BÜYÜK KULPU ÜLKE VE ULUS YARARINA ÇEVİREBİLMEK

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR

 

 

 

28 Temmuz 2018

 

Onbeş yıl önce13 Mart 2003 tarihli Dünya gazetesindeki “Enerji Platformu” köşemde, “Erdoğan Hükümeti ve Beklenen” başlıklı makalem yayınlanmıştı. Gül’den Başbakanlığı devralan Erdoğan’ın ilk hükümeti tartışılıyordu. O yazımda “Demirel’in ifadesi ile Erdoğan, bir büyük kulp (1) yakaladı. Büyük kulpun idaresi zor, ama çevirirse, rahmetli Özal, belki ileride Demirel gibi bir lider olabilir. Uzlaşmacı, ama klasik kalıplara sığmayan, cesur ve atılımcı kişiliği umut verici” demiştim. Bir bakıma dilek gibi ve ön yargısız bu beklentimin aksine, daha sonra başbakanlığı süresince Atatürk’ten miras devlet ilkeleriyle çelişen, ülke çıkarlarıyla bağdaştıramadığım bazı faaliyetleri ise eleştirel makalelerime konu oldu.

 

YENİ REJİMİN İŞLERLİĞİ KULPUN ÇEVRİLMESİNE BAĞLI

 

Eski makalemdeki bir cümleyi yukarıya almış olmamın nedeni, “Büyük Kulp” benzetmesi. AKP iktidarı başladığında Erdoğan Demirel’i ziyarete gitmişti. Demirel tek başına iktidar olan AKP’nin Meclis’teki sandalye sayısını kastederek, “Büyük kulpun idaresi zor olur” diyerek öğüt vermek istemişti. Erdoğan o kulpu öyle ya da böyle idare etmekle kalmadı, hep daha büyük kulp peşinde koştu. Türkiye’yi Başkanlık Sistemi’ne büyük kulp arayışıyla sürükledi. Sorunların aşılabilmesi için büyük kulp gerekli görüldü.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 24 Haziran seçimlerinde söylediği şimdiki ustalık döneminde, o büyük kulpu çevirmeye çalışacak da bakalım arzulanan biçimde döndürebilecek mi? Türkiye’nin ve Türk halkının çıkarı için döndürmesini diliyoruz.

 

Yapılan rejim değişikliğiyle devlet bir tek kişiye, yalnızca Cumhurbaşkanına bağlandığı için işi oldukça zor görünüyor. Her şeye karar verecek olan da, istediğini istediği zaman görevden alacak olan da yalnızca kendisi.  Yeni rejimin demokratikliğinin ise içte ve dışta hep tartışma konusu olması beklenebilir. Çünkü demokrasi seçimden öte, etkin ve güvenilir hukuki ve siyasi denetim de demek. Yeni getirilen sistemde denetim yollarının işlerliği ise hayli tartışmalı

 

BİLİNMEYENLERLE YENİ BİR DÖNEME ADIM ATILDI

 

Türkiye her işin, her kararın Cumhurbaşkanına bağlandığı bilinmeyen, yeni bir döneme adım atmış bulunuyor. Cumhuriyetimiz için adeta yeni bir deneme süreci. Ülkemizde 1921 Anayasası ile başlayan parlamenter sistem, 1923’den 1946’ya kadar tek partili, sonrasında çok partili sürdürülmüştü. 1924 Anayasası, 1961 Anayasası, 1982 Anayasası kendilerine özgü hükümet sistemlerini getirmişti.

 

AKP hükümetleri döneminde geçerliliği tartışılmakla beraber, Türkiye’de 1961’den bu yana kuvvetler ayrılığı uygulanıyordu. Artık aynı zamanda iktidar partisinin genel başkanı olan Cumhurbaşkanı yasama ve yürütmeye hâkim durumda. Yüksek yargı atamaları da Cumhurbaşkanının inisiyatifinde olduğu için özde kuvvetler ayrılığının geçerliliği tartışılıyor. Geçmişte çift meclisli (Millet Meclisi ve Senato) parlamento bile görmüş, Cumhuriyet döneminde ciddi bir parlamenter sistem birikimi ve deneyimi kazanmış Türkiye, başkanlık sistemine kolay ayak uydurabilecek mi, yoksa pek çok yeni sorunla mı karşılaşacak?

 

Değerli bir hukukçu olan İstanbul Barosu eski Başkanlarından Prof. Dr. Ümit Kocasakal, “Şimdi Cumhurbaşkanına bağlı ofisler oluşturuluyormuş. Gerçekte ise idare, yargı yüksek mahkemeler üniversite vs. hepsi zaten Cumhurbaşkanına bağlı birer “ofis” haline geliyor” eleştirisini yapıyor ve ülkenin geri götürüldüğünü savlıyor. (2)

 

Demokratik Parlamenter Sistem Gereğince İşletilemedi

 

Onca anayasa değişikliğine karşın, parlamenter sistemin sorunları bir türlü bitmemişti. Bunda sistemin eksikliklerinden çok, onu uygulayan siyasi partilerin tutumları etkili olmuştur. İlk üniversite öğrenimim sırasında hukuk hocam, “Bir hukuk kuralı ya da bir kanun şiir kadar güzel olsa dahi uygulayıcısı iyi niyetten yoksunsa, kötünün elinde kötülük aracı olur” demişti. Belleğime kazınmış olan hiç unutamadığım bir söz. Bu sözden hareketle bir benzetme yaparsak; ne yazık ki siyasi partilerimizin kötü uygulamasıyla parlamenter sistemde demokrasinin nimetlerini yaşamak yerine, krizleriyle boğuşan bir ulus olageldik.

 

Türk Tipi Başkanlık Sisteminin Geleceğini Zaman Gösterecek

 

İyi-kötü anılarıyla parlamenter sistem 9 Temmuz günü yerini Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne bıraktı. Tek partili, çok partili parlamenter sistemden sonra bu aşamaya Cumhuriyetin yeni dönemi diyenler de var, ama doğrusu “Başkanlık Sistemi” başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan aynı gün bir gazetecinin “Size Cumhurbaşkanı mı yoksa Başkan mı diyelim?” sorusu üzerine “Başkan” diyebilirsiniz yanıtını veriyordu.

 

Oysa geçen yıl 16 Nisan 2017 tarihli Anayasa referandumunda, Başkanlık Sistemi karşıtlarının tepkisini hafifletmek amacıyla, yapılmak istenen değişiklik “Başkanlık değil, Türkiye’ye özgü Cumhurbaşkanlığı sistemi” diye savunuluyordu. Türkiye’ye özgü olup olamayacağını da zaman ve uygulamaların başarısı gösterecek, ama dünyanın diğer demokratik ülkelerindeki başkanlık sistemlerinden çok farklı bir sistem.

 

Diğer başkanlık sistemlerine kıyasla başkana örneği olmayan yetkiler veren bir sistem. Burada sistemin tartışmasını ve eleştirisini yapacak değiliz, ancak temel özelliğinin altını çizmek istedik. Güçlü bir Türkiye’ye ulaşmak için getirildiği savlanan bu sistem, dileriz arzulanan hedefine ulaşır. Başarıyı ya da başarısızlığı, bu sistem sonucu Türkiye’yi nelerin beklediğini zaman içinde göreceğiz.

 

9 Temmuz 2018 günü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın TBMM’de yemin etmesiyle Başkanlık Sistemi fiilen başladı

 

YENİ DEVLET VE YENİ HÜKÜMET

 

9 Temmuz’dan itibaren devletin yapısı yayınlanan kararnamelerle bütünüyle değişmekte. Son parlamenter hükümetin 9 Temmuz 2018 günü Resmî Gazete’nin mükerrer sayısında yayınlanan KHK/703 sayılı, “Anayasa’da Yapılan Değişikliğe Uyum Sağlanması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmündeki Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname” ile bu değişiklikler başladı.

 

Yürürlükle ilgili iki maddenin dışında 231 madde ve 16 geçici maddeden oluşan 703 sayılı bu kararname, Bakanlar Kurulu’nun yerine Cumhurbaşkanını ikame ederek, valilikleri, çeşitli kurum ve kuruluşları direkt olarak Cumhurbaşkanına bağladı. Kısacası parlamenter sistemin son hükümeti olan 66’ncı hükümet görevinin son bulduğu günde yayınladığı son kararnamesiyle devletin her şeyini Cumhurbaşkanına devrediyor, ayrıca kamu yönetimiyle ilgili tüm yasaları da iptal ediyordu. Böylece Başkan Erdoğan’a Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle devleti istediği gibi yeniden düzenleme olanağı tanınmış oldu.

 

Yeni Düzenleme Anayasanın Rafa Kaldırılmasıyla Başladı ve Çıt Çıkmadı

 

703 sayılı son KHK, kanundan kaçınmak ya da kanuna karşı hile (muvazaa) amaçlı bir kararname niteliğinde değerlendiriliyor. Çünkü 16 Nisan referandumuyla kabul olunan 6771 sayılı Anayasada Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, 8’inci maddesiyle anayasanın 104’üncü maddesini değiştiriyor, yürütme yetkisini bütünüyle Cumhurbaşkanına bırakıp, Cumhurbaşkanlığına kararname çıkarabilme yetkisi verirken önemli bir istisna getirerek, “Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz” diyordu.

 

Baraj bendi gibi engelleyici bu anayasal hüküm nedeniyle, Cumhurbaşkanının çıkaramayacağı kararnameyi, son parlamenter hükümet son anında çıkararak, var olan devlet sistemini kökten kazıyıverdi ve Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yeniden yapılanmanın yolunu açtı. Hukuken 703 sayılı KHK anayasayı rafa kaldırıyordu, ama seçim yenilgisinin enkazı altında kalan ana muhalefet YCHP ya da besleme yavru muhalefetten çıt bile çıkmıyordu, tek söz, tek görüş yoktu.

 

Tanınmayacak Biçimde Değişen Devlet Yapısı

 

Devletin yapısının yeni sisteme göre düzenlenmesi veya daha doğru deyişle devletin yeniden yapılandırılması için bir hafta içinde bir düzine, yani 12 tane Cumhurbaşkanlığı kararnamesi yayınlandı. Yeniden yapılandırma kararnameleri sürüyor ve devam edeceği de kuşkusuz. Yeni atamalar da Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla sürüyor.

 

Yeni düzenlemede devletin yapı taşları bile öyle yer değiştirmiş görünüyor ki, kurum ve kuruluşların bağlı bulundukları yerlerden öte, görev ve yetkileri de değiştirilmiş bulunuyor. İlköğretimden yükseköğretime kadar çeşitli kademelerde tahsil görmüş kişilerin dün tanıdığı devlet biçimi, bugün artık hemen herkese yabancı. Bırakınız sade vatandaşın bu yapıyı anlamasını, devletin içinde hizmet veren bürokratlar bile neyin ne olduğunu anlamakta zorlanıyor. Bürokraside tam bir kargaşa hâkim ve Cumhurbaşkanlığı kararnameleri sessizce tartışılıyor.

 

Devlet çarkının dönmesi Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin uyumlu çalışmasını gerektiriyor.

 

Yapılan değişikliklerde temel olan kural, hiyerarşik silsile içinde her birimin, her işin zincirinin son halkasının Cumhurbaşkanına bağlanıyor olması. Hiç kuşkusuz saat mekanizmasına benzer biçimde sistemin çarklarının dönmesi, zaman içinde yeni ayarlar ve düzenlemeler gerektirecektir. Devlet çarkının büyük kulpu artık yalnızca Cumhurbaşkanının elinde bulunuyor.

 

Bu yeni yapıyı anlamak ve anlatmak sanki ayrı bir ders konusu olmuş gibi. Konunun iyi anlaşılması ve görünen hataların ortaya çıkarılması gerekir ki, ileride sıkıntılarla karşılaşılmaması için önlem alınabilsin. Bu nedenle yeni yapıya ilişkin demokratik eleştirilere hoşgörüyle bakılmalı. İyi niyetli ve haklı eleştiriler sistemin halkça benimsenmesine olumlu katkılar yapacaktır.

 

Ordu-Devlet İlişkisi Düzgün ve Hatasız Olmak Zorunda

 

Güçlü Ordu Güçlü Türkiye” sloganı vesayete karşı çıkma adına AKP döneminde tarih olsa da, 15 Temmuz Amerikancı darbesini önleyen yine “Güçlü Ordu” olmuştur. Türk devlet geleneğinde 2227 yıllık Türk Ordusu’nun özel yeri olduğunu kimse yadsıyamaz. Yasalarda, yönetmeliklerde yazsa da yazmasa da devletin koruyucusu ve kollayıcısı Türk Ordusu’dur. Bu ordunun binlerce yıllık geçmişiyle türemiş gelenekleri vardır. Hele hele Atatürk Ordusu’nun ilkeleri vardır. Genelkurmay Başkanlığı’nın bağlanacağı yer, Yüksek Askeri Şûra’nın yapısı bu geleneklere ve ilkelere uygun olmalıdır.

 

Genelkurmay Cumhurbaşkanlığına Bağlanmalıydı

 

Son düzenlemeyle, Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanmıştır. Genelkurmay Eski Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın yeni hükümetin Milli Savunma Bakanı yapılıp emekli edilmesinin nedeni de bu olsa gerek. Ancak, anayasa gereği Başkumandanlık Cumhurbaşkanının uhdesinde bulunduğundan, Genelkurmay Başkanlığı’nın bağlanacağı yer hiç kuşkusuz Cumhurbaşkanlığı olmalıydı.

 

Alelacele getirilen bir düzenlemeyle rektörlerin profesör olması zorunluluğunu kaldıran karar nasıl değiştirilmişse, bu kararın değiştirilmesi de uygun olacaktır. Millî Savunma Bakanlığı’na bağlama NATO’nun isteği idi, ama geçmişte Demokrat Parti iktidarında görülen bu sistem, orduya siyasetin bulaşmasına neden olmuştu. Oysa ordu tüm siyasi etkilerden uzak tutulmalı, kışlaya siyaset bulaştırma yolu açılmamalıdır.

 

Türk Ordusu Atatürk’ün Ordusudur, korunması gereken kendi gelenekleri ve Atatürk’ten miras ilkeleri vardır.

 

Yüksek Askeri Şûra Adına Uygun Yapıda Olmalı

 

Bu arada Yüksek Askeri Şûra da yeniden yapılandırılırken, askere karşı sivil sayısının artırılması dışında pek de bir amacı görülemeyen, ilgisi tartışmalı olan Hazine ve Maliye Bakanı’nın, Milli Eğitim Bakanı’nın üyeliğiyle dünden kalan Adalet Bakanı’nın üyeliği Şûra yapısından çıkarılmalıdır. Son söz Cumhurbaşkanında olacağına göre, Yüksek Askeri Şûra’nın geleneklerine uygun çalışmasının önü kesilmemelidir. Ordudaki terfi ve atamalar siyasi görüşlerin dışında liyakata, askeri gereklere ve geleneklere göre düzenlenmelidir. Sivil ağırlıklı bir Şûra yapısı kışlaya siyasetin girmesine neden olur ki, istenmeyen sıkıntılı sonuçlara kapı açabilir.

 

Parlamenter Sistemden Farklı Bakan Seçimi ve Bir Anım

 

Başkan Tayyip Erdoğan, 9 Temmuz akşamı Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde Bakanlar Kurulu olmayan Bakanlarını, yeni kabinesini açıkladı. Kabine de Bakan sayısının 16 ile sınırlı tutularak azaltılmış olması olumlu bir gelişme. Parlamenter sistem kabinelerinde bakan sayısı çok fazla olurdu. Nedeni ise iktidar partisinde ağırlığı olan milletvekillerine koltuk sağlama çabasıydı. Duayen devlet adamı 9. Cumhurbaşkanımız Demirel, Bakanlık sayısının az olmasının olumlu olacağını her zaman söylerdi, ama kendisi onca hükümetinde ve bilhassa koalisyon hükümetlerinde çokça Bakanlık ihya etmek zorunda kalmıştı. Burada rahmetli Demirel ile bir röportajımda Bakan seçimi konusunda yaptığım tartışmaya yer vermek istiyorum.

 

Siyasi Bakanlar Yerine Liyakat Sahibi Yetkin Bakanlar Dönemi Açılabilmeli

 

Türkiye’nin enerji tarihi konusunda, o zaman Çankaya Köşkü’nde yaptığımız bir söyleşide geçmiş Enerji Bakanları’nı değerlendirirken, burada adını kaydetmeyeceğim bir bakan için, “Enerji konusundan bihaber olan o kişiyi neden bakan yaptınız?” diye sorduğumda, Demirel’in hiç beklemediğim şekilde kızdığını gördüm ve sinirlenerek şu yanıtı vermişti. “Hoca her şey enerji meselesi değil, o kişinin partide bir ağırlığı vardı, kürsü hakimiyeti vardı, parti içi dengeler siyasette çok önemlidir, bakanın mutlaka konuyu bilmesi de gerekmez”. Aldığım yanıtla donup kalmıştım.

 

Parlamenter sistemde bazı bakanların başarısızlığının sırrı, rahmetli Demirel’in o gün bana verdiği bu yanıtta yatmaktadır. Parlamenter sistemde parti içi dengelerle milletvekillerini tatmin etmek için adama koltuk bulma sorunu vardı. Şimdi o sorun yok. O sorunla geçmişte gerekmeyen bakanlıklar kurulduğu gibi, Enerji Bakanlığı gibi temel bakanlıkların koltukları da zaman zaman kullanıldı.

 

Siyasi hesaplarla yanlış koltuk kullanımının ülkeye bir şey kazandırmadığı, aksine çok şey kaybettirdiği geçmişte görüldü. Başkanlık sisteminin önemli bir avantajı, konularına hâkim liyakatli ve ehil bakanların seçilmesine olanak tanımasıdır. Bu fırsatın iyi değerlendirilmesi gerekir. Kamuoyunca kabinenin böyle kişilerden oluşması beklenir. Yine de Başkanın siyasi tercihlerinin ağır basması olasılığı yok değil elbette.

 

İlk Başkanlık Kabinesi Beklentileri Karşılamaktan Uzak Kaldı

 

Başkanlık siteminde bakanlar, başkanların o konulardaki sekreterleri olarak görülür ve hatta böyle tanıtılırlar. Çünkü bakanların vereceği karar sözde kalır, başkanın kararı geçerli olur. Böyle olmasına karşın, danışmanları ve sekreterleri konularının uzmanı olan başkanlar sorunların üstesinden daha kolay gelir ve başarı kazanırlar.

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Cumhurbaşkanlığı kabinesi örnek bir kabine olmalıydı, beklenti de bu yöndeydi, ama hiç de öyle olmadı. Oysa, siyasi partilere bağlı olmadan serbestçe seçilecek bakanlarla içte ve dışta herkesin, her kesimin örnek göstereceği kişilere görev verilebilirdi. Türkiye’yi şaha kaldıracak kabine beklentisi oluşturulmuş, kamuoyunda etkin isimler dillendirilmeye başlamıştı. Geçmişin üzerini çizen, dostun düşmanın üstünü çizemeyeceği, eleştiremeyeceği bir kabine olanaksız mıydı? Şimdi oluşturulan kabinenin ise AKP içinde bile eleştirilerek beklentileri karşılamadığı fısıldanarak tartışılıp söyleniyor.

 

Yeni Cumhurbaşkanı Yardımcıları Siyaseten Tanınan Kişiler Olmalı

 

9 Temmuz akşamı Cumhurbaşkanı Erdoğan, atadığı bir Cumhurbaşkanı Yardımcısı ile 16 Bakanı medya önünde canlı yayınla tüm kamuoyuna açıklayıp tanıttı. Son Başbakan Binali Yıldırım dirayetli bir devlet adamı portresi çizmiş, 15 Temmuz badiresinin atlatılmasında önemli görev üstlenmiş, kamuoyunda güvenilir bir isim olmuştu. Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak atanacağı söylentileri çıkmıştı, ama kendisi için TBMM Başkanlığı görevi uygun görüldüğünden, bu atama olamadı. Ancak, seçilen Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Yıldırım gibi tanınan bir kişi değildi.

 

Cumhurbaşkanı Yardımcısının birden fazla olması beklendiğinden yeni atamalar olacaktır. Başkan Erdoğan tabanı genişletmek adına, örneğin seçim öncesi kendisine Yenikapı mitinginde destek veren eski Başbakan Tansu Çiller gibi isimleri de atayabilir ve bununla merkez sağ çevrenin desteğini artırabilir. Tabii Tansu Çiller eleştirilen bir isim, ama topluma sıcak gelecek başka parlak isimler yok değil. Yeni seçilecek Cumhurbaşkanı yardımcıları siyaseten tanınan kişilerden olursa, halkın sisteme olan güveninin artmasına olumlu katkı yapacaktır.

 

9 Temmuz 2018 akşamı Cumhurbaşkanı Erdoğan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde Türkiye’nin ilk başkanlık kabinesini açıkladı.

 

Parlamento Dışından Bakan Seçimi İktidarın Tabanını Genişletir

 

Başkanlık sisteminde parlamento dışından bakan seçimi, siyasi olarak iktidarın tabanını genişletmesine yarar. Ancak, yeni kabinenin dörtte birini oluşturan dört bakan, son parlamenter hükümetten geldi ve parlamento içinden de AKP saflarından seçildi. Adalet Bakanı Gül, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, İçişleri Bakanı Soylu koltuklarını korurken, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Albayrak, Hazine ve Maliye Bakanı koltuğuna oturdu. Anayasa gereği bu isimlerin milletvekillikleri düştü ve AKP’nin zaten 301’e ulaşamadığı için salt çoğunlukta eksik kalan sandalye sayısı 295’den 291’e indi. Bilinmez, ama gelecekte bir oyun bile önem kazanacağı Meclis tartışmalarında bu sayının bir de olsa, azaltılmaması iktidarın yararına olurdu.

 

Hazine ve Maliye Bakanlığı Atamasından Sonra Döviz Kurlarında Tepkisel Artış

 

Başkan Erdoğan’ın damadı olan Bakan Albayrak, yabancı finans ve derecelendirme kuruluşlarının, yabancı ekonomik çevrelerin tanıdığı bir isim değildi. Amerikan kredi derecelendirme kuruluşu Standard and Poor’s (S&P) gelişmeleri yakından izliyor ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı olan Albayrak’ın Hazine ve Ekonomi Bakanı olarak atanmasını, “iktidarın tek elde toplanmasının göstergesi” olarak yorumluyordu. Piyasaların ve ekonomik kuruluşların Hazine ve Maliye Bakanı’na gösterdiği tepki, kabinenin açıklanmasından sonra ABD doları ve Euro değerinin yükselmesine yansıdı. Bakan Albayrak, ekonomi için altı maddelik eylem planının başlıklarını açıkladı, ama Türk lirasının değer yitirmesini durduramadı. Şimdi Bankacılar ve işadamlarıyla ardı ardına yaptığı görüşmelerde dile getirdiği, Orta Vadeli Program’ın hazırlanmasına çalışıyor. Bakalım program tutacak mı?

 

Türkiye ekonomisinin çok ısındığı, kırılganlığının arttığı, hatta büyük bir ekonomik krizin beklendiği dönemde, Hazine ve Maliye Bakanlığı’na atanacak isim önemliydi. Sıcak para ihtiyacı karşısında atanacak kişinin AKP dışından olması, S&P tarafından dillendirilen türden kaygıların oluşmaması açısından uygun olurdu. Türkiye’de çok iyi maliyeci, ekonomist onca bürokrat ve akademisyen arasından bir seçim yapılabilirdi. Parlamento içinden ise, Başkan Erdoğan’ın tarafsızlık görünümüne katkı yapacak bir kişi seçilebilirdi. Bakanların her zaman değişebileceğini zaten Başkan Erdoğan söylüyor. Hazine ve Maliye Bakanlığı’na yarın çeşitli yeni isimler düşünülebilir.

 

İlhan Kesici Yeni Yönetimde Ekonomiyle İlgili Bir Koltuğa Atanabilir mi?

 

Örneğin, şu an YCHP milletvekili olsa da Çiller gibi yine merkez sağ kökeninden gelen İlhan Kesici, deneyimli bir ekonomist olarak atanabilirdi. Nitekim teklif edilmiş olsaydı, Sayın Kesici’nin böyle bir görevi kabul edebileceği anlaşılıyor. Başkanlık döneminin başlamasına YCHP’nin Kılıçdaroğlu tayfası tepki sergilerken, Sayın Kesici attığı aşağıdaki tweet ile duygularını açıklıyordu:

 

Cumhuriyetimizin 3. Dönemi 09.07.2018 tarihi itibariyle Sayın Devlet Başkanı – Cumhurbaşkanımızın TBMM’de yemin etmesiyle başlamış bulunmaktadır. Allah vatanımız, devletimiz, milletimiz ve halkımız için hayırlı, uğurlu etsin. Devletimiz ve Cumhuriyetimiz ilelebet payidar olsun”.

 

Tweet, Başkan Erdoğan’ın yemin töreninde kürsüde ve Meclis’in ayakta kendisini dinlemesini gösteren resimlerle renklendirilmişti. Sayın Kesici’nin Cumhuriyetimizi numaralandırması pek çok haklı eleştiriye konu oldu, ama kendisi Sayın Erdoğan’ı kutlamak için Kılıçdaroğlu’nu aşıp Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne bile gitti.

 

Bu kadar samimi biçimde yaklaşan Sayın Kesici’yi umarız, Başkan Erdoğan gelecekte değerlendirir. İçte ve dışta ekonomik gelişmeleri çok yakından izleyen, deneyimli bir planlamacı ve yabancı ekonomik kuruluşlarca da tanınan Kesici’nin ekonomik çözüm reçetelerinin ülkemiz için yararlı olacağı düşünülmeli. Dün Cumhurbaşkanı adayları arasında adı geçen deneyimli bir politikacı olan Kesici, ekonomik konulardan sorumlu Cumhurbaşkanı Yardımcısı gibi bir görevde herhalde önemli hizmetler yapar. Hem böyle bir gelişme, Başkan Erdoğan’a merkez sağ ve CHP tabanında desteği artırır.

 

Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Enerji Bakanlığı Paradoksu

 

Sayın Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ne getireceğini, başlangıçtaki tepkilerin kalkıp kalkmayacağını, desteklenip desteklenmeyeceğini zaman gösterecek. Şu anda ekonomik çevreler ve derecelendirme kuruluşları icraatı görmek için beklemede, ama tepkisiz de beklemiyorlar. Uluslararası derecelendirme kuruluşu Fitch, 13 Temmuz’da Türkiye’nin kredi notunu yatırım yapılamaz kategorisi içinde spekülatif bölümde BB+’dan BB’ye düşürerek çok spekülatif bölüme yaklaştırırken, görünümünü de “durağan”dan “negatif”e çevirdi.

 

24 Temmuz günü Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’nun beklenen bir-iki puanlık artışa karşın faizi artırmaması, doların yeniden zıplamasına neden oldu. Bu hatalı bir mali politikanın sürdürülmek istenmesinden kaynaklanıyor. İktidar hep düşük faizden yana oldu, bu konuda Merkez Bankası siyasi baskı altında tutuldu. Düşük faiz, yatırım için istenir, ama kızışan bir ekonomide iktisat reçetesindeki acı ilaçları çekinmeden almak gerekiyor.

 

Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısında değer yitirmesi bir an önce durdurulmalı, bunun için gereken yönetimsel, mali ve finansal, ekonomik önlemler başarıyla alınabilmelidir.

 

Bir süre faizin yüksek kalması, şu anda Türkiye ekonomisinin düzlüğe çıkabilmesi için gerekli. Merkez Bankası yasal olarak otonom bir yapıya sahip görünse de öyle ya da böyle siyasi yönlendirmeden etkilendiği için yabancı kredi ve finans kuruluşlarının eleştirisiyle karşılanıyor. Faizi artırmaması bu yönüyle de değerlendiriliyor. Yeni atanmışken, Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak’ın bu tür eleştirilerin hortlamaması adına Merkez Bankası’nın serbest hareketine yardımcı olması gerekirdi.

 

Türkiye’nin 46’ncı Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olmuş bulunan Bakan Albayrak’ın, Enerji Bakanları listesinde en başarılı 10 bakan arasında yer alabildiği söylenemez. Güneş ve rüzgâr santrallerine ilişkin ihale başarıları dile getiriliyor, ama önemli olan sadece bu kaynaklar mı? İngilizce adıyla U.S. Energy Information Administration yani ABD’nin Enerji Bakanlığı diyebileceğimiz kuruluşun internet sitesinde, bizim yeni yönetimi tartıştığımız günlerde “Enerjide Bugün” spotu altında fosil kaynak kullanımına ilişkin bir grafik ile şu gerçek yazıyordu, “Biz hâlâ enerjimizin büyük bölümünü kömür, petrol ve doğalgazdan karşılıyoruz”.

 

Enerji siyasetinde başarı önce kömür, petrol, doğalgaz konularında yapılan faaliyetlere bağlı. Bakan Albayrak yönetiminde Türkiye kömür sahalarını mı geliştirdi, kömür ithalini mi azalttı? Doğalgazda bir keşif mi yaptı ya da transit ülke statüsünden merkez (hub) ülke olma statüsüne mi geçti? Petrolde yeni bir buluşu oldu mu? Ege’de Yunanlıların Taşoz kuyusunun karşısına Türk petrol kuyusu mu açıldı, ya da Kıbrıs Rum Yönetimi ile sorunlu olan münhasır ekonomik sahamızda hidrokarbon sondajı mı yapıldı? Böyle bir sondaj için sismik taramalar yapılmış, sondaj gemisi alınmış, Bakan Albayrak sondaj gemisinin Akdeniz’e açılacağını söylemişti, ama Antalya Körfezi’nin dışına çıkmadı, neden? Şimdi o sorunlu yerlerde arama ve sondaj faaliyetlerinin Azerbaycan’ın SOCAR şirketine yaptırılacağı haberleri var.

 

Tüm bu eksiklikler bir yana, Bakan Albayrak döneminde kerameti meçhul yaz saati uygulaması, çoluk-çocuk, büyük-küçük tüm halkımızı rahatsız ederken, kazandırdığı kaybedilenden daha fazla olmuştur. Sakıncalı yaz saati uygulaması Danıştay tarafından iptal edilmişse de, bu kez inatla yasal düzenlemeye gidilerek, KHK ile devam ettirilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin de OHAL döneminde çıkarılan KHK’ları yargı konusu yapmaması nedeniyle uygulama sürmektedir. Bakan Albayrak’ın bu uygulamayı inatla sürdürmesi, başarı hanesine yazılacak bir eylem midir?

 

Şu anda yerine getirilen müsteşarı Sayın Dönmez de enerji sektöründe tanınan ve önde gelen bir isim değil. Geçmişten gelen uygulamaları aynen devam ettireceğine kuşku yok. Kaldı ki bu atamanın Albayrak’ın eski bakanlığını dışarıdan yönetebilmesi için yapıldığı yorumları görülüyor. Başkan Erdoğan damadını mutlaka kabinede görmek istediğine göre, belki eski bakanlığına yeniden atanması Hazine ve Maliye Bakanlığına dış ve iç ekonomi-finans çevrelerinin sıcak bakacağı yeni bir ismin getirilmesi, şu kritik aşamada düşünülebilir mi acaba? Ne de olsa ekonomik sıkıntı çekmek yerine, yaz saati sıkıntısını çekmek halkımızın katlanabileceği bir şey.

 

Ege Adaları mı Yunan Adaları mı?

 

Burada tüm bakanlıkları ve bakanları değerlendirecek değiliz. Özel hastane sahibi Sağlık Bakanımız, özel okul sahibi Milli Eğitim Bakanımız gibi, bir de özel turizm şirketi sahibi Kültür ve Turizm Bakanımız var. Sayın Bakanımızın turizm şirketi, kendi gemisiyle vizesiz “Yunan Adaları” seyahatleri düzenlemekte. Acaba coğrafyada Yunan adaları diye adalar mı var, yoksa Ege adaları mı var?

 

Daha önce bu konuyu çok işlediğimiz için yinelemeyeceğim, ama 12 Ada da denilen Ege adalarının mülkiyet hakkı değil, sadece kullanım hakkı (zilyetlik) Yunanistan’a verilmiştir ve bu da onları Yunan adaları yapmaz. Ancak, Yunanlılara bu adalar da yetmemiş, Türkiye’ye ait küçük ada, adacık ve kayalıklara da göz dikmişler, 18 tanesini işgal etmişlerdir. Ege’de Yunan tecavüzleri sürmektedir.

 

Böyle bir ortamda, Yunan adaları diye Ege adalarının turizm pazarlamasına konu yapılması, ne denli Türkiye’nin çıkarlarına uygundur? O adalara seyahat konusunda geçen yıl yazdığımız iki duyurumuz var. Sitemizin arşiv bölümünü tıklayarak, 18 Ağustos 2017 tarihli “Yunan Adalarında Tatil İçinize Siniyor mu?” ve 8 Eylül 2017 tarihli “Milli Bilinç Doğru Yolu Gösterir” başlıklı duyurularımızı okuyabileceğinizi vurgulayalım. (3) Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy kendi şirketini, bu ada turlarını milli bilincimize uygun düzenlemeye yönlendirecek mi acaba?

 

Bakanlar Kurulu ve Hükümet Programı Yok

 

Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde sorunların tartışılacağı, politikaların ve çözümlerin saptanacağı Bakanlar Kurulu olmadığı gibi, Bakanlıkların faaliyet hedeflerini açıklayan bir hükümet programı da yok. Güvenoyu mekanizması kaldırılmış olduğu için hükümet programı yok, ama kamuoyunu aydınlatmak için hükümet programı geleneğinin sürdürülmesi gerekmez miydi?

 

Elbette bakanlar kamuoyuna karşı sorumlu değiller, seçim gibi sorunları yok, sadece kendilerini atayan Cumhurbaşkanına karşı sorumlular. Ancak, Cumhurbaşkanı seçimde halkına hesap vermek zorunda. İşte bu nedenle hükümet programı geleneği, seçmene, halkı saygı adına sürdürülmeliydi.  Sürdürülmemesi bizce eksiklik olmuştur.

 

Bakanlıkların Politikalarını Kurullar Geliştirecek

 

Bakan yardımcıları atanmaya başlandı. İlk adımda görüldü ki, atanan bakan yardımcıları eski bakan yakınları ile AKP çevrelerine yakın isimler arasından seçilmiş, Aralarında akademisyenler de yer alıyor. Sıra devlet politikasını belirleyecek dokuz kurul için yapılacak atamalara geldi.

 

Daha önce “Bilim Teknoloji ve Yenilik”, Eğitim ve Öğretim”, “Ekonomi”, “Güvenlik ve Dış Politikalar”, “Hukuk”, “Kültür ve Sanat”, “Sağlık ve Gıda”, Sosyal Politikalar ve “Yerel Yönetim” alanında dokuz kurul oluşturulması kararlaştırılmıştı. Enerji konusu için ayrı bir kurul oluşturulmamış olması eksiklik olarak görünüyor. Enerji her ne kadar ekonominin üretim faktörlerinden biri ise de, ayrı bir uzmanlık konusu. “Enerji, Doğal Kaynaklar ve Çevre” alanı için ayrı bir kurul oluşturulması düşünülmeli.

 

Her kurul en az üç üyeden oluşacak. Bu kurullar bakanlıklar için politika geliştirecek, bakanlıklar bu politikaları uygulayacak. Kurullar uygulamayı izleyerek denetleyecek, Cumhurbaşkanına rapor verecek. Kurullara bağlı ofisler de politikaların geliştirilmesine olduğu kadar uygulanmasına da yardım edecek. Kurul üyeliklerine atanacak kişilerin konuların birinci derece uzmanlarından seçilmesi gerekir. Yoksa yaz-boz ya da deneme-bulma gibi tekniklerle politikalar belirlenemez.

 

YENİ YÖNETİMİN KARŞISINDAKİ ÖNEMLİ SORUNLAR

 

Türkiye’nin karşısındaki öncelikli temel sorunlar; (1) giderek ağırlaşmakta olan ekonomik bunalım, (2) bölücü terör ve arkasındaki dış güçler, (3) Ege’de ve Doğu Akdeniz’de Mavi Vatanımız üzerinden yapılan tecavüzler şeklinde sıralanabilir.

 

Bunların yanısıra Atatürk Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinin tahrip edilmesiyle ortam bulan FETÖ, Adnan Hoca Tarikatı gibi dini istismar ederek devlet ve ulusal birlik karşıtı faaliyet gösteren, terör destekçisi, Türkiye’nin düşmanlarına hizmet veren örgütlenmelere karşı mücadelenin sürdürülmesi sorunu da var.

 

Özellikle laiklik bazında Cumhuriyet ilkelerinin tahrip edilmiş olması, ulusun farklı iki siyasi görüşle ayrışmasına ne yazık ki neden olmuş bulunuyor. Oysa ulusal birliğimizin korunması, en başta gelen sorunumuz ve vazgeçilemez gereksinim. Bu birliğin sağlanıp korunması da ciddi bir sorun.

 

Türkiye’nin Düşmanı Nerede, Dostu Nerede?

 

Türkiye’nin karşısındaki zorluklar ve özellikle dış tehdit, ister istemez 98 yıl öncesiyle karşılaştırma yapılmasına neden oluyor. O zaman da düşmanımız emperyalist Batı idi, bugün de yine emperyalist Batı ve uşakları. Tabii aktörlerde, senaryo ve taktiklerde günün koşullarına özgü değişiklikler var. Emperyalizmin yöntemleri ve silahları da değişmiş bulunuyor.

 

Her şeyden önce dünya organizasyonları değişmiş durumda. Bugün için Batı’nın iki temel organizasyonu var, biri ABD’nin patronu olduğu askerî birlik Atlantik İttifakı NATO, diğeri başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa ülkelerinin oluşturduğu ekonomik ve siyasi birlik AB. İngiltere’nin Brexit siyasetiyle ayrılması AB’yi zayıflattı ve ileride başka ayrılmalara da yol gösterdi.

 

Avrupa ülkeleri NATO’nun içinde, ama bugünün NATO’su artık hiç de öyle güçlü bir savunma örgütü değil. Son Brüksel toplantısında 79 maddelik bir deklarasyon kabul edilmiş olsa da, uygulanmayacağına ilişkin görüşler hâkim. Kaldı ki AB ülkeleri NATO dışında kendi savunma örgütlerini oluşturma sürecinde, bu süreç köhne NATO’nun tükenişiyle sonlanabilir. AB zaten tükenme sürecine girmiş bulunuyor.

 

NATO’nun patronu ABD, Atatürk’ün “Tam bağımsız Türkiye” ilkesine karşı çıkarak, “Tam bağımlı Türkiye” oluşturma amacı doğrultusunda davranıyor. Türkiye’nin Rusya’dan aldığı S-400’leri hazmedemeyip, bu işlemi iptal ettirmek için uğraşıyor. ABD Kongresi’nin Siyonist İsrail’in önerisi doğrultusunda Türkiye’ye F-35 yeni nesil savaş uçağı teslimatını geçici olarak durdurması için kabul ettiği yasa taslağı, aba altından beyzbol sopası göstermesi gibi.

 

Göstermelik ilk teslimatla Türkiye’ye bir yıl sonra gelecek ilk uçak verildi, ama gerek Senato ve gerekse Temsilciler Meclisi, F-35’lerin teslimatının durdurulmasını kararlaştırmış bulunuyor ve iş Trump’ın bir imzasına kalmış durumda. Ayrıca, Kongre’nin kararı sadece F-35’leri de içermiyor ve F-16, Skorsky, CH-47, Chinook gibi Türk Ordusu’nun envanterinde bulunan ABD kökenli savaş uçağı ve helikopterlerin yedek parçalarına da kısıtlama getiriyor. ABD Kongresi’nin Türk Ordusu’nu zora sokmak istemesinin nedeni, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin en büyük hamlesi Kürdistan projesi.  ABD ile müttefiklik ilişkisi artık dostluk değil, sadece düşmanlık oluşturuyor. Bu ilişkinin olmaması, olmasından çok daha iyi.

 

Emperyalist Batı, tek kutuplu dünya düzeni üzerinde uzlaşamadı, tepki çeken Amerikan hegemonyası bunu sağlayamadı. Elbette bu durumun dünya genelinde askerî ve ekonomik sonuçları olacaktır. Artık çok kutuplu bir dünya var ve bu dünyada bölgesel birlik ve ittifaklar öne çıkacak görünüyor. Serbest piyasa sistemi, çökme sürecinde bulunuyor. Doların uluslararası rezerv para birimi olarak varlığını sürdürmesi de yakın dönemde son bulacaktır denilebilir.

 

Küreselleşmenin durmasıyla, serbestlik yerine korumacılık yeniden önem kazanıp ön plana çıkmaktadır. Ülkeler artık üretime, yeniden sanayiyi geliştirmeye yöneleceklerdir. Değişen ortam Türkiye’nin yararına kullanılmalıdır. Türkiye bu ortamda üretim ekonomisine dönmek zorundadır. Bağımsızlığın her türlüsünün temelinde önce ekonomik bağımsızlık yatar. Bu gelişmeler, Türkiye’nin NATO ve AB bağlantılarını kolayca koparmasına da fırsat yaratabilir.

 

Türkiye’nin Sorunlarının Kökeninde Batı Yakası Var

 

Türkiye için temel sorun, bekasına yönelik olarak sözde müttefiklerinden beslenen dış tehdit ve terör. Bu nedenle Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’deki zorunlu askerî harekâtlar yapılırken, Doğu Akdeniz’de ve Ege’de mavi vatanımıza saldırılar oluyor ve tüm bunlara tuz biber eken ekonomik kriz karşımıza dikiliyor.

 

Tehdit Batı yakasındaki maskeli müttefiklerden geliyor, terörü Batılı sözde dostlarımız besliyor, ekonomik kriz de Batılı dış odakların etkisiyle köpürtülüyor. Seçim sonrası Türkiye Batı kökenli sorunlar sarmalı içinde, ama seçim öncesinde de bu sorunlar yok değildi. Sorunlar karşısında umutsuzluğa düşülmesine gerek yok. Ancak, seçimden şahlanarak çıkma vaatlerine dayalı hayallerin yerini gerçeklerle birlikte, giderek zorluklar alacak görünüyor.

 

Türkiye’nin Çıkışı Doğu Yakasında

 

Türkiye, ne yazık ki tehditlerle, ekonomik kumpaslarla karşılaşmasına ve dışlanmasına karşın Batı yakasında yer almayı sürdürüyor. Oysa Türkiye’nin enerji dışalımı Batı Asya’dan, gelişen pazarları da Batı Asya’da. Avrasya ve Pasifik’e kadar uzanan coğrafya Türkiye için yeni olanaklar yaratma potansiyeline sahip.

 

Kaldı ki Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan coğrafya Türkiye’nin yabancı olduğu değil, köklerinin yer aldığı bir coğrafya. Çin’den Batı’ya uzanan “Bir Kuşak-Bir Yol Projesi” de Türkiye’nin yabancı olduğu bir ticaret yolu değil, atalarımızın etken olduğu İpek Yolu. Türkiye’nin çıkışı artık Atlantik cephesinde yani Batı’da değil, Avrasya’da ve Pasifik cephesinde görünüyor. Nitekim, Türkiye son iki yıldır yüzünü Avrasya’ya ve Doğu’ya döndürerek rahatlatıcı kazanımlar sağladı, bu yöneliş sürdürülmeli.

 

Türkiye’nin Ekonomik Açmazı

 

Aslında Türkiye’nin ekonomik sorunu yeni değil, kronikleşmiş sorun, ama Türkiye’nin ciddi bir krizle karşılaşması olasılığı yüksek. Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman, Türkiye’nin kendi kendini besleyen bir krizin eşiğinde olduğunu söylüyor. Ülke ekonomisi aşırı ısınmış ve kırılgan durumda. Geçen yılın son ve bu yılın ilk döneminde yüzde 7,4 gibi büyüme ekonomide sağlık göstergesi değil, bilakis ısınmanın göstergesi. Yerli ve yabancı ekonomistler “ekonomi o kadar sıcak ki, bir erimeyle karşılaşabilir uyarısını yapmaktan geri durmuyorlar.

 

Türkiye ekonomisi kırılganlıklarla boğuşarak ilerliyor

 

Ekonomideki ısınmayla birlikte enflasyon yükselmiş, döviz kurları, faizler ve cari açık artmış, ekonomik riskler büyümüştür. Bunun nedeni, tüm uyarılara karşın dün yanlış ekonomik politikaların uygulanmış olmasıdır. Öte yandan seçim sürecinden beri, Batılı kumpaslar sonucu, zaman zaman da gece oyunlarıyla doların değeri yükseltiliyor, ekonomik darboğaz daha da daraltılıyor.

 

Yine 98 yıl önceye bakarsak, o zaman Türkiye’nin ekonomisi yoktu, millet fakr-u zaruret (yoksulluk ve çaresizlik) içindeydi, ama Batı emperyalizminin önünde boyun eğmedi, onurlu bir Kurtuluş Savaşı verdi. Sıkıntılarla karşılaşacak olsak da, o günkü insanlarımızın yaptıklarını bugünkü torunları da yapmak zorunda. Bugün sıkıntılı ekonomisine karşın, Türkiye ekonomik büyüklüğü ile dünyada 17’nci sırada. Zora girecek olsa bile dişini sıkarak ekonomik düzlüğe çıkacak varsıllıkta. Elbette Türkiye’nin hedefi, orta dönemde ekonomik büyüklüğüyle ilk 10 ülke içinde yer alabilmek. Bu potansiyele de sahip, yeter ki doğru yönetilsin.

 

Türkiye Ekonomisinde Yapı Değişikliği Zorunlu

 

Türkiye için artık sıcak para bulmanın giderek zorlaştığı görülüyor. Bu demektir ki, dünkü borçlanma ekonomisinin sürdürülemeyecek. Ülkeye yabancı sermaye girişi duraksamış durumda, tam tersi Türkiye’den sermaye kaçışı var. Türk lirası Merkez Bankası’nın aldığı önlemlere karşın değerini koruyamıyor. Türk lirası-döviz kuru tansiyonu hayli yüksek. Bunun finansmana olumsuz etkileri oldukça fazla. Kaldı ki Türkiye’nin finansman istikrarı sağlayarak, yatırım yapılabilir ülke olması gerekir.

 

Ülkenin makro ekonomik dengelerinde, temel ekonomik ve mali politikalarında köklü değişiklikler yapmak gerekiyor. Bir ekonomik reformla, hatta ekonomik devrimle yapı değişikliğine gidilmeli. Türkiye üretim ekonomisine yöneltilmeli ve ithal ikamesi uygulaması gündeme getirilmeli. Bu kapsamda bazı kamu ekonomik kuruluşlarına yeniden gerek duyulacaktır. Yoksa, mevcut yapıyla Türkiye’nin üretimini de ihracatını da artırmasına olanak yok.

 

Terör ve Dış Tehdit

 

Terör zaten dış tehdide dayalı. Dış tehdit düşmanca davranan maskeli müttefiklerden geliyor ve terör için piyonlarını kullanıyorlar. ABD başrolde ve Yahudi ulus devletine dönüşmekte olan İsrail’e uygun bir Ortadoğu inşası hedefini sürdürüyor. Kürdistan bunun aracı. ABD, illegal ve terörist Kürt güçleri PKK, PYD-YPG, PJAK, zorla yaşatmaya çalıştığı Barzanistan ve peşmergelerini hep bu amaç için palazlandırıyor. ABD’nin 2019 askeri bütçesinde bu şer güçlerine para ayrıldığı görülüyor. Türkiye, Irak ve Suriye’de yaptığı askerî harekâtlarla ABD’nin Ortadoğu planını bozmaya çalışıyor. ABD’nin kara gücü lejyoner Kürt teröristlerine göz açtırmıyor.

 

Atlantik Güçlerine Karşı Dayanışma Gerekiyor

 

ABD ve Siyonist İsrail stratejik ortak olarak, Türkiye’nin karşısındalar. Suudi Arabistan ile bazı Körfez şeyhlikleri de onların yanında. Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi, Türkiye’ye karşı kullanıma hazır müttefikleri. Dünya derin devletinin baş hizmetkârı İngiltere, değişik maske ve stratejilerle yine karşımızda, Fransa da öyle, ama yanımızda gibi görünmeye çalışıyorlar. Kısacası Atlantik güçleri Türkiye’nin karşısında. Bu nedenle Rusya, İran, Irak, Suriye ile bölgesel ittifak, Çin ve diğer Şanghay ülkeleri, BRICS ülkeleri ile dayanışma önem kazanmakta.

 

Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam Konferansı Teşkilatı Dönem Başkanı sıfatıyla olsa da, 25-27 Temmuz 2018 tarihli BRICS zirvesine katılması önemli bir gelişmedir. Bundan sonraki BRICS toplantılarına Türkiye Cumhurbaşkanı olarak katılımına yol açan bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. BRICS ülkelerinin toplu hedefleri arasında yer alan, dünya ticaretinde Batı hakimiyetini kırmak, ulusal para birimleri ile ticaret yapmak Türkiye’nin de hedefidir ve ekonomik krizlere karşı koruyucu aşı niteliğinde bir önlemdir.

 

Türkiye, Avrasya ve Asya, özellikle Batı Asya’da dayanışma ve müttefiklik ilişkileri içinde olmak zorunda. Türkiye’nin Rusya ve Çin gibi iki büyük güçle geliştireceği ilişkileri, emperyalist Batı’ya karşı yaşamsal önemde. ABD bunun farkında ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye’nin attığı adımlardan rahatsız. Türkiye’nin Rusya ve İran ile Astana sürecinde yürüttüğü ortak politika, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi karşısındaki en büyük engel. Türkiye’nin Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’deki başarısı da, Rusya ve İran ilişkilerini oluşturup geliştirmesine dayanıyor ki, bu müttefiklik sürdürülmeli. BRICS toplantısı nedeniyle bir araya gelen Erdoğan-Putin ikilisinin özel görüşmesi, son günlerde Trump’ın tehditkâr tutumuna verilen en güzel diplomatik yanıt oldu. Başkan Erdoğan’ın Putin’in ardından Çin Cumhurbaşkanı Şi Cinping ile görüşmesi sonucu, Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak’ın açıkladığı 3,6 milyar dolarlık Çin enerji kredisinin sağlanması Batılı finans çevrelerine verilen yanıt.

 

İran’a yönelik ABD ambargosuna Türkiye’nin katılımını sağlamak amacıyla, Temmuz’un son haftasında Türkiye’ye gelen ve temaslarında hem Dışişleri yetkililerine hem de işadamlarına karşı tehditvari baskılar yapan ABD heyeti, aradığını bulamadı ve istediği yanıtı alamadı. ABD’nin istediği İran’a ekonomik ambargo uygulamasına karşı Türkiye’nin tutumunu Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “ABD’li heyete yaptırımlara katılmayacağımızı söyledik” diye açıkladı ki, son derece yerinde bir tutumdur.

 

Kandil Yolunda İlerlerken

 

Suriye’de Kürt koridorunun önünü kesen Türkiye, şimdi Kandil yolunda ilerliyor. Ancak ABD Bağımsız Kürdistan projesinden vazgeçmiş değil. Operasyonla Irak’a aşıladığı özerk bölge, daha doğrusu çıban başı Barzanistan’ın yönetiminin çökmüş olmasına bakmaksızın, ayağa kaldırabilmek için Ortadoğu’daki en büyük konsolosluğunu Erbil’de kurmaya karar verdi.  Bu karar, İsrail’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı kadar tepki çekmesi gereken önemli bir adım, ama pek de üzerinde durulmadı. ABD, Barzanistan’ı Kürdistan’ın odağı olarak görüyor.

 

ABD, Türk askerinin ilerlediği Kandil’den kaçan teröristleri Sincar’da güvenceye almaya çalışıyor, Suriye’de yenilen PYD-YPG’ye tırlar dolusu silah sevkiyatını sürdürüyor. Türkiye’yi Münbiç’teki devriye turlarıyla oyalama stratejisi izliyor. Ne yaparsa yapsın, Türkiye kendi bekası için gerek Irak’ın kuzeyinde gerekse Suriye’nin kuzeyinde Kürt devletleşmesine izin vermemeli ve veremez, Barzanistan’a göz yumma, destekleme hatasını bir daha yapmamalıdır.

 

ABD, NATO Aracılığıyla Türkiye’yi Engelleme Çabasında

 

NATO’nun 11-12 Temmuz 2018 Brüksel Zirvesi’nde Türkiye, İran ve Suriye kararlarına karşı çıkmalıydı. Çünkü alınan kararlar Türkiye’yi Astana sürecinden koparmaya yöneliktir. Türkiye’nin, NATO’nun İran’a karşı planlarına ve harekâtlarına katılması kendi çıkarına ters olur. Öte yandan NATO’nun kararının aksine, Suriye Türkiye’ye bir tehdit oluşturmuyor ve Türkiye-Suriye sınırına NATO askerinin konuşlandırılmasına gerek yok. Böyle bir konuşlandırma, Türkiye’nin Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta PKK, PYD-YPG karşıtı askerî operasyonlarını engellemekten başka bir işe yaramaz. Türkiye bu kararları engelleyebilirdi, engelleseydi hem bölgesel itibarı artar hem de yeni devlet yönetimi kendini kanıtlayarak güç kazanırdı. Zaten başkanlık sistemi, anında böyle kararların verilebilmesi için gereklidir.

 

Türkiye Ege’de Ödün Vermemeli

 

NATO toplantısı nedeniyle Brüksel’de bir araya gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Yunanistan Başbakanı Çipras, Zirve’nin ikinci gününde basına kapalı olarak 1 saat 45 dakika süren görüşme yaptıktan sonra, “Ege’de gerilimi düşürelim mutabakatı” sağladıklarını açıkladılar. Hangi gerilim, Türkiye’den kaçan askerlere ve PKK’lılara Yunanistan’ın iltica hakkı vermesinden kaynaklanan gerilim mi, sığınmacı anlaşmasından doğan gerilim mi? Yoksa Yunanistan’ın Ege’de el koyduğu 18 ada ve adacık gerilimi ile Taşoz sularında haksız olarak petrol üretmesine ilişkin gerilim mi? Elbette gerilimin düşürülmesi yararlı olur, ama taviz veren Türkiye olmamak kaydıyla.

 

Türkiye Güneyden ve Batıdan Kuşatılma Harekâtıyla Karşı Karşıya

 

Vatan bütünlüğü için teröre son vermeye, sınırlarının dibinde şer odağı Kürdistan kurulmasına engel olmak için savaşan Türkiye’yi, Ege ve Doğu Akdeniz’de Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarını kullanarak ve yeni çatışmalara çekmeye, iki cephede gücünü dağıtmaya ve dünya kamuoyu dedikleri kendi Batı kamuoylarına saldırgan göstermek istiyorlar. Oynadıkları oyunları çok boyutlu. ABD, NATO ve AB destekli Rum-Yunan ve Siyonist İsrail ittifakının ana hedefi, Türkiye’yi Ege’de olduğu gibi Doğu Akdeniz’de de kuşatmaktır. Türkiye’ye Doğu Akdeniz’i kapatmaya çalışıyorlar.

 

Doğu Akdeniz’e uzanan Mavi Vatanımıza ABD destekli Rum-Yunan ve Yahudi işbirliğine dayalı tehdidi Türk Donanması her zaman bertaraf edecek güce sahiptir.

 

Kıbrıs Sorununun Sözde Çözümü Aleyhimize Kuşatmanın Tamamlanması Olur

 

Bu kuşatmanın tamamlanması için Kıbrıs sorunu ABD’nin dürtüsüyle Birleşmiş Milletler mekanizması kullanılarak, çözüm arayışı için yeniden gündeme getirilmektedir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, Kıbrıs'taki taraflarla görüşmelerde bulunması için üst düzey yetkili olarak Amerikalı, eski İç Güvenlik Bakanlığı Bakan Yardımcılığı yapmış olan Jane Holl Lute'u görevlendirdi.

 

Lute, ABD’nin Irak Çöl Fırtınası harekâtında da görev almış bir kişi. Milletlerin sınırlarını güvenceye alıp düzenlemek konusunda uzmanlığının olduğu söyleniyor. Aslında bu pek de beklenen bir atama değildi, ama ABD Kıbrıs ile ilgili özel planı için baskıyla bu atamayı yaptırdı. ABD’nin Kıbrıs planı tek cümleyle “Kıbrıs’ın Türkiye’den koparılması” planıdır. Bu amaçla Lute geçici misyonla görevlendirilmiş bulunuyor.

 

Kıbrıs Rum lideri Anastasiadis, Lute’un temaslarının sonuçlanmasını heyecanla bekliyor. Anastasiadis daha önce “Garantörlükte Akıncı ile anlaştık” iddiasında bulunmuştu. Akıncı Rumları umutlandıran bir KKTC Cumhurbaşkanı, KKTC parlamentosu neden onu dizginleyemiyor, ya da bu tür açıklamaları kimlerden aldığı talimatla yapıyor? O da incelenmesi gereken ayrı bir sorun.

 

KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı, Türk askerini Ada’dan çıkaracak, garantörlüğü kaldıracak Guterres belgesini ön koşulsuz tartışma zemini olarak kabul etmiş bulunuyor. Guterres, Kıbrıs sorunu üzerinde tarafsızlığını yitirmiş bir genel sekreter. Akıncı’nın Guterres belgesini Ankara’nın onayıyla kabul ettiği iddiası da var ki, gerçekse işin vahim yanı bu. Belgenin kabulünden cesaret alan ABD, Kıbrıs Türkünün sonunu getirecek oyunu tezgâhlayıverdi.

 

Tezgâhın ilk aşaması Lute’un atanmasıyla gerçekleştirildi. İkinci aşamayı, Özel Temsilci Lute’un taraflarla yapacağı görüşmeler sonucu, Türkiye’nin garantörlüğünün ve tek yanlı müdahale hakkının sonlandırılması, Türk askeri varlığının 1960 anlaşmaları düzeyine indirilmesi olacaktır. Üçüncü aşamada liderlere Pentagon’un hazırladığı ABD ve AB planının onaylatılması geliyor.

 

Son aşamada ise bu plan referanduma sunulacak. Annan Planı’nı “Yes be Annem” diye kabul eden Kıbrıs Türk halkına bu planın onaylatılması bekleniyor. Böylece Kıbrıs sorunu Rum ve Yunan çıkarlarına göre çözülecek. Tezgâh bu da Guterres belgesinin onayına izin verilmiş olsa bile, Türkiye’nin yeni yönetimi bu tezgâhın işlemesine izin verecek mi acaba? İşte sorun burada.

 

Sözde Birleşik Kıbrıs çözümü diye Rum-Yunan ittifakına bırakılacak Kıbrıs, Türkiye’nin güneyden kuşatılması demek olur ve kabul olunamaz.

 

Şimdi uluslararası toplumdan Türkiye’ye “çözüm” diye baskılar gelecektir, tabii Rum-Yunan ittifakının istediği biçimde. Kıbrıs’ın ABD, NATO, AB ve Siyonist İsrail isteklerine uygun olarak Rum-Yunan ittifakına bırakılması, Türkiye’nin güneyden tam kuşatılması olur. 450 bin kilometrekarelik Mavi Vatanımızın Doğu Akdeniz bölümünde, Antalya’nın burnunun dibindeki 9 bin kilometrekarelik Meis Adası yüzünden 100 bin kilometrekare münhasır ekonomik saha kaybımız varken, Kıbrıs elden giderse, Doğu Akdeniz’deki Mavi Vatanımız tümüyle gider, Türkiye Antalya Körfezi’ne hapsolup kalır.

 

Kıbrıs’taki hak ve yetkilerimizi kaybedersek, Irak ve Suriye hududumuz boyunca oluşturulmasına çalışılan şer kuşağının yok edilmesi için akıtılan bunca şehit kanı, bunca çaba, Türkiye’nin diplomatik emekleri ve her şey boşa gitmiş olur. Kıbrıs Barış Harekâtından bu yana geçen 44 senede, Ortadoğu ve dünyada o kadar çok değişiklikler oldu ki, Kıbrıs artık stratejik bir ada. Ada’daki Türk varlığı da bu nedenle vazgeçilemez boyut kazandı.

 

Geçen yıl İngiltere’nin eski dışişleri bakanlarından Jack Straw, Independent gazetesinde yayınlanan makalesinde, “Ada’nın bölünmesi Türklerle Rumlar arasında anlaşmazlığın ve çatışma ortamının sonlandırılmasını sağlayabilir” tezini işliyordu. Batı’dan çıkan gerçekçi bir görüştü, ama ne KKTC ne de Türkiye, Straw’ın bu önerisinin dünya kamuoyunca kabul görmesi için bir adım bile atmadılar. Oysa, Kıbrıs’ın Girit gibi elden çıkma tehlikesi yok değil, aksine ciddi bir tehlike var.

 

SON SÖZ

 

Türkiye rejim değişikliğine gitti, ancak zorlu bir dönemeçte, içte ve dışta çok ciddi, hatta devasa sorunlarla karşı karşıya olduğu bir dönemde. Türkiye’nin düzlüğe çıkabilmesi için yazımızın başında söylediğimiz Büyük Kulp’un Türkiye ve Türk halkı yararına başarılı bir şekilde çevrilmesi gerekiyor. Bu zorlu dönemeçte, Başkanlık Sistemi’nin kanıtlanması için de Büyük Kulp başarıyla çevrilebilmeli. “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü bilincine ve kalbine kazımış herkesle birlikte bunu diliyoruz ve bekliyoruz. Sorunlar çözülüp aşılmadan huzur ve refahın artması da olanaklı değil.

 

-- o --

 

(1)  Kulp: Rumca kökenli bir kelime olup, sözlük anlamı “elle tutulacak yer”, “bahane uydurma-sebep bulma aracı” olarak açıklanmaktadır. Burada çarkı çevirmek için tutulacak yer anlamında kullanılmıştır.

 

Kategoriler

DUYURULAR