Enerji Oburluğuyla Denizlere Hücum ve Emperyalizm

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR

 

 

13 Haziran 2018

 

ENERJİ OBURLUĞU VE ENERJİTİK FELSEFE

 

Hiç kuşkusuz bir deha olan bilim insanı Einstein, enerjiyi “Tanrı” olarak tanımlamıştı. Einstein’in bilimde yeni ufuklar açan “İzafiyet Teorisi” üzerindeki çalışmasını ilk onaylayan ünlü bilim insanı Planck, enerjiyi “Bir sistemin kendisi dışında etkinlik üretme yeteneği” diye açıklıyordu. (1) Planck’ın bu tanımı Dünya Enerji Konseyi’nin enerji terminolojisine enerji teriminin tanımı olarak girdi. İşte o etkinlik üretme yeteneğine iş yapmak isteyen insanlık muhtaçtı. Türk Dil Kurumu (TDK) enerji için “Maddede var olan ve ısı, ışık biçiminde ortaya çıkan güç” demiş. (2)

 

TDK’nın tanımı bilimsel bakımdan çok noksan bir tanım, çünkü enerjiyi maddeye yani dünden bugüne tezeğe, oduna, kömüre, akan suya, esen yele, petrole, gaza ve hadi daha modern maddeyle nükleer cevhere bağlayabiliyor. Ancak güneşin enerjisini bir yana bıraksak da kozmik enerjiyi maddeye bağlamak olanaklı değil ki. Tabii dünya uygarlığı, tüm insanlık, bugün için yukarıda sıraladığımız kaynaklardan (maddelerden) enerji sağlayabiliyor, güneş radyasyonu bile olması gerektiği gibi kullanılamıyor, kozmik enerji ise hedeflenmiş bile değil.

 

Doğal olarak TDK da insanlığın geliştirebildiği enerji uygarlığının ilk adımına uygun tanım yapmış. Ancak bilim adamları bunun daha ötesini tasarlıyor ve araştırıyor. Fizik ve matematik doktoru ve Rus Bilim Akademisi'ne bağlı Rus Uzay Ajansı üyesi Nikolai Kardeshev, 1964 yılında dizayn ettiği “Kardeshev Skalası” ile bugünden yarına enerji uygarlığını Tip-1’den Tip-5’e kadar sıralamış bulunuyor. Kardeshev Skalası’nda dünyanın hâlâ Tip-1 aşamasında olamadığı görülüyor. (3)  Dolayısıyla Tip-0 aşamasında olduğumuz günümüzde makinelere enerji sağlamak için ölü bitkiler, kömür, petrol ve gaz vs. kullanılıyor. 100-200 yıl sonra, belki 22’nci yüzyılda dünyanın kullanılabilir enerji üretimi yeryüzüne çarpan güneş enerjisiyle kıyaslanabilir düzeye gelecek ki Tip-1 aşamasına adım atılmış olacak.

 

Güneşten gelen enerji insanlığın toplam enerji tüketiminin 20 bin katına yakındır. Bunun tamamına yakını Tip-1 aşamasının kullanılır enerji düzeyi kadardır. Kardeshev’e göre Tip-4 aşamasının kullanılır enerji düzeyi, Tip-1 aşamasının kullanılır enerji düzeyiyle kıyaslanırsa 1030 kat gibi, okuyamayacağımız büyüklüktedir. (4) Tip-5’in kullanılır enerji kapasitesi ise evrenin tüm enerjisine eşdeğerdir. Kozmik enerji, artı karanlık enerji hepsi bu toplamı oluşturmaktadır. Bunu şunun için belirtiyorum, biz evrendeki enerji okyanusunun kıyısında bir avuç suyla oynayan çocuk gibi bir uygarlığa sahibiz. Peki bir avuç suyla kıyasladığımız enerji düzeyine nasıl gelmişiz?

 

Hiçbir şey matematikte öğrendiğimiz gibi eksi sonsuzdan artı sonsuza doğru uzayıp gitmiyor. Evrenin ve mutlak olmayıp göreceli olan zamanın başlangıcı 13,8 milyar yıl önceki büyük patlamaya (big-bang) dayanıyor, ama sonu da yok değil. O sonu aşağıda açıklayacağımız tersinmez enerji dönüşümleri hazırlıyor. Evren içinde dünyanın 4,6 milyar yıl önce oluştuğu 3,8 milyar yıl önce yaşanabilir hale geldiği iddia olunuyor. Ancak söylenen bu yaşanabilirlik insanlık için değil. İlk insansı canlılar 2 milyon yıl önce ortaya çıkabilmiş de günümüzün insanının (Homo sapiens sapiens) 50 bin yıllık geçmişi var. Milattan yani İsa’nın doğumundan 12 bin yıl önce Taş Devri insanı çakmak taşlarıyla ateş yakmayı öğrendi. Enerji biliminde “İnsan ateşi buluncaya kadar insan değildi” diye bir görüş vardır.

 

Ateşin birbirine çarpan çakmak taşlarından çıkan kıvılcımın yerdeki kuru otları tutuşturmasıyla rastlantı sonucu bulunduğu sanılıyor. Bu buluştan 4 bin yıl sonra Taş Devri İnsanı çakmak taşı kullanmaksızın da odun parçalarını birbirine hızla sürterek istediğinde ateş yakabiliyordu. Ateşin insan yaşamına girmesiyle enerji tüketimi başlamıştı. İlk yakıt tabii ki ölü bitkiler, otlar, kuru dallar, ağaçlar, kurumuş tezek vs. idi. Bugün bu yakıtlara klasik biyokütle yakıtlar diyoruz. Tarım devri insanı ateşin yanında akan suyun, esen yelin enerjisini de kullanabilmiştir.

 

18. yüzyılın ikinci yarısında Sanayi Devrimi’nin başlamasıyla insanlık fosil kökenli yakıtlara ve başlangıçta kömüre yöneliyordu. Daha önceleri fakir yakıtı diye bilinen, zenginlerin konaklarına sokulmayan kömür, fabrikaların buhar makinalarını çalıştırıcı enerjinin kaynağı olmuş, baş tacı edilmişti. Motorların bulunmasıyla petrol tüketimi başlıyordu. 20’nci yüzyılın ilk yarısına gidilirken petrol tüketimi gelişiyor ve 1950’lerden sonra başat kaynak petrol oluyordu.

 

Petrol halen başat kaynak koltuğunu koruyor, ama doğalgazın ciddi rekabeti ile de karşı karşıya. Kömür, petrol ve doğalgaz, kısaca fosil yakıtlar dünya enerji talebinin 2000 yılında %80’ini karşılıyordu. Geriye kalan %20’lik bölüm içinde nükleer enerji, hidrolik enerji (akarsu gücü), biyoenerji (ya da biyokütle yakıtlar) ve diğer yenilenebilir enerji kaynakları var. Geçen yüzyıl içinde uzun süre fosil yakıt payı %85’ler, hatta ilk yarıda %87’ler düzeyindeydi.

 

Geride bıraktığımız 20’nci yüzyılda dünyanın toplam enerji tüketimi, tüm insanlık tarihi boyunca gerçekleşmiş enerji tüketiminden daha fazla olmuştur. Fiziksel olarak kalori, jul, vat-saat vs. gibi birimlerle ölçümlediğimiz enerjiyi, global enerji tüketiminde eşdeğer petrol ile ifade ediyoruz. Çünkü bu birimler birbirine dönüştürülerek toplanabilmekte ve milyon ton eşdeğer petrol (Mtep) birimiyle tüm kaynaklardan sağlanan enerjinin toplamı boyutlandırılmaktadır. (5) Böylece bol sıfırlı rakamlar kullanmaktan kurtuluyoruz.

 

Dünyanın birincil enerji tüketiminin 1800 yılındaki 500 Mtep düzeyinden 1850 yılında 700 Mtep düzeyine yaklaşabildiği kestirilmektedir. 1900 yılında ise yıllık tüketim 1076 Mtep oluyordu. Sanayileşmenin yeni başladığı 1800’lü yıllarda 1000 Mtep düzeyinin altında olan global yıllık birincil enerji tüketimi, 1950 yılında 2488 Mtep düzeyine çıkıyor ve 2000 yılına gelindiğinde 10035 Mtep düzeyine sıçrıyordu. 1900-1950 arasında 2,3 kat artış olurken, 1950-2000 arasında 4 kat artış olmuştu. Dünya 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren giderek enerji obezine dönüşüyordu.

 

Dünya kurtulması olanaksız enerji oburluğuna yakalanmış durumda.

 

Ancak bir sorun var. Kardeshev’in ıskalasındaki Tip-1’e varamadan Tip-0 içinde, evrene göre bir avuç enerjiyle felakete doğru mu gidiyoruz? Çünkü, artan enerji kullanımının doğal dengeyi bozan iki sonucu bulunuyor. Birincisi dünya global yüzey sıcaklığının artması, ikincisi ise bundan çok daha önemli olan entropi artışı. Her ikisi de geri dönüşü olmayan tersinmez (irreversible) nitelikli değişiklikler. Birincisi aktif enerji kullanımından kaynaklanan direkt sıcaklık artışının ve yakıt emisyonlarıyla, özellikle karbondioksit nedeniyle atmosferin sera etkisinden kaynaklanan endirekt sıcaklık artışının sonucu. Çok kararlı bir dengede olması gereken dünya yüzey sıcaklığının sanayi öncesi döneme göre 0,88 derece artış gösterdiği açıklanıyor.

 

Enerji oburluğunun sonucu tersinmez global sıcaklık ve entropi artışı.

 

1 dereceden küçük bir rakam, ama 1’e az kalmış. Antartika’da buzlar bu yüzden eriyor. 1 derecelik artış, dünya iklim kuşaklarının 160 km kaymasına neden oluşturacak etki doğuruyor. Global ısınma sürecinde ilerliyoruz. 2-2,5 dereceden büyük artışı dünyanın kaldırması olanaklı değil, global ısınma dediğimiz bu süreç dünyayı sonunda yeni bir buzul çağına götürebilir. İnsan aktivitelerinden kaynaklandığı için antropojenik dediğimiz global ısınma süreci enerji sistemlerindeki değişiklikle frenlenebilir, ama aşağıda açıklayacağımız entropi artışı frenlenemeyecek ve evrenin sonunu getirecek bir değişimdir. Big bang ile başlayan evrenin sonu, termodinamik bir dengeyle, ısı ölümüyle gerçekleşecek görünüyor. Bu sonucu getirecek entropi ve entropi artışı nedir? Düzensizliğin ölçüsü diye tanımladığımız entropi konusunu birazcık açalım.

 

Fransız fizikçi Carnot, 1824 yılında yazdığı bir makalesinde “Kullanılabilir ısı enerjisinin hareket ettirme gücü sınırsız mıdır?” sorusuna yanıt arıyordu. Bir ısıl çevrimin gerçekleşmesi için sıcak kaynak ile soğuk kaynağa gerek vardır. Sıcak kaynaktan alınan ısı enerjisinin bir bölümü, doğru bir deyişle yararlı enerji (ekserji) denilen bölümü mekanik işe çevrilirken, geri kalan bölümü yararsız enerji (anerji) (6) olarak soğuk kaynağa atılır. Carnot, sıcaklık farkı olmaksızın ısının iş yapamayacağını söylüyordu.

 

Evrende ısının eşit dağılarak sıcaklık farkının bulunmayacağı durum, hiçbir işin yapılamayacağı anlamına gelmekte olup, aynı zamanda bunun evrenin sonu olacağını da göstermektedir. Termodinamik biliminin kurucularından, Avrupa’nın önde gelen fencilerinden, Alman bilim insanı Clausius, ısının bir düzeye gelmesini anlatmak için Latince’de “değişme” anlamına gelen “entropi” kelimesini kullanmıştır. Clasius entropi kavramını geliştirmiş olup, bu kavramın mucidi olarak tanınır.

 

Evrende enerji ve maddenin korunumu geçerlidir. Dolayısıyla evrenin enerjisi yok edilemez, ancak bir biçimden öbürüne dönüştürülebilir, ama her çevrimde enerjinin bir bölümü yararsız enerjiye dönüşür. Bu süreçte evrendeki enerjinin yararsız duruma gelmesinin ölçüsü entropi değişimi olup, bu değişim tersinmez, yani geriye döndürülemez karakterdedir ve hep artış yönündedir. Bu gerçeğin bilim yasası olarak tanımı, termodinamiğin ikinci yasasında yer almıştır.

 

Unutulmamalı ki bilim yasaları doğanın değişmez yasalarıdır. Değişmez bir gerçek olarak entropi değişimi, yalnızca entropi artışı şeklinde olmaktadır. Entropi artışı önlenemez bir süreçtir ve evrenin sonunu hazırlamaktadır. Ankara Üniversitesinde yıllarca okuttuğum termodinamik derslerimde öğrencilerime bu sonu özetlerken, onların gözlerindeki hayret dolu parlama hâlâ belleğimde. Şöyle diyordum:

 

Entropinin artmasıyla enerjinin yararlılığını yitirmesinin yanısıra, evrenin bütün enerjisinin ısıya çevrilerek, bu ısının evrene sıcaklıkları eşitleyen biçimde dağılması, her şeyin aynı sıcaklıkta bulunacağı termodinamik denge durumu, entropinin en yüksek olacağı durumdur ki evrenin ısı ölümü olacaktır. Gerçekte evrenin sonu olacak bu durum mutlaka çok sıcak ya da çok soğuk bir ortamda değil, ılık bir ortamda da oluşabilir. Kısaca entropinin artması evrenin baş aşağı gidişi biçiminde yorumlana gelinmiştir. Entropi artışıyla evrenin sonu gelecek”. (7)

 

Yukarıdaki açıklamayı yapıyordum, ama bunun “Kıyamet Günü” anlamına geleceğini söylemiyordum. Bilakis teknolojinin bu korkulu düşü, kaçınılmaz sonucu geciktirici biçimde geliştirilmesi gerektiğini vurguluyordum. Şimdi masamın üzerinde Prof. Dr. Caner Taslaman’ın “Modern Bilim Felsefe ve Tanrı” adlı kitabının 16’ncı baskısı duruyor. Felsefe ve teoloji üzerinde çokça bilimsel çalışması bulunan değerli bilim insanı Taslaman Hoca, kitabının başına koyduğu özetinde şöyle yazmış:

 

Termodinamiğin ikinci yasası, evrenin en temel yasalarından biri olarak kabul edilir ve entropi yasası diye de bilinir. Bu yasa, evrendeki düzensizliğin sürekli olarak tek yönlü bir şekilde arttığını söyler. Teistler ile ateistler arasında tarih boyunca sürmüş olan evrenin başlangıcı ve sonu olup olmadığına dair tartışmalar açısından bu yasanın önemi büyüktür. Ayrıca entropinin, din felsefesinin önemli konuları olan “tasarım kanıtı” ve mucize sorunu” açısından da göz önünde bulundurulması gerekir”. (8)

 

Taslaman Hoca’nın bütün yapıtlarına baktım. Entropiye ilişkin formüllerini inceledim. Bir termodinamikçi, yıllarca Türk Isı Bilimi ve Tekniği Derneği’nin yönetiminde de görev yapmış bir bilim insanı olarak, takdirle hayret içinde kaldım. Bir termodinamikçi kadar entropi konusunu işlemiş olduğunu gördüm. Hayretim bir din bilimcinin bu denli konuya hâkim olmasından kaynaklandı. Kendisini içtenlikle kutluyorum. Tabii ki ben kendimi din felsefesi üzerinde yetkili görmediğimden, Taslaman Hoca’nın konusuna girecek değilim. Ancak, ateistler evrenin sonu olacağını kabul etmeseler de nasıl ki evrenin kozmik fon deliline varıncaya dek kanıtlanmış big bang ile başlangıcı varsa, kümülatif entropi artışının ulaşacağı, maksimum entropi düzeyiyle kaçınılmaz bir sonunun olacağı da bilimsel gerçektir.

 

Büyük patlamayla başlayan evren enerji çevrimleriyle bir sona doğru sürükleniyor.

 

Dünyada insan için yaşamın sonu enerji oburluğundan olacak. Enerji çevrimleri süreci ise entropi artışıyla kaçınılmaz biçimde evrenin sonunu getirecek. Burada oburluk ve son arasındaki bağlantıya değinmek istiyorum. Ülkemizin değerli tıp bilimi insanlarından Prof. Dr. Abidin Kumbasar, bir sohbetimizde, “Onca yıllık hekimim, açlıktan ölen insan hiç görmedim, ama aşırı yemekten ölen çok insan gördüm” demişti. Kumbasar Hoca’nın gözlemine şu analojiyle katılıyorum:

 

Öyle ya da böyle oburluk, ister canlının gıda oburluğu biçiminde olsun, isterse dünyanın enerji oburluğu biçiminde olsun, oburluk bulunduğu sistemi bir sona, ölüme götürüyor. Bu gerçeği algılayarak geleceği planlamak, olabilirse kaçınılmaz sonu geciktirmek gerek”.

 

ENERJİ OBURLUĞUNA KARŞI GLOBAL ENERJİ SENARYOLARI

 

Enerji oburu dünya yarınlarda ne kadar enerji tüketecek? Daha doğrusu dünyanın gelecekteki enerji talebi nedir ve nasıl düzenlenebilir? Genel enerji talebi ve bu talebi karşılayacak kaynaklara dayalı enerji karışımının (energy mix) hangi kaynaklardan oluşacağı, kaynak payları senaryolara dayalı biçimde açıklanmaktadır. OECD bünyesinde yer alan ve Türkiye’nin de kurucu üyesi olduğu Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), geleceğe ilişkin geçerli tahminlerini senaryolar bağlamında oluşturulan analitik modellerin çözümlerine dayalı biçimde yapmaktadır.

 

IEA’nın uygulanan ve uygulanması kararlaştırılan ve/veya önerilen enerji ve çevre politikalarına dayalı çeşitli senaryoları vardır. 2017 yılına kadar IEA’nın ana senaryoları; uygulanmakta olan politikaları kapsayan Fiili Politikalar (Current Policies) Senaryosu, küresel ısınmayı sınırlandırmak amacıyla çevresel yaklaşımlara yer veren Yeni Politikalar (New Policies) Senaryosu ve çevresel yaklaşımların çok daha fazla ağırlıkta olduğu 450 Senaryosu (9) diye üç tane idi.

 

Yeni Politikalar Senaryosu ve 450 Senaryosu, fosil yakıtların kullanımından kaynaklanan ve iklim değişikliğini kamçılayan karbondioksit (CO2) salımının sınırlanması amacıyla düzenlenmişlerdir. Ayrıca üretimde enerji yoğunluğunun azaltılması, bir başka deyişle enerji verimliliği artırılarak, daha az enerji ile daha çok iş yapılması, dolayısıyla mal ve hizmet üretiminde enerji maliyetinin düşürülmesi hedeflenmiştir. 2017 yılına gelindiğinde IEA, 450 Senaryosu yerine, Sürdürülebilir Kalkınma (Sustainable Development) Senaryosu’nu koymuştur.

 

Fiili Politikalar Senaryosu yeni politik taahhütleri içermemektedir. Yeni Politikalar Senaryosu ise hükümetlerin gelecek on yılda hedefledikleri politikaları göz önüne almakta, Paris İklim Anlaşması kapsamında verilen ulusal taahhütleri içermektedir. 450 Senaryosu bir dekarbonizasyon senaryosu idi. 2100 yılında ulaşılacak ortalama global sıcaklık artışının, sanayi öncesine göre 2 oC düzeyini geçmemesi hedeflenerek modellenmişti. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne bağlı olarak yürütülen çalışmalar kapsamında gerçekleştirilen 2010 Cancun Anlaşması sonucu 450 Senaryosu gündeme gelmişti.

 

IEA, 2017 yılında 450 Senaryosu’na dayalı çözüme yer vermeyerek, onun yerine Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu çözümünü koymuştur. 450 Senaryosu’nun geliştirilmiş versiyonu diye de varsayılabilecek bu senaryo yine düşük karbon hedefiyle hazırlanmıştır. Bu senaryolardan başka IEA tarafından oluşturulmuş düşük petrol fiyatları senaryosu, temiz hava senaryosu, hızlı geçiş (kararsızlık) senaryosu, tüm durumlar için enerji senaryosu, köprü senaryosu gibi başka senaryolar da vardır, ama geleceğe ilişkin talebi en iyi yukarıda açıklanan üç ana senaryo göstermektedir. Hangi senaryo olursa olsun, enerji tüketimi artış trendini sürdürecek görünüyor.

 

IEA tarafından 2016 yılı verileriyle yapılan çözümlere dayalı olarak Fiili Politikalar Senaryosu, Yeni Politikalar Senaryosu ve 450 Senaryosu kapsamında ve kaynaklar bazında 2025 ve 2040 yılları dünya birincil enerji talebine ilişkin sonuçlar tablo 1’de yer almaktadır.(10) Tablo 2’de de IEA’nın 2017 yılı verileriyle Fiili Politikalar ve Yeni Politikalar senaryolarının yanısıra Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu’na göre yine 2025 ve 2040 yılları için kaynaklar bazında dünya birincil enerji talebi karşılaştırma amacıyla verilmiştir.(11) İkinci tablodaki veriler daha küçük olsa da her senaryo kapsamında enerji tüketimi artış trendini sürdürmektedir.

 

Tablo 1. Senaryolara ve kaynaklara göre dünya birincil enerji talebi – Mtep (WEO-2016)

Not: Biyoenerji = Klasik biyokütle katı yakıtlar ve modern biyoenerji kullanımı, Gt= Giga ton

 

Tablo 2. Senaryolara ve kaynaklara göre dünya birincil enerji talebi – Mtep (WEO 2017)

Not: Biyoenerji = Klasik biyokütle katı yakıtlar ve modern biyoenerji kullanımı, Gt= Giga ton

 

Her iki tablodan da görüleceği gibi, karbon salımının azaltılması için kömür tüketimini azaltıcı politikalarla hem karbon ve hem de petrol ve doğalgazdan oluşan hidrokarbon tüketimini azaltıcı politikalar fosil yakıtların payını azaltmaktadır. Yine de fosil yakıt payı 2025 yılında %78’in ya da %74’ün altına çekilemezken, 2040 yılında 450 Senaryosu ile %58’e düşürülebilecek, ancak Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu koşulunda %61 düzeylerinde kalacaktır. Buna bağlı olarak yıllık karbon emisyonları 2025 yılı için 29 Gt (milyar ton), 2040 yılında 18 Gt düzeyinin altına çekilemeyecektir. Eğer bu koşullar sağlanabilirse, dünya global yüzey sıcaklığı artışı 2 oC düzeyini aşmayacaktır. Yoksa artışın 2050 yılında 2,2 oC’ye, 2075 yılında 3,5 oC’ye ve 2100 yılında da 5,4 oC’ye yükselmesi tehlikesi var!...

 

Senaryolarla dünyanın global yüzey sıcaklığı artışına set çekme, artışı yavaşlatma olasılığı var, ama hangi senaryo uygulanırsa uygulansın, 2000 yılında 10 milyar ton petrol eşdeğeri olan dünya enerji tüketimi 2025 yılında 15-16 milyar ton petrol eşdeğeri arasındaki bir düzeye çıkacak görünüyor. 2040 yılında yapacağı sıçrama ise 17-19 milyar ton petrol eşdeğeri düzeyinde de olabilir, 450 Senaryosu veya Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu uygulanırsa 14-15 milyar ton petrol eşdeğeri düzeylerinde de kalabilir. Ancak hangi düzey olursa olsun, 2000 yılına göre daha fazla enerji tüketilecek, dolayısıyla daha fazla enerji çevrimi yapılacak demektir. Her bir enerji çevriminde ortaya çıkacak yararsız enerjiyle entropi artışı hiç kesilmeden sürecek. Artış hızındaki yavaşlamayla kaçınılmaz sona ulaşma süresi uzatılabilir mi, o da evrenin geneliyle bağlantılı olduğu için yanıtı bilinmeyen bir soru.

 

Sanayi, tarım, hizmetler, gündelik yaşam etkinlikleri hepsinin yapılabilmesi için enerji gerekiyor. Verimlilik artırılsa da birim enerjiyle daha fazla iş ve üretim yapılsa da enerji talebi artış trendini sürdürüyor. Çünkü dünya nüfusu artıyor, ülkeler ekonomik olarak büyüyor, yaşam koşulları gelişiyor. Öte yandan dünya fosil enerji kaynaklarından bütünüyle vazgeçemiyor. Fosil enerjinin payı hiçbir senaryoda %58-61 düzeyinin altında değil. Fosil enerjinin içinde kömür azaltılırsa, onun yerine hidrokarbonlar yani petrol ve gaz konuyor. Petrol azaltılınca, daha çok doğalgaza talep oluyor.

 

Fiili Politikalar Senaryosu’nda kömür, petrol ve gaz talebi sürekli artış trendinde görünüyor. Bu fosil kaynaklara ilişkin artış trendi, düzeyi düşmüş olarak Yeni Politikalar Senaryosu’nda da sürüyor. 450 Senaryosu ve Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu kömür ve petrol talebine azalma getiriyor. Doğalgaz talebi ise tüm senaryolarda artıyor. Doğalgaz karbon emisyonu bakımından çok düşük değeriyle temiz kaynak varsayılıyor. Kısacası dünya gelecekte daha çok doğalgaz kullanacak. Toplam enerji talebi ise her senaryoda artış gösterdiğinden, kömür ve petroldeki azalmanın yerini nükleer enerji, biyoenerji ve hidrolik dışında diğer yenilenebilir kaynaklardan sağlanacak enerjideki artış karşılıyor. Hidrolik enerjinin akarsulara bağlı belli bir potansiyeli olduğu için kullanım düzeyi artırılamıyor.

 

Senaryoların ortaya koyduğu bir başka sonuç olarak, talepler o denli büyümüş olduğundan, karadaki hidrokarbon kaynakları yetmediği için denizlerden yapılan hidrokarbon üretiminin giderek artacağı görülüyor. Kısacası 21’nci yüzyılda denizler önemli enerji ve hidrokarbon üretim alanı olacak. Bu sonuç, denizlere kapalı (land-lock) ülkeler dışında denize kıyısı olan ülkeler açısından kıta sahanlıklarının ve denizlerdeki münhasır ekonomik bölgelerin içerdiği kaynakların önemini artırıyor.

 

OKYANUSLARA VE DENİZLERE UZANAN HİDROKARBON ÜRETİMİ

 

Denizsel aktivitelerle dünyada okyanus ekonomisi diye yeni bir alan açılmış bulunuyor. Okyanus ekonomisinin yaşamsal kaynakları ya da önemli aktiviteleri gıda, enerji, mineraller, sağlık, turizm ve ulaştırma olarak sıralanıyor. 2010 yılında okyanus ekonomisinin büyüklüğü 1,5 trilyon $ iken, 2030 yılında 3 trilyon $ düzeyine ulaşması bekleniyor. Okyanus ekonomisi kapsamında enerji önemi artan bir kaynak.

 

Denizsel enerji üretimi denildiğinde hidrokarbonların yanısıra, yakın zamana kadar deniz akıntılarından, gel-git (med-cezir) olayından, denizlerdeki su tabakalarının sıcaklık farkından (thermal gradiyent) elektrik üretimi çalışmaları da anlaşılıyordu, ama bugün bunların yerini denizlerde kurulan rüzgâr elektrik santralleri (offshore wind plants) almıştır. Günümüz uygulamasıyla denizsel enerji üretimi hidrokarbon ve rüzgâr elektriği üretimi olmaktadır. Biz burada elektrik üretimini kapsam dışı bırakarak, hidrokarbon üretimine yer veriyoruz.

 

Dünyanın petrolle tanışması 1800’lü yıllarda olmuş, 1890’lı yılların sonuna doğru ABD’de Kaliforniya plajında, Azerbaycan’da Hazar Denizi’ne uzanan Apşeron Yarımadası sahillerinde petrol çıkarma çalışmaları yapıldığı literatürde yer alıyor. Ancak ilk ticari offshore petrol kuyuları, 1920’li yıllarda Azerbaycan’da Hazar Denizi Bakü sahillerinde, ABD ve Venezuela’da açılmıştır. 20’nci Yüzyıl’da Meksika Körfezi, Basra Körfezi, Hazar Denizi, Kuzey Denizi, Batı Afrika, Nijer Deltası, Güney Çin Denizi önemli petrol üretim alanları oldu. Giderek bunlara Doğu Akdeniz gibi başka deniz alanları da eklendi. Ayrıca offshore doğalgaz üretimi de başladı ve doğalgaz giderek petrolü aşan önem kazandı.

 

Offshore hidrokarbon üretimiyle bugün ABD’de başlayan “Şeyl (Shale)” veya “Kaya” kökenli Hidrokarbon Devrimi’nin getirdiği konvansiyonel olmayan şeyl petrolü ve şeyl gazı rekabet halindedir. Ancak, bazı önemli şeyl yatakları denizlerin altında yer aldığından, offshore hidrokarbon üretiminin konvansiyonel olmayan kaynaklara uzanması da kaçınılmaz görünüyor. Global ölçekte diğer önemli bir devrim de temiz enerji teknolojilerinde olduğundan, örneğin 450 Senaryosu ve Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu gibi çevresel duyarlılıkları yüksek düzenlemelerde yenilenebilir enerjilerin ve nükleer enerjinin rekabeti de offshore petrol ve gazın geleceğini etkilemektedir.

 

Okyanuslar ve denizler artık önemli hidrokarbon (petrol + doğalgaz) üretim alanları.

 

Denizsel (offshore) hidrokarbon üretimi global arzın önemli bir parçasını oluşturuyor. Dünya petrol ve doğalgaz üretiminin dörtte birinden fazlası denizsel alandan karşılanıyor. 2016 yılı verileriyle offshore petrol üretimi günde 26-27 milyon varil iken, dünyanın karasal alanlarla birlikte toplam petrol üretimi ortalama 92 milyon varil gün düzeyinde gerçekleşmiştir. Toplam içinde denizsel üretimin payı %28 düzeyindedir. Offshore doğalgaz üretimine gelince, 2016 yılında yıllık üretim 1000 milyar metreküp olup, 2016 yılı dünya toplam doğalgaz üretimi 3550 milyar metreküp olduğundan yine %28 kadarı denizlerden sağlanmış görünüyor. Offshore hidrokarbon üretiminde sırasıyla Orta Doğu (Basra Körfezi), Kuzey Denizi, Brezilya, Meksika Körfezi ve Hazar Denizi başta gelmektedir. Denizsel enerji kaynakları zengin olup, bu alandan üretim için gerekli ve yeterli teknoloji birikimi bulunuyor. Geçen yıllarda denizsel üretimde maliyetler de düşürülmüştür. IEA tarafından açıklanan verilerle, dünyanın petrol rezervleri tablo 3’de ve doğalgaz rezervleri tablo 4’de açıklanmıştır. (12)

 

Tablo 3. Petrol kaynakları ve rezervleri – bbl (OEO-2018)

Not: bbl = milyar varil, TÜR = Teknik üretilebilir rezervler, 2017 verileriyle.

 

Tablo 4. Doğalgaz kaynakları ve rezervleri – tcm (OEO-2018)

Not: tcm = trilyon metreküp (1000 bcm), TÜR = Teknik üretilebilir rezervler, 2017 verileriyle.

 

2017-2040 döneminde yeni politikalar senaryosu kapsamında dünya genelinde petrol ve gaz sektörüne kümülatif toplam olarak 15417 milyar $ (2016 $ değeriyle) yatırım yapılması öngörülürken, bu yatırımın 5219 milyar doları offshore petrol ve gaz için öngörülmüştür. Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu’nda yine 2016 $ kuruyla petrol ve gaz sektörüne 2017-2040 döneminde yapılması öngörülen yatırım 9852 milyar $ düzeyine düşürülmüş olup, offshore petrol ve gaz için ayrılacak bölümü 3385 milyar $ düzeyinde hesaplanmıştır.

 

Yıllık ortalama yatırım tutarları Yeni Politikalar Senaryosu’na ve Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu’na göre sırasıyla 2017-2030 sürecinde 196-158 milyar $, 2031-2040 sürecinde 247-118 milyar $ düzeylerinde belirlenmiştir. 2040 yılına kadar yapılacak petrol ve doğalgaz üretimi Yeni Politikalar Senaryosu’na göre tablo 5’de, Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu’na göre tablo 6’da gösterilmiş bulunmaktadır. Yine sırasıyla söz konusu iki senaryoya göre 2040 yılındaki offshore petrol üretimi günde 29 ya da 20 milyar varil, doğalgaz üretimi 1732 ya da 1380 bcm düzeylerinde kestirilmiş bulunuyor.

 

Tablo 5. Yeni Politikalar Senaryosu’nda öngörülen üretimler (OEO-2018)

Not: (t) tahmini geçici veri; mb/d = milyon varil/gün; bcm = milyar metreküp

DOYB = Dönemin ortalama yıllık büyüme düzeyi

 

Tablo 6. Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu’nda öngörülen üretimler (OEO-2018)

Not: (t) tahmini geçici veri; mb/d = milyon varil/gün; bcm = milyar metreküp

DOYB = Dönemin ortalama yıllık büyüme düzeyi

 

TÜRKİYE’NİN DENİZSEL KAYNAKLARI EMPERYALİST TEHDİT ALTINDA

 

Ülkenin deniz ekonomisi (literatür ifadesiyle ocean economy) kaynakları, kıyısı olan denizlerin münhasır ekonomik bölgesinde bulunmaktadır. Münhasır ekonomik bölge, kısaca MEB (exclusive economic zone “EEZ”), kara sularına bitişik kıta sahanlığından öte kıta yamacı, kıta yükselimi ve derin deniz yatağını aşan, açık denizde ana karadan 200 mil öteye uzanabilen kara sularına bitişik deniz alanını kapsar.

 

Özellikle hukuki ve ekonomik anlamı olan MEB, kıta sahanlığı kavramına kıyasla daha geniş kapsamlı bir kavramdır. Ülkeler artık kıta sahanlığından çok MEB kavramı üzerinde durmaktadırlar. Uluslararası deniz hukukuna göre MEB sınırları içinde deniz yatağına ilişkin canlı ve cansız doğal kaynakların, hidrokarbonların, minerallerin araştırılması, muhafazası, işletilmesi, korunması ve idaresine ilişkin kıyı devletine ekonomik önemli haklar ve yetkiler tanınmaktadır (13).

 

Türkiye’nin Karadeniz’deki MEB sınırları anlaşmayla belirlenmiştir, ama Ege’de ve Doğu Akdeniz’de Türkiye MEB sorunları yaşamaktadır. Ege’de kıta sahanlığı yüzünden Yunanistan ile ortaya çıkan anlaşmazlık sürmektedir. Bu anlaşmazlığa Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Rum Yönetimi ile çıkan anlaşmazlık eklenmiştir. Ayrıntılı bilgiler Platformumuzda son olarak Arayış ve Gündem kategorisindeki yazılarımızdan 8 Ocak 2018 tarihli “2018 Yılı Başlarken Türkiye’nin Karşısındaki Dış Tehditler ve Açmazlar” ve 10 Mart 2018 tarihli “AB ve ABD’ye Yaslanıp Palikaryalık Yapmak” başlıklı yazılarımızda yer almaktadır. Ayrıca Kıbrıs sorunuyla ve doğalgaz boru hatlarıyla ilgili diğer yazılarımızda bu konulara değinildiğinden burada tekrarlamayacağız.

 

Yunanlılar, Kıbrıslı Rumlar, ABD’nin, AB’nin, İsrail’in desteği ve kışkırtmalarıyla gerek Ege’de ve gerekse Doğu Akdeniz’de haksız olarak hidrokarbon kaynaklarına el atmaya çalışıyorlar. Kıbrıslı Rumlar Mısır’ın desteğini de alıyorlar. 9 Eylül 1922’de İzmir sahillerinde denize dökülen Yunan megali ideası, şimdi Ege’de ve Doğu Akdeniz’de mavi vatanımıza saldırıyla sürüyor, Ege’de MEB’den öte adacık ve kayalıkların işgaliyle zıvanadan çıkarıcı eylemlere dönüşüyor.

 

Türkiye’nin mavi vatanındaki doğal kaynaklarının koruyucusu Türk Donanması.

 

ABD geçmişte İngiltere aracılığıyla Yunanlılara Anadolu’yu işgal ettirmeye kalkışmıştı. Amacı Amerikan mandasına boyun eğdirmekti, ama hesapları tutmadı, “Bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir” diyen Mustafa Kemal Paşa mandayı reddetti. Bu nedenle işgali süpüren Atatürk Türkiye’sini Lozan’da tanımamış olan ABD sahtekâr müttefik olarak karşımızda. Atatürk’e en büyük hakaretlerin Lozan sonrası ABD Kongresi’nde yapıldığını tarih kaydediyor. Dünyayı yöneten düğmeyi elinin altında tutan ailelerden Rockefeller’in ve emperyalist dünya imparatorluğunun liderliğini yapmış olan, dünyanın en zengini olarak yaşayıp 2017 yılında ölen David Rockefeller, “Atatürk yüzünden planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık. Şu an yine uyguluyoruz” demişti. İşte dünya derin devletinin görünen yüzlerinden biri ABD bu anlayışla emperyalist eylemler peşinde. Diğer görünen yüzü İngiltere ondan farksız değil, küçük ortakları Fransa zaten emperyalizme teşne. Şimdi Ege ve Doğu Akdeniz için Türkiye’ye karşı Yunanlıları ve Rumları kışkırtıp arkalarında duruyorlar.

 

Türkiye uluslararası deniz hukuku görüşmelerinde adalar için kıta sahanlığı ve MEB tanınmayacağı tezine katılmış ve adalar için kıta sahanlığı ve MEB varlığını kabul etmemiş ülkedir. Buna rağmen Ege’de ve Doğu Akdeniz’de kendi iddiamıza uygun MEB ilân etmediğimizden, Yunanlılar ve Rumlar oldu bittilerle denizsel alanları kapmaya çalışıyorlar. Oysa geçmişteki anlaşmalarla Yunanistan’a Ege’deki adaların egemenliği değil, sadece kullanma (zilyetlik) hakkı verilmiş olmasına karşın, bunu dikkate almıyorlar. Bugünlerde AB’nin NATURA 2000 Çevre Koruma Projesi kapsamında bile Ege’de geri kalan adacıklara ve kayalıklara el koyma çabasındalar. Ege adalarla bir sorunlar yumağı. AB Bölgesel Danışma Konseyleri tarafından hazırlanan Ege ve Akdeniz’deki yetki alanları haritasını, işlerine geldiği için yıllardır MEB haritası gibi kabul ettirmeye çalışıyorlar.

 

Ege’de kıta sahanlığı üzerinde karşılıklı anlaşma olmadan Yunanistan ve Türkiye’nin sondaj yapamayacağı 11 Kasım 1976 tarihli Bern Mutabakatı ile karara bağlanmışken ve Türkiye buna uyarken, Yunan Taşoz Adası çevresinde yaptığı sondajla petrol çıkarıyor. 1987 yılında Yunanistan’ın Taşoz Adası yakınlarında petrol arama çalışması dönemin T.C. Hükümeti tarafından engellenmişti, ama 2002 yılından sonra adacık ve kayalıkların işgaline göz yuman AKP iktidarı, buradan petrol çıkarılmasına da gözünü kapayarak zımnen izin verdi. 2015 yılında 7 kuyu açtılar. Taşoz Adası Yunanistan kıyılarından 18 km, oysa Türkiye kıyılarından 8 km uzaklıkta olan bir yer. Kısacası bizim ilân edilmemiş MEB sınırlarımız içinde kalan mavi vatanımızdan petrol çalıyorlar. Yunanistan’ın burada geçen yıl itibariyle 11 offshore kuyusunun bulunduğu biliniyor. Bu kuyulardan günde 3 bin varil petrol üretmekte olduğu basında yer aldı. (14)

 

Yunanlılar Ege’de Taşoz Adası yakınında kıta sahanlığımızda açtıkları Prinos kuyularıyla Ege’deki petrolümüzü çalıyorlar, Kavala rafinerisine götürüp işliyorlar.

 

Doğu Akdeniz’de de Rumlar abileri Yunanlıların yolunu izliyorlar. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen Mısır ve İsrail ile anlaşma yaparak, Türkiye’nin olası MEB sınırlarına tecavüz eder biçimde kendi MEB sınırlarını belirlemekle kalmadı, parselleyerek uluslararası ihalelerle petrol arama çalışmalarına açtı. Afrodit adını verdileri 12’nci blokta doğalgaz bulguladılar. Şimdi orada üretim başlatmaya çalışıyorlar. Diğer bloklarda da arama çalışmaları var ve gerek Fransızlar gerekse İtalyanlarla işbirliği halinde çalışmalarını yürütüyorlar.

 

AB ve İsrail işbirliğiyle geliştirdikleri Doğu Akdeniz (EASTMED) Boru Hattı üzerinden, İsrail’in Leviathan gazı ile birlikte Avrupa’ya Kıbrıs gazını taşımayı tasarlıyorlar. Tabii sadece 12’nci bloktan değil, bu yıl Türkiye’nin Deniz Kuvvetleri’nin müdahalesiyle sondajı engellenen Kalipso adını verdikleri 6’ncı blok ve 3’üncü blok girişimlerinden görüldüğü gibi, Türkiye’nin MEB alanı ile tartışmalı olan bloklardan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin hakkını da tanımadan diğer bloklardan çıkaracakları gazı bu boru hattına yüklemeyi planlıyorlar.

 

Hattın tahmini maliyetinin 7 milyar $ açıklanmasına karşın, 330 km uzunlukta ve yer yer 3000 metre derinlikte olacak bu offshore hattın söz konusu maliyete çıkamayacağı, hatta ikiye katlanacağı aşikâr. Bu nedenle İsrail, Kuzey Kıbrıs ve Türkiye üzerinden geçecek ve 2,5 milyar $’a çıkacak karasal hat için kulis yapıyor, nabız yokluyor. Türkiye’de de böyle bir karasal hat yerine, EASTMED hattının Türkiye için kayıp olacağını söyleyenler ne yazık ki var. Oysa İsrail’in ve Rumların politik zehirli gazlarının Türkiye’den geçmemesi, Türkiye’nin çıkarına. Ne yazık ki Türkiye Siyonist İsrail ile ilişkisini sürdürüyor. Üstelik kökü kazınması gereken Barzanistan’ın Irak’tan çaldığı petrolün Ceyhan’dan Akdeniz’e çıkışına ve türlü entrikalarla İsrail’e tankerlerle taşınmasına göz yumarak izin veriyor.

 

AB-Yunanistan-GKRY-İsrail EASTMED hattı, MEB sınırlarımıza tecavüz ederek geçecek. Rumların KKTC’nin hakkını gasp ederek çıkardığı doğalgazı, TANAP’a rakip olarak Avrupa’ya taşıyacak. Rumların hidrokarbon alanları da MEB sınırlarımıza tecavüz ediyor.

 

Yapabilirlerse EASTMED hattı İsrail ve Kıbrıs’tan Girit Adası’na, Mora Yarımadası üzerinden Yunanistan’a uzanacak, Poseidon hattıyla İtalya’ya ulaşacak. Azerbaycan-Türkiye projesi olan TANAP hattıyla Yunanistan’a ve TAP hattıyla İtalya’ya uzanan doğalgaza rakip bir hat olacak. Tasarladıkları offshore EASTMED hattı, Türkiye’nin MEB sınırına da tecavüz ederek geçirilmek isteniyor. Kıbrıs limanlarına demirlenen ABD 6’ncı filosuna ait gemiler Rumların güvenliğini sağlıyor. Ayrıca Fransız donanmasına ait gemilerden de koruma almıyor değiller…

 

Mart ayında Güney Kıbrıs’ı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakan yardımcısının görüşmelerinin ardından, ABD’li enerji şirketi ExxonMobil ve Katar şirketi Qatar Petroleum tarafından Rumların 10 no.lu blokunda arama faaliyetlerinin Türkiye’nin herhangi bir engellemesiyle karşılaşmadan yapabilmeleri için destek verdikleri açıklanmıştı. ABD Senatosu’na biri 12 Nisan ve diğeri 25 Mayıs’ta sunulan iki tasarıyla, “ABD’nin müttefiki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ve ABD’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarının korunması” gerekçesiyle Güney Kıbrıs’a 31 yıllık silah ambargosunun kaldırılması istenmiş bulunuyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, İsrail ve Yunanistan’ın desteğiyle Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den çıkarmak amacıyla zaten silahlanıyor. Rum bütçesinden bu yıl silah alımına 352 milyon Euro ayrıldığı biliniyor.

 

Öte yandan Rumlar, 1974 yılında başaramadıkları Enosis (Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması) planını tekrar gündeme getiriyorlar. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Ankara Eski Büyükelçisi A. Zeki Bulunç, 7 Haziran 2018 tarihinde basında yer alan açıklamasında, “Rumların yakın bir zamanda Enosis ilân edebileceğini” söyleyerek, uygun zaman kolladıklarına dikkat çekiyordu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Rum yandaşı Cumhurbaşkanı “Tek isteğim çözüm” diyor, bu amaçla Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin aleyhine olan Guterres çerçevesinde görüşmelere hazır olduğunu açıklıyor. Kısacası Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de tehlikeli gelişmeler yaşanıyor. Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar, “Ege ve Kıbrıs’ta barışın teminatıyız” açıklamasını bu gelişmeler nedeniyle yapmış bulunuyor. Org. Akar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin hak ve menfaatlerini korumaya devam edeceğini de vurguluyor.

 

TÜRKİYE EGE’DE VE DOĞU AKDENİZ’DE BİR AN ÖNCE SONDAJA GİRİŞMELİ

 

Yunanlılar Ege’de petrol, Rumlar Doğu Akdeniz’de doğalgaz çıkarırken, Türkiye seyirci mi kalacak? Elbette kalamaz. Gerek Ege’de ve gerekse Doğu Akdeniz’de TPAO’nun çalışmalarıyla sismik aramaların yapıldığı ve hidrokarbon kapanlarının olduğu yerler saptanmış bulunuyor. Sıra sondaj aşamasına gelmiştir. Türkiye deniz sondajlarını, özellikle Doğu Akdeniz sondajlarını kendi sondaj gemisiyle yapabilmek için Deepsea Metro-2 isimli gemiyi geçen yıl satın almıştı. Geminin gerekli bakım ve yenileme çalışmaları yapıldı ve şimdi Fatih adlı ilk sondaj gemimiz olarak hizmet vermeye hazır durumda ve Akdeniz’e açılmış bulunuyor.

 

Geminin Doğu Akdeniz için yola çıktığı haziran ayının başında açıklandı. Geminin Kıbrıs açıklarında Barbaros sismik gemimizin taradığı kıta sahanlığımızda belirlenen olası petrol kapanlarına sondaja gitmesi beklenirken, ilk sondajını Antalya körfezinde yapacağının açıklanması ise, en hafif deyimiyle hayal kırıklığı yaratmış bulunuyor. Fatih sondaj gemimizi niçin Rumların 6’ncı blokunun Türkiye MEB sınırına tecavüz eden sularına gitmiyor? Gerek Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve gerekse Dışişleri Bakanlığı bu soruyu yanıtlamalı!...

 

Fatih sondaj gemimizin görev alanı Akdeniz olarak belirlenmiş ki Karadeniz’de sondaj yapacak ikinci bir sondaj gemisinin bu yıl TPAO portföyüne katılacağı Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Albayrak tarafından, “Birileri konuşuyor, birileri de yapıyor” diye övünçle açıklandı. Türk halkı konuşulmasını değil, yapılmasını istiyor elbette, ancak Ege’de Taşoz açıklarında Yunanlılara cevap verecek bir sondaj yapılmayacak mı?  Yoksa 18 adacığı işgal etmiş Yunan, 19’uncusuna göz dikmişken gereken karşı çıkış yapılmadığı gibi, Taşoz hırsızlığına da göz mü yumulacak?

 

Türkiye zaman yitirmeksizin Ege’de ve Doğu Akdeniz’de MEB sınırlarını ilân etmeli, Barbaros Hayretin Paşa sismik gemisiyle tarayarak saptadığı yerlerde Fatih gemisiyle offshore sondajları bir an önce başlatarak Yunanlılara ve Rumlara fırsat tanımamalıdır.

 

Türkiye Ege’de ve Doğu Akdeniz’de mavi vatanına hiçbir ödün vermeden sahip çıkmak zorundadır. Vatanın bir karış taşından toprağından vazgeçilemeyeceği gibi, mavi vatanın da bir avuç suyundan kumundan vazgeçilemez. Bunun için proaktif davranmak zorundayız. Yunanlılar ve Rumlar ABD’nin ve AB’nin koruması altında mavi vatanımıza el atabilmek için provokasyonlar yapabilirler. Ancak akıllarını başlarına devşirip, Türkiye’ye, Türklere karşı saldırılarını ve jeopolitik hırslarını frenleyerek sonlandırmalıdırlar. Aksi takdirde zarar görecek kendileri olacaktır.

 

Genelkurmay Başkanı Org. Akar’ın açıkladığı üzere, Ege Denizi’nde ve Doğu Akdeniz’de bir oldu bittiye asla izin verilmeyeceğine, gerekli her türlü tedbir kararlılıkla alındığına göre, mavi vatan üzerinde bir yandan ivedilikle petrol ve gaz sondajlarına girişilirken, bir yandan da gerek Ege’de ve gerekse Doğu Akdeniz’de MEB ilânını yapmamız gerekiyor. Emperyalistler aç kurtların kan kokusu alması gibi petrol ve gaz kokusunu alarak denizlerimize hücum ettiklerine göre, mavi vatanımızın sınırlarını tüm dünyaya ilân etmemizin zamanı da gelmiş, hatta gecikilmiş bulunuyor.

 

-- o --

 

(1) Energy Terminology, World Energy Council, 1990.

(2) Türkçe Sözlük, 2011

(3)  https://futurism.com/the-kardashev-scale-type-i-ii-iii-iv-v-civilization/ (Bu konuda Türkçe bir kaynak: Aşır, Sabriye, 2018. En Tehlikeli Noktadayız: Gezegensel Bir İntihar mı? Bütün Dünya, Sayı 2018/05, Başkent Üniversitesi Kültür Yayını, Ankara).

(4) 10’un yanına 30 tane sıfır koyarak ortaya çıkan yazıyı okuyabilir misiniz?

(5)  Mtep = Milyon ton eşdeğer petrol

(6) Anerji: Enerji terminolojisinde, “Belirli termodinamik koşullarda diğer bir enerji biçimine dönüştürülemeyen enerji” diye tanımlanmaktadır.

(7) Ültanır, Mustafa Özcan, 1987. Termodinamik, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Yayınları 1023, Ders Kitabı 296, Ankara, s.19-20.  http://www.ultanirplatformu.com/assets/termodinamik.pdf

(8) Taslaman, Caner, 2017. Modern Bilim Felsefe ve Tanrı. İstanbul Yayınevi, İstanbul. s. 7.

(9) 450 senaryosu adını, global ısınmaya neden olduğu savlanan atmosferdeki karbondioksit (CO2) konsantrasyonuna getirilmek istenen sınırlamadan almaktadır. Dünyada global ısınmanın olmadığı 1850’lerde atmosferdeki CO2 konsantrasyonu 275 ppm düzeyinde iken, şimdilerde 360 ppm düzeyinin üzerine çıkmıştır. Bunun global ısınma sürecinin başlamasına neden olduğu iddia olunmakta, buradaki kırmızı çizginin 450 ppm olduğu vurgulanmakta, 450 ppm’de dünya global sıcaklığının en fazla 2,5 derece (oC) artabileceği söylenerek, bu üst sınırın aşılmasını dünyanın kaldıramayacağı vurgulanıp, CO2 emisyonlarını sınırlayan enerji modellemesine gidilmiştir.

(10) World Energy Outlook 2016, International Energy Agency. www.iea.org

(11) World Energy Outlook 2017, International Energy Agency. www.iea.org

(12) Offshore Energy Outlook (OEO), International Energy Agency - OECD/IEA, 2018 www.iea.org

(13) Deniz yatağı üzerindeki sularda, deniz yataklarında ve bunların toprak altında canlı ve cansız doğal kaynakların (petrol ve doğalgaz gibi hidrokarbonların ve minerallerin) aranması işletilmesi, korunması ve yönetimi üzerinde, aynı şekilde yenilenebilir deniz enerji kaynaklarından enerji üretimi, yapay adalar, tesisler kurulması ve bunların kullanılması, deniz alanının çevresel korunması gibi konularda kıyı devletine egemenlik hakkı ve yetkisi tanımaktadır.

(14) Yeniçağ, 6 Nisan 2018, İşgal Yetmedi Kara Sularımızdaki Petrolü de Çalıyorlar, Ahmet Takan, http://www.yenicaggazetesi.com.tr/isgal-yetmedi-karasularimizdaki-petrolu-de-caliyorlar-46931yy.htm

Kasim 29 2016 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Haklı İstemi

Kategoriler

DUYURULAR