AMERİKA İLE BİRLİKTE OLMAK YA DA OLMAMAK
Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR
20 Aralıkl 2019
“Amerika ile birlikte olmak veya olmamak”, bu birliktelik sorunu, aslında Türkiye’nin bekası açısından önemli bir sorun. Bu sorunun alternatifi; “Amerika ve Rusya mı veya Amerika ya da Rusya mı?” şeklinde düşünülmemelidir. Elbette ne Amerika ne de Rusya, gereken Güçlü Türkiye’dir. Ancak, büyük devletlerle müttefiklik ilişkisine gerek duyulduğunda, seçilecek müttefik güven verici olmalıdır. Amerika giderek Türkiye’nin müttefiki olmaktan çıkıp, Türkiye’nin düşmanına dönüşmüştür. Gerçi daha ilişkinin başlangıcında Türkiye’nin gizli düşmanıydı. Türkiye, düşmanı Amerika ile birlikte olamaz. Ancak ne yazık ki bu gerçeği hâlâ göremeyenler var.
“Mandacılık” ve “Vesayetçilik” sanki farklı gibi algılansa da “vekaleten yönetme” paydasında birleşen iki sözcük. Vesayetçiliğin mandacılığa göre hafifletilmiş olduğu da söylenebilir. Mandacılık büyük devletin küçük devleti korumasına alması ve bağımsızlığını kaldırıp sömürerek genel vali eliyle yönetmesidir. Vesayet ise himaye edilen devletin bağımsızlığını bütünüyle kaldırmayıp sınırlandırır. Bu da ekonomik ve askerî işbirliğiyle yapılır. Gerekçe karşılıklı çıkar diye açıklanır, ama aldatmadan öteye geçmez. Ülke yöneticileri vesayet anlaşmasına uymak zorundadır. Türkiye Cumhuriyeti, “Ya İstiklal ya ölüm” diye yola çıkılarak tam bağımsız kurulmuştur. Ne yazık ki sonradan ekonomik ve askerî işbirlikleriyle bağımsızlığına gölge düşürüldü. İşte bugün Amerika ile yaşadığımız sorun böyle bir sakıncalı vesayetin sonucu.
Amerikan boyunduruğuna boynunu uzatmak isteyenler, Osmanlı’yı sürdürmek isteyenlerdi. Mustafa Kemal’in liderliğinde Türkiye’yi kuranlar ise yolun başında Amerikan boyunduruğunu reddetmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın hasta adamı emperyalist kurtlarca parçalanırken, sanki Amerika emperyalist değilmiş gibi, Osmanlı’nın kurtuluşunu Amerikan mandasında görenler vardı. O yılların aydınlarının çoğu kapitalizmin emperyalizmi doğurduğunu bile bilmiyorlardı. İngiliz emperyalizmine karşı cephe alırken, Amerika’nın İngilizlerle birlikte bir Anglosakson ülkesi olduğunu nasıl değerlendiremiyorlardı, inanılacak gibi değil. İngiliz muhipleri (severler) bir yana, aralarında vatanseverlerin olduğu bazı aydınların Amerikan mandasına bel bağlamaları, ne yazık ki hayret edilecek bir gerçektir.
Mustafa Kemal ve tam bağımsızlıktan yana olanlar mandacılara geçit vermedi. Ancak, 18’inci yüzyılda Osmanlı’ya gelen Amerikalı misyonerler, Anadolu’ya nifak tohumu saçacak okullar açmışlardı. Bu okullarda binlerce kişi eğitim görmüş ve Amerika muhipleri yetiştirilmişti. Liderlik eğitimi verilmiş Amerika severler “Ebedi Şef Atatürk” döneminde etkili olamamışlardı, ama “Milli Şef İnönü” döneminde kozadan çıkarcasına uyanmakla kalmıyor, ülkeyi Amerika’ya yanaştırıyorlardı. 1946 yılında dünya ve dış politika koşulları onların lehine değişmişti, bu fırsatı Amerika birlikteliği için kullandılar. NATO’nun kurucularından ABD Başkanı Truman Türkiye’yi Sovyetler’e karşı himayesine alıyor, Türkiye Marshall yardımına sokuluyor ve daha sonra NATO’ya üye yapılıyordu. Böylece Amerikan vesayeti dönemi başlıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dost sayılan düşmanları vardı. 18’inci yüzyıldan sonra İngiltere bu dostlardan en yıkıcı olanıdır. Osmanlı son günlerini yaşarken İstanbul’da Sadrazam Damat Ferit Paşa, Şûra-i Devlet üyesi Sait Molla gibi üyeleri bulunan İngiliz Muhipleri (Dostları) Cemiyeti faaliyetteydi. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından bir gün sonra kurulmuştu. Millî Mücadele karşıtı tutumuyla tanınan bu cemiyet, İngiliz mandasını savunuyordu. Ayrıca bir kısım Osmanlı elitine sosyal hizmet veren kulüp gibi çalışıyordu. Amerikan Muhipleri Cemiyeti yoktu, ama İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nden altı ay önce kurulmuş, iki ay faaliyet göstermiş Wilson Prensipleri Cemiyeti vardı. O Wilson prensipleri ki Boğazlara uluslararası statü, Türk hakimiyetinde bulunan diğer milletlere özerklik verilmesini öngörüyordu.
1786 yılında “Grand Turk – Büyük Türk” adlı Amerikan bandıralı gemiyle Osmanlı’ya gelen Amerikan misyonerleri önce İzmir ve çevresine yılan gibi çöreklendiler. Devletin gaflete varan hoşgörüsünden, Türk insanının misafirperverliğinden yararlandılar, İstanbul’a, Tarsus’a, Talas’a ve diğer yerlere uzandılar. Anadolu’ya nifak tohumları ekmek amacıyla okullar açtılar. O okullardan bugüne gelen yapılar, İzmir Basmane’de önce çocuk yuvası olarak kurulan İzmir Amerikan Koleji, İstanbul’da Robert Kolej (İstanbul Amerikan Robert Lisesi), Tarsus Amerikan Koleji, kapatılan ve şu anda binası Erciyes Üniversitesi misafirhanesi olan eski Talas Amerikan Koleji en ünlüleridir. Açılan okul sayısının 400’ü aşkın olduğu, 1900 yılında bu okullarda 17500 kadar öğrencinin okuduğu kaydediliyor. İşte nifak tohumları bu öğrencilerle atıldı.
Amerikan kültürünün ve dünya bakışının öğretilip, Amerika severlerin yetiştirilmesi için misyonerlerin kurdukları kolejlerin önde gelenleri: Robert, Üsküdar, Talas ve İzmir.
Misyonerler açtıkları okullara öncelikle Rum, Bulgar, Ermeni, Yahudi ve Kürt çocukları ile hali vakti yerinde Batı hayranı ailelerin Türk çocuklarını alıyorlardı. Bu okullarda Amerika sever lider adayları yetiştirilmeye çalışılıyordu. Türk çocuklarına sert davranılarak milli ve dini inanışlarının törpülenmesi için aşağılandıklarını Talas Koleji’nde okuyan işadamı bir dostumdan duymuştum. Misyonerlere Türk gücünün akıllardan silinmesi talimatı verilmişti. Misyonerlere verilen talimatta, fetih savaşına giden askerlerden farklarının olmadığı, mukaddes ve vadedilmiş toprakların onların silahsız haçlı seferiyle geri alınacağı söylenmişti. Osmanlı Devleti 1869 sonrasında yabancı okulları izlemeye alınca, Amerika Osmanlı karasularına savaş gemileri yollayacağı gözdağını veriyordu. Amerikan muhipleri bu okullarda boy verdiler.
Mondros Mütarekesi imzalanmış, Osmanlı teslim olmuş, başta İzmir olmak üzere ülke toprakları işgal edilmeye başlanmıştır. Olayların planlayıcısı her zaman olduğu gibi yine İngilizlerdir. Yunan’ı İzmir’e sokan da onlardır, ama geri planda Türk gücünü ezmeyi, Sevr haritasıyla vadedilmiş toprakları Osmanlı’nın elinden almayı amaçlayan, Kürdistan ve Ermenistan sevdalısı Amerika vardır. Ancak, Anadolu’da kutsal istiklâl meşalesi yakılmıştır, Reddi İlhak, Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulmuş, Mustafa Kemal Anadolu’da örgütleme faaliyetlerine başlamış ve Erzurum Kongresi’nin ardından Sivas Kongresi’ne sıra gelmiştir. Kurtuluşu tam bağımsızlıkta gören “Ya istiklâl ya ölüm” ilkesine sarılanlar ile kurtuluşu Amerikan mandasında görenler karşı karşıyadır. Mandacılar, Sivas Kongresi’nden manda kararı çıkartma peşindedir.
Sivas Kongresi’nde mandacıların önde gelen, ümit bağladıkları isimlerden biri Halide Edib olmuştu. Evet, “Türk yazar, siyasetçi ve akademisyen” olarak bilinen, hatta “Kurtuluş Savaşı’nın Halide Onbaşısı” diye anılan Halide Edib. 23 Mayıs 1919’da Sultanahmet’te siyah ayyıldızlı bayrakla kaplı kürsüden millete ve Müslüman dünyasına seslenerek; “Davamız Türklerin hak ve istiklâlidir” diyen Halide Edib. Sultanahmet Meydanı’ndaki konuşmasında “Bugün iki dostunuz vardır: Birisi, kalbi, mabetleri bizimle beraber olan Müslüman dünyası; diğeri, zalimleri yakasından sürükleyecek büyük milletlerdir”. Dost, büyük milletlerin adını o mitingde vermiyordu, ama zihnindeki birinci isim hiç kuşkusuz “Amerika” idi. Kurtuluşun Amerikan yardımı olmadan gerçekleşemeyeceğine inanmıştı ve Amerikan mandasını savunuyordu.
Peki, Halide Edib’in Amerikancılığı nereden geliyordu? Yedi yaşında iken yaşı büyütülüp Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ne öğrenci kaydedilmişti. Bu büyütme bir öğrenci tarafından ihbar edilince okuldan uzaklaştırılsa da sonra kolejin yüksek sınıfına dönüyordu. Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nden lisans derecesi alan ilk Müslüman kadınıydı. Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kuruluş fikri de Halide Edib’e aitti. Cemiyet’in liderliğini, cemiyeti savunan Ahmet Emin Yalman ile birlikte yapmışlardı. ABD Başkanı Wilson’a gönderdikleri mektupla; Amerika himayesi, Amerikalıların yöneteceği polis ve jandarma teşkilatı, iktisadi yardım, Amerikalıların kuracağı yeni bir rejim, 15-25 yıl sürecek Amerikan terbiye ve irşat (yönlendirme) dönemi istediler. Wilson Prensipleri Cemiyeti, Amerikan mandası yandaşlığının ilk adımıydı.
Mustafa Kemal Paşa kongreler öncesinde Halide Edib’in de aralarında olduğu aydın ve yazarlara görüşlerini soran bir mektup yollamıştı. Halide Edib, Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği uzunca bir mektupta Amerikan mandasını savunmuştu. Halide Edip, Kongreler sırasında Amerika’dan İstanbul’a gelen bir heyetle de yakından ilgilenen onlara rehberlik yapan kişiydi. Oysa gelen heyetin asıl amacının Osmanlı Devleti’ni kurtarmak veya kollamak değil, Ermenistan’ın kurulması olduğu sonradan ortaya çıkacaktı. Bu ortamda Sivas Kongresi’nin en önemli konusu manda ve himaye olmuştur. Halide Edib, Kara Vasıf Bey (Mustafa Vasıf Karakol – asker ve siyasetçi), Refet Bey (Bele – asker ve siyasetçi) mandacı tezin önde gelenleriydi. Kongrede karşılarına hiç beklemedikleri bir isim çıkıyordu; Tıbbiyeli Hikmet.
Hikmet, Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde, eski adıyla Kilesun beldesinde ilk okulu ve ortaokulu okumuştu. Savaştepe adı, Kurtuluş Savaşı’nda büyük kahramanlık gösteren belde halkını onurlandırmak için Atatürk’ün teklifiyle TBMM tarafından 1934 yılında verilmiştir. Hikmet, ortaokuldan sonra Çanakkale Savaşı’na öğretmenlerinin bir bölümünü ve güçlü kuvvetli öğrencilerini yollamış Balıkesir Lisesi’ne gitmişti. En yakın arkadaşı da Çanakkale’de şehit düşmüştü. Lise son sınıfta iken İstanbul Askeri Tıbbiye sınavını kazanmış, başarılı bir gençti. Milliyetçilikleriyle tanınan Askerî Tıbbiyeliler, Sivas Kongresi’ne iki delege seçmişlerdi, ama yol parası temin edemediklerinden sadece Hikmet, okul üniformasıyla katılıyor, ilk gün Mustafa Kemal’e “Paşam, İstanbul’da Askerî Tıbbiyeliler beni delege seçerek emrinize gönderdiler” diyordu.
Sivas Kongresi’nin 8 Eylül 1919 günkü toplantısı çok önemliydi. Kara Vasıf Bey, Amerikan mandası için önerge veriyor, önerge lehine peş peşe konuşmalar yapılıyordu. Mustafa Kemal delegelerin çoğunun ikna olup manda lehine oy vereceklerini algıladığından, konunun yeniden değerlendirilmesi için önergeyi oylamaya sunmuyordu. Oturumun ardından beyin fırtınası nitelikli bir sohbet toplantısıyla yurtseverlik bazında delegeleri ikna etmeye çalışıyordu. Ancak mandacılar ülkenin insan ve silah gücünün yetersizliğinden, ekonominin çökmüş olmasından dem vurup Amerikan yardımının zorunlu olduğunu inatla savunuyorlardı. Mandacıların ateşli konuşmaları karşısında aşırı sinirlenen ve kendini tutamayan Tıbbiyeli Hikmet konuşmak için Mustafa Kemal’den söz istedi ve Paşa, eliyle “Konuş” diye işaret etti. Hikmet, konuşmaktan öte haykırıyordu:
“Paşam, delegesi bulunduğum Askerî Tıbbiyeliler, beni buraya bağımsızlık davamızı başarma yolundaki çalışmaya katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, her kim olursa olsun, karşı koyar ve onları kınarız. Olmayacak bir şey, ama manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi bile reddeder, Mustafa Kemal vatan kurtarıcısı değildir deriz.”
Salonda top güllesi gibi patlayan bu haykırışla mandacılar Mustafa Kemal’in tepki gösterip, kendilerini destekleyeceği umuduna kapılırken, Paşa yüzünde hiçbir kızgınlık belirtisi olmaksızın, aksine mutlu bir bakışla şöyle diyordu:
“Evlat müsterih ol. Gençlikle kıvanç duyuyor, gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez. Ya istiklâl ya ölüm”.
Manda tezi Sivas Kongresi’nde böyle kaldırılıp atılırken, Hikmet yanına koştuğu Mustafa Kemal’in “Var ol Paşam” diye eline öpüyordu. Hikmet’in alnını öpen Mustafa Kemal, “Vatanın bütün umudu ve geleceği bu genç kuşaklara bağlanmıştır” diyerek, Hikmet’e desteğini bir kez daha vurguluyordu.
Sivas Kongresi’nde çatışan iki görüş vardı. Halide Edib yanlılarının savunduğu “Amerikan Mandası” ve Mustafa Kemal’in gönlünde yatan “Tam Bağımsızlık”. Kongre’de havayı değiştiren ve bağımsızlığı gençlik ateşiyle savunan Tıbbiyeli Hikmet oldu.
Tıbbiyeli Hikmet’in konuşması, Sivas Kongresi’nin ve çıkan kararın özeti olmuştur. Amerikan misyonerlerinin kolejlerinde ektiği tohumlarla yeşeren mandacılık zihniyetinin, Anadolu’nun milli okullarında yetişen genç kuşağı tuzağa düşüremeyeceği görülmüştü. Amerikan okulları sorunu 1924 yılında eğitimi millileştiren ve lâikleştiren Tevhid-î Tedrisat Kanunu ile çözümlenmişti. O kolejlerden bugüne gelenler, artık Türk milli eğitim sistemine bağlıdırlar, ama, özellikle 1950 sonrasında Tevhid-î Tedrisat Kanunu ile çelişen eğitim düzenlemeleri de yapılmadı değil. Halide Edip’in 1919 yılında istediği Amerikan terbiye ve irşat süreci, misyonerlerinin yerini alan Amerikan Barış Gönüllüleri, ardından yerli Amerika severlerle sürdürüldü. Amerikan özentisi ve hayranlığı Coca-Cola’sından hamburgerine varıncaya dek içimize sindirildi.
Halide Edib ve Tıbbiyeli Hikmet konusunu noktalamadan önce, sonraki yaşamlarına kısaca değinmekte yarar var. Sultanahmet mitinginde halkı Osmanlı bayrağı ve hakkı için can vermeye çağırmasına karşın, Amerikan mandasından başka çare göremeyen, mandanın kabulü için tüm gücüyle çabalayan Halide Edib, yıllar sonra “Mustafa Kemal Paşa haklıymış” diyerek hatasını itiraf edecekti. Hatalı tutumuna karşın Mustafa Kemal yine de Halide Edib’i dışlamamış, vatanseverliğine inanmış, Kurtuluş Savaşı’nı yazması için “Halide Onbaşı” yaparak onu kazanmayı seçmişti. Halide Edib, Kurtuluş Savaşı anılarını “Türkün Ateşle İmtihanı” adlı kitabında toplamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın onu dışlamamış olmasına karşın, o Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal Atatürk’e nasıl karşılık vermişti? İşte konunun püf noktası, bu sorunun yanıtında.
Cumhuriyet’in ilânından sonra gazete yazarlığı yapan Halide Edib, bu süreçte Cumhuriyet Halk Fırkası ve Mustafa Kemal Atatürk ile siyasî fikir ayrılıklarına düşmüştür. İkinci eşinin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucularından biri olması nedeniyle Atatürk döneminin siyasetine karşı muhalif cephede yer alıyor, Atatürk iktidarının çevresinden uzaklaşıyordu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Takrir-i Sükûn Kanunu ile kapatılmasının ardından kocasıyla birlikte Türkiye’den ayrılarak önce İngiltere’ye sonra Fransa’ya yerleşiyordu. 14 yıl süren yurtdışı yaşamından Atatürk’ün vefatı sonrasında 1939 yılında Türkiye’ye dönüyordu. Daha sonra Demokrat Parti’den İzmir milletvekili oluyordu. Halide Edib’in mandacılığı nedense eleştirilmez, kurtuluş arayışı olarak görülmeye ve gösterilmeye çalışılır.
Halide Edib bir vatansever olsa bile, 1919 yılında olduğu gibi Cumhuriyet sonrasında da Atatürk’ün düşünce ve siyasetine karşıt düşüncelere sahip bir kişidir. Bu gerçek vurgulanmaz, Amerika-İngiltere (Anglosakson) kültürü ve bugünkü deyişle Atlantik cephesi yandaşı olması nedeniyle hoşgörüyle bakılır. Kurtuluş Savaşı’nın destanını şiir ile yazan vatanseverliği kuşkusuz Nazım Hikmet ise komünist olması nedeniyle karalanmaya çalışılır. Oysa komünizm vatanseverliğin panzehiri değildir, ama Atlantik cephesinden yana olmak vatanseverlikle bağdaşmaz. Halide Edib’in öyküsü böyleyken, Boran soyadını alan Tıbbiyeli Hikmet’in daha sonraki yaşam öyküsü nasıldır acaba? Sivas Kongresi onun için manevi bir istiklal madalyası olarak kalmış, onu ne bir siyasi amaçla ne de bir sorununu çözmek adına kullanmamıştır.
İstiklâl Savaşı’nda da cerrahlık yapan Hikmet, Tıbbiye ’yi bitirip hekim olarak yaşamını sürdürmüştür. Mustafa Kemal Atatürk’ü Sivas Kongresi’nden sonra görmemiş, istekte bulunacak gibi anlaşılmasın diye sevgi ve saygısını bağrında saklayıp ziyaretine gitmemiştir. Atatürk, Hikmet’i unutmamıştır. Yıllar sonra köşkteki bir yemekte Mazhar Müfit (Kansu – siyasetçi devlet adamı) ile konuşurken Hikmet’in bulunmasını ister. Ulaşamazlar ve ölmüş olacağı düşüncesini söylerler, Atatürk çok üzülür. Oysa, Hikmet hayattadır. Balıkesir milletvekilleri önce Kilesunlu değil Giresunlu olduğunu ve öldüğünü söyleyerek rakip gördükleri Hikmeti silmek istemişlerdir. Mazhar Müfit daha sonra gerçeği öğrenir, ama utancından Gazi’ye söylemekten çekinir ve susar. Hikmet sanatoryumda verem tedavisi görürken bunu kendisine itiraf ederek özür diler.
Mustafa Kemal Atatürk’ün sonsuzluğa geçişinin ardından İkinci Dünya Savaşı sonrasının koşulları, o zamana kadar sessiz kalan, ancak yönetim kadrolarında yer almayı başaran Amerika severlere, Türkiye’yi Amerika’ya yaklaştıracak yolu açıyordu. Ebedi Şef Atatürk’ün dönemi ne yazık ki sonlanmış, Milli Şef İnönü’nün dönemi başlamıştı. Lozan Konferansı sırasında Lord Curzon, isteklerini reddeden İnönü’ye şöyle demişti: “Konferansta bir neticeye varacağız, ama biz memnun ayrılmayacağız. Reddettiklerinizi cebimize koyuyoruz. Memleketiniz haraptır, imar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var bir de bu yanımdakinde”. Lord Curzon’un yanındaki ABD gözlemcisi Richard Washburn Child idi.
1946 yılı Amerikan vesayetine girişin başlangıç noktası oluyordu. Bugün Rusların da kabul ettikleri gibi Stalin’in yanlış politikasıyla 1945 yılında yaşanan sorun, Moskova’nın Türkiye’den toprak ve Boğazlar’da üs istediği savı, Türkiye’nin Amerika’ya yanaşmasına neden oldu. Ayrıca, Türkiye’nin kalkınmak için kaynak bulma sorunu yaşanıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası 1946 yılında Türkiye’nin gündeminde devletçi sanayi planı vardı, ama o yıl Demokrat Parti’nin liberal politikalarla Meclis’e girmesi, İnönü’yü de liberal politikalara yönlendiriyordu. İnönü bu kez Lord Curzon’un “yanımdaki diye işaret ettiği” Amerika’dan yardım almak niyetindeydi. Amerika, savaş sonrası Avrupa’yı liberal ekonomiyle kalkındırmak için “Marshall Yardımı” ile ortaya çıkmıştı, başlangıçta Türkiye bu programın kapsamı dışında tutulmuştu.
Yardım programının dışında kalan Türkiye, yine de 1947 Paris Konferansı’na katılarak 615 milyon dolar istedi, ama reddedildi. İnönü ise Marshall yardımından pay alabilmek için adeta inatla avuç açmıştı. Doğrudan Amerikan Hükümeti’ne başvurdu. Amerika Türkiye’nin isteğini devletçilikten ve sanayileşmekten vazgeçmesi, tarıma yönelmesi koşuluyla kabul etti, 8 Ekim 1948’de Türkiye için Amerikan Yardımı Anlaşması imzalandı. Stalin’in Boğazlarda üs, Kars ve Ardahan’ı istemesi yanlış bir diplomatik diyalogdan mı kaynaklanmıştı? Bu konu halen tartışıla dursun, Churchill o zaman “Sovyet Hükümeti’nin Türkiye’ye yönelik bir talebi olmadığını anlıyorum” demiş, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın kayıtlarına göre de böyle bir talep olmamıştı. Bir diplomatik skandal ve kaynak bulma arayışı, Türkiye’yi Amerikan vesayetine sokuyordu.
ABD donanmasının en büyük zırhlısı Missouri, Washington’da vefat eden Türkiye Büyükelçisinin cenazesini getirme bahanesiyle 5-9 Nisan 1946 tarihlerinde İstanbul’u ziyaret ediyor, Milli Şef İnönü’nün emriyle özel karşılama töreni yapılıyordu. Camilere “Welcome-Hoşgeldiniz” mahyaları asılmıştı. Amerikalı Conilerin İstanbul’da eğlenmesi için hazırlanılmış, hatta Beyoğlu’nun genelevleriyle tanınan Abanoz sokağındaki malum evler güzel ve temiz görünsün diye beyaz badanayla boyanmıştı. Milli Şef İnönü, Missouri’nin ziyareti nedeniyle yabancı basına verdiği demeçte, “Amerikan donanmasına mensup gemiler bize ne kadar yakın bulunursa o kadar iyi olur” diyordu. Bu politika ve kurulan ilişki Ebedi Şef Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesine taban tabana zıttı, ama Ebedi Şef ile sözde Milli Şef arasındaki fark buydu işte.
1948-1952 yılları arasında 351,7 milyon dolar Marshall Yardımı alınır. Karşılığında Cumhuriyetin ülkeyi demir ağlarla örme politikası karayolları tercihiyle terk ediliyor, Atatürk’ün uçak fabrikaları kapatılarak düdüklü tencere imalâtına yönlendiriliyordu. Marshall Yardımı, Amerikan emperyalizminin diğer ülkeleri ekonomik ve politik bakımdan kendine bağlaması, ulusal bağımsızlıkları törpülemesi için bir araçtı. Bir avuç dolar için bu yardıma bağlanmak, aslında gaflet ve delaletten öte bir şey değildi. İnönü’nün açtığı bu yolda ilerlemek Bayar-Menderes ikilisine nasip olacaktı. “Küçük Amerika olacağız” sözü ilk kez, 1949 yılında CHP’nin Amerikancı kanadının önde gelenlerinden Prof. Dr. Nihat Erim tarafından İzmit konuşmasında söylenen hedefti. Oysa, bu hedefi en çok dillendiren Celal Bayar olduğundan onun sözü sanılır.
1950 seçiminde İnönü ve Cumhuriyet Halk Partisi iktidarını devirerek seçimi kazanan Demokrat Parti’nin 1960 yılına kadar sürecek iktidarında, ekonomide serbestleştirme diye liberal ekonomi politikaları hayata geçirilerek, Bayar-Menderes ikilisi Küçük Amerika’yı inşa etmeye çalışıyorlardı. Küçük Amerika olma hayali bir melankolik hastalıktı, ama melankoli zaten Menderes’in kişiliğinin bir parçasıydı, bu yolda inanarak koşturuyordu. Amerika’ya yaranabilmek için Kore’ye gereksiz yere Türk askeri gönderilmişti. İnönü’nün de desteğiyle üye olunan NATO’da Amerikan jandarmalığı üstlenilmişti. Türk Ordusu, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma Amerikan silahlarıyla donatılır olmuştu. NATO üyeliğini, İngiltere’nin elindeki ve Amerika’nın güdümündeki CENTO üyeliği izliyordu. Türkiye, Atlantik ittifakının emrine sokulmuştu.
NATO ve CENTO aracılığıyla Türk Ordusu Atlantik Cephesi’nin planlarına göre kullanılır duruma gelmişti. Bugün kısaca MİT dediğimiz Milli İstihbarat Teşkilatı’nın o günkü adıyla Milli Emniyet mensuplarının maaşları bile ABD tarafından ödenir olmuştu. Amerika devletin her kademesine öyle ya da böyle sızarken, eski misyonerlerinin yerini alan barış gönüllüleri köylerimize ve mezralarımıza kadar giriyorlar, etnik ve dinsel farklılıkları ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı. Öte yandan halka şirin görünmek için Amerikan yardımı adı altında, radyasyonla saklanılmış tavuk etinden süt tozuna kadar gıda yardımı yapılıyordu. Amerika Türkiye’nin isteklerini değil, kendi öngördüğünü veriyordu. Pembe Amerikan rüyası uzun sürmeyecek, anlaşmazlık konuları ortaya çıkacak, ama yine de vesayete boyun eğilecekti.
Bayar-Menderes ikilisinin Amerika ile ilk burukluğu, Dünya Bankası’ndan istenilen krediyle yaşandı. Türkiye, 1948 yılında Amerikan vesayetine girince Dünya Bankası’ndan 50 milyon dolar kredi alınmıştı. Kredinin bir kısmı silo yapımı gibi tarımsal projeler ve yol yapım projeleri için harcanmıştı. Ancak, barajlar ve hidroelektrik santraller yapılmak isteniyordu. Dünya Bankası’ndan alınan kredinin 25 milyon doları bu amaçla Seyhan Barajı ve Hidroelektrik santrali için kullanılmıştı. Sırada Gediz Demirköprü ve Hidroelektrik Santrali projesi vardı. Proje maliyeti 300 milyon dolar olarak hesaplanmıştı. Bu krediyi bulmak için Bayar, 18 Ocak 1954 tarihinde İngiltere üzerinden Amerika seyahatine çıkmıştı. Amerikan Temsilciler Meclisi’nde konuk Cumhurbaşkanı olarak bir konuşma yapmıştı, umut yolculuğu iyi başlamıştı.
Dünya Bankası’na Gediz projesi sunulmuş sonuç bekleniyordu. Ancak, Bayar’ın onuruna verilen resepsiyonda Dünya Bankası Başkanı, “Geri ödeme gücünüz 50 milyon dolar, onu da zaten kullanmışsınız, başka kredi veremeyiz” diyordu. Bayar yemek masasını terk ediyor, umut yolculuğu skandal ve başarısızlıkla noktalanıyordu. Daha sonra Menderes de Dünya Bankası’nın Ankara temsilcisini, “Sizin krediniz zaten bu kadar” dediği için sınır dışı ediyordu. Bu olaylar üzerine Türkiye Dünya Bankası’ndan 1954-1965 arasında kredi alamayacaktı. Ancak, Atlantik Cephesi’nin şemsiyesi altında Batı blokuna elini uzatıp kolunu kaptırdığı için uzanacağı başka kredi muslukları vardı. Gediz Demirköprü ve Kemer barajları Fransızlardan sağlanan kredi ile Hirfanlı Barajı da İngiliz kredisi ile yapılıyordu.
Celal Bayar ABD Temsilciler Meclisi’nde de konuşmuştu, ama Amerika’dan istediğini alamamıştı. Yine de Bayar ve Menderes, Eisenhower’ın yanında el-pençe divan duruyorlardı.
Menderes hükümetleri Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu, Petrol Kanunu ile Amerikan şirketlerine ve liberalizme kapıyı açarken, kalkınma çabasıyla karayollarına, inşaatlara, kömürden ve çelikten, şeker fabrikalarına kadar pek çok projeye de el atmış, ülke koca bir şantiyeye dönmüştü. Ülke çapında yeniden inşa ve kalkınma hamlesi vardı, ama iktidara karşı halkın tepkisi de büyüyordu. 1958 yılında Türkiye devalüasyon ile tanışmıştı Demokrat Parti’nin gelecekte bir seçim daha kazanması neredeyse olanaksızlaşmıştı. İşte böyle bir ortamda, 1958 yılında ünlü Time dergisi Menderes’i kapak yapıyor, “Turkey: The Impatient Builder” (Türkiye: Sabırsız İnşaatçı) başlıklı yazıyı yayınlıyordu. Sabırsız inşaatçı diye tanıtılan Menderes idi. Yazıda Türkiye’den beklenen ve istenen, “Mehmetçik 376 millik Rus sınırını bekliyor” diye yazılmıştı.
Başkan Eisenhower ve Başbakan Menderes mutlu hayallerle el sıkışıyor, melankolik kişiliğiyle Menderes “Küçük Amerika” hayali peşinde koşturuyordu. TIME Dergisi Menderes’e sabırsız inşaatçı demiş, Mehmetçik Rus sınırını bekliyor diye ana amacı yazmıştı.
ABD yanlısı dış politika izleyen Menderes ile Amerika arasında, yıllar sonra ortaya çıkan ve İngiliz gizli belgelerine yansıyan, 1958’den itibaren yaşanmış sanayileşme kavgası vardı. İngiliz ajanlarının Londra’ya sundukları raporlarda, ABD’nin Türkiye’den sanayileşmeden vazgeçmesini, yatırımları durdurmasını istediği kaydedilmişti. Batı’dan beklediği yeterli kredi ve teknoloji desteği bulamayacağını anlayan ve iç politikada da sıkışan Menderes, kaynak bulup kalkınma atılımı yapmak için Sovyetler Birliği’ne yönelmeye karar vermişti, ama vesayet zincirini kıramayacaktı. Gerçi Sovyetler Birliği Türkiye’yi pasifleştirmek için her türlü desteği vermeye hazırdı. Menderes’in 1960 Temmuz ayında Moskova ziyareti yapması planlanmışsa da Moskova’ya gidemiyor, Türkiye 27 Mayıs sabahı, askeri darbeyle tanışıyordu.
27 Mayıs sabahı Türkiye radyolarında tok sesiyle Abay Türkeş, “Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO'ya inanıyoruz ve bağlıyız” diye darbenin kaynağını itiraf ediyor, Menderes tutuklandıktan sonra yargılanıp asılacağı Yassıada’ya götürülüyordu.
27 Mayıs sonrası planlı karma ekonomi dönemiyle sanayileşme hedeflenmişti, ama Batı Türkiye’nin sanayileşmesine karşıydı. 1961 yılında Cumhurbaşkanı Gürsel’in isteği üzerine motorundan aktarma organlarına ve tüm aksamına kadar yerli olan “Devrim” otomobili yapılmış olsa da Almanya’nın kumpasıyla seri üretimine geçilemedi. 1964 yılında Cumhurbaşkanı Gürsel, Başbakan İnönü, Çalışma Bakanı Ecevit’in imzalarının yer aldığı Bakanlar Kurulu kararıyla çıkarılan “Montaj Sanayi Talimatnamesi” sözde otomotiv sanayiine can katma amaçlıydı. Nasıl katacaksa? Türkiye’de yapılabilecek iki yüzü aşkın parça sayılırken, yapılamayacak olanlar üç kalemde “motor, vites kutusu, diferansiyel” diye sıralanmıştı. İşte bu nedenle Türkiye montaj sanayinin ötesine geçemedi. AK Parti bugün hâlâ yerli otomobil arayışında.
Türkiye 1961 Anayasası ile aydınlanma yolunda adım attı ve sol siyasetle tanıştı, ama dünyaya Batı diye bakmaktan ve Amerika’dan vazgeçmedi. Hatta Amerika ile ikinci balayı yaşanıyor, Ağustos 1962’de Ankara’yı ziyaret eden ABD Başkan Yarımcısı Johnson, Başbakan İnönü tarafından karşılanıyor, üstü açık arabayla Ankara’nın yollarından geçerken Ulus meydanı çevresinde tezahürat yapan halkı Johnson ve İnönü ikilisi ayakta selamlıyor, İnönü elindeki Türk ve Amerikan bayraklarını sallayarak gülümsüyordu. Bu gülümsemesinin nedeni belki de “Küçük Amerika” müteahhitliğini devralmış olma düşüncesidir. Amerika’nın Türkiye’yi nükleer tuzağa itmesi bile önemsenmiyordu. Türkiye’ye yerleştirilmiş nükleer başlıklı 15 Jüpiter Füzesi, Ekim 1962’de Küba kriziyle Türkiye’yi az daha Rus füzelerinin hedefi yapacaktı.
Başbakan İnönü Ağustos 1962’de Ankara’yı ziyaret eden ABD Başkan Yardımcısı Johnson’ı törenle karşılamış, elinde Türk ve Amerikan bayraklarını sallayarak caddelerden geçirmişti.
Alevlenen Kıbrıs sorunu nedeniyle, Türkiye’nin 1964 yılında Ada’ya askerî müdahaleye kalkışması, NATO içinde neden olacağı Türk-Yunan çatlağıyla ABD’yi rahatsız ediyor, Başkan Johnson’ın 5 Haziran 1964 tarihli ünlü mektubu İnönü’nün yüzünde tokat gibi patlıyor, Türkiye’nin müdahalesi engelleniyordu. Johnson’ın mektubu, Türkiye’nin kendi ordusunu ve elindeki NATO silahlarını ABD’nin izini olmadan kullanamayacağını İnönü’ye öğretiyor, Türkiye için ABD ile balayını sona erdiren dönüm noktası oluyordu. Amerika Türk Ordusuna NATO jandarmalığı yaptırırken, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ve soydaşlarını koruma bekçiliğine izin vermiyordu. İnönü’nün tepkisi, “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır” olmuştu. İnönü, Johnson ile görüşmek için Amerika’ya giderken, Sovyetler ile ilişkileri geliştirmek için gerekli adım da atılıyordu.
Kennedy suikastı sonrasında ABD Başkanı olan Johnson, 1964 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini Başbakan İnönü’ye gönderdiği ağır bir uyarı mektubuyla engelliyordu.
Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’in 1964 yılı Moskova ziyaretini, Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Gromiko’nun Mayıs 1965 Ankara ziyareti izliyordu. İnönü üç ay önce Başbakanlıktan ayrılmış, Suat Hayri Ürgüplü yeni hükümeti kurmuştu. Ankara ziyareti sırasında Eski Başbakan İnönü ile görüştüğünü anlatan Gromiko, bu görüşmelerinde İnönü’nün kendisine, “Türkiye’de yapılan her şeyi doğru bulmuyorum. Her şey öğretmenimin (Atatürk’ün) vasiyetiyle bağdaşmıyor. Ama ben şu görüşten yanayım; Türkiye büyük kuzey komşusuyla ilişkilerini Lenin ve Atatürk’ün arzu ettiği şekilde kurmalı” demişti. Gromiko, Türkiye Başbakanını Moskova’ya davet ediyordu. 1965 Şubat ayında İnönü’den hükümeti devralan Suat Hayri Ürgüplü, Ağustos 1965’de Moskova’yı ziyaret ederek yakınlaşma politikasını sürdürüyordu.
Başbakan Ürgüplü Moskova temaslarında Batılıların destek vermediği sanayi projeleri için Sovyetler Birliği’nin desteğini istemişti. Ürgüplü hükümetinde, TBMM dışından Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel Başbakan Yardımcısı olarak yer almıştı. Adalet Partisi, Demokrat Parti’nin devamı olarak görülüyordu. Menderes’in halefi sayılan Demirel ise, o dönemden kalan kalkınma projelerini gerçekleştirmek amacındaydı. Eylül 1965’de Ankara’ya gelen Sovyet heyetiyle görüşmeler yapılmış ve mutabakata varılmıştı. Sovyetler Birliği Hükümet Başkanı ve Halk Komiserleri Konseyi Başkanı Kosigin Aralık 1966’da Demirel’in ilk Başbakanlığının ikinci ayında Ankara’yı ziyaret ediyordu. ABD’nin İncirlik üssünden kalkan U2 casus uçağından söz ederek, Demirel’den “Lütfen ülkenizi kullandırmayınız” isteğinde bulunmuştu.
Bu ziyaretlerle iki ülke arasında ılık bir atmosfer oluşuyor, ötekileştirilmiş ve yabancılaştırılmış karanlık Sovyet dünyası imajı siliniyordu. 19 Eylül 1967 tarihinde Başbakan Demirel 100 kişilik bir heyetle 10 gün sürecek Sovyetler Birliği gezisine çıkıyor, yapılan ekonomik ve teknik anlaşmalarla Sovyetlerden 200 milyon dolar tutarında kredi sağlanıyor, İskenderun Demir-Çelik Tesisleri, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Boraks ve Sülfürik Asit Fabrikası, Artvin Lif Levha Fabrikası inşa ediliyordu. Menderes’in niyet edip de niyeti nedeniyle darağacını boylayarak yapamadığını, halefi Demirel başarıyla yapmış oluyor, Türkiye sanayileşmede önemli bir adım atıyordu. Atılmış olan bu adımı Demirel ile yaptığım röportajdan alıntı yaparak aktarmak istiyorum. Demirel şöyle demişti:
“Batı çok rahatsız oldu bundan. 1967’de Amerikan Sefiri Başbakanlığa geldi, beni ziyaret etti. Hâlâ gözümün önünde olay. Kapıdan girdi, daha oturmadan, ‘Aks mı (eksen mi) değiştiriyorsunuz?’ diye sordu. Sovyetlerle münasebetleri düzeltmemizden çok rahatsız olmuştu Amerika… Ayni soruyu New York Times’ın sahibi Sulzberger de gelip sordu. Ben o zaman, ‘Hayır biz sadece ülkemizi kalkındırmak istiyoruz. Biz komünist ideoloji ithal ediyor değiliz, biz fabrika ithal ediyoruz. Demir çelik fabrikası komünist olur mu?’ demiştim. Bizim aldığımız teknoloji, o günkü şartlar içinde pekâlâ iyi bir teknoloji idi. Batı Türkiye’nin sanayileşmesini istememiştir veya mümkün görmemiştir. Bize tavsiye edilen tarımdır ve hafif endüstridir. Ama, Türkiye 50’li, 60’lı ve 70’li yıllarda bunu dinlemedi, sanayileşmeyi geniş çapta yaptı”.
Başbakan Demirel, ABD Başkanı Johnson ve Sovyetler Birliği Başkanı Kosigin ile dengeli bir ilişki arayışındaydı. Aks değiştirmeden istediğini Rusya’dan almaya kararlıydı.
Türkiye’deki Amerika severler, vesayetçi Amerika’nın dostları tükenmedi, ama tam bağımsızlık yanlısı Tıbbiyeli Hikmetler de bitmedi, işte vatanı için Amerikan karşıtlığıyla ipe boynunu uzatan Deniz Gezmiş gibi. Gezmiş ve arkadaşları, devrimci gençlik hareketinin önde gelenleri, bugün Amerikan karşıtı vatanseverlerin ve Atatürkçülerin gönlünde yaşıyor. Türkiye, Rusya ile ilişkilerini geliştirirken, Amerikan karşıtlığı özellikle üniversite öğrencileri arasında güç kazanmıştı. 18 Temmuz 1968'de Türkiye'de önemli bir Amerika karşıtı eylem gerçekleşti. Dolmabahçe rıhtımına yanaşan ABD 6. Filo'nun askerleri, başında Deniz Gezmiş'in bulunduğu üniversiteli gençler tarafından denize döküldü. Giderek güçlenen tam bağımsızlık yanlısı devrimci hareket, sonradan ajan provokatörlerce anarşiye dönüştürülerek askeri müdahaleye zemin hazırlandı.
Sivas Kongresi’nde tıbbiyeli Hikmet’in eline aldığı tam bağımsızlık meşalesi, 1968’de üniversiteli Deniz Gezmiş’in elindeydi ve İnönü’nün 1946’da “Amerikan donanmasına mensup gemiler bize ne kadar yakın bulunursa o kadar iyi olur” demesine karşıt olarak, “6. Filo defol” diye haykıran arkadaşlarıyla birlikte Amerikalı conileri denize döküyorlardı.
12 Mart 1971 Muhtırası, Amerikan CIA ajanlarının marifetiyle askerin siyasete ikinci el atışıdır. Bu dönemde 1961 Anayasası budanmış devrimci gençlik acımasızca ezilmiştir. Askeri cuntanın mahkemesinde, eski Türk Ceza Kanunu’nun Devlet Kuvvetlerine Karşı Suçlar kapsamında yer alan 146’ncı maddesini ihlal gerekçesiyle yargılanarak, 9 Ekim 1971’de idama mahkûm edilen Deniz Gezmiş, savunmasını yaparken şöyle diyordu: “Biz varlığımızı hiçbir karşılık beklemeden Türk halkına ve devletin bağımsızlığına armağan etmiş bulunmaktayız… Türkiye’de gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde bulunanlar varsa, bunlar ancak Amerikan emperyalizmi ile iş yapan çıkarcılardır… Bizlerin tek özlemi, tahsil sırasında bulunmamıza rağmen Türkiye’nin bağımsızlığıdır… Bağımsızlık düşüncesini mezara kadar götüreceğiz”.
12 Mart Muhtırası ile Başbakanlıktan çekilen Demirel’in yerine, daha önce sözünü ettiğimiz “Küçük Amerika” sözcüğünün fikir ve isim babası Nihat Erim’in Başbakan yapılması perde arkasındaki gücü göstermeye yetiyordu. 27 Mayıs’ta Milli Birlik Komitesi’nin önde gelenlerinden Cemal Madanoğlu bir röportajında yaptığı açıklamayla, “12 Mart’ta ABD-CIA örgütü duruma tam hâkim” diyordu. ABD o süreçte hâkim olsa da verdiği ayar tutmayacak, Amerika’yı rahatsız eden Ecevit-Erbakan koalisyon hükümeti 1974’de Kıbrıs’a askeri müdahaleyi yapacaktı. Yunanistan tepkiyle NATO’dan çekilmiş, ABD Türkiye’ye haksız silah ambargosu uygulamıştı. Ecevit Hükümeti’nin düşmesiyle Demirel yeniden Başbakan olmuştu ve aralarında İncirlik üssünün de bulunduğu 21 üs NATO’ya açık olmak üzere ABD’ye kapatılmıştı.
Bugün Türkiye’de Amerikan üslerinin kapatılması tartışılıyor. Türkiye, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası silah ambargosu uygulayan ABD’ye 21 üssünü kapatarak karşılık vermişti.
Dış odakların ve yerli işbirlikçilerinin tezgâhıyla gençlik devrimci sol, milliyetçi sağ diye iki kampa bölünmüş, silahlı çatışmalara sürüklenmişti. Halk Alevi-Sünni ayrımıyla kamplaştırılmak isteniyor, ajan provokatörler Alevi katliamı yapıyorlardı. Mutfağın margarini, araçların benzini kuyruklara bağlanmıştı. Enflasyon ve pahalılık halkı bunalıma sokmuştu. Sıkı yönetimler bile ülkede emniyet ve huzuru sağlayamaz olmuştu. Peş peşe yıkılan ve yenileri kurulan koalisyon hükümetleri çare üretemiyordu, siyasi istikrar da kalmamıştı. Türkiye ABD-CIA dizaynıyla yeni bir askeri darbeye gidiyordu, ama nedense yöneticiler bu tehlikeyi sezinleyemiyor, siyasi partiler ulusal birlik sağlamak için bir araya gelemiyordu. Ülkenin hasım iki lideri Demirel ve Ecevit uzlaşamadığından ihtilale kürek çekiliyordu.
Kasım 1979’da düşen Ecevit Hükümeti yerine kurulan Demirel Hükümeti, Türkiye’yi planlı ekonomi rayından çıkararak, serbest piyasaya iten 24 Ocak ekonomik kararlarını alıyordu. Dünya Bankası danışmanı ve Amerikan dostu Turgut Özal, Başbakanlık müsteşarı yapılmış, aynı zamanda vekaleten Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığına getirilmişti. 24 Ocak kararlarının siyasi sorumlusu Demirel, bürokrat olarak mimarı Özal’dı. 24 Ocak kararları öncesinde Özal, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesine ekonomik sorunlarla ilgili bir brifing vermişti. Bu brifingde askerlere, “Şu sıralar darbe filan yapmaya niyetiniz varsa, ekonomiyi elinize alacaksanız, hele bir bekleyin” demişti. 24 Ocak kararları Uluslararası Para Fonu (IMF) kararları gibiydi. Bu kararlar emperyalist Batı’nın kapanıydı ve Türkiye o kapana yakalanıyordu.
24 Ocak kararlarının uygulanması, oluşacak toplumsal tepki nedeniyle sivil yönetim altında kolay değildi. Ne hikmetse, Amerika’nın göz kırpmasıyla, 12 Eylül 1980 darbesiyle baskıcı askerî yönetim geliyordu. ABD Ankara Büyükelçiliği Washington’a, “Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz, bizim çocuklar” mesajını yolluyordu. Komutanların darbeye gerekçe oluşturmak için göstermelik kalmasını sağladıkları sıkıyönetim, 12 Eylül sabahı her şeye hâkim ve kadir oluyor, anarşi bıçakla kesilir gibi bitiyordu. Demirel ve Ecevit ulusal çıkarları korumak adına, Adalar Denizi (Ege) kıta sahanlığı üzerinde anlaşma sağlanmadan, Yunanistan’ın NATO’ya dönmesine fırsat vermemişler, veto kozuna sarılmışlardı, ama cunta ABD’nin isteğiyle Yunanistan’ın NATO’ya dönmesi için kapıyı açıyordu.
12 Eylül Yönetimi faşizme özgü baskıyla Türkiye’ye en karanlık günlerini yaşatmıştır. Sadece hükümet düşürülmekle kalınmamış, anayasa tümden rafa kaldırılmış, TBMM ve tüm siyasi partiler kapatılmış, liderler gözaltına alınmış, siyasi faaliyet bir yana siyasi yayınlar bile yasaklanmıştı. Ecevit ve Demirel, Gelibolu Hamzaköy’deki bir askeri tesiste mecburi ikamete, açıkçası sürgüne gönderilmişlerdi. Burada her iki liderle yaptığım konuşmalardan iki anıma değineceğim. Bir söyleşimizde Ecevit’e, “Bu darbenin arkasındaki güç nedir ve darbe önlenemez miydi” diye sormuştum. “Darbeyi asker yaptı, Demirel ile biz anlaşabilseydik darbe olmazdı. Demirel anlaşma teklifime önce erken, sonra geç dedi”. Bu yanıtı alınca, “Ecevit Amerika’nın oyununu görememiş miydi ya da görmezden mi geliyordu?” diye düşünmüştüm.
Demirel’le söyleşimizde, “Darbe hazırlıklarına ilişkin hiçbir istihbaratınız olmadı mı, MİT’den bilgi gelmedi mi?” diye sormuştum. Demirel, “MİT, Afrika’da bir kabilede darbe yapılacak olsa haber verir, ama nedense Türkiye’deki darbe hazırlıklarından hiç haberi olmaz” demişti. Demirel darbenin sorunlara getirdiği çözümü de “Darbe, saati örs ve çekiç altında demirciye tamir ettirmek gibidir” diye tanımlamıştı. Bu tanımı yerindeydi, ama Amerika ona bakmıyor istediğini almaya önem veriyordu. Kaldı ki devletin zayıf hale gelmesi Amerika’nın her zamanki isteğiydi. 12 Eylül Yönetimi’nde 650 bin kişi gözaltına alınmış, bir milyon 683 bin kişi fişlenmiş, 171 kişi sorgularda ve cezaevi işkencelerinde can vermiş, 14 kişi cezaevi açlık grevlerinde ölmüş, 49 kişi idam edilmişti. İdam edilenlerin 18’i solcu, 8’i sağcı militan olarak açıklanmıştı.
12 Eylül darbe hükümetinde 24 Ocak kararlarının bürokrat mimarı Turgut Özal, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak yer almıştı. Daha sonra sınırları 1982 Anayasası ile çizilmiş yeni demokratik düzen de Özal Hükümeti ile başladı. Böylece ödün verilmeksizin uygulanan 24 Ocak kararlarıyla Türkiye’nin tarımsal yeterliliği de ulusal sanayileşmesi de engellendi. Türkiye tarımsal ithalata Özal döneminde lüks meyve sayılan çikita (chiquita) muzla başlamıştı. Sanayide ithal ikamesinin esamesi kalmıyor, serbest piyasa diye ithal kapısı açılarak yerli sanayi haksız rekabete sürükleniyordu. Çikita muz dönemi diye de anılan bu dönemde, ulusal ekonomi uluslararası tekellerin inisiyatifine bırakıldı. Özal bunu istikrar sayıyordu, ama siyasi yasaklar kaldırılınca Demirel’in muhalefeti Özal’ın iktidarını sarsıyordu.
Özal döneminde Ortadoğu kaynıyordu. Sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı’nın ardından Saddam Kuveyt’i işgal edince, 1990-1991’de yedi ay süren Birinci Körfez Savaşı ve ABD’nin Irak’ı işgali gerçekleşti. ABD, Ortadoğu’daki sınırları İsrail lehine değiştirmek ve Bağımsız Kürdistan’ı kurmak için işe Irak’tan başlamıştı. Amerika Irak’a karşı Çöl Fırtınası Operasyonu’nu başlatırken, Özal’a elma şekeri uzatıyor, karşılığında Özal’dan Amerikan askeri güneyden ilerlerken, Türk Ordusu’nun kuzeyden girip Musul-Kerkük dahil Kuzey Irak’ı Kürdistan projesini gerçekleştirmek için işgal etmesini istiyordu. Özal bunu “Bir koyup üç alma” projesi diye çevresine aktarıyor, Amerika ile anlaştığını söylüyordu. Özal kandırılmıştı ve hayal görüyordu. Türk askerinin kanı Amerikan çıkarı için akıtılacak, Türkiye’den toprak koparılacaktı.
Akıtılacak Mehmetçik kanı karşılığında Türkiye’nin kazanacağı bir şey yoktu. Aksine Türkiye’den Diyarbakır ve yöresinin koparılıp Kürdistan’a verilmesi tasarlanmıştı. Türkiye Özal’ın stratejisiyle Musul ve Kerkük’e girmiş olsaydı, kazandım sanırken bütünlüğünü kaybedecekti, Amerika’nın Yahudi-Kürt dostları kazanacaktı. 1984 yılından beri ayrılıkçı PKK terörü Güneydoğu’da ortaya çıkmıştı ve Atlantik cephesince destekleniyordu. Özal ise ABD Başkanı George Bush dostluğuyla övünüyor, ona inanıyordu. Bush’un gözüne girebilmek için Körfez Savaşı öncesinde Birleşmiş Milletler kararı çıkmadan Kerkük-Yumurtalık Ham Petrol Boru Hattı’nı kapatarak Türkiye’yi zarara sokmaktan kaçınmamıştı. Ancak, Türk Ordusu’nda Amerika’nın oyununu gören komutanlar vardı ve Genelkurmay Özal’ın yanlış planını akamete uğrattı.
Özal, Baba Bush’a söz vermişti, Amerika’nın Kürdistan projesi için Saddam’a karşı çıkacak, Irak’ın kuzeyinde Mehmetçiğin kanı akıtılacaktı, bu proje Genelkurmay Başkanı Torumtay’a tosluyor, Özal’ın sözde “Bir koyup üç alma” projesi çöküyordu.
İç politikada Demirel’in muhalefetinden bunalan Özal, kurtuluşu 1989 yılında Çankaya’ya çıkmakta bulmuştu. Demirel’in ifadesiyle bu başarı değil, kaçıştı. Bu sırada çift kutuplu siyaset dünyası, tek kutuplu global dünyaya dönüşmenin eşiğindeydi. Ciddi ekonomik ve sosyal sıkıntılara sürüklenen Sovyetler Birliği 25 Aralık 1991’de resmen son bulup parçalanıyor, yeni devletler ortaya çıkıyordu. Büyük parçasını bugünkü komünizmi terk eden Rusya Federasyonu aldı. Bizim için önemli olan ise Sovyetlerden ayrılarak bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetleri (o günkü deyişle Türki Cumhuriyetler) idi. Bu parçalanmadan bir ay önce Türkiye’de Demirel, Özal’ın partisini iktidardan düşürüyor ve yeniden başbakan oluyordu. Türkiye, Özal ve Demirel ikilisinin çekişmeli yönetiminde bu gelişmeyle karşılaştı.
Türkiye, böylesine bir global değişime hazırlıksız yakalanmıştı. Bağımsızlığını ilân eden yeni Türk Cumhuriyetlerini tanımada atik davransa da onlara gereken biçimde el uzatmaya hazır değildi. Hatta ne yapacağını bilmiyordu. Türkiye bu kardeş devletlere karşı “ağabey” rolüne soyunmuştu. Onların istediği ise ağabeylik değil, eşit statüde birliktelik ve işbirlikleriydi. Üstelik, Türkiye Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ne giderken Amerika’yı da koluna takarak çok büyük yanlış yapıyordu. “21. Yüzyıl Türk asrı olacak”, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan Türk dünyası” sözleri edebiyattan öte geçmedi. Kazakistan Devlet Başkanı Nur Sultan Nazarbayev, “Kolunuza Amerika’yı taktınız geldiniz, ne zaman kendiniz olarak geleceksiniz?” diye sormuş hatayı vurgulamıştı. Türk Avrasyası diyeceğimiz coğrafyada kazanabileceğimizi kazanamadık.
Türkiye Amerika’yı koluna taktığı için Türk Avrasyası’nda yerini alamadı.
Türkiye, Avrasya’da kendi yerini edinemediğinden, Azerbaycan’dan uzanan Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı bile ABD Başkanı Clinton’un inisiyatifi ve desteğiyle, Rusya’ya nispet yaparcasına gerçekleştirildi. Hattın yapımını İngiliz şirketi BP üstlenmiş, onca güzergâh alternatifi dışlanarak, son anda Anadolu’yu bir kavisle kateden boru hattıyla emperyalistlerin Kürdistan haritası sınırından geçirilmişti. Türkmenistan’dan gaz, Kazakistan’dan petrol alınamadı ve bu kaynaklar batıya değil doğuya, Çin’e aktı. Avrasya Pazarı, ortak enerji projeleri Amerika’nın dümen suyunda Rusya’ya nispet yaparak, Rusya’yı ve hatta Çin’i dışlayarak gerçekleştirilemezdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2016’da söylediği, “Şanghay beşlisi içinde Türkiye niye olmasın?” sorusu, Yeni Avrasya oluşumunda düşünülmeliydi.
Amerika, 1991 Körfez Savaşı sonrasında Irak’ın kuzeyinde Kürdistan oluşumunun yapı taşlarını döşemek için Çekiç Gücü kurmuş, uçuşa yasak bölge uygulaması başlatmıştı. Bu uygulama ile sadece Barzani kuvvetlerine değil, PKK’ya da yardım yapıyordu. Türkiye tarafından PKK’ya karşı yapılan sınır dışı takipler, Amerika’yı rahatsız ediyordu. Amerika, Kuzey Irak’ta Barzanistan’ın kurulmasının karşısında Türk Ordusu’nu engel görüyordu. Türkiye’nin Irak’ın kuzeyi için kırmızı çizgilerden söz etmesine tepkiliydi. Amerika’ya göre hizadan çıkan Türk Ordusu’na uyarı yapılması, diş gösterilmesi zamanı gelmişti. İlk diş gösterme, Türkiye’nin mavi vatanı Adalar Denizi (Ege) üzerinde yapılan “Kararlılık Gösterisi 92” deniz tatbikatında TCG Muavenet gemisi vurularak, beş denizci şehit edilerek yapılıyordu.
Tatbikat anında da değil, gemiler için “Yeşil Periyot” denilen dinlenme anında, 2 Ekim 1992 gecesi ABD uçak gemisi Saratoga’dan ateşlenen iki adet Sea Sparrow füzesiyle TCG Muavenet vurularak hurdaya çıkarılmıştı. Amerika, “Kuzey Irak’ta ayağıma dolaşma vururum” demişti, ama Türkiye’nin haberlerinde olay kaza diye açıklanıyor, Amerika’nın gözdağından kimse bahsetmiyordu. NATO’cu generaller, Amerikancı siyasiler gerçeği görmek istemediler ve saklamaya da özen gösterdiler. Ancak gerçek çuvala sığmadığından daha sonra medyada açıklandı. 2008 yılında İstanbul Harbiye Orduevi’nde Harp Akademileri Toplantısı için verilen kokteylde genelkurmay başkanlığından üç ay önce tanıştırıldığım Org. İlker Başbuğ, makalemde bu konuya değinmemi kınıyor, “Amerika müttefikimizdir, açık açık eleştirilmez” diye uyarıyordu.
Amerika’nın diş göstermesi bu kadarla da kalmıyor, PKK’ya karşı mücadele veren, Amerika’nın Irak’ın kuzeyindeki faaliyetlerini izleyerek Özal’a rapor sunan ve önlem alınmasını isteyen Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis kara listeye alınmıştı. 1992 yılında Org. Bitlis’in içinde olduğu helikopter Irak’ın kuzeyinde Amerikan jetlerinin tacizine uğramıştı. Çünkü Özal, Bitlis’in gizli raporunu Amerikalılara vermişti. Etkisiz hale getirilmesi için CIA bağlantılı yeraltı Gladyo unsurları kullanılarak, düzenlenen bir sabotajla, 17 Şubat 1993 günü uçağı düşürülerek şehit edildi. Uçağın düştüğü yere gelen Askeri yetkililer ve Başbakan Demirel, “Sabotaj yok” diyorlardı, buzlanma nedeniyle kaza olduğu açıklanıyordu. Çok sonra uçağın yakıt borusunun tıkanmasına neden olan müdahale yapıldığı ortaya çıktı. Amerika bir gözdağı daha vermişti.
Amerika, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Irak’ın kuzeyinde ayağıma basma uyarısını TCG Muavenet savaş gemisini tatbikat bahanesiyle vurarak, lanetli projesine karşı planı olan Jandarma Komutanı Eşref Bitlis’in uçağını düşürüp şehit ederek veriyordu.
Amerika Kuzey Irak’ta Kürt devleti yapılanmasını sürdürüyordu, 36’ıncı paralelle Barzanistan’a güvenli bölge oluşturmuştu. PKK da bu koridorda büyüyor ve buradan Türkiye’ye sızıyordu. 1995 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri PKK’yı durdurmak için Kuzey Irak’a Çelik -1 ve Çelik-2 askerî harekâtlarını yaptı, 200-300 kilometre Irak içlerine girip PKK’ya büyük darbe vurdu, Amerika bu harekâtlardan rahatsız oldu. Ocak 1996’da Türkiye-Yunanistan arasında çıkan Kardak Krizi de NATO’nun güney kanadı açısından Amerika’yı rahatsız etti. Aynı yıl Başbakanlığı devralan Erbakan ise içeride laik kesimi, dışarıda Amerika’yı tedirgin ediyordu. Erbakan, Amerikan emperyalizmine karşı olduğu bilinen, laikliğe mesafeli bir siyasetçiydi. Erbakan’ın politikası ve yönetim anlayışı, laik devletin kuruluş ilkelerine ters düşüyordu, Amerikan emperyalizmine de karşıydı.
Amerika’nın Erbakan tepkisi elbette laiklikle bağlantılı değildi. Erbakan, Türkiye’nin sanayileşmesini istiyor, ağır sanayiye önem veriyordu. Sanayileşme programının merkezine nükleer santrali koymuş, Türkiye’nin nükleer teknolojiyi kazanmasını hedeflemişti. Ağustos 1996’da Pakistan’a yaptığı seyahatte ekonomik ilişkinin ötesinde nükleer silah teknolojisinde gizli işbirliği olanağı aradığı kuşkusu Batı basınına yansımıştı. Pakistan atom bombasına sahip tek İslam ülkesi olarak zaten Amerika’nın hedefindeydi. Kendisine stratejik müttefiki aldatmacasıyla bağlı kalabilmesi için Türkiye’nin nükleer silaha sahip ikinci İslam ülkesi olmasını kabul edemezdi. Erbakan İran, Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya ziyaretlerini bir paket olarak yapmıştı. Endonezya ile ortak uçak sanayii geliştirilmesini istemişti.
Erbakan, Ekim 1996’da Mısır, Libya ve Nijerya’yı ziyaret etti. Tüm bu ziyaretlerin ardından sekiz İslam ülkesiyle M8 (Müslüman-8) birliğinin kurulmasının amaçlandığı açıklandı. Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Endonezya, Malezya, Mısır ve Nijerya’nın katılacağı birlik M8 adıyla değil, D-8 (Gelişen- “Developing”-8) adıyla ekonomi-politik platform şeklinde oluşturuldu. Platformu oluşturan ülkeler, aralarındaki ticarette doları devreden çıkaracaklardı. Amerika bundan rahatsızlık duyuyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri ile Erbakan arasındaki laik görüş ayrılığını bildiğinden, yeni bir darbeye yeşil ışık yakmıştı. Milli Güvenlik Kurulu’nun asker kanadı şeriat devleti tehlikesinden yakınarak, tartışılmasını Cumhurbaşkanı Demirel’den talep etti. Talebin Kurulun özel toplantısında gündeme alınması kararlaştırıldı.
Erbakan, yedi günde sekiz ülke gezip, Amerikan emperyalizmine karşı Müslüman ülkelerle Devoloping (Gelişen) ülkeler birliği D-8’i kuruyor, ABD yönetimini tedirgin ediyordu.
Cumhurbaşkanı Demirel’in Başkanlığında 28 Şubat 1997 günü yapılan MGK toplantısı dokuz saat sürüyor, konu tartışılıp karara bağlanıyordu. Laiklikle ilgili yasaların eksiksiz uygulanması, tarikatlara bağlı okullara el konulması, eğitim- öğretim birliği sağlanması, Kuran kurslarının denetimi, tarikatların kapatılması, bunların derneklerine bağışların engellenmesi, irtica nedeniyle Ordu’dan atılanları savunarak Ordu’yu din düşmanı gibi gösteren medyanın kontrol altına alınması, kıyafet kanununa riayet edilmesi, Atatürk aleyhindeki eylemlerin cezalandırılması kararlaştırılmıştı. Karar, devletin anayasa ve yasalarının ifadesinden oluşan, laik devletin vazgeçilmezleriydi. Kurul üyeleri kararı imzalarken, Erbakan, 4 Mart günü yaptığı açıklamada karar yumuşatılmazsa imzalamayacağını söylüyordu, 13 Mart’ta ise imzaladığı açıklanıyordu.
21 Mayıs 1997’nde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Erbakan’ın partisinin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı. 7 Haziran 1997’de Genelkurmay, irticai faaliyetlere mali destek sağlayan firmalara ambargo koydu. 10 Haziran 1997’de yüksek mahkemelerin başkan ve üyelerine Genelkurmay’da irtica brifingi verildi. 18 Haziran 1997’de Erbakan, Başbakanlıktan istifa etti. Yıllar sonra Demirel ile sohbetimizde bana söylediği, 28 Şubat’ın bir darbe olmayıp demokrasinin kazandığı gün olduğuydu. Laikliğe karşı irticai faaliyetler darbe almış, ama demokrasi darbe almamıştı. Ancak, 28 Şubat olayı “Post Modern Askerî Darbe” olarak siyasi tarihe geçti. 28 Şubat sürecinde Amerika, Türkiye’ye topyekûn ayar verecek darbe yaptıramamıştı, ama Erbakan’ın D-8 platformundan ve aykırı politikalarından kurtulmuştu.
Kuzey Irak’ta Kürt devleti peşinde koşan Amerika’nın Türkiye’ye ilişkin endişeleri sürecekti. Türkiye’nin PKK’ya karşı harekâtlarını sınırlandırabilmek için 1999 yılında örgüt lideri Öcalan, bir Amerikan oyunuyla Türkiye’ye teslim edildi. Amerika bir taşla iki kuş vurmak istemiş, PKK’nın kontrolünü tam olarak ele geçirmişti. Siyasi diplomaside giderek kırmızı çizgileri silinen Türkiye ise etkisini yitiriyor, Barzanistan’ın kuruluşuna bile ne yazık ki destek oluyordu. Amerika için Barzanistan yeterli değildi. Barzanistan’a Türkiye’nin güneydoğusunu, İran’ın batısını ve Suriye’nin doğusunu katarak Büyük Kürdistan’ı oluşturmak ana hedefiydi. Türk Genelkurmayı bunu görüyor, Irak’taki oluşum üzerinden Türkiye’nin bölünme tehlikesini değerlendiriyor, Amerika ile karşı karşıya gelmenin kaçınılmaz olduğunu anlıyordu.
Başbakan Ecevit 2002 Ocak başlarında Washington’da Başkan oğul Bush ile ikili bir görüşme yapmıştı. O görüşmede Bush ayak-ayak üstüne atmışken Ecevit’in saygılı oturuşu, ezilip büzülme gibi görülerek Türkiye’de tepki çekmişti. Ecevit, Amerika karşısında ezilmiyordu, bilakis Amerika’nın Irak’a ikinci Körfez savaşı hazırlığında olduğu bilindiğinden, Irak’ın kuzeyinde önlem alma hazırlıkları peşindeydi. Amerika, Türkiye’den endişe duyarken, özellikle Türk Genelkurmayından rahatsızdı. Türkiye’ye yeni bir askeri uyarıyı gerekli görüyordu. Bu uyarıyı Türkiye’nin işgal edilmesi tatbikatıyla yapmayı kararlaştırmıştı. Amerika’nın 24 Temmuz-15 Ağustos 2002 tarihleri arasında Virginia ve San Diego-Nebraska’da gerçekleştirdiği Millenium Challenge-2002 (Bin Yılın Düellosu-2002) tatbikatı bu amaçla planlanmıştı.
Amerikan Silahlı Kuvvetleri, Pentagon tarafından hazırlanan senaryoya bağlı olarak 2002 yılında Millenium Challenge-2002 adıyla Türkiye’yi işgal tatbikatı yaparak gözdağı veriyordu.
Senaryoya göre hedef ülke (Türkiye) denizyollarını (Doğu Akdeniz ve Karadeniz) kontrol etmektedir. Bir ada ülkesiyle (Kıbrıs) sorunları vardır. Hedef ülkede teknolojik olanaklarla yıkıcı deprem oluşturulur (Marmara Depremi!). Hükümet deprem sonrası kaosla baş edemez, yönetimi orduya devreder ve uluslararası yardım ister. Amerika yardımın kendi askerlerince yapılmasını şart koşar. Hedef ülkeye gelen Amerikan birliklerinin konuşlanmasından Ordu (Türk Silahlı Kuvvetleri) kuşkulanır ve Amerikan birlikleriyle savaş yaşanır. 96 saatte ülke Amerika tarafından işgal edilir (96 saat, Türk Genelkurmayının saldırıya hazırlanılması için öngördüğü minimum süre olduğundan, bu sürenin seçilmesiyle hedefin Türkiye olduğu vurgulanmıştı). Amerika’nın yarı resmi ajansı Associated Press, tatbikatın Türkiye’yi işgal senaryosu olduğunu açıkladı.
Amerika, 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler ve Pentagon saldırısı bahanesiyle Ortadoğu’ya, İslâm Dünyası’na saldırı hazırlığındaydı. Türkiye’de Kasım 2002 seçimleriyle AK Parti İktidara gelmiş, Gül Hükümeti kurulmuştu. Türkiye’nin dış politikasında Batı’ya ve Amerika’ya yakınlaşma gözleniyordu. Erdoğan siyaset yasağı cezasından ötürü başbakan olamamış, ama iktidar partisi genel başkanı sıfatıyla Aralık 2002’de Başkan Bush ile Beyaz Saray’da görüşmüştü. Bush, Erdoğan’ı “İşte demokrasi kahramanı cesur bir adam” diye karşılamıştı. Amerika ikinci Körfez Harekâtı kararını vermiş, askerlerini Türkiye üzerinden, Irak’ın kuzeyine geçirecek şekilde planlarını hazırlamıştı. Bush bu nedenle Türkiye’ye ilgi gösteriyordu, ilk adımda 4. Piyade Tümeni’ne mensup 15 bin askerini Türkiye’ye sokmak istiyordu.
Gül Hükümeti Birinci Körfez Savaşı’nda Türkiye’nin uğradığı ekonomik zarar karşılığı Amerika’dan yardım istiyordu, havada milyar dolar rakamları uçuşuyordu. Pazarlık sonucu ekonomik ve askeri yardım, Uluslararası Para Fonu’nun kilit programlarına erişim olanağı, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine destek gibi vaatler verilmişti. Ali Babacan tarafından yürütülen pazarlığı Amerikalılar eski Teksas’taki at pazarlığına benzetmişti. Gül Hükümeti tarafından 25 Şubat 2003’de, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Yabancı Ülkelere Gönderilmesi ve Yabancı Silahlı Kuvvetlerin Türkiye’de Bulunması İçin Hükümet’e Yetki Verilmesine İlişkin Başbakanlık Tezkeresi” Meclis’e sunuldu. Tezkerenin Meclis’ten geçmesini Başbakan Gül ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan istediği gibi, Ordu’nun içindeki NATO yanlısı komutanlar da istiyordu.
Tezkere yanlısı kesim, “Böylece Kuzey Irak’a müdahale fırsatını bulur ve savaş sonrası masada oluruz” gibi görüşler öne sürüyordu. Tezkere 1 Mart 2003 tarihinde Meclis gündemine geldiğinde, Amerika’nın gizli planı ortadaydı. Amerika, Doğu Akdeniz’de Mersin ve İskenderun limanlarıyla, Karadeniz’de Samsun ve Trabzon limanlarında üs kuracaktı. Türkiye üzerinden Irak’a girecek piyadelerinin dışında, Türkiye’de 37 bin askeri süresiz kalacaktı. Milenyum Düellosu senaryosu değişik versiyonla, Irak’tan önce Türkiye’nin işgaline dönüşmüş gibiydi. Öte yandan Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde kendisini savunma dışında, PKK ile mücadele etmesini izin verilmeyeceğini koşullarına eklemişti. Amerika, Diyarbakır’dan Musul-Kerkük’e uzanacak coğrafyada Kürdistan’ın kendi koruması altında çabucak inşasını hedeflemişti.
Meclis’te gizli oturumda yapılan görüşmelerde ana muhalefet partisi genel başkanı olarak Baykal’ın yaptığı tarihi konuşmanın, AK Parti milletvekillerinin kararının değişmesine neden olduğu iddia olunuyor. Oylama sonucuna göre tezkereye 264 “Evet”, 250 “Hayır” oyu verilmiş, 19 milletvekili çekimser kalmıştı. İlk anda tezkere kabul edildi sanılırken, Meclis Başkanı nitelikli oy çoğunluğu bakımından “Evet” için gereken çoğunluğun sağlanamadığını, tezkerenin reddedildiğini açıklıyordu. Oylama gizliydi, ama bugün 100 kadar AK Parti milletvekilinin “Hayır” oyu verdiği söyleniyor. Ortaya çıkan sonuç Amerika cephesinde ve yandaşlarında tam bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı oldu. Akdeniz’e gemilerle gelen Amerikan piyadeleri gemiden dışarı bile çıkamadılar. Amerika Türkiye’ye karşı kinlenmişti, bedel ödetmek için dişlerini gıcırdatıyordu.
Erdoğan, tezkerenin geçmemesine hayıflanıyor, “Milletvekili ve Başbakan olsaydı, bu tezkerenin geçmiş olacağını” iddia ediyordu. Başkan Bush’un konuya ilişkin ricasını yerine getirememiş olmanın ezikliği içindeyken, Baykal’ın iç siyasette denge arayışı sonucu Erdoğan ile anlaşması siyasi yasağının kaldırılmasını sağlıyordu. Siirt’te boşaltılan bir milletvekilliği için tezkerenin reddinden bir hafta sonra 9 Mart’ta yapılan seçimle Erdoğan parlamentoya giriyor, 14 Mart 2003’de başbakan olarak ilk hükümetini kuruyordu. Erdoğan Hükümeti’nin ilk işi, Amerika ile ilişkiyi düzeltmek için 19 Mart’ta da Amerika’nın Türkiye hava sahasını kullanmasına izin veren tezkereyi Meclis’ten geçirmek oluyordu, ama 1 Mart’ın hezimeti silinmiş olmuyordu. Amerika hıncını “Çuval Olayı” (The Hood Event) ile alacaktı.
Amerika bedel ödetme fırsatı peşindeydi. Bu arada Irak’ın kuzeyinde kurmaya çalıştığı Kürt devletine Türkmen kentlerini de sokmaya gayret ediyordu. 10 Nisan 2003’de Kerkük’te, 11 Nisan 2003’de de Musul’da tapu ve nüfus daireleri Kürt peşmergeleri tarafından yağmalanıyor, demografik yapı kayıtları yok ediliyordu. Süleymaniye’de bulunan bordo bereli Türk özel timi tapuların ve kayıtların mikro filmlerini ve dijital kopyalarını yağma öncesinde Ankara’ya ulaştırmıştı. Süleymaniye’de konuşlanmış bu özel timden Kürtler ve Amerikalılar şikayetçiydi. 22 Nisan 2003’de özel timin Türkmenlere gıda, ilaç ve malzeme yardımını “Silah veriyorsunuz” iddiasıyla engelleyen Amerikan askeri personeli, Türk askerlerini iki gün boyunca alıkoymuş, sonra Irak’tan sınır dışı etmişti. Alıkoymayı “Misafir ettik” diye açıklamışlardı.
4 Temmuz 2003 günü 150 kadar Amerikan askeri Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetleri karargâhına geliyordu. Bunun saldırı olacağı kestirilememişti. Karargâh komutanı daha sonra yaptığı açıklamada, “Sokağa girdikleri anda 50-60 tanesini etkisiz hale getirebilirdik” diyecekti, ama iki ülke arasında sorun çıkarmak istemediğini de ekleyecekti. Amerikalılar Türk askerlerinden teslim olmalarını istediler. 11 Türk askerini başına çuval geçirerek kelepçeleyip sorguya götürdüler. Haber Ankara’ya ulaşınca, yeni Başkanıyla Amerika’ya karşı yumuşamış olan Genelkurmayın talimatı “Mukavemet etmeyin” oluyordu. Oysa söz konusu olan Türk askerinin itibarı ve onuruydu. Sözde Pentagon’dan telefon edilerek Genelkurmaydan özür dilenmişti, ama işin aslı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tutumuna karşı mesaj veriliyor, intikam alınıyordu.
4 Temmuz 2003 günü Amerikan askerleri Süleymaniye’de Türk Özel Kuvvetleri’ne bağlı askerlerimizin başına intikam amacıyla çuval geçiriyorlardı. Bu intikamın nedeni 1 Mart tezkere krizi ile birlikte Gül’ün Powell ile imzaladığı ve Türk komutanların karşı olduğu 9 maddelik gizli plan anlaşmasıydı. Genelkurmay Başkanı Özkök, ne yazık ki Özel Kuvvetler komutanına “Mukavemet etmeyin” talimatını vermişti, ama bu eylem asla unutulmayacaktı.
Amerika Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) başlatmıştı. Gerçek amacını gizleyerek, bunu demokrasi projesi diye tanıtıyordu. Amerika’nın yalanına kanan Erdoğan da 2004 yılında Diyarbakır’ın BOP’un merkezi olacağını savunuyor, projenin eş başkanlığının Türkiye’ye (kendisine) verilmek istenmesiyle övünüyordu. Teklif edilmiş olsa bile, TBMM’den geçmemiş böyle bir görev tabii ki geçerli değildi. “Büyük Ortadoğu”, “Genişletilmiş Ortadoğu” projesine dönüştürülüyor, Kuzey Afrika’nın Atlantik kıyısından Keşmir-Çin sınırına kadar uzanan coğrafyada siyasi haritanın değiştirilmesi amaçlanıyordu. Libya’ya demokrasi diye petrol için el atılıp Amerika NATO’yu devreye sokmak isteyince, “NATO’nun Libya’da ne işi varmış?” diyen Erdoğan, daha sonra Deniz Kuvvetleri’ne bağlı gemileri Libya’ya göndermek zorunda kalıyordu.
Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin yarı resmi dergisi Armed Forces Journal (AFJ) Haziran 2006 sayısında, “Kan Sınırları” (Blood Borders) başlıklı bir yazı yer almıştı. Yazı, “Daha iyi bir Ortadoğu nasıl görünürdü?” (How a better Middle East would look?) sorusuyla başlıyordu. Uluslararası sınırların adil olmadığı vurgulanarak, bunun nedenleri tartışılıyor, düzeltilmesinin gerekliliği üzerinde duruluyordu. Yazıya emekli Albay Ralph Peters tarafından çizilen iki harita eklenmişti. “Önce” (Before) başlıklı harita ile mevcut durum, “Sonra” (After) başlıklı harita ile de yapılmak istenen düzeltme gösteriliyordu. Yazının sonuna bir de “Kim Kazanır, Kim Kaybeder?” başlığı altında kazanacak ve kaybedecek ülkelerin listesi eklenmişti. Türkiye kaybedenler listesindeydi. Kazananlar listesinde Bağımsız (Free) Kürdistan vardı.
Roma NATO Savunma Koleji’nde, “Askeri Teknolojiler” eğitimi gören Türk subayların katıldığı bir seminerde Ralph Peters’in lanetli haritası çantadan çıkarılıyordu 15 Eylül 2006 tarihli seminerde, Pentagon görevlisi Amerikalı Albay’ın çantasından çıkardığı ve Türkiye’nin bölünmüş olarak gösterildiği haritayı kullanmaya kalkışmasını Türk subaylar tepkiyle karşılıyor, araya kolejde akredite Türk diplomat giriyordu. Türk diplomat Amerikalı konuşmacının gerekçesini ikna edici bulmayarak, durumu hem Ankara’ya ve hem de NATO Kolej komutanına rapor ediyordu. Bunun üzerine, Türkiye’nin 18 ilini Kürdistan sınırları içinde gösteren haritanın kullanılmış olması nedeniyle Pentagon, Türk Genelkurmayı’ndan sözde özür diliyor, “Haritalar Amerikan Yönetimi’nin politikalarını yansıtmıyor” açıklaması yapılıyordu.
Amerika’nın haritaları: Sırasıyla hayali Sevr haritası, BOP kapsamında Türkiye’den toprak koparması istenen Bağımsız Kürdistan haritası, ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’un önünde durduğu Türkiye’yi de içeren kırmızı bölge (düşman) haritası.
Oysa, ABD Başkanı Obama yönetiminde 2005-2009 yılları arasında Amerika Dışişleri Bakanı olan Condoleezza Rice, lanetli haritaya sahip çıkıyordu. Rice, “1991 yılındaki Körfez Savaşı’ndan sonra Kürdistan Bölgesi kendi hükümetine sahip oldu. 2003 yılında Bağdat’ın düşmesiyle 12 yıllık deneyimlerini etkin biçimde kullandılar, Amerika ile en koordineli biçimde çalışan müttefik oldular, her şeyi hak ettiler” diyordu. Ayrıca, Türkiye’de büyük ölçüde asimile edilmemiş ve Ankara’nın güvenmediği, bağımsız millet olma umudu besleyen Kürtlerin varlığından söz ediyordu. Rice tarafından bakanlığı sırasında yapılan açıklamalar, sonradan yazdığı makaleler, Amerika’nın Kürt kartını kullandığının itiraflarıydı. Lanetli haritada Türkiye’nin güneydoğusu, doğuda Gürcistan sınırından Karadeniz’e uzanan bir parçası Kürdistan’a bırakılmıştı.
Amerika el attığı ülkelerde kullanabileceği güç odaklarına sahip olmak ister. Bu odaklar Amerika’nın çıkarı için çalışırlar. Amerika Sovyetler Birliği yıkılmadan önce yeşil kuşak politikasıyla sözde İslami görünümlü karanlık siyasi yapılarla işbirliğini geliştirmişti. El-Kaide, Amerika’nın destekleyip kullandığı, sonra düşman yaptığı bir terör örgütüydü. Şimdiki IŞİD (DEAŞ) örgütü de öyle. Türkiye’de ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde kullanmak amacıyla FETÖ örgütünü koruması altına alıp besleyen de Amerika oldu. FETÖ örgütü bir zamanlar AK Parti’nin yanında, Amerika’nın Türkiye’yi kontrol altında tutmasına katkı sağladı. “Beraber yürüdük biz bu yollarda, beraber ıslandık yağan yağmurda…” şarkı sözlerini kendine düstur edinen AK Parti liderliği, 2013 sonuna kadar koluna FETÖ yandaşlarını takarak yürümüştü.
Pek çok AK Parti Milletvekili Amerika gezilerinde Pennsylvania’ya uğruyor, Gülen’in icazetini alıyordu. FETÖ bu sayede paralel devlet yapılanmasına olanak bulmuş, devlet içinde etkinliğini artırmıştı. O dönemlerin başbakanı olan Erdoğan’ın FETÖ için “Ne istediler de vermedik ki?” sözleri belleklerde yer etmiştir. FETÖ’nün karanlık olduğu altı yıl önce değil, çok yıllar öncesinden belliydi. Ancak, Ecevit’in evinde kabul ettiği FETÖ elebaşısı Gülen’i, AK Parti liderlerinin hocası Erbakan’ın hiç kabul etmemesi ve tehlikeli bulması ilginçtir. Erbakan herhalde Gülen’in Amerika hayranlığının Amerikan ajanlığına dönüştüğünü pek çok politikacıdan önce görmüştü. Amerika Öcalan’ı paketleyip teslim edince, karşılığı olacak ki Ecevit Gülen’i telefonla arıyor, “Mutlaka Amerika’ya gitmelisiniz” diyordu ve Gülen 34 gün sonra gidiyordu.
Amerika terörist başını teslim etmiş, ama Türkiye’ye karşı çok daha etkili biçimde kullanacağı FETÖ elebaşısını almıştı. Ona Pennsylvania’da karargâhı olacak bir yerleşke vermişti. CIA, FETÖ örgütünü geliştirdi ve Türkiye’deki operasyonları için hazırladı. FETÖ ve AK Parti birlikteliği, Amerika’nın kirli ve gizli planları için bulunmaz nimetti, işini kolaylaştırıyordu. İlk hedef Türk Ordusu’nu pasifize etmekti. 12 Haziran 2007’de İstanbul Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan 27 el bombasıyla Ergenekon operasyonu başlatıldı. Operasyonu planlayan ve gerçekleştiren FETÖ örgütüydü. Bu operasyonla Türk Ordusu’nun kilit noktalardaki subaylarına kumpas kurulmuştu. FETÖ sayesinde Genelkurmay’ın kozmik odasına girilerek gizli planlarına da el konuldu. Amerika’yı müttefik gören Genelkurmay Başkanı Başbuğ buna izin verdi.
Kozmik Oda olayı, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni çökertmek adına iç ve dış düşmanların elbirliği ile gerçekleştirilmiş karanlık dönemin en önemli simgesi durumundadır. Ergenekon Davası, Kafes Eylem Planı, Poyrazköy Davası, Amirallere Suikast, İnternet Andıcı, İstanbul Askeri Casusluk, İzmir Askeri Casusluk operasyonu gibi pek çok davayla Türk Silahlı Kuvvetlerine darbe üzerine darbe vuruldu. Bu süreçte Kozmik Oda’nın kapısını kirli ellere açan Amerikan dostu emekli Genelkurmay Başkanı Başbuğ tutuklanan ilk Genel Kurmay Başkanı oldu. Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerine bağlı pek çoğu yeri doldurulamaz komutanlarla Türk Ordusu, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesine karşı çıkamasın diye budandı. Yedi yıl sonra bu kumpas 2014 yılında başlayan tahliyelerle bozuldu, ama kayıp büyük olmuştu.
Başbakanlığının ilk yıllarında Amerika Erdoğan’a BOP Eşbaşkanlığı’nı teklif ederken, karşısındaki deneyimsiz siyaset adamını Ortadoğu’yu biçimlendirirken kullanacağını tasarlamıştı. Nitekim o zamanlar Erdoğan’ın tercümanlığını yapan bir akıldanesi, “Sakın ha kubura süpürmeyin, kullanın” diye Amerikalılara açıkça öğüt vermişti. Dinler arası diyalog sürecinde Amerika verdiği baş aktörlük rolleriyle Erdoğan’ı onore etmiş, kendine bağımlı olarak kullanmayı amaçlamıştı. Geçen yıllar Erdoğan’ı ustalaştırıyor, yönetmek ve kullanmak isteyenleri hüsrana uğratmaya başlıyordu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimî üyeleri için, “Dünya beşten büyüktür” diyen, Müslüman dünyada itibar kazanan bir Erdoğan ortaya çıkmıştı. Amerika ne yapacağını kestiremediği Erdoğan’ı dizginlemek istedi ve FETÖ’yü kullanmaya kalkıştı.
FETÖ’nün Erdoğan’a ve AK Parti iktidarına karşı ilk darbe girişimi, 17-25 Aralık 2013’de yargı kullanılarak gerçekleştirilmek istendi. FETÖ’cü savcıların ve hakimlerin harekete geçirilmesiyle 17-25 Aralık sürecinde iktidarın bulaştığı yolsuzluk, evlerde ayakkabı kutularında saklanan ve para makinalarıyla sayılan milyonlarca dolarlık döviz iktidarı tepeden tırnağa titretmeye yetti. Panik anında yapılan özel telefon görüşmeleri sosyal medyada açıklanınca, iktidar cephesinin kuşkulu akçalı işlemleri ortalığa saçıldı. Ancak bu süreçte Erdoğan yönetiminin yıkılması değil, AK Parti iktidarında FETÖ’nün etkenliğinin artırılması amaçlanmıştı. Böylece Erdoğan Amerika’nın isteğine uygun dizginleyip yönlendirilebilecekti, ama plan başarıya ulaşamadı. FETÖ örgütü de deşifre olmakla kalmayıp terör odağı olarak ilân edildi.
Satranç tahtasında taşlar yer değiştirse de Amerika, Wilson’un Ortadoğu’yu biçimleme planından, Osmanlı’ya dayatılan Sevr Antlaşması’ndan ve Kürdistan projesinden vazgeçmemişti. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra globalleşme ortamındaki dünya koşullarını planının gerçekleşmesi için uygun görüyordu. Üstelik, 1948 yılında İslam coğrafyasında zorla kurdurulan Yahudi devleti İsrail’in güvenliği için de yine kendi güdümünde olacak bir Bağımsız Kürdistan devleti istiyordu. 2004 yılında Diyarbakır’ı BOP’un merkezi yaparız diyen deneyimi az Başbakan Erdoğan gitmiş, çözüm süreci aldatması tutmamış, 2015 yılında Diyarbakır’da PKK’lı teröristlerin açtığı hendeklerin kapatılmasını isteyen Cumhurbaşkanı Erdoğan ortaya çıkmıştı. Kürdistan’a karşı olan Erdoğan, Amerika için de Büyük Ortadoğu Projesi karşısındaki bir engeldi.
17-25 Aralık süreci akamete uğramış olsa da Amerika Erdoğan engelini yine FETÖ örgütünü kullanarak aşmayı deneyecekti. Çünkü bu sürecin getirdiği ayrışmayla taraflar birbirlerine karşı kılıçlarını bilemişlerdi. Bir zamanlar kol kola yürüyenlerin, Erdoğan’dan ve hükümetlerinden, belediyelerinden istediklerini alanların, Türk Ordusu’na karşı birlikte kumpas kuranların ipliğinin pazara çıkmasıyla taraflar arasında düello kaçınılmaz olmuştu. FETÖ yıllarca Türk devletinin ve Türk Ordusu’nun içinde paralel yapı olarak örgütlenmiş ve güçlenmişti ve bu gücü kullanıma hazırdı. Amerika, FETÖ adına düellonun destekçisi ve seyircisi olmaktan öte, FETÖ’nün kazanmasıyla emellerine ulaşacağını düşündüğünden CIA eliyle planlayıcısı olmayı tercih etti. FETÖ’nün Türk Silahlı Kuvvetleri içine yerleştirdiği adamlarıyla darbe planlandı.
Amerika, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın defterini dürme, Türkiye’ye yeni bir ayar verme zamanın geldiğini, koşulların buna elverdiğini düşünüyordu. FETÖ piyonuyla 15 Temmuz darbe girişimi sahneye konuluyordu. Erdoğan engeli aşılacak, Türkiye’nin yönetimi işgalle yeniden ayarlanacak, amaçladıkları Kürdistan’ın kuruluş kurdelesi, Türk halkına karşı yurtta sulh cihanda sulh yutturmacasıyla kesilecekti. Planlanan darbe NATO ve Batı yakası tarafından topyekûn desteklenecekti. Çıkacak karışıklığı bastırma bahanesiyle Türkiye’ye Kıbrıs İngiliz üslerinden sevk edilecek paraşütçülerle işgal planları hazırlanmıştı. Atlantik ötesinden, Amerika’dan gelen emir uyarınca 15 Temmuz 2016 akşamı hain komutanların kalkışmasıyla bazı askeri birlikler, araçlar, tanklar İstanbul ve Ankara’da yolları keserek darbe girişimini başlattılar.
Darbeyi ne kadar planlamış olsalar da Türk halkının milli mücadele azmini hesaba katmamışlardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, iktidarın ve parlamentonun dik duruşuyla Türk halkı şehitler verecek, ama darbecilere geçit vermeyecekti. Elbette Türkiye Amerikan patentli CIA destekli FETÖ darbesini kabullenmezdi, demokrasi destanıyla karşı koyacaktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Halkımızı meydanlara davet ediyorum” diyerek sokağa ve karşı koymaya çağırmasıyla, halk tanklarının bile önünü kesti. Türk Ordusu’nda hainlere “dur” diyecek Atatürkçü vatanseverler çoğunluktaydı ve halkın yanındaydı. Hain ve zorba darbeciler TRT ekranlarında darbe bildirisi okuttular, ama halk ve Silahlı Kuvvetlerin kahramanları darbecileri etkisiz hale getirmeyi başardılar. Ulusça hep birlikte milli irade ve demokrasi destanı yazıldı.
Amerika askerî darbeyle ayar vermekten öte, Türkiye’yi teslim almayı hedeflemiş, CIA örgütüne işgalci darbe talimatını vermişti. CIA/FETÖ işbirliğiyle tezgahlanan 15 Temmuz darbe girişimi Türk halkının milli mücadele ruhuyla karşı çıkması sonucu akamete uğradı.
Menderes Rusya’ya uzanınca 27 Mayıs darbesine yeşil ışık yakan, Demirel Rusya’dan teknik ve ekonomik yardım alarak sanayileşmede adım atınca Türkiye’nin aks değiştirmesinden endişelenen Amerika, tezgahladığı FETÖ darbe girişiminin hezimete uğramasıyla Erdoğan’ı Rusya yakınlaşmasına itelemiş oluyordu. Rusya darbe girişimi istihbaratını önceden almış, hatta Türkiye’yi uyarmıştı. Putin’e yakın olan Rus jeopolitika uzmanı Aleksandr Dugin uyarı için Türkiye’ye gelmişti. 15 Temmuz sonrası neredeyse bir hafta Amerika’dan ve Avrupa’dan hiçbir lider Erdoğan’ı aramazken, darbe girişimi sonrası ilk arayan ve geçmiş olsun diyen Rus lider Putin idi. Oysa yedi ay önce kopma noktasına gelen Türkiye-Rusya ilişkileri normalleşme sürecine gireli henüz bir ay bile olmamıştı. Jeopolitik denge değişimine gidiliyordu.
Amerika BOP’un son perdesini Suriye’de açınca, Türkiye’nin başını gelmedik kalmadı. 24 Kasım 2015 günü Suriye’den kalkan bir Rus savaş uçağı Hatay-Yayladağ üzerinde 17 saniyelik sınır ihlali yaptı bahanesiyle ve angajman kuralları uyarınca Türk savaş uçakları tarafından düşürüldü. Türkiye-Rusya krizine neden olan bu olay, FETÖ’cülerin marifetiyle tezgâhlanmıştı. Amerika, krizden öte Rusya ve Türkiye’yi Suriye üzerinde çatıştırmak istemiş, ama başaramamıştı. Derinleşen kriz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yedi ay sonra Putin’e yolladığı mektupla çözülüyor, iki liderin Rusya’da görüşmeleri kararlaştırılıyordu. Bu görüşme Amerikancı FETÖ darbesi sonrası 9 Ağustos 2016’da St. Petersburg’da gerçekleşti ve iki ülke yepyeni güçlü bir stratejik ortaklık sayfası açtılar. Rusya’dan S-400 füzelerinin alınması bile bu görüşmede gündeme geldi.
9 Ağustos 2016’da Erdoğan ve Putin St Petersburg’da bir araya gelerek, askeri işbirliğine dek uzanan çok yönlü stratejik ortaklığı başlattılar. Bunun sonucu Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alındı. Şimdi o sistemin aktif hale getirilmesi çalışmaları sürüyor.
Amerika Körfez savaşı sonrası Kuzey Irak’ta Barzanistan’ı kurarak Kürdistan’ın ilk ayağını oluşturmuştu. İkinci ayağını Suriye’de oluşturmak istiyordu. Mart 2011’de Suriye iç savaşa bu amaçla sürüklendi. Suriye’nin Dera kentinde Arap Baharı’nın etkisiyle demokrasi yanlısı gösteriler başladığında BOP’un Suriye perdesinin açıldığı, sonraki perdelerin Türkiye ve İran’ı da içine çekecek biçimde geliştirilmek isteneceği görülebiliyordu. Esad’ın istifasına yönelik protestolar çatışmalara dönüşürken, Erdoğan liderliğinde AK Parti iktidarı ne yazık ki Amerika’nın yanında Suriye pastasından pay alabilme, Şam’da Emevi Camii’nde Cuma namazında saf tutabilme hayali peşindeydi. O günkü iktidar neo-Osmanlıcı hevesle ve dinsel mezhepçilik saplantısıyla Suriye’de oyuna girme hazırlığındaydı.
Erdoğan’ın “Katil Esad” diye dışladığı Suriye lideri ise, Amerika’nın hedefinde Türkiye’nin de olduğunu söylüyordu, ama kulak asan yoktu. Amerika’nın planı, Türkiye’yi önce Suriye ile savaştırmak, ardından İran’ı savaşın içine çekerek Türkiye-İran savaşını çıkarmak, Müslümanı Müslümana kırdırarak, lanetli haritasına göre coğrafyayı biçimlendirmekti. Suriye’de iç çatışma başladığında Türkiye’de PKK terörünü sonlandıracağı sanılan çözüm süreci sürüyordu. Bu süreç Amerika tarafından Türkiye’yi oyalamak için empoze edilmiş aldatmacaydı. PKK güçlendiriliyor, Amerika’nın destekleyeceği büyük kalkışma için hendekler inşa ediliyor, yığınaklar yapılıyordu. Çözüm süreci 2014 sonuna doğru çözümsüzlüğe sürüklenirken, PKK kanlı eylemlerini sürdürerek silah bırakmayacağını gösteriyordu.
Türkiye, Suriye ve İran savaşa girince, Kürt isyanıyla Türkiye parçalanacaktı. Türkiye’yi yönetenler Amerika’nın bu tuzağını görmek istemediği gibi Amerika’nın değirmenine su taşıyordu. Amerika, akıldanesi İngiltere ve can dostu Siyonist İsrail ile birlikte, Suudi Arabistan’ın finansmanıyla sözde “İslâm Devleti” amaçlı IŞİD (DAEŞ) terör örgütünü kurup Irak ve Suriye Kürt coğrafyasında oyuna soktu. PKK’nın Suriye uzantısı PYD, 2014 başında Rojava’da özerklik ilan ettiğini açıkladı. Rojava, Afrin’den başlayan Ayn El-Arab (Kobani) ile birlikte Fırat’ın doğusundaki 11 kenti içine alan bir coğrafya. Türkiye aleyhine olan bu gelişmeye karşın, IŞİD ile mücadele edecek diye peşmerge kisvesi altında PKK militanlarının Kobani’ye geçmesine müsaade etti. Türkiye’den geçen o militanlar, 2019 Barış Pınarı Harekâtı’nda Mehmetçiğe kurşun sıktılar.
Kürdistan için lojistik desteğin denizden sağlanması amacıyla Rojava üzerinden Akdeniz’e uzanacak Amerikan koridoru da denilen Kürt koridorunun açılması hedeflenmişti. 15 Temmuz darbe girişimini defeden Türk Silahlı Kuvvetleri FETÖ’cülerden temizlenerek güç kazanıyor ve 40 gün sonra Amerika’nın hiç beklemediği şekilde Fırat kalkanı Harekâtı’nı başlatıyordu. 24 Ağustos 2016’da Cerablus’u IŞİD’in elinde alınmasıyla başlayan Fırat Kalkanı operasyonu, 29 Mart 2017’de El-Bab’ın alınmasıyla sonlanıyor, yedi ayda sivillere zarar vermeden IŞİD ile PYD/YPG militanlarından temizlenen bölgeyle koridorun Akdeniz’e ulaşmasının önü adeta kama sokularak kesiliyordu. 2017 Ocak ayında Türkiye-Rusya ve İran’ın katılımıyla başlayan Astana barış sürecinde Amerika dışlanmıştı.
Suriye’de işgalci güç olan Amerika’nın dışlanması önemli gelişmeydi, ama Amerika askeri olarak Suriye’de varlığını sürdürmekle kalmıyor, Suriye Demokratik Güçleri olarak tanımladığı PKK’nın Suriye uzantısı PYD/YPG militanlarını müttefik seçip sözde IŞİD’e karşı gerçekte ise Büyük Kürdistan’ın inşası için ağır silahlarla donatıyordu. Dolayısıyla Türkiye’ye karşı tehdit, terörist saldırılar ve tacizler artıyordu. 20 Mart 2018’de Afrin’in PYD/YPG’den temizlenmesi için Zeytin Dalı harekâtı başlatıldı, 18 Mart’ta Afrin merkezine girildi. Fırat’ın batısında Türk askeri varlığı güçlendi, ama yöre tamamen teröristlerden temizlenememişti Fırat’ın doğusu ise teröristlerin yerleşim alanına dönüşmüştü. Türkiye’nin 911 kilometrelik Suriye sınırının 444 kilometresi Fırat’ın doğusunda olduğundan buranın temizlenmesi gerekiyordu.
Amerika’nın Suriye planı Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtlarıyla Mehmetçiğin postalıyla çiğneniyor ve büyük darbe alıyordu.
Fırat’ın doğusunda 444 km’lik sınır boyunca 30-35 kilometre derinlikte güvenli bölge oluşturulması, bu bölgeden ağır silahlı PYD/YPG güçlerinin çıkarılması, temizlenecek bölgeye Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin yerleştirilmesi Türkiye’nin öncelikli stratejisi olmuştu. Amerika’nın karşı çıkışı sonucu Türkiye çok uzun bir süre oyalandı. 9 Ekim 2019’da Türkiye Barış Pınarı Harekâtı’nı başlattı, birkaç gün içinde de sınırın 145 km’lik kesiminde 35 kilometre derinliğe giriliyor, teröristlerin ikmal yolları kesiliyordu. Amerika telaşa düşüyor, kara gücü varsaydığı teröristleri kurtarmak için bölgeyi terk etmeleri aldatmacasıyla 120 saatlik ara verilmesini istiyordu. Bu süre biterken bölgeden teröristleri çıkarmak için Rusya 150 saatlik ara istedi ve harekât durduruldu, ama teröristlerin bölgeyi tam terk etmedikleri de anlaşıldı.
PYD/YPG teröristleriyle Amerika’nın işbirliği, etkinliği kalmayan IŞİD mücadelesi diye sürüyor. Rusya da gizli amaçlarla olsa gerek teröristlerle diyaloğunu sürdürüyor. Suriye petrol alanlarına terörist müttefiki için çöreklenen Amerika, güvenli bölgenin güneyinde, Suriye’nin petrol alanlarını ve doğusunu kapsayan kesimde PYD garnizon devletini oluşturma gayretini içinde, vazgeçmeye hiç niyeti yok. Böyle bir oluşum elbette Türkiye için tehdidin sürmesi demektir. Engellenmesi ise Amerika ve Rusya işbirliğiyle değil, Esad yönetimi ve bölge ülkeleri işbirliğiyle olanaklıdır. Tıpkı 2017’de Amerika’nın vaadiyle referandum yaparak bağımsız devlet olmaya kalkışan Barzanistan’ın, Irak, İran ve Türkiye’nin işbirliğiyle hezimete uğratılıp sesinin kesilmesi gibi. PYD garnizon devletinin engellenmesi için Türkiye, Suriye, İran ve Irak işbirliği zorunludur.
Amerika ve NATO’dan vefa değil, sadece kalleşlik beklenir, ama Türkiye’de bu gerçeği ne yazık ki göremeyenler var. Son kez 13 Kasım 2019’da Beyaz Saray’da Erdoğan ve Trump görüştüler. Sonra görüşmeye bazı Amerikan senatörleri de katıldı. Erdoğan’ın Trump’ın yanısıra senatörlerle ve ardından Amerikan şirketlerinin temsilcileriyle görüşmesi Türkiye’deki Amerika severleri havaya uçurmaya yetti. Sözde Trump samimi bir hava içinde Erdoğan’a yakınlık gösteriyor, sorunlar çözülüyordu. Ermeni Soykırımı tasarısının Senatoya gelmesi geçici bir süre için durduruluyor, Türkiye’nin Amerika’dan Patriot füzeleri alacağı Rus S-400 füzeleri ve F-35 sorunu için komisyon çalışmasıyla çözüm üretileceği müjde gibi etrafa yayılıyordu. Türkiye’deki iş çevreleri mutlu oluyor, gerginlik giderildi diye dolar kuru düşüyordu.
13 Kasım 2019 Washington-Beyaz Saray Trump-Erdoğan Zirvesi, yapılan şovun aksine Türk-Amerikan ilişkilerindeki sorunu çözmüyordu. İki ülkenin stratejileri taban tabana zıttı.
Aslında Amerika “Yanıma dön” çağrısında bulunmuş, yaptırımlarla tehdit etmiş, Türk heyeti eli boş dönmüştü, ama Erdoğan istediğini aldı havası yaratılmıştı. Trump iyi polis rolünü oynamış, hiçbir şey değişmemişti. 24 gün sonra Senato Dış İlişkiler Komisyonu’nda, Rusya’dan alınan S-400 füze sistemi, Suriye Barış Pınarı Harekâtı için Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan dahil olmak üzere bazı üst düzey yetkililere uygulanması öngörülen yaptırım tasarısı kabul edildi. Tasarının Senato’dan geçerek Trump’ın belirleyeceği seçenekle onaylaması şaşırtıcı olmayacaktır. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu şimdi, “ABD’den Türkiye aleyhine yaptırım kararı çıkması durumunda gündeme İncirlik de gelir Kürecik de gelir, her şey gelir” diyor. Senato 12 Aralık’ta Ermeni Soykırım Tasarısı’nı onaylayarak ne yapacağını gösterdi.
Beyaz Saray görüşmesinde Trump’ın Erdoğan ve ailesinin varlıklarına ilişkin kişisel yaptırım dahil tüm yaptırımları ve 100 milyar dolarlık ticaret kartını masaya koyarak, “S-400’leri aktive etmeden depoda tutun, onların yerine bizden Patriot alın, F-35 kararımızı gözden geçirebiliriz, yeter ki siz Suriye’de ayağımıza basmayın” diyerek tüccar diplomasisi uygulamıştı. Monşerler diye küçümsediği gerçek diplomatlardan uzak kalarak diplomasi yapmaya çalışan Erdoğan’ı dost yaklaşımla ikna ettiği görülüyordu. Barış Pınarı Harekâtı için gönderdiği hakaret mektubu için Erdoğan’ın “Kendilerine takdim ettim” diye açıkladığı davranış biçiminden de cesaretlenmiş olmalı ki, diplomaside yeri olmayan biçimde omuzuna el atmıştı. Takdim saygı işidir, hakaret içeren mektup takdim edilerek iade olunmaz, sert bir yanıtla yüze çarpılır.
İncirlik, Kürecik ve Türkiye’deki diğer Amerikan askeri üsleri derhal kapatılmalıdır.
3-4 Aralık 2019 tarihli NATO zirvesi de benzer başarısızlıkla noktalandı. Böyle olacağı zirveden bir gün önceki akşam Londra Downing Sokağı 10 numaradaki İngiltere Başbakanlık ofisinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fransa Cumhurbaşkanı Macron, İngiliz Muhiplerinden Osmanlı Nazırı Ali Kemal’in torunu olan İngiltere Başbakanı Johnson, Almanya Şansölyesi Merkel’in katıldıkları Suriye konulu yaklaşık bir saatlik toplantının sonucunda ortaya çıkmıştı. Kamuoyu ve basın önünde birbiriyle ağız dalaşı yapan Erdoğan ve Macron içeride kapışmamışlar, uzlaşmayı tercih etmişlerdi. Türkiye, NATO’ya sunduğu PYD/YPG’nin terör örgütü PKK’nın uzantısı olduğuna yönelik bildirgesi kabul görmediğinden, NATO’nun Baltıklar ve Polonya’ya yönelik savunma planını reddederek veto edeceğini açıklamıştı.
Amerika karşı çıktığından NATO Türkiye’nin isteğini kabul etmedi, ama Türkiye veto kartını kullanmadı. Zirvede Erdoğan ile özel görüşen Trump, yaptırımlar ve kişisel yaptırım kartını açmış olmalı ki, Türkiye’nin veto blöfü sabun köpüğü gibi sönmüştü. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, “Savunma planımızı güncelledik, Türkiye engelini kaldırdı. NATO’nun YPG’yi nasıl tanımlayacağına ilişkin bir görüşme yaşanmadı” açıklamasını yaptı. Medyada “Türkiye NATO’da vetoyu geri çekti” haberi yayınlanınca, Amerikan ve NATO taraftarlarının yüzü bir kez daha gülüyordu. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ise zevahiri kurtarma adına, “Bizim plan da jestimizle Baltık ülkeleri ve Polonya planı da konseyden geçti, ama ya birlikte yayınlanacak ya ikisi de engellenecek” diyordu. Geçmiş olsun, atı alan bir daha Üsküdar’ı geçmişti.
3-4 Aralık 2019 Londra NATO Zirvesi, Türkiye PYD/YPG’yi terör örgütü kabul ettiremedi, ama ne yazık ki NATO’nun Baltıklar Savunma Planı’nı ve Çin hedefini veto edemedi.
Elindeki sağlam dosyaya ve kuvvetli tezlerine karşın Türkiye NATO zirvesinde aradığını bulamamış, istediği sonuca ulaşamamıştır. Çünkü NATO üyelerine değil, sadece ve sadece Amerika’ya hizmet eden bir örgüttür. Zirvenin sonuç bildirgesine genel ifadelerle NATO’nun terör karşıtı mücadeleye bağlılığında geri adım atılmadığı, terörü yenmek için birlikte daha güçlü adımlar atmakta olduğuna ilişkin ifade konulmuş olmakla birlikte, bu ifadenin Türkiye’nin dışındaki NATO üyelerince terör örgütü sayılmayan PYD/YPG’yi kapsamadığı çok açıktır. Baltıklar ve Polonya savunması Rusya’ya karşı bir önlem iken, bu NATO zirvesinde bir de “Hep birlikte Çin’e karşı durulması” hedefi konuldu. Hem Rusya’ya ve hem de Çin’e karşı Amerikan istemlerine uygun kararlarıyla bu NATO zirvesi, Türkiye adına kazanç değil, kayıp olmuştur.
Atlantik Cephesi ve Batı bir zamanlar kendi yanında gördüğü Erdoğan’ı bugün kontrol edilemez ve tehlikeli bularak karşısında görmektedir. Ancak, Atlantik Cephesi ve Batı için önemli olan öncelikle Türkiye’dir ve Türkiye gibi stratejik açıdan önemli olan kilit bir ülkeyi kaybetmeyi göze alamamaktadır. Erdoğan devre dışına itilerek, Türkiye yeniden kazanılabilir mi arayışı yaşanıyor. 15 Temmuz darbesi Erdoğan’ı devirmek, çıkacak karışıklıkla Türkiye’yi barış adına istila edip etkisizleştirmek amacını güdüyordu, ama Türk halkına boyun eğdiremeyeceklerini, darbeyi kabul ettiremeyeceklerini gördüler. Şimdi vites küçülterek Erdoğan’ı demokratik bir oyunla tasfiye edip, iktidara getirecekleri kendi yandaşlarıyla Türkiye’yi dizginleme senaryosu peşindeler. Bunu da ümit bağlayıp yandaş gördükleri siyasetçilerle kotarmak istiyorlar.
Peki, Türkiye’nin tekrar Pasiftik cephesine, Batı’ya döndürülmesi için ümit bağladıkları siyasetçiler kim? Davutoğlu – Gül – Babacan – İmamoğlu. Davutoğlu Gelecek Partisi adını verdiği sağ partiyi kurdu. Şimdi sırada Gül-Babacan ikilisinin dizayn ettikleri bir diğer sağ partinin kuruluşu var. Kuruluşun lideri perde arkasında kalmayı tercih eden Gül, lider olmayan yönetilebilir Babacan ön safta Gül’ü temsilen duruyor. Bu iki sağ partinin birinci amacı, AK Parti’nin oylarını bölerek iktidar olmasını engellemek. Ancak, Gül’ün yönetiminde kuruluşu gerçekleştirecek olan sözde Babacan’ın partisinin temel hedefi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Gül’ü sahaya çıkararak halefi Erdoğan’dan rövanşı almasına yol açabilmek. CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı olması beklenen İmamoğlu ise, Pasifik sularında Batı’nın oltasına takılması beklenen büyük balık.
Ahmet Davutoğlu’nun siyasi sicili, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına karşıt olaylarla dolu ve oldukça kabarık. Her şeyden önce Amerika’nın adamı olarak tanınıyor. Başbakanlığı döneminde Suriye sınırında Rus savaş uçağının düşürülmesinin baş sorumlusu. Muhafazakâr tanınan Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı döneminde FETÖ örgütü Bakanlığın birimlerine ve yurt dışı temsilciliklerine sızmış, Dışişleri Bakanlığı’nda üstlenmişti. Suriye ile Türkiye’nin arasının açılmasının nedeni, Davutoğlu’nun Esad’dan Müslüman Kardeşler örgütünü hükümete ortak etmesini istemesi. Suriye’ye karşı neo Osmanlıcı politika uygulaması da bardağı taşıran damla. Mısır ile ilişkilerin bozulmasının sorumlusu da Davutoğlu. Zamanında PYD lideri Salih Müslim’i Ankara’da ağırlayan, Kürt açılımı destekçisi olan da o.
Davutoğlu’nun karanlık sicili bu kadarla kalmıyor. IŞİD’e karşı mücadele bahanesiyle sözde peşmergeye yol verme adı altında, PKK militanlarının Kürtlerin Kobani dediği Ayn El-Arab’a girmesinin, Süleyman Şah’ın türbesinin taşınmasının sorumlusu da Davutoğlu. Libya’da Kaddafi karşıtlarına para yardımı yaptığı iddiaları var. Ayrıca, Barzani yönetiminin Musul bölgesinden çaldığı petrolün, Irak Merkezi Hükümeti’nin karşı çıkmasına rağmen Kerkük-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı üzerinden taşınarak İsrail’e satışına yol açan da Davutoğlu. O Davutoğlu ki Türkiye’ye ait olmakla birlikte, Yunanistan tarafından işgal edilmiş bir adada tatil yapmayı içine sindirebilmiştir. Siyasette stratejik derinlik mucidi, komşularla sıfır sorun politikası mimarı diye ortaya çıkıp, Türkiye’yi sorunlar demeti içinde bocalatan Davutoğlu’dur.
Amerika’nın adamı olarak tanınan Davutoğlu, ABD Dışişleri Eski Bakanı Hillary Clinton ile el şakası yapıyor, İngiltere’nin Eski Başbakanı David Cameron ile mevkidaşı olarak Downing Street 10 numarada yaptığı görüşmelerde Batı’ya bağlılığını vurguluyordu.
Şimdi Türk siyasetinin geleceğini tasarlamak, pardon karartmak adına kurduğu Gelecek Partisinin açıklanan politik ilkeleri de ilginç. Anadilde eğitim istiyor ki, bu istek PKK’nın isteğine paralel. Ayrıca ABD ile inişli-çıkışlı tanımladığı ilişkilerin sürdürülebilirlik arz eden çerçeveye oturtulmasını amaç edinmiş. Bu amaç Amerika’nın kucağına oturma amacından başka bir şey değildir. NATO bağında ittifak ilişkilerinin korunacağını açıklaması ise, tıpkı 27 Mayıs 1960 sabahı darbe bildirisini okuyan Albay Türkeş’in “NATO’ya bağlıyız” demesi gibi göbek bağına verilen bir selam. Orta Asya ve Ortadoğu’da akraba topluluklarla kültürel bağlardan söz etmekle birlikte, Avrasya’dan söz etmemesi, Türkiye’nin yüzünün Atlantik ve Batı’ya, sırtının Avrasya ve Asya’ya dönük olmasını tercih ettiğinin göstergesi.
Türkiye’ye yarardan çok zarar vermiş bu politikacının lider olduğu partinin adı “Gelecek” olsa da Türkiye’nin geleceğine olumlu katkısı olamaz. Ancak AK Parti’nin oylarını rendeleyerek, iktidara uzanmasını engelleyebilirse, Türkiye’nin Avrasya’dan cayıp Batıya yönelmesine katkı sağlayabilirse, Türkiye’ye bir şey kazandırmayıp kaybettirmesinden ötürü Amerika ve Türkiye karşıtı güç odakları tarafından sırtı sıvazlanır. Atlantik Cephesi ve Batı’nın Gül-Babacan partisinden beklediği de bundan farklı değil. Abdullah Gül’ün siyasi sicili de Davutoğlu’ndan pek farklı sayılmaz. Zaten Davutoğlu’nu kendisine danışman seçerek siyasete sokan da Gül. Aralarında düşünce ve görüş birliği olmasa böyle bir ilişkileri olamazdı. Gül, İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in himayesi nedeniyle majestelerinin adamı olarak tanınan bir siyasetçi.
İngiltere ve Amerika bir elmanın iki yarısı gibidirler. Duayen devlet adamı Demirel, “İngiltere planlar, Amerika uygular” derdi. Kaldı ki Gül’ün Amerika’ya yakınlığı, Davutoğlu’nu geçmiş bulunuyor. Gül’ün Washington merkezli Yahudi örgütü JINSA (Jewish Institute for National Security Affairs – Ulusal Güvenlik İşleri için Yahudi Enstitüsü) ile ilişkisinin olduğu biliniyor. JINSA, Erbakan’ı devirmek için çevik bir paşa bulan ve 28 Şubat’ı tezgahlayan örgüt. Gül aynı zamanda Erdoğan’ı JINSA’ya takdim eden kişi. Abdullah Gül’ün 2 Nisan 2003’de ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile imzaladığı iki sayfa dokuz maddelik anlaşma (Gizli Plan) ise, Türkiye’nin üniter yapısını ve bekasını tehlikeye atan, Amerika’nın BOP planına, Ralph Peters’in bölücü haritasına yol açan tehlikeli bir antlaşmaydı ve ısrarla kamuoyundan saklanıyordu.
Gizli Plan resmen açıklanmadı, ama tekzip de edilmedi. Yazılı basına sızdı ve tüm medyada yer aldı. Dokuz madde özetle şöyleydi: “Türk askeri Irak’ın kuzeyinden çekilecek, sınır ötesi harekâtlara son verilecek. PKK’ya karşı Türk devletinin egemenlik alanı içinde yapılacak askerî harekâtlar ABD askeri makamlarına duyurularak izin alınacak. Türkiye, ABD’nin Ortadoğu ülkelerine yapacağı askerî harekâtlara destek sağlayacak. Türk Ordusu’nun asker sayısı, silah gücü azaltılacak. Irak’ın kuzeyindeki Kürdistan devleti resmen tanınacak. Öcalan ve PKK liderlerine af çıkarılacak. Türkiye dört yıl içinde üniter devlet yapısını terk edip federasyona geçecek. Kıbrıs’ta Denktaş dışlanacak, Annan Planı kabul edilecek. Ege kıta sahanlığında Yunan doktrinine esnek davranılacak. Ermenistan ile ilişkiler normalleştirilecek ve iyileştirilecek”.
Abdullah Gül’ün 2 Nisan 2003’de ABD Dışişleri Eski Bakanı Colin Powell ile imzaladığı 2 sayfa 9 maddelik gizli plan anlaşması manda mutabakatından farksızdı. Gül, Amerika’ya yakınlığından öte, İngiltere kraliçesi Elizabeth ile de yakın ilişkileri olan ve bu yüzden majestelerinin adamı diye anılan Atlantik Cephesi’ne ve Batı’ya bağlı bir siyasetçi.
Sonuçlandırılmayarak uygulamaya konulmamış, sadece Gül ve Powell imzasıyla paraflanmış sayılsa bile, 84 yıl önce milli iradeyle reddedilen Amerikan mandasının kabulünden farklı bir anlam taşımıyor. Ne yazık ki imzalanmış böyle bir anlaşma ya da gizli plan yadsınamaz gerçek. 2 Nisan 2003 günü atılan imzalarla oluşturulan Gizli Plan’a Genelkurmay’ın zirvesi hariç Türk Silahlı Kuvvetleri karşı çıkınca, 4 Temmuz 2003 günü Süleymaniye’de Türk askerinin başına Amerikan çuvalı geçirilerek mesaj verilmişti. Bu planı kabul eden Gül’ün sonradan Cumhurbaşkanlığı döneminde dağa taşa yazılmış “Ne mutlu Türküm diyene” sözlerini sildirdiği biliniyor. Babacan’ı yöneterek kurdurduğu partinin Türkiye’ye verebileceği, sadece ve sadece Atlantik ittifakının ve Batı’nın itirazsız boyunduruğunu kabul etmek olabilir.
Ali Babacan ve Abdullah Gül ikilisi. Babacan sözde lider, özde Gül tarafından yönetilen lider.
Gerçekte bir lider olmayan Gül tarafından yönetilen Babacan’ın siyasi sicili üzerinde durmaya gerek yok, ama Dünya Bankası’nın, Uluslararası Para Fonu’nun, Pasifik yakası ve Batı’nın malî kuruluşlarının önünde el-pençe durup itaat ettiği bir gerçek. AK Parti’den çıkan iki yeni siyasi parti aynı amaç için kurgulanmış iki örgüt bugün ayrı ayrı görünseler de yarın güç birliği yapacaklardır. Güçleri Erdoğan’ı yıkmaya yetecek midir, onu zaman gösterecek. Ancak, Pasifik yakası ve Batı cephesi yıkabileceklerinden pek emin değil. İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminde Erdoğan’ın yanlış stratejisiyle kendisine rakip olarak ortaya çıkardığı Ekrem İmamoğlu, Türk seçmeninin önemli bir bölümünün desteğini arkasına almış olduğundan, anketler de bunu gösterdiğinden, Batı cephesi İmamoğlu’na umutla el atmış bulunuyor.
Türkiye’de iki yeni oluşumla birlikte siyasi partilerin oy potansiyeli (Kasım 2019).
CHP içinde gelecek Cumhurbaşkanlığı seçimine aday olarak kilitlenmiş Muharrem İnce’nin uygulayabileceği tüm strateji ve politik ataklara karşın, CHP’nin Cumhurbaşkanı adayının Ekrem İmamoğlu olması bugünkü siyasi atmosfer ve koşullara göre çok büyük bir olasılık. Piar şirketinin Kasım 2019 anketine göre Cumhurbaşkanlığı seçimi için Erdoğan’ın oy oranı yüzde 39,7 iken İmamoğlu’nun oy oranı yüzde 44,5 düzeyinde. Amerika ve Avrupa Birliği ülkeleri İmamoğlu’na olumlu yaklaşıyorlar ve bir şekilde de destekleyeceklerdir. Bu arada İmamoğlu, Y-CHP’nin tutumuna koşut olarak PKK maşası HDP’ye sıcak bakan bir politika izliyor, bu yaklaşımı Atatürkçü CHP tabanından tepki görüyor. Emperyalistlerle el sıkışması da tepki göreceğinden, kaybettirici süreç kendisini nereye götürür acaba?
Batılı liderler 31 Ekim 2019 tarihli Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’ne katılarak bir konuşma yapan İmamoğlu’na büyük ilgi gösterdiler.
Gelecek Cumhurbaşkanlığı seçiminin muhtemel iki güçlü adayı ve ankete göre bugünkü oy oranları. Ekrem İmamoğlu, Tayyip Erdoğan’ın önünde görünüyor.
Dünün güçlü ekonomi ve siyasi birliği Avrupa Birliği’nden Brexit ile İngiltere gibi bir büyük temel taşı çekildikten sonra hangi yapı taşlarının çekileceği Batı’nın birliği açısından önemli. Sırada İspanya, İtalya, Hollanda var ve çekilecek görünüyorlar. Bu üç ülkeden başka Fransa, Portekiz, Danimarka, Avusturya, Finlandiya, hatta Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Yunanistan’ın çıkabilecekleri de öne sürülüyor. Taşlar yerinden oynamaya görsün. Ya Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “Beyin ölümü gerçekleşti” dediği NATO ne olur acaba? Her ne kadar 3-4 Aralık’ta Londra’da beyin ölümünün olmadığı gösterilmeye çalışılmış olsa bile gerçek hiç öyle değil. Türkiye ulusal çıkarlarını korumak adına ayağındaki NATO prangasını sökerse, Amerika’dan sonra en büyük ikinci ordusunu kaybedecek NATO ayakta kalabilir mi?
Pasifik Cephesi ve Batı’nın korkulu düşü bunlar. Türkiye’nin NATO’da kalmasını bağını koparmamasını istemeleri, NATO’nun gerçekten ölmesinin engellenmesi için. Bir başka korkuları da Amerika ile müttefikliği sonlandıracak ve NATO’dan çıkacak Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından caydırıcı nükleer güce sahip olabileceği korkusu. Cumhurbaşkanı Erdoğan dört ay önce Sivas’ta yaptığı konuşmada, “Birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var. Bir tane iki tane de değil, ama neden benim elimde de nükleer başlıklı füze olmasın, ben bunu kabul etmiyorum. Şu anda dünyada gelişmiş ülkeler içerisinde neredeyse nükleer başlıklı füzesi olmayan ülke yok, hepsinde var” diyordu. Bu söz birilerinin hop kalkıp hop oturmasına neden olmuşsa da Erdoğan haklıydı. Türkiye dünya dengelerini değiştirebilecek bir ülke.
Türkiye Batı’ya, Atlantik cephesine rağmen sanayileşti, teknoloji kazandı, savunma sanayiinde önemli adımlar attı. Savunma sanayiinde yine de kilit noktalarda bağlılığı devam ediyor. Yerli Atak helikopterinin motoru Amerika’dan alınıyor, milli muharip uçağı ve tankı (Altay) için gereken motoru İngilizlerle birlikte geliştirmeye çalışıyor. İngilizlerin frenlemesiyle ilk milli muharip uçağın uçması en az beş yıl gecikmiş durumda. Oysa, Türkiye bu engelleri aşabilir. 11 Aralık 2019 akşamı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin ile yaptığı telefon görüşmesinden sonra Kremlin’den yapılan açıklamada “Türkiye ve Rusya askeri işbirliğini sürdürecek” deniliyordu. Rusya’dan Su-35 ve Su-57 savaş uçakları ve yeni S-400 ve hatta S-500 hava savunma sistemleri alınabilir, ama bu işbirliği öncelikle kilit teknolojilerle geliştirilmeli.
Türkiye yüzünü Avrasya’ya döndürerek, yeni dünya düzeninde Avrasya’dan yana tercihini koymuş bulunuyor ki, bu engellenemez doğal bir değişimin ve gelişimin sonucu. Fransa Cumhurbaşkanı Macron bile, Batı Avrupa ve Rusya’yı kapsayacak bir Avrasya coğrafyasında etken olmayı hayal ederken, jeostratejik konumuyla zaten Avrasya’da oturan Türkiye bu coğrafyadan uzak kalabilir mi? Elbette kalamaz ve Türkiye’nin yeri Avrasya’dır. Amerika ve NATO hayranlığı ve himayesini aklından çıkaramayanlar nedeniyle Türkiye yalpalasa da Avrasya’da yerini alacaktır. Bu durdurulamaz bir tarihi yürüyüştür. Türkiye’nin Amerika ile birlikte olamayacağı, bundan böyle Atlantik cephesi ve Batı dünyası içinde yer alamayacağı görülmüştür. Türkiye’yi Avrasya’ya taşıyacak lider ise, 21’inci yüzyılın Türk lideri olacaktır.
Şu anda Amerika Türkiye’ye karşı örtülü savaş yürütüyor. Her iki ülkenin stratejik yaklaşımları eski müttefiklik yıllarından çok ayrı olmanın ötesinde taban tabana zıt. İki ülke arasındaki ilişki, liderlerin dostluğuna indirgenerek sürdürülmeye çalışılıyorsa, o ilişkinin yoğun bakımdaki umutsuz hastanın yaşam şansı kadar bile geleceği yoktur. Erdoğan-Trump dostluğu göstermeliktir, tükenmiş olan Türkiye-Amerika müttefikliğini kurtaramaz. Amerika Türkiye’den beklediğini alamadığından “Nasıl zarar veririz?” politikasına sarılmış durumda. Türkiye’ye yaptırımlar uygulayacak ve önümüzdeki süreçte baskı ve yaptırımları artıracaktır. Bunlara karşı Türkiye’nin hazırlıklı olması ve birlik içinde bulunması gerekmektedir. Vatanseverler kadar, Amerika severler de artık Amerika’nın dost değil, düşman olduğunu görebilmelidir.