5 Eylül 2017
Onlarca yıl öncesindeydi, genç bir akademisyendim, Roma Büyükelçiliği’mizde görevlendirilmiş diplomat arkadaşı yurtdışına uğurlamadan önce veda yemeğinde sohbet ediyorduk. O yıllarda Türkiye körü körüne emperyalist Batı’ya güveniyordu ve Batı tarafından kullanılabilir sadık dost olarak görülüyordu. Biz de Türkiye’nin Batı’daki yerini, ağırlığını konuşuyorduk. O gün diplomatımızın söylediği söz hafızama kazındı:
- “Türkiye’nin değişmeyen belli bir sıkleti (ağırlığı) var. Eğer zayıflayacak olursa, tekrar eski sıkletini kazansın diye yardım ediyorlar. Kazara sıkleti artacak gibi olursa, engel çıkarıp sorunlarla boğuşturarak aşağı çekip zayıflatıyorlar.”
Haklıydı, zaten benzer yargıyı ifade eden onca düşünür ve yazarımızda da bu görüş hâkimdi. Batı Türkiye’nin sanayileşmesi için ihtiyaç duyduğu teknolojileri bile vermekte imtina etmiştir. 1967’de bazı sanayileşme projelerimize Batı’nın destek vermekten kaçınması üzerine, o günkü Sovyet Rusya ile anlaşma yoluna gidiliyordu. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel yıllar sonraki bir konuşmamızda şöyle açıklamıştı:
- “Batı rahatsız oldu bundan. 1967’de Amerikan Sefiri Başbakanlığa geldi, beni ziyaret etti. Hâlâ gözümün önünde olay. Kapıdan girdi, daha oturmadan, ‘Aks mı (eksen mi) değiştiriyorsunuz?’ diye bana sordu. Sovyetlerle bizim münasebetleri düzeltmemizden çok rahatsız olmuştu Amerika… Batı Türkiye’nin sanayileşmesini istememiştir veya mümkün görmemiştir. Bize tavsiye edilen tarımdır ve hafif endüstridir. Ama, Türkiye 50’li, 60’lı ve 70’li yıllarda bunu dinlemedi, sanayileşmeyi geniş çapta yaptı.”
ABD’nin Demirel’i uyarmasının nedeni Ruslardan 1967’de aldığımız beş tesistir; İskenderun Demir Çelik Fabrikası, Aliağa Rafinerisi, Bandırma Asit Borik Fabrikası, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Artvin Yonga Levha Fabrikası. Demirel bunları anlatırken, Adnan Menderes’in Ruslardan almasının kısmet olmadığı yardımı kendisinin aldığını da övünerek vurguluyordu.
Çünkü, Menderes 1960 yılında benzer yardım ve işbirliği amacıyla Sovyetler’e gitmeye kalkışınca, ABD 27 Mayıs Devrimi’ne yeşil ışık yakıyor, ne yazık ki Menderes’e darağacına uzanan yolu açıyordu. O Menderes ki, Celal Bayar ile Türkiye’yi NATO’ya sokmuş, Amerika’nın isteği üzerine Kuzey Kore’ye karşı Güney Kore’ye Türk askeri göndererek Kunuri’de onca askerimizin hayatını kaybetmelerine neden olmuştu. Kuzey Kore bugün uzun menzilli füzeleri ve nükleer bombalarıyla ABD’yi korkutabiliyor. Türkiye’yi küçük Amerika yapma hayalinin mimarı Menderes ise, ABD’nin kullanıp harcadığı devlet adamları listesiyle tarihin aranmayan ve bakılmayan tozlu raflarında.
ABD gibi dostun ve müttefikin olursa düşmana ihtiyacın yok demektir!...
ABD Demirel’i uyarırken Türkiye eksen değiştirmiyordu, o gün için böyle bir niyeti de yoktu, siyasi hata sonucu yer aldığı NATO’nun içinde Batı’nın sadık jandarmalığını sürdürüyordu. Ama bugün artık öyle değil, ulusal bekamız adına Lozan sınırlarımızı ve egemenliğimizi koruyabilmemiz için eksen değiştirmek kaçınılmaz görünüyor. Kaldı ki o eksen Doğu’ya, Avrasya’ya doğru olması gereken biçimde kendiliğinden kayıyor.
ABD’nin uluslararası askeri gücü olan NATO’ya girmenin Türkiye için elini kolunu bağlayan hata olduğu su yüzüne çıktı. Türkiye’yi içeri almaya niyeti olmayan, ama kapısına bağlı kıdemli aday olarak bekletmek isteyen AB ise Gümrük Birliği ilişkisiyle Türkiye’nin aleyhine çalıştı, çalışıyor. Eğer son zamandaki siyasal polemikle Almanya bu ilişkinin kesilmesine, yenilenmemesine neden olursa, Türkiye’ye farkında olmadan iyilik eder. Türkiye de artık AB Gümrük Birliği peşinde değil, Avrasya Gümrük Birliği oluşturulmaya çalışılıyor. Atatürk’ün tam bağımsız Türkiye’siyle bağdaşmayan NATO ve AB ilişkileri Batı emperyalizminin Türkiye’ye uzanmış kolu durumundalar.
Türkiye’nin ve NATO’nun yönelişi Rusya, Çin ve İran’a kazanma fırsatı!...
Bugün Türkiye’ye en büyük tehdit Batı’nın ağababası, NATO’nun patronu ABD’den geliyor. ABD’de Türkiye’nin NATO’da kalıp kalmaması tartışılırken, “Türkiye’yi NATO’dan kovmak gerekir” diyenler az değil. NATO Türkiye’den, Türkiye NATO’dan kaygılı. ABD’de yayınlanan National Review adlı muhafazakâr derginin 17 Temmuz 2017 tarihli sayısında İstihbarat Analisti M.C. Johnson imzasıyla yayınlanan makalede “NATO’nun ve Türkiye’nin eğiliminden Rusya, Çin ve İran kazançlı” deniliyordu.
ABD’nin risk değerlendirmesi Türkiye’de iç çatışma beklentisini vurguluyor!...
Var olan gerçek; ABD ve NATO Türkiye’yi tehdit olarak görüyor, Türkiye de onları!... Birleşik Devletler Ordusu Savaş Koleji Stratejik Çalışmalar Enstitüsü tarafından 29 Haziran 2017’de yayınlanan, “ABD’nin Tehlikesi: Savunma Departmanı (Bakanlığı) Görüşüyle Dünya’da Geleceğin Öncelikli Risk Değerlendirmesi” başlıklı raporda, gelecek 10 yıl için sıralanan tehlikelerden biri “Türk iç çatışması” ve buna karşı öngörülen önlem “Paylaştırılmış Güvenlik”, yani çatışmayı önleme adına Amerikan askeri işgali. Peki iç çatışma neden ve nasıl çıkacak? O da hiç kuşkusuz CIA’nın yeni senaryoları ve komplolarıyla oluşturulmaya çalışılacak.
ABD’nin senaryolarıyla tezgahlanacak iç çatışmaya karşı Türk halkının uyanık ve Türk Ordusu’nun teyakkuzda olması gerekiyor. Ne mutlu ki Türk halkı Amerika’nın gerçek yüzünü bugün açıkça görebiliyor. 15 Temmuz darbe girişiminin bozgunu ABD’nin, NATO’nun, Batı’nın maskesini düşürdü. 2000 öncesinde komünizm öcüsüne bağlanan bağnaz görüş artık yok, Amerikan karşıtlığı açıkça tartışılıp kabul görüyor.
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesiyle bölgemizdeki oyunları, ülkemize Amerikan dayatması Kürt açılımının getirdiği yaşadığımız olumsuzluklar, Türk halkının gözünü açan süreç oldu. Bu yıl Temmuz ayında Barzani’nin televizyonunda ABD’li emekli General Ernest Audino, Bağımsız Kürdistan’ın İran’ı dengelemek için ABD’nin yararına olduğunu savunuyordu. Tabii sadece İran’a karşı değil, onlara göre Türkiye’ye karşı da denge olacak. Bu nedenle Suriye’de de özerk Kürt kantonlarını hedefliyorlar. ABD dün Suriye’de Esad’a karşı Türkiye’yi jandarma olarak kullanmak istiyordu, Kürt oyunu açığa çıktığından bugün Suriye’de örtülü Türkiye-ABD çekişmesi ve hatta çatışması yaşanıyor. Türkiye İncirlik’ten başlayarak ABD’ye gereken cevabı vermelidir.
Washington’da bulunan siyasi partilerden bağımsız Pew Araştırma Merkezi tarafından en büyük tehditler konusunda yapılan son anket, Batı’da DEAŞ ve iklim değişikliğinin en büyük tehditler olarak görüldüğünü, oysa Türklerin yüzde 72’sinin en büyük tehdit olarak ABD politikalarını gördüğünü ortaya çıkardı. Bu ABD’nin Kürdistan’ı oluşturma politikasının sonucudur. ABD bunu Kürtleri sevdiği için değil, Altın Hilal denilen Mezopotamya coğrafyasını el altında tutabilmek, bölgedeki hidrokarbon kaynaklarını Akdeniz’e ve İsrail’e akıtabilmek, gerçek stratejik ortağı Siyonist İsrail’e perde olacak kukla bir Müslüman İsrail oluşturabilmek adına yapıyor.
Türkiye, Rusya ve İran ile birlikte Astana sürecinde Suriye’de belirleyici rol oynuyor. Üç ülkenin askeri konularda işbirliğine yönelmesi, Genelkurmay başkanları düzeyinde temaslar yapılması, askeri işbirliği hazırlıkları bugün ABD’yi çok rahatsız ediyor. Bölgesel askeri işbirlikleri ve daha ilerisi ittifaklar emperyalizme karşı koruma duvarları oluşturur. Rusya, İran, Türkiye üçlüsüne yarınlarda Suriye’nin dolaylı biçimde değil de doğrudan katılması şaşırtıcı olmayacaktır, gereklidir de. Türkiye-Rusya-İran-Irak ve Suriye askeri işbirliği ABD’nin Ortadoğu plan ve projelerinin çöküşünden öte ABD’nin büyük yenilgisi olacaktır. Kaldı ki ABD-İsrail ikilisi bölgede yenilgiye mahkumdur.
Sonuç olarak dünden gelen Türkiye-ABD müttefikliği özde bitti, artık yok, sadece sözde kaldı. Türkiye için Avrupa’da AB ilişkisinin anlamı da kalmadı. Türkiye Batı’dan, Batı Türkiye’den ayrılık öncesinin sancılı sorunlarını yaşıyor. Türkiye’de Batı yanlısı siyasi partilerin iktidara gelmesi de çok zor, hatta olasılık dışı. Topyekûn Batı, kısaca ABD, NATO ve AB Türkiye’yi kaybettiklerini görüyorlar. Türkiye’nin Batı’ya ve Batı’nın Türkiye’ye güveni kalmamıştır. Güvensizliğin hâkim olduğu ortamda müttefiklikten söz edilemez!.. Böyle olunca Türkiye’nin Batı’dan, hatta ABD’ye rakip Avrupa ülkelerinden bile teknoloji transferi artık pek söz konusu değil.
7 Ağustos 2017 günkü Almanya’nın Allgemeine Zeitung gazetesinde Türkiye uzmanı diye tanıtılan Dr. Rainer Herrmann, 15 Temmuz sonrası Türkiye’nin Avrasya’ya yönelişinin hız kazandığını yazmıştı. Bu aslında ABD’nin ve Avrupa’nın daha önceden saptadığı bir yöneliş. Türkiye Batı’da bulamadığı güveni, teknolojiyi, kaynakları Avrasya’da ya da batısından doğusuna Asya’da bulabiliyor. Batı’nın Atlantik cephesinin emperyalist ve sömürgeci yaklaşımına karşı Avrasya cephesinin işbirlikçi, destekleyici yaklaşımı var. Yazımızın başında değindiğimiz Türkiye’nin sıkleti Batı’ya göre Avrasya’da çok daha yüksek. Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü içindeki diyalog ortağı (partneri) konumunun üyeliğe doğru yükseltmesinin istendiği biliniyor.
Tüm bunlar tabii ki Türkiye’nin Batı’ya düşmanca davranmasını gerektirmiyor. Zaten böyle hatalı bir sapkınlık ve yanlışlık düşünülemez. Batı ile ilişkilerde diplomatik söylemde yer almayan kavgaya da gerek yok. Gereken karşılıklı saygı ve karşılıklı çıkar bazında, ama ulusal çıkarlarımıza uygun mesafeli bir davranışla ilişkilerin yeniden düzenlenerek sürdürülmesi. Artık NATO üyeliğinin ve AB adaylığının vazgeçilemez olmadığının herkesçe anlaşılması gerekiyor, gidiş ayrılık yönünde…
Türkiye’nin belli bir teknolojik birikimi olmasına karşın, önemli temel teknolojilerde, yeni teknolojilere yönelik araştırma-geliştirme etkinlikleri ve inovasyonda yeterli olmaması nedeniyle halen teknoloji transferine ihtiyacı var. Kilit teknoloji transferleri için Batı dün de güvenilir kaynak değildi, bugün hiç olamaz. Ama geçmişten yeterli ders alınmamış olacak ki zaman kaybına neden olacak biçimde, yine de Batı’da arayış çalışmaları sürdürülmüyor değil. Örneğin milli tankımıza motor, milli uçağımıza türbin teknolojisinin transferi için Batı ile işbirliği isteniyor da arayışın olumlu sonuçlanması kuşkulu. Rusya ve Çin ile bu konularda teknolojik işbirliğinin geliştirilmesi çok daha kolay olur.
Türkiye’nin çeşitli projeleri bulunuyor. Bunların arasında Kanal İstanbul gibi her açıdan sakıncalı ucube projeler olduğu gibi, ulusal savunma sanayii gibi yararlı ve önemli projeleri var. Ancak hangi projeyi ele alırsanız alın, teknoloji transferi sorunuyla karşılaşıyorsunuz. Savunma sanayiinde yerli teknoloji yeterliliği çok gerekli.
Geçmişte askerimiz için “kılıcı keskin olsun” denirdi, şimdi “silahı etkin olsun” demenin zamanı. Ancak o etkin silahın dışa bağımlı olmaksızın ulusal teknolojiyle yerli üretimi gerekiyor. Yerli katkısının yüzde büyüklüğü hiç önemli değil, tamamı yerli olabilmeli. Bir örnekle açıklayalım, İngilizler İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların rulman (bilyeli yatak) fabrikasını bombalayıp rulman yapımını durdurarak Hitler’in tanklarının üretimini engellemek istemişlerdi. Rulmanın tanktaki yüzde payı küçük olsa da o olmadan değil tank, hiçbir araç yapılamıyor.
Bugün Türkiye’de yerli katkı payıyla avunuyor, hatta övünüyoruz, ama bu tutum yanlış. Her projemizin yerli katkıyla yapılabilecek bir de maalesef yapılamayacak kısmı bulunuyor. Bunun nedeni, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı Marshall yardımının koşullarında yatmakta. Demirel’in başlangıçta yer alan açıklamasındaki “Bize tavsiye edilen tarımdır ve hafif endüstridir” sözü bunu yansıtıyor.
Demirel sözünün devamında “Türkiye 50’li, 60’lı ve 70’li yıllarda bunu dinlemedi, sanayileşmeyi geniş çapta yaptı” diyordu, ama açıkça görülüyor ki geriye alan küçük çapta bölümü nicelik bakımdan küçük olsa da nitelik bakımdan motor-türbin sanayii vs. gibi önemli bölümü içeriyordu. Ne yazık ki, Türkiye sanayileşmesini gereken boyutta ve nitelikte yapamamıştır, ama neden yapamamıştır?...
Bir örnekle açıklayacak olursak, Atatürk’ün zamanında 1931-1939 yılları arasında onlarca uçak üreten Kayseri uçak fabrikası 1950’li yıllarda düdüklü tencere fabrikasına dönüştürülüyordu. Menderes’in Demokrat Parti iktidarı 1950’de başlasa da önceden gelen birikimle Türkiye 1952 yılında Danimarka’ya Ankara Etimesgut Uçak Fabrikası’nda üretilmiş uçağını ihraç ediyordu. Ancak bu üretimler “Siz uçak yapmayın biz size verelim” diyen Amerika’nın isteği üzerine durduruldu, fabrikalar kapatıldı.
Türkiye 1934-38 yılları arasında Birinci Sanayi Planı’nı uygulamıştı, İkinci Sanayi Planı hazırlandı, ama Atatürk’ün ölümü, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle kaynak yetersizliği ikinci planın uygulama olanağını ortadan kaldırdı. 1945 sonrası yeni dünya düzeninde Batı Türkiye’yi sanayi değil, tarım ülkesi olarak görmek istiyordu. Amerika Türkiye’ye Marshall planıyla tarım makine ve ekipmanları, traktör gönderiyordu. Böylece yerli makine sanayi ve ulusal teknoloji oluşumu engelleniyordu.
1960 Devrimi sonrası Türkiye’de Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963-1967) uygulanırken, “Üçüncü Beş Yıllık Plan sonrası İtalya’yı yakalayacağız” deniliyordu, tabii ki bu rüya gerçekleşmedi. Bakanlar Kurulu kararıyla 14 Nisan 1964 tarihinde otomotiv endüstrisi için Montaj Sanayi Talimatı yayımlanıyordu. Bu talimatnamede yerli yapılacak 200 kalemi aşkın parçaya karşılık, Türkiye’de yapılmayacak olanlar üç kalemde “motor, vites kutusu, diferansiyel” diye sıralanmıştı.
Oysa 1961’de tamamı yerli yapılan “Devrim” otomobilinin motoru da dişli donanımları da Devlet Demiryolları’nın Eskişehir’deki Cer Atölyesi’nde imal edilmişti. Her şeyi ile yerli olan iki Devrim otomobili ortaya çıkarılmıştı. Cumhurbaşkanı Gürsel’in bindiği ilk arabaya benzin konulması unutulduğu için halkın önündeki gösteri motorun durmasıyla sonuçlanıyor, kafalarda soru işareti yaratılıyordu. Cumhurbaşkanı Gürsel diğer Devrim arabasına binerken “Batı kafasıyla otomobil yaptınız, ama Doğu kafasıyla benzin ikmalini unuttunuz” diye gerçeği vurguluyordu. Benzin unutulmuş olsa da Türkiye’de teknoloji ve sanayinin temeli olan mühendislik gücünün varlığı kanıtlanmıştı.
Devrim’e benzin nasıl unutulmuştu, kasıt var mıydı, yok muydu? Bunlar bir yana, Batı Türkiye’nin yerli otomobil yapmasını pazar kaybetmemek, yerli teknoloji oluşumunu engellemek adına istemiyordu. Sonuçta Sanayi Montaj Talimatnamesi ile Batı’nın istediği yola Türkiye sokuldu. 1966 yılından başlayarak Anadol’undan Murat’ına Türkçe markalanmış, yabancı etiketli ve teknolojili montaj ürünü otomobiller karayollarımızı doldurdu. Orta sınıf otomobil keyfi yaşamaya başlamıştı, ama ulusal otomobilimiz yoktu, bugüne kadar da maalesef olamadı. Devrim otomobilinden 56 yıl sonra bugün de ulusal otomobili üretebilme tartışması sürüyor. Artık benzinli ya da dizel motorlu değil, elektrikli oto ile dünyada yer alınmak isteniyor.
Nüfusu 73 milyonu aşan Türkiye 80 milyona doğru gidiyor. Gayrisafi Yurtiçi Hasılası 720 milyar doların üzerine çıkmış 800 milyar dolara doğru ilerliyor. Dünya ekonomi sıralamasında 16’ncı sıradan 18’inci sıraya gerilemiş olsa da ilk 20 ülke (G-20 grubu) içinde yer alıyor. Ayrıca Türkiye dünya coğrafyasında jeopolitik açıdan bir çekim merkezi üzerinde bulunuyor. Önünde Cumhuriyet’in 100’üncü yılı 2023 için hedefleri var. Kaldı ki Türkiye, Türklerin Anadolu’ya Alparslan’ın kılıcı ve 1071 Malazgirt zaferiyle sağlam ayak basışının 1000’inci yılı 2071 hedeflerini koyabilmeli. Çünkü, Türkiye dünyadaki diğer Türk devletlerine örnek olan bir ülke. Adriyatik’ten Çin seddine uzanan yolda Türkçe konuşulan bir dil. Böyle bir alt yapısı olan Türkiye, dünyada kendisine yakışan güce sahip olmak zorunda. Bu doğal bir yöneliş ve gerekli siyasal hedef.
Bir ülkenin gücü çeşitli faktörlere bağlıdır. Bunlardan biri de bazı kilit teknolojiler ve sanayi dallarıdır. Batı ile hasım olunan bu dönemde artık Türkiye’nin büyük projelerle kendini göstermesi gerekiyor. Bu büyük projeler, ulusal güç göstergesi sayılabilecek yerli ve kilit teknolojilere dayalı olmalı. Bugün Türkiye’de tartışılan ve değişik biçimlerde gerçekleştirilmek istenen üç projede atılacak ulusal adımlar bu açıdan önem kazanıyor:
• Nükleer teknoloji ve yerli nükleer santral
• Gelişmiş yerli füze sistemleri
• Türk uçak gemisi
Sıraladığımız her üç konuda da yabancılarla ortaklaşa yürütülen çalışmalar var, ama biz burada tümüyle ulusal nitelikli yerli teknolojiye dayanacak gelişmeden söz ediyoruz. Ancak böyle bir gelişme Türkiye’yi güçlü devletler statüsüne sokacaktır.
Geçmişte TÜSİAD için hazırladığım 1998 tarihli “21. Yüzyıla Girerken Türkiye’nin Enerji Stratejisinin Değerlendirilmesi” raporunda, “Türkiye’nin yerli nükleer enerji teknolojisi geçmişteki hatalardan ders çıkarılarak oluşturulmalı ve Türkiye daha fazla zaman kaybetmeksizin nükleer enerjiye ve nükleer teknolojiye kavuşturulmalıdır” diye yazmıştım. 19 yıl sonra bugün Türkiye nükleer alanda ulusal teknoloji oluşturmaya o günden daha uzak bulunuyor.
Türkiye, nükleer teknoloji ve nükleer enerjinin kullanımına yönelik olarak 5 Mayıs 1955 tarihinde ABD ile “Barış İçin Atom” anlaşmasını imzalayan ilk ülkelerden biridir. Bu anlaşma sonucu aynı yıl Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi (ÇNEAM) oluşturuldu. 1956 yılında 6821 sayılı kanunla da o günkü adıyla Atom Enerjisi Komisyonu (AEK), bugünkü adıyla Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) kuruluyordu. Türkiye 1957 yılında 7015 sayılı kanunla Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) kurucu üyesi olmuştur. Türkiye’nin nükleer teknoloji ve nükleer enerji çalışmalarına eğilişinden bu yana geçen 62 yıllık süreçte halen ulusal teknolojimiz yok.
Nükleer santral kurulması için üç tanesi uluslararası ihale olmak üzere toplam altı girişim yapılmış, altıncısında ne uluslararası ihale ve ne de herhangi bir yarışma söz konusu olmaksızın, 12 Mayıs 2010 tarihinde Rusya ile Mersin Akkuyu Nükleer Santrali için Hükümetlerarası Anlaşma imzalandı ve de 15 Temmuz 2010’da 6007 sayılı kanunla TBMM tarafından onaylandı.
Akkuyu Nükleer Santrali Rusya’nın malı olacak, Rus şirketi tarafından işletilerek üretilecek elektriği Türkiye garantili fiyattan satın alacak, işletme süresince açığa çıkan atıkları, çalışma ömrü bittiği zaman santralin parçaları sökülüp Rusya’ya götürülecek. Türkiye’nin katkısı bina yapımıyla sınırlı kalacak, reaktörleri makine ve ekipmanları Rusya’da imal edilip Türkiye’ye getirilecek. Yani yapımıyla Türkiye hiçbir nükleer teknoloji kazanamayacak.
Santralin işletmesinde görevlendirilmek üzere Türkiye’den Rusya’ya eğitime götürülen Türk gençleri ise reaktör tasarımı, reaktör yapımı, nükleer santral kurulması konularından uzak sadece işletme için eğitilmektedirler. Kısacası, Akkuyu Nükleer Santrali Türkiye’ye ulusal nükleer teknoloji konusunda katkı sağlamayacak, Rusya’nın kazanç kapısı ve Akdeniz’de sivil Rus üssü olacaktır.
Türkiye’ye ulusal nükleer teknoloji kazandırmayacak üç santral projesi!...
Akkuyu Nükleer Santrali’nin anlaşması böyle diye Rusya’yı suçlayamayız, yaptıkları katkı yine de çok önemlidir, hata Türk tarafının doğru strateji belirlememesinden kaynaklanmıştır. Hiç kuşkusuz Türkiye’nin nükleer santrale ihtiyacı vardır, ama başkasının malı olacak, teknoloji kazandırmayacak santrale değil.
Sinop İnceburun’da kurulması planlanan Türkiye’nin ikinci nükleer santrali için ihaleye çıkılmadı, 2010’da Güney Kore ile Hükümetlerarası Anlaşma imzalanmıştı, sonra bu anlaşma akim kaldı. Şimdi Japon-Fransız işbirliğiyle yapılması bekleniyor. Japonya ile Türkiye arasında 2013 yılında imzalanmış bir Hükümetlerarası Anlaşma var. Ancak reaktörü yapacak Fransız ortağın ekonomik durumunun bozulması konsorsiyumun ciddi sorunu. Geçen yıl yine de fizibilite çalışmalarına başlandığı duyurulmuştu. Halen fizibilite ve finansmanla ilgili çalışmaların sürdüğü belirtiliyor.
Üçüncü bir nükleer santralin Kırklareli İğneada’da kurulması isteniyor. Bunun için Çinliler ile mutabakat zaptının imzalandığı, bir Amerikan firmasıyla da görüşüldüğü söylendi, ama kimin yapacağı henüz açıklığa kavuşmadı. Ancak ikinci ve üçüncü santral çalışmalarında da ulusal nükleer teknoloji kazanma hedefi yok görünüyor. Birbirinden farklı ülkeler ve firmalar eliyle üç ayrı nükleer santral kurulmaya kalkışılması, zaten ulusal nükleer teknoloji hedefinin olmadığının en büyük kanıtı. Birinci nükleer santralden başlanarak teknoloji kazanımı yönünde adım atılacak olsaydı, üçüncü nükleer santral yerli teknolojiyle kurulabilirdi.
TAEK eski başkanlarından Prof. Dr. Cengiz Yalçın hocamız bir sohbetimizde, Güney Kore’nin Türkiye’de nükleer santral kurması konusunu değerlendirirken şöyle demişti:
“Biz Anadol otomobilini yaparken Güney Kore bisiklet bile yapamıyordu, şimdi ise nükleer santral yapıyor. Nükleer santral Türkiye tarafından yapılamayacak bir şey değil. Yeter ki yapılmak istensin, Beş yıl içinde yerli tasarım nükleer reaktör üretebiliriz”.
Türkiye ulusal nükleer teknolojisini her boyutuyla oluşturup geliştirmeli!...
Ulusal nükleer teknoloji için beyin gücü sorununa gelince, Türkiye’de fizik mühendisliği dışında nükleer mühendislik eğitimi 1982 yılından bu yana lisans düzeyinde bile verilmektedir. Bu konuda yetişmiş uzmanlarımız, akademisyen varlığımız bulunmakta, ama yetişen insanlarımız Türkiye’de çalışma ortamı bulamadığından beyin göçüyle yabancı ülkelerde çalışmaya yönelmektedirler. Türkiye’de başlatılması gereken ulusal nükleer teknoloji programını yürütebilecek insan gücüne sahibiz. Gereken siyasi kararla bu beyin gücü potansiyelinden yararlanılmak istenmesi!...
Türkiye’nin yalnızca nükleer santralden üretilecek elektriğe değil, tüm boyutlarıyla nükleer teknolojiye ve sanayisine ihtiyacı var. Böyle bir teknolojiye sahip olmak mutlaka nükleer silah üretilecek anlamına gelmez. Örneğin bu teknolojiye sahip Almanya nükleer silah üretmiyor. Ancak, Almanya’yı kimse nükleer silahla tehdit edemez, çünkü gerekirse cevap verecek teknolojisi vardır. Teknoloji caydırıcılık yaratıyor.
Türkiye için de böyle bir caydırıcılığa gerek var. Çünkü Türkiye’nin bulunduğu coğrafya her türlü tehdide açık. Kaldı ki Türkiye’nin geçmişte NATO’ya girmesinin bir nedeni, Soğuk Savaş döneminde NATO’nun nükleer şemsiyesi altında güvende olma isteğiydi. Türkiye böyle düşünüyordu, ama maalesef yanılmıştı.1962 Küba Krizi yanıldığını gösterdi. Çünkü bu krizde Kennedy- Kuruşçev çekişmesinde ABD az daha Türkiye’yi feda ediyor, ülkemiz nükleer başlıklı Rus füzelerinin hedefi oluyordu. Türkiye başka şemsiyelere güvenmeden, caydırıcı teknolojilere ulusal boyutta sahip olabilmeli.
Öte yandan Rusya Enformasyon Politikası Başkanı Aleksey Puşkov, ABD’nin Başkan Trump politikasıyla İran’a karşı yaptırımları sürdürmesi durumunda, İran’ın 2015’te ABD ile yaptığı anlaşmayı terk etme beklentisinin gerçekçi olduğunu vurgulayıp, İran’ın hızla kendi nükleer silahlarını üretmeye geçebileceği görüşünü dile getirmiş ve şöyle demiştir: “İran kendi nükleer silahlarını imal ederse, Riyad (Suudi Arabistan) da bu yönde adım atabilir. Türkiye de bölgenin önemli ülkelerinden biri. Ankara şu anda bu konuyu gündeme getirmiyor, ancak Ortadoğu’da silahlanma yarışı başlarsa, Türkiye’nin buna seyirci kalacağına inanmıyorum”. Kısacası gelecek belli olmasa da elde hazır teknoloji olması ulusal güvenlik açısından gereklidir. Yoksa Türkiye nükleer silah peşinde koşacak bir rouge (kırmızı) devlet değildir.
Türkiye’nin gücünü artıracak bir teknoloji de hiç kuşkusuz gelişmiş ulusal füze teknolojisi olacaktır. Türkiye bu konuda memnuniyet verici önemli adımlar atmış bulunuyor ve başarılı çalışmalar sürdürüyor. Şu anda Türkiye’nin kısa, orta ve uzun menzilli, karadan, havadan, denizden atılan yerli füzeleri olduğu biliniyor. Türkiye’nin bazı yerli füzeleri uluslararası savunma sanayii fuarlarında sergileniyor. Füze konusunda sürekli gelişen teknolojiye koşut biçimde en etkin silahlara sahip olabilmek amacıyla, Türkiye’nin ulusal balistik füze teknolojisinde ileri adımlar atması gerekiyor.
Son kez 2013’de görüldüğü gibi, NATO kanalından Türkiye’nin savunma ihtiyacı için personeli ile birlikte geçici olarak gönderilen Patriot savunma füzeleriyle yaşadığımız emanet koruyucu güdümlü füze dönemi, artık kesinlikle kapanmış olmalıdır. Bunu kapatmak için Türkiye önce Çin ile füze savunma sistemi ve teknoloji alımına yönelik bir çalışmaya girişmişse de ABD’nin NATO ayağıyla işe parmak atması, bu projeyi akamete uğratmıştır. 15 Temmuz sonrası Türkiye-Rusya yakınlaşması sonucu, Rus S-400 füze savunma sisteminin alımına gidilmiştir.
Gelişmiş ulusal füze teknolojisi Türkiye’nin caydırıcılık gücünü artırmaktadır!...
ABD bundan korku duyarak rahatsız oluyor ve geçtiğimiz Temmuz ayında ABD Genelkurmay Başkanı Dunford, dolaylı biçimde uyarmak amacıyla “Türkiye S-400 füzeleri almadı, bunu yapmış olsalardı, bu durum kaygı verici olurdu” çıkışını yapıyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan hemen yanıtlayarak, “S-400’ler neden gerilime neden olsun? Bir ülke kendi güvenliğine yönelik en ideal arayışı yapmak durumundadır. Biz yıllardır ABD ile bu tür şeylerde istediğimizi yapamıyorsak, arayış içinde olmak durumundayız ve bunlar arayışın ürünüdür. Biz şu anda Rusya Federasyonu ile bu konuyla ilgili adımları attık, imzalar atıldı ve inşallah S-400 füzelerini ülkemizde göreceğiz. Ve bunları ortak üretimle de süreci işleteceğiz” diyordu. Türkiye teknoloji transferiyle yerli güdümlü füze savunma sistemlerini gerçekleştirebilir.
Türkiye’nin uzaya gönderdiği ve şimdi tamamen yerli teknolojiyle yapmaya yöneldiği haberleşme uyduları için kendi fırlatma tesisini kurma planı ise, NATO’daki sözde müttefiklerince, “Türkiye uzun menzilli füze geliştiriyor” diye yorumlandığından, NATO’nun gözünü bile korkutan bir hamle olarak basında yer aldı. 1000 km menzilli füzesi Bora’yı yapan Türkiye, uzaya çıkmak için 2500 km menzilli füzeyi de yapabilmeli ve yapacaktır da. Fırlatma tesisinin kurulması için gerekli bazı ekipmanların yapımı ya da temininde sorunlar var görünse de aşılamayacak boyutta değil. Türkiye kendi uydusunu, kendi füzesiyle uzaya gönderecek aşamayı gerçekleştirmelidir.
Türkiye bir deniz ülkesi. Karadeniz, Akdeniz ve aradaki bağlantısıyla Ege Denizi Türkiye’nin mavi vatanını kapsıyor, ama sınırlı kalacağı deniz alanlarını değil. Nitekim şu anda Türk donanması Hint Denizi’nde ve Basra körfezinde görev yapıyor. Mavi vatanın güvenliğini korumak için sadece münhasır ekonomik saha sınırları yeterli olmayıp, donanmanızın büyük devletlere ve emperyalist güçlere karşı sırası geldiğinde okyanuslara da açılması gerekir. Dünyada 193 ülkenin 70’inin donanması var, 13 devletin de uçak gemisi bulunuyor.
Türkiye’nin güçlü ve modern gemilere sahip bir donanmasının olması gerektiği gerçek. Böyle bir Türk donanması elbette uçak gemisine de sahip olmalı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türk Donanması’nı güçlendirmek için başarıyla sürdürülen MİLGEM projesi kapsamında gerçekleştirilen Kınalıada Korveti’nin denize indirilmesi ve İstanbul Fırkateyni’nin yapımına başlanması nedeniyle, 3 Temmuz 2017 günü yapılan törendeki konuşmasında, Türkiye’nin savaş gemisi tasarlayan ve inşa eden 10 ülke arasında olduğunu vurguluyor. “İnşallah biz uçak gemimizi de yapacağız” diyordu.
Uçak gemisi, üzerinde taktik hava araçları taşıyan, bunları gerek keşif ve gerekse ateş gücünde kullanabilen, deniz harekâtlarına tüm şekillerde katılabilen gelişmiş bir savaş gemisidir. Askeri güç intikalinin de önemli bir aracıdır. Uçak gemilerinin büyüklü küçüklü çeşitleri vardır. Eğer Türkiye’yi Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz ile sınırlı bir deniz alanında düşünürseniz, tabii ki Türkiye’nin büyük bir uçak gemisine şu anda ihtiyacı olmayacağını, böyle bir projenin savurgan ve lüks olacağını söyleyebilirsiniz. Ancak böyle sınırlı bir deniz coğrafyasında bile uçak gemisi özelliklerine sahip küçük boyutlu gemimizin olması kaçınılmaz bir ihtiyaç. İşte Türkiye bu ihtiyaç nedeniyle şu anda “Çok Amaçlı Amfibi Hücum Gemisi” ya da bir diğer tanımla “Havuzlu Helikopter Gemisi-LHD” inşa etmektedir ki, bu Türkiye’nin ilk uçak gemisi olacaktır.
Türkiye’nin LHD tipi benzer ilk uçak gemisi (TCG Anadolu) inşa ediliyor,
2021’de denize indirilecek!...
İspanyol lisansı ile imal edilen LHD sınıfındaki TCG Anadolu gemisi 28 bin tonluk 225 metre uzunluğunda 32 metre genişliğinde bir gemi olup, dikine iniş ve kalkış yapabilen 6 adet F-35B uçağı, 4 adet Atak helikopteri, 8 adet orta yük nakliye helikopteri, 2 adet Seahawk genel maksat helikopteri ile 2 adet insansız hava aracı, ayrıca çeşitli amfibi araçları ile Amfibi Deniz Piyade Taburunu taşıyacak. Türkiye’nin iftiharı olacak TCG Anadolu’nun 2021 yılında Deniz Kuvvetleri envanterine girmesi bekleniyor.
Kamuoyuna ilk yerli uçak gemisi olarak lanse olunan Havuzlu Çıkarma Gemisi inşasına başlanması bile İsrail’i alarma geçiriverdi. Jerusalem Post gazetesinde Michael Tanchum imzalı yazıda, Türkiye’nin bu adımının İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin güvenlik hesaplarını altüst ettiği vurgulanarak, “Türkiye uçak gemisi olarak da görev yapacak çok amaçlı amfibi hücum gemisi ihalesini tamamlayarak Doğu Akdeniz’de potansiyel olarak beklenmedik bir deniz üstünlüğüne kavuştu” deniliyordu.
TCG Anadolu 6 uçak, 14 helikopter, amfibi araçları ve deniz piyade taburu taşıyacak,
Ege’den Doğu Akdeniz’e ve diğer denizlere denge değiştirtecek bir güç aracı!...
Tabii ki deniz aşırı çıkar alanlarımız yarınlarda TCG Anadolu’ya bir yenisinin ve belki de daha büyük boyutlu tam bir uçak gemisinin eklenmesini gerektirecektir. Hangi tip ve sınıfta olursa olsun, ikinci uçak gemisinin yabancı lisansa gerek olmaksızın, tamamen Türk teknolojisiyle ve yerli dizaynla inşası şimdiden hedeflenmelidir.