KARARSIZ SAPMA TÜRKİYE’YE KAYBETTİRİR
Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR
3 Eylül 2019
Kararsız sapma tanımını, ülkemizin beka sorunuyla bağlantılı dış politika yanlışları için yapıyoruz. Ağustos ayı, tarihimizde Malazgirt’ten Sakarya’ya zaferlerle anılan aydır, ancak bu yıl öyle olmadı. Ağustos’un ilk haftası tamamlanırken 7,8, 9 Ağustos günleri dış politikayla bağlantılı üç sapma yaşandı. Geometride üç noktadan bir düzlem geçer. Siyasal olaylarda da üç nokta temel düzlem oluşturur. Üç sapma olayı ise ne yazık ki kararlı değil, kararsız bir düzlem oluşturuyor. Kararsız sapma olsun, kararsız düzlem olsun, her ikisi de sürdürülebilir değildir. Doğru yönde gerçekleşecek kararlı sapmalara kadar ülkeye hiçbir şey kazandırmaz, aksine çok şey kaybettirir.
Geometrinin yani matematiğin bir kuralı ile dış politikanın bir kuralı arasında benzetişim kurduk. “Matematikle siyasetin ne ilgisi var?” demeyin, tarihin ünlü filozoflarının sağlam bir matematik kültürüne ve kafasına sahip olduklarını hatırlamakta yarar var. “Tanrı dünyayı matematik üzerine yaratmıştır” derler. Sosyal ve siyasal olayları matematiksel kalıplara dökmek, hatta modern matematikle formüle etmek olanaklıdır.
Günümüzde “siyaset mühendisliği” kavramı kullanılıyor. Mühendis kelimesi, Arapça kökeniyle “hendese bilen”, yani “matematik bilen” demektir. Bu noktada Newton’un etki-tepki olayını açıklayan üçüncü yasasına kısaca değinmek gerekiyor. Çünkü o yasa, formüle edilebilen matematiksel bir kural. “Her etkiyen kuvvet kendine eşit ve zıt yönlü bir tepki doğurur” demiş Newton. Kısacası, “Etki eşittir tepki” diyoruz, bu yasa sadece fiziksel olaylarda değil, siyasal olaylarda da geçerli. Yanlış sapmaların tepkisi zarar getirir. Türkiye yalpalamaktan ve yanlış sapmalardan kurtulmalı.
Ne yazık ki Türkiye kararsız sapmalarla endişeli bir sürece sürüklendi. Bu sürece neden olan ve Ağustos ayında gerçekleşen, dış politikada kararsız düzlem oluşturan, irdeleyeceğimiz üç sapma şöyle:
1) 7 Ağustos günü Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görüşmeleri sonrası basına yaptıkları açıklamada, Erdoğan’ın Kırım konusunda Ukrayna’dan yana çıkıp Rusya’yı karşımıza alan, “Türkiye, Kırım’ın yasa dışı ilhakını tanımamıştır ve tanımayacaktır” açıklamasıyla, Türkiye ve Rusya arasındaki sıcak ilişkiye soğuk su dökülüyor, ABD ve Atlantik cephesi yönüne sapılmış oluyordu. Bunun etkisi, Türkiye-Rusya ilişkilerinde olumsuz tepki olacaktır. Rusya’nın tepkisinin Suriye’de mi, Doğu Akdeniz’deki çıkarlarımızda mı karşımıza çıkacağını zaman gösterecek.
2) Aynı basın toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan ikinci sapmayı açıklıyordu. Hani bir gece ansızın askerî harekâtla Fırat’ın doğusuna girilecekti? Girilemedi, aksine ABD oyalama taktiğiyle Türkiye’nin stratejisini değiştirtti. Beka sorumuzun gereği olan Güvenli Bölge yerine, ABD ile ortaklaşa hareket edilerek PYD/YPG’nin korunmasına hizmet edecek sözde Barış Koridoru (Güvensiz Bölge) oluşturmak için mutabakat sağlanarak tuzağa düşülmesi çok ciddi bir sapma. Erdoğan, beklenmedik bir sonucu, ABD ile birlikte harekât merkezi kurulmasına karar verildiğini açıklıyordu. Bu ulusal çıkarımıza ters bir gelişmeydi. Hiç kuşkusuz Amerikan tarafı gibi PKK ve Suriye’deki uzantısı PYD’liler de memnuniyetle karşılamıştır.
3) Üçüncü sapma, KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın serseri mayın gibi dış politikada patlamasıyla oldu. Garantör ülke olarak Türkiye’yi etkileyen, önlem alınmazsa Doğu Akdeniz’deki dengeye çomak sokucu bir gelişme ortaya çıktı. Bağımsız devlet olma stratejisi gütmesi gereken KKTC’nin yine federasyon görüşmelerine sapması, 9 Ağustos’ta Akıncı-Anastasiadis görüşmesiyle başlamış görünüyor. İşgüzar Akıncı, KKTC Hükümeti ile görüş ayrılığı içinde sakıncalı girişim yapıyor, anlaşılan hükümeti onu frenleyemiyor, ama Türkiye tarafından da kulağı çekilmiyor. Rumlarla ortak hidrokarbon komitesi önerisi yanlış olmasına karşın, Türkiye tarafından desteklenince yüz bulmuş olmalı.
Çağdaş Mandacılar Türkiye’nin elini kolunu bağlıyor
Amerikan mandasına ve ilk mandacılara, Sivas Kongresi’nde “Ya istiklâl ya ölüm” haykırışlarıyla “Hayır” denilmişti Çağdaş mandacılar, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonraki süreçte ortaya çıktılar. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Marshall Yardımı’ndan pay kapma sevdası, 1950 sonrası Türkiye’nin NATO’ya girişi ve “Küçük Amerika” olabilme hayali, Amerikan barış gönüllülerinin misyonerlik çalışmaları, Amerikan eskilerine dayanan sözde Amerikan yardımlarıyla çağdaş mandacılık yeşertirdi. Üstelik şimdi 1900’lerin ilk çeyreğindekinden çok farklı ve daha tehlikeli, Yahudi İsrail ile kol kola evanjelizm yanlısı bir Amerika var.
Çağdaş mandacılar, tüm düşmanlığına karşın ABD’yi halen müttefik ve dost sayarak, Türkiye’nin çıkarlarına ve ABD karşısındaki kayıplarına aldırış etmeksizin, ABD ile ilişkiyi sürdürmek isteyenler ve Atlantik ittifakından kopamayanlardır. Yukarıda açıkladığımız üç sapma, emperyalist ABD’nin ve Atlantik ittifakı kapsamında Batı’nın çıkarlarına uygun, Türkiye’nin çıkarlarına ters gelişmelerdir. Batı ile Doğu arasında yalpalayan Türkiye, çağdaş mandacıların marifetiyle emperyalist Amerika’nın yörüngesinden çıkamıyor ve tökezlemeye doğru ilerliyor.
Oysa, Türkiye’nin kesin tercihini yapma zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. Siyasi irade, gereken tercihi yapıp dik durmayı beceremiyor. “Şanghay İşbirliği Örgütü’ne tam üye olmalıyız, BRICS ülkelerine katılmalıyız” diyenler, “Türkiye Batı ülkesidir” diye emperyalistlerden kopamıyorlar. Ağustos ayının başında Dışişleri Bakanı’nın ağzından “Yeniden Asya Açılımı” ilân eden Türkiye, yüzünü yine de Batı’dan Doğuya çeviremiyor. Genetik değişimle sözde çağdaşlaşmış mandacıların etkileri sürüyor. ABD müttefikliği ve NATO üyeliği var oldukça, çağdaş mandacılar etkili olacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 31 Ağustos 2019 günü Harp Okulları diploma törenindeki konuşmasında, “Son zamanlarda NATO pek çok çuvallamış olsa da bizim ve müttefiklerimiz için hâlâ en önemli savunma olmayı sürdürüyor. Ne NATO üyeliğinden ne de müttefiklerimizden vazgeçmek gibi bir niyetimiz yoktur” diyordu. NATO’nun lideri Amerika, onu yalnızca kendi çıkarı için kullanıyor. Türkiye’ye parasını verdiği F-35 uçaklarını teslim etmeyen, ortak projeden dışlayan ABD ne müttefik ve ne de NATO ortağı sayılır. 27 Ağustos’ta Rusya’da Havacılık Fuarı açılışında Putin ile Erdoğan’ın konuşmalarından anlaşıldığına göre, uçak açığını Rus yapımı Su-57 uçaklarıyla karşılayacak Türkiye’nin NATO üyeliği etiketine ihtiyacı olmamalı.
Amerika, NATO müttefiki Türkiye’ye ihtiyacı olan silahları vermiyor, Türkiye stratejik ortağı Rusya’dan alıyor. 27 Ağustos’ta Erdoğan-Putin görüşmesinde konuşulduğuna göre, şimdi de Su-57 Rus savaş uçaklarının alınması söz konusu. Bu koşulda ABD müttefikliği ve NATO üyeliği, Türkiye için çağdaş mandacılık olmaktan başka anlam taşıyor mu?
Fransa-Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın lider ülkeleri NATO dışında ortak savunma peşinde iken, Türkiye’nin NATO’ya takılıp kalması zaten doğru da değil. Üstelik NATO anlaşmasının 5’inci maddesinde yer alan “Taraflar, Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yönelmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği…” şeklinde ifade olunan birlikte savunma hükmünü, herhalde Avrupa ülkesi diye görmediklerinden olacak ki Türkiye için işletmedikleri geçmişte kanıtlandığından, NATO’da kalmanın anlamsızlığı çok açık.
Kırım sorununa önce tarih penceresinden bakmak, sonra Ukrayna’dan kopuş nedenleri üzerine eğilmek gerekir. Bugünkü Kırım 544 yıl önce Türklükle bağlantısı olan Kırım değil, son 227 yılda Kırım giderek Ruslaşmış bir yer.
Osmanlı Döneminde Kırım
Kırım’a tarih penceresinden bakarsak, öykünün başlangıcı Altun Orda (Altın Ordu) Tatar-Moğol devletine kadar dayanır. Batı Avrasya’nın güneyinde bulunan Kırım, Tatar devleti olarak Kırım Hanlığı biçiminde tarihte yer almıştı. Fatih Sultan Mehmet döneminde, 1475 yılında Osmanlılar Kırım’a ayak basmış ve Hanlık dağılana kadar onun hamisi ve en büyük müttefiki olmuşlardı. Ne yazık ki 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı yenilgiyle sonuçlanınca, bir hezimet olan Küçük Kaynarca Antlaşması sonucu Kırım bağımsız devlet statüsüyle Osmanlı’dan koparılmış, Rusya tarafından hızlı bir şekilde ilhak edilerek, 1792’de Çarlık Rusyası’na bağlanmıştır.
Tarih diye başlamışken, tarihin film şeridini hızla gözümüzün önünden geçirelim. 1854-1856 yıllarında İngiltere, Fransa ve Osmanlı Devleti ile Rusya arasında adı Kırım Savaşı olan bir savaş yaşandı. Savaş Kırım için olmayıp esasen Kırım’da yaşanan bir savaş da değildi. Karadeniz dışında Kafkaslar, Tuna kıyıları ve Baltık Denizi’ne uzanan savaş alanı vardı. Bu savaş 1856 Paris Antlaşması ile son buluyor, Kırım’ın statüsünde bir değişiklik olmuyor, Avrupa güçler dengesi Fransa ve İngiltere lehine değişiyordu. Karadeniz’in doğusundan Adriyatik Denizi’ne kadar bir Avrupa siyasi kuşağı oluşturulmuş, Rusya’nın güneye inmesi engellenmişti.
Paris Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun kazancı göstermelik Avrupa devleti olarak kabul edilmesi, Fransa ve İngiltere tarafından koruma sözü verilmesiydi. Hasta adam denilen Osmanlı devleti Avrupa devleti diye kabul olunurken, Rusya o günün Avrupa’sından dışlanıyordu. Nitekim, Rusya ondan sonra Batı’dan ayırdığı yüzünü Asya’ya çevirmiştir. Savaş nedeniyle Avrupa devletlerine borçlanan Osmanlı ise tam bir ekonomik çöküntüyle Düyun-u Umumiye bataklığına sürüklenmiş, borcu Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenmiştir.
Ruslaştırılan Kırım’ın Sovyetler ve Ukrayna Dönemi
Kırım Hanlığı son bulunca, yüzbinlerce Tatar Romanya ve Bulgaristan üzerinden Osmanlı’ya göç etmiştir. Azalan Tatar nüfusunun yerine ise Çarlık Rusyası’nın çeşitli yerlerinden gelen Slavlar yerleşmiştir. Böylece Kırım giderek Ruslaştırılmıştır. Sovyet Devrimi sonrası bir süre bağımsız sosyalist cumhuriyet olarak kalan Kırım, Sovyetler Birliği kurulunca, Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlanmıştır. Kırım’da kalan Tatar nüfusun önemli bir bölümü, İkinci Dünya Savaşı’ndaki Alman işgali sırasında Nazilerle Ruslara karşı işbirliği yapmıştır. Bu Tatarlar savaş sonrası 1944 yılında Orta Asya ve Sibirya’ya sürülmüştür. Bir milyonu aşkın Tatar nüfus sürülerek Kırım’dan atıldığından, Kırım’ın Ruslaştırılması pekiştirilmiştir.
1954 yılında Sovyetler Birliği egemenliğinde iken, kendisi de Ukraynalı olan Sovyet devlet adamı Nikita Kuruşçev’in kararıyla Kırım, Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nden çıkarılıp Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlanmıştı. Durup dururken yapılan bu değişiklik, Ukrayna’ya bir hediye idi, Sovyet turizm bölgesinin armağanı olmaktan öte bir anlamı da yoktu. Ancak, o gün için Sovyetler Birliği’ni oluşturan 15 ülke arasında birlik içi sınır düzenlemesi, Sovyetlerin iç işi olan basit bir düzenleme gibi görülüyor, kimse karşı çıkmıyordu. Oysa, Ruslaştırılmış Kırım halkının bu düzenlemeyi içine sindiremediği 60 yıl sonra ortaya çıkacaktı.
1989 yılında alınan bir kararla İkinci Dünya Savaşı sonrası sürgün edilmiş Kırım Tatarlarına ülkelerine dönme izni verilince, on binlerce tatarın geri dönüşü, Ruslaştırılan Kırım’da gerginlik yaşanmasına neden oldu. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağılınca, Kırım Ukrayna’ya bağlı olarak bugünkü Rusya Federasyonu’nun dışında özerk bölge oldu. Bunun nedeni, Karadeniz’deki Sovyet donanmasının Rusya ve Ukrayna arasında paylaşılmasında yatıyordu. Moskova yönetimi bu sayede Karadeniz’deki askeri hükümranlığını sürdürmek istemiş, doğalgaz boru hatlarının geçtiği Ukrayna’yı da gücendirmek istememişti. Üstelik gerekirse Kırım’ı Ukrayna’ya karşı bir üs olarak kullanmayı düşünmüştü.
Batının Çıkardığı Karışıklıkta Ukrayna’dan Kopup Rusya ile Kucaklaşan Kırım
ABD, Rusya Federasyonu’na karşı Karadeniz coğrafyasında düzenleme yapmaya kalkışıyor, Ukrayna ve Gürcistan’ı NATO üyesi yapmak istiyordu. Ukrayna, ABD’nin sarı devrim veya kadife devrim gerçekleştirmek istediği bir ülkeydi. Batı ülkeleri de ABD’nin yanındaydılar. 2014 yılında Ukrayna yapay devrim hareketleriyle karıştırılmış, Batı desteğinde yeni bir yönetim oluşturulmuştu. Ukrayna karışıp Batı şemsiyesi altına girince, Ruslaştırılmış Kırım halkı Rusya’ya bağlanma isteğiyle ortaya çıktı. Mart 2014’de yapılan referandumla Kırım halkı yüzde 97 oy oranıyla Ukrayna’dan ayrılma isteğini ortaya koydu.
Kırım, 16 Mart 2014 halk oylaması sonucu Rusya ile kucaklaştı.
Rusya Devlet Başkanı Putin referandum sonucu Kremlin’de kameraların karşısına geçerek, “Kırım, Birleşmiş Milletler’in şartlarına uygun biçimde bağımsızlığını ilân etti” diyordu. Putin’in referandumun demokratik ve yasal iddiasına karşın, ABD ve Batılı müttefikleri referandumu tanımadıklarını açıkladılar ve Rusya’ya yaptırım uygulamaya kalkıştılar. Batının bu tutumuna karşın Kırım Başbakanı, Kırım Meclis Başkanı ve Sivastopol Belediye Başkanı tarafından, Kırım ve Sivastopol’ün Rusya’ya bağlanması, için anlaşma imzalandı. Anlaşmayı Rusya Anayasa Mahkemesi ve Parlamentosu da onayladı. Kırım Ukrayna’nın özerk bölgesi olmaktan çıkıp Rusya Federasyonu’nun 22’nci Cumhuriyeti oldu, Sivastopol de başkenti. Kabul edilmesi gereken gerçek bu.
Bu arada Tatarlar Kırım’ın yerli halkı olarak kabul olunma statüsü isterken, Putin, geçmişte Tatarların adaletsizlikle karşılaştığını kabul ederek, koşulların iyileştirileceğini, Kırımda Rusça, Ukraynaca ve Tatarca olmak üzere üç dilin kullanılmasını kabul ettiklerini açıklamıştır. Ancak, Ruslaşmış Kırım’ın Tatar ülkesi niteliğinin kalmadığı başka bir gerçek. Kırım, Karadeniz’i Azak Denizi’ne bağlayan Kerç Boğazı ve Sivastopal limanı ile askerî bakımdan stratejik bir yer. ABD ve Batılı emperyalistler Kırım’ı karıştırıp Rusya’ya karşı kullanmak, Ukrayna sayesinde stratejik yerlere konuşlanmak peşindeler. Bu nedenle Kırım’ın statüsüne karşı çıkmak, ABD ve Batılı emperyalistlerin yanında yer almak oluyor.
Türkiye’nin Çıkarı Ukrayna Müttefikliğinde Değil, Rusya ile Uzlaşmakta
1 Aralık 2014 günü Ankara’ya gelen Putin, Karadeniz altından Avrupa’ya gaz taşıyacak Güney Akımı projesinden vazgeçtiklerini, onun yerine bu yıl sonu tamamlanacak olan Türk Akımı projesini önermişti. 16 Kasım 2015’de Antalya’da G20 zirvesi sırasında gerçekleşen Putin-Erdoğan görüşmesinde, Türkiye’nin Suriye’de ABD’nin oluşturmaya çalıştığı Kürt koridorunun önlemesi için askerî harekât yapma isteği de kabul edilmişti. Hemen ardından 24 Kasım 2015’de Suriye’de devriye uçuşu yapan Rus savaş uçağının Türkiye sınırında, ABD-FETÖ komplosuyla düşürülmesi, iki ülkeyi karşı karşıya getirmişti. ABD’nin istediği iki ülkenin çatışmasıydı, ama aklıselimle tuzağa düşülmeden gerginlik bir süre sonra atlatıldı.
ABD destekli 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra, Türkiye’nin yanında yer alan ülke Rusya oldu. O sıra Batılı ülkeler ve NATO müttefiklerimiz, Türkiye’de yönetimin çökmesini ve karışıklık çıkmasını bekliyorlardı. Üstelik Rusya darbe istihbaratını Türkiye’ye önceden bildirerek, dostluğunu kanıtlamıştı. Bastırılan darbe girişimi sonrası, Putin ve Erdoğan’ın Moskova’da yaptıkları görüşme, Türkiye-Rusya stratejik işbirliğinde dönüm noktası olmuştur.
Astana sürecinde olumlu adımlar bu sayede atılmış, Suriye’de Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı askerî harekâtları, Rusya’nın anlayış göstermesi sonucu yapılmıştır. Fırat’ın doğusunun temizlenmesi için de ABD ile oyalanmak yerine Rusya’nın desteği gerekiyordu. Rusya’nın desteği, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin çıkarlarının savunulup korunmasında da önemli. Hava savunma sistemi S-400’ler bu stratejik işbirliği kapsamında alınmıştır. Buna tepki olarak ABD’nin vermediği F-35 uçakları yerine Türkiye kendi yerli savaş uçağını yaparken ve yapıncaya kadar gerekecek yeni nesil uçak temin ederken Rusya işbirliğine ihtiyacı var. Dolayısıyla, Türkiye için Ukrayna müttefikliğinden önce Rusya dostluğu gerekiyor.
Kırım’ın Statüsünün Tanınması Karşılığı KKTC’nin Bağımsızlığının Tanınması
Kıbrıs’ta çözüm ne esnek federasyonda ne de konfederasyonda, çözüm Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız devlet olarak tanınmasındadır. Bu tanınma için iki kilit ülke var, bunlardan biri Rusya’dır. Rusya’nın da Türkiye’den bir beklentisi var, o da Kırım’ın statüsünün tanınmasıdır. Kırım’ın artık ne Türk ne de Tatar kimliği kalmıştır. Türkiye fanatik düşünceye kapılamaz, asırlar öncesine gömülmüş Kırım üzerinde Tatarlar için olsa bile herhangi bir hak iddiasında bulunamaz. Kırım halkı Rusya ile kucaklaşmak istemiştir, yapılan referanduma ve sonucuna saygı gösterilmelidir.
Türkiye, Rusya’nın isteğine olumlu yanıt verip Kırım’ın bugünkü statüsünü tanımalıdır. Bu tanıma karşılığında Türkiye’nin de Rusya’dan isteği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması olmalıdır. Bu fırsat ortada iken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın emperyalist ABD ve Batı’yı memnun etmekten öte geçmeyen, “Türkiye, Kırım’ın yasa dışı ilhakını tanımamıştır ve tanımayacaktır” açıklaması talihsiz bir açıklamadır. Bu açıklamanın gerekçesi “soydaşlarımızın tarihi anavatanları Kırım’daki varlıklarının devamı, kültürlerinin ve kimliklerinin korunması, temel hak ve hürriyetlerinin güvence altına alınması önceliğimiz olacaktır” gibi bir gerekçeye bağlanamaz. Çünkü, soydaşlarımızın o anavatanı 227 yıl önce kaybedilmiştir.
7 Ağustos 2019’da Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy görüşmesinin ardından basına yapılan açıklamada, Erdoğan’ın Kırım’ı Rusya’nın yasadışı ilhakıyla suçlaması gerçekle bağdaşmayan talihsiz bir açıklama olmuştur.
Zelenskiy’e Hoşgörünün, Kırım Sözünün Arkasında Başka Neden mi Var?
Zelenskiy-Erdoğan basın toplantısından dört gün sonra, 11 Ağustos bayram arifesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sanki “Bayramınız kutlu olsun” dercesine, basında “Erdoğan’ın damadı Ukrayna ile ortak silah şirketi kurdu” manşeti yer aldı. Anadolu Ajansı’nın “Baykar, Ukrayna ile ortak şirket kurdu” haberine dayanan bir başlıktı. Haber, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’ın Teknik Müdürlüğü’nü yaptığı Baykar Makina’nın iştiraki olan Baykar Savunma ile Ukrayna devlet silah ticaret şirketi Ukrspetseskport arasında, yüksek hassasiyetli silah ve hava-uzay teknolojileri alanında çalışacak ortak şirket kurulduğunu açıklıyordu.
Uluslararası hukuk açısından, iki süper güçten Suriye’de yasal olarak bulunanı Rusya, yasa dışı işgalci olanı ise ABD. Hukuki statü bu olmasına karşın, ne yazık ki bu iki güç arasında Suriye üzerinde zımni ve gizli bir anlaşma olmalı ki Rusya ve ABD, Suriye coğrafyasında birbirlerinin ayağına basmamaya özen gösteriyorlar. Suriye hava sahasında uçakları, kara sahasında askerleri karşılaşmıyor. Türkiye ise Suriye’de ABD ve Rusya arasında kalmış durumda. Her iki taraf da Türkiye’yi kendi görüşlerine göre yönlendirme çabasındalar, Türkiye de ister istemez bundan etkileniyor.
Fırat’ın batısında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile birlikte kontrol ettiği yerler ve İdlib ile Münbiç dışında Esad’ın egemenliği var, ama Fırat’ın doğusunda şu an için Esad yönetimi yok. Burası tümüyle ABD korumasındaki PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD (siyasi kanat) / YPG (silahlı kanat) güçlerinin elinde. ABD burada Kürt devleti oluşturmakta. Türkiye, bekası açısından tehlikeli gördüğünden bunu istemiyor. Fırat’ın doğusu üzerinde ABD ile Türkiye’nin anlaşması, sorunun özüne aykırı. Dolayısıyla, Amerikan tarafının baskısıyla ulaşılan ABD-Türkiye Ortak Harekât Anlaşması aslında bir aldatmaca. Amerikan tarafı Türkiye’yi engelleme, Türk askerinin bölgedeki hareketlerini denetleyebilme çabasında.
Başkan Trump, geçen yıl DEAŞ’ın etkisini yitirmesiyle, Suriye’den çekileceklerini söylemiş, hazırlıklara girişilmişti. Türkiye, PYD/YPG konuşlanmasına karşı gerekli gördüğü Güvenli Bölge operasyonunu, Amerika çekilinceye kadar askıya almıştı. PYD/YPG ve İsrail, ABD’nin çekilmesine karşı çıkıyorlardı. Pentagon’u elinde tutan evanjelist şahin kanat, “Suriye’den çekilmenin stratejik açıdan doğru olmayacağı” görüşündeydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bir gece ansızın gelebiliriz” dedikçe, Trump çekilmekten vazgeçti, ABD’nin PYD/YPG’ye silah sevkiyatı ve desteği arttı. ABD artık Suriye’de kalıcı işgal gücü. PYD/YPG ise Fırat’ın doğusunda garnizon devletine sahip. Suriye topraklarının yüzde 35’i PYD’nin kontrolü altında.
ABD ve Türkiye Açısından Fırat’ın Doğusu
Dün ABD-İsrail ve İngiltere’nin kirli kumpasıyla kurulan ve Suudi Arabistan tarafından finanse edilen IŞİD (DEAŞ), Ortadoğu’yu biçimlendirmek için emperyalist kuklası bir araçtı. İslami terör örgütü bu kuklayla mücadele adına Batı’da koalisyon oluşturulmuş, ABD illegal biçimde Suriye’ye girmişti. Kürdistan peşindeki ABD, “DEAŞ’a karşı mücadeleyi PYD/YPG eliyle yürütüyorum” savıyla, PKK’nın uzantısı teröristleri burada palazlandırdı. Son kullanım tarihi dolup da DEAŞ’ın defteri dürülünce, eline geçirdiği Fırat’ın doğusundaki Arap toprakları, ABD’nin isteğiyle PYD/YPG’ye bırakıldı. ABD’nin bu coğrafyadaki tek stratejik hedefi, İsrail ile birlikte planladığı Kürdistan’dır.
Haritada üçgen biçiminde yer alan ve Suriye’nin yaklaşık üçte biri büyüklüğündeki bu coğrafya için George Soros’un Uluslararası Kriz Grubu, Suriye’nin doğal kaynaklarının yüzde 80’inin bu topraklarda olduğunu rapor ediyor. Suriye’nin petrol ve doğalgaz kaynakları da bu coğrafyada. Türkiye’den Suriye’nin kuzeydoğusuna uzanan kesimde jeolojik olarak yer alan silüriyen tabaka petrol zengini tabaka olarak biliniyor. Fırat üzerindeki Tapka barajı da doğudan kontrol ediliyor. Bugün için Esad yönetiminin yani rejimin erişemediği ve Suriye Ordusu’nun etkili olamadığı bu coğrafya, zengin doğal kaynakları nedeniyle, ABD tarafından illegal Kürt devletine tahsis edilmiş bulunuyor.
Fırat’ın doğusu, PYD/YPG garnizon devletçiğine ABD’nin tahsis ettiği alan.
ABD, PYD/YPG’ye 2014’den bu yana 25 bin TIR dolusu silah yardımı yaparak, 60 bin kişilik terörist Kürt ordusu oluşturmuş durumda. Bunun 110 bine çıkarılması isteniyor. ABD, 60 bin YPG militanına maaş ödüyor. Türkiye ile Barış Koridoru anlaşmasına varılırken bile, ABD’nin PYD/YPG’ye silah yardımı sürüyordu. Bu yılın son yedi ayında 2060 TIR yükü silah ve malzeme verildiği biliniyor. Fırat’ın doğusunda Kürt garnizon devletçiğini korumak için ABD’nin de 20 kadar askeri üssü var.
Bu devlet yapılanması için 30 bin kişilik polis gücünün, 120 bin kişilik kamu görevlisinin örgütlendirildiği bildiriliyor. Kısacası resmen ilân edilmemiş bir garnizon devletçiği bulunuyor. Amerika kendi kurduğu bu yapının Türkiye tarafından yıkılmasını istemiyor. Bu nedenle aldatmaca ve oyalama taktiklerine sarılarak, Barış Koridoru’nu ortaya attı. Barış Koridoru, PYD/YPG garnizon devletçiğini koruma amaçlı bir proje. Türkiye’nin yıkıcı gücü karşısında bu devletçiğin Türk sınırından 15 kilometre geri çekilecek olması, onlar için yenilgi ve kayıp değil, yıkım tehlikesinin atlatılması için güvence.
ABD, Suriye Kürdistanı’nı ilân ettikten sonra burayı Irak Kürdistanı’nıyla birleştirmek isteyecektir. Özgür Kürdistan adlı devleti oluşturmakla da proje tamamlanmıyor, evanjelist hedef Özgür Kürdistan’ın üzerine Büyük İsrail’i oturtmaktır. Bu süreçte ara kademe Kürdistan’ın yaşayabilmesi için doğal kaynaklara sahip olması çok önemli. Ancak, Şam yönetimi bugün etkili olamasa bile, yarınlarda ve İdlib temizlendikten sonra bu coğrafyada askeri operasyonlara başlayacaktır. Mevcut zengin doğal kaynaklarını Kürtlere bırakması beklenemez. Dolayısıyla, PYD/YPG devletçiği istenmiyorsa, Türkiye’nin ABD ile değil, Rusya ve Suriye yönetimiyle uzlaşarak hareket etmesi gerekiyordu. Uluslararası hukuk açısından yasal olacak başka yol yoktu.
Fırat’ın Batısında Yapılan Operasyon Doğusunda Yapılamıyor
PYD/YPG her yerde aynı terör örgütü olsa da Suriye’de Rusya batıda, ABD doğuda konuşlandığından, PYD/YPG mücadelesinde batıda yapılan doğuda yapılamıyor. ABD, NATO müttefiki Türkiye’yi dışlayarak, PYD/YPG’yi kendine müttefik seçtiğinden, Türkiye’nin operasyonunu engelliyor. Fırat’ın batısında Türkiye’nin Kürt Koridorunu kesmek için yaptığı başarılı Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtları da ABD tarafından endişeyle karşılanmıştı. Türkiye bu operasyonlarını yaparken, ABD müttefiki PYD/YPG güçlerini Fırat’ın doğusuna kaçırma telaşındaydı. Türkiye Fırat’ın doğusuna yönelince, ABD aşılamaz set olarak karşısına çıktı. Operasyon için Türkiye, ABD’yi ikna etmede etkili olamadı, amaçlar ve çıkarlar çatıştığından etkili olması zaten beklenemezdi.
Türkiye karşı koz olarak, ülkesindeki ABD üslerini kapatmayı masaya getirmedi. ABD, Türkiye’nin, operasyonunu engelleme oyununu,16 yıl önce 2003’de Irak’ın kuzeyindeki Kürt yönetimini oluştururken de oynamış, ne yazık ki kırmızı çizgilerimizin silinmesiyle sonuca ulaşmıştı. Türkiye’den operasyona ilişkin kararlı sesler yükseldikçe, bu kez farklı olması bekleniyordu. ABD’li yetkililer, “Türkiye’nin Güvenli Bölge oluşturmasını kabul etmeyiz, izin vermeyiz” demekten öte, ciddi sonuçlar doğuracağı tehdidini yapıyorlardı. Dokuz ay konuşulan ve gerçekleştirilmesinde çok geç kalınan operasyon, işgalci ABD’nin oyalama taktikleriyle bir türlü gerçekleştirilemedi.
Güvenli Bölge oluşturmak amacıyla ABD ile yapılan görüşmelerde çok önemli zaman kaybı yaşandı, bu sürede ABD ise istediği ölçüde PYD/YPG’yi güçlendirdi.
ABD’nin İkili Oyunu ve Müşterek Harekât Merkezi Tuzağı
7 Ağustos günü Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, Zelenskiy ile basın toplantısı sonrasında, Millî Savunma Bakanlığı yetkilileri ve ABD heyeti arasında Fırat’ın doğusuna ilişkin görüşmeleri nasıl değerlendirdiği soruluyordu. Erdoğan, “Görüşmeler olumlu bir şekilde devam etti. Şimdi Suriye Barış Koridoru için bir adım atılıyor. Amerikalılarla birlikte bir Harekât Merkezi’nin kurulmasına karar verildi. Bu Harekât Merkezi’ni kurmak suretiyle buradaki süreç başlatılacaktır” diyordu. ABD’nin oyalama taktiklerine kapılmadan müdahale bekleyen Türk kamuoyuna, operasyonu durdurucu böyle bir uzlaşma haberi şok gibi geliyordu. Türkiye’ye karşı tuzak hazırlığında olduğu zaten belli olan ABD, Müşterek Harekât Merkezi ile oyalama yolunu bulmuştu.
Milli Savunma Bakanı Akar ve ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey başkanlığında sürdürülen heyetlerarası görüşmelerde uzlaşılacak bir zemin oluşmamışken, 7 Ağustos’ta görüşmelerin tamamlandığının, Suriye Barış Koridoru’nun oluşturulması için Müşterek Harekât merkezi kurularak çalışmalara başlanacağının açıklanması, Türkiye’nin içine çekildiği tuzağın ifadesiydi. Fırat’ın doğusuna çöreklenen PYD/YPG’yi koruyacak Barış Koridoru tuzağına düşülmesiyle oluşacak tepkiyi önlemek için Milli Savunma Bakanı Akar, “ABD ile olmazsa, B ve C planlarımız var” diyordu, ama endişeli sürece girilmiş olduğundan, bu söylem teselliden öte geçemiyordu. Türkiye’nin amacı değişmemiş olsa bile, izlenecek yol ve hedefe ulaşılması zorlaşmıştı.
Milli Savunma Bakanı Akar ve ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey, ABD’nin oyalama taktiğinde son adım olan Barış Koridoru üzerinde her nasılsa anlaştılar!...
ABD’li yetkililerin ikili Türkiye görüşmelerine üçlü diyalog diye, PYD/YPG’yi içeren Kuzey Suriye Demokratik Toplum Hareketini dahil etmek istediği, bu grubun bir Yürütme Kurulu üyesinin Alman Deutsche Welle (DW) TV kanalına yaptığı açıklamayla ortaya çıktı. Türkiye, ABD’nin önerisini reddetmiş, ama sonuçta PYD/YPG’nin de onay verdiği anlaşılan müşterek harekâtı kabul etmişti. Bu çelişki ne strateji ne taktik ve ne de politika açısından anlaşılır değildi. ABD ile görüşmeler uzarken, Cumhurbaşkanı Erdoğan sabrın ve beklemenin bir sınırı olacağını söyleyip durdu. Ancak Erdoğan iktidarı, ABD ile karşı karşıya gelmekten kaçınarak ve tükenen müttefikliği her ne pahasına olursa olsun sürdürme çabasından vazgeçmedi, geçemedi.
İşgalci ABD ile Uzlaşma Türkiye’yi Zora ve Sıkıntıya Soktu
Türkiye, Fırat’ın batısındaki operasyonlarını Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın meşru savunma hakkına dayandırarak, Astana süreci uyarınca Rusya ile anlaşarak, Şam yönetimini bilgilendirerek yapmış, işgalci duruma düşmemişti. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarıyla girdiği yerleri bugün Esad’a muhalif ÖSO ile birlikte kontrol altında tutarken, her ne kadar Birleşmiş Milletler nezdinde prosedürü tamamlamamış olsa bile, gerekçesi yine meşru savunma. Rusya ve Şam yönetiminin kabullendiği bu duruma karşı çıkan da yok. ABD ile ortak operasyona kalkışılması ise çok büyük yanlış oldu. İşgalci ABD ile birlikte Suriye’de askerî operasyon yapmanın, uluslararası hukukta Türkiye’yi de işgalci duruma düşürme tehlikesi var.
Türkiye ile ABD birlikte koridor oluşturmak için anlaştıklarını açıklayınca, Suriye tepki gösterdi, Esad yönetimi bunun işgal olacağını söylemekte gecikmedi. Türkiye ve Rusya gibi Astana sürecinin garantör devletlerinden İran, uzlaşmayı kışkırtıcı ve endişe verici bulduğunu, Suriye’nin toprak bütünlüğüne saldırı olacağını söyledi. Rusya ise Fırat’ın doğusunda yapılacak operasyon için Suriye yönetimiyle görüşülmesini istedi. Putin, geçen yıl bu amaçla Suriye ile yapılmış Adana mutabakatını hatırlatmış, Erdoğan da kabul etmişti. Onca zaman yitirilmeden, ABD ile masaya oturmadan, Adana mutabakatı yolu izlense, şimdi Fırat’ın doğusu çözümlenmiş olacaktı.
Güvenli Bölge’den Bekleneni Barış Koridoru Projesi Karşılamıyor
Türkiye’nin Fırat’ın doğusu için istediği Güvenli Bölge projesi, Karkamış’tan doğuya Irak sınırına dek 430 kilometreye yakın sınır hattına bitişik şekilde uzanacak, en az 20 mil (32 km) derinlikte olacak, tümüyle Türk askeri tarafından kontrol edilecek bir kuşaktı. Hattın 35-40 kilometrelik derinliğe uzatılarak, Rakka-Halep yolunu kapsaması, teröristlere ikmal hattının kontrol altına alınması isteniyordu.
Bu bölge yerleşim yerlerini de kapsayacak, ayrıca PYD/YPG unsurlarından temizlenen bölgeye Türkiye’deki sığınmacı Suriyelilerin önemli bölümü yerleştirilecekti. Bölgenin oluşturulması ve bölge içi güvenliğin sağlanmasında, Türk askerinin yanısıra ÖSO birlikleri de görev yapacaktı. Sadece insansız hava araçları değil, Türk savaş uçakları da bu bölge üzerinde görev uçuşu gerçekleştirecekti.
ABD ile Güvenli Bölge’nin ne uzunluğu ne derinliği ve ne de statüsü üzerinde uzlaşılamadı. Amerikan yayın kuruluşu Bloomberg’in ismi açıklanmayan Türk yetkililerden aldığı bilgiyle oluşturulması istenen Barış Koridoru’nun ayrıntıları medyaya sızdı ve basında yer aldı. Elde olunan bilgiye göre, bu kuşak Tel Abyad ile Resulayn arasında 125 kilometre uzunluğunda ve 14-18 ya da ortalama 15 kilometre derinliğinde olacak. Türkiye’nin daha fazla derinlik isteği kabul edilmemiş.
5 kilometre derinlikte Türk ve Amerikan askeri, ondan sonraki kesimde yalnızca Amerikan askerleri bulunacak, Türk ve Amerikan askerleri yan yana devriye yapacak ve devriyeler bir ay içinde başlayacak. Türkiye bölgeye istediği sayıda asker yerleştiremeyecek, her bir Amerikan askerine karşılık bir Türk askerinin konuşlandırılması kabul edilmiş.
Yine yetkililerden elde olunan bilgilere göre anlaşma, YPG’nin bu alandan çekilmesini, ABD’nin verdiği ağır silahların buradan çıkarılmasını, YPG’nin tahkim edilmiş mevzilerinin ve tünellerinin imha edilmesini öngörüyor. Türkiye YPG ile PYD’nin de çekilmesini istemiş olmakla birlikte, PYD’nin çekilmesi belirsizliğe itilerek kabul edilmemiş. Buna karşın, Türkiye’nin ÖSO’yu bölgeye taşıma isteğini ABD reddetmiş. Türkiye’de yaşayan sığınmacıların buraya yerleştirilmesi ise kabul edilmiş.
Anlaşmaya göre Türkiye, Fırat’ın doğusunda gözlem için insansız hava araçları uçurabilecek. Ancak, Türk savaş uçaklarının bölge üzerinde uçmasına izin verilmiş değil. Bu engelleme, Irak’ta uygulanan uçuşa yasak bölgenin Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin nasıl silindiğini akıllara getiriyor. Türkiye bölgede dört üs kurabilecekmiş. Tabii ki bu açıklamalar resmi değil, sızan bilgiler, ama doğruysa anlaşmanın getirdiği endişe konusunda haklılığımızı kanıtlıyor. Bu koşullarda oluşturulacak kuşağa ister Barış Koridoru, isterse Güvenli Bölge denilsin, PYD devletçiği ile sınır kuşağı olacak. Oysa, Türkiye’nin güvenliği PYD ile değil, Suriye ile komşu olmayı gerektirir.
ABD’nin PYD/YPG görüşünü de alarak projelendirdiği Barış Koridoru hem yeteri derinlikte değil ve hem de Türkiye’nin kontrolünde olmayacak bir kuşak.
Fırat’ın Doğusuna Böyle Değil, Ulusal Şanımıza Yakışır Şekilde Girilmeliydi
12 Ağustos günü Millî Savunma Bakanlığı tarafından Müşterek Harekât Merkezi çalışmaları kapsamında ön hazırlık için altı kişilik ABD askerî heyetinin Şanlıurfa’ya ulaştığı açıklanıyordu. Şanlıurfa’daki Müşterek Harekât Merkezi’ne gelen ABD’li komutanın EUCOM (U.S. European Command), yani ABD Avrupa Komutanlığı’na bağlı olmasına karşın, Suriye’de görev yapan Amerikan askerlerinin CENTCOM (U.S. Central Command) ABD Merkez Komutanlığı’na bağlı olması koordinasyonda çetrefilli bir oyalama mekanizması oluşturduğunu da gösteriyor.
24 Ağustos günü Milli Savunma Bakanı Akar, “Müşterek Harekât Merkezi faaliyete başladı” duyurusunu yaptı. Bakan Akar açıklamasında, “Suriye’nin kuzeyinde ABD ile Türkiye’nin koordineli olarak tesis etmeyi planladığı Güvenli Bölge için ilk adım atıldı. Harekât Merkezi tam kapasiteyle faaliyetine başladı. Birinci safhayla ilgili sahalarda uygulamaya geçilerek, teröristlere ait mevzilerin ve tahkimatın tahribine başlandı” diyordu. Bu mevziler sınıra 5 km uzaklıktaki gözden çıkarılmış alanda. Ağır silahların imha edilmeden iç kesime taşındığı biliniyor. Terör devletçiğinin silahlı gücü belli yerlerde sınırdan biraz uzaklaştırılacak, ama buradaki yapı bütünüyle yok edilmeden Türkiye’nin beka sorunu çözülemez.
Müşterek harekâtın başladığı 24 Ağustos günü, ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) sözcüsü Robertson, bir Türk ve bir Amerikalı generalin aynı helikopterle ortak keşif uçuşu yaptığını belirtiyordu. Bu uçuş EUCOM’a bağlı Amerikalı generalin komutasında yapılmış olmalı. Çünkü EUCOM, NATO’ya bağlı Türk Ordusu’na gereğinde komuta edebiliyor. Robertson, “Her iki ülkeden birer general aynı helikopterde uçtu. Bu dönüm noktasına hafta başında ortak koordinasyon merkezinin kurulmasının ardından gelinmiştir” diyerek, özde Türkiye’nin müdahalesinin engellenmiş olmasından duyduğu memnuniyeti açıklıyordu. Yabancı komutanlarla adım atmanın yanlışlığını tarih bize Çanakkale’de de Kore’de de göstermiştir.
24 Ağustos 2019 günü Türk ve Amerikalı generallerin aynı helikopterle yaptığı keşif uçuşu, Türkiye’nin tek başına hareketinin engellediğini göstermesiyle Pentagon’u memnun ediyordu.
Yakında müşterek devriyeye başlayacağı söyleniyor da bunun Türk askerini gözetleme ve engelleme dışında bir sonucu olmayacağı baştan belli. ABD ile müşterek hareket etmek, Türkiye için Suriye sorununa iyileştirici yönde bir değişiklik getirmiyor, sadece krizi öteliyor diyebiliriz. Türkiye, kendi yerli ve milli olanaklarıyla, ABD’nin onayına ve işbirliğine gerek duymaksızın, istediği güvenli bölgeyi oluşturma yolunu seçmeliydi. Bunu yapacak gücü var ve Türk halkı ordusunun zaferi için her fedakârlığı her zaman katlanır. ABD’nin gücünden çekinmez, boyun eğmez ve yaptırımlarından yılmaz.
ABD müdahalesine karşı, İncirlik başta olmak üzere, Kürecik ve Türkiye’deki diğer ABD üslerine el koyma kozu kullanılabilmeliydi. Ne yazık ki Türkiye eli-kolu bağlanmış gibi gerekeni yapamadı, harekâtı gerçekleştiremedi, hamaset söylemlerinin ötesine geçilemedi, fırsat kaçırıldı. Çünkü, iktidar gereken siyasi kararı veremedi. Türk’e yakışır müdahale için imanlı olmak yetmiyor, Mustafa Kemal Atatürk yüreği gerekiyor. Şimdi yalpalamanın sıkıntısı karşımızda, yarınlarda bedelini ödeyeceğiz.
Suriye sınırında gereken Güvenli Bölge’nin Türkiye’nin isteklerine göre oluşturulmasını yalnızca Türk Ordusu yapabilir. Bunun için iktidar, Mustafa Kemal Atatürk yüreğiyle karar verebilmeliydi. O karar bir türlü verilemediğinden Barış Koridoru karmaşası yaşanıyor.
ABD ile Ortak Operasyon TBMM İznini Gerektirir
Müşterek Harekât Merkezi’nde ve bu merkezin emrinde görev yapmak üzere Türkiye’ye Amerikan askerinin gelmesi, Amerikan üsleriyle ilgili ikili anlaşmaların dışında Türkiye topraklarında yabancı asker konuşlandırılması demektir ki, anayasa gereği TBMM’nin iznini gerektirir. Bir diğer deyişle anayasa uyarınca, Meclis’in tezkeresine bağlıdır. Böyle bir tezkere gündeme getirilmeyerek, işin mevcut ikili anlaşmalar çerçevesinde halledilmesi yolunun seçilmiş olması anayasa ihlalidir.
TBMM’den bu konuda tezkere çıkarmak, kolay olmayacaktı. Hatta 1 Mart 2003 tezkeresinin akıbetine uğrayarak reddedilmesi olasılığı da vardı. Çünkü Türkiye’nin hedeflediği Güvenli Bölge yerine, ABD’nin PYD/YPG görüşlerine uygun önerdiği Barış Koridoru, AKP içinde eleştiriliyor. İktidar tezkere çıkarmaktan bu nedenle çekinmiş olabilir. Tezkere çıkarma yoluna gidilseydi, gerçekler Meclis’te tartışılacağından, Amerikan tuzağından kurtulma fırsatı doğabilirdi. İzlenen yol, PYD/YPG garnizon devletçiğinin Suriye Kürdistanı’na dönüşmesine neden olabilir.
Türkiye’nin İdlib Sıkıntısı, Rusya’nın Tepkisi ve Göç Tehlikesi
Türkiye’nin Suriye açmazı yalnızca Fırat’ın doğusuyla değil, İdlib ve dolayısıyla Astana sürecindeki konumuyla da ilgili. İdlib sorunu şu an büyük bir sıkıntı olarak Türkiye’nin karşısında. Türkiye, İdlib’deki rejim muhaliflerini ikna ederek silah bıraktırıp bölgeden çıkarma sözü vermiş, Rusya ve İran ile mutabakat sağlamıştı, ama olmadı. Şimdi Rusya, Türkiye’nin görevini yerine getirmediğini söyleyerek, rejim güçlerinin bölgeyi kontrol altına alabilmesi için destek vermekte. Rejimin Mayıs ayından beri İdlib’deki dinci radikal gruplara yönelik askeri operasyonlarının yanısıra Türkiye’nin gözlem noktalarına yapılan tacizler, Türkiye-Rusya ilişkilerini gerginliğe sokuyor.
İdlib’deki radikal grupların başında ABD ve Batı’nın kontrolündeki HTŞ (Şam Kurtuluş Heyeti) ya da El Nusra diye bilinen dinci terör örgütü geliyor. HTŞ, İdlib’in yüzde 90’ını işgal etmişti. Suriye ordusu HTŞ ile savaşıyor, ama HTŞ sivillerin arasına karıştığı için operasyondan halk da zarar görüyor. Türkiye buna karşı çıkıyor. Son olarak Han Şeyhun kasabası HTŞ’nin elinden alındı. Bu operasyon sırasında, 19 Ağustos’ta Morik bölgesindeki 9 no.lu Türk gözlem noktasına giden Türk konvoyuna hava saldırısı yapıldı. Bu saldırının Rus uçağı tarafından gerçekleştirildiği iddiası var.
Saldırıda konvoy içindeki bir sivil araç vurulmuştu. Hassas biçimde yapılmış olduğu anlaşılan saldırıda Türk askeri araçlarında hasar ve kayıp olmamıştı, ama Millî Savunma Bakanlığı sivil araçtaki üç kişinin öldüğünü açıkladı. Ölen siviller Türk değildi, ÖSO mensubu da değildi. Basına yansıdığına göre, Müslüman Kardeşlerin silahlı gücü Feylak el-Şam örgütünün militanı idiler. Rusya’nın Müslüman Kardeşler örgütünü terörist saydığı biliniyor. Türkiye’nin tepkisi karşısında Rus Dışişleri Bakanı Lavrov, “Teröristleri vurmaya ve bu konuda Suriye hükümetiyle işbirliği yapmaya devam edeceğiz” diyordu. Aslında bu saldırıyla Rusya, Fırat’ın doğusu için Türkiye-ABD uzlaşmasından duyduğu rahatsızlığa karşı tepkisini ortaya koymuştu.
Han Şeyhun kasabasının ele geçirilmesiyle, Suriye ordusuna İdlib’in kapısı açılmış oldu. Han Şeyhun yol kavşağı üzerinde, Halep ile Lazkiye’yi, Halep, Hama ve Şam’ı birbirine bağlayan M4 ve M5 karayolları buradan geçiyor, bu stratejik yeri rejim almış bulunuyor. Operasyon sonucu Morik bölgesindeki 9 no.lu Türk askeri gözlem noktası, Suriye ordusunun kontrol alanı içinde kaldı. Esad, Türkiye’nin radikal gruplara bağlı teröristlere destek verdiği iddiasında olduğundan, buradaki gözlem noktasının konumu kritik ve tartışılır oldu. Ancak Türkiye, Rusya’nın 9 no.lu gözlem noktasını başka yere taşıma teklifini kabul etmedi.
Suriye ordusu İdlib’in kuzeyine doğru ilerleyerek, Türkiye’nin 8 no.lu ve 10 no.lu gözlem noktalarına yaklaştı. 22 Ağustos’ta 8 no.lu Türk gözlem noktasının 300 metre yakınına Suriye jetleri tarafından ateş açıldığı haberi, stratejistler ve askeri uzmanlar tarafından, Türkiye’ye Rusya’nın desteğiyle yapılan, “Safını belirle” uyarısı olarak değerlendirildi. Sonrasında 10 no.lu gözlem noktasının 500 metre uzağında şiddetli çatışmalar yaşanırken, gözlem noktasının bulunduğu yere havan mermisi düşüyordu. Milli Savunma Bakanı Akar, “İdlib’de personelimize zarar gelirse meşru müdafaa hakkımızı kullanırız” diyerek uyarmış bulunuyor.
Öte yandan 9 no.lu Türk gözlem noktasının alanı Suriye ordusunca kuşatıldıktan sonra, Lübnan televizyonuna demeç veren Esad’ın bir danışmanı, Türk gözlem noktaları ve dinci terörist El Nusra Cephesi’nin silah alışverişi yaptıklarını iddia ediyor, “Morik’deki Türk gözlem noktası kuşatma altında, Suriye ordusu bu noktayı ve militanları imha edebilir” diye tehlikeli bir açıklama yapıyordu. Bu açıklama, Suriye’nin provokasyona kolayca sürüklenebileceğini gösteriyor. İdlib’de ABD ve Batı kontrolündeki dinci radikal gruplar olsun, Türkiye destekli ÖSO ve Suriye ordusu güdümündeki gruplar olsun, yapabilecekleri provokasyonla Türkiye ve Suriye’yi akıldışı bir silahlı çatışmaya sürükleyebilirler.
İdlib’deki Türk gözlem noktaları rejim ve HTŞ çatışmasında atışa maruz kalabiliyor, Esad yönetimi ve Türkiye arasında mevcut gerilimi artırıyor. Buralara yapılacak provokasyonla Suriye ve Türkiye çatışması düşleyenler olabilir. Ancak, böyle akıldışı bir çatışmanın kazananı sadece işgalci ABD, kirli emeller peşindeki İsrail ve emperyalist Batı olur.
Türkiye ve Suriye’nin silahlı çatışması her iki ülkenin, Astana sürecinin garantörü Rusya ve İran’ın aleyhine, sadece ABD, İsrail ve Batı’nın lehine olur. İdlib sorununun çözümlenmesi ise Türkiye’nin çıkarına olacaktır. Rus stratejist ve siyaset adamı Dugin, “İdlib sorununun çözümünden sonra final aşamasına, yani Kürt meselesinin çözümüne ve Suriye topraklarından Amerikan birliklerinin çıkması talebine, ardından da son ayarlarla geleceğin Suriye modeli üzerinde uzlaşmaya sıra gelecektir. İdlib, geleceği belirleyecek mihenk taşıdır” diyor. Dugin’in Kürt meselesi çözümünden kastı, Fırat’ın doğusundaki PYD/YPG garnizon devletçiğinin tasfiyesidir. Şu anda ateş-kes olsa da Suriye ordusu ilerliyor, Rusya ve rejim hedefe gidiyor, İdlib’de sona yaklaşılıyor.
İdlib’deki 2,5 milyon kadar nüfusun önemli bir kısmı çatışmalardan kaçarak Türkiye sınırına yığılabilir. Nitekim, yüz binlerle ifade edilen göç akımı başlamış durumda. Büyük bir göç dalgasında sınır kamplarının yetersiz kalacağı biliniyor. Türkiye’ye girecek mültecilerin arasına terörist radikal cihatçıların karışma tehlikesi var. Dolayısıyla, Türkiye’nin güvenliğini tehdit edici bir göç bile olabilir. Türkiye’den 3,5 milyon Suriyeli sığınmacı gönderilmek istenirken, yeni sığınmacıların gelmesi Türkiye’de istenmeyen karışıklıklar ve huzursuzluk çıkarabilir. Görünen o ki Türkiye’nin İdlib sınırına da Güvenli Bölge inşası gerekiyor.
Suriye’den Hatay’a göç edecek Amerikan yanlısı radikal güçler ve YPG militanları, Pentagon’un gizli planları doğrultusunda, Türkiye’nin önünü kestiği Kürt koridorunun acısını çıkarmaya ve alternatif koridor için terminal açmaya kalkışabilirler. Türk toprağı Hatay Türkiye’den koparılmak istenebilir. Büyük İsrail peşindeki siyonizm hayranı evanjelist Amerika’nın planları çok boyutlu. Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda Suriye sorununun çözümü için atılması gereken en önemli adım; “Esed” politikasının terk olunarak, “Esat” politikasına dönülmesi, Suriye’de Amerika’yı dışlayarak, Rusya ve İran başta olmak üzere bölgesel iş birliğinin güçlendirilmesi olacaktır.
Avrupa’nın ve özellikle İngiltere’nin emperyalist kültürü, Amerikan emperyalizmine de kaynak olmuş, dünyada Batı kökenli Avro-Amerikan hegemonyası hâkim kılınmak istenmiştir. Türk Ordusu’nun Batı emperyalizmine yaşattığı üç önemli hezimet sırasıyla; Çanakkale Muharebesi, Kurtuluş Savaşı ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’dır.
Doğu Akdeniz’in en büyük adası olan Kıbrıs’ın askerî açıdan stratejik önemi büyüktür. Kıbrıs, 1571’den 1974’e şehit kanlarıyla sulanmış Türk toprağı olmanın ötesinde, Anadolu’nun güvenliği ve Türkiye’nin bekası için vazgeçilemez doğal üs konumundadır. Avro-Amerikan hegemonyası yanlıları, 1974 Barış Harekâtı sonucu kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni hazmedemediklerinden tanımamışlar, ortadan kaldırma çabasından da vazgeçmemişlerdir. Batının bu çabası halen Birleşmiş Milletler çatısı altında, “Kıbrıs çözüm süreci” kılıfıyla yürütülmektedir.
Emperyalist Batı bu süreçte Avrupa Birliği’ni kullanmış, Birlik hiçbir zaman Türkiye’yi üye olarak almak istememiş, sürekli oyalamış, ama Türkiye’nin karşı koyamayacağı bir yöntemle Kıbrıs Rum devletini kendi üyesi yaparak, Türk kesimine üyelik havucu uzatıp Kıbrıs’ı Türkiye’den koparmaya çalışmıştır. 2004’de Annan Planı referandumuyla az daha amaçlarına ulaşıyorlardı, ama doyumsuz Rum kesimi planı yeterli bulmayıp reddederek, Türk tarafını da içine düştüğü tuzaktan kurtarmış oldu. Emperyalistlerin Yunan ve Rum kesimine sağladığı destek dün olduğu gibi bugün de sürüyor, gelecekte de kesintisiz süreceğine kesin gözüyle bakmak gerekiyor. Doğu Akdeniz ve Kıbrıs üzerinde ABD destekli Batı’nın kurguladığı her türlü oyun sahnelenecektir.
Bugün Kıbrıs’ta biri Türk devleti, diğeri Rum devleti olmak üzere iki devlet, temelde biri Türk ve diğeri Rum olmak üzere iki millet vardır. Batı bu iki devletten tek devlet, iki milletten tek millet çıkarma hokkabazlığıyla çözüm sürecini, son kez Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres’in çerçevesi kapsamında bir buçuk yıl önce 2017’de gerçekleşen ve masanın devrilmesiyle son bulan Crans Montana Zirvesi’ne kadar sürdürdü. Türk tarafının verdiği sakıncalı tavizlere karşın, Rum tarafı masayı terk etti. Çünkü Rum tarafı adı ister gevşek federasyon olsun, isterse başka bir şey olsun, Türk tarafı ile iki çatılı da olsa aynı devlette birleşmek istemiyor, uzun dönemde Türk tarafını azınlık statüsüne düşürecek şekilde Ada’nın tamamını istemekten vazgeçmiyor.
Crans Montana sonrası Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde, bundan böyle federasyon bazlı görüşmelerle sonuca ulaşılamayacağı anlaşıldığından, bağımsız devlet olarak tanınma stratejisinin izlenmesi ve Rumlarla tekrar masaya oturmaktan vazgeçilmesi görüşü ağırlık kazanmıştı. Ancak bu görüşü içine sindiremeyen, Rumlarla masaya oturma sevdalısı bir Mustafa Akıncı vardı ki, ne yazık bu kişi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı koltuğunu işgal ediyordu. Bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde sözde çözüm süreci ve devletin bekası konusunda hükümet ve Cumhurbaşkanı taban tabana zıt görüş içindeler. Cumhurbaşkanı Rumlarla Federasyon, hükümet Rumlardan ayrı bağımsız devlet istiyor.
Akıncı-Anastasiadis Görüşmesi Yeni Tuzağın Kapanıydı
9 Ağustos’ta Akıncı ile Rum Yönetimi Lideri Anastasiadis, Birleşmiş Milletler Kıbrıs Özel Temsilcisi Spehar’ın ev sahipliğinde ara bölgede, üç buçuk saatlik bir görüşme gerçekleştirdiler. Görüşmede, Doğu Akdeniz’deki gerilim, hidrokarbon kaynaklarının değerlendirilmesi konusunda Akıncı’nın ortak komite önerisi, güven artıcı önlemler konuşulmuş, hiç gerekmediği halde Kıbrıs’ta çözüm diye yeni bir müzakere yolu açılması gündeme taşınmıştı.
Güney Kıbrıs Rum Lideri Anastasiadis ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Akıncı’nın 9 Ağustos 2019 günü gerçekleştirdikleri görüşme, Rum tarafının isteğiyle çözüm sürecinin yeni oyunlarla başlatılması için Türk tarafına kurulan tuzağın ilk adımı oldu.
Görüşmenin ardından yapılan ilk açıklama, iki liderin Eylül ayında New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun ardından Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ile birlikte üçlü görüşme için anlaştıkları oluyordu. Birleşmiş Milletler tarafından yapılan açıklamada liderlerin üçlü görüşmeye hazır oldukları duyuruluyor, “sonuç odaklı görüşmelere olanak sağlayacak referans koşulların tamamlanmasının aciliyetinin vurgulandığı” bildiriliyordu. Birleşmiş Milletler Kıbrıs Özel Danışmanı Lute’un bu amaçla liderlerle temasını sürdüreceği kaydediliyordu.
Akıncı, New York’taki görüşmenin üçlü yapılacağını, ancak devamında kendi önerdikleri şekliyle beşli görüşmelerin gerçekleşebileceğini söylüyordu. Kısacası, Crans Montana’da devrilen masa ayağa kaldırılmaya çalışılıyordu. Akıncı açıklamasında, “Ayrılık noktaları hâlâ var. Bir diyalog içinde bu sıkıntıları aşabilmenin yolunu bulmak için çaba harcıyoruz. Bize düşen görev diyaloğu sürdürmek” diyordu. Hidrokarbon konusunda Rum tarafının olumsuz bir tutum içinde olduğunu ekliyordu. Rum lider Anastasiadis ise Ankara’nın tutumundan şikâyet ediyor, “Ankara çözüme yardımcı olmak istiyorsa, iyi niyet göstermeli ve olumlu ortamı oluşturmak için hidrokarbon aramalarına son vermeli” açıklamasını yapıyordu.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet’inde iktidardaki Ulusal Birlik Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Tatar, görüşmeye ilişkin değerlendirmesinde, “Ortada büyük tuzak var. Amaçları bizi Türkiye’den kopartmak, sonra emellerine ulaşmaktır” diyordu. Ankara ziyaretinde Türk yetkililere görüşlerini anlatan Tatar, “Türkiye’nin garantörlüğünü istemiyorlar. Art niyetli olmasalar neden bunda ısrar etsinler ki? Önerdikleri Avrupa Birliği’ne bağlı güvenlik, Kıbrıs Türkü için geçerli olamaz, Avrupa Birliği’nin ne olacağı belli değil. Yunanistan Başbakanı garantörlükler için ‘modası geçmiş’ diyor. Hayır, modası geçmedi. Şimdi en az eskisi kadar Türkiye’nin garantörlüğüne ihtiyacımız var. Bunu istemeyen bizimle anlaşma istemiyor demektir” diye ekliyordu.
Kıbrıs konusunda Kıbrıs Türk halkının beklentilerine uygun federal temelde bir anlaşmanın imkânsız olduğunu vurgulayan Tatar, “Biz iktidar partisi ve hükümet olarak Kıbrıs Türkleri’nin beklentilerine uygun federal temelde bir anlaşmayı Rum tarafının tutumu nedeniyle zor, hatta imkânsız olarak görüyoruz. Dolayısıyla bizler iki devletli çözüme gidilmesi gerektiğini halkımıza ve tüm muhataplarımıza anlatıyoruz. Türk tarafı bu gerçekten hareketle görüşme olacaksa, farklı alternatiflerin masaya getirilmesini sağlamalıdır, bu şarttır” şeklinde çözüm önerilerini açıklıyordu.
Tatar, Akıncı’nın ifadesine göre görüşme talebinin Anastasiadis’ten gelmiş olduğunu, oysa görüşmeler için zeminin ve şartların oluşmadığını vurguluyordu. “Birleşmiş Milletler Yetkilisi Lute bir yıl uğraştı bir ortak vizyon bulamadı” diyerek kadife ayrılığın gündeme gelmesini istediklerini, şu anda Kıbrıs’ta zaten iki ayrı devletin olduğunu, başka bir oluşuma yama olmak istemediklerini ısrarla vurguluyordu. Kuzey Kıbrıs’taki sosyo-ekonomik ve siyasal yapının küçümsenecek bir yapı olmadığını kaydeden Tatar, Türkiye’nin desteğiyle ülkenin bu aşamaya geldiğini, bu saatten sonra kimsenin boyunduruğu altına girmeyeceklerini belirtiyordu.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Akıncı ve Başbakanı Tatar. Devletin zirvesinde devletin geleceği için taban tabana zıt görüşlere sahip iki yönetici. Akıncı Rumlarla federasyon çatısı altında birleşmekten, Tatar ise devletin bağımsız olarak sürmesinden yana.
Çıkmaz Yola Uzanacak Kısır Süreç Başladı
2017’de Crans Montana’da sözde çözüm sürecinin çöktükten sonra Akıncı, geçen yıl Rum lider ile görüşmesinin ardından zihniyet değişikliği görmediğini söylüyordu. Rumlarda yine bir zihniyet değişikliği yok. Anastasiadis şimdi Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerinin Kıbrıs’taki ortamı zehirlediğini ileri sürüyor, provokasyon ve işgal olarak niteliyor. Kıbrıs Türk tarafının siyasi eşitlik isteğine karşı çıkıyor, bu isteğe eşitsizlik ve haksızlık olarak bakıyor. Rum yönetiminde etkili olan Rum Kilisesi Başpiskoposu Hrisostomos, çözümde Türkiye’nin müdahale hakkının olmaması şartını öne sürerek, “Ada, Türk askerinden ve Türkiye Cumhuriyeti kökenli vatandaşlardan kurtarılmalı” diyor. Kısacası Rumlarda zihniyet aynı.
Rum tarafında zihniyet değişikliği yokken, sözde çözüm aldatmacasıyla, Rumlara teslime uzanacak çıkmaz yol için Türk tarafını kısır süreçlere hapsetmeye kimsenin, hele hele Kuzey Kıbrıs’ın Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden bir kişinin hakkının olmaması gerekir. O makama oturmaması gerekirken oturmuş olan Akıncı’nın, çıkmaza uzanacak süreci önlemesi gerekirken destek veriyor olması, en büyük sorun. Bu destekle yeni süreç, Eylül toplantısı hazırlıkları için Lute’un 31 Ağustos’ta Ada’ya gelmesiyle başladı. Akıncı’nın Eylül toplantısında Türk kesimin çıkarları üzerinde ödünler vermesinden korkulmalı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhuriyet Meclisi Akıncı’nın görüşme yetkilerini kısıtlamalıdır.
Doğu Akdeniz’deki Hidrokarbon Kaynakları Kıbrıs’ın Önemini Artırdı
Doğu Akdeniz’de bilimsel verilere dayalı güvenilir rezerv verileri bugün sır gibi saklanıyor. Yine de 3,5 trilyon metreküp doğalgaz ve 2 milyar varil petrol olduğu söyleniyor. Ancak söylenen rezervin mümkün rezerv mi, muhtemel rezerv mi, ispatlanmış rezerv mi olduğu bilgisi ortada yok. Söylenen rakamlar 2018 Avrupa toplam ispatlanmış rezervleriyle kıyaslanacak olursa, doğalgazda Avrupa’nın yüzde 90’ı ve petrol de yüzde 14’ü kadar. Kısaca, iştah kabartmak için yeterli. Hidrokarbon olanakları sınırlı emperyalist Avrupa’nın gözünü kamaştırıyor. Kaldı ki Churchill’in emperyalist bir sözü var, “Bir damla petrol bir damla kandan kıymetlidir” diye.
Doğu Akdeniz’den yayılan doğalgaz ve petrol kokusu, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistleri buraya çekti. Doğu Akdeniz’i Avro-Amerika hegemonyasına alma niyetleri var. Doğu Akdeniz’de Türk donanmasının varlığından, Kıbrıs açıklarında sondaj yapan Fatih ve Yavuz gemilerimizin operasyonundan, Barbaros ve Oruç Reis sismik araştırma gemilerimizin taramalarından rahatsızlık duyuyorlar. Hidrokarbon kapanlarını Türklerin bulup işletme olasılığı onların korkulu rüyası. Ancak, niyetlerinde başarıya ulaşmaları olanaksız ve bunu kendileri de biliyor. Nitekim, Doğu Akdeniz üzerinde emperyalist emeller besleyen Fransa’nın Cumhurbaşkanı Macron, Ağustos ayındaki G7 zirvesinden sonra, “Batı hegemonyasının sonu göründü” diyordu.
Bu kapanların önemli bölümü, Türkiye’nin münhasır ekonomik bölge ilân edebileceği Anadolu’nun doğal uzantısı kıta sahanlığı üzerinde bulunuyor. Kıbrıs Adası, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin deniz hakkıyla buna olumlu katkı sağlıyor. Ayrıca, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki egemenliği için üs görevi görüyor. Türkiye’nin Kıbrıs çevresinde sondaj yapmasından, donanma unsurlarımızın onların yanında ve Kıbrıs yakınında bulunmasından rahatsız olan Rum yönetiminin Savunma Bakanı Angelidis, Ağustos’un son haftası Helsinki’de gerçekleştirilen Avrupa Birliği Savunma Bakanları toplantısında, birlik üyesi ülkelerin deniz kuvvetlerine ait savaş gemilerinin Kıbrıs’ta konuşlanması talebinde bulunuyordu.
Doğu Akdeniz’de Kıbrıs yakınlarında, mavi vatanımız üzerinde sondaj gemilerimiz, Türk donanmasına ait savaş gemilerinin korumasında operasyonlarını sürdürüyorlar.
Kıbrıs Rum Yönetimi, sözde münhasır ekonomik bölgesindeki aramaları uluslararası ihaleye çıkararak, yabancı devletleri yanına çekmişti. Ayrıca, ABD, İsrail ve Fransa hem şirketleriyle ve hem de deniz kuvvetleriyle Rum kesimi deniz alanında boy gösteriyorlar. Rumlara bu yetmemiş olacak ki Avrupa Birliği üyelerinden de koruyucu savaş gemileri talep ediyorlar. Rum Bakan gerekçesini, “Doğalgaz yataklarının geliştirilmesi amacının Avrupa’ya yönelik alternatif bir kaynağın yaratılması” olarak açıklamış. Güney Kıbrıs’ın bu talebi, Yunanistan ve Fransa tarafından desteklenmiş. Yunanlılar ve Rumlar, Doğu Akdeniz’de kendi çıkarlarına olacağına inandıkları Avro-Amerika hegemonyasına uşaklık etmeye hazırlar.
Türkiye Doğu Akdeniz’de her zaman hazır ve güçlü olmalı. Hakkını gasp etmek isteyen emperyalist cephesine karşı, Rusya ve Çin gibi iki gücü de yanına çekebilmeli. Ayrıca, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız devlet olarak tanınması için de Rusya ve Çin’e ihtiyaç var. Türk donanması, Doğu Akdeniz’de Rus ve Çin donanması unsurlarıyla ortak tatbikatlar düzenlemelidir. 21 Ağustos’ta Anadolu Ajansı, “Mısır ve Çin’den Akdeniz’de ortak tatbikat” başlıklı haber geçiyordu. Oysa böyle bir tatbikat, Yunan-Rum ikilisinin ortağı Mısır ile değil, Türkiye’nin katılımıyla gerçekleştirilmeliydi. Türkiye’nin Uygur sorununda Çin’e gösterdiği anlayış, Yeni İpek Yolu projesinde işbirliği, Doğu Akdeniz’in güvenliği için böyle bir tatbikata zemin oluşturabilir.
Türkiye’de bugünkü iktidar, ABD ve Rusya arasında denge politikası uyguladığını sanırken, yalpalıyor ve Türkiye’yi de yanlış sapmalara sürüklüyor. Bunlar Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmadığı gibi kaybettiriyor. “Bir koltuğa iki karpuz sığmaz” sözü boşa söylenmemiştir. Dış politikada adım atarken, bu sözden esinlenmek gerekiyor. Türkiye iki süper güç arasında yalpalayarak güçlü devlet de olamaz, çıkarlarını da koruyamaz. Bu yalpalama Erdoğan iktidarına da kaybettiriyor.
Ankara’nın bir türlü vazgeçemediği Washington’un Ankara’yı PKK’nın uzantısı PYD/YPG ile Barış Koridoru sınırında komşu yapmaktan öte, uzlaşmaya yönelik gizli müzakerelere ikna etme çabasında olduğunu yabancı basın çeşitli yayınlarında ortaya koydu. Böyle bir gelişmenin gerçekleşmesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidarının zayıflayacağı yorumları da yapıldı. İktidarın siyasi karar vermesi gerekiyor. Amerika ile devam mı yoksa tamam mı?...