Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR
8 Nisan 2020 (Ev Karantinasında 19. Gün)
Sevgili okurlarım, bugünlerde herkes televizyonlardan, radyolardan, gazetelerden ve sosyal medyadan koronadan başka bir şey duyamaz, göremez oldu. Toplumda bıkkınlık oluşmuş bulunuyor. Benim gibi yaş haddi sınırıyla zorunlu ya da önlem almak amacıyla gönüllü evlerine kapanan herkes sıkıntı içinde. Henüz tünelin ucunda ışık görünmüyor, ne zaman normal yaşama dönüleceği bilinmiyor.
Salgınıyla dünyamızı karartan Covid-19 virüsünün mikroskobik görünümü.
İnsan hafızası film şeridi gibidir, gözlerinizin önünden çok şey geçer. Ben bu noktada, İnönü döneminde, İnönü muhalifi olan Turancı faşistlerle de başı derde giren, devlet eliyle tam 72 yıl önce 2 Nisan 1948’de Kırklareli sınırında katledilen Cumhuriyet döneminin Batı kültürlü sosyalist aydını ve eleştirmeni Sabahattin Ali’nin güfteye dönüşerek bestelenmiş dizelerini adeta kulağımda duyuyorum. Hâlâ edebi kişiliğini anlayamayan, bir romanına atıf yaparak, onu Kürk Mantolu Madonna diye anan, utanmadan televizyon sohbetlerinde dalga geçebilen yandaş-sağcı köşe yazarlarının tiye aldığı Sabahattin Ali, insanlık dışı Sinop Cezaevi’nde şöyle yazmıştı:
Görecek günler var daha
Aldırma gönül aldırma
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül aldırma
Ben de bu sıkıntılı günlerde, “Ev karantinası da yata yata biter, aldırma gönül aldırma” derken, korona sorununa tıbbi boyutunun dışında değişik bir açıdan bakacağım. Amacım, şu soruyu olabildiğince yanıtlamak: Dünyayı sarsan ve yeni bir düzene sürükleyen salgın nasıl çıktı ya da çıkarıldı, şimdi dünya nereye gidiyor?
Nüfusu 7,7 milyara ulaşan dünyada 3 milyarı aşkın insan evde ve değişik koşullarda karantina altında yaşıyor. Her şey geçen yılın son ayında başladı. Aralık 2019’da Çin’in Hubei eyaletinin yönetim merkezi ve 11 milyon kişinin yaşadığı Wuhan (Vuhan), Coronavirus (Covid-19) “Türkçemize yerleşen deyişiyle koronavirüs” salgınıyla ortaya çıkıverdi. 25 Ocak’ta eyalet genelinde alarm verilerek, Vuhan’a ek 9 kent daha karantinaya alınıyordu. Sıkı bir karantina uygulayan Çin, 81 bini aşkın vaka ve 3300 düzeylerinde ölümle Mart ayı ortasında salgını kontrol altına aldı.
Her şey Çin Wuhan’da bu görüntülerle başladı.
Ancak salgın hızla başka ülkelere yayılmıştı. Nisan’ın ilk haftası dünyada koronavirüs bulaşan ülke sayısı 185’e, vaka sayısı 1 431 000’in, ölüm sayısı 82 000’in üzerine çıktı. Ülkelerin vaka ve ölüm sayıları sanki sürekli artış gösteren numaratörler gibi. Soyu sopu, geçmişi aydınlık olmayan Dünya Sağlık Örgütü (WHO “Türkçe’de DSÖ”) başlangıçta bunun “Pandemi”, yani dünya çapında salgın olabileceğini öngörememiş, ulaşımlar, seyahatler kısıtlanamamış, hayati hatalar yapılmıştı. Bundan böyle Mart gibi Nisan da zor ve sıkıntılı geçecek görünüyor. Gelinen noktada vaka sayısı bakımından ilk beş ülke ABD, İspanya, İtalya, Almanya ve Fransa şeklinde sıralanıyor. Ölü sayısı bakımından ilk beş ülkenin sıralaması ise İtalya, İspanya, ABD, Fransa ve İngiltere.
Avrupa Birliği’nin lideri konumundaki Almanya’nın özel durumu ilginç. Almanya’da sekiz yıl önce Robert Koch Enstitüsü başkanlığında geniş bir katılımla hazırlanan ve Alman Federal Meclisi’ne sunulmuş olan “Risk Analizi ve Halkı Koruma” başlıklı raporda, SARS-Cov-2 virüsünün mutasyona uğrayıp salgına dönüşeceği, on binlerce ölüme neden olacağı açıklanmıştı. Alman yetkililerin bu raporu ne kadar ciddiye ve bu doğrultuda ne denli önlemler aldıkları bilinmemekle birlikte, şu anda koronavirüse yakalanan ülkeler arasında ölüm oranının en düşük olduğu ülke Almanya. Almanya’da tıp yetkilileri, Afrika’da çok sayıda can alan ebola virüsüne karşı geliştirilen ilacı hastalarda kullanarak olumlu sonuçlar aldıklarını açıkladılar.
Çin’den çıkıp dünyayı hızla yayılıp sarmalayan salgın yaşamı tehdit ediyor.
İngiltere Başbakanı, Osmanlı’da Damat Ferit Paşa hükümetinin nazırı vatan haini Ali Kemal’in torunu Boris Johnson, virüsün toplumun yarısına bulaşarak sürü bağışıklığı kazanılacağından söz etmişti, oysa bir hafta sonra koronavirüse yakalandı ve şimdi hastanede. İngiltere’nin taht varisi 71 yaşındaki Prens Charles da aynı günlerde yakalanmıştı, ama şanslıymış iyileşti. Tüm İngiltere’de vaka sayısı, 50 bine ölümler dört bine sıçrayıverdi. Nisan’ın ilk haftası tamamlanırken, alt sıralarda seyreden Almanya’da ölüm vakası 1800’ü aşıyor, Fransa’da 8 bine ulaşıyordu. İspanya, 14 bine ulaşan ölümle ilk günden beri şaşkındı. Öyle ki İspanya, Avrupa Birliği bir yana NATO’dan yardım istemişti. İtalya’da ölümler 17 bine dayanmıştı, ancak son günlerde sayı artışında yavaşlama görüldüğünden umut doğdu.
Salgının merkez üssü Çin’den Avrupa’ya kaymıştı ve şu an Avrupa’daki vaka sayısı 680 bin düzeyine ulaştı. Atlantik’in öte yakasında Amerika’da vaka sayısı 350 bini, ölü sayısı 10 bini aşmış durumda. Salgının en ağır hasar verdiği Amerikan eyaletleri New York, Michigan ve Louisiana şeklinde sıralanıyor. New York kenti üç bini aşkın ölüm vakasıyla adeta Avrupa’daki ülkelerle yarışıyor. ABD Donanması’nın USNS Comfort adlı dev hastane gemisi sivillere hizmet verebilmek için New York’a demir attı. ABD Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü Başkanı Dr. Anthony Fauci, “Aşı ile tüm nüfusu koruyana kadar artık normale dönmemiz mümkün değil” diyor.
Tam deyimiyle iş işten geçtikten sonra ülkelerin sınırları kapatıldı, uluslararası ulaşım büyük ölçüde kesildi, ama salgın tüm tahminlerden daha hızlı yayılmasını sürdürdü. Tüm insanlık geleceği kestiremediğinden, bozulan toplum psikolojisiyle korku ve tedirginlik içinde paniklemiş durumda. Virüsün hızla yayılmasından ötürü öyle bir ölüm korkusu oluştu ki insanlar yan yana gelemez oldu. Mart ayındaki G-20 gibi devletlerarası toplantı bile video konferansla yapılabildi. Bugün artık hükümetlerin ve şirketlerin toplantılarında da bu yöntem kullanılıyor. Etken biçimde bilgisayarlı ev-ofisi dönemi yaşanıyor. Salgın, yoksul-zengin, okumuş-cahil, devlet adamı-çoban ayrımı yapmıyor. Tabii ki yaşam koşulları zaten iyi olmayan yoksullar daha büyük tehdit altında. Bağışıklığı güçlü olanlar iyileşiyor, zayıf olanlar hayata veda ediyor.
Tarihin derinliklerinde kalan veba, kara veba, modern veba salgınları, son 200 yıl içinde yaşanan kolera, tifo, tifüs ve çeşitli grip salgınları, 21’inci yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan HIV/AIDS salgını kendi zamanlarında ürküten pandemiler olarak tıp tarihine geçmişlerdi. Modern tıbbın var olduğu günümüzde yaşanan koronavirüs pandemisi ise, onları gölgede bırakıyordu. Koruyucu aşısı ve tedavi edici ilacı bulunmayan bu salgın bir anda Doğu’dan-Batı’ya tüm dünyayı kararttı. Kentlerin cadde ve sokakları boşaldı, görünen sadece sınırlı sayıda maskeli insanlar ve polis-asker güvenlik güçleri.
Türkiye’de koronavirüs karanlığı 10 Mart’ta başladı, 7 Nisan akşamı resmî açıklamaya göre vaka sayısı 34 bini aştı, ölümler 725’e ulaştı. 65 yaş ve üstü ile 20 yaş ve altına sokağa çıkışın yasaklanmasıyla ev karantinası sürdürülürken, 31 kent için giriş-çıkış yasağı da getirildi. Demiryolu, karayolu ve havayolu ulaşımları büyük ölçüde kesildi. Bazı kentlerde ve bazı mahallelerde tam karantina uygulanıyor. Bu arada ülkemizde vaka sayısının açıklanandan büyük olabileceği spekülasyonları yapılıyor, ama ölüm oranının ilk 10 ülkeye göre Almanya’dan sonra iyi durumda oluşu sevindirici bir olgu. Ancak, İstanbul’da Atatürk Hava Limanı’nda ve Sancaktepe askeri hava alanında biner yataklı prefabrik iki sahra hastanesinin 45 gün içinde hizmete gireceğinin açıklanması, tehlikenin ve olumsuz beklentilerin, karantina yaşamının uzun süreceğinin göstergesi.
Ortaya çıkan karamsar tablo gündelik yaşamın yanısıra, makro ölçüde ülke ekonomilerini, mikro ölçüde tüm işletmelerin ve tüketicilerin ekonomilerini, uluslararası siyaseti, her ölçekte hemen hemen tüm politikaları olumsuz yönde etkileyip alt-üst eden bir ortam oluşturdu. Elbette insanoğlu bu virüsü yenecek, ama hangi kayıpları ne ölçüde verdikten sonra? Bedelinin ne olacağı şimdilik bilinmiyor. Bilinen daha doğrusu beklenen, salgın sonrası dünyanın salgın öncesi dünyadan farklı olacağı!...
Salgının çapı, virüsün yayılma hızına ve kapsayacağı süreye bağlı. Bulaşma hızının yüksek olduğu biliniyor. Aşısının bir-bir buçuk yıldan önce kullanıma sürülemeyeceği, hatta üç yılı bulabileceği görüşü var. Hastalığa yakalananlar için kullanılabilecek ilacın geliştirilmesi de bir o kadar süre gerektiriyor. Kısacası 1-3 yıl koronavirüs tehlikesi var. Virüsün yaz-kış mevsiminden etkilenip etkilenmediği tartışma konusu, ama dünyanın yarım küreleri periyodik olarak yaz-kış yaşadığından iklime bağlı olarak virüsün dünyadan silinmesi söz konusu değil. Yarım küre değiştirerek varlığını koruyacak demektir. İnsanoğlu tüm dünyayı kapsayacak böyle bir salgını beklemiyordu ve hazırlıksızdı. Şimdi en azından 1-3 yıl sürecek salgın korkusu içinde.
Bilgisayar dünyasının ünlü iş adamı ve dünyanın başta gelen zenginlerinden, Microsoft’un kurucusu Bill Gates 2015 yılında yaptığı bir konuşmada, Afrika’yı sarsan Ebola salgınından söz ederken dünyayı uyarıyor, “Önümüzdeki 10 yıl içinde 10 milyondan fazla insanı bir şey öldürürse, bunun savaştan çok oldukça hızla bulaşan öldürücü bir virüs olması olasıdır. Öyle ki insanların uçağa bindikleri ya da pazara gittikleri için bulaşan hastalığa karşın, kendilerini iyi hissedebilecekleri bir virüs olabilir. Böyle bir virüs kısa zamanda 30 milyonu aşkın insanı öldürebilir. Endişelenmek gerekiyor, ama salgın hastalıkları durdurmak için çok az yatırım yaptığımızdan bir sonraki böyle bir salgın için hazır değiliz” diyordu.
Gates uyarı yapmış, şimdi onun koronavirüs salgınının geleceğini bildiğini iddia edenler var. Otuz milyonu aşkın insanı öldürebilir demiş de bu rakam bugün bazı bilim adamlarının tahminlerinin altında. 50 milyon – 100 milyon rakamlarını telaffuz eden bilimciler görülüyor. Ülkemizde Dokuz Eylül Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Barbaros Çetin’in dünya nüfusunun yüzde 12 oranını aşan ve bir milyar insanın ölebileceğine ilişkin bir tahmini var ki, gerçekten korkunç. Üniversitesi bu açıklaması nedeniyle hakkında yasal işlem başlatmış. Oysa, üniversitelerin ve öğretim üyelerinin bilimsel özerkliğinin, bulduklarını-bildiklerini açıklama özgürlüğünün olması gerekir. Bu nedenle Prof. Dr. Çetin için yasal işlem değil, çalışmasının doğru olup olmadığına ilişkin bilimsel işlem başlatılması gerekirdi!...
Prof. Dr. Çetin’in görüşü, Covid-19 virüsünün benzer diğer Sars virüslerine göre insan hücrelerine 1000 kat daha fazla bağlanmasına ve virüsün sürekli mutasyona uğramasına dayanıyor. Covid-19 virüsünü henüz tam tanımadığımız için tabii ki yanılmış olabilir, ama bu uyarısının değerini azaltmıyor. İzlanda’da yapılan bir çalışmada koronavirüsün 40 mutasyona uğradığı öne sürülüyor. Böyle çok sayıda mutasyon söz konusu olunca, yarın salgın önlendi sanılırken, sonrasında yeni bir dalgayla tekrar dönüş yapabilir demektir. Ayrıca her mutasyon bulunacak aşı ve ilacın etkinliğini azaltacaktır. Tehlike bu kadarla da bitmiyor. Şu ana kadar havadan bulaşmadığı söyleniyordu, ama o da kesin değil ve kuşkular var.
Bir milyarı abartılı bir rakam sayarak kenara bırakıp, olasılığı yüksek doğru bir tahmin arayışıyla Amerika’nın önde gelen ve QS dünya üniversite sıralamasında dördüncü sırada yer alan Harvard Üniversitesi, Harvard demişken Türkiye’de QS sıralamasına ilk 400 içine girebilen bir üniversitesi olmadığını vurgulayarak devam edelim, işte o meşhur Harvard Üniversitesi’nde İmmünoloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Bölümü’nde epidemiyoloji profesörü olan PhD. Marc Lipsitch’in koronavirüse ilişkin açıklamasına ve öngörüsüne bakarak sonuç çıkarmaya çalışalım.
Profesör Lipsitch’in uzmanlık alanı epidemiyolojiyi tanımlarsak, toplumdaki hastalık ve sağlıkla ilgili durumların dağılımını, görülme olasılıklarını ve bunları etkileyen etmenleri inceleyen bir bilim dalı. Kısacası bu işin tam adamı sayacağımız Profesör Lipsitch diyor ki, “Koronavirüs bir yılda dünya nüfusunun yüzde 40 ilâ 70’ine bulaşabilir”. Buna göre dünyada bir yılda görülecek vaka sayısı 3 milyar ilâ 5,4 milyar arasında demektir. Dolayısıyla, 150 milyon ile 300 milyon arasında ölüm gerçekleşebilir. Yani üç yıllık bir süreçte 500 milyona ya da bir milyara yakın ölüm getirebilir.
Önemli olan konu, salgının doğal biçimde kendiliğinden mi, olumsuz bir tesadüfle mi, yoksa kasıtlı mı ortaya çıktığı? İnsanoğlunun elinde nükleer silahlar kadar öldürücü biyolojik silahların olduğu da biliniyor. Çernobil Nükleer Santralı’nda bir reaktör kazası denemesi yapılırken, planlanan deneme kontrolden çıkınca gerçek kaza olmuştu. Burada da acaba bir biyolojik silah çalışması kontrolden mi çıktı? Yoksa hızla ekonomik büyüme gösteren 5-10 yıl için ABD’yi her alanda geride bırakacak Çin, büyümesi durdurularak Çin Seddi sınırları içine mi hapsedilmek istenmişti? Çin de başlayan salgın bu tür sorularla komplo senaryolarını da beraberinde getirdi.
İlk olarak “Çin Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi” tarafından yapılan resmî açıklamaya göre, koronavirüsün çıkış noktası, Vuhan’da deniz ürünleri toptan satış pazarı olarak gösterilmişti. Burada balık ve diğer deniz ürünleri, işlenmiş etler ve canlı hayvanların yanısıra, Çinliler tarafından yenilen vahşi hayvanlarla yılanlar da satılıyordu. Yılanların vahşi doğada yarasa avlayarak beslendiği, virüsün yarasadan yılana, yılandan insana geçtiği söylendi. Daha sonra yarasa çorbası ile bulaştığı öne sürüldü. Çin Tarım Üniversitesi uzmanları ise virüsün pangolin denilen bir memeli hayvandan yayıldığını öne sürdüler. Salgının çıkış yeri olan pazar yeni olmadığına göre, daha önce neden çıkmamıştı? Vuhan balık pazarına virüs vahşi hayvanla mı, yoksa böyle bir yer uygun ortam sayılarak kasıtlı kişilerce mi getirilmişti?
Çinli bilim adamı epidemiyolog Cong Nanşan, virüsün ilk kez Çin’de ortaya çıkmasının, kaynağının Çin olduğu anlamına gelmeyeceğini öne sürüyor, kaynağın araştırılmasını istiyordu. Çin Dışişleri Bakanlığı yetkilileri de Amerika’nın ve özellikle Başkan Trump’ın koronavirüse Çin virüsü veya Vuhan virüsü söylemlerine tepki göstererek, kaynağın Çin olmayabileceğini savunuyorlardı. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Cao Licien, virüsün Vuhan kentine ABD ordusu tarafından getirildiği iddia ederek, “ABD bize bir açıklama borçlu” diyordu. Bu iddiasına, ABD Hastalıkları Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) Direktörü Robert Redfield’in, gripten ölen bazı ABD vatandaşlarında Kovid-19 saptandığına ilişkin açıklamasını içeren video kaydını da ekliyordu. Amerika’da ilk hastanın ne zaman ortaya çıktığını, kaç kişiye bulaştığını, hangi hastanelerin kullanıldığını soruyordu. Bu soruya ABD cephesinden yanıt gelmedi.
ABD Başkanı Trump Beyaz Saray’daki basın toplantısında bu iddiayı reddediyordu. ABD’li yetkililer, Pekin’i tuhaf söylentiler yaymakla suçluyorlardı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı O’Brien, Washington’da Heritage Foundation tarafından düzenlenen panelde, “Vuhan’da en iyi uygulamaları kullanmak yerine salgın örtbas edilmek istendi. Çin’den virüsün gidişatı hakkında gerekli bilgileri alıp, gerekli işbirliğini yapsaydık, sahada Dünya Sağlık Örgütü ve ABD Hastalıkları Kontrol ve Önleme Merkezi ekipleri olsaydı, Çin’de ve şu anda dünyada yaşananların önüne geçebilirdik” diyor, Çin’in örtbas etmesiyle çok kıymetli iki ayın kaybedildiğini iddia ediyordu. Ancak, Çin ve ABD arasında başlayan “Koronavirüs Savaşı” tüm dünyayı etkisine alıyordu.
Koronavirüs salgını, aslında çok amaçlı gizli bir biyolojik savaş mı? Kesin deliller bulunmasa da güçlü kuşkular yok değil. Akut solunum yolu enfeksiyonlarıyla yaşlılar için ölümcül olan koronavirüsün, 1960’larda bulunduğu kaydediliyor. Sars virüsü de koronavirüsün bir alt elemanı olarak tanıtılıyor. Kendi içinde alt grupları bulunan koronavirüsün Kovid-19 türü biyolojik silah olarak formatlanmış olabilir. Her ne kadar bazı akademisyenler insanın geliştirdiği bir genetik yapıya sahip olmadığını söyleseler bile, bugün viroloji biliminin iz bırakmayacak şekilde gelişmiş olduğu da biliniyor.
Covid-19 salgını gizli biyolojik savaşın görünür yüzü mü?
Çin’in ekonomik gücüyle kendini geçecek olmasından, Bir Kuşak Bir Yol Projesi’nden tedirgin olan ABD, karşı harekete biyolojik silah kullanarak mı geçmişti? Çin genelinde salgın ciddileşirse, üretimi çökecek, ekonomisi bitecekti. Çin ve ABD arasında süren ekonomik restleşmeler ve soğuk savaş, ABD’nin Pasifik’te ve Asya’da egemenliğini korumak istemesi, Çin’in çökertilmesine bağlıydı. Hastalık, kıtlık ve yoklukla çökertilecek Çin’e Ortadoğu’nun demokrasi havarisi ABD, kuşkusuz demokrasi baharı getirmek için el atıp istediği gibi biçimleyebilirdi. Kuşkular o yönde ki böyle bir biyolojik savaş varsa, yalnızca Çin için planlanmamıştı. ABD’nin başını ağrıtan İran da çökertilmeliydi. Çin’den sonra İran’da salgının hızla yayılması bunun bir kanıtı mı?
ABD Ortadoğu’da Kürdistan ve Büyük İsrail projeleri için zaten İran’ı hedef almış, dağıtmaya çalışıyordu. Irak’ı ve Suriye’yi bölme çabalarıyla gözünü Türkiye’ye dikmişti. Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’yi birleştirerek, Türkiye’nin karşısındaki Kürt tehdidini artırma çabasından caymadı. Bölgemizde biyolojik savaşın neden olacağı koronavirüs faciası, ABD’nin Ortadoğu’da atacağı radikal adımları hızlandırmasına ve kökleştirmesine yardımcı olur. İsrail’in 100 yıl projesi ve Filistin’in ortadan bütünüyle silinmesi bu sayede kolaylaşır. Başkan Trump, ikinci dönem için de seçilecek görünüyor ve salgınla karşısındaki engellerin zayıflayacağı bir Ortadoğu’da Büyük İsrail’in kuruluşunu gerçekleştirmek için çabasını artıracaktır.
Amerika’ya göre dünya siyasetine çomak sokan Rusya’ya da ders verilmeliydi. Avrupa Birliği Amerika’ya ve NATO’ya karşı çıkıyordu. Avrupa Ordusu kurulmak isteniyordu. Avrupa liderleri Trump’a karşı dikleniyorlardı. Amerika’yı Avrupa’dan çıkarmak kimin haddineydi? Öyleyse bu biyolojik savaştan Avrupa da nasibini almalı, muhtaç hale sokulmalıydı. Amerika karda yürüyüp iz bırakmamakla tanınır. Nitekim, Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi’ne ortam hazırlayabilmek, kendi içinde karşı çıkışlara fırsat tanımamak, hareketine gerekçe oluşturabilmek amacıyla 11 Eylül’de kendi ülkesine saldırı düzenleten Amerika, bu kez de karda iz bırakmamak için koronavirüsün kendi ülkesinde yayılmasına izin vermiş olabilir mi? Şimdi Trump o nedenle mi, “100-200 bin ölümle bu işi atlatırsak başarılı sayılırız” diyor? Derin ABD’nin tutumu kuşkulu!...
Tabii ki bütün bu söylediklerimiz komplo teorisine bağlı olarak türettiğimiz olasılıklar. Böyle bir saldırı Amerika’dan gelmişse, Pentagon’un altındaki Amerikan Derin Devleti’nin marifetidir. Elbette, ABD Ordusu’nda üst düzeydeki ilgili birkaç kişinin dışında kimsenin haberi olmamıştır. NATO içinden veya NATO dışından yine birkaç piyonla ve çok gizli bir operasyonla iş kotarılmış olabilir. NATO demişken, her zaman biyolojik savaşa hazır olması gereken NATO’nun, Avrupa salgınla kırılırken, İspanya’nın yardım isteği bir yana salgına müdahale etmesi gerekmez miydi? NATO niçin bugüne kadar olaya adeta seyirci kalmıştı? ABD’nin güdümündeki NATO’nun soruna ortak çözüm bulmak için harekete geçmemesi düşündürücü!..
Bu arada koronavirüsün Amerika’ya bulaşmasına ilişkin bir olasılık da Çin’e, İran’a, Avrupa’ya yaptığı veya piyonları vasıtasıyla yaptırdığı biyolojik saldırının bumerang etkisiyle, yani atanın eline geri dönüp kendisini vurması da olabilir. Doğal yasa, etki-tepki kuralıyla Çin’den gelen karşılık ya da saldırıya karşı saldırı da bir başka olasılık. ABD’nin USS Theodore Roosevelt Uçak Gemisi’nde 100’den fazla personelinin Covid-19 salgınına yakalanmış olması araştırılması gereken ilginç bir gelişme. Bu askerler Büyük Okyanus’ta Guam Adası hastanesine kaldırılmış, ama gemideki beş bin mürettebat karantinaya alınamadığından sonucun ne olacağı kestirilemiyor. Kısacası, eğer bir biyolojik silah sorumsuzca kullanılmışsa, dönüp kullananı da vurabiliyor!...
Salgın ABD’nin Theodore Roosevelt uçak gemisini devre dışına çıkarmış görünüyor.
Elbette dünya için çeşitli dengeler, astronomik-kozmik fiziksel dengeler olabileceği gibi, canlı küre (dünya üzerinde yaşayan canlılar) yani biyosfer için de doğal dengeler söz konusudur. Var olan bir denge kararlı biçimde sürdürüldüğü sürece sorun olmaz, ama herhangi bir nedenle bozulursa sorun ortaya çıkar. Peki, bu dengeyi kim bozar, kim nasıl düzeltir? İklim dahil biyosfer içindeki dengelerin bozulmasından hep insanoğlu sorumlu tutulur. Ana nedeni ise nüfus artışıdır. Dünya üzerinde yaşayan insanoğlunun nüfusu tüm doğal dengeleri etkiler. Aslında sorun, dünya kaynaklarının ne kadar nüfusu karşılayabileceğidir. Karşılama oranı sabit olmayıp, bilimsel ve teknolojik gelişimle zaman içinde değişir. Tüm kıt kaynakları konu alan ekonomide nüfus denilince ilk akla gelen Malthus Teorisi olur.
Araştırmacı-matematikçi ve bir din adamı (papaz) olan İngiliz Thomas Robert Malthus, ilk baskısı 1789 yılında, gözden geçirilmiş ikinci baskısı 1803 yılında yayınlanan “Nüfus Artışı Hakkında Araştırma” konulu çalışmasında, “Nüfusun geometrik dizi biçiminde artışına karşın ihtiyaç (o gün için besin) maddeleri aritmetik dizi biçiminde artar” teorisini ortaya atmıştı. Malthus’un kuramına göre nüfus ikiye katlanıp artarken, ihtiyaç maddeleri katlanmaksızın sıralı artış gösterir. Malthus’un teorisini ortaya attığı yıllarda dünyada 92 yıl sürecek ve 900 bini aşkın insanın hayatını kaybedeceği beşinci kolera pandemisi başlamıştı, kolera Malthus’un dünyasına yeni bir denge getirecekti.
Malthus’un kuramına göre; nüfus 2’den 4’e, 4’den 8’e çıkarken, ihtiyaç maddeleri 2’den 3’e, 3’den 4’e çıkar. Böylece arada bir fark ve dengesizlik ortaya çıkıyor. Sonuçta yetersiz beslenme ve açlıkla gelen ölümlerin ardından bir süreç içinde denge yeniden ve kendiliğinden sağlanıyor. Ekonomi biliminin önderlerinden ve kapitalizmin fikir babası Adama Smith ulusların zenginliğini işgücüne bağladığından, nüfus azalması bu zenginliğin törpülenmesi oluyor. Ancak Malthus, Smith’in klasik ekonomi olarak bilinen teorisini rafine eden ekonomistlerden sayılır ve Smith’in nüfus fazlalığı konusundaki düşüncelerini geliştirdiği söylenir.
Malthus Teorisi yayınlandığında, büyük yankılara ve tartışmalara neden olmuştu, kırılma noktası oluşturacak toplu ölümlerin ardından yeni denge sağlanacağını söylüyordu. Dolayısıyla nüfusu azaltan salgınlar ve savaşlar yeni ekonomik denge getirici eylemlerdi. Yaşam geliştikçe ihtiyaç maddeleri de çeşitlendi. Artık sadece insanlığı besleyecek gıda maddeleri değil, tarımdan madenciliğe, sanayi ürünlerine ve hizmetlere kadar ihtiyaç maddeleri çok çeşitli. Sanayi devrimi sonrası Batı’da kapitalizmin yükselişi ve karşısında sosyalizmin meydan okuması, bölgesel ekonomik birliklerin ortaya çıkması, Batı karşısında Doğu’nun tekrar yükselişi, dünyada kaynak dağılımı sorununa yeni boyutlar ekledi. Emperyalist Batı ve emperyalistlerin ağababası Amerika hep kaynaklardan en büyük payı almanın peşinde olmuştur.
Tarih göstermiştir ki salgınlar ve savaşlar yıllarca sürse, milyonlarca insan yaşamını kaybetse ve büyük bedeller ödense de sonuçta daima yeni denge sağlanmıştır. Ancak, ortaya çıkan yeni dengeden kazananların ve kaybedenlerin olduğu görülmüştür. Şimdi dünya genelinde yaşanan koronavirüs salgını da elbet aşılacak yeni bir dengeye ulaşılacaktır. Bu yeni denge kuşkusuz demografik, sosyolojik, ekonomik, teknolojik ve jeopolitik yeni şekillenmelere neden olacaktır. İşte o zaman kaybedenler ile kazananlar ortaya çıkacaktır. Dünya genelinde yeni bir paylaşım gerçekleşecektir. Salgın doğal şekilde çıkmış olsa da gizli biyolojik savaşla çıkarılmış olsa da önemli olan sonuçtaki paylaşımda kaybedenlerden olmamaktır. Bunun için ölüm sayısını ülke genelinde en az düzeyde tutmak ve doğru yönetim gerekiyor.
Ara başlığa bakınca, “dünyayı yöneten ve emperyalistler dışında sömüren bir gizli güç mü var?” sorusunu sorabilirsiniz. Bu soruya yanıt verebilmek için bir-iki devlet adamının sözlerini buraya aktaracağım ve dünya para imparatorluğundan kısaca söz edeceğim. Benjamin Disraeli (1804-1881), Britanyalı politikacı, Avam Kamarası liderliği de yapmış ve 19’uncu yüzyılda birkaç kez Birleşik Krallık Başbakanı olmuş bir devlet adamı, devlet-hükümet yönetimi için şöyle diyor: “Seçilmiş hükümetler pek nadiren halklarını yönetirler”. Bu bir itirafsa, demek ki gizli yöneticiler yönetiyor.
Gizli yöneticilerin görünen yüzü bankerlerdir. Bugün anladığımız anlamda bankacılığın temelleri 1600’lü yılların sonlarında atılmıştı.1694 yılında bir grup portföy sahibi (yani tefeci veya banker) bir araya gelerek İngiltere Bankası’nı kurdular ve Fransa’ya karşı kutsal ittifak savaşını sürdürebilmesi için Britanya Kralı William’a borç verdiler. İngiltere Bankası’nın büyük hissedarı Rothschild ailesinin ya da hanedanlığının ikinci nesil bankacısı Alman Yahudisi Nathan Mayer Rothschild şöyle diyordu:
“İmparatorluğu yönetmek için kimin kral olduğu hiç umurumda değil. Çünkü, Britanya’nın para arzını kim kontrol ediyorsa, imparatorluğu da o kontrol eder. Ben Britanya’nın para arzını kontrol ediyorum…”
Kısacası ekonomiden uluslararası ilişkilere kadar her şey “para ve kredi” sistemine sokulmuştu. Bununla da kalınmayacak dünyada savaş ve para, devletler satrancına dönüşecekti. Rothschild ailesi İkinci Dünya Savaşı’nda Hitleri finanse edecek, Yahudi soydaşlarının soykırımına hazırladığı zeminle İsrail devletinin kuruluşuna gerekçe hazırlayacaktı. 19’uncu yüzyılın ABD başkanlarından Thomas Jefferson, Abraham Lincoln, suikast ile öldürülen James Abram Garfield, Amerika için merkez bankası fikrine karşıydılar. 1907 bankacılık krizinden sonra gelen Başkan Woodrow Wilson federal merkez bankası fikrine sıcak bakıyordu. Ancak kurulacak bankanın kontrolünün seçilmişlerin elinde olması gerektiğine inanıyordu.
Amerikan ekonomisini kontrol eden banker kimliğindeki tefeciler ise Wilson’un görüşünün gerçekleşmesine müsaade edemezlerdi, nitekim etmediler. Federal Reserve yasasını bankerler hazırladı, Senato’dan geçirildi ve bir Noel arifesinde hediye gibi Wilson’un önüne getirilip, incelemesine fırsat vermeden imza atması sağlandı. ABD Merkez Bankası (Federal Reserve-kısacası “FED”) sistemi kurulmuş oldu. Amerika’da merkez bankası yerine Federal Reserve Sistemi var. FED’in kurucusu olarak Wilson daha sonra pişmanlığını şöyle ifade ediyordu:
“Ben dünyanın en talihsiz insanıyım. Ülkemi farkında olmadan harap ettim. Bu büyük sanayi ülkesi, para-kredi sistemi sayesinde bir avuç elitin eline geçti. Bundan sonra hiçbir hükümet bunların sözünün dışına çıkarak bağımsız hareket edemez!..”
Nitekim, ondan sonra doları basma yetkisi FED’in eline geçmiştir ve basılan dolarlar, ABD devletine faiz karşılığında borç verilir. Bir bakıma ABD devleti FED’in esiri durumundadır, isteğinin dışına çıkamaz. FED, 12 eyalette yer alan, bulunduğu eyaletin adı başa olmak üzere adlandırılan Federal Reserve Bank’lar sistemiyle yürüyor. Bu sistemi sekiz Yahudi aile oluşturdu: Rothschild Ailesi, Rockefeller Ailesi, Goldman Sachs Ailesi, Warburg Ailesi, Lazard Ailesi, Lehman Brothers Ailesi, Kuhn Loebs Ailesi, Moses Seifs Ailesi. İşte Amerika’nın İsrail ile göbek bağı da bu ailelerden geliyor. Bu aileler öyle pervasız ve yasa tanımaz güçler ki, David Rockefeller, “Bu güç benim elimde olduktan sonra kanunları kimin yaptığı hiç fark etmez” diyebiliyordu.
Uluslararası alışverişte yaygın kullanılan ödeme aracının dolar olması nedeniyle, Amerika dışındaki ülkelerin merkez bankalarına gelen dolarlarla oluşturulan rezervler sayesinde, FED’e ortak olan güçler o ülkelerin merkez bankalarıyla da örtülü ortaklık kurmuş oluyorlar. ABD Merkez Bankaları Sistemi (Federal Reserve System) koronavirüs nedeniyle oluşan bunalımdan ötürü, isteyen ülkelerin merkez bankalarına dolar swap edeceğini yani finansal takas işlemi yapabileceğini açıklamış bulunuyor. Kapitalist dünyada ve Batı’da olduğu gibi pek çok gelişmekte olan ve geri kalmış ülkedeki sözde özerk merkez bankaları, bir merkeze doğru ya da parasal güç odağına emme-basma tulumba gibi kaynak taşınmasına aracılık ediyorlar.
Sistemin hatasız ve noksansız işlemesi için yeni bir oluşuma gidilerek, “merkez bankalarının bankası” konumunda olmak üzere, 1930 yılında İsviçre’de Uluslararası Ödemeler Bankası (Bank for International Settlements) kurulmuştur. Pek çok ülkenin devleti adına merkez bankaları Uluslararası Ödemeler Bankası’na üyedir. Bu banka üyelerinin rezerv ve para politikalarını kontrol etmekte, merkez bankaları arasında para transferine aracılık etmektedir.
İkinci Dünya savaşı sonrasında, merkez bankalarının arkasındaki bankerler dikkat çekmemek için göz önünden çekilmiş, oluşturdukları para-kredi/banka-finans sistemiyle isteklerini sağlamakta ve kontrollerini sürdürmektedirler. ABD’nin patronajında Amerika’da 1944 yılında kurulan ve 1947 yılında fiilen çalışmaya başlayan Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund- “kısaca IMF”) ve 1945 yılında kurulan Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (International Bank for Reconstruction and Development- “kısaca IBRD”) sistemin ve kapitalist dünyanın kaleleridir. IBRD, 1947 yılında Birleşmiş Milletler’in özerk uzman kuruluşlarından biri olma sıfatını kazanmış, Dünya Bankası (The World Bank) adıyla çalışmasını sürdürmüştür. Kısacası bankerlerin çıkarına global bir sistem var.
Koronavirüs salgını nedeniyle para gereksinimi artan devletler, merkez bankalarına, ekonomik özürlü iseler Uluslararası Para Fonu ve projelerle Dünya Bankası’na başvurduklarında, ortaya çıkacak para akışından ki o akışa korona-para akışı da diyebiliriz, kazanacak olanlar yine para-kredi/banka-finans sisteminin ağababaları olacaktır. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası koronavirüs fonları kapsamında ülkelere mali yardım dağıtmaya başladılar. Uluslararası Para Fonu, 90 ülkenin bu amaçla kredi talebinde bulunduğunu açıkladı. Bu korkunç salgınla geniş halk kitleleri kırılırken, orta direğin alt kesimlerinde yoksulluk derinleşecekken, para dağının zirvesine taht kurmuş olanlar portföylerine yeni değerler katmayı sürdürecekler.
Genelde komplo teorileri üretilirken dünyadaki gizli güçlerden, yeraltı örgütlerinden söz edilir. Dünya için bir derin devletin var olup olmadığı da tartışılır. Ancak devletler üstü bir kontrol gücünün varlığından söz eden, bu konuda kanıt sayılabilecek açıklama yapan, yine ABD Başkanı Wilson olmuştur. Wilson şöyle demiştir:
“Amerika’da ticaret ve endüstrinin en önemli adamları bir şeyden veya birinden korkuyorlar. Bu adamlar çok organize, her şeyi bilen, korkunç bir güçten o kadar korkarlar ki bu gücün aleyhine konuşmaları fısıltı düzeyini aşamaz…”
Karanlık yüzler ve gizli güçler dünyayı yeni bir yapılandırmaya mı sürüklemek istiyor?
Hristiyanlığa ve Masonluğa bağlı çeşitli gizli örgütlerden söz edilir, ama “Derin Dünya Devleti” ya da “Gizli Dünya Planlama Örgütü” gibi faaliyet gösteren “300’ler Komitesi” (Committee of 300) örgütü en güçlü ve en önemli olanıdır. Bu konuyu araştırıp kitap yazmış, kitabı Türkçe’ye de çevrilmiş olan Dr. John Coleman, 300’ler Komitesi için “Komplocular Hiyerarşisi” tanımını yapmıştır. Dr. Coleman’ın araştırmasından alıntılarla 300’ler Komitesi’ni kısaca tanıtmaya çalışalım:
300’ler Komitesi’nin buzdağı gibi görünen yüzü, 1600 yılında İngiliz Kraliçesi I. Elizabeth tarafından sözleşmesi onaylanan East India Company adlı şirkettir. 1622 yılında Kral James’in onayıyla anonim şirket kimliği kazanmıştır. İngiltere, İskoçya ve İrlanda Kralı II. Charles, tahta geçtiği 1661 yılında East India Co. Şirketine bağımsız devletlere savaş açmak, barış yapmak ayrıcalığı tanımıştır. Kısacası şirket, devlet yetkisi kazanıyordu. 1702 yılında East India Co., önce United East India Co ve sonra British East India Company adını alır. 1830 yılından itibaren tüm Hindistan şirketin egemenliği altına girmiş olup, Hindistan’da geliştirilen bankacılık sistemi Bank of England’da ve ABD Federal Reserve Bank sisteminde de uygulanır.
British East India Company’nin üst düzey yöneticileri tarafından 300’ler Komitesi oluşturulmuştur. Asaleten en köklü İngiliz aileleri 300’ler Komitesi’ne girerek dünyayı yönetmek ya da planlamak işinde görev almışlardır. Kapitalist dünyanın oluşumunda önemli rol oynadığı aşikâr olan 300’ler Komitesi’nin sosyalist üyeleri de çok olup, Komite’nin ilginç bir eylemi, Rusya’daki Bolşevik devrimini planlamış ve finanse etmiş olmasıdır. 1922’de Parti Kongresi’nde Lenin, partisinin dev bir bürokrasi tarafından idare edildiğini söyleme hatasına düşmüştü. Bu devrimin bağımsız özgün olmadığının, Lenin tarafından itirafıydı. Lenin’in birkaç ay sonra frengi hastalığı belirtileri gösteren zehirle öldürüldüğü iddiası var. Özellikle belirtmek gerekir ki 300’ler Komitesi’nin öngördüğü yeni dünya düzeni, tek dünya devleti amaçlamaktadır.
Her yıl dünya çapında etkin siyasi liderlerin yanısıra iş dünyasının, basın-yayın ve akademik çevrelerin seçkinlerini bir araya getiren Bilderberg Toplantıları, gizli olan 300’ler Komitesi’nin gizli olmayan bir etkinliğidir. Yine her yıl Rusya ve Çin dışında ülke delegelerinin katıldıkları pek çok toplantılar gerçekleştirdikleri bilinmektedir. Avrupa’daki her asil aile ve hanedan 300’ler Komitesi’nde bazen vekaleten de olsa temsil edilir. 2010 yılına kadar bilinen üyelerine bakılınca pek çok tanımış porte görünüyor: Örneğin: Winston Churchill’den, Henry Kissinger, François Mitterrand, George W. Bush’a kadar uzanan siyasi portreler. Rothschild ve Rockefeller dahil olmak üzere ünlü banker ailelerinin temsilcileri. Ünlü ekonomist John Maynard Keynes, filozof Bertrand Russell ve insanı hayretler içine bırakan yüzlerce isim.
300’ler Komitesi üyeliği yapmış bazı devlet adamları: Churchill, Kissinger, Mitterrand, Bush.
300’ler Komitesi’nin uzman grupları içinde dünyanın en ciddi enstitüleri bulunuyor. Örneğin, Stanford Araştırma Enstitüsü, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, Rand Araştırma ve Geliştirme Kurumu (Rand Corporation) gibi. 300’ler Komitesi’nin direkt kontrolü altındaki kurumlara gelince 60’dan fazla kurumun adı sıralanıyor. İçlerinde NATO’nun ve CIA’nın adı geçiyor, ayrıca Roma Kulübü (Club of Rome), Üçlü Komisyon (Trilateral Commission), Amerikan Siyonist Federasyonu, çeşitli ülkelerdeki Yahudi birlikleri ile Suudi Krallığı ve Ürdün Krallığı’nın da adı var. Görünenlerin ve bilinenlerin dışında 300’ler Komitesi’nin hemen her ülkede, ülkesine karşı davranabilecek, komplo hiyerarşisi içinde yükselmek isteyen adamları bulunmakta.
300’ler Komitesi’nin iki enstitüsü: Stanford Research ve Massachusetts Technology.
300’ler Komitesi’nin amaçladığı tek dünya devletine bağlı olarak üzerinde çalıştığı ve eylem yaptığı konulara gelince, saptanabildiği kadarıyla bunlar ana hatlarıyla şöyle sıralanıyor:
• Dindarlık kisvesi altında “Dinler Arası Diyalog” senaryosu kapsamında tüm dinleri tek bir din altında birleştirmek.
• Halkları din ve uyuşturucu kullanımını artırmayla kontrol edilir durumda tutmak.
• Kalkınmakta olan ülkelerde endüstrileşmeyi önlemek, tarımı ortadan kaldırmak, yoksulluğu artırmak.
• Halkları devlet yardımıyla yaşayabilecek hale getirmek.
• 2050 yılına kadar dünya nüfusunu açlık, SALGIN HASTALIKLAR, kanser, savaşlar ve homoseksüelliğin yaygınlaştırılmasıyla 3 milyar kişi azaltmak. Nüfusun azalmasıyla varlık ve kaynak dağılımı değişeceği gibi, yaşlı nüfusun kırılmasıyla da yeni teknolojilere adapte olması daha kolay genç neslin önünün açılacağı savlanıyor. Amaç robotik ve dijital bir dünya ile sanayi-4 devrimini daha ileri boyuta taşıyabilmek.
• Tüm milliyetçilik akımlarını yıkmak ve üniter devletlerde çok kültürlülük adı altında bölünmeyi sağlamak, parçalanmayla kolay yönetilebilir feodal devletler oluşturmak.
• Bilinçlenmenin önüne set çekmek, bu amaçla dünyada eğitim düzeyini aşağıya çekmek. Tek dünya devleti vatandaşlarının robotlardan farksız emre itaat eden canlılar olması isteniyor.
• Medya marifetiyle halk kitlelerinin beyinlerini yıkayarak umutsuzluğa düşmelerini sağlamak, böylece insanları yönetmeyi kolaylaştırmak.
• Ülkelere sözde demokrasi getirme vaadiyle saldırarak; doğal kaynaklarını, ihtiyaç maddelerini ele geçirmek. Dünya kaynaklarının kullanımını çoğunluğun elinden alıp, seçilmiş insanların refahı için sunmak.
Sıralanan konulara bakıldığında, çoğunun günümüz dünyasının gündeminde olduğu görülüyor. İnsanlığın maddi ve manevi değerlerini kendi elitleri lehine yıkarak, ileri teknolojilerle bu çağın ilerisinde bir yaşamı kendi elitlerine sunacak dünya devleti oluşturmayı amaçlıyorlar. Yukarıda sıralanan sakıncalı ya da lanetli hedeflerden konumuz açısından önemli olanı, 2050 yılına kadar dünya nüfusunun 3 milyar azaltılması ve bunun için salgın hastalıkların çıkarılacak olması. Şu andaki koronavirüs salgını 300’ler Komitesi’nin marifeti mi değil mi? Bunu bilmeye ve belgelemeye olanak yok. Yalnız nüfusu kırarak 300’ler Komitesi’nin hedefine katkı sağlayacağı muhakkak...
Salgın, dinsel açıdan Tanrı’nın azabı kabul edilebilir mi? Aydın kafalara ve Türkiye’de de geçerli olması gereken İslâmî inanışa göre “Hayır”. Çünkü Müslümanların iman ettikleri Allah’ın rahmeti gazabından önce gelir. Bu nedenle salgın bir dinsel nedene bağlanmamalı, TV’lerin İran’dan çekimlerle gösterdiği gibi türbe demirleri yalanarak şifa aranmamalıdır. Ya da maalesef ülkemizde bir belediye başkanının yaptığı gibi tütsü yakarak salgın uzaklaştırılamaz. Ne yazık ki ülkemizde İslâmın özünü kavrayamayanlar var. Gereği tartışılır çelişkili Umre ziyaretiyle ülkemizin bu salgında içine sokulduğu zor durum bunun göstergesi. Cuma namazı, salgında farz değilken, hatta yasaklanmışken, göstermelik Cuma namazıyla corona duası yapmak da çelişki. Tek dileğimiz, ülkemizin Bilim Kurulu’nun önerileriyle salgından kurtulması olmalı.
Türkiye, Kovid-19’dan Bilim Kurulu’nun gösterdiği yoldan giderek çıkacaktır.
Salgına karşı çare ve hastalığa şifa bilimsel yöntemlerle, çağdaş tıpla bulunacaktır. Burada Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözüne değinmek istiyorum. Yüce Atatürk, “Beni Türk doktorlarına emanet ediniz” demiş. Geçmişte Ankara Dışkapı’da var olan Ankara Mevki Asker Hastanesi’nin bahçesinde, bu söz taş mermer üzerine yazılıydı. Üniversite öğrenciliğim yıllarında, Ankara Üniversitesi Rektörlüğü yanındaki hastanenin önünden geçerken, o yazılı taşa hep bakardım. Bir gün üzerinin branda bezle örtüldüğünü gördüm, çünkü eski cumhurbaşkanlarından Cemal Gürsel tedavi için Amerika’da hastaneye yatırılmıştı. Tabii ki gerçekler örtülemez, tüm sağlık sorunlarından ve bugün koronavirüs salgınından Türkiye’yi düzlüğe Türk hekimler, Türkiye’nin sağlık ordusu çıkaracaktır. Atamızın düşündüğü gibi Türkiye, Türk doktorlara emanettir.
Bu pandeminin mutlaka bir nedeni olmalı. Nedenin ne olabileceğine ilişkin alternatifleri yukarıda tartışarak yorumladık. Sonuç olarak salgın, Çin’in Wuhan kentinde hijyen zafiyeti nedeniyle kendiliğinden ortaya çıkmış olamaz, ama ya bir biyolojik savaş ya da dünyayı yeniden düzenlemek isteyen bir yeraltı gizli gücün marifeti olarak görülebilir. Her iki olasılık da yarınlar için korkunç. Çünkü, yapanlar birinci saldırı ile hedeflerine ulaşamamışlarsa, mutasyona uğratılmış koronavirüslerle ikinci ve üçüncü salgın dalgasını da deneyebilirler. Şer odaklar, karanlık amaçları için her türlü işbirliğini de yapabilirler. Mutasyona uğratılmış virüsle yeni bir salgın denemeyeceklerinin garantisi var mı? Kısacası salgın kesilse de yeniden gelebilir mi korkusu hep var olacak. 21’inci yüzyıl tarihine, “Koronavirüs, Demokles’in Kılıcı oldu” diye geçecek!...
Hepimiz bu pandemiye odaklandık, hastaneler salgın hastanesi oldu. Diğer hastalıklar hatta kanser bile geri plana itelendi. Peki diğer hastalıklar pandemi tehlikesi yaratmasalar da insanlar için ölüm tehlikesi ya da yaşam standartlarının bozulması tehlikesini taşımıyorlar mı? Elbette taşıyorlar ve genel sağlık hizmetleri aksamış durumda. Bunun da insan yaşamında olumsuz bir maliyeti olacak. Zorunlu karantina uygulaması ve sosyal izolasyon toplum psikolojisini olumsuz etkilemiş, insanlarda bezginliği artırmış bulunuyor. Giderek kronikleşecek bezginlik insanların düşünme yeteneğini, üretim yeteneğini, başarı yeteneğini kemiren bir toplumsal rahatsızlık olarak hiç de arzulanmayan bedeller ödenmesine neden olacaktır.
16’ncı yüzyılda ortaya çıkan merkantilizmden bu yana para öne geçtiğinden, salgının ekonomiye darbesi birey ve toplum ilişkilerinden daha önemli görünüyor. Uluslararası Para Fonu Başkanı Georgieva, salgının 1929’daki Büyük Ekonomik Buhran ve 2008 küresel mali krizinden çok daha kötü koşulları dünyaya getirdiğini söylüyor. 1929’daki buhran, işsiz ve aşsız kalan binlerce insanın ölümüne neden olmuştu. Georgieva. “IMF tarihinde hiçbir zaman dünya ekonomisinin böylesine durma noktasına geldiğine tanıklık etmedik” diyor. Bank of America, ABD ekonomisinin koronavirüs salgınından ötürü gelecek üç çeyrekte daralacağını ve tarihteki en derin resesyonun, ekonomik durgunluğun yaşanacağını öngörüyor. Çöküş getirecek resesyonun nedeni belirsizlik. Uluslararası Para Fonu tarafından saptanan belirsizlik endeksi de en üst düzeyde.
Yeni dünya düzeni için bugünlerde el sıkışanlar bile vardır… (Kompozisyon: Erhan Yalvaç)
Bu ekonomik çöküşün elbette siyasi yansıması olacaktır. Uluslararası ekonomik işbirlikleri çözülebilir. Örneğin Avrupa Birliği’nin dağılma sürecine girmesi hiç de şaşırtıcı olmaz. Kaldı ki ekonomik boyutta da olsa egemenlik paylaşımı yerine, otoriter ulusalcı ve milli yönetimlerin güç kazanması bekleniyor. Bu da Avrupa Birliği’nin egemenlik paylaşım ilkesine ters bir gelişme olacaktır. Bazı ülkelerde karşılaşılacak ekonomik çöküntüler peşi sıra iktidar değişimleri getirecektir. Kısacası salgınla budanacak dünya, sürülmüş bir tarla gibi yeniden canlanırken, farklı yapı ve kurumlarla, başarılı ve yeni liderlerle ortaya çıkacaktır. Süreç sonunda oluşacak yeni dünyada uluslararası ilişkiler, ulusal tercihler değişik olacak, yeni fırsatlar doğacaktır. Dileriz Türkiye, yeni dünyanın kaybedenlerinden değil, kazanan ülkelerinden olsun…