___________________________________________________________________
Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR
EkoENERJİ Genel Yönetmeni
30.03.2009
2009 Darwin yılı, TÜBİTAK’ta pozitif düşünen bir kişi, Bilim-Teknik dergisinde Darwin’i anmak istedi, içeriğine Darwin’i ekledi ve kapağa da, bizim kapağımıza koyduğumuz Darwin’in gençlik resmini tasarımlandırdı, “Darwin 200 yaşında” diye yazdı. Sen misin Darwin’i anan? Türkiye’de kıyamet koptu. Oysa, UNESCO, doğa tarihçisi ünlü bilim adamı Charles Darwin’i (1809-1882) anmak adına, doğumunun üzerinden 200 yıl geçtiği için 2009 yılını “Darwin Yılı” olarak ilân etmişti.
Darwin, insanı da kapsamak üzere, tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla bir ya da birkaç ortak atadan evrildiğini öne sürmüş, o günün şartlarına göre bu teoriyi destekleyen kanıtlar sunmuştu. Darwin'in fikirleri üzerine inşa edilen modern evrim teorisi, bugün biyoloji biliminin temeli ve birleştirici öğesi durumunda. Darwin bilinçli bir kişi olduğundan, özellikle insan evriminin dinsel tabularla dışlanacağını düşündüğünden olacak ki, kendince yeterli kanıtlar toplayıncaya kadar, teorisini yakın çevresi dışında kimseye açmadığı biliniyor. 1859'da yayımladığı “On the Origin of Species (Türlerin Kökeni Üzerine)” adlı eseri, canlıların ortak atalardan evrilerek çeşitlendiği teorisinin geniş kabul görmesini sağladı. Daha sonra insanın evrimi üzerine ayrı bir kitap da yazdı. Evrim kuramı, insanlığın kökenine ilişkin sonuçları nedeniyle, yayımından bu yana sosyal ve politik alanda çok tartışılan bilimsel kuramdır, ama pozitif bilimde kabul görmüştür.
Kapitalizmin teorisyeni Adam Smith, felsefi olarak dini, ekonominin önünde bir engel olarak görmüş ve birçok yönden Darwin ile aynı görüşleri paylaşmıştır. Adam Smith’in tam karşıtı Karl Marx, kapitalizmin yapısal durumunun dinamiği ve çatışması sonucu yerine komünizmin geçeceğini söylerken, toplumların tarihsel evrimine dayanıyordu. Darwin biyolojik evrimi irdelediyse de, toplumlarda sosyolojik ve tarihsel evrim, tüm sistemlerde gelişmeye yönelik bir evrim vardır. Dünyanın doğası bile evrime dayanmaktadır. Elbet, Darwin’in evrim teorisi eleştirilebilir, ama pozitif düşünce yapısında yok sayılamaz, hele hiç mi hiç sansürlenemez.
Oysa, TÜBİTAK’ta pozitif düşünen kişi, dünyaya koşut olarak Darwin’i anmak isterken, 2009 yılında Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu adını taşıyan TÜBİTAK pozitif değildi ki!... TÜBİTAK’ın Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu UNESCO ile paralel düşünmesi ve davranması beklenmemeliydi, öyle de oldu. TÜBİTAK yönetimi, AKP iktidarının devletin zirvelerine yerleşmesiyle negatifleştirilmişti. Negatif TÜBİTAK’ta, Darwin’i anmak isteyen pozitif kişilik barınabilir mi? TÜBİTAK Başkanlığı, Bilim ve Teknik dergisinin içinden ve kapağından Darwin’i çıkarttı, yerine “Küresel İklim Değişikliği”ni koydu. Bu da bilinçli bir seçimdi. Çünkü, AKP iktidarı şu anda imzalanmaması gereken Kyoto Protokolü’ne imza atmak için kanun çıkartmış, AB’nin istediği reformları beceremeyince, Kyoto ile iş yapar görünerek, sanayinin ve enerji sektörünün ayağına pranga vurma ödününü vermişti. Çünkü, iklim değişikliği mekanizmaları artık gelişmiş ülkeler yararına çarkları dönen ticari mekanizmalardır.
Bu olayla, AKP’nin TÜBİTAK’ı nasıl bir zihniyete teslim ettiğini, eski deyişle cihana gösteren, Bilim ve Teknik dergisinin eski yayın yönetmeni “Cesur Yürek” Dr. Çiğdem Atakuman’ı kutluyoruz. Şimdi TÜBİTAK, Bilim ve Teknik dergisinde Darwin için bir özel sayı çıkaracakmış. Hiç kuşkunuz olmasın, evrimi anlatacak değiller, evrim teorisini eleştireceklerdir. Bari bu eleştiriyi bilimsel açıdan yapabilseler, ama becerebilecekleri bir şey değil ki!… Darwin’in 200’üncü yaşında Türkiye, Darwin’i tartışarak 200 yıl geriye iteleniyor, dünya bilimi ise süper hızla ilerliyor. İthal teknolojiden yararlanmayı bilim sayan malûm zihniyet, bilimi kavrayamıyor. Bu çelişki içinde Türkiye, ancak dışarıdan teknoloji ve bilimsel kitap ithal eder, ama ileri (advanced) bilim üretemez. İşte bu gidişe 29 Mart seçimleriyle “Dur!” denildi.
29 Mart Yerel Seçimleri, demokratikleşme evriminde seçmenin AKP’ye, “Yeter dur artık” diye uyarmasıyla sonuçlandı ve AKP’nin inişe geçişinin başlangıcı oldu. Bu düşüş, bundan böyle durdurulamayacak, eğik düzlemde aşağıya doğru ivme kazanacak, AKP giderek erime süreci yaşayacaktır. Demokrasi sürecinde seçimler, siyasetin evrimleşmesindeki aşamalardır. Bu evrimin ileriye yönelik olması gerekirken, süreç içinde bazen kurala aykırı duraksamalar görülebilir, ama o ayrıklıklar (eski deyişle istisnalar) kuralı bozmaz, tarihsel süreçte yine ileriye yönelir.
Yerel Seçimlerde İl Genel Meclisi sonuçları, oylar partilere verildiği için Milletvekili Genel Seçimlerine eşdeğer bir göstergedir. AKP, 2002 Genel Seçiminde aldığı yüzde 34,43 oy oranıyla iktidara gelmişti. 2004 Yerel Seçimlerinde bu oy oranını yüzde 41,67’ye yükseltti. 2007 Genel Seçimlerinde ise, yüzde 46,58, biz ona 47 diyelim, yüzde 47 düzeyine tırmandırdı. Bu AKP’nin ulaşacağı zirvenin son noktasıydı. Bu yıl yerel seçimler öncesi, AKP’nin yüzde 50-55 özlemleri dillendirilmedi değil. 29 Mart Yerel Seçimlerinde AKP’nin oy oranı yüzde 38,9’a düştü. Seçmen AKP’nin oyunu yüzde 8 gerileterek, ciddi bir uyarı yaptı. Gelecekte tekrar yükselebilir mi? Tarih tekerrürden ibarettir diyeceğiz. Rahmetli Özal’ın ANAP’ı da Yerel Seçimlerle zirveden inişe geçmişti, bir daha toparlanamayarak eridi. AKP artık gerileme sürecindedir ve küçülecektir. 29 Mart Yerel Seçimlerinde halkın yaptığı uyarı, Türk demokrasisi açısından bir kazançtır, AKP’nin demokratik yoldan halk oyuyla iktidardan gideceği görülmüş, daha doğrusu halk bu yolu açmıştır. Yine İl Genel Meclisi Seçimleri bazında CHP yüzde 23,2, MHP yüzde 16,1 oy alarak, ikinci ve üçüncü sıralara otururken, CHP ve MHP’nin oy toplamlarının yüzde 39,3 olması, yani AKP ile eşdeğer düzeyde bulunması, Türk seçmeninin yeni bir siyasi oluşum arayışında olduğunun açık göstergesidir.
AKP’nin, 29 Mart’ta sandıkta gerilemesi, 2002-2007 sürecinde evrimleşmeye karşıt gelişmenin topluma ödettiği bedelin sonucudur. AKP’nin takiyye ile gizlemeye çalıştığı Atatürk ilke ve devrimleriyle hesaplaşma çabaları, devletin kurumlarıyla kavgalı siyaseti, Anayasa Mahkemesi hükmüyle boynuna takılan “lâikliğe karşı eylemlerin odağı” yaftası, Türk Milleti’ne ümmet diye bakması, dünyada Türkiye’nin ve Türkiye’de halkın borçlarını katlamayı ekonomi yönetimi sanması, Türkiye ve millet yararına iş yapacak ehil kadrolardan yoksunluğunun oluşturduğu ekonomik sarsıntı, işsizlikle açlık ve yoksulluğu tırmandırması, inişe geçişinin nedenlerini oluşturmuştur. İşte bu yüzden, 2009 Yerel Seçimleri Genel Seçim atmosferine dönüşmüştür ve o kadar önemli de sonuç vermiştir. Başbakan Erdoğan, AKP’nin seçim gündemini, ekonomik krizi ve çöküşü gözlerden uzak tutacak şekilde belirlemişti. Bunu değiştirmesi gereken muhalefetin, aynı gündeme uyması çelişkiydi. Ancak, bedel ödeyen halk kesimleri AKP’ye ders vermeyi yine de bildiler. Ekonomik kriz seçim sonuçlarına henüz çok az oranda yansımış görünüyor. Tam yansımış olsaydı, işyerleri kapanan, işçileri açıkta kalan İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Bursa gibi sanayi merkezlerinde AKP bu seçimi alabilir miydi? Yansıması için süre gerekiyor ve o yansıma bundan sonraki Genel Seçimde görülecek.
Bir de Cumhuriyet’in değişmez temel ilkelerinden, Türkiye’nin birlik ve bölünmez bütünlüğüyle kavgalı, üniter ve ulus devlet yapısına karşı çıkan, bu yüzden hakkında Anayasa Mahkemesi’nde bekleyen bir kapatma davası bulunan, DTP var. DTP çoğu Güneydoğu’da olmak üzere Doğu ve Güneydoğu’da 8 ilde belediye seçimini kazandı. Bu illerde İl Genel Meclisi sonuçlarına göre DTP’nin oy oranı yaklaşık olarak yüzde 18 ile yüzde 70 arasında değişiyor ve Diyarbakır’da yüzde 59,32. DTP, çok sakıncalı olarak bu seçimi referandum olarak gösterme çabasına girmişti, ama bu oylar asla Kürtçülük adına Kürt oyları diye sayılamaz. DTP’nin belediye başkanlıklarını kazandığı iller; Türklerin, Kürtçe konuşan ama Kürt olmayan Türkmenlerin ve et-tırnak gibi Türk Milleti’nin ayrılmaz parçası olmuş Kürt vatandaşlarımızın yaşadıkları Türkiye topraklarıdır. O vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunun, Kürtçülük diye bir sorunu da yoktur.
Bu seçim dönemi, Yüksek Seçim Kurulu’nun suç duyurusuna neden olan, iktidar partisinin seçim rüşvetleriyle doluydu. Seçim sonuçlarıyla rüşvetlerin her yerde işe yaramadığı görüldü. İktidar seçim rüşvetlerinden başka yerli yersiz, bitmeden, tamamlanmadan açılışlar yaptı. Bunun bir çarpıcı örneği; Ankara-Eskişehir arasında işletmeye açılan ve yüzde 40 daha fazlaya mal olan hızlı tren projesi. Başbakanın seçim yatırımı için saatte 250 km hızla kullandığı o tren, Eskişehir’de işe yaramadı, AKP Eskişehir’de seçimi kaybetti. Hızlı tren seçim sandığına giremediğine göre, nereye tosladı? AKP iktidarı seçimi kaybedeceği yerlere hizmet götürülmeyeceği tehditlerinde de bulundu. O tehditlerin de işe yaramadığı görüldü, işte Antalya örneği ortada, AKP orada seçimi kaybetti.
29 Mart Yerel Seçimlerinin sonucu bir erken seçime gerekçe olabilecek mi? Siyasi gelişmelere bağlı elbette. Yalnız bu Yerel Seçimler, Belediye Başkanları Seçiminde uygulanan yöntemin değiştirilmesi gerektiğini ortaya çıkardı. Büyükşehir, il, ilçe ya da belde belediye başkanlıkları olsun, çoğunun aldıkları oy oranı yüzde 50’nin altında. O başkanlar düşük oy oranlarıyla halk çoğunluğunun güvenini almadan oturacakları koltuklarda, halkın temsilcisi ve halka hizmetin kaynağı olamayacaklar. Belediye Başkanlığı Seçimlerinin iki turlu yapılması gerektiği artık kavranmalıdır. Ankara’da seçim şaibeli duruma geldi. Oy vermede dijital sisteme geçilmeli, elektrik kesilmesi müeyyidelerle önlenmeli.
Artık seçimler bittiğine göre, Nisan ayında siyasetin gündemine kabine değişikliği oturacaktır. Başbakan Erdoğan hükümette değişiklik yapma niyetini açıkladı. Nasıl değişiklik olacak bilmiyoruz, ama o değişiklik de AKP’nin erimesine çare olamayacak. Kararları Başbakan veriyordu zaten. Başbakanın değiştirmeyeceği AKP felsefesi ise, bu erime sürecini başlatmıştır. Bu ortamda AKP, tasarladığı Anayasa değişikliğini gündeme getirebilecek mi? Artık tartışmalı bir konu. Nisan ayında Türkiye’nin iç ve dış siyasetini etkilemesi beklenen başka iki önemli gelişme daha var. Her ikisinin de ortaya çıkacak içeriği şu an için belli değil.
Bunlardan birincisi, 27 Mart’ta Genelkurmay İletişim Dairesi Başkanı’nın açıkladığı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ tarafından Nisan’da yapılacak iki toplantı. Bu toplantılardan birisi Genelkurmay Başkanlığı karargâhında medya temsilcilerinin katılımıyla gerçekleştirilecek iletişim toplantısı. Diğeri ise, Harp Akademileri Komutanlığı’nda yapacağı, “Yıllık Değerlendirme Konuşması”na ilişkin toplantı. Bu toplantılarda, AKP’nin Türkiye’yi sürüklediği gerginlik konu olacak mı? Bilinmiyor, ama seçim öncesi yapılacağı açıklanan, programları henüz açıklanmayan bu toplantıların seçim sonrasına bırakılmış olması manidar. Genelkurmay Başkanı, eğer iktidara bir uyarı yapılacaksa, bunun “27 Nisan İnternet Mesajı” gibi AKP’ye yaramaması için demokratik özen göstermiş olabilir.
Bir diğer önemli gelişme, 6-7 Nisan’da Obama’nın ziyareti olacak. Bu ziyaret ABD’nin Türkiye’den beklentisinin, jeostratejist George Friedman’ın dillendirdiği Neo-Osmanlı yaklaşımıyla mı, yoksa Hillary Clinton’un “Lâik Türkiye” tanımlamasıyla mı uyumlu olacağını gösterecek. ABD ile stratejik ortaklığın getireceği yeni misyonu ortaya koyacak. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Avrupa ve Avrasya İşleri’nden Sorumlu Bakan Yardımcısı Philip Gordon’un, Senato Dış İlişkiler Avrupa Alt Komitesi’nde, ısrarlara rağmen, “Kıbrıs’ta Türk İşgali” ve “Ermeni soykırımı” sözcüklerini söylememesi, ABD ile yeni açacağımız beyaz sayfada Obama yönetiminin gerçekçi yaklaşımının bir göstergesi mi? Öte yandan Mart ayında Cumhurbaşkanı Gül’ün Brüksel’de, Avrupa Birliği Komisyon Başkanı Barroso ile görüşmesinde, Barroso’nun Türkiye AB ilişkilerinin Kıbrıs’la sınırlandırılamayacağını söyleyerek, reformların yapılmasını istemesi, Kıbrıs’ın geleceğine ilişkin yeni bir değişimin haberi mi?. Ancak bu haber, Avrupa Birliği için Kıbrıs’ı gözden çıkaran sermaye basınında yer almadı.
KKTC’de 19 Nisan’da Erken Genel seçim var ve anketler; Talat’ın eski partisi olan, şimdi Başbakan Ferdi Sabit Soyer’in Başkanlığını yürüttüğü iktidardaki Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin (CTP) eridiğini, Rauf Denktaş’ın eski partisi, Eski Başbakan Derviş Eroğlu’nun Başkanı olduğu Ulusal Birlik Partisi’nin (UBP) iktidara geleceğini gösteriyor. Kıbrıs’ta teslimiyetçi tavizkâr tutumun sonu yaklaşmış görünüyor. Kıbrıs’ta böyle bir hükümet değişikliği, Talat-Hristofyas görüşmelerinin temelindeki, “Tek devlet, Tek egemenlik” ilkesinin reddi ve KKTC’nin tanınmasını olanaksız görerek silinmesine rıza göstermeye hazır, Talat politikalarının iflası olacak. Kıbrıs’ta Kıbrıs Türküne yaraşır yeni bir dönem açılabilecektir, ama Talat politikalarına destek veren AKP’nin tutumu ne olacaktır?
Mart ayına düşüşle başlayan Amerika, Asya ve Avrupa finans piyasaları, ay içinde bazı günler yükselişe geçti, hatta birkaç gün yükselişte de kalabildi, ama çoğunlukla düşüşler yaşandı, ayın sonunda 30 Mart günü haftaya düşüşle başlanıldı. Dünyada ekonomik çöküntü ve kriz devam ediyor, daha dibe vurmadı. Başkan Obama’nın önlemleri, finans krizini frenlemeye ve reel sektöre sıçramasına engel olamadı. ABD’yi finanse eden Çin bile, artık doların küresel dünyanın parası olmaması gerektiğini söyler duruma geldi.
Üretim hasılasının parasal değerinin 3.5-4 katı büyüklükte finansal piyasaların oluşturulduğu dünyada, şimdiye kadar finans piyasalarında 50 trilyon doların erimiş olması, krizi sonlandırmaya ve reel sektörlere sıçramasını engellemeye yetmedi. Finansal piyasaların şişkinliğinin son bulması için bundan sonra eriyecek miktar, 50 mi, 100 mü 150 trilyon dolar mı kestirilemiyor. Finans piyasalarındaki erimeler, iflaslarla, ekonomik daralmalara, dünkü zenginlerin varlıklarının küçülmesine, normal düzeyde olanların da alt fakir gruplara düşmesine neden oluyor. Gelişmiş ülkelerin paradan para kazanma politikasıyla, 1980’li yıllardan beri pompaladıkları finans piyasaları düzelecek gibi de görünmüyor. Artık, dünyanın ekonomik yapısının 2008 öncesine dönmesi hayal. Dünya yeni bir ekonomik yapılanmaya doğru gidiyor da, o yapılanmanın nasıl olacağı belli değil. İşte bu noktada, azgelişmiş ve gelişme sürecindeki ülkelerden gelişmiş ülkelere, “Global krizin yükünü bize çektirmeyin” uyarısı geliyor. Dünyanın yeni ekonomik yapılanması için G-20’lerin 2 Nisan’da Londra’da yapacakları zirve toplantısının, bir başlangıç olması bekleniyor.
Ünlü finans spekülatörü George Soros, 2 Nisan’da Başkan Obama’nın da katılımıyla Londra’da toplanacak olan G-20 zirvesinin, küresel ekonomik sistem için son şans olduğunu söylüyor. Küresel ekonomik sistemin son derece önemli bir sınavla karşı karşıya kaldığını belirten Soros, G-20 zirvesinde mevcut görüş ayrılıklarının giderilerek ortak bir yol bulunmaması halinde, “küresel çöküş” olacağı uyarısını yapıyor. Küresel sistemi eski haline getirmenin mümkün olamayacağını vurgulayan Soros, yeni sistem için reform yapılmasını istiyor. Soros, acil önlemlerin alınması koşulunda bile, durgunluğun uzun süreceğini, ama alınmaması halinde küresel çöküşten kaçılamayacağını kaydediyor. G-20’ler çare olacak önlemleri alıp uygulayacak ve/veya uygulatabilecekler mi?
Türkiye’nin küresel krizden önce başlamış olan, küresel krizle katlanarak ağırlaşan ekonomik krizi tüm ağırlığıyla sürmekte, daha da derinleşmesinden korkulmakta. AKP Hükümeti, krizi okuyamadı ve seçim yatırımı diye de, zamanında gereken önlemleri alamadı. Gerçekçi olmayan, daha ilk ayından açık veren 2009 yılı bütçesiyle ortaya çıktı ve bir yıldır tartışılan IMF ile anlaşmayı sağlayamadı. Dördüncü Paketle otomotive geçici bir rahatlama sağladıysa da, Beşinci Paket yolda denilse de, bu paketler krize karşı pansuman tedavisinden öte geçemeyecek görünüyor. Şimdi sorun, yerel seçimlerden sarsılarak çıkan AKP iktidarının, bir an önce hükümeti yenileyerek, ekonomik krize ciddi şekilde sarılıp sarılmayacağı. Artık, yeni hükümet beklentisi ortaya çıktığı için, son kararları Başbakan Erdoğan verse de, bu hükümetle gereken önlemler alınamayacaktır.
Önlemlerin en başında 2009 bütçesindeki makro hedeflerin yenilenmesi, bütçenin de yeniden tanzimi ve IMF ile hızla anlaşma gerekiyor. Hükümetin bütçeye koyduğu 2009 yılı için yüzde 4 büyüme hedefi, kargaları bile güldürmekten başka işe yaramadı, mızrağın çuvala sığmaması gibi, krizi gözlerden saklayamadı. Şimdi, Türkiye ekonomisinin 2009 yılına ilişkin küçülme tahminleri yüzde 3 ile yüzde 11 arasında değişiyor. Yüzde 4 büyüme yerine yüzde 4-5 küçülmenin olacağı üzerindeki görüşler çoğunlukta. Küçülmenin oranını, IMF anlaşmasının yapılıp yapılmaması ve tedbirlerin alınıp alınmaması belirleyecek. Başlangıçta “Kriz bizi vurmaz, teğet geçer” diyen Başbakan, seçim öncesi bir televizyon programındaki canlı yayında, “Bu yılın başından itibaren maalesef bu kriz hakikaten vurdu” dedi. Yukarıda da belirttik, kriz henüz Yerel Seçimlerdeki erimeye yansımamış görünmüyor, iktidar bu krizin üstesinden gelecek önlemleri alamazsa, önümüzdeki ilk Genel Seçimde iktidardan uzaklaşmak zorunda kalabilir. Ekonomik krizler şimdiye kadar Türkiye’de hep iktidarları süpürmüşlerdir, siyasi tarihimizde de önemli dönemeçler oluşturmuşlardır.
Artık hükümet değişikliği gündemde olduğuna göre, Enerji Bakanlığı’nın geleceği ne olacak? AKP iktidarında Enerji Bakanlığı’nın politikaları ve uygulamaları, yer yer mevcut yasalarla çeliştiği gibi, ülke ihtiyaçlarına da cevap veren nitelikte olmamış, çarpıklıklarla dolu biçimde gerçekleşmiştir. Enerji bürokrasisinin de konulara hâkim olduğu söylenemez. Eğer bu ekonomik krizle sanayimiz çöküş yaşamasaydı, bugünlerde elektrik sıkıntısı yaşıyor olacağımız gerçeği gözlerden uzak tutulamaz. Yeni kabinede değişmesi gereken Enerji Bakanı’nın, değişip değişmeyeceği bilinmiyor. Enerji konularını bilen AKP’li milletvekilleri bile, kendi bakanlarından yakınıyor da, Başbakan bu gerçeği görebilecek mi?
Enerjide yeni bir fiyasko, 23 Mart’ta yapılan TETAŞ’ın özel sektörden elektrik alım ihalesiyle yaşandı. Mevcut veya işletmeye girecek termik üretim tesisleri olan üretim şirketlerinden, yine mevcut veya işletmeye girecek hidroelektrik ve yenilenebilir üretim tesislerine sahip üretim şirketlerinden, 2009-2012 dönemini kapsayan dört yıllık süre içinde, elektrik enerjisi satın alınmasını amaçlayan bu ihale de sonuçsuz kaldı. Üretim şirketlerinin satış fiyatı teklifleri, TETAŞ İhale Komisyonu’nun saptadığı alım fiyatlarının üzerinde çıktı. Komisyonun termik elektrik için belirlediği azami fiyat 19.16 kuruş/kWh (11.30 US cent/kWh) iken, teklifler 19.50-29.80 kuruş/kWh (11.50-17.62 US cent/kWh) arasında çıktı. Hidroelektrik ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilecek yeşil elektrik için komisyonun belirlediği azami fiyat 13.45 kuruş/kWh (7.93 US cent/kWh) olmasına karşın, şirketlerden 18.90-27.12 kuruş/kWh (11.14-15.99 US cent/kWh) arasında değişen teklifler geldi. AKP döneminde enerjide kamu kesiminin her ihalesinde olduğu gibi, şartnameye yönelik şikayetler ve çekici fiyat düzeyinin saptanamayışı, geleceğe yönelik arz güvenliği açısından önemli olan bu ihaleyi de sonuçsuz bıraktı. Yatırımların teşviki, piyasadaki dalgalanmaların giderilmesi, kaynak kullanım kriterleri göz önüne alınmadan, eksik piyasa mekanizmaları ve alt piyasalar oluşturulmadan çıkılan ihalede karşılaşılan bu sonuç, şaşırtıcı değil. Enerji yönetimi, serbest enerji piyasası ile frekans tutturamıyor.
Bir tek Rusların katıldığı nükleer santral yarışmasının sonuçlandırılması, bilindiği gibi, seçim sonrasına bırakılmıştı. Bu ihalede başlangıçta 21.16 US cent/kWh olan teklif fiyatını, Ruslar ikinci zarfı vererek 15.35 US cent/kWh düzeyine çekmişlerdi. Bu fiyat TETAŞ’ın sonuçlandıramadığı alım ihalesinde teklif olunan fiyatlarla karşılaştırıldığında, onlardan yüksek değil. Bunun böyle olacağı da beklenmiyor değildi. Piyasa koşulları bu ve söz konusu yarışma ihalesinin şartnamesiyle tüm riskler karşı tarafa yüklenip alım garantisi süresi 15 yılla sınırlandırıldığından, fiyatın Batı ülkelerinde olduğu gibi 10 US cent/kWh’in altına düşmesi beklenmemeli. TETAŞ’ın sonuçsuz alım ihalesine göre fiyatı makul, alınacak teknolojisi uygun, Nükleer Santral İhalesinin önünde iki engel var. Birincisi, ihalenin dayandığı 5654 sayılı Nükleer Santraller Kanunu’nun, ikinci bir teklif alınmasına yasal olanak tanımaması. Hükümet, kendi kanununa göre ikinci zarfı hiç almamalıydı, alındıysa da açmadan iade edip ihaleyi iptal etmeliydi. Bunu yapmamaları, bir mevzuat kılıfına uydurarak, fiyat üzerinde pazarlığı sürdürerek, sonuca gitme niyeti olduğunu gösteriyor. Ancak, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Mart başındaki Ankara ziyareti, Rus nükleer santralinin alımına karşı ikinci bir engeli çıkarttı. Basınımıza yansımadı, ama ABD’ye yakın çevreden ve güvenilir kaynaktan edindiğimiz bilgiye göre, Clinton’un Türkiye’nin nükleer santral projesine değinerek, “Bu santrali stratejik ortağımıza biz vermek isteriz” şeklinde konuştuğu söyleniyor. Herhalde, Başkan Obama’nın Ankara temaslarında, bu projeye değinilecektir. İhalenin akıbeti ondan sonra belli olacak görünüyor.
Nükleer santral kazasından korkulur, ama nükleer santrallerde kaza olasılığı yok denecek kadar azdır, oysa barajlı hidroelektrik santraller öyle değil. Bakın literatür verileriyle hidroelektrik santrallerde çalışanlar için risk faktörü 0.01-1.41 ölüm/GW.yıl, çevre halkı için 0.001-0.1 ölüm/GW.yıl iken, nükleer santrallerde bu değerler 0.00002 – 0.0125 ölüm/GW.yıl düzeyindedir. Bunlar geçmişte görülen kazalardan GW (yani 1000 MW=GW) santral ünitesi başına çıkarılan sonuçlardır. Bir başka gerçek de şu; 40 senelik verilerle yapılan değerlendirmeye göre, barajlı hidroelektrik santral kazaları sonucu dünyada hayatını kaybedenler, Çernobil kazası sonrası görülen ani ölümün 124 katıdır. Demek ki, temiz ve yenilenebilir hidrolik enerji artık pek çevre dostu görülmediği gibi, kaza riskleri bakımından da hiç masum değil. Bu kazaların Çernobil’deki gibi işletme hatasından olmayıp, yapım hatalarından kaynaklanması riski artıran neden.
27 Mart’ta Alanya’da baraj paniği yaşandı. Ocak ayında su tutmaya başlanan Dim Barajı’nda, aşırı yağış nedeniyle kapakların basınca dayanamayıp kırıldığı açıklandı. Haberlerde yer alan görüntü ve fotoğraflar, kapaktan çok bir cebri boru parçasına benziyordu. Baraj kapakları radyal olur, dolayısıyla kapaklardan başka donanım da zarar görmüş olabilir, tam bir açıklama yok. 1996 yılında başlanan, Dim projesinde, inşaatın başlayışı 2003 yılını buldu. 2009 yılının başında Başbakan Erdoğan’ın toplu açılış töreniyle baraj hizmete girdi. Yani, inşaatı AKP döneminde gerçekleşti. Dim Barajı, sulama, elektrik ve içme suyu amaçlı. Hidroelektrik santral olarak 38 MW gücünde, 5812 hektar alanı sulayacak kapasitede. Normal su kotunda göl alanı 5 km2’yi buluyor. Bildirildiğine göre, kapak atıncaya kadar toplanan su 213 milyon metreküp. Bu normal su kotundaki hacimden 50 milyon metreküp daha az, dolayısıyla kapakların dayanması gereken doluluk. Kazada ölüm yok, ama taşkın olmasın diye civardaki yerleşim yerleri boşaltıldı, su boşa aktı vs. Büyük bir müteahhitlik kuruluşunda kalite kontrol mühendisi olarak çalışan bir yakınım, inşa halindeyken Aslantaş Barajı’nın kapak sorunundan ve Altınkaya Barajı’nın cebri boru sorunundan söz etmiş, yeterli kalitede bulunmayan kaynakları onaylamadığı için de işinden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bir kapak büyük olasılıkla kaynak bağlantılarının iyi yapılmamış olmasından, bağlantı burçlarındaki imalât hatalarından kopar da, bakalım araştırılacak mı, yoksa örtülecek mi?