? Üstelik yer kürenin üzerindeki atmosfer ve hidrosfer de bu sistemin bir parçası değil mi?
Dünyadaki en yaşlı kayaçların yaşı 3.8 milyar olarak bulgulandığına göre, dünyamızın yaşı bundan büyük. Ölçümleri de içeren bilimsel yöntem ve hesaplamalarla dünyanın yaşı 4.4 milyarın üzerinde gösteriliyor. İsterse 3, 4 ya da 5, kaç milyar olursa olsun, yer kabuğu (litosfer), onun altındaki manto (üst ve alt manto) akışkan dış çekirdek, katı iç çekirdekten oluşan bir yer küremiz var diye biliyoruz. Milyarlarca yıldır içi soğumayan belli tabakaları ve bunların birbirine etkileşimi süren bir dünya. Litosfer, altında yer alan ve astenosfer de denilen üst manto üzerinde, tektonik levhalara ayrılmış şekilde ve yüksek sıcaklıkta ergimiş ortamda yüzmektedir. Bu plakalar dokunma noktalarında birbirlerine göre yaklaşma, uzaklaşma, yan yana kayma gibi hareketler yaparlar ve bu dokunma noktalarından depremler, volkanik faaliyetler, dağ oluşumları, okyanus dibi hendek oluşumları ortaya çıkar. Kısacası sistem tersinmez değişiklikler yaratabilir.
Şimdi şöyle bir bakarsak, entropisi artan bir evren ve dünya, kutup tersinmesine uğrayan ve ekseni kayan bir dünya, kendi sistemi içinde yüzeyini yenileyebilen bir dünya, atmosfer ve hidrosfer koşullarını ve dolayısıyla biosferdeki yaşam koşullarını sistemi ile bağlantılı biçimde değiştirebilen bir dünya var. Bu sistem üzerinde insan iradesi ve eylemleri etkili mi derseniz, tek bir yanıtı var “hayır”. Çünkü, yokumsanacak düzeyde. Çağdaş Nostradamus ya da kâhin Edgar Cayce (1877-1945), Japonya’nın büyük bölümü sular altında kalacak, Avrupa’nın kuzey kesimleri göz açıp kapayana dek değişecek, Amerika’nın doğusunda yeni kara parçaları ortaya çıkacak kehanetinde bulunmuş ya, şayet olursa, insan etkisinden ya da Cayce böyle söyledi diye olmayacak, dünyanın sistemi yaratırsa olacak.
Bilimde doğal olayları inceleyebilmek için genelde analizler yapılır. Laboratuvar ortamında incelenmesi olanaksız olaylar için modellerden yararlanılır. Global ısınma ve iklim değişimi için geliştirilmiş çok sayıda model var. Ancak, bu modellerle ulaşılan sonuçların gerçekleşme şansı ne derseniz, hepsinin hata payı var ve o bulgular hiç gerçekleşmeyebilir de. Her modelde etkileyici ve etkilenen değişken sayısı ile bunların özellikleri bellidir. Varsayımlarda bir eksiklik ya da yanılma, hesaba katılmayan bir değişken, önceden kestirilemeyen bir süreç, konulmayan bir sınır, modeli bir anda sıfırlayabilir. Bilimsel modeller, kendi varsayım sınırları içinde bir anlam ifade ederler ve kesin doğru olarak kabul edilemezler.
Michigan State Üniversitesi’nden Gerard M. Crowley, 1975 yılında basılan “ENERGY” kitabının 16. bölümünde Isıl Kirlenme ve İklim değişimi konusunu anlatırken, tüketilen enerjinin dünya global sıcaklığına artışını hesaplamaya yarayan bir matematiksel formül veriyordu. Bu formüle göre yaptığım bir hesabın sonucunu size vereyim; 2007 yılında dünyanın ticari genel enerji tüketimi 11099.3 milyon ton petrol eşdeğeri olup, bunun meydana getirdiği sıcaklık artışı 0.0058 derece çıkmaktadır. Peki gerçekten bu kadar bir artış olmuş mudur? Tabii ki bu varsayımlara dayalı teorik bir rakam, gerçek değerden farklı olacaktır. Varsayalım ki bu kadarlık bir artış oldu. Ancak bu artış hızıyla ortalama sıcaklığın 1 derece artabilmesi için 170 yıla gerek var. Nitekim dünyanın 1870’lerden 1990’lara kadar ortalama sıcaklığının 0.7 derece arttığı hesaplanır. 1990’larda bu artışın 2025 yılında 1.25 dereceye, 2050 yılında 2.2 dereceye çıkacağı iddia olunuyordu. Yaptığımız hesaplama 30-40 yıl içinde bu derecede bir artışın, insanlığın enerji tüketimiyle olamayacağını kanıtlaması bakımından önemlidir. Ya şimdi ortalama sıcaklık artışının 3 derece olduğunu iddia edenlere ne demeli?
Başka bilim adamlarının araştırmacıları modelleri de var. Bazıları o kadar karmaşık ki anlatılması bile zor, ama modellerin hepsi varsayımlara dayalı senaryoların ürünleridir ve maalesef gerçeği vermemektedirler. İleriye yönelik tahminlerin tümü, yukarıda açıkladıklarımıza benzer varsayımlara dayalı modellere, farklı ve değişik, hatta bazen birbiri ile çelişen meteorolojik ölçüm verilerinin girmesiyle türetilmekte, en yüksek sıcaklığı veren modellere de her ne hikmetse itibar edilmektedir. Sanki bir gizli el, azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler sanayileştikçe, enerji tüketimlerini geliştirdikçe, “dünya ısınıyor” diye yaygara koparılması işaretini veriyor. Dünyanın en fazla enerji tüketen, sanayisi en büyük, en fazla sera gazları salınımı olan Amerika Birleşik Devletleri bu yaygaralara neden kulak asmıyor?
Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) ve Dünya Meteoroloji Organizasyonu (WMO), karar vericileri içerecek şekilde 1988 yılında Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (Intergovermental Panel on Climate Change – IPCC)) adı altında ve sekreteryası Cenevre’de bulunan bir organizasyona gittiler. IPCC etkinliklerine bilim adamlarının yanısıra politikacılar da katılmakta, hükümet politikalarına tavsiye niteliğinde kararlar alınmaktadır. Burada sadece bilim değil, siyasi görüşler, kararları yönlendirmektedir. Geçen 20 yıllık süreçte bilim giderek ağırlığını kaybederken, politikacıların siyasi görüşleri ağırlık kazanmıştır.
1988’den sonra 1992’de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ortaya çıktı. Türkiye’nin bu sözleşmeye imza atması için özgün şartların tanınması 2001 yılında kararlaştırıldı ve 2004 yılında sözleşmeye imza atılıp taraf olundu. 1992’den sonra 1995’de Berlin’de gerçekleştirilen Birinci Taraflar Konferansı’nda, 2000 yılından sonraki belirli zaman dilimleri için sera gazı miktarlarının azaltımı ve sınırlandırılması amacıyla başlatılan süreç, 1997 yılında Kyoto’da yapılan Üçüncü Taraflar Konferansı’nda Kyoto Protokolü’nü oluşturdu. Protokol 16 Mart 1998’de New York’ta imzaya açıldı. 2005 yılına kadar 55 ülkenin taraf olmasıyla yürürlüğe giren Protokol’e bugün 177 ülke ve AB taraftır. Türkiye gibi henüz Kyoto’ya imza atmayan birkaç ülke derken, o birkaç ülkenin arasında ABD gibi gelişmiş, enerji tüketimi önemli düzeyde olan ülkenin bulunduğunu özellikle vurgulayalım. Bırakın insan etkisiyle olmasını, doğal süreçte global ısınmanın olup olmadığı konusunda bugün Birleşmiş Milletler’in çalışmaları ile ABD’li bilim adamlarının görüşleri arasında çok büyük farklılıklar var. IPCC komisyonunun görüşleri tarafsız bilimcilerle haklı olarak inandırıcı bulunmuyor.
İklim değişikliği olayı bilim platformunu çoktan aştı, politik bir olaya dönüştü. Daha doğru bir anlatımla, yeni ve yenilenebilir enerji teknolojilerini, arıtma teknolojilerini, enerji kullanımında verimliliği artırma teknolojilerini pazarlamak isteyenler, karbon sertifika ticaretini yaygınlaştırmak çabasında olanlar, hep kendilerine dayanak olarak bilim tarafından kesinlikle ispatlanmamış olan insan etkisi ile iklim değişimi uydurma teorisine sarılıyorlar. Olay artık ticarete dönüşmüş boyutta sorgulanmalı. Rüzgâr enerjisinin Almanya’da ve İspanya’da hızla gelişmesi, yenilenebilir enerji aşkından değil, sanayilerini ayakta tutabilmek ve kazandırabilmek amacıyladır.
Sera gazları üzerine global yalan
Artık IPCC’den çıkan sonuçlara bilimciler şüpheyle bakarken, kararların bilime aykırı siyasi tercihler olduğu iddiaları giderek geçerlik kazanır hale gelmiştir. Örneğin, şimdi dünyanın ortalama sıcaklığın 3 derece arttığı iddia olunmaktadır ki, 1870’den 1990’a kadar geçen sürede 0.7 derece artış genelde kabullenilmişken, son 17-18 yılda bunun 2.3 derece daha yükselmesi, böyle bir artışın insan faaliyetleri ve artan enerji tüketimi ile oluşması, bilimsel olarak mümkün değildir. 3 derecelik artışın, insanlığı bir yöne sevk etmek için korkutma amacına yönelik abartılmış bir rakam olduğu söylenebilir, ama eğer böyle bir artış varsa bile, bunun nedeni insan faaliyetlerinde değil, dünyanın ve evrenin dinamiklerinde aranmalıdır.
Burada yalan, işin doğru olan doğası ile örtülmeye çalışılıyor. İnsan aktivitelerinden yayılan karbondioksit, metan, azot oksitler, klorofluorokarbon gazları gibi sera gazlarının dünyanın yüzeyinden soğuma için atacağı uzun boylu dalga radyasyona karşı ısı perdesi görevi yaparak, ısınmaya neden oldukları doğru da, insanlığın neden olduğu sera gazlarının bu doğal yapı içindeki etkisi ne kadardır?
Çünkü insan etkileri ile yayılan sera gazlarının dünyadaki toplam sera gazları içindeki payı yüzdeler değil, binde birler mertebesinde olduğu bir gerçektir. En önemli sera gazı su buharı iken, neden iklime yönelik analizlerde karbondioksit bulutu göz önüne alınıyor da, bulutun doğası olan su buharı göz önüne alınmaz? Örneğin, “karbondioksit emisyonu olmayan hidrojeni yakıt olarak kullanın” derler de, olanaklı değil, ama bir an için oldu varsaysak bütün petrol ürünlerinin yerine hidrojen koysak, hidrojenin yanması sonucu ortaya çıkacak su buharı karbondioksitten daha fazla sera etkisi yaratmayacak mı?
Buzulları erimesi ve denizlerin yükselmesi korku senaryosu mu?
2080 yılında Grönland’da, 2100 senesinde Antartika’da buz kalmayacağı böyle varsayımların sonucu olmakla birlikte, geçmişte jeolojik evrimlerde buzul çağları öncesi ve sonrasında da, buzullarda erime görüldüğü bilinen bilgiler arasındadır. Buzul çağları döneminde, buzularası safhalara bağlı biçimde, deniz-okyanus seviyesinde 200-400 m salınımlar olduğu jeolojik olarak bilinmektedir. O çağlarda bugünkü gibi fosil yakıtlardan salınan karbondioksit yoktu ve demek ki, bu olaylar dünya sistemi içinde gerçekleşebiliyor. Kaldı ki yerbilimciler, deniz-okyanus seviyesindeki yükselme ve alçalmaları buzulların erimesine, ya da tam tersi erimeyip de kalınlaşma ve yaygınlaşmalarına bağlamanın uygun olmadığı görüşündedirler. Kaldı ki, buzul erimesine bağlı olarak, üzerinde yer aldığı karanın denge sağlamak için yükseleceği, okyanus çukurunun alçalacağı bir başka jeolojik olgudur. Dolayısıyla buzulların erimesiyle, büyük kara parçalarının sular altında kalacağı görüşünün tam bir bilimsel dayanağı yoktur.
Kuraklık senaryosunda da yalan var
Dünyanın dörtte üçü suyla kaplı değil mi? Artan sıcaklıkla bu sular buharlaşacak da, atmosferden dışarı kaçabilecek mi? Kaçmasına olanak olmayınca, yağışa dönüp yağmayacak mı? Doğal bir küresel ısınma sonucu tuzlu suların azalması, tatlı suların artmasını da beraberinde getirmesi gerektiğini, ilkokul mezunu insan da mantıkla ortaya koyabilir. Global kuraklık için yağış azalması gerekli de, demek ki o global ölçüde olamayacak. Bazı bölgelerde yağış azalması, bazı bölgelerde yağış artışı ise, dünyanın kendi sistemi içindeki değişime bağlıdır, insanoğlunun buradaki etkisi yokumsanacak düzeyde kalmaya mahkûm değil midir?
ABD’de başkanlık seçimini kaybettikten sonra siyasetten çekilen, belgesel film yapımcısı işadamı Al Gore, 2007 yılı Nobel Barış Ödülü’nü IPCC ile paylaşırken, küresel ısınma konusunu işleyen Uygunsuz Gerçek (An Inconvenient Truth) filmiyle de en iyi belgesel Oskar ödülünü kazandı. Bu filmi Türkiye’de medya tarafından hamuduyla hem yutuldu ve hem de halka yutturuldu. “Inconvenient”, uygunsuz olarak Türkçe’ye çevrilebilir, ama bizce vurgulamak için doğru tercümesi “rahatsız edici” olmalıdır. Global ısınmayı konu alan Al Gore’un belgeseli gerçeği çarpıttığı için rahatsız ediciydi, An Inconvenient production. Üstelik, korkutmayı amaç edinmiş bir korku filmi değil, korkutmayı amaç edinmiş bir propaganda filmi. Hitler filmleri gibi ürkütücü. Bu filmiyle Al Gore’un siyasi hesaplar peşinde olduğu, Amerika’da çok söylendi, yazıldı, çizildi. Ne yazık ki, Türkiye’de bir gerçekmişçesine bir banka tarafından tantana ile kamuoyuna sunuldu.
Hemen şunu vurgulayalım, bu Nobel ve Oskar ödüllü kehanet habercisi Al Gore, ortalama bir Amerikan vatandaşının bir yılda kullandığı elektriği bir ayda Tennessee’deki evinde kullanan, yüzme havuzunu elektrikle ısıtan bir enerji oburu. Bu enerji savurganlığını da, “Ben karbon ayak izimi sıfırlamak için kredi kullanıyorum” diyen biri. Bunun anlamı, “Ben parasını, cezasını öder, kullanırım, yaşamımı değiştirmem” demek oluyor. İşte size global ısınma değil, global iki yüzlülük. Global ısınma olayı daha doğrusu hikayesi, karbon kredi ticaretinden ve değişik teknolojilere verilecek destekten yararlanmak için kullanılan bir lobiciliğin adı. Bu ticaretten para kapmayı umanlar ile ısınmanın gerçek olduğuna inananların müttefikliği, Nostradamus kehanetlerini aratmaz oldu. İnsanlık çıldırdı mı?
Dünyada bir global ısınma süreci olabilir, ama bunu insanlığın faaliyetlerinin başlattığı bilimsel olarak ispatlanmış değil. İnsanlığı, çağdaş medeniyeti sanık sandalyesine oturtmakla kalmıyor, bilimsel kanıtları olmadan mahkûm ediyorsunuz. Kyoto Protokolü ile getirilen sınırlamaları, özgün koşullar tanımadan gelişme sürecindeki ülkelere uygularsanız, onların gelişmesini durdurursunuz. Özgün koşullarla da gelişmelerine sınır koyabilirsiniz.
Kyoto Protokolü’nün yürürlüğü ile başlayan emisyon ticareti ve karbon sertifikası, karbon kredisi ticareti, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere, “Senin hakkın olan emisyon salımını senin yerine ben yapayım, sen sanayi kurma, geliştirme, benim sanayim sürdürülebilirliğini korusun” demekten başka bir anlama geliyor mu? O sanayinin sağlayacağı hasılanın acaba yüzde, hatta binde kaçı karbon ticaretine, bazı yerlerde karbon vergisine ceza olarak ödenecek? Gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki açıklık, iklim değişikliği karabasanı ve korkusu altında, Kyoto ve sonrası mekanizmalarla kapatılacak mı, derinleştirilecek mi? Aba altından gösterilen sopanın adı, “Global Isınma” mı? Kyoto bunun mekanizması mı?
Rahmetli Cem Karaca’nın 1970’li ve 80’li yıllarda kulağımızda yer eden protest nitelikli meşhur ve güzel bir şarkısı vardı; “İşçisin sen işçi kal”. Sonunda şarkıyı loop’a alan Karaca, gür sesiyle, “İşçisin sen işçi kal” nakaratıyla bitirirdi. Kyoto protokolü’nün getirdiği sistem de, “Azgelişmiş ülkesin sen azgelişmiş kal” diyor gibi geliyor bana. Tabii bir görüş açısı. Karşı görüşlere de saygı duyuyorum.
Peki, global ısınma bu kadar çarpıtıldığına ve ütopik korkuya dönüştürüldüğüne göre, Kyoto Protokolü’nü imzalamak gerekiyor muydu? İmza atılmadan önce, imza atmanın bize getirisinin ve götürüsünün ne olacağının bilinmesi gerekirdi. Tasarıyı hızla Meclis’ten geçirenler, Türkiye’yi 100 milyar Euro’luk geri dönüşü olmayan zorunlu bir yatırım yapmaya soktuklarının acaba ne kadar farkındaydılar? Tasarının sahipleri ve bugünkü AKP iktidarı konuya bilimsel-teknik açıdan bakmadı. Bunun bir kanıtı da tasarının Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ve Meclis’in Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’nun dışında kotarılmasıdır. Tek amaç var görünüyor, Avrupa Birliği ile duraklamış ilişkiler karşısında, Türkiye Avrupa Birliği istekleri adına Kyoto’ya imza atmayı kabul etmekle, gelişmiş ülkelere yani bir pazar açıyor, ne amaçla, kimlerin yararına?
Protokole taraf olunmakla Türkiye’nin CDM (Clean Development Mechanism) denilen Temiz Kalkınma Mekanizmaları’ndan para alma ihtimali şu an için yok. Pazarlıklar yapılıp, böyle bir ihtimal imkâna dönüştürülmedi maalesef. Şu anda sorun; sanayinin yapması gereken ve sanayicimizi zorlayan ek yatırımları karşılayacak kaynaklar nereden bulunacak? İmza atmak kolay da, zorunlu yatırımlar için global resesyon ortamında kaynak bulmak olanaksız. Türkiye’nin sanayi büyümesi krizden öte bir de Kyoto yatırımlarıyla engellenecek ve ötelenecek mi? Değer miydi Avrupa Birliği için bu ödünü vermeye. Avrupa Birliği “Enerji Başlığı” dahil 8 konuyu kapalı tutarken, Avrupa için ne Nabucco’ya evet demek doğru, ne de Kyoto’ya imza atmak.
Şimdi kanun çıkmış olsa da Kyoto Protokolü’nü imzalamakta aceleci olunmamalı. “Biraz böcek, biraz çiçek” diye çevrecilik oyunu değil bu. Enerji sektörü darboğaza, sanayileşme duraksamaya girer. Hemen belirtelim, yenilenebilir enerjilerle arz güvenliği sağlanamaz, fosil yakıtlar bu yüzyılda da kullanılacak. Fosil yakıtların tükenme hikayesi de yalan, sınırlı olan ispatlanmış (proved) rezervler, ama olanaklı ve olası olanı da var. Her melanetin bir faydası olurmuş ya, Kyoto’nun faydası, yenilenebilir enerjilerden çok daha fazla nükleer enerjinin önünü olabildiğince açacak olması. İlk nükleer santrale geciktirmeden kazma vurma zamanı geldi.