ÇIRPINIYOR AKDENİZ, BAKIP TÜRK’ÜN BAYRAĞINA
(Osmanlı’dan Günümüze Akdeniz’de Mavi Vatan Sorunu)
Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR
29 Ocak 2019
Üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu, bir zamanlar Akdeniz’de gürleyip fırtına gibi esti, ama denizci devlet olamadı. Kanuni Sultan Süleyman’ın Hint Okyanusu’na açılan Süveyş Kaptanı Pîrî Reis’i bir komplo sonucu idam ettirmesi, denizci devlet olmak gerektiğini anlamayışının kanıtıdır. İdam edilen kişi, herhangi bir kaptan-ı derya değildi. Bugün haritaları dünyaca bilinen ünlü kartograf Pîrî Reis idi.
Denizcilik bilincinden yoksunluğu o raddeye varmıştır ki çöküş döneminde Kızıl Sultan Abdülhamit, darbe yapar korkusuyla donanmayı Haliç’te çürütürken, Akdeniz’in ve Adalar Denizi’nin göz bebeği adalar kaybedilmiştir. Bir türlü telafi edilemeyen bu kaybın acılarını günümüzde çekiyoruz ve daha da çekeceğiz…
Atatürk’ün görüşleri doğrultusunda, Mareşal Çakmak gibi bazı askerlerin bile “Ne gerek var?” demesine karşın, neredeyse sıfırdan başlanarak Türk Deniz Kuvvetleri ve Donanması oluşturuldu. Şanlı donanmamız, mavi vatanımızın deniz alanını, adasını, adacığını kayalığını koruyor. Barbaros’un torunları denizcilerimiz, her yıl gücüne güç katan donanmamız var, güçlenerek var olmaya devam edecek.
Türk Donanması Akdeniz’de önemli bir güç, Mavi Vatanımızın her karışını her zaman korumaya hazır. Akdeniz savaş gemilerimizin bayrağı altında çırpınarak dalgalanıyor.
EGE DENİZİ DEĞİL, ADALAR DENİZİ
300 yıl önce Akdeniz’de Türklerin eline geçmemiş ada kalmamıştı, o zaman Ege denizi diye bir deniz de yoktu, yalnızca Akdeniz vardı. 1803 yılında Osmanlı’da basılan ilk Türk atlası Cedid Atlas’ta, Ege Denizi denilen yere “Anadolu Denizi” denilmiştir. Buradaki adalar da topluca, Akdeniz adaları diye anılıyordu. Ancak Osmanlılar, Anadolu Denizi adından çok “Adalar Denizi” adını kullanmışlardır.
1821 yılında Yunanistan kurulduktan sonra, 1850 yılından itibaren Fransızca basılan bazı haritalarda “Mer Egée” adına yer verildiği görülüyor. Bu ismin kökeni, Yunan mitolojisindeki “Aigeus Denizi”. Aigeus kelimesi dile göre uyarlanıyor, Latincede “Aegaeo”, Yunancada “Aigaío”, İngilizce de “Aegean”, Türkçe’de Ege oluyordu.
Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı’nın “Adalar Denizi” adını da Yunan mitolojisi kökenli “Ege Denizi” adını da kullanmamış, “Akdeniz” demiştir. Lozan Antlaşması’nın adalarla ilgili maddelerinde “Ege” değil, sadece Doğu Akdeniz adı görülüyor. 1926 yılından 1938 yılına kadar Türkiye’nin coğrafi bölgelerini, o günkü deyişle mıntıkalarını gösteren haritalarda Ege Mıntıkası (Bölgesi) diye de bir yer yok, “Adalar Denizi Mıntıkası” var.
Ege adının kullanılması, Atatürk’ün ölümünden sonra, İnönü döneminde başlamıştır. Sözde Batılılaşma uğruna, 1941 yılında Birinci Coğrafya Kongresi’nde kabul edilmiş, bizce ulusal hata yapılmıştır. Akdeniz adalarına da o tarihten sonra Ege adaları denilmiştir. Ne yazık ki son yıllarda “Yunan Adaları” adının kullanıldığı görülüyor. Bu bilinçsiz gidiş, umarız Ege Denizi yerine de “Yunan Denizi” demeye kadar varmaz!...
OSMANLI’NIN GERİLEME DÖNEMİYLE ADALARIN KAYBI BAŞLADI
Akdeniz’in büyük adalarının yanısıra, Anadolu yarımadası ile Rumeli ve Mora yarımadası arasında toplam alanı 23 bin kilometrekare kadar olan üç bine yakın ada, adacık ve kayalık bulunuyor. Kıbrıs olsun, Girit olsun, Akdeniz ve Adalar Denizi’ndeki irili ufaklı diğer adalar olsun, hepsi Osmanlı’nın eline geçmişti, ama elde tutabilmek önemliydi, denizcilik gerektiriyordu. Bugün kaybetmenin sıkıntılarını yaşıyoruz.
Adaların kaybı deyince, halkımızın aklına önce “On İki Ada” geliyor. “On iki Ada” diye adlandırılmış bu adalar grubunda, ismin çağrıştırdığı gibi 12 adet ada var değil, yalnızca büyükler sayılırsa 14 ada, büyüklü küçüklü diğerleri sayılırsa belli başlı 20’den fazla ada ve adacık bulunuyor. “On İki Ada” ya da doğru deyişiyle “On İkili Adalar” adı ise yönetim sisteminden gelen bir isimdir. Osmanlı’nın gayrimüslimlere uyguladığı on ikili yönetim sistemiyle, on iki kişilik ihtiyarlar heyetince, on iki üyeli meclisle yönetilen adalar demekti. On İkili Ada adı önce Rumcaya ve sonra diğer Batı dillerine geçmiştir.
Adaların kaybı Osmanlı’nın gerileme döneminde (1699-1792) başlamıştı. Bu dönemde Osmanlı sadece Venedikliler ile değil, Avusturya, Rusya ve İran ile de savaşıyordu ve giderek zayıflıyordu. 1718-1807 arasında her bakımdan kendini yenileyebilmek için ıslahat hareketlerine girişmişse de tutucu çevreleri aşamadı, gerilemeyi durduramadı. Akıbeti belli olmuştu, kaçınılmazdı ve tarihe gömülecekti.
1770 yılında Adalar Denizi’nde Osmanlı donanmasına taarruz eden bir Rus filosu, Mora halkını isyana teşvik etmişse de 1821 yılına kadar Mora’da isyan çıkmamıştı. Mora İsyanı (1821-1829) ile Rum isyanlarında yeni bir döneme giriliyordu. Rumeli coğrafyasında Yunanistan’ın özerkliğine uzanan süreci Mora isyanı başlatmıştır. 1821 yılında Girit’te de isyan görüldü. Tüm Rumeli’ye ve adalara yayılan isyanların arkasında Fransa, İngiltere ve Rusya’nın destekleri vardı.
İsyanları bastırmakla görevli Osmanlı ve Mısır donanması Navarin limanında iken, İngiliz, Fransız ve Rus savaş gemilerinden oluşan müttefik donanmasının baskınına uğradı. Limana dost gibi giren müttefiklerin aniden açtıkları ateşle “Navarin Felaketi” yaşandı. Osmanlı donanması çöktü. Yaklaşık on altı bin mil kıyısı olan devleti “Donanmasız İmparatorluk” konumuna düşürdü. Bu da Osmanlı’nın geleceği açısından yıkıcı olmuştur. Öncesinde Mora’da duruma hâkim olan Türk kuvvetlerini yenik duruma sokmuş, parçalanma sürecine ve Adaların kaybına giden yolu açmıştır.
Navarin felaketi, Rumların yanısıra, Fransa’da ve Rusya’da sevinçle karşılandı. Ancak İngiltere, Rusya’nın güneye inmesini engelleyecek gücün kalmamış olması endişesiyle rahatsızlık duydu. Osmanlı saldırıyı protesto etmekle kalmadı; Fransa, İngiltere ve Rusya’dan tazminat istedi. Osmanlı’nın isteğine yanıt olarak Ruslar Balkanlardan ve Kafkaslardan saldırdılar. Fransa Mora’ya asker çıkardı. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nı kapatmış olan Osmanlı’nın yeterli yeni ordusu da yoktu. Ruslar, 1829’da Edirne, Kırklareli ve Lüleburgaz’ı işgal ettiler, Rus savaş gemileri Boğazlara saldırdı.
Fransa ve Rusya’nın Akdeniz’de ve Ortadoğu’da güçlenmesini kendi çıkarına aykırı bulan İngiltere’nin araya girmesi sonucu, 1828-1829 Osmanlı Rus Savaşı’nı sona erdiren 14 Eylül 1829 tarihli Edirne Antlaşması ile Osmanlı Rusya’ya tazminat ödemek zorunda kalıyor, Rus gemileri boğazlardan geçiş hakkı kazanıyordu. Peşi sıra İngiltere, Fransa ve Rusya 3 Şubat 1830’de Yunanistan'ı bağımsız devlet ilân eden Londra protokolünü imzaladılar, 7 Mayıs 1832 İstanbul Antlaşması ile bu protokolü Osmanlı’ya kabul ettirdiler. Adalar Denizi’ndeki yüzlerce ada da Yunanistan’a bırakıldı.
Osmanlı bir zamanlar Türk Gölüne dönüştürdüğü Akdeniz’de gücünü kaybedince, adalarda ve Balkanlar’da Fransa, İngiltere ve Rusya destekli isyanlar ve toprak kayıpları yaşıyordu.
OSMANLI’NIN İNGİLİZ POLİTİKASIYLA ÇİZİLEN KAYIPLARLA DOLU KADERİ
Daha sonra Rusya’ya karşı Avrupa büyük devletlerinin desteğini alan Osmanlı, Kırım Savaşı’nda Rusya’yı yenmiş ve İngiltere, Fransa, Avusturya, Prusya’nın da katılımıyla 30 Mart 1856’da Paris Antlaşması yapılmıştı. Bu antlaşmayla Osmanlı İmparatorluğu Avrupa devleti sayılmış, toprak bütünlüğüne Avrupa devletleri kefil olmuşlardı. Ayrıca kıyıdaş ülkelerin Karadeniz’de donanma ve tersane bulundurması yasaklanmıştı, Boğazlar ticaret gemilerine açılırken, Çarlık Rusyası’nın savaş gemilerine kapatılmıştı. İngiltere’nin istediği olmuş, Rusya’nın sıcak denizlere inmesi engellenmişti.
Almanya ve İtalya’nın siyasi birliklerini sağlaması statükoyu değiştirince; İngiltere, Fransa ve Avusturya-Macaristan’ın öncelikleri de değişti. Balkanlarda Rusya’nın Panslavizm propagandası sonucu, 1875’de Sırbistan’daki isyan askeri müdahaleyle durdurulmuştu. Rusya’nın güneye inecek bahane bulmasını istemeyen İngiltere’nin girişimiyle Osmanlı, İngiltere, Fransa, Rusya ve Prusya’nın katıldıkları Haliç Tersane Konferansı 23 Aralık 1876’da toplandı. Bu Konferansta Sırbistan ve Karadağ için bağımsızlık, Bosna-Hersek ve Bulgaristan için özerklik istendi. Osmanlı bu istekleri kabul etmeyince, Rusya tepki olarak Paris Antlaşması’nın Karadeniz’de savaş gemisi ve tersane bulundurmayı yasaklayan hükmünü tanımadığını ilân etti.
Yol, 93 Harbi’ne uzanıyordu. Osmanlı takvimine göre tarihe “93 Harbi” diye geçen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Abdülhamit’in basiretsizliği sonucu Osmanlı Devleti’nin ağır yenilgisiyle sonuçlandı. Rusların Yeşilköy’e kadar gelmesi üzerine barış istenmek zorunda kalındı. Yeşilköy Antlaşması ile Osmanlı topraklarının üçte birini kaybediyor, Rusya’ya yüklü bir tazminat ödemeyi kabul ediyor, itibarını tümüyle yitiriyordu. Ayrıca Rumeli’de, Balkanlar’da, Doğu illerinde kaybedilen topraklardan gelen büyük bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalıyordu.
Osmanlı’nın dağılma ve çöküş sürecini hızlandıran bu hezimet sonrası İngilizler, Rus tehdidine karşı Osmanlı’ya yardım edecekleri vaadiyle Kıbrıs’ı istediler. Rusların Yeşilköy Antlaşması’yla ele geçirdikleri Kars, Ardahan ve Batum’dan çekilmesi koşulunda, İngilizlerin de Kıbrıs’tan çıkacaklarını taahhüt etmesi sonucu, 15 Temmuz 1878’de Kıbrıs İngilizlere bırakıldı. Ancak, 5 Kasım 1914 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na girmesi ve İngiltere’ye savaş ilânı üzerine, İngiliz Hükümeti Kıbrıs’ı ilhak etti. İngiltere 1915 yılında Kıbrıs’ı, kendi yanında savaşa girmesi koşuluyla Yunanistan’a vermeyi teklif etmiş, savaşı Almanya’nın kazanacağını düşünen Yunanistan bu teklifi kabul etmemişti.
Rumlar 1821 yılından sonra Girit’te sürekli huzursuzluk ve peş peşe birçok isyan çıkardılar. 1874’de yeni bir Girit isyanı Yunanistan tarafından tezgâhlanıyor, adanın bağımsızlığı isteniyordu. Yunanistan’ın Girit’i ilhak etme ısrarı sonucu, 1897 Osmanlı-Yunan Harbi (Teselya Savaşı) çıktı. Savaşı Osmanlı kazanıyor ve Osmanlı’nın Balkanlarda kazandığı son savaş oluyordu. Osmanlı ordusu, istenirse Yunanistan’ın tamamını işgal edecek üstünlük sağlamışken, Abdülhamit orduyu durdurmuş, ordu bir yıl Yunanistan’da kalmasına karşın, yakalanan fırsat kaçırılmıştır.
İstanbul’da “Girit bizim canımız, feda olsun kanımız” mitingleri yapılıyordu. Abdülhamit, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’i ilân ettiğinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları ve Osmanlı subayları ısrarla “Girit Osmanlı’nındır” tezini savunuyorlardı. 5 Ekim 1908’de Avusturya Bosna-Hersek’i ilhak ve Bulgaristan istiklâlini ilân edince, Girit’te de aynı gün Yunanistan’a ilhak olunduğu ilân edildi. Osmanlı devleti Girit’e müdahaleyi tartışırken, İngiltere’nin tezgahıyla 31 Mart (13 Nisan 1909) ayaklanması patlıyordu. İngiltere’nin amacı, Girit’e müdahaleyi önlemekti ve başarıyordu. Ancak, Girit hukuken hâlâ Osmanlı’nın elindeydi.
İtalya birliğini oluşturunca sömürgeciliğe soyunup Osmanlı’dan Trablusgarp’ı istedi. Gerilla savaşı niteliğinde Trablusgarp Savaşı yaşandı. Savaş kaybedilmemişti, ama İtalyan’lar Osmanlı’yı barışa razı etmek için Rodos ile On İkili Adalar ve Çanakkale Boğazı’nı ablukaya almışlardı. Balkan Savaşı’nın başlamasıyla Osmanlı’nın direnci kırıldığından, 18 Ekim 1912 tarihli Uşi Antlaşması ile Trablus ve Bingazi İtalyanlara bırakılıyordu. Karşılığında İtalya, Osmanlı’dan kapitülasyonların kaldırılmasına itiraz etmemeyi taahhüt ediyordu. Yunan Donanması da fırsattan istifade adaları işgale hazırlanıyordu. Adaların kaptırılmaması için Uşi’de Rodos ve On İkili Adalar, Balkan Savaşı sonunda Osmanlı’ya iade edilmek koşuluyla İtalya’ya bırakıldı.
Tarih Osmanlı’yı 1912-1913 yıllarında yaşanan Balkan Harbi’ne sürüklemişti. Osmanlı, Balkan Harbi’nde, kendi bünyesinden çıkmış olan dört devlet; Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ ile çarpıştı. Harp sonunda yaklaşık beş asır egemenliği altında bulundurduğu Balkanlar üzerindeki egemenliğini tümüyle kaybetti. Savaş sonrası 30 Mayıs 1913’de imzalanan Londra Antlaşması, Girit ve Adalar Denizi’ndeki diğer adaların durumunu Avrupa’nın Büyük Devletleri’nin belirleyeceği hükmünü getirmişti.
Londra Antlaşması’nda Girit’in Yunanistan’a bırakıldığı ifadesi yok. Büyük Devletler, Girit’in sadece yönetimini Yunanistan’a vermişlerdi. Osmanlı ile Yunanistan arasında imzalanan ve halen tartışma konusu olan 14 Kasım 1913 tarihli Atina Antlaşması’na göre; Yanya ve Selanik ile birlikte, Girit Adası’nın da Yunanistan’a bırakıldığı yoruma dayanıyor. Bu nedenle Girit’in mülkiyeti hukuken tartışmalıdır. Girit Adası’nın dörtte üçü ile çevresindeki 14 adacığın hukuken Türkiye’nin mülkiyetinde olduğu iddiası ciddidir. Nitekim, Atina antlaşması görüşmelerinde Yunanistan Adalar Denizi’ndeki diğer adaları da istemiştir, ama Osmanlı kabul etmemiştir. Adalarla ilgili görüşmeler sürerken, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla sorun sürüncemede kalmıştır.
Oldu bittilerle 1912 Uşi’de On İkili Adalar, 1913’de Londra’da Girit de elden çıkıyordu.
OSMANLI TARİHE GÖMÜLÜYOR, LOZAN’DA TÜRKİYE DOĞUYORDU
Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na saray damadı ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın yanlış siyasetiyle girmişti. Savaş başlarken Mustafa Kemal henüz paşa olmamış bir subaydı, ama Osmanlı’nın savaşa girmesine karşıydı. Çünkü akılcı değerlendirme ve askerlik yeteneğiyle, güç dengesine bakıyor, Osmanlı’nın kaybedeceğini görüyordu. Tarih, bir imparatorluğun kaçınılmaz kaderiyle yazılacaktı. İmparatorluğu batıran saray paşası Enver Paşa’ya karşı, vatan kurtaran ve devlet kuran Mustafa Kemal Paşa, Türkiye’nin ve Türklüğün Atası, Atatürk’ü olacaktı.
Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde bu teslimiyeti ve işgali kabul etmeyen Anadolu Türkü, Kurtuluş Savaşı (1919-1922) sonucu işgalcileri geldikleri gibi göndermeyi başardı. Osmanlı ise tabutunun son çivisi çakılırken imzaladığı Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) ile işgalcilerin Anadolu’ya biçtiği kefeni giymeye razı oldu. Batı emperyalizminin piyonu Yunan Ordusu, 9 Eylül 1922’de İzmir’de Akdeniz’e dökülüyordu. Sevr Antlaşması ile biçilen kefen, Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923) ile yırtılıyor, 29 Ekim 1923’de yeni devlet Türkiye Cumhuriyeti ilân olunuyordu.
Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Lozan Konferansı’na Türkiye’nin sınırlarını kabul ettirmek, Mîsâk-ı Millî’yi gerçekleştirmek, kapitülasyonları kaldırtmak, Türkiye ve Yunanistan arasındaki Batı Trakya, adalar, nüfus değişimi, savaş tazminatı sorunlarını çözmek, Türkiye ve Avrupa devletleri arasındaki siyasi, hukuki, ekonomik, sosyal ilişkileri yeni baştan düzenlemek ve Ermeni sorununun kapatılmasını sağlamak amacıyla katılmıştır ve hedeflerine önemli ölçüde ulaşmıştır.
Yukarıda açıklandığı gibi, adalar Lozan Barış Antlaşması’ndan önce kaybedilmişti. Sevr Antlaşması ile Osmanlı’ya bırakılması kararlaştırılan Anadolu parçasının ne Akdeniz’e ve ne de Adalar Denizi’ne sahili vardı. Sadece Karadeniz sahili Osmanlı’ya bırakılıyordu, Boğazlar da elinden alınıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” emri, Sevr’in bu deniz paylaşımını Türk süngüsü ve kılıcıyla yırtıyordu. Ancak Lozan’da karşımızda yer alan devletler, Sevr Antlaşması’nın da taraflarıydı ve Türkiye’nin Akdeniz kıyılarını eline geçirmesine karşın, denizde konumlanmasına yardımcı olacak adalara yerleşmesine karşıydılar. Bu nedenle Türkiye’nin adalar üzerindeki haklarını görmezden gelmişlerdir.
Türkiye’nin kurtuluş ve kuruluş stratejisini oluşturan Mîsâk-ı Millî’de adalar yer almamakla birlikte, Türk tarafının görüşü, adaların Anadolu’nun ayrılmaz parçası olarak Mîsâk-ı Millî teziyle birlikte ele alınması ve 14 Şubat 1914 tarihli Büyük Devletler Kararı’na dayandırılmasıydı. İsmet Paşa başkanlığındaki Lozan Müzakere Heyeti’ne Büyük Millet Meclisi tarafından verilen adalarla ilgili talimatta, “Duruma göre davranılması, kıyılarımıza pek yakın olan adaların ülkemize katılımının sağlanması, olmazsa Ankara’dan sorularak davranılması” istenmişti.
Adalar konusu, Lozan’da 25 Kasım 1922’de “Toprak ve Asker Komisyonu” tarafından ele alınmıştır. İsmet Paşa, “Akdeniz adaları coğrafi konumları nedeniyle Küçük Asya’ya bağlıdır, Anadolu’nun huzuru ve güvenliği için büyük öneme sahiptirler” diyerek, Türk tarafının ana görüşünü dile getirmiştir. Bozcaada ve İmroz Adası (Gökçeada) üzerinde Türkiye’nin haklarının Büyük Devletlerce kabul edildiğini belirtmiş, Çanakkale Boğazı yakınındaki Semadirek Adası’nın Türkiye’de kalması gerektiğini savunmuştur.
İsmet Paşa, Büyük Devletlerce Yunanistan’a bırakılan Limni, Midilli, Sakız, Sisam, Ahikerya adalarının Türkiye’nin güvenliği bakımından hayati önem taşıdığını, Türkiye’nin bu adalar üzerindeki Büyük Devletler Kararını kabul etmediğini vurgulamıştır. Yunanistan’ın emperyalist emelleri karşısında adaların askerden arındırılıp silahsızlandırılmasını istemiş, tarafsız ve bağımsız siyasal varlık olmaları gerektiğini, yani özerk rejim kurulması gereğini öne sürmüştür. Limni Adası kıyılarında Yunan donanması bulunmasının hiçbir şekilde kabul edilmeyeceğini belirtmiştir.
Yunanistan temsilcisinin Türk tarafının istek ve görüşlerine karşı çıkmasıyla yaşanan tartışmada, Oturum Başkanı ve İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Yunanlıları desteklemiştir. Lord Curzon’un 19 Aralık’ 1922 tarihli oturumda İsmet Paşa’ya verdiği yanıtta, “Müttefiklerin Yunanistan’a verilmiş olan adalar üzerindeki egemenliği geri almak, bu adalarda özerk bir rejim kurmak gibi niyetleri olmadıklarını” açıklamıştır.
Konular komisyonlarda tartışılır, Büyük Devletler, görüşülüp de karara varılamayan işleri, kendilerine göre bir şekle sokarlar, hazırladıkları antlaşmayı 31 Ocak 1923’deki oturumda Türk Heyeti’ne tebliğ ederler. Bu tebliğ sırasında Lord Curzon yaptığı konuşmada; “İmroz, Bozcaada, Semadirek, Limni Ada’sının askerden arındırılmasını, İmroz ve Bozcaada’nın Türk egemenliğine verilmesini kabul ettiklerini, Türkiye’ye karşı yöneltilecek saldırılarda nasıl olursa olsun Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya (Ahikerya) adalarının kara, deniz ve hava üssü olarak kullanılamayacağına, askerlikten arındırılacağına ilişkin kesin hükümleri antlaşmaya koyduklarını” söyler.
Rodos ve On İkili Adalar konusunda, Türk tarafının Lozan’da resmi bir talebi ve görüşme isteği olmaz. Ancak, İtalyan Heyeti ile yapılan özel görüşmelerde ele alınır. Bu tutumun nedeni, 28 Kasım 1922 tarihinde İsmet Paşa’nın Ankara’ya gönderdiği telgrafta yer alıyor. İsmet Paşa telgrafında, kendisini ziyaret eden İtalya temsilcisi Garroni’nin, “İtalya’nın görüşmelerde Türkiye’ye yardım ettiğini, ancak hiçbir karşılık görmediğini” söyleyerek, bazı isteklerde bulunduğunu belirtir. Ertesi gün bir proje getirdiğini açıklayarak, “Bu proje için bir şey verilmeliydi” der ve ekler; “On İkili Adalar meselesi hallolmuştur, şimdi konferansta bahis mevzuu etmeye lüzum yokmuş”.
24 Aralık 1922 tarihli telgrafında İsmet Paşa konuya biraz açıklık getirerek, “Konferansın küşadi mübahisinde (açılış seremonisinde) On İkili Adalar, Suriye ve Irak hudutlarının mevzu bahis olmasını (söz konusu edilmesini) müttefiklerin istemeyecekleri şayi (herkesçe söylenir) oldu… İtalyanlara On İkili Adalar meselesinde sühûletle (kolaylıkla) kendileriyle anlaşabileceğimi iblağ eyledim (ilettim)…” demektedir. İsmet Paşa kısaca, ikili görüşmelerle kolaylıkla çözümlenebileceğini bildirmiş. Ne yazık ki İsmet Paşa, Lozan sonrasında İtalyanlarla “sühûletle” On İkili Adalar konusunu çözememiş ve son nefesinde “Adalar…” diye sayıklamıştır.
Antalya’nın burnunun dibindeki Meis Adası maalesef Lozan Konferansı’nda kaybedilmiştir. Meis Adası’nın savaştan önce İtalyanlara bırakıldığı hiçbir antlaşmada olmayıp, Osmanlı’nın elindeydi. Ancak, Sevr Antlaşması ile Rodos ve On İkili Adalar, Antalya yöresi İtalya’ya bırakılırken, Meis Adası da kaybediliyordu. Meis sorunu Lozan Konferansı’nın ikinci devresinde 25 Nisan 1923 tarihli oturumda gündeme gelir.
İngiltere Delegasyonu Başkanı Rumbold, “Meis Adası üzerinde Türkiye’nin Mîsâk-ı Millî’ye dayandırdığı isteğini haklı görmenin mümkün olmadığını, ada nüfusunun tamamının Hıristiyan olduğunu ve Ada’nın Türkiye’ye verilmesinin kabul edilemeyeceğini” söyler. İsmet Paşa’nın yanıtı, “Meis Adası’nın Türk karasuları içinde ve onu tamamlayan bir parça olduğu, Uşi Antlaşması’nda bu adanın Türkiye’ye bırakıldığı, bu nedenlerle Mîsâk-ı Millî’ye uygun düştüğü” şeklindedir, ancak kabul görmez. İsmet Paşa, adanın Anadolu’ya bağlı olup olmadığını saptamak üzere bir teknik komisyona veya hakeme gidilmesini önerir, ama İtalya delegesi buna karşı çıkar.
Ekim 1922’de darbeyle İtalya’nın başına geçerek Duçe dönemini başlatan Mussolini, “Meis Adası’nın Türkiye’ye iadesinin mümkün olmadığını” söyler. Tartışma sürecinin sonunda 4 Haziran 1923 tarihindeki Komite toplantısında, Komite ve İngiltere Delegasyonu Başkanı Rumbold, “Türkiye’nin isteğinden vazgeçme eğiliminin olup olmadığını” sorar”. İsmet Paşa’nın vazgeçildiğine ilişkin yanıtı şöyledir:
“Meis Adası, Anadolu’nun kara suları içinde bulunmaktadır ve bu kıta parçasından ayrılamaz. Hem küçük Asya’nın huzuru hem de askerlik açısından güvenliği, bu adanın Türkiye’ye bağımlı olmasını gerektirir. Böyle olunca, Türk Temsilci Heyeti’nin, bu adanın Türk egemenliği altında bırakılmasını öngören talebi, pek meşru sebeplere dayanmaktaydı. Bununla beraber, yalnızca dünya barışının kurulmasını sağlamak amacıyla, Türk Temsilci Heyeti Meis Adası konusunda öne sürdüğü çekinceleri geri almak gibi çok ağır fedakârlığa razı olmaktadır.”
Birinci Dünya Savaşı’nın başında İngiltere’nin haksızca ilhak ettiği Kıbrıs Adası’nın statüsü de Lozan’da onaylanıyordu. Lozan Antlaşması, Kıbrıs Türkleri için iki yıl içinde ya İngiliz uyrukluğunu ya da Türk uyrukluğunu seçme koşulunu ve Türk uyrukluğunu seçeceklerin on iki ay içinde adadan zorunlu ayrılmaları hükmünü getirmişti. Donanma olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nın sonucu belki de bambaşka olurdu denilebilir mi? Elbette tartışma konusu. İngiltere, İtalya, Yunanistan ve diğer katılımcılar denizcilik bilinciyle, adalar konusunda Türk diplomasisine geçit vermemişlerdir.
Sevr Antlaşmasıyla Türklere Akdeniz kapatılmıştı. Türk Orduları Mustafa Kemal Paşa’nın emrinde Akdeniz’in kapılarını açtı, ama Lozan’da emperyalistler denizcilik bilinciyle Türkiye’nin adalar üzerindeki haklarını görmezden gelmeye devam ettiler.
LOZAN SONRASI KARASULAR VE ADALARDA YUNAN ZORLAMASI
Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’ni resmen tescil eden uluslararası anlaşma olarak çok önemli bir kazançtır. Ancak, Türkiye’nin adalar üzerindeki talepleri tam karşılanmamıştır. Yabancı tarihçiler ve Yunanlı yazarlar, Adalar Denizi’nde Türk-Yunan dengesini sağlandığını savlamışlardır. Oysa, gerçekte hakça bir denge oluşmamıştı, sözde dengede kantar topuzu Yunanistan tarafına ağır basıyordu.
26 Ekim 1930’da Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Türkiye’yi ziyareti, Atatürk- Venizelos tarafından oluşturulan Türk-Yunan dostluğuyla, iki ülke arasındaki deniz alanı, bir dostluk denizi olarak kalabilmeliydi, ama Yunanistan Megali İdea sapkınlığından vazgeçemiyordu. Yunanistan’ın sözde Lozan dengesini sarsan en önemli girişimi, Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasından iki ay sonra, 17 Eylül 1936 tarihinde karasularını 3 milden 6 mile çıkarması oldu. Ancak, Türkiye buna karşı çıkmadığı gibi, kendi karasularını da o zaman genişletmemiştir.
Öte yandan Yunanistan, Türkiye’nin Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ni değiştirmek, Türk Boğazları’nı kendi askerî denetimine alabilmek amacıyla girişim başlattığı sırada, Limni ve Semadirek adalarının askersizleşmiş ve silahtan arındırılmış statüsünü sonlandırma siyasetine sarılıyordu. Sonuçta 1937 yılında yayınlanan krallık kararnamesiyle Limni Adası, “tahkim edilmiş gözetim altındaki bölge” ilân edilmiş ve Lozan delinmiştir.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SÜRECİNDE ADALAR SORUNU
Adalar sorunu, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya tarafından gündeme getirilmiş, Türkiye’nin hassas olduğu bu konuyu kendi çıkarları için kullanmak istemişlerdir. Hitler Almanyası’nın Ankara Büyükelçisi Papen, On İkili Adalardan iki tanesinin Türkiye’ye verilmesi için İtalya’ya baskı uygulanmasını istemiş, ama Hitler ve Dışişleri Bakanı Ribbentrop, İtalya ile ilişkilerin bozulmaması için bu teklifi dikkate almamışlardır.
Adaların stratejik önemi vardı. Nitekim Almanya, Yunanistan’ın işgaline adalardan başlıyor, baskın harekâtıyla Taşoz, Semadirek ve Limni adaları Nisan 1941’de işgal ediliyordu. Bu işgal Türkiye’yi Alman saldırısıyla karşı karşıya getirecek görünmesine karşın, Almanya Türkiye’nin işgalini istememiştir. İngiltere’nin Boğazlar üzerinden Sovyetlere yardım için Türkiye’yi savaşa sürükleme tehlikesi olabilirdi, ama Almanların Adalar Denizi’ndeki üstünlüğü bu seçeneği geçersiz kılmıştır.
1941 yılında İtalyanların elindeki On İkili Adalar’a ve özellikle Rodos’a yoğun İngiliz bombardımanı yapılır. Aynı yıl İngilizler On İkili Adalar’ı kontrol etmek için Meis’i işgal edince, Almanya da yanıtını Taşoz, Semadirek, Limni, Midilli, Sakız ve Girit adalarını işgal ederek verir. İngiliz Dışişleri Bakanı Eden tarafından açıklandığına göre, 15 Aralık 1941 tarihli görüşmede Sovyet lider Stalin, On İkili Adalar’ın Türkiye’ye bırakılmasının doğru olacağını söyler. Bu görüşmeye ilişkin istihbarat Ankara’ya ulaşır, ama İnönü, Stalin’in karşılıksız bir şey vermeyeceği endişesiyle çekimser davranır.
İtalya’nın yenilmesiyle Mussolini istifa edince, yerine Mareşal Badoglio geçiyor ve Müttefiklerle 3 Eylül 1943 günü ateşkes anlaşması imzalanıyordu. İngilizler, Almanların elindeki İstanköy, Leros ve Sisam adalarını işgal ediyordu. Rodos ise Almanların eline geçiyordu. Almanlar ardından İstanköy, Leros ve Sisam adalarını da alıyorlardı. Papen, bu kez İtalya’nın elindeki bütün adaların Türkiye’ye verilmesini öneriyordu. İtalya baskı altında olduğundan bu öneriye karşı çıkamıyor, bazı şartlarla razı olacağını bile açıklıyordu. Türkiye ise “şartlı olarak” adaları alamayacağını bildiriyordu. Türkiye, Almanya ile Müttefikler arasında kalmamak için tamamen geri çekiliyor, Ekim 1943’de basına “Mesele bizim için kapanmıştır” açıklaması yapılıyordu.
Savaşın son yıllarında Almanya, işgali altındaki adaları Türkiye’ye bırakmak ister. Bu talep karşısında, aşırı temkinli olan İnönü, ne yapılması gerektiği konusunda İngilizlere akıl sorar. İngilizler adalara kendilerinin talip olduğu yanıtını verince, Türkiye’den ses çıkmaz. O sıra On İki Adalar’ın temsilcisi bir grup Rum, ABD yetkililerine Yunanistan’a bağlanmak isteklerini iletirler. Almanya 7 Mayıs 1945’de teslim olunca, Yunanistan’ın Averof zırhlısı Adalar Denizi’ne açılır. On İkili Adalar adına Rum Dr. Zervos, Yunanistan’a bağlanma isteklerini açıklar. İngiltere de On İkili Adalar’ı ve Meis Adası’nı Yunanistan’a vermek istediğini duyurur.
Savaş sonrası On İkili Adalar sorunu, Türkiye’nin katılmadığı Paris Konferansı’nda ele alınır. 10 Şubat 1947’de imzalanan Paris Antlaşması’nın 12’nci maddesi, “İtalya işbu antlaşmayla On İkili Adalar üzerindeki egemenliğini Yunanistan’a devreder. Bu adalar gayri askerî hale getirilecek ve öyle kalacaktır” diye yazılmışken; Yunanistan, “On İkili Adalar” deyiminden sonra adaların ismen sayılmasını ister ve isteği yerine getirilir.
KIBRIS OLAYLARI, TÜRKİYE’Yİ REHAVET UYKUSUNDAN UYANDIRDI
Kıbrıs’ta İngiliz yönetiminin Türklere baskısı sürerken, Türk-Rum gerginliği ve yerel çatışmalarla, 1950 sonrasında Kıbrıs sorunu dünya gündemine geliyordu. Bu dönemde Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması için Enosis hareketini başlattılar 1955’de EOKA adlı yeraltı örgütünü kurdular. EOKA başlangıçta Kıbrıs’ı yöneten İngilizleri hedef almıştı. İngiltere başını ağrıtan gelişmeler karşısında, düzenlediği 30 Ağustos 1955 tarihli Londra Konferansı’na Türkiye’yi davet etti. Türkiye’nin Kıbrıs’ta resmi taraf olma süreci başlamış oldu. Rumlar, Kıbrıslı Türkleri Enosis karşısında engel gördüklerinden, EOKA saldırılarını İngilizlerden çok Türklere karşı düzenler olmuşlardı. Kıbrıslı Türkler direnebilmek için TMT’yi (Türk Mukavemet Teşkilatı’nı) kurdular.
O dönemde ABD, “Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti” fikrini ortaya attı. Bunun için İngiltere, Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs Rum ve Türk kesimlerinin uzlaşması gerekiyordu. 1959’da Zürih ve Londra Antlaşmaları ile sağlanan uzlaşma sonucu, 1960’da bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Rum kesimi lideri Papaz Makarios Cumhurbaşkanı, Türk kesimi lider Dr. Fazıl Küçük Cumhurbaşkanı Yardımcısı olmuştu. Kurulan yeni yönetimde Kıbrıslı Rumlar yüzde yetmiş, Türkler yüzde otuz oranıyla temsil hakkına sahiptiler. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan, müdahale hakkı olan garantör devletler statüsünde yer almışlardı. Türkiye garantörlük hakkı gereği küçük bir askeri birliğini Kıbrıs’a yollamış, 1914 yılından sonra Türk askeri yeniden Kıbrıs’a ayak basmıştı.
Rum ve Yunan tarafı, Enosis yolundan vazgeçmemişlerdi. Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi ve sözde Kıbrıs Cumhurbaşkanı Papaz Makarios Enosis peşindeydi. 1963’de iktidara gelen Yunan Hükümeti de Zürih ve Londra Antlaşmaları’na karşı tutum içindeydi. EOKA’nın 1963 Kanlı Noel katliamından sonra, Birleşmiş Milletler Barış Gücü Mart 1964’de Ada’da göreve başlamıştı. Bunu kırılma noktası ve fırsat sayan Cumhurbaşkanı Papaz Makarios, Cumhurbaşkanı yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’ü azlederek, 4 Nisan 1964’de Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran anlaşmaları feshettiğini açıkladı. Türkiye garantör devlet olarak Kıbrıs’a müdahale hakkını kullanma kararı alıyor ve harekete geçiyordu, ama karşısına ABD engeli çıkıyordu.
ABD Başkanı Johnson, 27 Mayıs 1960 sonrası Başbakan olan İnönü’ye, 5 Haziran 1964 tarihli uyarı mektubunu gönderdi. Johnson’ın mektubu, İnönü’yü ve Türkiye’yi durdurdu. Acaba o zaman İnönü, Cumhurbaşkanlığı’nın son döneminde imzalanan ABD askeri yardım anlaşmasından, Menderes’in kendisine sorduğu, NATO üyeliğine onay vermiş olmaktan pişmanlık duymuş muydu? Bilinmiyor, ama “Bir gün yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır” demişti. Ancak, bu sözü Türk kamuoyundan öte, Washington’da Johnson’ın yüzüne söyleyip söylemediği de bilinmiyor.
Türkiye’nin durmasından cesaretlenen Rumlar, EOKA saldırılarına hız veriyor, Türkiye ise savaş uçaklarıyla Kıbrıs üzerinde ancak uyarı uçuşları yapabiliyordu. Katliamın hedefi olan, devletten dışlanan Türkler, Rumlara karşı sınırlı olanaklarıyla mücadelede kararlıydılar. 28 Aralık 1967 tarihinde Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi’ni oluşturdular. Yönetimin Başkanı bu kez TMT’nin de Başkanı olan Rauf Denktaş idi. Ancak, Kıbrıs Türkü’nün acılı yılları Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’na kadar sürecekti.
1974 yılına kadar Kıbrıs Türkü EOKA saldırılarına kahramanca karşı koymayı başardı.
KIBRIS’TAN ADALAR DENİZİ’NE SIÇRAYAN GERGİNLİK
Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs konusunda ortaya çıkan aykırılıklar, Adalar Denizi’ndeki statükoyu bozacak gerilimleri de beraberinde getirdi. Türkiye, 15 Mayıs 1964’de karasularını düzenleyen 476 Sayılı Kanun’la Adalar Denizi’ndeki karasularını 6 mile çıkararak, Yunanistan’ın 1936’da yaptığına 28 yıl sonra yanıt veriyordu.
Yunanistan 1960’lı yıllardan başlayarak, Adalar Denizi’nde sismik araştırmalarla petrol aramaya kalkıştı. Adaların kıta sahanlığı üzerinde ve 200 metre derinliğe kadar olan yerlerde, hatta gerekirse daha ötesinde, arama yapılabileceğine ilişkin Yunan iddiası, iki ülkeyi karşı karşıya getirdi. Yunanistan 1967’de bir darbeyle askerî cunta tarafından yönetilmeye başlıyor, denizdeki arama çalışmalarını da hızlandırıyordu. Türkiye de 1 Kasım1973’de Adalar Denizi’nin 27 bölgesinde TPAO’ya petrol arama ve işletme ruhsatları verince, taraflar arasında diplomatik notalarla sürdürülen düello başlıyordu.
Notalar peş peşe teati edilirken, 29 Mayıs 1974’de Türkiye’nin askerî araştırma gemisi TCG Çandarlı manyetometrik araştırmalar yapmak üzere Adalar Denizi’ne açıldı. Türk savaş gemileri de kendisine eşlik ediyordu. Yunanistan Çandarlı ile yapılan araştırmayı, 14 Haziran 1974’de protesto etti. Türkiye 4 Temmuz 1974 tarihli cevabi notasında, Çandarlı’nın uluslararası hukuk kurallarına göre Türk kıta sahanlığı üzerinde görevini yerine getirdiğini, çalışmaların petrol arama programı çerçevesinde süreceğini açıkladı. 18 Temmuz 1974’de de TPAO’ya yeni ruhsatlar vererek araştırma sahasını genişletti. Böylece Adalar Denizi ısınırken, Kıbrıs’ta da sular ısınmıştı.
BARIŞ HAREKÂTI İLE KADERİ DEĞİŞEN KIBRIS
Johnson’ın mektubu sonrasında 10 yıl boyunca, Türkiye’de Kıbrıs’a yapılacak askerî müdahale beklentisi yaşandı. 1964’de Ada’ya çıkarma yapacak gemileri bile olmayan Türkiye, halkın maddi destekleriyle tersanelerinde çıkarma gemileri yaptı. 15 Temmuz 1974’de Kıbrıs’taki askeri darbe fırsat oluyordu. Yunanistan’daki cuntanın emriyle gerçekleşen darbeyi, Kıbrıs Milli Muhafız Ordusu ve Yunan-Rum paramiliter kuvveti, EOKA ile birlikte yapmışlardı. Cumhurbaşkanı Makarios görevden alınmış, yerine EOKA lideri Nikos Sampson getirilmişti. Amaçları, önce Kıbrıs Helenik Cumhuriyeti’nin kurulması ve sonra Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakının sağlanmasıydı.
Garantör devletlerden biri olan Yunanistan darbeyi yaptırandı. Diğer garantör devletler olan Türkiye ve İngiltere’ye müdahale hakkı doğuyordu. O sıra Türkiye, Ecevit-Erbakan işbirliğine dayanan koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyordu. Türkiye bu darbenin kabul edilemeyeceğini hemen açıkladı. Hükümet, İngiltere’nin destek vermemesi koşulunda, Türkiye’nin tek başına askeri müdahalede bulunması görüşündeydi. Bu görüşün oluşumunda Erbakan’ın etkili olduğu iddia edilir.
17 Temmuz 1974 günü Londra’ya uçan Başbakan Ecevit, İngiltere Başbakanı ve Dışişleri Bakanı ile görüşmeler yapmış, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ile de konuşmuştu. İngiltere ve ABD, Türkiye’ye destek vermek istemiyorlar, diplomatik çözüm diye oyalamaya çalışıyorlardı. Türkiye bu oyuna gelmedi. 20 Temmuz 1974 Cumartesi sabahı çıkartma gemilerimiz Girne sahiline kapak atıyor, askerlerimiz Kıbrıs’a ayak basıyordu. Sadece denizden değil, bir yandan da uçaklarımızdan paraşütle atlayan askerlerimiz gökyüzünü kaplamıştı.
Başbakan Ecevit TRT radyo ve televizyonundan kamuoyuna seslenerek; “Türk Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıs’a indirme ve çıkartma harekâtına başlamış bulunuyor. Öyle umarım ki kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışmaya yol açılmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için; yalnız Türkler için değil, Rumlara da barış getirmek için Ada’ya gidiyoruz” diyordu. Rumlar çıkarma ve indirme yapan birliklerimize yoğun ateşle karşılık vermek istediler, ama yenilerek hezimete uğradılar.
Nikos Sampson görevi bırakarak kaçıyordu. Harekâtın bu ilk aşamasında Kıbrıs’ın yüzde üçü ele geçirilmiş, bu alana 35-40 bin asker yerleştirilmişti. Bu aşama sonucu Yunanistan’daki asker cuntanın yerine sivil yönetim geliyordu. Fransa’da sürgünde olan Karamanlis Yunanistan’a çağrılıyor ve 24 Temmuz 1974’de hükümetini kuruyordu. Yedi yıl sonra Yunanistan tekrar demokrasiye dönüyordu. Demokrasiye dönüşünü Türkiye’ye borçluydu, ama Türkiye’ye karşı düşmanlığını sürdürecekti.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ilk gün aldığı 533 sayılı kararıyla, “ateş kes ve Kıbrıs’ta anayasal düzenin tekrar kurulması için Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin görüşmelere başlamasını” istiyordu. 25 Temmuz 1974’te Birinci Cenevre Konferansı başladı ve 30 Temmuz 1974’de Cenevre Antlaşması imzalandı. Üç ülkenin Dışişleri Bakanlarının imzaladığı antlaşmayla Kıbrıs’ta, Türk ve Rum olmak üzere iki ayrı otonom yönetimin varlığı kabul ediliyordu.
Birinci Cenevre Konferansı’nda kararlaştırıldığına göre, İkinci Cenevre Konferansı’nın yapılacağı 8 Ağustos 1974’e kadar Rum ve Yunan askerlerinin Türk bölgelerinden çekilmeleri gerekiyordu. Çekilmedikleri gibi, saldırılar düzenliyorlardı. Böyle bir ortam içinde, 8 Ağustos 1974’de İkinci Cenevre Konferansı başladı. Türk heyeti Kıbrıs’ta federatif devlet kurulmasını öneriyor, Türklere ve Rumlara bırakılacak yerler için seçenekler sunuyordu. Fakat Yunan-Rum tarafı Türkiye’nin önerilerini reddediyordu.
Konferans öncesi, Dışişleri Bakanı Turan Güneş ile bir parola kararlaştırılmıştı. Güneş Cenevre’den telefonla konuşurken kızı Ayşe için “Ayşe tatile çıksın” derse, harekatın ikinci bölümü başlayacaktı. Cenevre’de çözüm umudu kalmayınca Güneş, “Ayşe tatile çıksın” dedi ve 14 Ağustos 1974 sabah 04.30’da Türk Birlikleri yeniden harekete geçti. 15 Ağustos 1974 akşamına kadar Kıbrıs’ın yüzde 38’i ele geçirildi. Rumlar geri çekilirken, Yunanlıların İzmir’den çekilirken yaptıkları gibi, Türk köylerini yakıyor, Türkleri katlediyorlardı. Birleşmiş Milletler, ABD ve İngiltere yine ateşkes için bastırıyordu. Daha alınacak yerler olmasına karşın, “alınanla yetinelim” görüşü ağır basıyor, hükümetin harekâtı durdurma sözü uyarınca 18 Temmuz 1974’de bitiriliyordu.
Bugün Kıbrıs’taki Türk ve Rum bölgelerinin sınırları kanla çizilmiştir. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 29 Temmuz 1974 tarihli ve 573 sayılı kararıyla, Türkiye’nin askerî müdahalesinin yasal olduğunu kabul etmiştir. Yunan Temyiz Mahkemesi, askeri cunta yönetimi için açılan dava sonucu, yaklaşık beş yıl sonra 21 Mart 1979 tarihinde verdiği kararda Türkiye’nin haklılığını tescil etmiştir.
Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi Meclisi, 13 Şubat 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin (KTFD) oybirliğiyle kurulduğunu ilân etti. Meclis’te kuruluş bildirisini, federe devletin ilk Cumhurbaşkanı olan Rauf Denktaş okudu. Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin Anayasası Haziran 1975’de yürürlüğe girdi. Rumlarla yapılan görüşmeler sonucu, güneyde kalan Türklerin kuzeye, kuzeyde kalan Rumların güneye göçü konusunda anlaşmaya varıldı. Böylece Kıbrıs fiilen ikiye ayrılmış oldu.
Türkiye’nin ve Kıbrıs Türkü’nün o günkü tezi Federatif Kıbrıs Cumhuriyeti idi. Rumlar buna yanaşmadılar. Kendilerini Kıbrıs Cumhuriyeti diye ilân ederek, yıktıkları Cumhuriyetin üzerine oturuyorlar, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni uluslararası hukuk dışı bir tutumla çalıyorlardı. O gün bugündür kendilerini Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıtıyorlar, ama biz onlara hukuki gerçeklikle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) diyoruz.
Rumların uzlaşmaz tutumu süreci, KTFD Meclisi’nin 15 Kasım 1983’de Bağımsızlık Bildirisi’ne götürüyor, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) dünyaya ilân olunuyordu. Rauf Denktaş, KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı oluyordu. KKTC’yi ilk tanıyan ülke Türkiye idi. Yunanistan ve GKRY şiddetle karşı çıkıyorlardı. Garantör devletlerden İngiltere, KKTC’yi tanımıyordu. ABD Birleşmiş Milletler üyesi ülkelerden KKTC’yi tanımamalarını istiyordu. O sıra Rusya’da Sovyetler Birliği (SSCB) yönetimi vardı, uluslararası konferans toplanmasını öneriyordu. Avrupa Parlamentosu, Yunanistan’ın isteğine uyarak kınıyor, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de karşı çıkıyordu.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Türk kanıyla sulanmış vatan toprağında kurulmuş bir devlettir.
KKTC, uluslararası ortamda yalnızlığa itiliyordu, ama varlığını sürdürmekte kararlıydı. KKTC’nin anayasası 19 Ağustos 1984’de halkoylamasıyla kabul olunuyor, 4 Kasım 1984’de Türk kesiminde seçimler yapılıyor, Denktaş Cumhurbaşkanlığına seçiliyordu. KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş ile Makarios sonrası GKRY Cumhurbaşkanı olan Kiprianu, 17 Ocak 1985’de Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’nde bir araya geldiler. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından hazırlanan anlaşma taslağını görüştüler. Denktaş anlaşmayı imzalıyordu, uzlaşmaz tutumla Kiprianu reddediyordu.
Rumların bu uzlaşmaz tutumu hep sürecekti. GKRY’de Kiprianu’dan sonra Vasiliu, Klerides, Papadopulos, Hristofyas, Anastasiadis Cumhurbaşkanı oldular. KKTC’de Denktaş’tan sonra Talat, Eroğlu ve Akıncı Cumhurbaşkanı seçildiler. Geride kalan 33 yıllık süreçte Birleşmiş Milletler Genel Sekreterlerinin gözetiminde çok sayıda toplantı yapıldı, ama uzlaşamadılar. Rumlar, “Denktaş’la bu iş olmaz” diyorlardı, kendilerine yakın Talat ile de olmadı. Talat’a paralel olan Akıncı ile de bugüne dek başaramadılar.
AKP iktidarının olmayacak Avrupa Birliği hayali uğruna Kıbrıs’ı gözden çıkardığı dönemde, Annan Planı ile KKTC yol kazasına uğrama, “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti” potasında ergime tehlikesiyle karşılaşmadı değil. Üstelik referanduma sunulan plana çeşitli oyunlarla Türk tarafı yüzde 64,91 oy oranıyla “Evet” derken, Rum tarafı yüzde 75,83 oy oranıyla “Hayır” diyerek, farkında olmadan KKTC’yi ve Kıbrıs Türkleri’nin geleceğini kurtardı. Rumların uzlaşmazlıkları giderek artmıştı, çünkü Yunanistan’ın koluna takılan GKRY Avrupa Birliği üyeliğine hak kazanmıştı.
DOĞU AKDENİZ’DE ÇATIŞMA GETİREBİLECEK HİDROKARBON ÇEKİŞMESİ
Doğu Akdeniz’de petrol ve gaz bulgusu, Mısır’ın offshore alanda yaptığı çalışmalarla ortaya çıkmıştı. Shell şirketi, uzaydan saptanan verilerle Kıbrıs’ın çevresinde de petrol ve gaz kaynakları olduğunu saptamıştı. Denktaş, bir röportajımızda, “O sıralar bir Amerikan şirketi bize bilgi verdi, ‘yüzde 50-50 paylaşımla anlaşma yapalım, sondaj hakkını bize veriniz’ dedi. Durumu T.C. Hükümeti’ne duyurduk. ‘Bu hak TPAO’ya aittir’ cevabını aldık. Biz ABD şirketinin teklifini reddettik” açıklamasını yapmıştı.
Buna karşın GKRY, 2003 yılında Mısır ile Türkiye’nin karşı çıktığı deniz paylaşım alanı (Münhasır Ekonomik Bölge-MEB) anlaşması yaparak, Doğu Akdeniz’in hidrokarbon yataklarına yöneldi. GKRY Parlamentosu, 26 Ocak 2007’de kabul ettiği bir yasayla, offshore alanda 13 adet arama parseli ilân etti ve arama lisansı ihalesi açtılar. Rumların MEB alanının, Türkiye’nin olası MEB alanıyla çakışan yerleri vardı. Türkiye de aynı yıl bazı Rum parselleriyle çakışacak şekilde TPAO’ya arama ruhsatları verdi.
GKRY’nin ruhsatlarıyla üç parselde arama başlatan şirketlerden ikisi, Türk gemilerinin oralarda bayrak göstermesiyle geri çekildiler. Ada’nın güneyinde kalan 12 no.lu parselde arama yapan Amerikan şirketi ise sondaja yöneldi. KKTC Hükümeti de 22 Eylül 2011’de TPAO’ya arama ruhsatları verdi. Bu ruhsatlarla Rumların arama parsellerinden yedi tanesi çakışıyordu.
Kıbrıs’ın tartışmalı hidrokarbon arama alanları.
Rumların 12 no.lu parselinde, Amerikan şirketinin Aralık 2011 sonunda tamamlanan sondajıyla doğalgaz bulundu. Afrodit adını verdikleri bu basen, Kıbrıs Adası’nın güneyinde Türkiye’nin MEB alanı dışında, ama bulunan gazda KKTC’nin payı, olması gereken hakkı Rumlarca görmezden geliniyor. Bu keşiften aldığı güçle GKRY, tartışmalı MEB alanının çeşitli parsellerindeki çalışmalarını sürdürmeye devam etti.
Rumların arama ve sondaj girişimleriyle, Türk Donanması’nın Navteks ilân ederek sürdürdüğü tatbikatların, Akdeniz’in sularını sık sık ısıttığı bir gerçek. Türkiye’nin MEB alanına tecavüz eden Ada’nın batı kesimindeki 6 no.lu parselde, 2017 yılında İtalyan ve Fransız şirketlerinin ortaklaşa çalışması sonucu, Kalipso (Calypso) adını verdikleri doğalgaz basenini bulguladılar. Sondaj yapılan yer, Türkiye’nin MEB sınırı dışında kalıyordu, ama Türkiye’nin kendi MEB alanında yapacağı bir sondaj aynı rezervuarla bağlantılı olabilir. Kalipso baseni Mısır’ın Zohr baseninin uzantısı olarak da görülüyor.
Kalipso sonrası, KKTC’nin TPAO’ya verdiği lisansla çakışan 3 no.lu parselde 2018 yılında İtalyan ve Güney Kore şirketlerine verdikleri lisansla başlatılan çalışma, Türk Donanması’nın müdahalesi sonucu sondaj aşamasına ulaşamadı. Ardından Kıbrıs’ın güneyinde Mısır’ın MEB sınırında 10 no.lu parselde, ABD deniz kuvvetlerinin koruması altında Amerikan şirketiyle girişilen arama çalışması sürüyor. Rumlar 2019 yılında çeşitli parsellerde yedi sondaj yapmayı hedeflemiş bulunuyorlar.
Rumların parsellerinde hidrokarbon aramaları için lisans alan ve çalışan şirketler; Noble Energy (ABD), ExxonMobil (ABD-çok uluslu), ENI S.p.a. (İtalyan), Total SA (Fransa), Cairn Oil & Gas Ltd. (Hindistan), Kogas (Güney Kore), Qatar Petroleum (Katar) vb. şeklinde sıralanmaktadır. Rumlar Türkiye’ye karşı mücadelelerinde bu şirketlerin bağlı oldukları ülkeleri de arkalarına alma stratejisi güdüyorlar.
Bir yandan da Doğu Akdeniz’de sismik arama çalışmaları yapan Barbaros Hayreddin Paşa araştırma gemimizin faaliyetlerini Birleşmiş Milletler’e şikâyet ediyorlar. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Birleşmiş Milletler daimî temsilcisi, Türkiye’nin sözde Rum kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesi içerisinde yasadışı kışkırtıcı faaliyetlerde bulunduğunu iddia ederek, Genel Sekreter Guterres’e 12 Aralık 2018 tarihli bir şikâyet mektubu göndermiş, 31 Aralık 2018’de bu belgeyi Birleşmiş Milletler yayınlamıştır. Oysa bir yasadışılık varsa, o da Rumların hidrokarbon arama parselleridir.
Türkiye ulusal şirketi TPAO’ya verdiği lisanslarla ve milli olanaklarıyla aramalarını sürdürmek istemekte. Ancak, uluslararası arenada diplomatik güç kazanmak açısından, Türkiye’nin de sismik araştırma sonuçlarına göre elverişli gözüken bazı yerleri, yabancı ortaklarla birlikte sondaja açması uygun olur. Öte yandan, çeşitli sismik aramaların yapıldığı bu tartışmalı sularda, artık sondaja girişmek gerekmektedir.
Bugün için Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Sayın Dönmez’in, Mersin ve Antalya körfezlerinden önce Fatih sondaj gemisini, Kıbrıs’ın çevresine göndermesi gerekiyordu ve geçmişteki açıklamalara göre bir an önce bu bekleniyor. Ortadoğu gerginliği sürerken, bir başka gerginlik oluşturmaktan kaçınılmış olabilir, ama su uyuyor da karşımızdaki düşman uyumuyor. Sayın Bakan meraklanmasın, Türk Donanması gereken her türlü önlemi almaya hazır, Barbaros’un torunları zaten o günü bekliyor…
Doğu Akdeniz’in kıyıdar ülkelerinin hidrokarbon üzerinden cepheleşmeye gittikleri görülüyor. Mısır, İsrail, GKRY ve Yunanistan’ın ABD ve Fransa destekli askerî tatbikatlarıyla başlatılan cepheleşmesi, şimdi hidrokarbon üzerinden yürütülmek isteniyor. Mısır, Yunanistan, GKRY ve İsrail, yanlarına Ürdün ve her nasılsa Filistin’i de alarak, Doğu Akdeniz Gaz Forumu (East Mediterranean Gas Forum) oluşturmuş bulunuyorlar. Sorumlu Bakanlarının katıldığı ilk toplantıyı, 14-15 Ocak 2019’da Kahire’de gerçekleştirdiler. Türkiye’nin yanısıra Suriye, Lübnan, Libya, Tunus, Malta gibi kıyıdar ülkelerin foruma çağırılmamış olması, Doğu Akdeniz’in hidrokarbon kaynakları üzerinde oluşturulan cepheleşmenin kanıtı.
Öte yandan, Akıncı’nın Rumlarla ortak çözüm yandaşlığına karşın, Rumlar Ada’nın çevresindeki hidrokarbon kaynaklarını Akıncı’nın hak iddia edip istediği gibi, Türklerle eşit paylaşmak niyetinde görünmüyorlar. Anastasiadis, Aralık 2018’de Euronews’e verdiği demeçte, “Kararlaştırılan nüfus oranı 4’e karşı 1 ‘Dört Kıbrıslı Rum’a karşılık 1 Kıbrıslı Türk’ ve bu orana göre istediğimiz noktaya ulaşabilirsek, doğal zenginliğin paylaşımını bu şekilde yaparız” diyordu.
Kıbrıs’ta hidrokarbon keşfi, Kıbrıs sorununun boyutunu değiştirmiş görünüyor. Federasyona dayalı çözüm yıllarca sakız olup çiğnendi. Rumlar, federasyona zaten bir aldatmaca ya da Ada’ya hâkim olma sürecinde ara kademe olarak bakıyorlardı, samimi değillerdi. Doğalgaz-petrol kokusu, bu süreci sonlandıracak görünüyor. Hidrokarbon zenginliğini Türklerle paylaşmak istemeyen Rum kesiminde, Türk kesiminde öne sürülen iki devletli çözüm modeli tartışılır oldu.
DOĞU AKDENİZ’İN HİDROKARBON POTANSİYELİ
Doğu Akdeniz’de ne kadar petrol ve doğalgaz olduğu tartışmalı. Bugün havada uçuşan rakamlar var. Ortadoğu’dan daha çok hidrokarbon olduğu bile iddia ediliyor. Rezerv sınıflandırması yapılmaksızın, 13 milyar varil petrol, 21 trilyon metreküp doğalgaz var deniliyor. Bu veriler için hemen söyleyelim; Ortadoğu’nun ispatlanmış petrol rezervi 2017 sonu itibariyle 807,7 milyar varildir. 13 milyar varillik rezerv iddiası, bırakınız Ortadoğu’yu, Katar’ın rezervinin yarısı kadar. Ortadoğu’nun ispatlanmış doğalgaz rezervi, 2017 sonu itibariyle 79,1 trilyon metreküp. Doğu Akdeniz için söylenen verinin 3,8 katı. Doğalgaz bakımından Ortadoğu’nun en zengin ülkesi İran’ın ispatlanmış rezervi 33,2 trilyon metreküp, yani Doğu Akdeniz için söylenenin 1,6 katı.
Açıklamamız, Doğu Akdeniz’in rezervini küçümsemek için değil, konunun uzmanı olmayanların verdikleri rakamların anlamsızlığını ifade etmek içindir. Elbette Doğu Akdeniz’de bulunan hidrokarbon oluşumları, o kaynaklara ulaşmak isteyen ülkeler ve hak sahipleri için oldukça önemli. Hatta uluslararası ticareti yapılabilecek doğal gazın varlığı görülüyor. Kaldı ki Doğu Akdeniz’in rezervi henüz gerçek boyutuyla ortaya konulabilmiş değil. Aramalar geliştikçe rezerv verilerinin artması beklenmelidir. Ortaya çıkan görüntü, hidrokarbon kokusu alan emperyalistleri Doğu Akdeniz’e çekmektedir. Ancak offshore alandaki aramalar daha pahalı ve külfetli olduğundan, çok uluslu petrol kartellerinin Doğu Akdeniz’e rakipsiz girme istekleri vardır.
Doğu Akdeniz’de son 10 yılda yapılan aramalarla bulunan alanların olası-muhtemel (probable) doğalgaz rezervleri toplamı 2,19 trilyon metreküp (tcm) düzeyindedir. Ancak bunun ne kadarının ispatlanmış (proven) rezerv olacağı şu an bilinmemektedir. Doğu Akdeniz’de yapılmış tüm offshore çalışmalara göre, 2017 sonu itibariyle ispatlanmış doğalgaz rezervi, Mısır için 1,8 tcm (dünya toplamında payı yüzde 0,9), İsrail’in 0,5 tcm (dünya toplamındaki payı yüzde 0,2) kadardır. Diğer ülkelerin ve bu arada Kıbrıs Rum kesiminin ispatlanmış doğalgaz rezervleri henüz global istatistiklere girecek büyüklükte değildir. İspatlanmış petrol rezervi de yalnızca Mısır için 3,3 milyar varil (dünya toplamındaki payı yüzde 0,2) değerleriyle yer almaktadır. ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu Doğu Akdeniz’de tahminen 3,42 tcm doğalgaz rezervi olduğunu bildiriyor.
KIBRIS ÜZERİNDEN TEZGÂHLANAN YENİ OYUNLAR
KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ve GKRY Cumhurbaşkanı Anastasiadis, son olarak 28 Haziran-6 Temmuz 2017 tarihli Cenevre Crans Montana Konferansı’nda, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres’in çabalarına karşın uzlaşamadılar. Anastasiadis masayı devirircesine toplantıyı terk etti. Böylece federasyon müzakereleri bir daha canlanmamak üzere çökmüştü. Kıbrıs’ı tümüyle ele geçirmekten vazgeçmeyenlerin temsilcisi Anastasiadis, Türkiye’nin garantörlüğünü sona erdirecek, Türk askerini Ada’dan çıkaracak çözüm arayışıyla, müzakerelerin yeniden başlamasını istiyor.
Crans Montana sonrası Türkiye, federal çözümün olanaksızlaştığını, yeni modele gerek olduğunu, iki devletli çözümün veya konfederasyonun düşünülmesi gerektiğini resmen açıkladı. KKTC içinde de bağımsız devlet olarak kalma fikri, Kıbrıs’ta iki devletli çözüm giderek daha çok taraftar bulmaya başladı. Ancak, iki devletli çözüm ya da bağımsız KKTC tezine karşı olan bir kişi var, o da KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı.
Evet, ne yazık ki KKTC için bugün önemli bir “Akıncı sorunu” var. Akıncı, Türkiye’nin Yavru Vatan bağını kavrayamamış olması bir yana, Kıbrıs Türkü’nün davasını anlamamış, davaya inanmamış, Rum yandaşı bir siyasetçi. Ocak 2017’de Cenevre toplantısında masaya toprak paylaşım haritası koyabilen Akıncı, KKTC Meclisi’nin ve Hükümetinin haberi ve onayı olmadan bunu yaparak, anayasal suç işlemiş bir kişi. KKTC, Akıncı ile yola devam ederken, yol kazasına uğrama tehlikesiyle karşı karşıya. Akıncı’nın, sürmekte olan kuşkulu girişimleri bunu gösteriyor.
Örneğin, KKTC’yi resmen tanımayan, GKRY ile KKTC’ye karşı ortak politikalar izleyen, Kıbrıs Türkleri’nin haklı payı bulunan hidrokarbon kaynaklarını Rumlarla birlikte değerlendirme peşinde olan İsrail’in GKRY Büyükelçisi, diplomatik teamülde yeri olmayan biçimde 27 Kasım 2018 günü Akıncı’yı ziyaret ediyor ve içeriği açıklanmayan gizli bir görüşme yapıyordu. Akıncı’dan ne istedi, Akıncı ne söz verdi acaba?
Türkiye ve KKTC, Birleşmiş Milletler’in federasyon tezli müzakere masasına bundan böyle oturmamalı. GKRY’nin, Yunanistan’ın, başta ABD olmak üzere emperyal Batı yakasının istekleriyle sonuçlanacak bir çözüm, Türkiye için sadece Kıbrıs’ın değil, Doğu Akdeniz’in de kaybı olur, Kıbrıs Türkü için ise özgürlüğün kaybı. Kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş’ın bağımsız devlet tezi tek yol olarak izlenmelidir. Kıbrıs’ta iki ayrı devletli çözüm geçerli olacak tek çözümdür. İki devlet arasında çatışmasızlık ve saldırmazlık antlaşması ile doğal kaynakların paylaşım antlaşması yapılabilir.
Oysa bugün KKTC’nin ve Türkiye’nin çıkarlarına aykırı olarak, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres, tarafları gevşek (desantralize) federasyon modeliyle masaya oturtmaya çalışıyor. Guterres’in Geçici Kıbrıs Özel Danışmanı ABD’li Jane Holl Lute ise, gizli amaçla görevlendirilmiş bir ajan. Açıklanan görevi, tarafları müzakere masasına oturtmaksa da gizli görevi, ABD’nin çıkarları için Rum egemenliğinde Kıbrıs yönetimi oluşturmak. Bunlardan destek bulan GKRY ve Yunanistan için arzulanan çözüm, Rum üniter devlet yapısı içinde Türklerin azınlık olarak pasifize edilmesi.
ABD, Güney Kıbrıs’ta deniz ve hava unsurlarıyla askeri üsler edinmenin peşinde. Kıbrıs Adası’nın tamamını egemenliği altına alacak bir Rum üniter devlet yapısını, tasarladığı üslerin güvencesi için gerekli görüyor. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo ile Yunanistan Dışişleri Bakanı Katrougalos 13 Aralık 2018 günü Washington’da anlaşma imzalayarak, iki ülke arasında “Stratejik Diyalog” ilân ettiler. Bu anlaşmayla ABD; Yunanistan, GKRY ve İsrail’den oluşan şer ittifakına katılıyordu. Amaçları, Türkiye’nin ve KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki hükümranlık haklarını oldu bittilerle gasp etmek.
Yeni oyunda gevşek federasyon tezi, Türk kesimine yönelik aldatmaca. Oyunun arka planında yeni tehlikeler var. İddialara göre Akıncı ve Lute, Guterres Çerçevesi denilen, resmi olarak açıklanmayan altı madde üzerinde uzlaşmışlar. Şimdi altı maddelik uzlaşmanın net taahhüdü isteniyor. Akıncı’nın Hükümetin ve Meclisin onayını almadan kabul ettiği söylenilen altı madde; garantörlüğün kaldırılması, Ada’daki Türk askeri sayısının kademeli olarak azaltılması, önemli toprak tavizi, Rum nüfusu ile Türk nüfusu arasında dörtte bir oranının sağlanması için yerleşikler denilen Kıbrıs doğumlu olmayan Türklerin vatandaşlıktan çıkarılması, Türklerin Rumlara göre her konuda çeyrek hakka sahip olması gibi büyük ödünler içeriyor.
Akıncı, Anastasiadis ve Guterres ile aynı yönde yürümek istiyor, Ajan Lute ABD’nin görüşlerine uygun biçimde üçlüyü yönlendiriyor. Bu yolun sonu KKTC için karanlık.
Bu ödünler Kıbrıs’ı Türkiye’den koparmakla kalmaz, pek uzak olmayan gelecekte Ada’daki Türk varlığının kazınmasına neden olur. Türkiye ve KKTC, müzakere masası tuzağına düşmemelidir. Akıncı ile masaya oturmak, zaten kapana ayak basmaktan farksız. O Akıncı ki, 2019 Ocak ayında Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda “Rum Sosyal Reform Birliği (OPEK)” yönetici heyetini kabul ederken, Türk ve KKTC bayraklarını kaldırtmış bir kişi, kendi bayrağından utanan bir Cumhurbaşkanı!... Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun ay sonunda KKTC’ye yaptığı ziyarette Akıncı’yı uyardığı, aralarında “İki devlet mi, Federasyon mu?” tartışması yaşandığı basına yansıda.
Artık izlenecek süreç, KKTC’nin uluslararası tanınması için gerekli girişimlerde bulunulması olmalıdır. Rumlar ve Türkler iki ayrı millettir. GKRY ve KKTC iki ayrı devlettir. İki milletten tek millet, iki devletten tek devlet çıkması, olanaklı değildir. Türkiye ve KKTC, yeni bir federasyon müzakeresi kabul etmediklerini dünyaya bir an önce ilân etmelidirler. Bu ilân, 1983 yılında KKTC’nin kuruluş ilânı kadar önemlidir. Şimdi sorun, ilânı yapabilecek, o günkü kadar yürekli liderlerin bulunup bulunmadığıdır. Bu sorun, KKTC’nin beka sorunu olduğu kadar, Türkiye’nin de Mavi Vatan sorunudur.
YUNANİSTAN İLE KRONİKLEŞEN KITA SAHANLIĞI VE KARASULARI SORUNU
Barış Harekâtı öncesi ortaya çıkan kıta sahanlığı sorunu, sonrasında kısa bir süre için ikinci plana itilmiş gibiydi. Yunanistan 22 Ağustos 1974’de yeni bir nota vererek, görüşlerinin korunduğunu bildiriyordu. Türkiye, Yunanistan’ın notasını geri çeviriyor, TPAO’nun araştırma yapacağı yerlerin Türk kıta sahanlığı olduğunu yineliyordu. MTA (Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü) Sismik-1 gemisi, 6 Ağustos 1976’da tartışmalı sularda araştırmalara başlıyordu. Yunanistan buna tepki gösteriyor, gerginlik artıyordu. İki ülkenin denizde çatışması an meselesi olmuştu. Yunanistan 10 Ağustos 1976’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırdı.
Güvenlik Konseyi, uyuşmazlığın Birleşmiş Milletler ilkelerine uygun yöntemlerle, doğrudan görüşmelerle çözülmesini tavsiye ve Uluslararası Adalet Divanı’nın olası katkılarını dikkate almaya davet ediyordu. Bu kararla yeni boyut kazanan sorun, Bern’de yapılan görüşmelerle bir sonuca bağlanmaya çalışılıyor ve 20 Kasım 1976’da tarafların mutabık kaldıkları Bern Deklarasyonu (Bern Mutabakatı) açıklanıyordu. Bu sözleşmeye göre, “Taraflar konu üzerinde hiçbir faaliyette bulunmayacaklar ve ikili ilişkilerinde birbirini tahrik edici davranışlardan kaçınacaklardı”. Ayrıca, iki ülke arasında kıta sahanlığının sınırlandırılmasında uygulanabilecek kriterlerin ve temel ilkelerin belirlenmesi amacıyla karma komisyon kurulması konusunda uzlaşılmıştı.
Bern Mutabakatı ile gerginlik geçici olarak azalıyordu, ama Yunanistan 1987 Mart’ında Bern Mutabakatı’ndan doğan yükümlülüklerini geçersiz sayarak, yeniden petrol arama faaliyetlerine başlayacağını açıkladı. Türkiye, Yunanistan’ın tartışmalı sularda arama yapmasını önlemek amacıyla, bu kez Piri Reis araştırma gemisini gönderdi. Doğan gerginlik sonucu her iki ülke de silahlı kuvvetlerini alarma geçirdi. Yunan savaş uçaklarının Piri Reis araştırma gemisini taciz etmesi, sert protestolara konu oldu. ABD ve NATO devreye girerek, bunalımın çatışmaya dönüşmesini engellediler.
Yunanistan’ın geri çekilmesinde, karasularını 12 mile çıkarma planı etkiliydi. Böylece tartışmalı suları, karasuları diye kapsama stratejisine yönelmişti. Bununla beraber 10-11 Aralık 1999’da Avrupa Birliği Helsinki Zirvesi’nde varılan mutabakatla, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların, 2004 yılına kadar ikili görüşmelerle çözülmesi istendi, ama iki ülke arasında bir anlaşma gerçekleşmedi.
Yunanistan karasularını 12 mile çıkarmak isteğini, Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra gündeme getirmişti. Türkiye böyle bir girişimi savaş nedeni sayacağını ilk kez 1976’da açıkladı. Dönemin Dışişleri Bakanı Çağlayangil, ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’e 15 Nisan 1976 tarihinde bu kararı yazılı olarak bildirdi. Bu ilk Casus Belli kararı oluyordu.
Bugün için 6 mil karasuları statüsünde Adalar Denizi’nin yüzde 7,47’si Türkiye’nin egemenliğinde iken, Yunanistan’ın elindeki adalar nedeniyle yüzde 43,68’i Yunanistan’ın egemenliğindedir. Uluslararası sular ise yüzde 48,85 paya sahiptir. Eğer, Yunanistan ve Türkiye karşılıklı olarak karasularını 12 mile çıkaracak olurlarsa, Türk karasuları yüzde 8,76 paya, Yunan karasuları yüzde 71,53 paya ulaşacaktır. Bu koşulda uluslararası suların payı yüzde 19,71 düzeyine düşecektir.
1982 yılında Üçüncü Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde, karasular için azami sınır olarak 12 milin kabul edilmesinden sonra Yunanistan, karasularını genişletme isteğini yineledi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 8 Haziran 1995 tarihli oturumunda konuyu tartışıyor, Meclis’te grubu bulunan siyasi partilerin ortak önergesini, milletvekillerinin ayakta alkışları ve “Bravo” haykırışları arasında oybirliğiyle kabul edip, gereği için Meclis Başkanlığı’nı görevlendiriliyordu. Önergenin son paragrafı şöyledir:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi, Yunanistan Hükümetinin Lozan’la kurulmuş dengeyi bozacak biçimde Ege’deki karasularını 6 milin ötesine çıkarma kararı alamayacağını ümit etmekle birlikte, böyle bir olasılık durumunda, ülkemizin hayati menfaatlerini muhafaza ve müdafaa için, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine, askerî bakımdan gerekli görülecek olanlar da dahil olmak üzere, tüm yetkilerin verilmesine ve bu durumun Yunan ve dünya kamuoyuna dostane duygularla duyurulmasına karar verilmiştir.”
Bu karar Yunanistan tarafından yeni bir Casus Belli olarak değerlendirilmiştir. Söz konusu kararda 12 mil yerine 6 milin ötesi denmesi, Yunanistan’ın 12 mil diye çıkıp, sonra 7-8-9-10-11 mil gibi bir ara kademe oyunu oynayamaması içindir.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerilimin çatışmaya dönüşme riski, NATO’yu ve ABD’yi tedirgin ettiğinden, 1997 yılında ABD gerilim sonlandırmak amaçlı bir girişimde bulundu. O yıl Madrid’de yapılan NATO Zirvesi, bu amaçla fırsat olarak kullanıldı ve zirveye paralel olarak son gün, Türkiye-Yunanistan arasında mutabakata varıldı. 9 Temmuz 1997’de Türkiye Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Yunanistan Dışişleri Bakanı Pangalos ve ABD Dışişleri Bakanı Albright tarafından hükümetlerinin görüşleri doğrultusunda karara bağlanıp imzalandı. Genel ifadelerle oluşturulmuş bu metinden çıkarılan yorum, Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarma eğiliminden vazgeçmesi, Türkiye’nin de bunu savaş nedeni sayma politikasını bırakma taahhüdü idi.
Yunanistan Kavala Körfezi’nde, Türkiye’nin kıta sahanlığı üzerinde, Taşoz Adası’na 8 km uzaklıkta 4 kilometrekarelik offshore alanda Prinos, Epsilon ve Güney Kavala hidrokarbon basenlerini keşfetmiş ve 2014-2015 yıllarında burada 15 petrol kuyusu açmıştır. 2017 yılında bu alandan günde 10 bin varil petrol çıkardıklarını açıkladılar. Yunanistan bu hamleyi, AK Parti’nin tutumundan bulduğu cesaretle yapmıştır. Oysa 1987 yılında Yunanistan’ın Taşoz Adası yakınlarında petrol arama çalışması, dönemin Türk Hükümeti tarafından engellenmişti. 2002 yılı öncesinde Türk savaş jetleri Taşoz ve çevredeki diğer adalar üzerinde devriye uçuşları yapıyordu.
Uluslararası hukuk açısından Taşoz Adası’nın zilyetlik hakkı Yunanistan’da, bu da 13 Şubat 1914 tarihli Büyük Devletler Kararı’na bağlı. Lozan’da Taşoz, bu karara bağlı biçimde Yunanistan’a bırakıldı, mülkiyeti hukuken Türkiye’ye ait. Şimdi bizim kıta sahanlığımızdan petrol çalıyorlar. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, Taşoz petrolü konusunda TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda bir soru üzerine yaptığı konuşmada, “Taşoz Adası’nda yapılan arama ve üretim çalışmaları Yunanistan’ın karasuları sınırları dahlindedir” dedi. Bakanın bu açıklaması, Türkiye’nin hakkını görmezden gelen yanlış bir saptamadır ve Bakan adına talihsizliktir.
Yunanistan kıta sahanlığı oyununa, son olarak Girit Adası’nın güneyindeki 42 bin kilometrekarelik alanı eklemiş bulunuyor. 2011 yılında bir yasayla burada hidrokarbon kaynakları bulabilmek için arama parselleri ilan ettiler. Ardından 2014 yılında uluslararası ihaleye çıktılar. Hidrokarbon kaynaklarının bulunma olasılığının yüksek olduğu söyleniyor. Bulup çıkarırlarsa hırsızlığın boyutu artmış olacak.
Ekim 2018’de Yunanistan Dışişleri Bakanı Kocias istifa ediyor ve görevini devrederken yaptığı konuşmada, ülkesinin karasularını Mora ve Girit arasındaki Antikithira Adası ve diğer iki bölgede 6 milden 12 mile çıkarma yönünde Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hazırlandığını söylüyordu. Türk Dışişleri Bakanlığı’ndan, “İki ülkenin karşılıklı kıyılarının bulunduğu deniz alanına yönelik ikili mutabakatın olmadığı adımlara müsamaha göstermemiz mümkün değildir” yanıtı geliyor ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 8 Haziran 1995 tarihli bildirisi hatırlatılıyordu. Bu elbette yerinde bir tepkiydi.
Yunanistan Başbakanı Çipras, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerini durdurduklarını, ancak konuyu yasa tasarısı olarak Yunan Meclisi’ne getirmeyi kararlaştırdıklarını açıklamak zorunda kaldı. 12 Kasım 2018’de Cumhurbaşkanı Pavlopulos, “Uluslararası hukuka göre, Yunanistan ve Avrupa Birliği için kara ve deniz sınırlarında gri bölge yoktur. Bu çerçevede Yunanistan uygun gördüğünde karasularını genişletme hakkı bulunmaktadır ve bundan vazgeçilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Türkiye’yi iyi dostluk ve iyi komşuluk ilişkilerinin yanısıra hukuka uymaya davet ediyoruz” diyordu.
ADALARIN SİLAHLANDIRILMASI SORUNU
Türkiye ve Yunanistan arasındaki büyük sorunlardan biri de askerden arındırılmış ve silahsızlandırılmış olması gereken adaların tümünün silahlandırılmış olmasıdır. Yunanistan’ın, 1936 Montreux Sözleşmesi’nin adaların silahlandırılması hakkı verdiği iddiası geçersizdir. Türkiye bu sözleşmeye dayanarak Boğazları ve Boğaz önü adaları silahlandırmıştır, ama bu Boğazlar için gereklidir. Türkiye için geçerli olan bu hak Yunanistan için verilmemişti. Bugün için Lozan’da elde ettiği adalardan öte, 2002 sonrasında Türkiye’ye ait olmasına karşın el koyduğu adacıkları bile silahlandırmakta, asker yerleştirmekte ve hatta askerî tatbikatlar yapmaktadır.
Adaların tahkim edilmesi, önceleri sivil hava alanları inşasıyla başlamıştır. 1952’de Leros (İleryüz) Adası’na turizm amaçlı havaalanı kurulması ilk adımı oluşturmuştu. Adaların tamamında askerî tahkimat yapılması, özellikle Kıbrıs anlaşmazlığı nedeniyle 1960’lı yıllarda olmuştur. 29 Haziran 1964’de Türkiye Yunanistan’a bir nota vererek, Rodos ve İstanköy adalarında yaptığı tahkimata antlaşmalara uygun olarak son vermesini istemişti. Yunanistan cevabi notasında, tahkimat oluşturmadığını söyleyip, inkâr ediyordu. Ardından aynı olay 1969 yılında Limni Adası’nda yaşanmıştı.
Yunanistan adaları silahlandırırken, adaların uluslararası statüsünü düzenleyen antlaşmaların geçerliliğini de tartışma konusu yapmıştır. Uluslararası statükolardaki değişikliklerin, adalara ilişkin antlaşmaların kurduğu statüyü geçersiz duruma getirdiğini savunmaktadır. Yunanistan’ın tutumunun nedeni açıktır. Adalar üzerindeki zilyetlik (possession) hakkını mülkiyet hakkına dönüştürebilme çabasındadır.
Yunanistan, adaların NATO savunma planları içine alınması yönünde gayret sarf etti. Stratejisi, NATO sistemi kapsamında adaların silahlandırılmasıydı. Türkiye’nin karşı çıkışlarıyla bu engellendi. Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası, adaların silahlandırılmasını Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51’inci maddesiyle meşru müdafaa hakkına dayandırmak istedi. Ancak, Türkiye’nin ne Yunanistan anakarasına ne de adalara askeri saldırısı vardır. 51’inci maddenin uygulanması için fiili saldırı olmalıdır.
Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Rusya’dan alıp Ada’ya yerleştirmek istediği S-300 füzelerinin, Türkiye’nin karşı çıkmasıyla Yunanistan tarafından alınıp Girit Adası’na 1999 yılında konuşlandırılması ise, adaların silahlandırılmasında zirve noktasıdır. Bugün Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi almasına karşı çıkan ABD, Yunanistan’ın S-300’leri almasına ve Akdeniz’e yerleştirmesine karşı çıkmamıştır.
YUNANİSTAN’IN ADA, ADACIK, KAYALIKLARI ELE GEÇİRME ÇABASI
Türkiye ile Yunanistan arasında egemenliği tartışmalı olarak gösterilmek istenen ada, adacık ve kayalıklar sorunu da var. Buna gri bölgeler sorunu deniliyor. Yunanistan, Türkiye ile arasında deniz sınırlarının belirlenmemiş olmasını koz olarak kullanıyor. Türkiye ise hukuken haklı olarak, adalarla ilgili antlaşmalarda adları açıklanarak devredilen adalar dışında kalan ada, adacık ve kayalıklar üzerinde egemenliğinin sürdüğünü iddia etmektedir. Yunanistan, Anadolu kıyılarının üç mil dışında kalan deniz alanında Türkiye’nin hak iddia edemeyeceğini iddia ediyor. Üç mil sınırı Lozan’daki karasuları tanımından gelmektedir. Bugün artık o karasuları bile 6 mildir.
Bu görüş ayrılığı, ilk kez 1996’da Kardak Krizi’nin yaşanmasına neden oldu. 25 Aralık 1995’de bir Türk kargo gemisi, Bodrum ile Kelemez (Kalimnos) arasında, Bodrum’dan 3,8 mil uzaklıktaki küçük kayalıklarda karaya oturmuştu. Bu kaza üzerine, geminin kurtarılması, “Türk şirketlerince mi yoksa Yunan şirketlerince mi yapılacak?” tartışması gündeme geldi. Yunan tarafı konuyu istismar ediyor ve bir TV kanalları, “Türkiye’nin Yunan adalarını ele geçirme planını uygulamaya koyduğu” haberi yayınlıyordu.
Bunun üzerine Kelemez Adası Belediye Başkanı, bir grup Rumla 26 Ocak 1996’da Kardak kayalıklarının birine Yunan bayrağı dikerek, kayalık fethine kalkıştı. Yunan askeri gemileri de o bölgedeydi. Türkiye Başbakanı Çiller, olaya sert tepki göstererek, “Yunan gemilerinin orada işi ne? Bu kayalıklar bize ait, Yunan gemilerinin orada dolaşmasına müsaade edemeyiz” diyordu.
Yunanistan, 29 Ocak günü doğudaki kayalığa askeri tim çıkarıyor ve iki kayalığa da bayrak dikiyorlardı. Ayrıca dört Yunan hücumbotu ve Yunan uçakları tacize başlamıştı. Türkiye Dışişleri Bakanı Baykal, Yunanistan’ın Ankara Büyükelçisini çağırarak, sert bir nota verdi. 30 Ocak’ta Başbakanlık’ta yapılan kriz toplantısında, askerî önlemle karşılık verilmesi kararlaştırılıyordu. Başbakan Çiller, tarihi kararı şöyle açıklamıştı: “O bayrak inecek, o asker gidecek”.
Türk Deniz Kuvvetleri unsurları harekete geçiyor, 16 saatlik çok kısa bir süre içinde 30-31 Ocak gecesi denizde gereken şekilde konuşlanıyordu. 31 Ocak saat 01.40’ta SAT komandolarımız, Yunan askeri bulunmayan batıdaki kayalığa çıkarak kayalıktaki Yunan bayrağını indiriyor, yerine Türk bayrağını çekiyorlardı. Türk bayrağının çekildiğini gören Yunan helikopteri geri dönerken, teknik arızayla denize çakılıyordu. Yunan Genelkurmay Başkanı çıldırmışçasına, Türk SAT komandolarının bulunduğu kayalığı bombalamak istiyor, Yunan Başbakanı Simitis, buna tepki göstererek, Genelkurmay Başkanını görevden alıyordu.
Krizin büyümesinden ve iki ülke arasında savaş çıkmasından endişe eden dönemin ABD Başkanı Clinton, ayrıca NATO yetkilileri devreye girmişti. 30 Ocak-1 Şubat 1996 tarihleri arasında geceli gündüzlü süren görüşmelerle iki tarafı da ikna etmeye çalıştılar. Sonuçta taraflar, bayrakların indirilmesine ve komandoların çekilmesine razı oldular. ABD yine Yunanistan’ın yanında yer almıştı. Rum lobisinin etkisiyle, ABD Deniz Kuvvetleri’nden Türk Deniz Kuvvetleri’ne transfer edilecek bazı gemilerin teslimi geciktirilerek, örtülü silah ambargosu uyguladılar.
Türk Silahlı Kuvvetleri Harp Akademileri Komutanlığı gri bölgelere ilişkin raporunda, statüsü belirlenmemiş ada, adacık ve kayalıklar, Osmanlı İmparatorluğu’nun halefi olarak Türkiye’nin egemenliğindedir görüşünü savunuyor ve tezini şöyle açıklıyor:
“Lozan Antlaşması’nın 12’nci maddesi uyarınca Yunanistan’a verilen adaların dışında kalan Zürafa, Koyun Adaları, Hurşit ve Girit civarında bulunan Bergitsi, Sıgri, Tokmakia, Kasonisi gibi ada ve adacıklar üzerinde Türkiye’nin egemenliği hukuken devam etmektedir.
Aynı madde uyarınca Lozan Antlaşması’nda aksine bir hüküm bulunmadıkça, 13 Şubat 1914 tarihinde Yunan işgali altında bulunmuş olsa dahi, Anadolu’nun 3 mili içinde bulunan bütün ada, adacık ve kayalıklar Türkiye’nin egemenliği altındadır. Antlaşmada yer alan 3 millik mesafe dönemin karasuyu mesafesi olduğuna göre, bugün de aksine bir hüküm bulunmadıkça 6 mil olan karasuyu dahilinde bulunan ada, adacık ve kayalıklar Türkiye’nin egemenliğindedir.
Menteşe Adaları bölgesinde bulunup da antlaşmada ismen zikredilmeyen adalar ile zikredilen 14 adaya bitişik olmayan ada, adacık ve kayalıklar, başka deyişle 28 Aralık 1932 zabıtnamesinin statüsüne bağlı olan adalar veya statüleri Kardak kayalıkları ile aynı olan Keçi, Bulamaç, Kalimnos, Sakarcılar, Çerte, Nergiscik, İstanbulya (Astropalya) güneyindeki 12 ada, adacık ve kayalık ve Girit’in kuzeydoğusundaki 13 ada, adacık ve kayalıklar üzerinde Türkiye’nin egemenliği devam etmektedir”.
Yunanistan söz konusu gri bölgeleri ele geçirmek için iskâna açma diye, buralarda ufak yerleşimler oluşturup, küçük kiliseler kurmuş, üstelik asker yerleştirmiştir. İskâna açık olmayan yerlerin karasuları yokken, iskâna açmakla kendi karasularını da hukuksuz olarak genişletmeye kalkışmış, ayrıca Türkiye’ye tehdit olacak tahkimat yapmıştır.
Yunanistan bu konuda Avrupa Birliği’ni arkasına almaya kalkışmıştır. Yaptıklarını Avrupa Birliği’nin NATURA 2000 Çevre Koruma Projesi kapsamındaki uygulamalar gibi göstererek, işgalini genişletip başka ada, adacık ve kayalıklara el koymayı kamufle etmeye çalışmaktadır. Avrupa Birliği sınırının buralara uzandığını söylemektedir. 2002 sonrasında AKP iktidarının Avrupa Birliği üyeliği beklentisinin yanısıra, NATO içinde çatışma çıkarmamak gibi bir görüşüyle olsa gerek, Yunanistan’ın Ege dediği Adalar Denizi’ndeki yayılmacı politikasına tepki gösterilmemiş, seyirci kalınmıştır.
Özellikle 2004 yılından sonra 14 yıllık süreçte pervasızca sürdürülen Yunan işgaliyle, gri bölgede toplam 18 adamız, adacığımız ve kayalığımız Yunanistan’ın eline geçmiş bulunuyor. AK Parti hâlâ tepkisiz ve bu konuda sınır belirleyici bir anlaşma yok diyecek kadar da bilgi yoksunu bir tutum içinde. İşte bu tepkisizlik nedeniyle, Yunanistan’ın işgal ettiği ada, adacık ve kayalıkların isim listesi:
Aydın’a bağlı; Bulamaç, Fornoz, Eşek, Hurşit, Marathi, Nergizcik. Balıkesir’e bağlı; Koyun. İzmir’e bağlı; Venedik kayalığı. Muğla’ya bağlı; Ardacık, Kalolimnoz, Keçi, Koçbaba, Sakarcılar. Girit çevresinde; Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi, Gavdos, Koufonisi.
Yunanistan’ın saldırganlığı sürüyor, bu ay istifa eden Savunma Eski Bakanları Kammenos, 5 Nisan 2018 günü İkarya Adası’ndaki Yunan askerlerini ziyaretinde, Türkiye’yi kendilerini provoke eden düşman olarak gösteriyor, yedi bin askerin adalara ve Batı Trakya sınır bölgesine yerleştirildiğini açıklıyordu. “Cesaretleri varsa, bir karış toprağımıza göz diksinler. Yunanlılar birlik olup onları ezecektir. Onların tehdit ve provokasyonları bizi dize getiremeyecek, aksine güçlendirecektir” diyordu.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ise, 15 Ağustos 2018’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı açıklamada; “Bazı adacık ve kayalıkların aidiyeti ve bununla bağlantılı olarak Türkiye ve Yunanistan arasında geçerli bir uluslararası anlaşmayla tespit edilmiş deniz sınırlarının bulunmaması sorunlar arasında yer almaktadır. Sorun, Lozan ve Paris Antlaşmalarının ilgili maddelerinin yorumuyla alâkalı hukuki bir meseledir. Bilindiği gibi, Ege meseleleri Yunanistan ile aramızda mevcut diyalog kanalları çerçevesinde tüm yönleriyle ele alınmaktadır. Ülkemiz bu sorunların tümüne, uluslararası hukuk çerçevesinde, hakkaniyete uygun ve ülkemizin temel hak ve menfaatleri gözetilerek diyalog yoluyla çözüm getirilmesini arzu etmektedir” demekten öte geçemiyordu.
Yunanistan’ın daha dünkü Savunma Bakanı Kammenos, 2019 yılı için Yunan Ordusu’na yayınladığı genel direktifte ise Doğu Akdeniz’e değinerek, “2019 yılı Doğu Akdeniz’de enerji konusunda yaşanan gelişmeler kapsamında önemli bir yıl olacaktır. Meis’te, Karaadada’da, Meriç sınırında, denizde, havada ve Yunan topraklarında egemenliğimizi korumak için mücadelenizde her zaman sizin yanınızdayız”.
Adı geçen Meis, 7 kilometrekarelik küçük bir ada, ama Türkiye’ye Doğu Akdeniz’de kendi alanının yaklaşık 15 bin katı, 104 bin kilometrekare deniz yetki alanı (MEB) kaybettiriyor. Meis ne yazık ki geçmişte aymazlıkla Yunanistan’a kaptırılmış. Karaaada ise onun kuzeyinde, ondan daha küçük, Muğla Bodrum’a bağlı bir ada ve Lozan’da devredilen adalardan değil, Türkiye’ye ait ve yat gezilerinde durak olan bir ada.
Marathi Adası ve Karaada’nın durumu, 1930’lu yıllarda tartışma konusu olmuş, Uluslararası Adalet Divanı’ndan görüş alınarak, 4 Ocak 1932’de Türkiye-İtalya arasında imzalanan sözleşmeye göre, Marathi Adası ve Karaada’da Türkiye’nin egemenliği kabul edilmişti. Sözleşme, Resmî Gazete’de 24 Ocak 1933’de yayınlanmış, 24 Mayıs 1933’de Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’nce tescil edilip arşivlenmişti.
Marathi Adası’nı Yunanistan 2004 yılında işgal ederek bayrak çekti. Kilise inşa etti, turistik tesisler kurdu ve asker çıkardı. AK Parti Hükümeti bu işgale sessiz kaldı, Nota vermedi, Sahil Güvenlik ve TSK da iktidarın kararına uydu. AK Parti Başbakanlarından Davutoğlu’nun, Marathi Adası’nı pasaportla ziyaret ettiği biliniyor. Daha sonra Birleşmiş Milletler Arşivi’nden Ada’nın tescil belgesi, yani tapusu çıkarıldı. Marathi’de halen Yunan işgali devam ediyor. Şimdi, Karaada’yı da işgale hazırlandıkları anlaşılıyor. AK Parti sessizliğini korumaya devam edecek mi acaba?
Yoksa, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 2 Ocak 2019 günü Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi Başkanlığı’nın konferansında söylediğinin devamı gelecek mi? Çavuşoğlu konferansta Yunanistan ile yaşanan Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’deki gerilime ve Bakanları Kammenos’un kışkırtıcılığına değinerek bu kez şöyle uyarıyordu:
Ege etrafında ve Doğu Akdeniz’de çıkarlarımızı da hep birlikte savunmaya devam etmemiz lâzım. Bugün Ege’de oldubittilere izin vermiyoruz. Hem Meclisimizin kararını hatırlatıyoruz hem de Sahil Güvenliğimiz ve ilgili birimlerimiz dahil bazı olumsuz adımlar atıldığı zaman gerekeni yapıyoruz. Yunanistan’a da bir uyarı yapıyoruz. Sizin bir şımarık çocuğunuz var. Milli Savunma Bakanı’na öyle söylüyorlar. ‘Bizim şımarık çocuğumuz’ diyorlar. Şımarık çocuğunuza sahip çıkın da bizim güvenlik güçlerimizin elinden bir kaza çıkmasın. Durup dururken gerginliği artırıcı söylemler içinde bulunmanızın veya bir adacığa çıkmaya çalışmanızın bir faydası yok. Size bir şey getirmez. Hem Ege’de hem de Doğu Akdeniz’de özellikle hidrokarbon rezervlerinin değerlendirilmesi konusunda da çıkarlarımızı korumak için gereğini yapıyoruz”.
Yunanistan, 18 adamızı işgal etmekle yetinmedi, asker yerleştirip tahkimat bile yaptı.
Yunan, elbette gün gelecek Türkiye’den hak ettiği yanıtı ve dersi alacaktır. AK Parti iktidarının vurdum duymazlığı ilelebet süremez. Avrupa’nın şımarttığı Yunanistan’ın şımarık çocuğu Kammenos, 13 Ocak 2019’da hükümet kriziyle istifa ediyor, ama aynı gün askeri helikopterle Kardak üzerinden çelenk atıyordu. Bu kışkırtıcı hareketin niçin o gün engellenmediği merak konusu. Provokatör Kammenos’un yerine aynı görüşteki Genelkurmay Başkanı Apostolakis atanıyordu, değişen bir şey yok. Süren Helenik saplantılarıyla bir gün Karaada’ya el atmaya kalkarlarsa, Türkiye Meis’e çıkarak yanıt vermeli, Batı Anadolu’nun karasuyundaki bir çıban temizlenmelidir.
TÜRKİYE’NİN ULUSAL ÇIKARLARINA AYKIRI ADALAR TURİZMİ
Bugünkü Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un tanınmış bir Turizm şirketi var, etstur. Reklamlarında “Yunan Adaları’na seyahat” sık sık yer alır. İktidar yakası böyle de muhalefet yakasının kalemşoru da, Kemalist tanınan bir köşe yazarı, 2017 yılında uzun bayram tatili nedeniyle halkımıza sözde yol göstermiş, “İlk hedef Yunan Adaları… İleri!” diye yazabilmiştir. “Yunan Adaları” adını kullanmaları bile abes. Yunanistan ise kendi vatandaşlarına, Türkiye’ye turist olarak gitmeleri durumunda “Kürt, Ermeni ve Rum Pontus soykırımını desteklemiş olacakları” uyarısını yapıyor.
28 Kasım 2018’de ve sonrasındaki basın haberlerine göre, Bakan Ersoy’un şirketi, Yunan işgalinde olan Keçi Adası’ndaki “H Hotel Pserimos Villas” adlı oteli pazarlamış. Bu haber doğruysa “Pes” demekten başka yapacak bir şey yoktu, Bakan’ın da derhal istifa edip o koltuğu işgal etmemesi gerekiyordu. Haber doğru değilse, Sayın Ersoy’un habere tepkisi bekleniyordu. Bakan’ın açıklaması 40 gün sonra geldi. Açıklamada pazarlamanın yapıldığı yalanlanmıyor, şöyle deniliyordu: “Keçi Adası’nda şahsi otelim yok. Acente ve otellerin entegre (bağlı) olduğu global dağıtım platformlarında oteller otomatik olarak sistemimize düşüyor. Firmamız bu yeri sisteminde kapattı”.
Adı geçen otelin etstur sistemine kapanmış olması yerinde bir karar, ancak bizce yeterli değil. Bundan böyle etstur’un “Yunan adaları” demesine de son verilmeli, hatta bu ada turları iptal edilmeli. Bakanın şirketi etstur’un Keçi Adası’na Türk turist götürdüğü kendi açıklamasıyla sabit. Yunan’ın Keçi Adası’nı haksız işgal ettiği de sabit. Oraya turist götürmek, işgalci Yunan’ın değirmenine su taşımak olmuyor mu? Keçi Adası, Kanuni Sultan Süleyman’dan bu yana Türk toprağı. Osmanlı aşkı bilinen AK Parti’nin Bakanı Ersoy’un şirketi, hiç olmazsa götürdüğü turistlere, “Burası Yunan adası değil, Osmanlı’dan bu yana Türk adası, ama şu anda Yunan işgalinde” diyebildi mi?
İşgal edilen adalarımızın yedi tanesinde toplam 19 turistik otel olduğu biliniyor. O otellere de Türk turistler gidiyor da kim götürüyor, o oteller kimlerin sistemine düşüyor? Ancak götüren şirketlerin hepsi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın denetimine bağlı. Yunan değirmenine su taşınmaması için Bakan Ersoy gereken direktifi vermeli.
ÇIRPINAN AKDENİZ’DE MÜNHASIR EKONOMİK BÖLGE SORUNU
Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sorunu, Türkiye ve Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasında deniz paylaşımında en önemli stratejik sorundur. Kıta sahanlığı ve karasuları sorunlarını içerecek boyutta olduğu gibi, deniz savaşına da neden olabilir.
1958 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, kıta sahanlığı temel alınarak düzenlenmişti. Kıta sahanlığı (Continental Shelf); jeolojik olarak ülkeyi oluşturan kara parçasının deniz altındaki uzantısıdır ve açık deniz söz konusu ise, kıtanın bittiği açık deniz çizgisine kadar uzanır. Karşılıklı kıyıdar ülkelerle sınırlanan bir deniz alanı söz konusu ise, ülkeler arasında yapılacak antlaşmayla sınırları belirlenir.
1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ise MEB anlayışıyla düzenlenmiştir. MEB (Exclusive Economic Zone “EEZ”); karasularına bitişik, kıta sahanlığının ötesinde, kıta yamacı ve kıta yükselimiyle derin deniz yatağını aşan, açık denizde ana karadan 200 mil öteye uzanabilen deniz alanını kapsar. Bu tanımıyla kıta sahanlığını aşan büyüklüğü söz konusu. MEB alanı, deniz yatağı üstündeki sularda, deniz yatağında ve tabanında canlı-cansız doğal kaynakları arama, işletme konularında, offshore enerji santralleri, yapay adalar vb. tesisler kurulması gibi konularda kıyı devletinin egemenlik haklarının geçerli olduğu alandır.
Özellikle ekonomik ve hukuksal anlamı olan MEB kavramı, kıta sahanlığı kavramına göre daha geniş bir uygulama alanı içerir. MEB alanı, kıyıdar ülke tarafından ilân gerektiriyor. MEB ilânında, her koşulda 200 mil açıklığı kullanılabilir değildir. Kıyıları bitişik veya karşılıklı olan kıyıdar ülkelerin MEB sınırlandırmasını, Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’ndeki kurallar çerçevesinde, Uluslararası Adalet Divanı’nın içtihatlarını da göz önünde tutarak anlaşmaya bağlamaları gerekmekte.
Rumlar ve Yunanlılar Doğu Akdeniz’in MEB paylaşımında aynı haritaya sarılıyorlar, Türkiye’yi denize kapalı ülke haline getirmek, kıta sahanlığımıza çöreklenmek istiyorlar.
Yunanistan ve GKRY ile Türkiye’nin MEB alanlarına bakışı, uzlaşmaya olanak vermeyecek kadar karşıttır. Yunanlılar ve Rumlar, Türkiye’nin mavi vatanına el koyma, Türkiye’ye kıyıları dışında deniz alanı bırakmama arayışındalar. Yunan iddiasına göre çizilmiş olan Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz MEB haritası ile Kıbrıs Rum Yönetimi İddiasına göre düzenlenmiş Doğu Akdeniz MEB haritası aynı olup bunu gösteriyor.
Avrupa Birliği Bölgesel Danışma Konseyleri yetki alanları haritasını, hiç ilgisi olmadığı halde MEB haritası gibi kabul ediyorlar. Türkiye’nin iddiasına göre düzenlenmiş bulunan Doğu Akdeniz’deki MEB haritası ile Yunanlıların ve Rumları haritaları yan yana koyulunca, Türkiye’nin alanına ne denli çöreklenmek istedikleri görülüyor.
Türkiye, Doğu Akdeniz’deki 235 bin kilometre karelik MEB alanını koruyacak güçtedir.
TÜRKİYE’NİN MEB ALANINDAN GEÇİRİLMEK İSTENEN BORU HATTI
“Doğu Akdeniz Gaz Boru Hattı” (EASTMED Pipeline), Türkiye’nin kıta sahanlığından geçirilmek isteniyor. İsrail kökenli EASTMED projesi, İsrail’in öncülüğünde GKRY, Yunanistan ve İtalya’nın işbirliğiyle geliştirilen bir Avrupa Birliği projesi. Projeye Macaristan’ın da ilgi gösterdiği açıklanmış bulunuyor.
İsrail, doğalgaz bulunca, pazarlamak için Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanacak boru hattı projesini gündeme getirmişti. 2009 Davos-One Minute Krizi, 2010 Mavi Marmara Krizi ve özellikle son yedi yıldır İsrail’in ABD’nin Kürdistan politikalarına bel bağlaması sonucu hasmane tutumuyla, İsrail gaz boru hattı projesi ekonomik ve teknik fizibiliteler gereğince uygun olsa bile, siyasi fizibilitesi olmayan bir proje durumuna düştü.
İsrail offshore alanından başlaması öngörülen boru hattı, Kıbrıs’ın güneyinden Girit’e ve oradan Mora yarımadasıyla Yunanistan’a uzanacak. Hattın 1300 kilometresi offshore, 60 kilometresi onshore olacak. Girit Adası’na uzanan güzergâh, Türk kıta sahanlığından geçirilmek isteniyor. Bu Türkiye’nin iznini gerektirir. Kıbrıs Türk halkının hakkını da çalarak Avrupa’ya taşıyacak böyle bir gaz boru hattının, Türk kıta sahanlığından geçmesine elbette izin verilemez. Türk kıta sahanlığı tanınmayarak ve izin alınmayarak geçirilmeye kalkışılırsa, Türkiye buna müsaade etmez ve EASTMED askerî çatışma çıkartacak bir projeye dönüşür.
Hattın offshore kısmının yatırımının 19 milyar dolar, onshore kısmının yatırımının ise 6 milyar dolar olacağı söyleniyor. Avrupa Birliği tarafından 3,5 milyar Euro’luk (4 milyar dolarlık) bir fon ayrılmış olmakla birlikte, bu yeterli olamayacağı için ciddi finans sorunu var. Pahalı olacak bu offshore hat için “Proje gerçek mi hayal mi?” bile deniliyor.
2025 yılında biteceği söylenen EASTMED hattı yapılabilirse, Yunanistan’dan sonra Poseidon hattıyla İtalya’ya bağlanacak. Yunanistan üzerinden ayrıca Bulgaristan’a bir hat çekilmesi projede yer alıyor. Hattın tam kapasiteyle taşıyabileceği gaz, yılda 16 milyar metreküp denilse de bunun için yeterli kaynak var görünmüyor. EASTMED, Türk akımına rakip gibi de gösterilmek isteniyor, ama bu iddia da gerçekçi değil.
TÜRKİYE, RUSYA’NIN VE ÇİN’İN KKTC’Yİ TANIMASINI SAĞLAYABİLMELİ
Bu sıralar Türkiye’nin Yunanistan ve GKRY ile şer ittifak cephesindeki müttefiklerine karşı atması gereken siyasi adım, KKTC’nin uluslararası tanınması sürecini başlatmak olmalıdır. Bunun için de mutlaka Rusya ve Çin’in tarafımıza çekilmesi gerekir. Türkiye’nin KKTC’nin tanınması için ilk etapta Rusya’yı yanına çekmesi çok önemli bir gelişme olacaktır. GKRY’nin uzun zamandan beri kolaylıklar tanıyarak, Rusya’yı yanına çekme ve işbirliğini geliştirme çabası da böylece engellenecektir.
Rusya açısından kabul görecek diplomatik çıkış noktası Kırım’dır. Kıbrıs bizim için ne denli önemliyse, Kırım da Rusya için o denli önemlidir. Dün Rusya’nın yanında iken, bugün emperyalist ABD’nin uydusu olmaya çalışan, Türk Akımı karşıtı Ukrayna’nın yanında yer almanın anlamı yoktur. Kırım’da tarihten gelen ve Türklere ait herhangi bir hak iddiası da kalmadığından, Kırım’ın Rusya egemenliğinde olması, Türkiye’nin çıkarınadır. Kerç Boğazı krizi gibi yapay krizlerle ABD gemilerinin, Karadeniz’in suyunu askerî olarak kirletememesi, Karadeniz’de barışın korunması için de bu gereklidir.
Rusya 2014’de Kırım ve Sivastopol’ün kendisine bağlanmasına ilişkin yasayı çıkarıp, Kırım Federal Yönetim Bölgesi’ni oluşturmuşsa da Kırım ile birleşmeyi gerçekleştirmedi. Bunun için Türkiye’nin de dahil olduğu bazı ülkelerden anlayış beklediklerini, Kremlin Sözcüsü Peskov, Aralık 2018’de dile getiriyordu. Türkiye kendine sunulan bu pası, KKTC’nin Rusya tarafından tanınması için gole çevirebilmeli. Kırım’ın Rusya ile birleşme sürecinin uluslararası hukuka uygunluğu kabul edilip açıklanmalı, Rusya görüş birliği içinde desteklenmelidir. Rusya da KKTC’yi tanımalıdır.
Bu fırsatın önüne, Fener Rum Patrikhanesi haddini bilmeyerek taş koymuş, AK Parti yönetimi de seyirci kalmıştır Fener Rum Patriği Bartholomeos, 6 Ocak 2019 günü düzenlenen ayin sonrası, Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne otosefallik veren kararnameyi (Tomos) imzaladı. Oysa, Lozan Antlaşması’na göre Patriğin böyle bir statü verme yetkisi yok. Moskova Patrikhanesi buna hemen karşı çıktı. Türk-Rus ilişkilerine düşen bu gölge kaldırılabilir ve ivedilikle kaldırılmalıdır.
Fener Patrikhanesi’nin Tomos kararnamesinin hukuksuz olup tanınmadığı ilân olunarak, hem Patrikhane hizaya çekilmiş olur hem de Türk-Rus ilişkileri yara almadan, bilakis güçlenerek devam eder. Rusya ile Kıbrıs’ın tanınması pazarlığı da kolaylaşır. Türkiye, Kıbrıs için Rusya’yı yanına çekmeyi başarırsa, bu Çin’in de çekilmesi açısından olumlu olacaktır.
Ancak, Türkiye’nin Çin’i yanına çekebilmesi için izleyebileceği bir başka yol var. O yol da Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde Çin’le birlikte olmaktan geçiyor. Çin vatandaşı soydaşlarımız Uygur Türkleri’nin Çin ile aramızda dostluk köprüsü olmaları gerekirken, ABD Gizli Servisi CIA yalanlarıyla Çin düşmanlığı oluşturulmaya çalışılıyor.
Çin’in Uygur Türkleri üzerinde dini inanışları ve ibadetleri nedeniyle baskı uyguladığı, Doğu Türkistan’da Çin zulmünün hüküm sürdüğü iddiaları, abartılarak Çin dostluğunun yıkılması hedefleniyor. Türkiye’de Cuma Namazlarında camilerde hutbe kürsülerinden söylenen yalanlar gerçek dışı olup, bu haberlerin altında CIA oyunu yatıyor.
Aslında Çin’de yaşanan olağanüstü halin nedeni, Çin’in yobazlıkla haklı mücadelesi. Zulüm ya da soykırımla ilgisi yok. Çin’in gericilikle mücadelede, aydınlatmayı tercih ederek, Uygur gençlerine özel kamplarda eğitim verdiği biliniyor. Bu kampları asimilasyon merkezleri gibi göstermek isteyen CIA kökenli iddialarının aksine, aralarında Türk gazetecilerinde bulunduğu tarafsız gazeteciler, aşırı düşüncelerin kökünün kazınması amacıyla oluşturulmuş kamplara katılımın gönüllü olduğunu vurguluyor. Buralarda meslek öğrenimini veriliyor olması, kampları çekici yapıyor.
Çin’in kuzeybatısında bulunan Sincan Özerk Bölgesi, yeraltı kaynakları bakımından zengin olup, petrol, doğalgaz, uranyum ve altın madenleriyle bilinmektedir. Bu zenginlikleri nedeniyle geçmişte bölge üzerinde Çin-Rusya çekişmesi de yaşanmıştı. ABD ve Çin düşmanları bu bölgeyi karıştırarak, Çin’e sadece etnik değil, ekonomik sıkıntılar vermeyi hedefliyorlar. Çin yönetimi bölgenin tarihsel ve milli niteliğini zedelemeyecek biçimde demokrasi ve insan hakları politikalarından yana olduğunu açıklamakta, buna uygun politikalarla terör sorununa yaklaşmaktadır.
Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde gerginliğin kaldırılması için yapılacak Türk-Çin işbirliği, yeni İpek Yolu’nda, yani “Bir Kuşak Bir Yol” projesinde Çin ve Türkiye arasındaki işbirliğini sıkılaştırmakla kalmayacak, Kıbrıs Türkleri’nin güvenliği için KKTC’nin Çin Halk Cumhuriyeti tarafından tanınmasına da yardımcı olacaktır.
GÜÇ GÖSTERİSİ İLE KIBRIS’TA TÜRK DENİZ VE HAVA ÜSLERİ GEREKİYOR
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de güç gösterisine ihtiyacı var. Uluslararası ilişkilerde hak güçle elde edilmekte, güçlü olan haklı görülmektedir ve bunun uluslararası ilişkilerdeki adı “Reel Politik” olmaktadır. Denizde güç gösterisi, Türk Donanması’nın, Navteks ilân ederek milli gemileri ve milli silahlarıyla sık sık yaptığı ulusal tatbikatları gerektiriyor.
6 Ocak 2019 tarihli ve 0039/19 sayılı Navtex ile Meis Adası’nın güneyi ve Rodos’un doğusunu kapsayan geniş bir alanda hidrokarbon aramaları yapılacağına ilişkin Navteks yayınlanmıştı. Bir hafta sonra bu alana Kıbrıs ile Rodos arasında kalan 90 bin kilometrekarelik alan eklenerek genişletildi. Kıbrıs’ın güneyinde de KKTC MEB alanı üzerinde dört ay süreli bir Navteks alanı var. Buralarda hem hidrokarbon araması ve hem de donanma eğitimi yapılacağı açıklandı.
Nitekim, 27 Ocak 2019 günü Barbaros Hayrettin Paşa sismik araştırma gemisi, KKTC’nin TPAO’ya verdiği lisanslarda yer alan G parselinde arama çalışmalarını başlattı. Bu parsel Rumların İtalyan ENİ ve Güney Kore Kogas şirketlerine lisans verdikleri 9 no.lu parselleriyle çakışıyor. Rumları çıldırsalar da onların anladıkları dil bu. Türkiye, hakkı olan yerlerde bir süre sonra sondaja da girişecektir.
Barbaros Hayrettin Paşa gemisi, Rumların 9 no.lu parseliyle çakışan KKTC’nin G parselinde.
Türk Donanması’nın çeşitli tatbikatlarının yanısıra, Rusya, Çin ve İran donanmalarına ait unsurların katılacağı uluslararası tatbikatların da ortaklaşa düzenlenmesi zamanı gelmiş bulunuyor. Kısacası, Astana etkisi gibi bir etki, Doğu Akdeniz’de geçerli kılınmalı. Akdeniz, ABD destekli Yunan, Rum, İsrail, Mısır gemilerinin sözde gövde gösterilerine açık bırakılmamalı ve bırakılamaz.
Güç gösterisinin çok önemli adımı, Kıbrıs’ta Türk Deniz Kuvvetleri ve Türk Hava Kuvvetleri üslerinin açılıp faaliyete geçirilmesi olacaktır. Kıbrıs’ta kurulacak deniz üssü için yer tespit çalışması yapılmış, İskele yöresinde kurulacak üssün teknik hazırlık çalışmaları tamamlanmıştır. Bu yıl kurulması beklenen üs; firkateyn, korvet, denizaltı ve helikopter gemisi gibi deniz unsurlarına hizmet verebilecek yapıda olacak. Kıbrıs’ta deniz üssünden başka, savaş uçaklarının konuşlanacağı hava üssüne de gerek var. Bu askerî üsler, düşmana karşı caydırıcılık etkisinin yanısıra, sadece Doğu Akdeniz ve Kıbrıs için değil, Türkiye’nin Ortadoğu siyaseti için de etkili olacaklardır.
AKDENİZ BARIŞ ORTAMINDA DALGALANABİLMELİ
Türkiye, Anadolu’nun batısını ve güneyini sarmalayan Akdeniz’in elbette barış ortamında sakin sakin dalgalanan deniz olmasını ister. Anadolu’nun batısından Adalar Denizi’ne, güneyinden Kıbrıs Adası’nın ötesine Mısır’a doğru uzanan kıta sahanlığı üzerinde, deniz orijinli doğal kaynakların barış ortamında değerlendirilmesi de Türkiye’nin içtenlikli isteğidir. Türkiye için Anadolu’nun ve Trakya’nın karasındaki toprağı neyse, denizdeki kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesi de odur.
Türkiye’nin karasal ve denizsel alanları, jeostratejik açıdan önemlidir. Tarih boyunca da hep önemli olmuştur Antik çağdaki Truva savaşı bile bu nedenle yaşanmıştı. Bu savaş, Yunanistan coğrafyasından gelen Akalar denilen Helen boylarının, Anadolu’da Truva’yı ele geçirmesiyle sonuçlanmış, Truva Kralı’nın oğlu ve Truva kahramanı Hektor’un ölümüyle sonlanmıştı. Truvalıların Akalardan daha üstün uygarlıkları vardı, ama Helenlerce barbar olarak tanımlanıyorlardı. Aynı soydan geldiklerini iddia eden Rumların ve Yunanlıların, biz Türklere “Barbar” demeleri gibi. Truva’nın ve Hektor’un intikamını önce Fatih Sultan Mehmet, sonra Mustafa Kemal Atatürk aldı.
Yunanistan, 1981 sonrasında bir de Rum soykırımı yalanı ortaya attı. 1914-1922 yılları arasında, Anadolu’da ve özellikle Karadeniz’de Pontus coğrafyasında, Rum soykırımı yapıldığını iddia ediyor. 1919’da İzmir’i işgal ederek başlattıkları, 1922’ye kadar uzanan süreçte yaptıkları mezalimin soykırım olduğunu görmezden geliyor. Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs’ı şimdi Pontus soykırım günü olarak anıyorlar.
Şifa bulmaz Helenik-saplantıları nedeniyle, Megali İdea ve Pontus rüyaları sürüyor. Adaları silahlandırmaları, Kıbrıs’ta Enosis hesapları, karasular ve kıta sahanlığı saldırganlıkları, ada-adacık ve kayalık işgalleri ve Münhasır Ekonomik Bölge oldu bittileriyle Doğu Akdeniz’i ve Adalar Denizi’ni kapatma planları bu saplantının sonucu.
4 Kasım 2018 günü MİLGEM Projesi ürünü TCG Burgazada korvetinin Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na teslim töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Denizlerdeki haydutlara meydanı bırakmayacağız” diyerek uyarıyordu. Ancak, 21 Aralık 2018 günü basın ve medyada, Yunanistan Genelkurmay Başkanı’nın “Türkler kayalık adalarımıza çıkarsa onları dümdüz ederiz” tehdidi yer alıyordu. Milli Savunma Bakanımız Akar, bir gün sonra uyararak yanıtlıyor, “Bedeli ağır olur” diyordu. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı unsurlarının yanısıra, Hava ve Kara Kuvvetleri’nden bazı unsurların katılımıyla 27 Şubat-3 Mart 2019 tarihlerinde yapılacak Mavi Vatan Tatbikatı gücümüzü ve kararlığımızı göstermek için gerçekleştirilecek.
TÜRKİYE AKDENİZ’DE ATAK OLMAK ZORUNDADIR
Türkiye, Yunanistan’ın genişlemeci karasular politikasına karşı önlemini, Casus Belli ilân ederek almış bulunuyor. Bunun geri çekilmesi, bu konuda taviz verilmesi söz konusu bile olamaz. Karasuları sorunu, denizdeki uçuş (FIR) hatları sorunuyla birlikte ele alınmak zorundadır. Yunanistan’ın FIR hatları saldırganlığına da dur denilmelidir.
Türkiye, kıta sahanlığındaki haklarından ödün veremez. Yunanistan, adaların kıta sahanlığı gibi hukuken geçerli olmayan bir gerekçeyle, Anadolu’nun doğal uzantısı olan kıta sahanlığımız üzerinde hak iddia edemez. Taşoz’dan çıkarılan petrol, Türk kıta sahanlığından çalınan petroldür. Kuyunun lokasyonu Yunan karasuları içinde kalsa bile, o kaynak Türk kıta sahanlığına aittir, gereken karşıt önlemler alınmalıdır.
Yunanistan’dan haksızca işgal ettiği, isimlerini sıraladığımız 18 adayı derhal terk etmesi istenmelidir. Bu istekle birlikte, Lozan antlaşmasına aykırı biçimde askerî tahkimat yaptığı adalardan, tahkimatlarını kaldırması da istenmelidir. Bu isteklerimiz yerine getirilmeden, Yunanistan ile olan her türlü ilişki askıya alınmalı, uluslararası ortamda Yunanistan’ı engelleyici önlemlere başvurulmalıdır.
Türkiye’nin jeopolitik öncelikli önlemlerinin başında, Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi’nde hukuki tezimize koşut biçimde Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilânı gelmektedir. Akdeniz’de MEB ilânı acil bir ulusal konudur. Biz ilânda daha fazla gecikirsek, Yunanistan ilân edecek, üstelik Meis Adası’nın MEB alanı diye Doğu Akdeniz’in büyük bir parçasını bize kapatmaya kalkacaktır.
Yunanistan arkasını ABD’ye, Avrupa Birliği’ne, Batılı emperyal ülkelere ve onların piyonlarına dayayarak, palikaryalık yapmaktadır. Sözde kabadayı denilen palikaryaya, anladığı dilden hitap etmek gerekiyor. Türkiye bunu yapabilecek, palikaryaya haddini bildirecek güçte bir ülkedir. Palikaryanın cesareti ve gücü varsa, gelsin de “dümdüz etmeye” kalksın bakalım. Dünyada kaç köşe-bucak bulunduğunu, Akdeniz’in kaç kulaç derinlikte olduğunu o zaman öğrenir. Böyle bir çatışmadan sonra elindeki adalara ilişkin zilyetlik hakkı kalacak mı, yoksa adalar gerçek mal sahibine mi geçecek? Onu da görür. Hatta Batı Trakya’da siyasi coğrafya değişikliğine hazır mı? Düşünsün…
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu konuyu çok daha geniş biçimde internette yeni yayınladığımız, makalemizle aynı adlı güncel kitabımızda bulabilirsiniz:
http://www.ultanirplatformu.com/guncel-kitaplardan.html