28 Eylül 2020
Türkiye yeni bir haçlı saldırısıyla karşı karşıya. Bu saldırının haçlı seferine dönüşüp dönüşmeyeceğini zaman gösterecek, ama sefer hazırlıkları başlamış durumda. Düşman cephesinde Yunanistan-Kıbrıs Rum Kesimi ve İsrail ittifakı var. Arkalarında ise Haçlı müttefikleri yer alıyor. Haçlı Karargâhı, Brüksel-Avrupa Birliği (AB) Merkezi. Harekâtın lideri Almanya Şansölyesi Merkel, Haçlı Ordusu Komutanı emperyalist Fransa’nın Cumhurbaşkanı Macron. Post Modern Haçlı Saldırısı’nın baş destekçisi dünyayı sömüren Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve bağımlı örgütü NATO. Gönüllü destekçileri sözde Müslüman Araplar (Birleşik Arap Emirlikleri “BAE”, Sisi Mısırı, Suudi Arabistan vs.). Saldırının hedefi: Türkiye’nin Mavi Vatanına el koymak.
Yunanistan’ın Türkiye sınırına yaklaşık 40 kilometre uzaklıktaki Dedeağaç’ta (Alaksandroupoili) ABD üssü ve ABD-Yunan askerî birlikteliği. Sözde her ikisi de Türkiye’nin NATO müttefiki, ama onların müttefikliği başka düşman aramaya gerek bırakmıyor. Namlular kime dönük ve bu görüntüyle kime gözdağı verilmek isteniyor?...
“Tarih tekerrür etmez” demeyin, eder. Fransa, İngiltere ve Rusya’nın desteğiyle Osmanlı’dan bağımsızlık alıp kurulan Yunanistan, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’nin açık desteğiyle İzmir’e çıkmış, Anadolu’yu işgale kalkışmıştı. Gazi Mustafa Kemal’in “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” komutuyla denize dökülerek, karasal vatanımızdan atıldı, ama Mavi Vatan üzerindeki süpürme harekâtı yapılamadı. O da Mavi Vatanımızda işgalini sürdürdü, Türkiye’nin kıta sahanlığına çöreklenmek istiyor. Yunanı süpürmek için tarih bir kez daha yinelenecek. Yunan’ın arkasında dün olduğu gibi yine Avrupa ülkeleri ve ABD var, tek fark İngiltere’nin yerini Almanya’nın almış olması. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, 1538 yılında Preveze Deniz Muhaberesi’nde Barbaros’un karşısına çıkan Kutsal İttifak Komutanı Andrea Doria özentisiyle Yunan’ı korumak için Doğu Akdeniz’e savaş gemisi göndermekten geri kalmadı.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron çocukluğunda leğen içinde çok kayık yüzdürmüş olmalı ki, o oyun hayaliyle şimdi Yunan’ın etekli efsun askerlerinin ayakkabısı tsarouchia’yi kayık yapıp Fransız bayrağı takarak yüzdürmeye ve oyununu sürdürmeye çalışıyor. Fransa’nın Doğu Akdeniz’e Yunan’ı desteklemek için savaş gemisi yollaması Macron’un çocukluk oyunu.
Avrupa postmodernizm yanlısıdır. Yunanistan’ın çıkarı için AB patentli postmodern saldırı hazırlığı yapılıyor. Avrupa’nın şımarık çocuğu, nesebi gayrimeşru Yunanistan ve çömezi Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) mağdur, Türkiye tecavüzkâr gösteriliyor. Şansölye Merkel, “Bütün AB ülkelerinin Yunanistan’ı destekleme yükümlülüğü vardır” diyerek, 27 ülkeyi Türkiye karşıtı haçlı cephesinde birlik olmaya çağırdı. Yunanistan ile Mısır arasında hukuken sakat doğan MEB (Münhasır Ekonomik Bölge) anlaşmasının ardından ve Ağustos sonundan bu yana Yunan tahrikinin dozu giderek arttı. Fransa ve BAE ile ortak askerî tatbikatlarla Doğu Akdeniz’de gerginlik üst düzeye çıktı, karşılıklı Navteks restleşmeleri birbirini izledi.
Gerginlik rüzgârı Antalya’ya 2,1 km uzaklıkta olan, doğal konumuyla aslında Türk karasuları içinde bulunan Meis (Kızılhisar-Castellorizo) Adası’ndan esti. “Yunan Türkiye ile savaşa hazırmış, öyle mi?” diye başlayan “Yükselen Barometre Çalkalanan Siyaset” başlıklı duyurumuzun yayınlanmasından bir gün sonra Türkiye, 21 Temmuz 2020 tarihinden 2 Ağustos 2020 tarihine kadar uzanan süre için Antalya Kaş’ın hemen karşısında bulunan Meis Adası ve çevresi ile Rodos Adası arasında yer alan bölgede Navteks ilân etti. Hidrokarbon araştırmaları gerekçesine dayanan Navteks ile birlikte bölgeye savaş gemilerinin korumasında Oruç Reis sismik araştırma gemisi gönderildi. Bu gelişme Yunanistan tarafından haksız ve orantısız tepkiyle karşılandı.
Oruç Reis sismik arama gemisi, Yunanistan’ın korkulu rüyası, dün olduğu gibi yarınlarda da Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığımızda Türk donanmasının koruyuculuğunda görev yapacak.
Güney Kıbrıs’ta bulunan Yunanistan Genelkurmay Başkanı acilen ülkesine döndü, Yunan ordusu alarma geçirildi. Arkasını AB ve ABD’ye dayamadan adım atamayan Yunanistan Almanya Şansölyesi Merkel’den yardım istedi. Alman Bild gazetesi NATO üyesi Türkiye ve Yunanistan arasındaki krizin büyüklüğüne dikkat çekti, Yunanistan’ın Türk donanmasını engellemek için savaş gemilerini göndermesi üzerine Aksaz Deniz Üssü’nden 18 Türk savaş gemisinin bölgeye gittiğini açıkladı. Bild gazetesine göre, gerginliğin çatışmaya dönüşmesini Almanya Şansölyesi Merkel son anda telefon diplomasisiyle engellemişti. “Merkel Aradı, Gemiler Geri Döndü” başlıklı haberler medyaya yansıdı. Ancak, gerginlik bitmeyecek sürecekti.
Yaşanan gerginlikte Yunanistan’ı Macron yönetimindeki Fransa’nın desteği de kışkırtıyordu. Fransız ve Yunan savaş gemileri Oruç Reis’in çalışma alanına yakın bölgede tatbikat yapıyordu. Bununla da yetinmeyen Macron, Fransa’nın Charles De Gaulle uçak gemisini Doğu Akdeniz’e yolluyor, Güney Kıbrıs Rum kesiminde Fransız savaş uçakları konuşlanıyordu. ABD Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı korumak için Dedeağaç’ta kara üssü oluşturuyor, Kıbrıs Rum kesimine 33 yıldır uyguladığı silah ambargosunu kaldırma kararı alıyordu. Birleşik Arap Emirlikleri, elindeki savaş gemileri ve uçaklarıyla Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimine destek vereceklerini açıklıyordu. Kısacası Türkiye’ye karşı savaş naraları atılıyordu.
Türkiye, Yunanistan ile ihtilaflı konuların ikili görüşmelerle çözülmesi için önkoşulsuz müzakereye fırsat tanımak amacıyla, sismik araştırmalara bir müddet ara verildiğini açıkladı. Almanya’nın tutumunun Yunan tezine paralel olduğunun bilinmesine karşın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın arama çalışmasını durdurması, taviz peşinde olanları umutlandırmaktan başka işe yaramadı, Yunanistan şımardı. Rodos ve Meis adalarının anakara gibi varsayılamayacağı, anakaranın sadece Anadolu olduğu tezimizin müzakeresi söz konusu olamazdı. Ancak, umutlanan işgalci Yunanistan, sismik araştırmanın durdurulmasını taviz varsayarak, Rodos Adası’nı ana kara gösterip, Mısır ile hukuken geçerliliği söz konusu olamayacak MEB anlaşmasını imzaladı.
Yunanistan Rodos ve Meis adalarını anakara gibi gösterip Mısır ile MEB anlaşması yapmaya kalkıştı. Mısır, Meis’i kabul etmeyerek, Rodos bazlı MEB anlaşmasını imzaladı. Bu uluslararası hukuka aykırı anlaşmanın amacı, Türkiye-Libya MEB alanını kesmektir.
Türkiye tepkisini 10 Ağustos’ta yeniden Navteks ilân ederek ve Oruç Reis gemisini sismik tarama için geri göndererek gösterdi. Yunanistan ile Türkiye arasında artan gerilime yine Fransa, Yunanistan’ın yanında yer alarak katkıda bulundu. Oruç Reis’in çalışmaları sırasıyla 23 Ağustos, 27 Ağustos ve son olarak da 1 Eylül’de tekrar uzatıldı ve 12 Eylül’de sonlandırıldı. Bu sürede Doğu Akdeniz’de yaklaşık 3500 kilometre alanı tarayan Oruç Reis Antalya limanına döndü. Yunanistan hükümet sözcüsü Oruç Reis’in bölgeden ayrılmasını olumlu bir gelişme olarak değerlendirirken, basında yer alan açıklamaya göre, Yunan hükümeti “Türkiye’nin Oruç Reis için ilân ettiği 90 günlük Navteks’i 30’uncu gününde iptal ettiğini” iddia ediyordu.
Oruç Reis için 90 günlük çalışma süresini, daha önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu gereksiz bir açıklamayla duyurmuştu. Yunanistan bunu kullanarak, baskı sonucu Türkiye’nin geri çekildiği iddiasıyla siyasi zafer kazanma havası yaratmak istemişti. Bir yandan da Türk ve Yunan askerî temsilcilerinin Brüksel’de NATO karargâhında 15 Eylül’de teknik görüşmeleri başlamıştı. “Oruç Reis bu görüşmeler için mi Antalya’ya çekilmişti?” sorusu tartışılır olunca, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Oruç Reis bir aydır sismik araştırma yapıyor. Bu rutin bir bakım ve ikmal çalışmasıdır. Bunu geri adım olarak yorumlamak doğru değil” demişti. Fakat, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Türkiye’nin diplomasiye şans tanıdığını” belirtiyor, Yunanistan’a uygun adım atma çağrısında bulunuyordu. Böylece görüşmelere kapı açılmıştı.
Türkiye ile Yunanistan arasında NATO karargâhında içeriği açıklanmayan görüşmeler başladığında, Oruç Reis’in bakım ve onarım çalışmaları sonrası yeni Navteks ilânıyla Meis Adası’nın güneyinde sismik araştırmaya başlayacağı duyuruluyordu. Türkiye, teknik askerî görüşmelerle diplomasiye şans tanımak istese bile, Yunanistan’ın aynı istekte olmadığı görülüyordu. Lozan’a aykırı biçimde silahlandırdığı Sakız Adası’nın doğusunda, Türk karasuları sınırında askerî tatbikat için 14 Eylül’de Navteks ilân ederek kışkırtıcılığını sürdürmekten kaçınmadı. Türkiye, Sakız Adası’nın Lozan Barış Antlaşması ihlâl edilerek silahlandırıldığını açıklayan Navteks ile buna karşılık verdi. Son olarak Limni Adası’nın Lozan’da belirlenen gayri askerî statüsünün ihlâl edildiği gerekçesiyle, Türkiye 22 Eylül’de Adalar Denizi’nde yeni bir Navteks ilân etti.
Yunan Sakız Adası’nı Lozan Antlaşması’na aykırı biçimde silahlandırmış bulunuyor. 14 Eylül’de Navteks ilân ederek sözde Sakız Adası karasularında, özde Türkiye’nin olması gereken deniz alanında tatbikat yapacağını duyurdu ve 15 Eylül’de yaptı. Türkiye karşı Navteks ilânıyla tepkisini göstermişti, ama Yunan ateşle oynamaktan vazgeçmedi.
Türkiye’nin Sakız Adası nedeniyle Navteks ilânı karşısında Yunanistan Başbakanı Miçotakis, “Ya Avrupa’yla yapıcı bir şekilde ilişki kuracaklar ya da yasa dışı faaliyetlerine devam edip bunun sonuçlarına katlanacaklar” diye tehdit savurdu. Yunanlı yöneticiler, Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin gündemindeki yaptırımlarla tehdit etmeye devam ettiler. Kıbrıs Rum Yönetimi ve AB yetkilerinin de benzer kışkırtıcı açıklamaları sürdü. Bu demeçleriyle, AB liderlerinin o gün için 24-25 Eylül’de yapılması beklenen toplantısından yaptırım kararının çıkması tek umutlarıydı. Oruç Reis’in Antalya limanına çekilmesinde AB’yi etkileme stratejisinin etkili olduğu anlaşılıyordu, ama geri çekme yanlıştı. Türkiye AB’ye karşı dik durmalı, görüş ayrılıkları içindeki AB, Almanya bile örtülü esnekliğe bürünmüşken, Fransa doğrultusunda Yunan-Rum ikilisi için kendi aleyhine olacak böyle bir kararı alabilir mi diye beklenmeliydi.
Yunan, Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’de hiçbir hak ve hukuka dayanmayan uyduruk Sevilla Haritası’ndan ve buna bağlı hak iddiasından vazgeçmedikçe Oruç Reis çekilmemeliydi, NATO tabanlı görüşmeler de başlatılmamalıydı. NATO karargâhında Türk ve Yunan askerî heyetleri arasında yapılan teknik görüşmelerin dördüncüsünden sonra, sivil-diplomatik temasın başladığı Yunanistan basınında yer aldı. Miçotakis’in, “Erdoğan ile görüşmedik, ancak danışmanlarımız temas halindeler ve bunun önemli olduğuna inanıyorum” açıklaması, BBC Türkçe kanalında haber olarak yer aldı. Bu sırada Oruç Reis araştırma gemisi Antalya’ya dönünce, iki Yunan firkateyninin Meis Adası’ndan ayrıldığı ileri sürüldü. Yunan’ın Türk baskısından kurtulup rahatladığı anlaşılıyordu. Böylece Türk-Yunan görüşmeleri kotarılırken, öte yandan bakımı tamamlanan Oruç Reis Antalya açıklarında yeni görevini bekliyordu.
Doğu Akdeniz’de attığımız adımın geri dönülmez olması gerekiyor. Türkiye ve Yunanistan arasında başlatılacağı anlaşılan istikşafi (exploratory–araştırma/tanıma amaçlı) görüşmeler, geçmişte hiçbir sonuç vermemişti. Şimdi yeniden başlayacak, ama Yunanistan’a fırsat tanınmaktan başka sonuç vermesi beklenmemeli. 23 Eylül’de NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, Türkiye ve Yunanistan arasında sürdürülen teknik görüşmelerde iyi bir ilerleme kaydedildiğini açıkladı, ancak kimin için iyi? NATO ve Yunanistan için iyi ise hiç kuşkunuz olmasın, Türkiye için kötü demektir. İlerleme kaydedildiğinin açıklandığı gün Yunanistan, AB’den Türkiye’ye yaptırım uygulanması talebini yineliyordu. Görüşme sürecinde Türkiye kaybeden olmamalı. Yunan Sevilla Haritası’ndan vazgeçmedikçe masada karar alınmasına asla izin verilmemeli.
Yunanistan’ın umudu AB-Türkiye ilişkilerinin ele alınacağı kritik liderler zirvesinden ağır yaptırım kararları çıkartabilmekti. Zirve 24-25 Eylül’de yapılacaktı, ama Oruç Reis’in geri çekilmesi, NATO’daki teknik görüşmeler, 22 Eylül’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şansölye Merkel, AB Konseyi Başkanı Michel ile video konferans görüşmesi sonrası, Türkiye ve Yunanistan’ın Doğu Akdeniz görüşmeleri için hazır olduğunun açıklanması zirveyi erteletti. Reuters Haber Ajansı, Türkiye ve Yunanistan’ın İstanbul’da yapılacak görüşme konusunda uzlaştıklarını duyurdu. Erdoğan aynı gün Macron ile de telefonla konuşuyordu. Diplomatik ataklarla istikşafi ya da daha geniş kapsamlı görüşme olasılığıyla başlayan sürecin önünü tıkamamak için AB liderler zirvesi 1-2 Ekim’e ertelendi. Gelinen aşamada bu zirveden Türkiye’ye yaptırım kararı çıkmasa bile, yaptırımlar postmodern haçlıların silahıdır, Demokles’in kılıcı gibi göstereceklerdir.
22 Eylül’de video-konferansla gerçekleştirilen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Şansölye Merkel ve AB Başkanı Michel diyaloğu diplomatik dönüm noktası oluyor, Türkiye-Yunanistan görüşmelerine kapı açılıyordu. Michel ve Merkel ileride Türkiye’yi taviz için zorlayacaklardır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Merkel ve Michel ile gerçekleştirdiği görüşmenin ardından yaptığı açıklamada, AB liderler zirvesini etkilemek amacıyla olsa gerek, Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Türkleri dahil, tüm tarafların katılımıyla düzenlenecek bir bölgesel konferans önerisi de yapmış bulunuyor. Türkiye’nin bölge ülkeleriyle diplomatik pürüzlerini gidermeden, kesintili diplomatik ilişkilerini olumlu bir sürece sokmadan, şu andaki diplomatik yalnızlıkla böyle bir konferansa gidilmesi riskli olacaktır. NATO çatısı altındaki askerî teknik görüşmeler, Türkiye-Yunanistan arasında Almanya’nın da katılması beklenen ikili görüşmeler ya da geçmişte kesilen istikşafi görüşmelere yeni bir boyut getirilmesiyle yoğunlaşacak görüşme süreci, Türkiye’nin geri adım atmasına neden olmamalıdır. Oruç Reis başta olmak üzere arama-araştırma gemilerimiz Doğu Akdeniz’deki çalışmalarını yine yoğun şekilde sürdürmelidirler.
Oruç Reis’in geri çekilmesini umut ışığı gören Yunanistan, NATO, AB, ABD ve Avrupa Parlamentosu destekleriyle daha da umutlanmıştır. Müzakerelerde Türkiye’nin geri adım atacağı tavizler vereceği beklentisine girmiş bulunuyor. Aslında bu beklenti sadece Yunanistan’da değil, Fransa’dan Almanya’ya ve Amerika’ya kadar Yunan-Rum dostu ülkelerin tümünde yeşeren bir beklentidir. Bu nedenle olsa gerek, NATO’ya bağlı olmayan ve Yunanistan’ı korkutan Ege Ordusu’nun lağvedilmesi bile dile getirilir oldu. Türkiye’nin uluslararası hukuktan dayanak bulan hak ve çıkarları karşısında tehlike oluşturan böyle bir beklentinin kırılması gerekiyor. Türkiye geri adım atmayacağını, kıta sahanlığı, işgal edilen ve silahlandırılan adalar ve Kıbrıs konusunda hiçbir ödün vermeyeceğini eylemleriyle göstermeli ve kesin şekilde ortaya koymalıdır.
Oruç Reis’in sismik taraması 28 derece Doğu boylamının doğusunda, TPAO ruhsatlı alanda gerçekleşti. 28 derece doğu boylamı aslında, Türkiye tarafından Yunanistan’ın Mısır ile MEB anlaşmasında Rodos ve Meis adalarını esas alarak çizilecek sınırı tanımayacağı anlamına gelen bir yanıttı. Mısır, Meis’i değil Rodos’u esas alıp Girit’in batısına kadar 26 derece ile 28 derece doğu boylamları arasında MEB sınırını kabul etmişti, ama bu sınır da Libya ile imzaladığımız deniz yetki alanını keserek Türk kıta sahanlığına tecavüz ediyordu. Yunanistan’ın hukuken Meis, Rodos ve bu iki adayı içeren Menteşe Adaları (Oniki Ada diye bilinen aslında doğru adı Onikili Adalar olan 14 ada) üzerinde mülkiyet hakkı bulunmuyor, kullanma hakkı da geçerliliğini yitirmiş durumda. Yunanistan-Mısır anlaşması aslında hukuken ölü doğmuş bir metin.
28 derece doğu boylamının ilginç bir öyküsü var. Geçen yıl 28 derece boylamını Soros Sınırı diye adlandıran Arayış ve Gündem makalemize platformumuzda yer vermiştik. Birleşmiş Milletler’e (BM) gönderilen 18 Mart 2019 tarihli resmî mektupta, “32 derece 16 dakika 18 saniye doğu boylamı ile 28 derece doğu boylamı arasında kalan bölgede Türkiye’nin çıkarları vardır” denilmiş ve “28 derece boylamının batısı da müteakip sınırlamalara esastır” diye eklenmişti. Libya ile yapılan anlaşmayla müteakip sınırlama gerçekleşmiş, 26 derece 19 dakika 11,64 saniye doğu boylamına kadar yetki alanı uzatılmıştı. Peki, 28 derece doğu boylamı nereden çıkmıştı? TPAO’nun 28 derece doğu boylamına dayanan ruhsatları vardı, ama neden yalnızca bu olmazdı.
Tartışılan deniz yetki sınırlarından geçerli olanı yalnızca Türk Kıta Sahanlığı sınırıdır. Sevilla Haritası’na dayanan Yunanistan’ın haksız iddiasının hukuki temeli yoktur. Yunanistan-Mısır MEB sınırlaması da hukuken geçerli değildir. ABD’nin isteğiyle çizilen 28 derece doğu boylamı Soros Sınırı, kıta sahanlığı ilânıyla aşılmıştır. Soros Sınırı hayali çizgiye dönüşmüş bulunuyor. Şimdi yapılması gereken, TPAO’ya bu çizginin batısında verilecek ruhsatlarla, Oruç Reis, Barbaros başta arama ve sondaj gemilerimizin bu çizgiyi aşmalarıdır.
Türkiye’den önce Kıbrıs Rum kesimi 2002 yılında 29 derece ve 27 derece doğu boylamları arasında kalan bir kesimde sismik araştırma yaptırmış, aramayı yapan Northern Access isimli ve Norveç bandıralı gemi TCG Giresun fırkateyni tarafından 33 derece 40 dakika kuzey enlemi ve 29 derece 04 dakika doğu boylamı mevkiinde durdurularak bu alandan uzaklaştırılmıştı. TPAO’ya 28 derece doğu boylamına dayalı ruhsatlar, bu olaydan 10 yıl sonra Mart 2012’de verilmişti. George Soros’un kurmuş bulunduğu International Crisis Group (Uluslararası Kriz Grubu) tarafından yayınlanan ve ne tesadüf ki yine Mart 2012 tarihli haritada Türkiye’nin müstakbel deniz yetki alanı 28 derece doğu boylamına kadar uzatılmıştı. Yani, Soros sınırı çizilmişti (1). Bu sınırın ABD yönetiminin ve derin devletinin isteği doğrultusunda çizildiği kuşkusuz.
T.C. Hükümeti TPAO’ya henüz 28 derece doğu boylamının batısında hiçbir ruhsat vermedi. Oruç Reis sismik araştırma gemisi peş peşe Navteks ilânlarıyla sürdürülen çekişmeli gerilim ortamında 28 derece doğu boylamının batısına geçmedi. Prof. Dr. Sertaç Hami Başeren, 26 Ağustos’ta Anadolu Ajansına verdiği demeçte, “28 derece boylamının sihri neydi?” diye soruyordu (2). Geçen yıl araştırma makalemizde bulguladığımız “Soros Sınırı” Başeren’in gözünden kaçmış olmalı. Yazısına “Mısır 28 derece boylamının doğusundaki kıta sahanlığı sınırını Türkiye ile mi çizmeyi düşünüyor? Türkiye ile Yunanistan 28 derece boylamını zımnen kıta sahanlıklarının sınırı mı kabul ettiler?” diye anlamsız iki soru daha eklemiş. Bugünkü gerçek, Soros Sınırını başta ABD-NATO ve AB dayatıyor, ama bu kabul edebilecek bir sınır değil.
Nitekim, Başeren de 28 derece boylamının sınır olarak kabul edilemeyeceğini şöyle açıklamış: “Türkiye olayları tırmandırmamak için araştırma gemisi Oruç Reis’in sahasını batıya doğru genişletmiyor; sebep bu. Yoksa 28 derece boylamını esas alan kıta sahanlığı sınırı Türkiye için kabul edilemez. Bu sınır Türkiye’nin Libya ile yaptığı sınırlandırma anlaşmasından vazgeçmesi ve Yunanistan-Mısır sınırlandırma anlaşmasını tanıması anlamına gelir. Ayrıca Türkiye’nin Ege (Adalar) Denizi’nde Yunanistan lehine ciddi hak kayıplarına uğramasına yol açar”. Biz araştırma yazılarımız ve duyurularımızla bunları çok önce dile getirmiştik. Akdeniz’de Meis’den esen rüzgârla kopartılan fırtına, 28 derece doğu boylamı (Soros Sınırı) fırtınasıdır.
Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri Ümit Yalım, 3 Eylül 2020 tarihli makalesinde (3) Platformumuzdaki 2019 tarihli yazımıza atıf yaparak, “Oruç Reis, Soros sınırını neden geçemiyor?” diye soruyor ve Soros Sınırının tescillendiğini vurguluyordu. Makalesinin özetini bir ön takdim yazımızla Platformumuzun Duyurular bölümüne aktarmış bulunuyoruz. Bu takdim yazımızda, ABD derin devleti ve yönetiminin Doğu Akdeniz’deki yetki sınırını Mart 2012’de Soros eliyle 28 derece doğu boylamı diye çizdirerek, şimdi bu sınırı empoze etmek istediğini vurgulayıp, “NATO Genel Sekreteri’nin Türkiye ve Yunanistan’ı teknik hususların görüşülmesi diye masaya oturtmak istemesi, ABD’nin istemiyle bu amaca mı dayanıyor?” kuşkusunu gündeme getirmiştik, bu kuşku bugün gizlenen bir gerçek olabilir.
Olaylar Antalya’dan 2,1 kilometre uzaktaki Meis’den esen rüzgârla başladığına göre, İnönü’nün “Dünya Barışı Hediyesi” diye adanın elimizden çıkışına değinmek gerekiyor. Aslında bırakınız kıta sahanlığımız üzerinde olmasını, 7,3 kilometrekare yüzey alanına sahip küçük bir kara parçası olan Meis, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı’nın elindeydi. Savaş öncesi İtalya’ya bırakıldığına ilişkin hiçbir antlaşma da bulunmuyordu. Türkiye’nin tanımadığı, Kurtuluş Savaşı’nda yırtılıp atılan Sevr Antlaşması ile Rodos ve Onikili Adalar, Meis ve Antalya yöresi İtalya’ya bırakılmıştı. Lozan Konferansı’nda Onikili Adalar yine İtalya’ya bırakılırken, Meis tartışma konusu olmuştur. Lozan’da öne sürülen Türk tezi Meis Adası’nın Mîsâk-ı Millî sınırları içinde olduğuydu.
Konferans’ta resmen tartışılmadan önce, İngiliz ve Fransız delegelerle İsmet Paşa arasındaki görüşmelerde ele alınan Meis konusu, Konferans’ın 25 Nisan 1923 tarihli oturumunda gündeme gelir. İngiltere Delegasyonu Başkanı Rumbold, “Meis Adası üzerinde Türkiye’nin Mîsâk-ı Millî’ye dayandırdığı isteğini haklı görmenin mümkün olmadığını, ada nüfusunun Hıristiyan olduğunu ve Ada’nın Türkiye’ye verilmesinin kabul edilemeyeceğini” söyler. İsmet Paşa’nın yanıtı, “Meis Adası’nın Türk karasuları içinde ve onu tamamlayan bir parça olduğu, adanın Sevr’den önce Osmanlı’ya bırakıldığı, Mîsâk-ı Millî’ye uygun düştüğü” şeklindedir, ancak kabul görmez. İsmet Paşa, adanın Anadolu’ya bağlı olup olmadığını saptamak üzere bir teknik komisyona veya hakeme gidilmesini önerir, İtalya delegesi buna karşı çıkar.
Meis konusunda İtalya ve Fransa dayanışma içinde, İngiltere ile birlikte Türkiye’yi sıkıştırma çabasında olmuşlardır. Öyle ki, Fransa baskı oluşturabilmek amacıyla Meriç sınırının tartışmaya açılmasını istemiştir. İtalya Delegasyonu Başkanı Montagna konunun bir an önce halledilmesi çabasındaydı. Lozan’da çeşitli konularda Türkiye’yi destekleyen İtalyan delegasyonu, Meis için Türkiye’den jest beklemekteydi. İtalyan delegasyonun ısrarının bir nedeni, Ekim 1922’de darbeyle İtalya’nın başına geçen ve Duçe dönemini başlatan Mussolini’nin “Meis Adası’nın Türkiye’ye iadesinin mümkün olmadığını” söylemiş olmasıdır. Tüm bu tartışma ve gelişmeler üzerine 4 Haziran 1923 tarihli Komite toplantısında, Komite Başkanı Rumbold, “Türkiye’nin isteğinden vazgeçme eğiliminin olup olmadığını” sorar”. İsmet Paşa’nın yanıtı şöyledir:
“Meis (Castellorizo) Adası, Anadolu’nun kara suları içinde bulunmaktadır ve bu kıta parçasından ayrılamaz. Hem küçük Asya’nın huzuru hem de askerlik açısından güvenliği, bu adanın Türkiye’ye bağımlı olmasını zorunlu kılmaktadır. Böyle olunca, Türk Temsilci Heyeti’nin, bu adanın Türk egemenliği altında bırakılmasını öngören talebi, pek meşru sebeplere dayanmaktaydı. Bununla beraber, yalnızca dünya barışının kurulmasını sağlamak amacıyla, Türk Temsilci Heyeti Meis Adası konusunda öne sürdüğü çekinceleri geri almak gibi çok ağır fedakârlığa razı olmaktadır.”
O günün dünya barışı fedakârlığı ya da İtalya delegasyonuna jest diye Meis’i bırakan İsmet Paşa, 1939-1950 arasında Millî Şef İnönü diye Türkiye’yi yönetecek, ancak kaybedilen adalar konusunda çıkan fırsatları görmezden gelecektir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Almanya, İtalya ve Rusya’nın Onikili Adalar’ın Türkiye’ye ait olması gerektiği görüşleri bilinirken, İnönü yönetimi herhangi bir diplomatik girişimde bulunmamıştır. Savaş sonrasında barış antlaşması için ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği ve Fransa tarafından oluşturulan Dışişleri Bakanları Konseyi, 1945’de Londra’da toplanınca, ilk ele alınan konulardan biri On İkili Adalar sorunudur. ABD, Yunan istekleri doğrultusunda çözümleme isterken, İnönü yönetimi taraf olmaktan dahi kaçınmıştır.
Çalışmaları iki yılı aşan Dışişleri Bakanları Konseyi’nde adalar sekiz kez görüşülmüş, sonra Paris Konferansı’nda ele alınmıştır. Aksi söylenmekle birlikte, Türkiye davet olunmasına karşın İnönü’nün kararı doğrultusunda Konferansa katılmamıştır. 10 Şubat 1947’de imzalanan Paris Antlaşması ile Meis ve tüm Onikili Adalar’ın kullanım hakkı İtalya’dan alınıp Yunanistan’a bırakılmıştır. Siyaset adamı gazeteci yazar Hüseyin Cahit Yalçın, 1 Temmuz 1946 günü köşe yazısında, “Bundan 25 yıl önce adaların Yunanistan’a verilmesi söz konusu olsaydı, Türkiye’de büyük fırtına kopardı, bugün ise memnuniyet dalgalanıyor…” diye yazmıştı. Bu tutumun sebebini geçmişte Türk halkının adalar sorunu nedeniyle başının çok ağrımasına, Türk-Yunan dostluğunun önemsenmesine bağlayanlar olmuştur (4). Ana neden ise o gün Mavi Vatan algısının yokluğu, Atatürk’ün “İlk hedefiniz Akdeniz’dir” komutunun ise anlaşılmamış olmasıdır.
İsmet Paşa’nın dünya barışı fedakârlığı, jesti ya da İtalya delegasyonuna hediyesi olan 7,3 kilometrekarelik Meis, bugün Yunanistan’ın Sevilla Haritası’na dayalı haksız iddiasıyla Türkiye’ye 104 bin kilometrekare (ada büyüklüğünün 14 katını aşkın) deniz yetki alanı sorunu çıkarmış bulunuyor. Antlaşmada “Adaların gayri askerî hale getirilmesi ve öyle kalması” hükmü bulunmaktadır. Ancak, Yunanistan bu hükmü tanımamış ve adaları silahlandırmış olduğundan, adalar üzerindeki kullanım hakkını uluslararası hukuk açısından yitirmiş olması gerekir. Bu gerçek, ABD ve AB ülkeleri tarafından görülmemektedir. Türkiye giderek kangrene dönüşen sorunu önce uluslararası arenada diplomatik olarak dile getirip gereken mücadeleyi başlatmalıdır.
Öte yandan, 1969’da oluşturulan Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi (The Vienna Convention on the Law of Treaties) uluslararası antlaşmaların hukuki geçerliliği için kurallar getirmiş bulunuyor. Her nedense bu konu Türkiye’de pek de gündeme getirilmiyor. Antlaşmaların hukuksal geçerliliği için yasal yetkililerce yapılmış olması, tarafların iradelerinin sakatlanmamış bulunması, uluslararası kurallara aykırılığın oluşmaması gerekiyor. Türkiye ile birlikte sekiz devletin taraf olduğu Lozan Antlaşması’nın 15’inci maddesi, 1947’de Türkiye’nin katılmadığı Paris Antlaşması ile Lozan’a taraf olan beş devletin, taraf olmayan onaltı devletin katılımıyla değiştirilmiştir. Oysa, Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’ne göre, değişiklik için Lozan’a taraf sekiz devletten üçte iki şartıyla altısının katılması gerekliydi, beş yeterli sayılamaz.
Türkiye öncelikle adalarla ilgili geçmişteki pasif dış politikasını değiştirmek zorundadır. Onikili Adalar’ın hukuki statüsünü; 1) silahsızlandırma koşulunun çiğnenmiş olması, 2) 1947 Paris Antlaşması ile yapılan değişikliğin Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu gerekçeleriyle uluslararası ortamda tartışmaya açmalı, dünya kamuoyunu bu yönde aydınlatıcı bir atağa geçmelidir. Bunun için gereken etkin diplomasi savaşı verilmelidir. Dünya devletlerine ve dünya kamuoyuna anlatılması sonrasında, uluslararası hukuk kurallarına uygun biçimde dava konusu yapılmalıdır. Türk karasuları içinde kalan Meis Adası’nın kıta sahanlığı ve MEB alanı olamayacağı, benzer soruna ilişkin Fransa-İngiltere tahkim davası sonucuyla, Romanya-Ukrayna anlaşmazlığına ilişkin Lahey Adalet Divanı emsal kararıyla zaten ortada.
Yunan Milletvekili Dimitri Kammenos, 15 Eylül 2020 günü Yunanistan’da yayın yapan Skai TV’de katıldığı programda, “Yunanistan Lahey’e gidilirse Meis Adası’nı kaybeder” demiş ve şöyle uyarmış: “İnsanlara gerçeği söylememiz gerekiyor. Lahey’e gidilmesi söylendiğinde bunun ne anlama geldiğini insanlar bilmiyor. Elimizde olan çoğu şeyi kaybederiz”. Bu gerçekleri bilenler, Türkiye-Yunanistan arasındaki sorunların görüşme yoluyla çözülmesini istiyor ve taviz koparmayı umuyorlar. Ancak, gerekirse Türkiye’nin açacağı dava; yalnızca Meis Adası’nın olmayan kıta sahanlığı ve MEB alanı için itiraz değil, Meis ile birlikte tüm menteşe adalarındaki egemenliğin Türkiye’ye ait olması gerektiği, bu adalar üzerinde başka devletin kullanım hakkının bulunamayacağı ve sahte egemenlik hakkı oluşturamayacağı konusunda olmalıdır.
Yunan Cumhurbaşkanı Katerina Sakelleropulu ada gezilerine 29 Haziran’da Aydın’ın Eşek Adası ile başlamıştı. O gün Türk yöneticiler tarafından dikenler tacı çiçeği ile karşılanmadığından yüz bulmuş olmalı ki, bu kez Yunanistan’a bağlanışının yıldönümünü diye 13 Eylül’de Meis’e gitti. Ancak, Meis’den önce yanındaki Kara Ada’yı yine Yunan adası diye helikopterle ziyaret etti. Oysa, Meis’in yanındaki Kara Ada ve Fener Adası Türkiye’ye aitler. Bu hanımefendiye devletimizin yöneticileri tarafından dikenler çiçeği buketiyle birlikte, Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’deki Türk adalarının listesini göndermek gerekiyor. Ada gezilerine çıktığında yanlış yerleri ayağıyla kirletmesin. Sakelleropulu Meis’te iken, Milli Savunma Bakanı Akar da iki kilometre uzağında Antalya’nın Kaş ilçesinden Yunanistan’a barışçıl diyalog çağrısında bulunuyordu. Keşke, Kara Ada ve Fener Adası üzerinden helikopterle geçseydi…
Türkiye kıyılarından 2,1 kilometre uzaklıktaki Meis Adası aslında Türk karasuları içinde kalan bir yer, Meis’in karasuyu bile olmamalı. Yanındaki Fener Adası ve Kara Ada Türkiye’ye ait küçük adacıklar. Türk kıta sahanlığı üzerindeki 7,3 kilometrekarelik Meis Adası’nın Yunanistan’ın haksız iddiasına göre 104 bin kilometrekare deniz yetki alanı olabilir mi?
Türkiye’ye ait olduğu ortada olan Meis Adası, Viyana Anlaşmalar Hukuku Sözleşmesi uyarınca, Paris Antlaşması’nın geçerliliğini yitirmiş bir maddesine göre Yunanistan’ın elinde kalabilir mi? Türk adalarına seyahat etme hobisiyle tanınan Yunan Cumhurbaşkanı Bayan Katerina, 13 Eylül 2020’de Kara Ada üzerinden Meis’e geçip savaş çığırtkanlığı yapıyordu.
Sakelleropulu, gazetecilerin sorularını yanıtlarken “Eğer barış istiyorsanız savaşa her zaman iyi hazırlıklı olmalısınız” diyordu. Yunan gazeteci Nikos Igglesis, Ağustos ayındaki bir makalesinde, Türkiye ile Yunanistan arasındaki meselelerin müzakere yoluyla çözülemeyeceğini belirterek savaş çığırtkanlığı yapıyor, “Ölüm kalım mücadelesine hazırlanmalıyız” diye yazıyordu. Kısacası Yunanistan’da yazarından Cumhurbaşkanına kadar herkes, Türkiye ile savaş beklentisi ve hazırlığı içinde. Bu nedenle Oruç Reis gemisi araştırma yaparken Meis’e savaş gemisi gönderilmişti. Ayrıca, dikkat çekmesin diye turistik tekneyle Meis’e asker yollayarak oradaki kuvvetini takviye etmişti. Ancak, gönderdiği askerleri ve savaş gemisini gözden çıkarmış olmalı. Yoksa, ilk adımda telef edilecek olduklarını göremeyecek kadar gözü kör mü acaba?
Yunan, turistik teknelerle Meis’e asker takviyesi yapıyor, Bayan Katerina’nın sözüne uyarak savaş hazırlığı sürüyor. Ancak, bunlar herhalde gözden çıkardığı askerleri olmalı.
Doğu Akdeniz’de gerginlik kolay bitmeyecektir. Yunanistan adaları silahlandırma ve karasularını genişletme çabasıyla gerginliği Adalar Denizi’ne yaymış bulunmaktadır. ABD’nin Adalar Denizi’ndeki çatışmada Yunanistan’ı destekleyip Türkiye’ye geri adım attırma stratejisi olduğu bilinmiyor değil. Karasularını 12 mile çıkarma tehdidi bu doğrultuda atılmış bir adım. Ancak şunu bilmeli ki, Adalar Denizi’nde sunucu belirleyecek denizaltılar savaşından galip çıkması olanaksız. Doğu Akdeniz’e ilişkin Yunan-Rum, AB ve ABD tahrikleri sürerken, Cumhurbaşkanı Erdoğan 21 Eylül’de kabine toplantısı sonrası yaptığı açıklamada, Doğu Akdeniz’de yaşanan gerginliğin geldiği son aşamaya değinip, “Kendi haritalarını (Sevilla Haritası’nı) kabul ettirmeye çalışanlar diplomasi masasına yaklaşmaya başladı” dedi. Arabulucu Almanya’nın kotardığı görüşmeler sürecinde yeni bir stratejiyle çok dikkatli olmak gerekiyor.
Yunanistan kendi cephesini güçlendirme çabasında. Yardım için en hevesli olan Fransa’dan yeni uçaklar almak için harekete geçti. AB’nin örgüt olarak, Yunanistan’dan yana başı çeken Almanya dahil, silah desteği vermesi hiç de şaşırtıcı olmaz. Ancak, Yunanistan’ı kim desteklerse desteklesin, askeri gücünü de artırsın, bunlar Türkiye için caydırıcı olmamalı ve olamaz. Çünkü buradan geriye dönülmesi Türkiye için Mavi Vatan’dan verilecek taviz anlamına gelir ki, Türkiye böyle bir taviz veremez. Yunanistan ile müzakereye girişmek yukarıda da vurguladığımız gibi, haksız isteklerinden vazgeçmedikçe, Sevilla Haritası’nı geçersiz saymadıkça yanlış olur ve iyi sonuç getirmez. Yunanistan müzakere öncesi henüz bu adımları atmış değil.
Yunanistan tek başına Türkiye’ye karşı askerî müdahalede bulunmaya cesaret edemez. Kaldı ki böyle bir çılgınlık yapmaya kalkarsa, bedelini misliyle ödeyeceğinden kuşku duymamalı. Üstelik böyle bir çatışma, NATO’da büyük çatlak oluşturacağından, müttefikleri nezdinde bunun altından kalkamaz. Yunanistan’ın amacı, ABD ve AB’nin koruyucu kanatları altında, Fransa, İsrail, Mısır ve Arap ülkeleri askerî destekleriyle Türkiye’den taviz koparmaktır. Oysa, Türkiye’nin taviz vermesi olanaksız olup, bunun düşünülmemesi dahi gerekir. Türkiye’nin bundan böyle Yunan-Rum, AB, ABD ve Fransa gibi destekçilerinin tehditlerine karşılık vermenin ötesinde üstünlük sağlaması gerekiyor. Bu amaçla Türkiye dikkatli bir diplomasi izlemeli.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Rusya başta olmak üzere Çin’i yanına çekmesine gerek var. Son zamanda Çin ile geliştirilen ilişkiler iyi bir zemin oluşturuyor. Rusya ile Doğu Akdeniz’de çıkar ilişkilerine dayalı bir müttefiklik oluşturulması ve geliştirilmesi Türkiye’yi rahatlatacaktır. Bu arada Mısır, Lübnan ve Suriye ilişkileri deniz yetki alanı anlaşmaları için düzeltilmeli, bu ülkelerle karşılıklı çıkar ilişkileri kurulmalıdır. Suriye’de yasal olarak bulunan ve deniz üssü sahibi Rusya’nın bölge ülkesi sayılarak Türkiye’nin yanında olması sağlanmalıdır. Mavi Vatan kavramının oluşmasına büyük katkılar yapmış bulunan emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, Doğu Akdeniz için Avrasya ittifakı öneriyor ve bu konuda Türk-Rus, Türk-Çin ve Türk-İran yakınlaşmasının kaçınılmaz olduğunu vurguluyor. Türkiye diplomatik yalnızlığından sıyrıldıkça, bölge ülkeleriyle ilişkilerini geliştirdikçe, Yunanistan’ı kucaklayan Batı karşısında güçlü olacaktır.
Türkiye’nin diplomatik atakları sağlanacak askerî kazanımlarla desteklenmelidir. Türkiye acilen Kıbrıs Türk kesimi ile Libya’da deniz ve hava üssü kurmalıdır. Arnavutluk’ta da deniz üssü elde etme arayışında bulunmalıdır. Kıbrıs ve Libya’da üslerin kurulmasında geç kalınmıştır. Kıbrıs’ta sonuçları belirsiz Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanlık Konseyi Başkanı Fayez el Serrac’ın Ekim sonunda istifa edecek olması, Türkiye için zorluklar çıkarabilir. Türkiye-KKTC ortak askerî tatbikatı Akdeniz Fırtınası’nın ardından yapılması gereken Kıbrıs’taki üsleri bir an önce kurmaktır. KKTC’de Mustafa Akıncı’nın yeniden kazanması ya da Akıncı gibi federasyon yanlısı Tufan Erhürman’ın seçim kazanması, Türkiye’yi zora sokar. Kıbrıs’ta artık federal çözümün dillendirilmemesi gerekiyor.
Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Kesimi’nin birlikte gerçekleştirdiği “Şehit Yüzbaşı Cengiz Topel Akdeniz Fırtınası-2020” tatbikatı, Eylül ayında Yunan-Rum ikilisine korkulu anlar yaşattı.
Son kez İngiltere’nin eski dışişleri bakanlarından Jack Straw bile, “Kıbrıs bölünmeli Türk tarafı tanınmalı” diyor. Ne yazık ki bunu kişisel bağlantı ve çıkarları için görmek istemeyen Kıbrıs Türkü siyasetçiler var. Bu nedenle, Rum yandaşı Akıncı ve AB hayaline kapılmış Erhürman, Türkiye’nin çıkarlarını ve Kıbrıs Türkünün geleceğini açmazlara sürükleyebilir. Yapılması gereken o ki, Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı seçiminde Türkiye bağımsız devlet yanlısı Ersin Tatar’ın yanında yer almalı, oy potansiyelleri zaten kazanmalarına yeterli olmayacak Serdar Denktaş’ın, Erhan Arıklı’nın çekilmelerini sağlamalıdır. Hatta oy potansiyeli Denktaş ve Arıklı’dan yüksek olan Kudret Özersay’ın bile vatan için fedakârlık yapması istenmeli, KKTC’de bağımsız devlet cephesinin Tatar üzerinde birleşmesiyle seçime gidilmelidir.
Türkiye Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz kıyılarında S-400’ler ve adaları vurabilecek roketler, uzun menzilli silahlarla tahkimatını güçlendirerek ezici karşılık vermeli, bundan böyle Türkiye’ye ait ada, adacık ve kayalıklara çobanından askerine ve cumhurbaşkanına kadar hiçbir Rum’un ayak basmasına göz yumulmamalıdır. Adalar Denizi’nde ve bu denizin hava sahasındaki FIR hattında, Yunan tecavüzleri en sert biçimde engellenmelidir. Türkiye Doğu Akdeniz’de ve Adalar Denizi’nde kendine ait kıta sahanlığında hakimiyetinden hiçbir ödün veremez. Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi birbirinden ayrı düşünülmeyecek bir bütündür. Dolayısıyla her iki alanda da yapılacak uygulamalar, alınacak önlemler aynı olmalıdır.
Bir an önce TPAO’ya 28 derece Doğu boylamının batısında kalan Türk kıta sahanlığı üzerinde ruhsatlar verilmeli, Oruç Reis ve Barbaros sismik tarama gemilerimiz Girit’e kadar olan alanı taramaya başlamalı, bulgulara göre Fatih, Yavuz, Kanuni sondaj gemilerimizle sondajlara girişilmelidir. Her sondaj bulguyla sonuçlanmaz, ama her sondajda matkabın deldiği o deniz yatağı, sahiplenilen deniz alanı olur. Bu arada kimsenin 28 derece Doğu boylamı umudu ve kuşkusu kalmamalı, Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığımızın her bir karesi sahiplenilmelidir. Mısır ile örtülü biçimde yapılan görüşmeler geliştirilmeli, Suriye ve Lübnan ile de uzlaşarak Türkiye Doğu Akdeniz’deki MEB alanını resmen ilân edip BM’ye bildirmelidir. MEB alanımız üzerinde Yunan-Rum ikilisinin kalkışacağı eylemler ise en sert tepkiyle ve askerî tedbirlerle engellenmelidir. Öyle ki, Yunan-Rum hayalleri bütünüyle son bulsun.
24 Eylül günü yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı kararında, Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarına ilişkin hak, alâka ve menfaatlerin korunması hususunda taviz verilmeyeceği vurgulandıktan sonra, gayri askerî statüdeki adaların silahlandırılması başta olmak üzere uluslararası hukuka ve antlaşmalara aykırı hareket edenler aklıselime davet edilerek uyarılmıştır. Açıklanan kararda; bölgesel ve küresel her ihtilâfta, daima hakkın, hakkaniyetin, adaletin yanında yer alan Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’deki tutum ve eylemlerinin de aynı çerçevede gerçekleştiği belirtilerek, AB başta olmak üzere tüm kurumlara ve ihtilafa müdahil devletlere, ülkemizin bu ilkeli duruşuna ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin hak ve menfaatlerine saygılı olunması çağrısında bulunulmuştur. Kısacası, Milli Güvenlik Kurulu, “taviz yok” diyor.
Türkiye’nin Mavi Vatan hamlesi, Türkün tarihinin derinliklerinde yer alan “Kızılelma” ülküsünün bugünkü yeni ve güncel görünümüdür diyebiliriz. Türk milliyetçiliğinin önemli sembollerinden biri olan Kızılelma, tarih boyunca Türk devletleri için bir hedefi ve amacı simgelemiştir. Türk birliğini ve Türkün egemenlik idealini ifade etmiştir. Altay Dağları’ndan çıkarak Malazgirt zaferi ile Anadolu’ya girmek, Avrupa’ya uzanarak cihan imparatorluğunu kurmak, geçmiş dönemlerdeki Kızılelma ülküsünün kazanımlarıydı. Barbaros’un 28 Eylül 1538’de Akdeniz-Adriyatik’te Preveze Deniz Zaferi’ni kazanarak Akdeniz’i Türk gölü yapması, Kızılelma hedefiydi. Bugün 482’nci yıldönümünü Deniz Kuvvetleri Günümüz olarak kutluyoruz. Osmanlı’nın yıkılışından sonra, Anadolu’yu düşman işgalinden kurtarmak, Türkün istiklâlini kazanması Kızılelma ülküsü olmuştu. Bu ülküyle Sakarya Meydan Muharebesi kazanılarak, Yunan denize döküldü.
Gazi Mustafa Kemal’in “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” komutu sadece Yunan’ı Adalar Denizi’ne dökmek için değil, Adalar Denizi ve Akdeniz’deki Türk haklarına sahip çıkılması için de verilmiş, Türkün yeni hedefini Yeni Kızılelma ülküsünü ifade eden buyruktur. Bugün Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığımıza sahip çıkılması, Türkiye’nin hukuken hakkı olan ada, adacık ve kayalıklarda haksız Yunan işgaline son verilmesini hedeflemektedir Yeni Kızılelma. Daha dün 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı Kızılelma idi, Kıbrıs bugün de Kızılelma. Zaferlerle dolu tarihimizdeki fetihler gibi yeni yerler kazanmak ülküsünden Yeni Kızılelma’nın farkı, uluslararası hukuka uygun ve hakkaniyete dayalı hakkımıza sahip çıkılması amacı ve kararlılığıdır. Türk halkı, Yeni Kızılelması Mavi Vatan bilincinde bütünleşmiştir.
Atalarımız Altay Dağları’nı aşarak, Kızılelma ülküsüyle Anadolu’yu Türk yurdu yapıp Akdeniz’e dayanmışlar, Avrupa’ya geçerek cihan imparatorluğu kurmuşlar ve bugün Türkiye’nin vazgeçemeyeceği haklar kazanıp miras bırakmışlardır. Akdeniz üzerindeki haklarımız ve çıkarlarımızın kökeninde Kızılelma ülküsüyle elde ettiğimiz kazanımlarımız yatıyor. Gazi Mustafa Kemal’in “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri” komutu, bugün Türkün Yeni Kızılelması olan Mavi Vatan’ın kazanılması ve korunması buyruğudur
Yunan, hayali Megali İdeasıyla İzmir’e çıkıp Anadolu’yu işgale kalkışmış, karşısında gerçekçi Kızılelma ülküsüyle Türk halkını ve Türk Ordusu’nu bulmuş ve Megali İdeası Türkün Kızılelması karşısında hezimete uğramıştır. Yunan’ın Megali İdea’sı emperyalist amaçlı iken, Türk’ün Kızılelması hakkını sahip çıkma ülküsüdür. Bugünkü Yeni Kızılelma – Mavi Vatan ülküsünün karşısında, yine fırsatçılıkla genişlemeyi hedefleyen Yunan Megali İdeası vardır. Yunan-Rum ikilisi, kıta sahanlığımıza, tarihten ve anlaşmalardan, uluslararası hukuktan gelen hakkımızla bize ait olan/olması gereken adalara çöreklenmeye çalışmaktadır. Kendi başına bunu başarmaya gücü yetmediğinden Batılı emperyalistleri, ABD ve özellikle AB’yi yanına çekme, onların yardımıyla idealine ulaşma amacındadır. Türkiye’ye karşı Post Modern Haçlı Seferi düzenlenmesi uğraşındadır. Amaçlarına ulaşamayacaklardır…
(1) Kıta Sahanlığına Neden 28 Derece Sınırı? ÜLTANIR PLATFORMU, Arayış ve Gündem makalesi, 1 Mayıs 2019
(2) Prof. Dr. Sertaç Hami Başeren, Mısır-Yunanistan anlaşması ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki uygulamaları, 26 Ağustos.2020, Anadolu Ajansı, https://www.aa.com.tr/tr/analiz/misir-yunanistan-anlasmasi-ve-turkiye-nin-dogu-akdeniz-deki-uygulamalari/1953584
(3) Ümit Yalım’ın Soros Sınırı Atıfı, ÜLTANIR PLATFORMU, Duyurular, 7 Eylül 2020
(4) Çırpınıyor Akdeniz Bakıp Türkün Bayrağına, ÜLTANIR PLATFORMU, Güncel Kitaplardan, Ocak 2019.