26 Nisan 2017
REFERANDUMUN GETİRDİĞİ SORUN
16 Nisan 2017 referandumunda halkın oyuyla değil, halka dayatmayla ve hukuka karşı hileyle “Başkanlık Sistemi” getirilmeye kalkışıldı görüntüsü çok rahatsız edici durum. Başkanlık sistemi kazandı demiyoruz, çünkü karşı hukuki mücadele sürüyor, sonucun ne olacağını, sistemin uygulanıp uygulanamayacağını Türk halkına da tüm dünyaya da zaman gösterecek. Ancak bilinmesi gereken bir gerçek var. O da şu; oluşan şüphe giderilmeden vicdanlar sonucu kabullenemez ve getirilmek istenen sistem yürüyemez.
Oylamanın bitmesine çok az bir zaman kala mühürsüz oyların geçerli sayılmasına ilişkin Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararı, bu referanduma karşı özel görevli olduğu karşıt siyasetçilerce savlanan bir AKP’li siyasetçinin isteğiyle YSK eliyle kurulmuş bir kumpas gibi görünüyor. “Hayır” oyları fazla çıksaydı, AKP’nin bu referandumu söz konusu karara itiraz ederek iptal ettirme yoluna gideceğinden kuşku duyulmuyor. “Evet” oyları yüzde bir buçuk fazla çıkınca, AKP YSK kararının kanuni olduğunu savlamaya başlayıverdi. Ancak, mühürsüz iki buçuk milyon oyun “Evet” oyu olduğu iddiası var. Mühürsüz oylarla sonucu belirlenen referandumun tam kanunsuzluk nedeniyle iptali için YSK’ya yapılan başvurulara karşı alınan ret kararı ise kanunsuzluk yargısını pekiştirmiş bulunuyor. YSK’nın ret kararı hukukçularca tartışıla dursun, basında ve medyada YSK ile ilgili dedikodular kamu vicdanını rahatsız edici boyutta.
Oylama sonuçlarının bilgisayarla alınması, kullanılan programların güvenliği, sonuçların değiştirilmesi için ortam yaratılıp yaratılmadığı sadece bizim ülkemizde değil, başka ülkelerde de tartışma konusu. Bilgisayar Destekli Merkezi Seçmen Kütüğü Sistemi (SEÇSİS) uygulaması, Yüksek Seçim Kurulu’nun güvenliği tartışmalı işletim sistemi kullanıldığı savıyla, seçim sonuçlarına kuşkuyla bakılmasına neden olmakta. Avrupa’da (Almanya ve Yunanistan örneklerinde olduğu gibi) bu sistemin kullanımının yasaklanması da kuşkuya güç katmakta. 16 Nisan akşamı Yüksek Seçim Kurulu’nun sisteminde görülen bağlantı kesilmesi ise oy verilerinde yuvarlama-kaydırma yapıldığı söylentilerini beraberinde getirdi. Söylentiler kaydırılan oyların yüzde bir-iki değil, yüzde sekiz-dokuz düzeyinde olduğu savlarını içermekte.
HUKUKİ MÜCADELE YOLU
Sitemizde 18 Nisan 2017 tarihli duyurumuzla vurguladığımız gibi halkı bölünmüş ve şaibeli referandumla gerginliğe sürüklenmiş bir Türkiye kazanç mı? Halkı yüzde elli, yüzde elli ikiye bölünmüş bir ülkede yüzde bir-iki oy farkıyla sistem değişikliği yapılabilir mi, yapılırsa getirilecek sistem yaşayabilir mi, istikrar sağlanabilir mi? Rasyonel düşünebilen, akıl sağlığı yerinde olan herkes için bu sorunun tek yanıtı var: HAYIR.
Bugün için hukuki mücadele sürüyor. Böyle şaibeli bir referandum sonucu oldu bittiyle kapatılamayacağına göre, hukuki mücadelenin tüm kapılar çalınarak ileri boyutlara taşınacağına ise hiç kuşku yok. İç hukuk yollarından karşı bir sonuç çıkması beklenmemeli, ama iç hukuk yolları tükendikten sonra dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınırsa ne olacak? Oylama sonucunu karalayan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), Venedik Komisyonu raporları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce siyasi denilerek yere atılmaz, verilecek karar için dikkate alınır. Kaldı ki gelişmeler üzerine Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye’yi siyasi denetlemeye almış olması da unutulmamalı.
AGİT raporunda mühürsüz oy pusulaları seçme ve seçilmeye karşı açık ihlal sayılmakta, bu kararla YSK’nın halkın özgür iradesinin sandığa yansıması güvencesini ortadan kaldırdığı ve ulusal yasayı ihlal ettiği vurgulanmakta. Venedik Komisyonu ise söz konusu Anayasa değişikliğinin kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırdığı, bunun da otoriter bir başkanlık sistemine dönüşme riski taşıdığı görüşünde. Hal böyle olunca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde usulüne göre açılacak bir davanın kabul edilmesi durumunda ortaya çıkacak sonuç belli. Referandumun üzerindeki kanunsuzluğu tescil edecek, hukuksuzluğu tüm dünyaya ilan edecek böyle bir sonuç, Türkiye-Avrupa ilişkilerini zedelemekle kalmayacak, ulusal onurumuzu da rencide etmeyecek mi?
UNUTULMAMASI GEREKENLER
Yine bu sitemizdeki 1 Mart 2017 tarihli “Hayır” duyurumuzda, milli birlik ve beraberlik ruhunun sürdürülmesi gerektiğini vurgulamıştık. Halkımız sayısal olarak ortadan ikiye bölünmüş olsa da Türk Milleti tek millettir. “Evet” ve “Hayır” diyenler dün olduğu gibi yarın da birlikte yaşayacaklardır. Nitekim halkımız manipülasyonlara gelmeyecek olgunlukta, birlik ve beraberlik ruhu içinde olduğunu göstermiştir. 15 Temmuz 2016’da demokrasiye bağlılığını da göstermişti. Yalnız bu şaibeli referandum, ne yazık ki demokrasinin tam anlamıyla özümsenemediğini göstermekte.
Demokrasi dersinden tam not alabilmek için tüm manipülasyonlara karşın “Hayır” oyları yüzde altmış-yetmiş düzeylerinde çıkabilmeliydi. Tarihi süreçte halkımızı aydınlanmadan yoksun bırakan yobaz zihniyet, din bezirganı sözde muhafazakâr maskeli siyasetçiler, eğitimde çağdaş düzeye ulaşılamaması bunu engellemiştir. Büyük kentlerimizde “Hayır” oylarının, kırsal kesimde “Evet” oylarının ağırlığı ile eğitim düzeyi yükseldikçe “Hayır” oylarının çokluğu bunun kanıtı. Truman doktrininin yarattığı siyasal ortamla 1946 yılında Köy Enstitüleri’nin tasfiyesine, imam-hatip okullarının ve Kur’an kurslarının açılmasına girişilmeseydi, 70 yıl sonra böyle bir manzara olmayacaktı. Atatürk Cumhuriyeti’nin temelleri o yıllarda kemirilmeye başlanmıştır. İnanç sömürüsü yolu böyle açılmıştır. Bu yıl 23 Nisan’da geleneksel kutlamada TBMM başkanlık makamına başı türbanlı imam hatip öğrencisi küçük bir kızın oturtulması da inanç sömürüsünün Atatürk Cumhuriyeti ile hesaplaşmaya uzandığının göstergesidir.
Referandumda ortaya çıkan sonuçla kazanan ve kaybeden yok diyenler de var, başkanlık sistemi yanlılarının ve AKP’nin kazandığını söyleyenler de var. Oysa AKP bu kez Pirus zaferi bile kazanamadı. İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya gibi büyük kentlerimiz başta olmak üzere önemli oy kabına uğrayan AKP kazanmış değil, kaybetmiş sayılır. Şimdi İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerin içinden başka şehirler çıkararak seçim bölgeleri oyunuyla gelecek için bu tabloyu değiştirebilme yolunun arayışına girmişlerdir. Kazananı olmayan bir referandum yaptık.
Hukuki deyişle butlanla malul (yok hükmünde) olması gereken bu şaibeli anayasa değişikliğine karşı elbette hukuki ve siyasi mücadelenin meşruiyet sınırları içinde her boyutta sürdürülmeli. Ancak stratejiyi belirlerken; içinde bulunulan koşullar iyi değerlendirilmeli, ülkemizin karşısındaki tehdit ve tehlikelere karşı önlem alınmalı, Türkiye açmazlara sürüklenmemeli. Bu topyekûn bir ulusal görevdir.
ALTERNATİF OLASI ÇÖZÜM YOLLARI
Ana muhalefet partisi başkanının “uzlaşmayla yeni bir anayasa yapalım” önerisi asla bir çözüm olarak görülmemeli. Bu ortamda yapılmaya kalkışılacak yeni bir anayasa; tartışılması dahi düşünülmeyecek ilk dört maddenin değiştirilmesi, “Türk” kelimesinin anayasadan silinmesi, ülkenin bölünmesine yol açacak özerk yönetimlere güvenceyle yol açılması gibi büyük tehlikeleri beraberinde getirecektir.
Şu anda dillendirmese de AKP gördüğü oy erimesiyle, içte ve dışta meşruiyetini kabul ettiremeyeceği algısıyla, bu referanduma meşruiyet kazandırmak için erken seçimi gündeme getirebilir. Şu andaki oy potansiyeli yüzde ellinin altında olsa da seçimi tek başına kazanmaya yetecek düzeyde. Kazanacağı böyle bir seçimle “işte halk yine bizi seçti, referandum sonucunu bir kez daha onayladı” diyerek, şaibe ve meşruiyet tartışmalarını sonlandırmayı düşünebilir. Muhalefet böyle bir erken seçimi kabul etmemeli, AKP’nin içinde giderek tırmanan gerginlikten fırsat çıkararak, gündeme gelebilecek erken seçim oyunu bozulmalıdır. Amerika ve İsrail Ortadoğu’da savaşa yol açacak oyunlar peşinde iken, Türkiye’nin seçimle yitirecek zamanı yoktur. Milliyetçiliği din tacirliğinin önünde tutacak milletvekillerimiz buna geçit vermemelidir. Gün seçim günü değil, milli birlik içinde milli seferberlik hükümetine gidecek yolu açma günüdür.
YANILMAKTAN VE HATADAN KAÇINMAK GEREK
Hükümette revizyon gündemdedir. Ancak, emperyalist Amerika başta olmak üzere emperyalist odaklar başbakan-bakan değişimine dayalı bir hükümet değişiminden öte kolay etkileyebilecekleri bir hükümet arayışına girmiş olabilirler. Amerika’nın stratejisi Türkiye-Rusya ilişkilerini bozarak Türkiye’yi Avrasya çizgisinden uzaklaştırmak, İran ile karşı karşıya getirmek, Suriye için bölgesel barışı dinamitlemek olduğundan, bunları kolayca yaptırabileceği bir siyasi yapı peşinde olmasını beklemek gerekir. Zaten Zarrab davasıyla Türk yöneticileri tehdit eden Amerika elindeki bu kozla Suriye’deki Kürt kantonlarına ve YPG militanlarına nefes aldırıcı taviz kopararak, Rakka’yı onlarla ele geçirip Suriye devletinin bütünlüğüne hançer sokma çabasında. Mayıs ayında Sayın Erdoğan’ın Başkan Putin ve arkasından Başkan Trump ile yapacağı görüşmeler hayati önemdedir. Rusya ile stratejik işbirliğinin aksaksız yürümesi gerekirken, Amerika ilişkilerinde pembe günler beklenmemeli. Beklenmemesi gereken bir de Trump’ın Gülen’i iade etmesi. Amerika Gülen’i yargılanmak için değil, olsa olsa Türkiye’de iç savaş çıkartıp Kürdistan haritasını gerçekleştirmek için yollar.
Türkiye Kurtuluş Savaşımızdaki gibi emperyalist tehlikeyle karşı karşıya. Ulusal birliğimiz en büyük güvence, ama Atatürk’ün gösterdiği strateji uyarınca çok güçlü bir Meclisimizin olması gerekiyor. Meclisi zayıflatacak Cumhurbaşkanlığı Sistemi bu açıdan sakıncalı. Emperyalist saldırıların tek adam yönetimiyle değil, Gazi Meclis’le durdurularak alt edileceğini Gazi Mustafa Kemal Atatürk gösterdi. Yolumuz bu olmalı. Gazi Meclisimiz, butlanla malul şaibeli anayasa referandumunu ve getirilmek istenen değişikliği, ulusal çıkarlarımızı savunmak adına iptal edip kaldırmalı.
AKP iktidara gelince Sayın Erdoğan Rahmetli Demirel’i ziyarete gitmişti. Demirel Sayın Erdoğan’a kazandığı başarıyı ve sorumluluğunu kastederek, “Büyük kulpun idaresi zor olur” demişti. Bu söz tarihi öğüt gibi. Kulpu büyütmek sorunları büyütecek, doğrularla yanlışların ayrımını zorlaştıracaktır. Kulp büyük olsun diye ısrar etmemekte hayır var.
Milli töremiz ve devlet geleneğimiz uyarınca Sayın Erdoğan halkın yalnızca AKP’ye oy veren kesiminin değil, tümünün Cumhurbaşkanı olmayı sürdürmeli, Lozan sınırlarının korunabilmesi için Türkiye’ye Asya-Avrasya bağlamında güvenli bir konum kazandırarak tarihte yer almayı hedeflemeli. Halkın tamamına dayanan ve ulusal birliğimizi, toprak bütünlüğümüzü, ulusal çıkarlarımızı koruyabilen Cumhurbaşkanları tarihte özel yer alır. Bizim milli töremize ve devlet geleneğimize göre devletin başı bir partiye ait değil, tüm millete aittir. Tarafsız cumhurbaşkanlığının kökeninde bu töremiz yatar. Bu arada vurgulamak gerekir ki, devlet yönetiminde bir ilhama gerek duyulduğunda, Abdülhamit ve Vahdettin kaynak olamaz, Türkiye Cumhuriyeti’nde tek kaynak Mustafa Kemal Atatürk’tür. Bu da bizim vazgeçilmez cumhuriyet töremizdir.