Libya Anlaşması Sonrası
DOĞU AKDENİZ, GİRİT VE KIBRIS
Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR
4 Şubat. 2020
Türk Avrasyası’ndan at sırtında Anadolu’ya gelen ecdadımız bu toprakları vatan yaptı. Yaşadığımız çağda vatan sadece toprak değil, o toprağın denizlerdeki uzantısı da Mavi Vatan’dır. “Libya’da ne işimiz var?” diye soranlar, vatan kavramında çağdaşlığa ulaşamayan attan inmenin şaşkınlığını üzerinden atamayan, vatan sınırlarını göremeyenlerdir. Küçük Asya megali ideasıyla Anadolu’muzu işgale kalkışanları kovalarken, Mustafa Kemal Paşanın, “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz” komutu, sadece Yunan’ın İzmir Körfezi’nde boğulması hedefi değil, Kara Vatanımızın ayrılmaz parçası Mavi Vatanımıza sahip çıkılması, egemenliğimizin deniz ufkuna taşınması buyruğudur. Doğu Akdeniz’de Yavru Vatan Kıbrıs sularından Girit’in karşı sahilindeki Libya sularına dek uzanan Mavi Vatanımız, Türk Yurdu Anadolu’nun ayrılmaz parçası kıta sahanlığımızdır.
Mavi Vatanımızın her bir alanını Türk Deniz Kuvvetleri etkin ve caydırıcı olarak koruyor.
Akdeniz, coğrafi konumuyla dünyanın doğusunu ve batısını birbirine bağlayan deniz yoludur. Dünya deniz alanının yüzde biri büyüklüğündeki Akdeniz’de yılda 220 binden fazla gemi seyretmekte, dünya deniz trafiğinin üçte biri gerçekleşmektedir. Osmanlı bir denizci imparatorluk olmamasına karşın, deniz yolunun güvenliği açısından Akdeniz’e önem vermiş, Doğu Akdeniz’de Rodos, Girit ve Kıbrıs adalarında hakimiyet kurmuş, zayıflama döneminde bile adaları elinde tutmak için ciddi gayret sarf etmiştir. Akdeniz için Osmanlı büyük deniz savaşları yapmış, kanla bedel ödemiştir. Doğu Akdeniz’de Türklerin üstünlüğü 19’uncu yüzyılın ortalarına dek sürmüştür. Biz karada kanla sulanmış toprakları vatan sayarız, ama Akdeniz de Türk kanıyla bulanmış olduğundan Mavi Vatanımızın hak edilmiş büyük parçasını içermektedir.
Barbaros’un “Türk Gölü” yaptığı Akdeniz üzerinde emperyalistlerin bugünkü hedefi, hidrokarbon yani petrol ve doğal gaz kapanlarıdır. Girit, Osmanlı’da Türk insanının “Girit bizim canımız feda olsun kanımız” diye and içtiği ada. Bugün Girit’in dörtte üçü ve çevresindeki adacıkları Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne kalmış, ama sahip çıkılmamış ata mirası, ne yazık ki Yunan işgali altında. Kıbrıs, bizim kuşağın “Ya taksim ya ölüm” diye and içtiği, Mehmetçiğin Barış Harekâtı ile kuzeyini Rumlardan temizlediği ada. Türkiye’nin güvenliği için Atatürk’ün “Bu Ada’ya dikkat ediniz” diye uyardığı Kıbrıs’ın kuzeyinde uluslararası tanınması engellenen genç bir Türk cumhuriyeti var. Hem Girit’in ve hem de Kıbrıs’ın çevresi Akdeniz’in dikkat çeken hidrokarbon kapanlarını içeriyor. Doğu Akdeniz, Girit ve Kıbrıs emperyalistlerin oyun sahası.
Şimdi tarihte kalmış olsa bile bir zamanlar tüm Akdeniz Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa tarafından “Türk Gölü” statüsüne sokulmuştu. Akdeniz, tarih boyunca kıyısı olan devletler için askerî açıdan ve ekonomik açıdan önemli olmuş, dünyanın önemli deniz yolunu oluşturmuştur. Bu nedenle jeostratejik öneme sahiptir. Akdeniz adaları da jeostratejik adalardır Bugün sadece Doğu Akdeniz, Barbaros’un torunları tarafından Türkiye’nin hak ettiği deniz alanı statüsünde. Doğu Akdeniz, Akdeniz’in Tunus ve Sicilya’nın doğusunda kalan kesimiyle Adriyatik ve Adalar Denizi’ni (Ege’yi) içeren bölümüdür. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin büyük bir kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) hakkı var. Türkiye, Doğu Akdeniz’in 23 derece 20 dakika doğu boylamının (meridyenin) doğusunda kalan kısmında hak sahibi.
Stratejik coğrafyasıyla Doğu Akdeniz
Bugün Akdeniz’in önemi hidrokarbon (petrol ve doğalgaz) kapanları nedeniyle artmış bulunuyor. Uygun jeolojik yapılar içeren Doğu Akdeniz’de Batı Arap mıntıkasından ve Zagros Dağları’ndan, Nil Deltası’ndan uzanan alanların yanısıra Kıbrıs çevresi, Denizdağı vs. gibi çeşitli hidrokarbon oluşumuna elverişli alanlar bulunuyor. Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon arama alanları ya da hidrokarbon basenleri; 1) Nil Deltası Baseni, 2) Heredot Baseni, 3) Akdeniz ortası sırt baseni, 4) Eratostenes denizaltı tepesi baseni (Eratosthenes High), 5) Levant baseni, 6) Kıbrıs baseni, 7) Lazkiye (Latakia) baseni, 8) Kilikya baseni, 9) İskenderun baseni, 10) Adana baseni olarak sıralanıyor. Kıbrıs’tan Antalya Körfezi’ne uzanan kesim de önemli görülüyor. Son 10 yılda Doğu Akdeniz’de yapılan gaz keşifleri aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.
Gaz AlanıAphrodite-G. KıbrısZohr-MısırLeviathan-İsrailTamar-İsrail Olası (mümkün) rezerv (bcm)*128845620280 Keşif tarihi2011201520102009 BugünküStatüsüi Gaz satışı arayışındaGeliştirme AşamasındaGaz satışı arayışındaÜretim aşamasında
*bcm: milyar metreküp
Tabloda verilen olası rezerv toplamı 1873 bcm (milyar metreküp) olup, bunun ne kadarının ispatlanmış rezerve dönüşeceği bilinmemekle birlikte, 1000 bcm (1 tcm – trilyon metreküp) dolayında olabilir. Bu değer, Ortadoğu doğal gaz rezervinin (79 tcm) seksende biri düzeyinde iken, Avrupa kıtasının ispatlanmış rezervinin (3 tcm) üçte biri olduğundan önemli sayılır. Avrupa Birliği’nin Doğu Akdeniz hidrokarbon alanlarına ilgisi ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de arama faaliyetlerine karşı çıkması bu nedenledir. Doğu Akdeniz’in kesin verilere dayalı toplam hidrokarbon rezervi tam bilinmemekle birlikte, iştah artıcı bazı tahminler yapılıyor. Ancak tahminler bilimsel veri sayılamaz, bilimsel veriler fiili aramalar sonucu ortaya çıkarılabilir. Fiili aramalarla tahminlerin yerini jeolojik rezerv, olası rezerv, olanaklı rezerv ve ispatlanmış rezerv verileri alacaktır.
Tahminler bir görüş ortaya koysa da buna “olabilir de olmayabilir de(!)” anlayışıyla temkinli yaklaşmak gerekir. Ancak gerçek, Doğu Akdeniz tabanının görünür yapısıyla hidrokarbon kapanları içermeye uygun olduğudur. Ayrıca tabanda geleceğin gaz yakıtı sayılan gaz hidrat (metan hidrat) oluşumları da vardır. Klasik doğalgaz açısından bakıldığında, Türkiye’nin Libya ile yetki anlaşması imzalayarak uzandığı Girit’in güneydoğusundaki Heredot alanı ile Kıbrıs çevresindeki toplam hidrokarbon rezervi 30 milyar varil petrol eşdeğeri olarak kestirilmektedir. Bunun maddi değeri yaklaşık 1,5 trilyon ABD dolarıdır. Kıbrıs, İsrail ve Lübnan offshore üçgeninde yer alan Levant baseninde çıkarılabilir 1,7 milyar varil petrol ve 3,5 trilyon metreküp doğalgaz olduğu kestirilmektedir. Diğer basenler için de böyle tahminler bulunuyor.
Arama yapılan basenlerinden ayrı Doğu Akdeniz’in bütünü için yapılan tahminler de var, ama yanılma olasılığının yüksek olduğunu söylemek gerekir. Birbirini ikiye katlayan sözde bilimsel tahminlerin yapılması ilginçtir. Doğu Akdeniz’in tümünde 83 trilyon mtreküp doğalgaz bulunduğuna ilişkin tahmin üst sınırı oluşturuyor. 83 trilyon metreküp doğalgaz, ispatlanmış toplam dünya rezervinin içinde yer almamakla birlikte, onun yüzde 44’ü gibi devasa büyülüktedir. Kısacası, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye yüzlerce yıl yetecek doğalgaz rezervi olduğu savı haksız değil. Ancak petrol ve doğalgaz aramada hayal ile gerçeğin ayrımı, arama sondajı matkabının ucundadır. Matkap hidrokarbona değmedikçe gerçek sayılmaz, her sondaj da bulguyla sonuçlanmaz. Pahalı offshore aramalarda işin riski zaten buradadır.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığıyla örtüşen hak ettiği MEB sınırı 23 derece 20 dakika doğu boylamına dayanmakta olup, toplam alanı 234814 km2 (kilometrekare) büyüklüktedir. Türkiye bu sınıra göre MEB ilânı yapmamıştır. Ancak, Anadolu’nun doğal uzantısı kıta sahanlığı ve Mavi Vatan, Karasal Vatanın ayrılmaz parçası olarak bir bütündür. Uluslararası deniz hukuku açısından kıta sahanlığı MEB’den daha güçlü bir hak kavramıdır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 2003-2010 döneminde sırasıyla Mısır, Lübnan ve İsrail ile imzaladığı anlaşmalarla, Türkiye’nin kıta sahanlığına tecavüz eden MEB ilân etmiştir. Rumların MEB ilânı Mısır için 11500 km2, İsrail için 4600 km2 ve Lübnan için 3957 km2 kayıpla sonuçlanmıştı. Bugün Rumlarla MEB anlaşmasını bozup Türkiye ile uzlaşmaya gidecek olsalar kazançlı çıkacakları açıktır.
Türkiye’nin hakkı olan kıta sahanlığı 23 derece doğu boylamına kadar uzanıyor. Münhasır Ekonomik Bölgesi kıta sahanlığı ile birebir örtüşmelidir.
Kıbrıs Rum Yönetiminin MEB ilânı ve sondajlarına karşı daha önce, “Doğu Akdeniz’de 32 derece 16 dakika 18 saniye doğu boylamı ile 28 derece doğu boylamı arasında kalan bölgede Türkiye’nin çıkarları vardır” diye Birleşmiş Milletler’e bildirimde bulunulmuştu. Doğudaki 28 derece sınırı TPAO’ya verilen ruhsatla bağlantılı olsa bile, Amerikalı Soros’un Uluslararası Kriz Grubu tarafından 2012 yılında yayınlanmış haritasında işaret edilen sınır olduğundan, “Kıta sahanlığımızda 28 derece Soros sınırı kabul edilemez” diye platformumuzda irdelemiştik. Birleşmiş Milletler’e yapılan bildirimde “28 derece boylamının batısı müteakip sınırlamalara esastır” denildiğinden, gelecek düzenlemenin ne zaman yapılacağı merak konusuydu. Çünkü 28 derece boylamının batısında kalan 92000 km2 Mavi Vatan alanı vardı.
Mart 2019’da “Batısı müteakip sınırlamalara esastır” diye getirilen 28 derece doğu boylamı sınırının yetersizliği biliniyordu ve daha ileri Girit’e dek çekilmesi gerekmekteydi.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki coğrafi komşuları Mısır, İsrail, Lübnan dışında Suriye ve Libya’dır. Mısır ile deniz yetki alanımızın sınırı, anlaşma olmaksızın ana karalar arası ortay hatla belirlenmiştir, ama anlaşmaya bağlanması gerekir. Libya, kıta sahanlığımızın uç sınırı açısından, özellikle karşısındaki Girit nedeniyle önemli bir deniz komşumuzdur. Türkiye’nin Libya ile anlaşması Yunanistan için korkulu rüya idi. Anlaşma gerçekleşti, Türkiye-Libya arasında “Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” 27 Kasım 2019 günü İstanbul’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Birleşmiş Milletler’in tanıdığı Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanlık Konseyi Başkanı Fayez Al Serrac tarafından imzalandı. Gerekli prosedürler sonrası anlaşma Birleşmiş Milletler’e tescil süreci için sunuldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanlık Konseyi Başkanı Serrac tarafından 27 Kasım 2019 tarihinde imzalanan Akdeniz’de Yetki Alanları Mutabakatı Türkiye’ye Girit sularına kadar uzanma olanağı tanımıştır, ama daha ötesine geçilebilmeli.
Libya anlaşması atılması gereken stratejik bir adımdı. Türkiye ile Libya arasında uzlaşmayla belirlenen, her iki ülkenin karşılıklı kıyılarıyla sınırlanan kuşak şeklindeki yetki alanı, Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Mısır arasına Türk kalkanı olacak biçimde sokulmuş bulunuyor. Böylece, Yunanistan’ın Libya, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Mısır ile MEB anlaşması yapmasının önü kesildi. Yunanistan’ın Amerika ve Avrupa birliğine yaslanarak, yoldaşı Kıbrıs Rum Yönetimi’ni ve şer ortakları Sisili Mısır ile Yahudi İsrail’i koluna takarak koşturduğu oldu bittilerle, Doğu Akdeniz’de yetki alanları kapma planı bozuldu. Bu nedenle histeri krizine kapılan Yunanistan, Libya elçisini sınır dışı etmekle kalmadı, Türkiye’ye karşı Avrupa Birliği’ni harekete geçirdi, Libya Mutabakat Hükümeti’ni devirmeye çalışan Türk düşmanı, Sisi dostu, dünün CIA ajanı, darbeci General Hafter yanlısı oluverdi.
Türkiye-Libya Mutabakatı, Türkiye’nin kıta sahanlığı ve MEB hakkı açısından kazanç sağlayan önemli ve gereken bir adım olduğundan muhalefetten, konuyla ilgili bilim insanları ve uzmanlardan, basının köşe yazarlarından emekli askerlere, eski siyasetçilere kadar geniş bir kesimden destek gördü. Libya Mutabakatı ile Türkiye yetki alanının batı sınırı çizilmiş oluyordu. Sağlanan başarıyı ve kazancı değerlendirmek açısından, kazanımın alansal büyüklüğünün hakkımız olanla örtüşüp örtüşmediği ise, önemine karşın medyada gereği gibi tartışılmadı. Belirlenen yetki alanı kuşağının batı sınırı 23 dereceye değil, 26 derece 19 dakika 11,64 saniye doğu boylamına dayanıyordu. Dışişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan haritanın da gösterdiği gibi, sınırlanan alan hakkımız olan kıta sahanlığından küçük kalıyordu.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yetki alanını Dışişleri Bakanlığı bu haritayla gösteriyor.
Dışişleri Bakanlığı’nın haritasında yer alan sınırlamanın dayanaklarıyla detayı.
Libya ile anlaşma gereken stratejik doğru bir adım, bu nedenle başarı sayılır, ama ne yazık ki alan kaybı nedeniyle kazanım ve başarı yeterli değil. İlk günkü açıklamalarda kaybı göremeyen muhalefet, yazar-çizer aydın kesimi, sadece atılan stratejik adımı alkışlayınca, tartışma ortamının oluşumuna fırsat tanınmadı. Gerçeği gören ve uyaran olmadı değil, bu konuda öne çıkan isim emekli asker, Millî Savunma Bakanlığı Eski Genel Sekreteri Ümit Yalım idi. Sayın Yalım, 30 Kasım’da haritalarla birlikte inceleme yazısını basına ve konuyla ilgili gördüğü kişilere internet üzerinden ulaştırdı. İncelemesinde kıta sahanlığı ve MEB sınırına ait uç noktayı 25 derece 30 dakika doğu boylamı olarak almış, “74860 km2 yetki alanı kaybı var” demişti, ama 25 değil de 26 derece boylamıyla gerçek kayıp o gün işaret ettiğinden daha büyüktü.
Sayın Yalım’ın açıklaması gazetelerde ve televizyonlarda gereken yeri bulamayınca, 2 Aralık 2019 tarihli ikinci internet yazısıyla, gerekçeleri sıralayarak “Mutabakat Muhtırası yeniden düzenlenmelidir” uyarısını yapıyordu. Bir yandan da kamuoyunu aydınlatmak için ekranlarda yer alma çabasına girişiyor, reytingi az bir-iki televizyon kanalının ekranlarında yaptığı açıklamalar da ne yazık ki dikkate alınmıyordu. Gerçek kaybın büyüklüğü, 7 Aralık 2019 tarihli 30971 sayılı Resmî Gazete’de mutabakat metni yayınlanınca ortaya çıktı. Resmî Gazete’nin Yürütme ve İdare Bölümü’nde yer alan muhtıranın onaylanmasına ilişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin ekinde muhtıra ve yetki alanı koordinatları sıralanmıştı. Uç nokta 25 derece doğu boylamından değil, 86 km geriye çekilerek 26 derece doğu boylamından geçirilmişti.
Anlaşmaya dönüşen muhtıranın birinci maddesinin birinci bendinde kıta sahanlığı ve MEB sınırlarının koordinatları enlem ve boylamıyla yer almıştı. Batı tarafında kalan A noktasının koordinatları (34 derece 16 dakika 13,720 saniye K – 026 derece 19 dakika 11,640 saniye D) olarak verilmişti. Mutabakatta yer alan bu kabule göre Türkiye’ye tanınan kıta sahanlığı ve MEB sınırı batıdaki en ileri noktası 26 derece 19 dakika 11,64 saniye doğu boylamı üzerindeydi. Oysa, Türkiye’nin hakkı olan kıta sahanlığımızın uç sınırı 23 derece 30 dakika doğu boylamı üzerinde olmalıydı. Sınırın 2 derece 59 dakika 59,74 saniye (yaklaşık iki buçuk derece) doğuya yani 86 km geriye çekilmesiyle ortaya çıkan kıta sahanlığı ve MEB alanı, hakkımız olandan 80 bin km2 daha küçük kalıyor, devasa bir deniz yetki alanı kaybedilmiş oluyordu.
Libya ile imzalanan mutabakata göre kıta sahanlığımızın en batı noktası Gavdos Adası’na göre 2,5 boylam derecesi doğuya çekilerek, 26 derece doğu boylamından geçirilmiştir. Bu Girit ve Gavdos Adası’nın mülkiyetini Yunanistan’a ait saymak demektir, ama Osmanlı Girit’in mülkiyetini devretmediği gibi, Lozan Antlaşmasında da böyle bir madde yoktur.
Anlaşmanın “Tadil ve Gözden Geçirme” başlıklı beşinci maddesi yapılabilecek değişikliği kurala bağlarken, “birinci ve ikinci maddeler” dışında olabileceği hükmünü getirmiş, koordinatların değiştirilmesini olanaksız kılmıştı. Yine 7 Aralık 2019 tarihli 30971 sayılı aynı Resmî Gazete’nin Yasama Bölümünde 7195 sayılı kanun “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Libya Devleti Ulusal Mutabakat Hükümeti Arasında Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” yer alıyordu. 5 Aralık 2019 günü TBMM tarafından kabul olunup kanunlaştırılarak anlaşma tamamlanmıştı. Bu koşulda kaybedilen alanın kazanımı için yapılacak bir şey kalmamış gibi kayıp sineye çekiliyordu. Peki, sınır 23 derece yerine niye 26 derece boylamından geçirilmişti?
Kaybın nedeni Girit’in statüsüyle bağlantılı olup, Türkiye’nin Osmanlı’dan kalan Girit mirasına sahip çıkmamasına dayanıyor. Ortada çelişkili ve anlaşmalara uymayan fiili bir durum var. Sorunun özü şu soruda: “Girit ve çevresindeki küçük adaların tamamı Yunanistan’a ait midir değil midir?”. Tarihi olarak Girit’in statüsünü belirleyen ve onunla bağlantılı olan 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması, 10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması, 14 Kasım 1913 tarihli Atina Antlaşması ve 24 Nisan 1923 tarihli Lozan Antlaşması’na göre Girit’in dörtte biri Yunanistan’ın olması gerekirken, dörtte üçü Osmanlı’dan Türkiye’ye kalan miras olarak görünüyor. Bugün Yunan işgalinde olan çevresindeki Gavdos, Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi ve Koufonisi adaları da aidiyeti belirsiz gri bölge adaları değil, Türkiye’ye ait olması gereken adalar.
Balkan Savaşı sonrası 30 Mayıs 1913’de imzalanan Londra Antlaşması ile adaların (Girit ve Adalar Denizi’ndeki diğer adaların) durumunu, Avrupa Büyük Devletleri’nin belirleyeceği hükmü getirilmişti. Londra Antlaşması’nda Girit’in Yunanistan’a terk edildiği ifadesi yok. Büyük Devletler 1897 yılında özerklik kazanan Girit’in mülkiyetini değil, sadece özek yönetimini Yunanistan’a bırakmışlardı, ancak o özerk yönetim Rum yönetimiydi. 14 Kasım 1913’de Yunanistan ile yapılan Atina Anlaşması’nın hiçbir yerinde Girit adasının Yunanistan’a terk olunduğu ifadesi yer almıyor, yönetimde fiili durumun sürmesi kabullenilmiş. Girit’in mülkiyetinin devredilmemesine karşın, internette yaptığınız aramada “Osmanlı İmparatorluğu Yanya, Selanik ve Girit’in Yunanistan’a ait olduğunu kabul etti” açıklaması görülüyor ki bu doğru değildir.
Girit’in Rum özerk yönetimi Yunanistan’a bağlanma kararı almıştır. Ancak anlaşma gerektiren mülkiyet devri tek yanlı kararla geçerlilik kazanamaz. Lozan Antlaşması’nın 12’nci maddesinde Yunanistan’a devredilen adalar ismen sayılmış olup, Girit’in adı geçmiyor. Atıf yapılan Londra ve Atina antlaşmalarında Girit’in mülkiyet devrine ilişkin hüküm yok, sadece yönetim biçimi kabul edilmiş durumda. Ancak, Lozan’da adalar konusunda yeterli duyarlılığın gösterilmediği, Antalya’nın burnunun dibindeki Meis adasının, İnönü’nün açıklamasına göre İtalyanlara jest olarak bırakılmasından belli. O jest 1947’de başımıza dert olacak biçimde Yunanistan’a geçti. Adalar konusunda İsmet Paşa’nın TBMM isteklerini yerine getiremediği zaten biliniyor. Denizcilik bilincinin yeterli olmadığı o yıllarda, İnönü’nün tutumuna da şaşırmamak gerekir.
Türk Donanması, Atatürk’ün ileri görüşü sayesinde kurulmuştu, kurulmakla kalmayıp deniz gücüne dayalı gambot diplomasisi bile uygulanmıştı. İnönü’nün ölürken “Adalar” diye sayıklaması ise herhalde boşuna değil, acı bir itiraf olsa gerek. İnönü döneminde, Atatürk’ün Akdeniz dediği, Osmanlı’dan 1940’a kadar Adalar Denizi diye anılan denize Coğrafya Kongresi’nin kararıyla Yunanca kökenli İngilizce Aegean Sea kelimesinin Türkçe’ye Ege Denizi diye aktarılması da olmaması gereken yanlış bir adlandırma. Türkiye’nin adalarla ilgili önemli hatası, İkinci Dünya Savaşı sonrası adaların statüsünün yeniden belirlenmesi için anlaşmalar yapılırken, görüşmelere davet olunmasına karşın katılmaması, 1947 yılında Paris görüşmeleri için Dışişlerinin uyarmasına karşın İnönü’nün devre dışında kalma tutumunu ısrarla sürdürmesidir.
Türkiye’nin haklarına o yıllarda sahip çıkılsaydı, ne bugün Antalya’ya bir deniz mili uzaklıkta Yunan adası diye Meis olurdu ne de Girit’in güneybatı ucunda Yunan işgalindeki Gavdos kalırdı. Gavdos adası 1996 yılında NATO tatbikatına sokulmak istenmiş, Türk askerî heyeti adanın tartışmalı statüsünü gündeme getirmişti. Türk SAS komandoları Mart 2019’da Girit sularında boşuna Türk bayrağı açmadılar. Bu uyarı bırakınız dışarıdaki işgalciyi, içerdeki sorumlularca da yeterince algılanmamış görünüyor. Adalar Denizi ve Yunan işgalindeki adalar, Türkiye ve Yunanistan arasında her zaman gerginliğe neden olabilecek bir sorun ve AK Parti iktidarının uzun süren vurdum duymazlığı ile giderek kronikleşti. Aidiyetsiz diye adaların işgaline göz yuman AK Parti iktidarı tutum değiştirebilseydi, Libya anlaşması kayıpsız yapılabilirdi.
Yaklaşık bir yıl önce NATO tatbikatında Girit sularında açılan Türk Bayrağı Mavi Vatanımızın nereye uzandığını gösteriyordu.
Türk Deniz Kuvvetleri, Genelkurmay Başkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı haritalarında Girit çevresindeki adaların EGAYDAAK (Egemenliği Antlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş, Ada, Adacık ve Kayalıklar) olduğu gösterilmekte. Bu aslında adaların Osmanlı’dan Türkiye’ye kaldığının ifadesi. Türk Tarih Kurumu’nun 2004 yayını “Ege’de Gri Bölgeler Unutulmayan Türk Adaları – The Twilight in the Aegean” (Yazarlar: A. Karamahmut-S.H. Başeren) adlı kitapta; Girit’in çevresindeki adaların Türkiye’ye ait olduğu savunuluyor. AK Parti iktidarı adalar konusunda taviz veren politika izlemiştir. Girit’in çevresindeki beş adanın 2004 yılında Yunanistan tarafından işgal edilmesine göz yumulmamalıydı. Libya Anlaşması ile Osmanlı mirası Girit ve küçük adaları gitti. Osmanlıdan kalan mirasa sahip çıkmak Yeni Osmanlıcılık değil, Mîsâk-ı Millidir.
Libya ile mutabakat imzalandıktan sonra Yunanistan’dan gelen aykırı çıkışlara karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Denizaltındaki hidrokarbon kaynaklarının aranması ve işletilmesinde tamamen dışlanmış bir Türkiye’ye rıza göstermemiz beklenmemelidir” diyor ve Yunan işgalindeki adalar konusunda ilk kez şunları söylüyordu: “Ege’de (Adalar Denizi’nde) egemenliği kendilerine ait olmayan ada, adacık ve kaya parçaları üzerinde hazırladıkları projeyle Türkiye’nin haklarına göz dikenler, meydanın boş olmadığını bilmelidir. Masa başında çizilen haritalarla, çevre hassasiyeti veya bilimsel faaliyet kisvesi altında ülkemize emrivaki yapılmasına izin veremeyiz”. Bu uyarı Türkiye’nin hakkını vurgulayan doğru, ama geç kalmış bir çıkış. Gereken adımlar atılıp, işgalci Yunan’a fiilen “Dur” denilmedikçe yeterli sayılamaz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı çıkış, Yunanlı yetkililerin yüzüne yapılmalıydı. 2017 Aralık ayında Yunanistan ziyaretinde Lozan’ın güncellenmesi gibi gereksiz tartışmalı çıkışı yerine, o zamanki Cumhurbaşkanları Pavlopulos’un yüzüne 18 adanın haksız işgalinden duyulan rahatsızlık söylenmeli, adaları boşaltmaları istenmeliydi. 2019 Şubat ayı başında Türkiye’ye gelen eski Başbakanları Çipras’a “Adalardan derhal çekilin” denilmeliydi. Diplomatik yollardan Yunanistan sıkıştırılırken, Donanmamızın unsurlar ile gambot diplomasisi uygulanmalıydı. Yakın zamandaki Kardak örneğinden ders alınmalı ve Yunan’a “Dur, ne yapıyorsun?” derken silah gösterilmeliydi. Ne yazık ki Meclis’te sorularla gündeme getirildiğinde bile, adaların aidiyetinin belirsizliği öne sürülerek olaya seyirci kalınıyor ve sorun örtülmek isteniyordu.
Tarihi antlaşmalara ve uluslararası hukuka göre, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı ve MEB sınırının Gavdos Adası’nın batısından, 23 derece 30 dakika doğu boylamından geçmesine karşın, Libya Anlaşması ile sınırın 26 derece 19 dakika 11,64 saniye doğu boylamına çekilmesi sonucu kaybedilen 80 bin km2’lik deniz alanının 35 bin km2’si Yunanistan’a, 30 bin km2’si Libya’ya ve 15 bin km2’si Mısır’a bırakılmış oldu. Yunanistan, Doğu Akdeniz’de Girit’in güneyindeki offshore alanı hidrokarbon arama ihalesine çıkarmak amacıyla 2014 yılında parsellemişti. 2018 yılında Girit’in güneyinde Türk kıta sahanlığı olması gereken offshore alanda ExxonMobil, Total, Qatar Petroleum ve Yunan Hellenic Petroleum şirketlerine ruhsat verildiği biliniyor. Libya Anlaşması ile sıralanan arama şirketlerin önündeki engel kalktı.
Girit’in dörtte üçü ve Gavdos Adası Osmanlı’dan kalan miras iken, buna sahip çıkılmaması şimdi MEB alanı belirlenirken 80 bin kilometrekare kayıp getirmiştir.
Libya ile anlaşmaya esin kaynağı olan bir kitap var. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümamiral Dr. Cihat Yaycı’nın yazdığı “Libya Türkiye’nin Denizden Komşusudur” adlı jeopolitik strateji çalışması. Yaycı’nın Gavdos Adası’nı Yunanistan’a ait ada olarak kabul etmesi ise hayret verici. Kıta sahanlığının batı ucundaki bu ada, 2004 yılında işgale kadar gri bölge olarak sayılan adalardan biri. Dr. Yaycı’nın Doğu Akdeniz için kıta sahanlığını 189 bin km2 olarak ifade etmesine karşın, Libya Mutabakatı koordinatlarına göre Türkiye’ye kalan alan 154814 km2 hesaplanıyor. Gelecekte batı ucundaki sınırın düzeltilmesi gerekliliği var. “26 derece boylamının batısı müteakip sınırlamalara esastır” denilmeli. Askerlerden ve akademisyenlerden oluşacak bir komisyon konuyu değerlendirmeli, gelecek için yol haritası çizilmeli.
Libya ile yapılan anlaşma Türkiye için kayıp içeren bir kazanç sayılabilir. Yunanistan bu anlaşmayı korkulu düş diye bekliyordu, ama bizden önce davranıp Libya ile anlaşması, Türkiye’nin aleyhine olurdu. Peki, Yunanistan Libya ile anlaşma yapabilir miydi? Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ocak ayı sonunda Cezayir’den Gambiya’ya giderken bu konuyu gazetecilere uçakta değerlendiriyor ve şöyle diyordu: “Yunanistan neresi Libya neresi? Kaldı ki kıta sahanlığında kıyı şeritlerinin birbirini görmesi gerekiyor, şu anda bize gelmiş diyor ki. Girit onlar için ana karaymış, yavru kara deseler yutacağız da ana karayı nasıl yutacağız?” Yunanistan’ın böyle bir çıkış yapma seçeneğinin olmaması için Türkiye’nin Osmanlı mirasına dayanarak, Girit üzerinde ve çevresindeki adalarda hak iddia etmesinin ne denli gerekli ve önemli olduğu görülüyor.
Libya Mutabakatı ile anlaşmaya bağlanan kıta sahanlığımızın alanı yaklaşık 154 bin kilometre kare. Belirlenen sınırla kaybedilen 80 bin kilometre karenin 35 bin kilometre karesi Yunanistan’a, 30 bin kilometre karesi Libya’ya, 15 bin kilometre karesi Mısır’a kaldı.
Libya kapısının Yunanistan’a kapatılması, Yunanistan’ın yasal MEB ilânı için Mısır ve ırkdaşı Kıbrıs Rum Yönetimi ile anlaşma yolunun karşılıklı kıyı bırakmadan kesilmesi, Türkiye için stratejik kazançtır. Türkiye’nin KKTC ile 2011’de yetki alanı paylaşımı ve Kıbrıs sularında arama için atılan adımdan sonra, MEB ilânına giden yolda atılmış önemli bir adım olmuştur. Bundan sonra MEB ilânı için atılması gereken yeni adımın Mısır ile yapılacak anlaşmayla sürdürülmesi gerekiyor. Mısır ile aramızdaki ortay hat tarafımızdan hakkaniyetle belirlenmiş olsa bile, anlaşmayla onaylanması uluslararası deniz hukuku açısından gerekmektedir. Mısır, Türkiye ile böyle bir anlaşma yaparak, Güney Kıbrıs’a kaptırdığı 11500 km2 deniz yetki alanını geri alabilecektir. Mısır’dan sonra sıra Suriye ile yapılacak deniz yetki alanı anlaşmasına gelecektir.
Güney Kıbrıs’ı koluna takan Yunanistan, Amerika ve Avrupa Birliği tarafından destekleniyor. Yayılan petrol ve gaz kokusu emperyalizmin çokuluslu petrol şirketlerini bölgeye çekmiş bulunuyor. Bu şirketlere uygun ortam hazırlamak için bir yıl önce Yunanistan ve Güney Kıbrıs, şer ortakları İsrail’i, Sisi’nin Mısır’ını, eski sömürgeci İtalya’yı, göstermelik olarak Ürdün ile Filistin’i yanlarına alarak “Doğu Akdeniz Gaz Forumu” oluşturup kurumlaştırdılar. Amerika sözde enerji işbirliğini kolaylaştırmak adına, şer ortaklığına destek için “ABD-Doğu Akdeniz Enerji Merkezi” kurmaya karar verdi. Şer ortakları, emperyalist Amerika ve Fransa’nın desteğinde Doğu Akdeniz’de askerî tatbikatlar yapıyorlar. Bu koşulda Türkiye’nin Rusya’yı yanına çekerek Levant sahilinden Mağrip sahiline Doğu Akdeniz’de de işbirliğini geliştirmesi zorunludur.
Rusya işbirliğine hazır görünüyor. Temmuz 2019’da Rusya Enerji Bakanı Novak, Rus şirketlerinin Akdeniz’de başarılı enerji projelerine değinerek, “Ticari açıdan tarafların yararına olacak projelerde, Rus şirketleri Doğu Akdeniz’de Türkiye ile işbirliğine yönelik kararlar alabilir” diyordu. Rusya’nın dış politika uzmanı ve Putin’in danışmanı Dugin, Kasım 2019’da KKTC’deki akademik konferansta, “Avrupa Birliği’nin Doğu Akdeniz’deki girişimleri Türkiye’nin Mavi Vatanındaki haklarını engelleyemeyecektir” diye Türkiye’ye destek çıkıyordu. Dugin daha sonra Moskova’da, “Ankara’nın Kremlin’e kendi Mavi Vatan stratejisini anlatması hiç olmadığı kadar önemli” açıklamasını yaptı. 8 Ocak’ta Türk Akımı açılınca, Rusya’nın Ulusal Enerji Güvenlik Fonu temsilcisi Grivach, Türkiye-Rusya işbirliğinin Doğu Akdeniz’e taşınabileceğini söyledi.
Türkiye ve Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti denizdeki yetki alanları için anlaşmaya varınca, Dugin basına yaptığı açıklamada, Moskova’nın Türkiye-Libya mutabakatının önemini kavradığını vurguluyor, “Türkiye ile Rusya’nın Libya’da karşı karşıya gelmeyeceğini” söylüyordu. Dugin, “Hem Rusya hem de Türkiye Libya’da barış istiyor ve Batılı güçlerin zafer kazanmasını istemiyor. Batı Libyalılara çok acı çektirdi. Bu nedenle Rusya ve Türkiye’nin Libya’da işbirliği için somut temel var” diyordu. Ayrıca, “Rusya açısından Türk egemenliğinin Doğu Akdeniz’de güçlenmesi olumludur, Moskova’nın çıkarınadır, ama doğal olarak Moskova’nın temel hedefi olamaz” diye ekleyerek, Suriye ortaklığından kazanılan deneyimle Doğu Akdeniz’de Rus ve Türk çıkarları hesaba katılarak görüşmelere hemen başlanmasını öneriyordu.
Türkiye-Libya Anlaşması’nın karşısındaki en büyük tehdit, Libya’da yaşanan iç savaşın sorumlusu darbeci General Hafter’in anlaşmaya karşı çıkması ve tanımaması. Kaddafi’nin öldürülmesiyle 2011 yılından bu yana istikrarın sağlanamadığı Libya, 2014 seçimleri sonrası siyaseten ikiye bölündü. Birleşmiş Milletler’in tanıdığı Trablus merkezli meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Hafter yanlısı Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi birbirlerine karşılar. Türkiye’nin anlaşma imzaladığı Ulusal Mutabakat Hükümeti, Birleşmiş Milletler’in yanısıra Avrupa Birliği ve çeşitli uluslararası kurumlarca meşru sayılıp kabul görüyor. Hafter’in dış destekçilerinin başında Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) geliyor. Suudi Arabistan ve Fransa da açık destek veriyor. ABD, perde arkasında, ama Suudi Arabistan ile BAE de onun piyonu.
Libya Ulusal Ordusu adını kullanan Hafter güçlerinin içinde Sudan ve Çad’dan gelen milisler ile paralı askerler bulunuyor. Rusya merkezli özel bir askerî şirket, daha doğrusu paramiliter örgüt olan Wagner Grubu’nun paralı askerleri Hafter güçleri içinde yer aldığından, Rusya Hafter yönetimini destekleyen ülke diye gösteriliyor. Buna karşın Rus yetkililer Libya’da taraf olma iddiasını reddediyor. Anlaşıldığına göre Rusya, meydanı ve güçlü gördüğü Hafter yönetimini emperyalist ABD ve Arap piyonları ile Fransa’ya bırakmamak için böyle bir tavır almış durumda. Rusya daha çok Atlantik hegemonyasının oluşturduğu karmaşayı çözmek ve küresel prestijini artırıcı arabulucu güç olarak siyasi ve diplomatik etkisini sürdürmek istediğinden, Hafter tarafını açıkça destekleyen diğer ülkelerden çok farklı bir konumda.
Erdoğan ve Serrac ikilisi tarafından Akdeniz Yetki Alanı Anlaşması’nın imzalanmasının ardından, son dönemde artmış olan Hafter saldırıları nedeniyle zorda kalan Ulusal Mutabakat Hükümeti, askerî yardım isteğiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Libya’ya gelmesini talep etti. Türkiye davet gereğince, Trablus Hükümeti’ne dost elini uzattı. Türkiye’nin meşru hükümetin yanında yer alması doğru bir karardır. Türkiye, Ulusal Mutabakat Hükümeti güçlerine gereken askerî eğitim ve lojistik desteği sağlama amacıyla hareket ediyor. Şu anda Türk askerinin muharip unsurlarla iç savaşa katılması söz konusu değil. Libya’da barışın sağlanmasına yardım ve katkı temel hedef. Ancak, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarına yönelebilecek saldırılar karşısında anlaşmayı korumak için asker göndermesi de gereken bir tutumdur.
Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Doğu Akdeniz yetki alanı sınırında sağlanan anlaşmadan bir ay sonra Libya’ya asker gönderilmesi, anlaşma pazarlığının karşılığı diye de görülemez. Tarihi geçmişimizde birlikteliğimiz olan Libya’da emperyalistlerin çıkarları için kardeşi kardeşe kırdırma oyununun bozulması, Türkiye’nin geçmişten gelen kadim dost sorumluluğudur. Libya’ya asker gönderme tezkeresinin TBMM’de kabulünden sonra Erdoğan-Putin ikilisinin 8 Ocak 2020 İstanbul görüşmesinde Libya sorununun çözümü için işbirliğine karar vermeleri, 12 Ocak gece yarısı başlamak üzere “Libya’da ateşkes” çağrısı yapmaları, Türkiye’nin elini barış amaçlı uzatmasının bir sonucuydu. Türkiye-Rusya işbirliği sadece Libya’ya değil, Doğu Akdeniz’e istikrar getirmek için dengeleri değiştiren bir etki oluşturmuştur.
Libya’nın isteğiyle Türkiye’nin Libya’ya asker göndermesi doğru ve yerindedir. Hem tarihten gelen sorumluluğumuzun gereği hem de meşru hükümeti devirmeye çalışan, Türkiye-Libya Mutabakatı’nı tanımayan darbeci General Hafter’i etkisizleştirmenin gereğidir.
Ateşkesin başlayacağı 12 Ocak’ta Moskova’da ateşkes anlaşmasının da imzalanması kararlaştırılmıştı. Siyasal çözüm yolunda önemli bir adım sayılan Berlin Konferansı öncesi ateşkesin güvenceye alınması isteniyordu. 12 Ocak’ta Moskova’da Çavuşoğlu-Lavrov ikilisinin sekiz saati aşkın diplomasi trafiğiyle gösterdikleri yoğun çabaya karşın, anlaşma gerçekleşmedi. Hafter toplantıya katılıyor, ama anlaşmayı imzalamadan Moskova’dan ayrılıyordu. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Hafter’in imzalamamasına karşın, prensipte ateşkes için uzlaşıldığını söylüyordu. Oysa Tobruk’taki Temsilciler Meclisi Başkanı Salih, Putin’e saygılarından toplantıya katıldıklarını, ateşkesin sona erdiğini savaşın süreceğini belirtiyor, “Türkiye’nin müdahalesi Trablus’un geri alınmasında sonuç elde etmemizi geciktirdi” diyordu.
Önce ateşkesi kabul eden Hafter, Moskova’daki toplantıdan ateşkes anlaşmasını imzalamadan kaçıyor, dolayısıyla dünya kamuoyuna güvenilmez kişiliğini sergiliyordu.
Libya Devleti Yüksek Konseyi Başkanı Mişri, “Hafter’i Birleşik Arap Emirlikleri Moskova Maslahatgüzarı engelledi” açıklamasını yaptı. Engellemenin İsrail’in isteğiyle yapıldığı söyleniyor. Geri planda İsrail’in yanısıra Amerika da olabileceği için Cumhurbaşkanı Erdoğan, 15 Ocak’ta Trump ile Libya konusunda içeriği açıklanmayan bir telefon görüşmesi yapıyordu. Almanya Dışişleri Bakanı Maas, Hafter’in ateşkesi sürdürmeye hazır olduğunu ve Berlin Konferansı’na katılacağını duyuruyordu. Berlin Konferansı’na çağırılmayan Yunanistan, Hafter’i Atina’da ağırlayarak, Türkiye’ye karşı kışkırtıyordu. Almanya’nın Hafter’i Konferansa daveti, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Serrac’ın Başkanı olduğu Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni Libya’nın yegâne meşru temsilcisi sayan kararıyla çelişiyor, Hafter’e adeta meşruiyet kazandırıyordu.
19 Ocak’ta Konferans öncesi Cumhurbaşkanı Erdoğan Rusya Devlet Başkanı Putin ile İdlip ve Libya’daki ateşkes sorununu görüşüyor, Putin’den Hafter’e baskı yapmasını istiyordu. Ancak, Konferans sırasında bile Hafter güçleri ateşkesi ihlâl ettiler. Konferans’tan ana hatlarıyla siyasi çözüm, taraflara silah ambargosu uygulanması, Libya Temsilciler Meclisi’nin onaylayacağı birleşik ve kapsayıcı bir hükümetin kuruluşunun desteklenmesi, koordinasyon için Birleşmiş Milletler’in izleme komitesi kurması, askerî faaliyetlere son verilmesi ile Serrac ve Hafter’in belirleyeceği beşer isimle 5+5 kişilik askerî komite oluşturulması konularını içeren 55 maddelik karar çıktı. Askerî komiteye temsilci vermeyi kabul etmesine karşın ateşkesi yine imzalamayan Hafter, saldırıları Konferans sonrasında da sürdürüyordu.
Berlin Libya Konferansı öncesi Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin’den Hafter’e baskı uygulamasını isterken, Libya’da barışçıl çözüm için görüş birliğinde olan Türkiye ve Rusya, Doğu Akdeniz’de hidrokarbon kaynaklarını değerlendirmek için işbirliği yapmalılar. Rusların Türk MEB sınırlarına saygılı ve işbirliğine açık oldukları söyleniyor.
Berlin Libya Konferansı’ndan çıkan öneri ve kararların bir an önce uygulanması gerekiyor.
Hafter’in fiili durum yaratarak üstünlük oluşturmayı amaçladığı anlaşılıyor. Berlin Konferansı kararlarına göre Birleşmiş Milletler ateşkes müzakerelerini izleyecek, oluşturacağı teknik komitelerle ateşkesin uygulanmasını denetleyecek, ama henüz gelişme yok gibi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hafter’in saldırılarını sürdürmesi halinde hak ettiği karşılığı alacağını söylüyor, “Hafter’e ders vermekten geri durmayacağız” diyor. Birleşmiş Milletler’in meşru saydığı Serrac’ın Başkanlığındaki Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni saldırılara karşı korumak için etkili önlemler alınmasında geç kalınması, Libya’da istenmeyen hazin sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilir. Türkiye Barış için çabalıyor. Hafter’in Trablus’u alması koşulunda Libya ile yapılan anlaşmanın silineceğini biliniyor ve Türkiye’nin buna izin vermesi beklenemez.
Berlin’de kabul edilen 55 maddenin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından gereğinin yapılması bekleniyor. Bu arada Hafter güçleri ülkenin petrol sahalarını işgal ediyor, petrol ihraç yollarını kesiyor ve ihraç kapısı Sirte limanını ablukaya almış bulunuyor. Başkent Trablus ve çevresini uçuşa yasak bölge ilân ederek uçakları vurma tehdidi yapılıyor. Uluslararası Mitiga Havalimanı roketle vuruluyor. Saldırılar artınca, Cezayir’in çağrısıyla komşu ülkeler Mısır, Tunus, Sudan, Çad ve Nijer’in yanısıra bölge ülkelerinden Mali ile Almanya Dışişleri Bakanları 23 Ocak’ta Cezayir’de toplandılar. Toplantı sonrası Almanya Dışişleri Bakanı Maas, Berlin Konferansı’nın kararlarına uygun olarak, “Birleşmiş Milletleri Libya’daki ateşkesi ihlâl eden taraflara karşı yaptırım uygulamaya çağırıyoruz” açıklamasını yaptı.
Türk askeri çatışmalara katılmak için değil, planlama, yol gösterme ve lojistik destek için Libya’ya gitmiş bulunuyor. Çatışma olasılığına karşın İngiliz Guardian gazetesi iki bin Suriyeli savaşçının Türkiye üzerinden Libya’ya yollandığını, Hafter güçlerine karşı savaşacaklarını iddia etti, ama Türkiye bu iddiayı yalanladı. 24 Ocak’ta Alman Şansölye Merkel ile İstanbul’da görüşme yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, ortak açıklama sırasında Libya için “Mevcut hükümete destek nedenimiz kan akışını durdurmaktır. Oradaki askerleri eğitmek için biz heyet gönderdik. 500 yıllık dostluğumuz bize böyle bir hakkı doğurur. Biz Serrac’ı yalnız bırakmayacağız, bunda kararlıyız” diyerek, Türkiye’nin muharip güç yollamadığını vurgularken, gerekirse çatışmaya müdahale edecek askerî güç yollanabileceğini de ima etti.
Ancak çatışmadan önce diplomasi yollarının zorlanması gerekiyor. Hafter’in üstünlük sağlama çabalarına karşı Türkiye’nin öncelikle, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararlarına saygı gösteren devletlerle birlikte etkili ve sonuç alıcı, geniş kapsamlı diplomasi atağını başlatması gerekmekte, bu konuda zaman kaybedilmemeli. Elbette Türkiye, Libya’nın sonu belli olmayan karışıklığa sürüklenmesini, Serrac ile imzalanan MEB sınır anlaşmasının Hafter tarafından emperyalistler yararına yırtılıp atılmasını kabul etmeyecektir. Gerekirse Hafter güçlerini durdurucu askerî harekât yapılır, ama böyle bir harekâttan önce son noktasına kadar diplomasi yolunun izlenmesi, diplomatik koşulların zorlanması gerekir. Diplomasi yolu bittiği zaman askerî güç kullanımı, diplomasiyle başarılamayanı başarmak için tek çare olacaktır.
Türkiye’nin Hafter’e BAE tarafından verilen savaş uçaklarını etkisizleştirmek için radar sistemlerini ve uçaksavarları devreye soktuğu, Libya’ya silahlı insansız hava aracı (SİHA) sevk ettiği biliniyor. Türk askerinin Libya’ya gitmesi, Ulusal Mutabakat Hükümeti güçlerinin özgüvenini artırmış oldu. Rus güvenlik şirket Wagner’in paralı askerlerinin Hafter saflarından çekilmeye başladığı haberleri geliyor. Putin’in isteğine ve Lavrov’un ısrarına rağmen Hafter’in ateşkesi imzalamaması, üzerinin çizilmesi sürecini başlatmış gibi. Wagner güçleri çekilince, Hafter’in safında Sudan ve Çad’dan gelen 200 dolarlık milislerden başka güç kalmayacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ocak ayında Tunus ve ardından Cezayir seyahatleriyle Türkiye’nin bölgede etkisini artırma stratejisi, Hafter aleyhine siyasi denklemi değiştirmekte.
Hafter’e BAE ve Ürdün’ün silah yardımı kesilmiş değil. Birleşmiş Milletler Libya Destek Misyonu tarafından 25 Ocak’ta yapılan açıklamada, Berlin’deki uzlaşıya rağmen Güvenlik Konseyi’nin Libya için uyguladığı silah ambargosunun delinmeye devam ettiği belirtiliyordu. Hafter’in Libya Ulusal Ordusu dediği milis kuvvetlerinin sözcüsü Mismari ise, “Libya’daki sorunun çözümü siyasetle değil, silah yoluyladır” açıklamasını yaptı. Saldırılar nedeniyle Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanlık Konseyi’nce yapılan yazılı açıklamada, Hafter ile diyaloğun kesileceği duyuruldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cezayir’den sonra gittiği Gambiya’da “Hafter’in barış derdi yok” diyerek bugünkü durumu tek cümleyle özetledi. Libya’da ateşkesin sadece adı var, kendisi yok. Hafter’e karşı Birleşmiş Milletler’in onaylayacağı askerî harekât gerekecek görünüyor.
CIA tarafından eğitilmiş ve Kaddafi’ye de karşı çıkmış olan Hafter’in şimdi Cenevre’de yapılacak 5+5 toplantısında ateşkesi imzalayacağı söyleniyor, ama önceki tutumunu sürdürerek kaçacaktır. Bu durumda Hafter’e karşı askerî harekât zorunlu olur.
Şer ortaklığının çekirdeğini Yunanistan, Güney Kıbrıs ve İsrail oluşturuyor. Erdoğan yönetiminin Mursi yandaşlığı ve Sisi karşıtlığından Türkiye’ye tepkili olan Mısır, İsrail ile birlikte Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de izole etmek için trioya katılmıştı. İtalya çıkar amacıyla bunlara destek oluyordu. Mısır ve İtalya çekirdeğin dış kabuğu gibiydiler. Gelişmeler kabukta çatlak olduğunu, İtalya ve ardından doğru bir diplomasiyle Mısır’ın koparılabileceğini gösteriyor. Türkiye’nin çaba göstermesine gerek kalmadan İtalya’nın çıkarı doğrultusunda tutum değişikliğine gittiği görüldü. Libya-Türkiye Mutabakatı’ndan rahatsızlık duyan ülkelerin başında gelen Yunanistan, Güney Kıbrıs ve İsrail, tepki olarak 2 Ocak’ta EastMed Doğalgaz Boru Hattı hayali projesi için göstermelik imza töreni düzenlediler, ama projenin ortaklarından İtalya törene katılmadı.
Libya’da yönetim geçmişi olan ve doğalgaz bağlantısı bulunan İtalya, Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin yanında Hafter’in karşısında yer almıştı. Erdoğan-Putin ikilisinin ateşkes çağrısı yaptıkları gün Kahire’de Libya için toplanan Mısır, Fransa, İtalya, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda İtalya Dışişleri Bakanı, “Çok dengesiz” gerekçesiyle sonuç bildirgesini imzalamadı. Türkiye ve Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti karşıtı sert tutumun değiştirilmesini, Libya’da siyasi çözüm için Berlin sürecinin baltalanmamasını önerdi. Berlin toplantısı öncesi Türkiye ve Rusya ile ortak hareket etmeye karar veren İtalya, bunun için masa toplantısı istedi. Böylelikle İtalya yeni safını göstermiş oldu. Türkiye Doğu Akdeniz’de İtalya ile hidrokarbon aramada işbirliği yapmalı, İtalya’nın Rumlarla çıkar ilişkisini tamamen kesmeli.
Doğu Akdeniz’de güçlü siyasi lider sayılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, duygusal Mursi yandaşlığını ve İhvancı tutumunu öteleyip Mısır’ın Sisi yönetimiyle uzlaşmalıdır. Türkiye’nin çıkarı ve diplomasi bunu gerektiriyor. Mısır ile anlaşma yalnızca kıta sahanlığı ve MEB sınırına ilişkin ortay hattın tescili için değil, Yunan-Rum ikilisinin Doğu Akdeniz’de yalnızlaştırılması açısından çok önemlidir. Mısır, Türkiye’nin Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile anlaşmasını İhvancı ajandayla değil, ulusal çıkarları gereği yaptığına ikna edilmelidir. Mısır halkı Türkiye’ye sıcak baktığından, uzlaşma yolu kolay açılabilir. Bunun için başlamış bir arka kapı diplomasisi olduğu söyleniyor. Doğu Akdeniz’de ağırlık kazanmak için gereken bu uzlaşmayı sabote etmek isteyenler olacaktır, onlara karşı da dikkatli davranmak gerekiyor.
Suriye ile yapılacak deniz yetki alanı uzlaşması düne kadar kolay görünüyordu. MİT Başkanı ile mevkidaşı Suriye Güvenlik Bürosu Başkanı’nın bir ay önce Moskova’da yaptıkları görüşme, Fırat’ın doğusunda işbirliği için dokuz maddelik yol haritasında uzlaşmaları, o gün de sıkıntılı olan İdlib sorununa karşın, Türkiye-Suriye ilişkisinde yeni açılım için bir fırsattı. Ne yazık ki 3 Şubat 2020’de İdlib’de Suriye rejim güçlerinin, Türk askerinin bilinen takviye noktasına top atışıyla saldırması ve sekiz askerimizin şehit olması, Türkiye’nin haklı olarak misliyle karşılık vermesi koşulları değiştirdi. Büyük kırılma denilebilecek bu olay, İdlib’de Suriye’ye destek veren Rusya ile Türkiye arasında da arzulanmayan gerginlik doğurabilir. Rejimin Türk askerine saldırısı, Suriye ile yetki alanı uzlaşmasını bir başka bahara itelemiş oluyor.
Levant sahilinden Girit’e oradan Yunanistan ve İtalya üzerinden Avrupa’ya Doğu Akdeniz gazını taşıma amaçlı offshore EastMed Boru Hattı projesine gelince, ölü doğmuş bir siyasi proje. Levant sahilinden çıkacak boru hattının büyük ölçüde karadan ve Türkiye üzerinden online olarak Avrupa’ya ulaştırılması fizıbıl tek yol olsa da bu yol Rumlara kapalı. Offshore hattın Türk kıta sahanlığından ve MEB alanından geçmesi gerekiyor ki o da Türkiye’nin iznine bağlı. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ortak olduğu böyle bir boru hattına Türkiye’nin geçiş izni vermesi söz konusu değil. ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin desteklediği proje 1872 km’lik boru hattı inşasını gerektiriyor. Böyle bir hattın söylenenin aksine 6-7 milyar dolara çıkması mümkün olmadığı gibi, 12 milyar metreküp (bcm) kapasiteli bir hattı besleyecek gaz da bugün ortada yok.
Geçmişte Türkiye’ye karadan online hatla yılda 5 bcm gaz satma projesi olan Mısır, EastMed projesine ilk ortaya atıldığı andan itibaren ilgi göstermedi. Bugün Doğu Akdeniz’deki gazını sıvılaştırarak LNG biçiminde satmanın peşinde. EastMed hattının gerekli doluluk (throughput) oranını sağlayacak gaz, Mısır gazı olabilirdi, ama Mısır projenin ortağı değil. İsrail saldırganlıktan vazgeçerse ve Suriye’de zor görünen barış sağlanırsa, Mısır-İsrail ve Suriye gazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşabilir. Ancak bugünkü çatışma ortamında böyle bir projenin şimdilik gerçekleşemeyeceği bir gerçek. Ortadoğu’da harita değişikliği ve Büyük İsrail’i kurma peşinde koşan Evangelist ve Siyonist saldırganlar var oldukça, bu tür projelerin gerçekleşmesi hayal. Geriye bir tek çıkış yolu kalıyor, o da gelecekteki yapılacak olan “Kıbrıs Türk Gazı Hattı”.
EastMed Hattı için 2 Ocak’ta Atina’da törenle Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail’in imzaladıkları anlaşma, Türkiye-Libya anlaşmasıyla uğradıkları hezimete teselli arayışıydı. Ekonomik değil de siyasi olan projenin finansmanı olanaksız. İsrail ise gazını ihraç için Mısır ile birlikte LNG yöntemini kullanmayı gündemde tutuyor. Kıbrıs Rum Yönetimi de LNG projesine katılmak istiyordu. Ancak İsrail ve Kıbrıs Rum Yönetimi arasında “Afrodit Çatlağı” diyebileceğimiz gaz anlaşmazlığı ortaya çıktı. İsrail kendisine ait olan “Yishai” gaz rezerviyle, Rumların “Afrodit” gaz rezervi kaynağının aynı olduğu iddiasıyla Rumların gazından hak talep ediyor. Rumlar bu isteği mantıksız bulup karşı çıkıyorlar. Sorunu çözmek için İsrail Rumları dışlayıp MEB anlaşmasını Türkiye ile yapmayı düşünmeli, o zaman Afrodit sahası kendisine kalacaktır.
Türkiye, Libya ile anlaşarak kıta sahanlığının sınırını Girit’e kadar uzatınca, Yunanistan çıldırmış, uğradığı hezimete karşılık vermek için gerçekleşmesi olanaksız, çizilen güzergâhtan geçemeyecek EASTMED siyasi boru hattı projesi için Atina’da Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ve İsrail’in katıldıkları imza törenini düzenlemiştir.
1950’li yıllardan gelen Yavru Vatan sorunu koşulların ve dengelerin değişmesi, Türk Deniz Kuvvetleri’nin 21’inci yüzyıl doktrinine koşut stratejisiyle, Türk halkının bilinçlenmesiyle, Mavi Vatan sorununa evrilmiş bulunuyor. Üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye’nin 462 bin kilometrekare Mavi Vatanı var. Bunun 234 bin kilometrekare ile en büyük bölümü Doğu Akdeniz’de. Türkiye Doğu Akdeniz’den asla vazgeçemeyeceği için buradaki kalesi ve doğal üssü Yavru Vatanını korumakta ve kollamaktadır. Doğu Akdeniz Anadolu Türkü’nün olduğu kadar, Kıbrıs Türkü’nün de Mavi Vatanıdır. Bu ortak Mavi Vatanı korumak için Türkiye Cumhuriyeti ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti birlikte olmak zorundalar. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ya da kısaca KKTC yerine “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” adını bilerek kullandım.
Yaptığım onca röportajımdan biliyorum ki, yedi yıl önce 13 Ocak’ta ölümsüzlüğe uğurladığımız rahmetli Türk Büyüğümüz ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, zamanı gelince “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” adının kullanılmasını isterdi. Ana Vatan ve Yavru Vatan birlikteliğinden ve Yavru Vatan adından Rum Yönetimi ile Yunanistan rahatsız. Ne yazık ki Kıbrıs Türk kesiminde de bundan rahatsızlık duyanlar var. En başta bugün KKTC Cumhurbaşkanlığı koltuğunu işgal eden Mustafa Akıncı geliyor. Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası gibi destekçileri de Yavru Vatan kavramını reddediyor. Çünkü onlar Rumlarla birlikte “Kıbrıs Birleşik Federe Cumhuriyeti” hayali peşindeler. Akıncı koltuğa otururken, kendisini kutlayan Erdoğan’ın Yavru Vatan sözüne karşı çıkmış, hak ettiği biçimde cevabını almıştı.
Emperyalistlerin güdümündeki Birleşmiş Milletler, kendilerini dünyadan büyük gören beş daimî üyesiyle Güvenlik Konseyi, 46 yıldır çözüm süreci diye yutturulan görüşmelerle Birleşik Kıbrıs için federasyonu gündemde tuttular. Annan Planı ile az daha amaçlarına ulaşıyorlardı. Referandum için Türklere Avrupa Birliği havucu uzatarak ve rüşvetler dağıtarak, “Evet be anam” dedirtmelere karşın, hiç beklemedikleri şekilde Rumlar hayır deyince tehlike atlatılmış oldu. Çünkü, Rumların istekleri Türkler ile federasyon değil, Enosis ile Ada’nın tümünün Yunanistan’a bağlanmasıdır. İşte, Kıbrıs Birleşik Federe Cumhuriyeti peşinde koşanlar, Ada’yı Yunanistan’a bırakmaya rıza gösterenlerdir. Kıbrıs için sözde çözüm süreciyle, Ana Vatan-Yavru Vatan birlikteliği ve Türkiye’nin Kıbrıs ayağı çökertilmek isteniyor.
Oysa, Kıbrıs bizim savunmamızın ve yaşamsal çıkarlarımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Denktaş, KKTC’yi kurduktan sonra gelen baskılar nedeniyle çözüm süreci müzakerelerine katılmışsa da iki devletin eşit egemenliğine dayalı çözüm için uğraş vermiş, bu dayatması Rumların hayalinin gerçekleşmesini engellemiştir. Bugün Doğu Akdeniz’de bulunan hidrokarbon yatakları bölgenin ekonomik değerini ve Kıbrıs’ın var olan stratejik önemini daha da artırmıştır. Atlantik cephesi ve Batı yakası bu ekonomik değerden Türkiye’yi uzak tutma konusunda “Haçlı İradesi” denilebilecek bir tutum sergiliyor. Ancak, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konusundaki hakları üzerinde gösterdiği kararlılık, Haçlı İradesi’nin amacına ulaşmasını engellemekte. Buna karşın geçersiz iradelerini çözüm süreci diye sürdürmekten vaz geçmiyorlar.
Rahmetli Denktaş’ın ifadesiyle “İki ayrı milletten tek millet ve iki ayrı devletten tek devlet çıkarma hokkabazlığını” 46 yıldır beceremediler. Bu doğrultuda son dönemde 2005-2010 sürecinde Mehmet Ali Talat’ın başaramadığını, bu kez Mustafa Akıncı 2015-2020 sürecinde başarmak istedi, ama yapamadı. O Akıncı ki Cumhuriyet Meclisi’nin ve Hükümetin bilgisi dışında, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne ve Rum Yönetimi’ne toprak ödün haritası bile vermiş, kendi devletine karşı anayasal suç işlemiş bir Cumhurbaşkanıdır. 28 Haziran – 6 Temmuz 2017 Cenevre Crans Montana Kıbrıs Konferans’ında Türkiye’nin garantörlük hakkı nedeniyle masayı terk eden, daha doğrusu deviren Rum Lider Anastasiadis olmuştu. Yoksa Akıncı, üstelik Nobel Barış Ödülü alabilirim diye Türkiye’ye rağmen her türlü ödünü vermeye hazırdı.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres, çözüm diye Türk kesimini silme arayışını sürdürme arzusunda. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’e güçlü şekilde çıkması, Fatih ve Yavuz sondaj gemileriyle Kıbrıs çevresinde hidrokarbon araması, Rumların ve Yunanistan’ın yanısıra Avrupa Birliği’ni de rahatsız etti. Türklere karşı zihniyetleri değişmeyen Rumlara, Akıncı Türkiye’nin bulacağı gazdan pay verme düşüncesiyle davet bile yaptı. Birleşmiş Milletler Özel Danışmanı Lute, yeni bir çözüm konferansı organize etmek için çok uğraştı. İstedikleri Konferans olmadı, ama Akıncı, Anastasiadis ve Guterres 25 Kasım 2019’da Berlin’de üçlü görüşme gerçekleştirdiler. Görüşmeden bir hafta önce Güney Lefkoşa’da Rumlar, Türkler aleyhine sloganlarla eylem yapmış, Türk düşmanı Ulusal Halk Cephesi (ELAM), KKTC bayrağını yakmıştı.
Rum Birliği’nin çimentosu Türk düşmanlığıdır. Berlin’deki görüşmeden bir hafta önce Rum Ulusal Halk Cephesi (ELAM) militanları Güney Lefkoşa’da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bayrağı’nı yaktılar. Rumlar, soydaşları Yunanlılar gibi Türk devletine her zaman karşılar.
Berlin görüşmesinden federasyon vurgusu çıkıyordu. Oysa, Cenevre Crans Montana Konferansı sonrasında artık federasyonu tartışmanın anlamsız olacağı görüşü ağırlık kazanmıştı. Akıncı’nın federasyon isteğinden güç alan Anastasiadis bulduğu yüzle astar istercesine, müzakerelerin başlaması için sondaj restinde bulunuyor, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon arama faaliyetlerine son vermesini istiyordu. Akıncı ise bundan rahatsızlık duymayarak, “Treni doğru rayına yeniden yerleştirdiğimizi düşünüyorum. Çözüm istasyonuna varması için elbirliğiyle çalışılması gerekir” diye tavizkâr tutumunu sergiliyordu. Görüşmelerin Annan Planı benzeri yeni bir planla sürdürülmesi konusunda Akıncı, Anastasiadis ve Guterres uzlaşmış bulunuyor. Berlin’deki duvar bile yıkıldı diye, Kıbrıs duvarının yıkılması hayali peşindeler.
Mevta olmuş Annan Planı’nı canlandırarak Kıbrıs Birleşik Federe Cumhuriyeti’ni kurmak için Berlin’de uzlaşan üçlü: Anastasiadis, Guterres ve Rum Yanlısı Akıncı mutlulukla sırıtıyorlar.
Böyle bir sinsice planı askerler toplantı öncesinde bekliyorlardı. Emekli Orgeneral Necati Özgen, Almanya’daki görüşmeler öncesi yaptığı uyarıda, “Sinsi bir plan var, Berlin duvarının yıkılmasına vurgu yapılarak, Kıbrıs’ta Yeşil Hat’tın yıkılması amaçlanıyor. Buna izin verilmemeli” diyordu. Berlin görüşmesi sonrasında bu görüşmeyi Londra Temsilciliği’nde değerlendiren KKTC Başbakanı Ersin Tatar, 50 yıldır tartışılan federal temelli çözümün umut olmaktan çıktığını belirterek, alternatifler arasında Avrupa Birliği çatısı altında iki ayrı devlet, konfederasyon gibi seçeneklerin masada olması gerektiğini vurguluyordu. Zamanında Denktaş dışlanarak, referanduma götürülen Annan Planı KKTC’nin ölüm fermanı idi. Bereket versin çöpe atılmıştı, ancak rafa kaldırıldı diye çöplükten çıkarmak isteyenler var.
Sözde çözüm süreci boyunca Rumlar hep kabul edilmesi olanaksız istekler öne sürdüler. Türkiye’nin garantörlük sıfatının kaldırılması ve Türk Ordusu’nun Ada’dan çekilmesi şartları, Kıbrıs Türklerini teslim alma isteklerinin kanıtıdır. Bu isteklerini Türk tarafına yine Avrupa Birliği üyeliği havucu uzatarak, kandırmacayla yapmak istiyorlar. Rus Siyaset Bilimci Dugin, “Kıbrıs’ın birleşmesinden yanaysanız, Türk kesimini şeytana verip kurban edeceksiniz. Avrupa Birliği tarafından sapkınlaşmalarına seyirci kalacaksınız. Türklerin Avrupa Birliği’ne girmelerini istemek, kendilerini yok etmelerini istemektir” diyor. Türkiye ve KKTC “Ne Federasyon Ne Konfederasyon” diyerek, Birleşmiş Milletler’in çözüm arama sürecinden çekildiklerini ilân edip, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınma sürecini başlatmalıdırlar.
KKTC’nin “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” olarak tanıtılması ve tanınması zamanı gelmiştir. Kıbrıs’ta iki devletin varlığı reel politik gerçek olarak ortadadır ve iki ayrı devletli yapıdan geri dönüş söz konusu olmamalıdır. Londra ve Zürih Antlaşmaları ile kurulmuş Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkan Rumlar, haksız olarak yıktıkları Cumhuriyet’in üzerine çöreklenerek uluslararası ilişkilerini rahatça yürütmekteler. Uluslararası tanınması kuruluşunun hemen ertesinde ABD tarafından engellenen KKTC ise, yıllardır gerekli atılım ve açılımı yapamamakta. Uluslararası tanınma yoluna, KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ile girilemez ve yürünemez. Çünkü Akıncı, “Bağımsız iki devlet kulağa hoş gelse de gerçekçi değil, çözüm federasyondur” diyor. Akıncı’nın o koltuktan gitmesi için Nisan 2020’de yapılacak KKTC Cumhurbaşkanlığı Seçimi çok önemli.
Bugün Ada’nın çevresindeki hidrokarbon yataklarına Rumlar, Türklerin hakkını yok sayarak el koyma çabasındalar. Oysa Rumlar kadar Türklerin hakkının olduğu bir gerçek. Rumların tek yanlı ilân ettikleri MEB ile KKTC’nin ruhsat alanları üzerinde çakışma var. Bunlardan biri de Rumların 8’inci parselleri ile KKTC’nin G Ruhsat alanı. Bu alanda, KKTC Hükümeti’nin 2011 yılında TPAO’ya verdiği ruhsatla daha önce Barbaros Sismik Araştırma Gemisi orada sismik çalışma yapmıştı. Elde ettiği bulgulara dayanarak şimdi Yavuz Sondaj Gemisi aynı bölgede sondaj çalışması başlatmış bulunuyor. Bu sondaj çalışması Rum kesiminde paniğe ve tepkiye neden olunca, Rumlar yalana başvurup Türkiye’nin Ada’daki sondaj bilgilerini kendilerinden bir şekilde elde etmiş olduğu, yani çaldığı iddiasını ortaya attılar.
Türk Sondaj Gemisi Yavuz, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye Petrolleri’ne verdiği ruhsatla G alanında sondaj çalışması başlattı. Bu alan, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin hukuksuz MEB sınırları içindeki 8 no.lu alanla çakışıyor. Rumların Afrodit gaz sahasına yakın bir yer. Yavuz’un yeni sondajı Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’da tepkiye ve paniğe neden oldu.
İki ayrı devletli çözüm ve bu iki devlet arasında imzalanacak kaynakların hakça paylaşım anlaşmasıyla bu tür gerilimler yaşanmayacaktır. Türkiye, Doğu Akdeniz’e Fatih ve Yavuz sondaj gemilerinden başka üçüncü sondaj gemisinin gönderileceğini açıklayınca, İngiliz gazetesi Times, bu gelişmeyle birlikte Libya Anlaşması’nı Ankara’nın Avrupa Birliği’ne meydan okuması olarak duyurdu. Türkiye, arama ve sondaj gemilerine karşı olabilecek tacizleri ve tecavüzleri engellemek amacıyla, Donanma unsurlarını çevrede koruma ve kollama için görevlendirmiş bulunuyor. Bu görevde helikopterlerin yanısıra insansız hava araçlarından da yararlanılmakta. Kıbrıs’taki Geçitkale Hava Alanı, Türkiye’nin isteği üzerine KKTC Hükümeti kararıyla insansız hava araçları (İHA ve SİHA’lar) üssü yapılmış bulunuyor.
Kuzey Kıbrıs’ta KKTC’nin kararıyla oluşturulan Geçitkale Türk Hava Üssü. Şu anda Türk Deniz Kuvvetleri’ne ait SİHA’lar için kullanılıyor, arama ve sondaj çalışmaları korunuyor.
Geçitkale Hava Alanı’nı gerektiğinde Türk savaş uçakları da kullanacaktır. Bu alanın adı artık Kıbrıs’ta şehit düşen Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel anısına “Kıbrıs Şehidi Cengiz Topel Hava Üssü” olmalıdır. İskele yöresinde Türk Deniz Kuvvetleri için kurulması gündemde olan üssün de bir an önce gerçekleştirilmesi gerekiyor. Kuzey Kıbrıs’taki Türk Hava Üssü ve Türk Deniz Üssü bugün için Kıbrıs’tan çok Doğu Akdeniz için gerekiyor. Deniz Kuvvetleri’ne bağlı savaş gemilerimiz Akdeniz’de sürekli bayrak göstermeli, hava sahasında da savaş uçaklarımız Türkiye’nin gözünün Mavi Vatanı üzerinde olduğunu sürekli hatırlatmalıdır. Güney Kıbrıs’a yabancı ülkelerin savaş gemileri ve savaş uçakları gelirken, Türkiye Kıbrıs ve Doğu Akdeniz için buna rıza gösteremez. Barış için hasımlarımıza askerî varlığımızı göstermek zorundayız.
Kuzey Kıbrıs’ta Türk Donanması unsurları için kurulması kararlaştırılan İskele Deniz Üssü en kısa zamanda hizmete sokulmalıdır.
Nisan ayında KKTC Cumhurbaşkanlığı Seçimi yapılacak. Türklükle ve KKTC’nin geleceğiyle sorunu olan Mustafa Akıncı yine aday. Siyasi partiler bu kez her biri kendi adayını çıkarma kararı ile hareket ettiler. Bu tutum aday çokluğu oluşturmuş bulunuyor. Yıpranan ve tepki toplayan Akıncı’ya karşı bir aday etrafında birleşme olmadığından, seçim ikinci turda sonuçlanacak görünüyor. Seçime katılması söz konusu yedi aday var. Yapılan bir kamuoyu yoklamasına ve oy oranlarına göre Ulusal Birlik Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Ersin Tatar yüzde 32, Cumhuriyetçi Türk Partisi Genel Başkanı ve eski Başbakan Tufan Erhürman yüzde 23, Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı yüzde 18, Halkın Partisi Lideri, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay yüzde 10 ile sıralanıyor. Dördünün oy potansiyeli toplamı yüzde 83 ediyor.
Anket yoklamasına göre oy potansiyelleri yüzde 10’nun üzerinde olan adaylar, oy potansiyeli büyüklük sırasına göre; Ersin Tatar, Tufan Erhürman, Mustafa Akıncı ve Kudret Özersay.
Ankete katılanların yüzde 5’i karar vermedim, oy vermeyeceğim diyenler. Geriye kalan yüzde 12 oy ise yüzde 2 ilâ 6 arasında 3 adaya bölünüyor. Bunlardan biri aday olmaktan vazgeçen Baba Denktaş’ın oğlu Serdar Denktaş, yüzde 4 oy oranı var gözüküyor. Lideri olduğu Demokrat Parti şimdi başka aday arayışında. Yüzde 10 ve üzerinde oy potansiyeli bulunan dört adayı kısaca irdeleyecek olursak, zaten milliyetçiliği olmayan Rum yandaşlığıyla öne çıkan Cumhurbaşkanı Akıncı hakkında fazla bir şey söylemeye gerek yok. Bu seçim onun hak etmediği koltuktan atılmasını sağlayabilmeli. Geriye kalan üç aday ise Tatar, Erhürman ve Özersay. Başbakan Tatar, Türk milliyetçiliği ile öne çıkan bir isim. Oy potansiyeli şu anda diğer adaylardan yüksek olmakla birlikte ipi göğüsleyebilecek mi, seçim koşulları ne getirecek?
Ersin Tatar, “İki devletli çözüm dışında çözüm yoktur. Sıfır asker, sıfır garanti diye bir şey olamaz” diyerek hem izlenmesi gereken yolu ve hem de Türkiye’ye bağlılığını ifade eden, Kıbrıs Türkü’nün milliyetçi adayı. Avrupa Birliği çatısı altında iki ayrı devletli, çözüm olabileceğini de söylüyor, ama Avrupa Birliği Kıbrıs Rumlarının yanında, Türklerin Ada’dan silinmesi gizli planının arkasında. Rus Siyaset Bilimci Dugin’in uyardığı gibi, Türk kesiminin şeytana verilip kurban edilmemesi için Avrupa Birliği çatısı altında iki ayrı devlet düşüncesinden vazgeçmesi gerekiyor. Tatar’ın Türkiye’de bilinmeyen KKTC’de yayın yapan Kanal T diye bir de televizyonu var. Bu televizyonda çözüm sürecine ilişkin bazı yayınlar aleyhine değerlendiriliyor. Ankete göre Tatar’ın oy oranı yüzde 32 iken, partisinin oy oranının yüzde 41 olması da düşündürücü.
Başbakan Tatar’ın Nisan’daki Cumhurbaşkanlığı seçimi için adaylığı açıklanırken. Tatar, milliyetçi ve Türkiye’ye bağlılık demeçleriyle öne çıkan güçlü bir aday. İki turda gerçekleşecek görünen seçimde Kıbrıs Türkü’nün kimi seçeceği merakla bekleniyor.
Oy potansiyeli Tatar’dan sonra gelen ikinci aday Erhürman. Lideri olduğu Cumhuriyetçi Türk Partisi, daha önce Mehmet Ali Talat’ın Genel Başkanı olduğu parti. Rauf Denktaş’tan sonra Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Talat, Denktaş’a ters tutum izlemiş, Rumlarla federasyon için çırpınmıştı. Erhürman, Tatar’ın Cumhurbaşkanlığı süresi içinde 2008-2010 yılları arasında Kıbrıs sorunu çözüm müzakerelerinde yer aldı ve federasyon yanlısı görüşüyle tanındı. Tatar’dan önce Başbakan olan Erhürman, Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası beşli konferansa gidilerek federasyon çözümünün kotarılmasını savunuyor, “Bizim çözüm irademiz ortada biz Annan Planı’nda bunu gösterdik” diyor. Erhürman politikasını, “Bu zemin üzerinde çözüm bulacağız, olmazsa bu zemin üstünden haklarımızı talep edeceğiz” diye açıklıyor.
Oy potansiyeline göre üçüncü sırada Akıncı, dördüncü sırada Özersay var. Özersay’ın Partisi, koalisyon ortağı olarak iktidarda ve kendisi de Bakan. Rauf Denktaş ve Mehmet Ali Talat’ın müzakere heyetlerinde, Annan Planı müzakerelerinde ve son kez Derviş Eroğlu döneminde Türk tarafı müzakere heyetinde yer almış, 12 yıllık deneyime sahip bir müzakereci. Eroğlu tarafından Cumhurbaşkanı Özel Temsilcisi olarak görevlendirilmişti, ama görüş ayrılığı nedeniyle istifa etti. 2015 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmış yüzde 22 oy alarak, yüzde 28 oy alan Dervişoğlu ve yüzde 26 oy alan Akıncı ikinci tura kalırken elenmişti. Kendi seçmenini serbest bıkarak, Akıncı’nın seçimi kazanmasına yol açmıştı. 2016 yılında Halkın Partisi’ni kurdu. Bu seçimde ise Partisinden istifa ederek bağımsız aday olarak katılma stratejisini izliyor.
Anket sonuçlarının oy potansiyeline göre, ikinci tura Tatar ve Erhürman kalırsa, Akıncı’nın oyları ve Özersay’ın oyları kime gidecek? Bir o kadar da tüm bunlardan arta kalan yüzde 17 oranındaki oyun kime gideceği? Bu yüzde 17’nin içinde bugün oy potansiyeli yüzde 2 gözüken, 2015 seçimlerinde yüzde 22 oy alan KKTC Cumhuriyet Meclisi Eski Başkanı Sibel Siber de var. Serdar Denktaş’ı tercih edeceğini söyleyen yüzde 4 seçmenin oyu da var. 2015 seçiminde birinci turda Dervişoğlu yüzde 2 oy farkıyla Akıncı’nın önündeydi, ama diğer adaylara verilen oylar yeniden dağılınca, Eroğlu yüzde 39’da kalırken, Akıncı yüzde 60’a çıkmıştı. O nedenle birinci turda elenecek adayların oylarının ikinci turda kime gideceği sonucu belirleyecek. KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimi çok bilinmeyenli denklem ve sürprizlere gebe.
Adaların silahlandırılması sorunu, Türkiye’nin Mavi Vatanına sahip çıkması Yunanistan’ı çıldırtınca, gündeme gelip bardağı taşırıverdi. Adaların silahlandırılması aslında yeni bir sorun değil. Sorunu sitemizin Güncel Kitaplar kategorisinde yer alan Ocak 2019 tarihli “Çırpınıyor Akdeniz Bakıp Türkün Bayrağına” başlıklı çalışmamızda (http://www.ultanirplatformu.com/guncel-kitaplardan.html), Lozan’dan bu yana olan gelişmelerle irdelemiştik. 12 adaya ilişkin olarak Adaların silahlandırılması, doğru ifadesiyle askerîleştirilmesi, 1952 yılında başlamıştı. Yunanistan daha sonra NATO ittifakı üyeliğini kullanarak adaları silahlandırma yolunda ilerlemiştir. Gri bölgeler olarak adlandırılan Türkiye’ye ait küçük adacık ve kayalık işgalleri, 2002 yılında başlamış ve işgal ettiği 18 adanın bir bölümünü de askerîleştirmiştir.
Türkiye’nin Mavi Vatan hassasiyeti ve MEB alanını belirleme çalışmaları, Kıbrıs çevresinde yapılan hidrokarbon sondajları, son olarak Yavuz Sondaj gemimizin KKTC’nin TPAO’ya 2011 yılında verdiği ruhsatla G bölgesinde sondaja başlaması Yunanistan’da büyük tepkiler oluşturdu. Yunanistan Akdeniz ve Adalar (Ege) Denizi’ni kontrol altında tutma amacının boşa çıktığını görerek paniğe kapıldı. Libya hezimeti ise Yunanlıları iyice çılgınlaştırdı. Yunan basınında Türkiye’ye savaş ilân edilmesini isteyen yazılar yer aldı. Bu gelişmelere koşut olarak Milli Savunma Bakanı Akar, Yunanistan’a uluslararası anlaşmaları hatırlatma gereği duyarak, 23 Ocak’ta basın mensuplarının önünde yaptığı açıklamayla, Yunanistan’ın gayri askerî statüdeki 23 adadan 16’sını anlaşmalara aykırı olarak silahlandırdığını açıkladı.
Sayın Akar, Adalar Denizi (Ege) sorununa değinerek ve Yunanistan’ı kastederek, “Muhataplarımızla yaptığımız temaslarda devamlı söylediğimiz gibi, hiçbir şekilde hakkımızı çiğnetmeyiz. Bu bir tehdit değil, ama iyi komşuluktan yanayız dememiz de bir zafiyet değil. Örneğin, şu anda ne dünyada ne de tarihte karasuları 6 mil, hava sahası 10 mil olan bir ülke var. Böyle bir garabetle karşı karşıyayız.” diyerek Yunanistan’ın haksız tutumunu sorguluyor ve devamında, “Diğer bir husus da Ege’de uluslararası anlaşmalarla belirlenen gayri askerî statüde 23 adanın durumu var. Gayri askerî statüde ada olmasına rağmen bunlardan 16’sı anlaşmalara aykırı olarak silahlandırılmıştır. Yunanistan’dan uluslararası hukuka, imzaladığı anlaşmalara ve iyi komşuluk ilişkilerine göre davranmasını bekliyoruz” diyordu.
Akar’ın açıklaması Yunanistan’da büyük yankı uyandırıyor ve “Saldırı” olarak değerlendiriliyordu., Yunanistan Dışişleri Bakan Vekili Varvitsiotis, Adalar konusunun 40 yıldır süren tartışma olduğunu, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51’inci maddesine dayanarak saldırıya karşı yasal savunma hakları bulunduğunu söylüyor, “Türkiye’den gelen bu tepkiler Yunanistan’ı Ege Denizi’nin Yunan Adalarını korumak için gerekli tüm koruyucu savunma önlemleri almaya zorluyor ve bunu meşrulaştırıyor” diyordu. Yunanlı diplomat bu küstah cevap için Türkiye’nin son dönemdeki tutumundan cesaret bulmuş olmalı. 1996’da Kardak kayalıkları iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmişti, ama geçen 24 senede Türkiye işgal edilen adalara seyirci kalmakla yetindi. Bırakınız Kardak gibi askerî önlemi, gereken diplomatik ve hukuki süreç bile işletilmedi.
Osmanlı’nın son döneminden, 19’uncu yüzyıldan başlayarak Yunanistan, Adalar Denizi ve Akdeniz’de hakimiyet kurmak istemiştir. AK Parti döneminde Adalar Denizi’nde ve Akdeniz’de son birkaç yıl öncesine kadar çıkarlarımızı korumakta geç kalmamız sorunu kronikleştirmiştir. Kardak’taki ciddi duruşu 18 ada için gösterememek büyük gaflet olmuştur. Yunanistan nerede fırsat bulursa, oradan çıkar sağlama peşinde koşturuyor. Böylece fiili durum oluşturarak, kendi egemenlik alanlarını genişletme çabasında. Adaları askerîleştirilmesi de hukuki olmayan bir fiili durum. Lozan Antlaşması’na göre sorunun çözümü için Türkiye ve Yunanistan’ın masaya oturup görüşmesi gerekiyor, ama Yunanistan’ın buna yanaşmadığı bir gerçek. O zaman Türkiye, Yunanistan’ı masaya oturtacak fiili durumu yaratmalı.
1997’de Madrid NATO zirvesinde sorunların barışçıl çözümü için Yunanistan ile mutabakata varılmıştı. Mutabakatta, Adalar Denizi’ndeki çıkarlara karşılıklı saygı ifadesi var. Mutabakata dayanarak iki ülke arasında 2002’de istikşafi görüşme (nabız yoklayıcı ön görüşme) başlatılmıştı. 14 yılda 60 görüşme yapılmasına karşın bir arpa boyu yol alınamadı. Adaların silahlandırılması antlaşmalar aykırı, ama Yunanistan 1993’de Uluslararası Adalet Divanı’nın yargı yetkisine rezerv koyduğundan, yargıya da taşınamıyor. Erdoğan Başbakan iken, Mayıs 2010’da resmî ziyaret için Atina’ya gittiğinde, Yunanlılar protesto gösterisi düzenliyor “Ege Denizi Yunan Denizidir” pankatı açıyor ve Türk Bayrağı’nı meydanda yakıyorlardı. Yunanistan’a siyasi diplomasinin yanısıra gambot diplomasisi ve zor göstermek gerekli.
Türk Donanması, Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’in her köşesinde her an göreve hazır.
Gambot diplomasisi gereği, silahlandırdıkları ve işgal ettikleri adaların karşısına Türk Deniz Kuvvetleri’nin muharip unsurlarının gelmesi, o yörede devriye atması, Türkiye’nin tavizsiz ciddi duruşu, gri bölge tanımaktan vazgeçmesi, Yunanistan’ı uzlaşma masasına zor gösterip çekecektir. Bu yapılmadığı sürece, karşı çıkışlar eylemlerle desteklenmedikçe, dün bayrak yakanlar, bugün Türk bayrağı yırtıyorlar. İşte haddini bilmez küstah Yunan Vekil Lagos, 30 Ocak 2020 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nun “Adalardaki Göçmenlerin İnsani Durumu” konulu oturumunda, Kürsü’ye çıkıp, Türkiye’yi suçlayarak, göstere göstere bayrağımızı yırtıyordu. Bu haddini bilmez Yunanlılara ve aynı soydan olan Rumlara, Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’de göz açtırmamak, Türkiye’nin dış politikası ve askerî stratejisi olmalıdır.
Türkiye’nin Mavi Vatanını koruma ve kollama kararlılığı denizlere göz dikmiş Yunanlıları çıldırttığından geçen ay Avrupa Parlamentosu’nda Adalar konusu görüşülürken, Yunanlı Vekil Lagos küstahça Türk Bayrağını yırtıyordu (solda). Mayıs 2010’da Erdoğan Başbakan iken resmi ziyaret için gittiği Atina’da “Ege Denizi Yunan Denizidir” pankartıyla karşılanıyor ve Türk Bayrağı yakılıyordu (sağda). Onların bayrak saygısızlığına karşı, dedelerini İzmir Körfezi’nde denize döken Mustafa Kemal Paşa Hükümet Konağı’na girerken yere serilen Yunan Bayrağı’nın üzerine basmamış, “Bir milletin şerefidir” diyerek kaldırtmıştı. Onlarsa İzmir’de Türk Bayrağı’nı saygısızca çiğnemekten kaçınmamışlardı. İşte asalet farkı.
Yunanlıları şımartan Avrupa ülkeleri ve Avrupa Birliği’nden başka, cüretkâr yapan ABD var. Bu nedenle Yunanistan askerî kart çıkartmakta gecikmedi. Ekim 2019’da ABD Dışişleri Pompeo’nun Atina ziyaretinde imzalanan “Karşılıklı Savunma İşbirliği Anlaşması” Ocak ayının sonunda parlamentoda onaylandı. Bu anlaşma çerçevesinde, Dedeağaç’ta ABD ile ortak üs kuruyor. Ayrıca Girit’in Suda Körfezi’ndeki ABD Deniz Üssü genişletiliyor. Larissa’daki ABD hava üssü Amerikan İHA’ları ile güçlendiriliyor. Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon mücadelesinde Türkiye üzerindeki baskıyı artırma amacındalar. Türk düşmanı Fransa Cumhurbaşkanı Macron da Yunanistan’a donanma desteği vaadinde bulundu. Gelişmeler Yunanistan’da savaş karşıtlarının tepkisine neden olsa da Yunanistan’ın her fırsatta gerginliği artıracağı görülüyor.
Türkiye ile gerginlik, Yunanistan’ın birlik nedenidir. 30 Ocak’ta Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisi’nin Meis Adası açıklarında kendi bölgelerine girdiğini iddia eden Yunanistan, bir savaş gemisi ve bir savaş uçağı yolluyordu. Haber 3 Şubat’ta medyaya yansıdı. Yunan Savunma Bakanı Panagiotopulos, TV’de yaptığı açıklamada, ilk saatten itibaren durumu izleyip kontrol ettiklerini ve geminin muhtemelen olumsuz hava koşulları nedeniyle sürüklendiğini, havanın sakinleşmesine dek başka çaresi olmadığını söylemesine karşın, “Ancak ne olursa olsun acilen karşılık vermemiz gerek. Türklerin reflekslerimizi test ettiğini biliyoruz” diyordu. Oruç Reis Türk kıta sahanlığında çalışıyor, Yunanistan’ın Meis çevresinde kıta sahanlığı yok, ama bütünlüğünü korumak için gerginlik çıkarma arzusu hep var olacak.