29 Kasım 2021
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Eylül 1922 tarihli “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” komutunun ilk sonucu, 9 Eylül 1922’de Yunan’ın İzmir’de denize dökülmesi, zaferin birinci aşamasıydı. Yunan’ın saldırgan tutumuyla şimdi sıra ikinci aşamaya gelmiş görünüyor. Arkasında yer alan ABD’ye ve Batılı emperyalistlere rağmen, Türk’ün Mavi Vatan’ından süpürüleceğini görebilmeli!... ABD ile müttefiklikten düşmanlığa uzanan süreç önümüzde çatışmalara gebe. Türkiye’yi güneyden ve batıdan askerî üsleriyle kuşatan ABD, Irak ve Suriye’de Kürtlerle, batıda Yunanistan ile Türkiye’yi çatıştırma çabasında. Amacı Büyük İsrail’e evrilecek Bağımsız Kürdistan’a yol açmak, Doğu Akdeniz’den Türkiye’yi çıkarmak, Rusya’ya uzanacak yolda Türkiye’nin ayağına takılmasını önlemek…
Yıl 1945, CHP’nin içinden DP (Demokrat Parti) çıkar. Önde gelen üçlü Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü olup, hareket diğer kurucularla gerçekleşir. 14 Mayıs 1950 Genel Seçimi ile Milli Şef sıfatını kendine yakıştıran İsmet İnönü’nün CHP iktidarı yıkılır. DP iktidarı ile Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes Başbakan, Fuat Köprülü Dışişleri Bakanı olur. İkinci Dünya Savaşı sonrası Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği abartmayla tehdit olarak algılanıyordu. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bağımsızlık” politikasını ve “Sovyetler Birliği ile dost kalınması” vasiyetini terk eden İnönü, Türkiye’nin eksenini ABD’ye döndürmüştü. ABD Senatosu 1947 yılında Sovyetler Birliği’ne karşı Batı Bloku’nun bir parçası olmak üzere Türkiye’ye Truman doktrini kapsamında ekonomik ve askeri yardım paketini onaylıyordu. O zamana kadar uçak ve silah yapan Türkiye artık onlarla ve sanayileşme ile uğraşmayacak bir tarım ülkesi olarak varlığını sürdürecek, silahını hibeyle ve parayla ABD’den alacaktı.
Adnan Menderes hedefini, “Türkiye’yi ‘Küçük Amerika’ yapacağız” diye açıklamıştı. İnönü’nün eksen değişikliğini perçinlemek için Türkiye’nin NATO’ya üye olmasını istiyordu. ABD tarafından kabul görmesi için de Kore’ye asker yollanıp bedel diye Türk kanı akıtılıyordu. Bayar ve Menderes, İnönü’nün NATO’ya karşı çıkacağını beklerken, İnönü’den “Almak istediler de biz mi hayır dedik?” diye razı olduğu yanıtını almışlardı. 1952’de Türkiye NATO’ya üye oldu, böylece yönlendirilmiş eksen perçinlendi. 1957 sonuna kadar devam edecek 4. Menderes Hükümeti’nden 1956 yılında Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ayrılıyor, 1957 yıl sonunda kurulan 5. Menderes Hükümeti’nin Dışişleri Bakanlığı’na Fatin Rüştü Zorlu getiriliyordu. Zorlu, Kıbrıs’ta Türkün var olabilmesi için Londra ve Zürih Antlaşmaları dahil olmak üzere önemli hizmetler vermiş, ama 1961 darbesi sonra DP iktidarının yargılandığı Yassıada Mahkemesi tarafından idama mahkûm edilerek asılmış, demokrasi şehidi değerli bir devlet adamıdır.
Birinci resimde Kıbrıs politikasının mimarı ve idam edilen Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile idam edilen Başbakan Adnan Menderes yan yana, arka sağ köşede 27 Mayıs’ın lideri Cemal Gürsel görülüyor. Zorlu, Menderes’in ABD’ye yanaşmasını sakıncalı bulup eleştiren bir politikacı. İkinci resimde Fatin Rüştü Zorlu ve Rauf Denktaş Kıbrıs mücadelesi sırasında, sol tarafta Osman Örek yer alıyor, Kıbrıs mücadelesi için eller birleşmiş. Osman Örek, 1959 Londra Konferans’ında Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken etken olan Kıbrıslı Türk siyasetçi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960-64 dönemi Savunma Bakanıydı. Kıbrıs Cumhuriyeti Rumlarca yıkılınca Barış Harekâtı sonrası 1978’de Kıbrıs Federe Türk Devleti’nin Başbakanı görevinde bulundu.
Atatürk’ün ilk ve tek Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın damadı olan Fatin Rüştü Zorlu’nun tüm eğitimini Atatürk desteklemişti. Türk hariciyesinin (dışişlerinin) değerli ve başarılı bir diplomatı olan Zorlu, Menderes’in “Hariciye Vekili” olmuştu. 1954 yılında milletvekili seçilinceye kadar dışişlerinde çeşitli görevler yapan Zorlu, Orta Asya İşbirliği örgütü niteliğinde olan Ekonomik İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreterliği, NATO’da Türkiye Daimî Temsilciliği görevlerini yürütmüş 1955-56 yıllarında Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı görevlerinde bulunmuştu. Bu görevleri nedeniyle ciddi birikime sahipti. Zorlu, uzun zamandır Türkiye’nin ABD’ye bağımlı olmasından rahatsızlık duyan bir devlet adamıydı. Menderes’e karşı açıkça “Amerika’nın neredeyse uydusu durumuna düşmekten kurtulmak gerektiğini” sık sık tekrarladığı, Menderes’in bu uyarı karşısında “Bakalım zaman ne gösterecek?” şeklinde yanıt verdiğini Türk-Amerikan ilişkilerini irdeleyen araştırmacılar kaydetmiş bulunuyor.
O dönem Türk dış politikasının mimarı olan Fatin Rüştü Zorlu, dönemin önemli gazetecilerinden Kemal Bağlum’a verdiği bir demeçte, “Bizim en büyük hatamız kayıtsız şartsız Amerika’ya tabi olmamız. Böyle bir politika sonsuza kadar devam edemez. Türkiye sırtını Amerika’ya dayamakla hiçbir sonuca varamaz. Aksine kendimizden çok şey veririz. Eğer Türkiye haklı olduğu bir davada Amerika’ya rağmen aksine bir görüş ortaya koyabilse saygınlığımız artar. Böyle politika uygulayan devletler her zaman öteki devletlerin nezdinde sözü dinlenen ve dikkate alınan devlet durumuna gelmiştir” diyordu. ABD’nin güdümündeki Dünya Bankası Türkiye’nin baraj projeleri için kredi vermiyor, hatta bu Bayar’ın ABD gezisinde skandala dönüşen sorun oluyordu. Türkiye’nin sanayi projeleri için de krediye ihtiyacı vardı, nereden bulunacağı bilinmiyordu. ABD, NATO’nun ileri karakolu için Türk askerini ucuz jandarma olarak görüyor, ama Türkiye’yi kalkındırmaktan özenle kaçınıyordu.
1959 yılı sonunda ABD Başkanı Eisenhower Ankara’yı ziyaret ediyor, ama Sağlık Bakanı Lütfi Kırdar’ın Moskova ziyareti Sovyetler Birliği ilişkisi için kapıyı aralıyordu. Doğu Bloku’ndan Çekoslovakya’ya takas anlaşması kapsamında Sümerbank ve Çanakkale porselen fabrikalarının yaptırılması, Sovyetler Birliği ile de bu yöntemle yatırımlar yapılabileceği fikrini geliştirmişti. Stalin dönemi çoktan kapanmıştı, dünya ile ilişkilerini geliştiren Kruşçev dönemi vardı. Batılı müttefikler ve hatta ABD bile Sovyetler Birliği ile Türkiye’den daha çok alıveriş yapıyorlardı. Dışişleri’nde Sovyetler Birliği’ne bazı sanayi kuruluşlarının yaptırılabileceği görüşü tartışılır olmuştu. Zorlu tarafından kendisine aktarılan görüşler sonucu Menderes, Temmuz 1960’da ekonomik ve siyasi görüşmeler için Moskova’yı ziyaret etme kararı veriyordu. Daha sonra Kruşçev Türkiye’yi ziyaret edecekti. Bu temaslar için Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un onayını alınmış, hazırlıklara başlanmıştı.
Böyle bir ziyaret planının ABD’ye bildirilmesi gerekiyordu. Ancak bir süre beklendi, hatta bu ziyarete karşı çıkacağı düşünülen CENTO üyesi İran’ın Şahı Pehlevi’nin duymaması için özen gösterildi. CENTO, İngiltere’nin liderliğinde oluşturulmuş Ortadoğu’nun NATO’suydu. Sonuçta ABD yönetimine ve istihbarat örgütü CIA’ya bildirildi. Zaten böyle bir planı CIA’nın duymaması söz konusu olamazdı. Çünkü o dönemde bugünkü MİT yerine Milli Emniyet vardı ve burada çalışanların maaşları bile bir dönem CIA tarafından ödenmişti. Dolayısıyla Amerika Türkiye’nin her yerine sızmış, her hareketinden ve planından haber alır olmuştu. 11 Nisan 1960 tarihinde Ankara ve Moskova hükümetleri tarafından yapılan açıklama diplomatik bomba olarak patladı. Açıklamada, “Başbakan Adnan Menderes 12 Temmuz 1960 tarihinde Moskova’ya resmî bir ziyaret yapacaktır. Bir süre sonra da SSCB Devlet Başkanı Nikita Kruşçev Ankara’ya iade-i ziyarette bulunacaklardır, kamuoyuna duyurulur” deniliyordu.
ABD’nin bu ziyareti hoş karşılaması söz konusu değildi. 1 Mayıs 1960 günü İncirlik üssünden kalkan U2 casus uçağı Sibirya üzerinde düşürülmüş ve paraşütle atlayan pilot esir alınmıştı. Sovyet Dışişleri Bakanı Gromiko, ABD’yi suçlar, ama Türkiye’yi sadece protesto etmekle yetinir, Türkiye-Rusya arasını açacak bir sorun oluşmaz. Ancak ABD’nin oyunları bitmez ve en iyi bildiği hiç kuşkusuz hükümet devirmektir. Üç yıl öncesinde Türkiye’de “9 Subay Olayı” diye ortaya çıkmış, darbe hazırlığı saptanmıştı. Askerî nüve harekete geçirildi, 27 Mayıs sabahı darbe gerçekleşti. Darbeyi yapan Milli Birlik Komitesi’nin sözcüsü Albay Türkeş, bildiriyi okurken “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız” diye haykırıyordu. Bu ifade, ABD’nin perde arkasında oluşunun itirafıydı. Sayın Demirel’e siyasi sohbetlerimizde sorduğumda, “27 Mayıs öncesi Komite üyelerinden hiçbirinin ABD’ye gittiğine ilişkin bilgi yok” demişti. ABD Türkiye’nin damarlarına nüfuz etmişken gitmelerine gerek var mıydı?
Türkiye’nin ekseninin ABD’ye kaydırılması ve NATO ile perçinlenmesinin yanlışlığı 10 yıl içinde ortaya çıkmış, diplomatlarımız ve düşünürlerimizce görülür olmuştu. Fatin Rüştü Zorlu da bunlardan biriydi, ama devlet adamı ve siyasetçi olarak onun görmekten öte dillendirmesi ve eleştirmesi önemliydi. Ömrü yetse karşı durmak için çaba göstereceğinden hiç kuşku yok. Kısaca Yassıada Mahkemesi dediğimiz Yüksek Adalet Divanı başsavcısı Ömer Altay Egesel vatana ihanet nedeniyle idam cezaları isterken, Mahkeme Başkanı Salim Başol ve üyeler idam kararlarını verirken, Zorlu’nun vatana ihanet gerekçesinde ABD karşıtlığı ne denli etkili oldu acaba? Ulusça “Türk’tür Türk Kalacaktır” diye haykırdığımız Kıbrıs’a Türk askerinin onun çalışmaları sonucu ayak basacağını düşünebildiler mi? Hukuk dışı siyasi görüşlerin kararların oluşumunu etkilediği tartışmasız bir gerçek. Sonuçta idam ipini boğazına kendi geçirip, altındaki sandalyeyi kendi tekmeleyen Zorlu, tarihe cesur bir devlet adamı olarak gömüldü.
Türkiye’nin ABD’ye bağlanmasının baş sorumlusu “Milli Şef Sanrısı” içinde siyaset yapmış olan İsmet İnönü’dür. Talih insanları bazen kendi kazdıkları kuyuya düşürebilir. Eğer düşen bir siyaset adamı ise orada tarihin cilvesi vardır. İnönü Zorlu’nun idamından dört yıl sonra böyle bir cilveyle karşılaşacak, Amerika’ya bağlanmanın yanlışlığını acı bir şekilde yaşayacaktı. Kıbrıs’ta EOKA saldırıları sürüyor, Türkler katlediliyordu. Kuruluşunda Fatin Rüştü Zorlu’nun önderliği olan Kıbrıs Türk’ünün dayanağı “Türk Mukavemet Teşkilatı-TMT” elemanları dişlerini tırnaklarına takıp mücadele etseler, şehit oluncaya dek çarpışsalar da Rum katliamı durdurulamıyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Fatin Rüştü Zorlu’nun eseri olan Londra ve Zürih Antlaşmaları’nın tanıdığı “Garantör Devlet” hakkına dayanarak, soydaşlarını kurtarmak için Ada’ya askeri müdahale kararı veriyor, askerî hazırlıklara girişiliyordu. O tarihte çıkarma gemileri olmayan Türkiye’nin yolcu gemilerini düşünmesi de çaresizliktendi.
ABD Başkanı Johnson 5 Haziran 1964 günü Başbakan İnönü’ye içeriği diplomatik dilde “ültimatom”, gündelik dilde “haddini bil ve dur” diyen bir mektup gönderiyordu. 57 yıldan beri bu mektup Amerikan karşıtlığının sembolü olmuştur. Tercümesi beş sayfa tutan mektup ilk paragrafında, “geniş sonuçlar doğuracak böyle bir harekâtı önce bizimle görüşmeniz gerekir” diye başlıyor, “Türkiye ile Yunanistan arasındaki çatışmanın NATO’ya zarar vereceği, Kıbrıs’a müdahalenin Sovyetler Birliği’nin olaya doğrudan katılımına yol açabileceği, Sovyetler Birliği’nin Türkiye karşıtı harekatında ise NATO’nun çekimser kalabileceği, on binlerce Türk’ün Ada’da katledilebileceği” uyarılarını yapıyor, çok açık bir şekilde “NATO için verdiğimiz silah ve teçhizatı böyle bir harekâtta kullanamazsınız, buna rıza gösteremeyiz ” diyordu. Türkiye için rencide edici içeriği olan mektup, ABD’ye döndürülen eksenin NATO ile perçinlenmesinin, aslında Türkiye’nin ayağına pranga, koluna kelepçe vurmak olduğunu kanıtlıyordu.
İnönü’yü hezimetten kurtarmak isteyenler Johnson’un mektubuna, “Yeni bir dünya düzeni kurulur, Türkiye’de orada yerini alır” diye karşılık verdiğini söyleyip yaydılar. Gerçek bu değildi, İnönü’nün böyle bir sözü vardı, ama Johnson’un mektubuna karşı söylenmiş değildi. Mektuptan bir buçuk ay önce İnönü, 16 Nisan 1964’de Time dergisine verdiği röportajda Batı’daki görüş ayrılıklarına değinirken, “Müttefikler tutumlarını değiştirmezlerse, Batı ittifakı yıkılabilir. Yeni şartlarda yeni bir dünya düzeni kurulabilir ve Türkiye de bu dünyada yerini alır” demişti. İnönü’nün Johnson’a yanıtı, “Türkiye gibi bir müttefikinize karşı hayal kırıcı olmuş, ittifak münasebetlerine değinen muhtelif konularda önemli görüş ayrılıkları belirmiştir” diye başlıyor, Türkiye’nin suçlanamayacağı konusunda açıklamalar yapılıyor, “Yardımcı olursanız, Amerikan milletinin tabiatında bulunan adalet hissini kudretli otoritenizle tatbik ettirirseniz meselenin halli mümkündür” temennisiyle bitiyor, kısaca eksenin yönü korunuyordu.
Mektubunun yıkıcı etkisini göz önüne alarak İnönü’yü ABD’ye davet eden Johnson Air Force 1 adlı Başkanlık Uçağı’nı da yolluyordu. Sonuçta Türkiye’nin eksen bağlantısı korunmuştu, görünürde ABD başarmıştı, ama Johnson Mektubu silinemeyecek bir kırık oluşturmuştu. İnönü’nün bu hezimeti kabul etmesi kolay değildi. Karşılığını diplomatik yoldan vermek için Sovyetlerle diyalog arayışına girdi. Bu amaçla Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin Kasım 1964’de Moskova’ya gönderildi. Erkin Rusların güçlü Dışişleri Bakanlarından biri olarak tanınan Gromiko ile Kıbrıs sorununu görüşüp, Sovyetler Birliği’nin politikasının Türkiye lehine revizyonunu sağlayabildi. Ancak, bu revizyonda Gromiko çözüm olarak federal devlet yapısını önermiş, Türkiye de o gün için bunu kabullenmişti. İki devletli çözümün düşünülemeyişi ve Türk halkının “Ya taksim ya ölüm” diye and içmiş olmasına bakılmaksızın federasyon tezinin kabulü Türkiye’yi yıllar sürecek bir çözümsüzlük kapanına sürüklüyordu.
Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda Amerikan mandasını reddetmişti. Atatürk’ün emrinde komutanlık yapan İsmet Paşa bunu çok iyi bilmesine karşın, siyasetin İnönü’sü iken Atatürk’ün kurduğu Sovyetler Birliği dostluğunu bir yana itip, Stalin sanrısıyla İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD himayesine girmeyi kabul ediyordu. Ekseni saptırma hatası onun yüzünde 1964 Johnson mektubuyla tokat gibi patlıyordu. ABD Başkanı Johnson Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rumlarının ENOSİS amaçlarına hizmet ederek Kıbrıs’ı onlara sunuyor, İnönü’yü müdahale edememesi için engelliyordu. Kıbrıs’ın ENOSİS kapanından kurtarılması, aynı yıl Dışişleri Bakanı Erkin’e Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Andrey Gromiko’nun federal devlet önerisiyle oluyordu. Rumlar federe Türk devletini kabul etmediler. BM Güvenlik Konseyi’nin direttiği federasyona dayalı model, bugün Türk tezi olan iki devletli çözüm karşısında engel durumda.
Sovyetlerin federasyon önerisi ABD, İngiltere ve topyekûn Batı görüşüne uygundu. Ancak, Türkleri azınlık statüsü ile asimile edip silmek isteyen Rum-Helen yanlıları bunu hiçbir zaman kabullenmedi. Şimdi Türkiye’nin iki devletli çözüm önerisine Kıbrıs Rumlarının, Yunanistan’ın, Batı ülkelerinin federasyon diye karşı çıkmalarının sorumlusu diye Gromiko’yu gösterenler var. Erkin’in ziyaretine karşılık olarak Gromiko 17-22 Mayıs 1965 tarihlerinde Ankara’yı ziyaret etti. Bu ziyaretten üç ay önce İnönü Başbakanlıktan düşürülmüş, Suat Hayri Ürgüplü koalisyon hükümetiyle Başbakan olmuştu. İnönü, Gromiko ile görüşmesinde, “öğretmenim” diye Atatürk’ü kastederek, “Yapılan her şey öğretmenimin vasiyetine uymuyor, ama ben Türkiye’nin büyük kuzey komşusu ile ilişkilerini Atatürk’ün ve Lenin’in arzularına uygun şekilde kurmasından yanayım” şeklinde görüş açıkladığı söylenir. Türkiye’nin Moskova kapısını çalması ise ABD’yi tedirgin etmiş, “Sovyetlere karşı dikkatli olunması” uyarısı yapılmıştır.
Gromiko’nun daveti üzerine Başbakan Ürgüplü, Ağustos 1965’de Moskova’ya giderek yakınlaşma politikasını sürdürdü. Ürgüplü, Moskova temaslarında Batılıların destek vermediği sanayi projeleri için Sovyetler Birliği’nin desteğini istemişti. Ürgüplü Hükümeti’nde Başbakan Yardımcısı olan Süleyman Demirel, hükümet değişikliğiyle 27 Ekim 1965’de Başbakan oluyordu. Ürgüplü’nün seyahatine karşılık olarak 20 Aralık 1966 günü Sovyetler Birliği’nin Başbakanı Kosigin Ankara’ya geliyordu. Türk devlet adamlarıyla yaptığı üç günlük resmi görüşmelerin ardından İzmir ve İstanbul’u da ziyaret etmişti. Kosigin Ankara’daki karşılama töreninde, “Türkiye ile barış ve dostluk içinde yaşamak istiyoruz” demişti. Kosigin’in ziyaretiyle iki ülke arasında işbirliğine uygun bir ortam oluşuyor, Kosigin’in anlaşmazlığımız olmadığına ilişkin “İhtilafımız yok” sözü gazetelere manşet oluyordu. Ruslar “Moskof” diye hasım görülürken, komünizm tehdit olarak algılanırken, geleneksel bakışı değiştirecek gelişmeler yaşanıyordu.
Aralık 1966’da Sovyetler Birliği Başbakanı Aleksey Kosigin Ankara’yı ziyaret ediyor ve Başbakan Demirel ile uzlaşı sağlıyorlardı. Türkiye-Sovyetler Birliği dostluğu meyvesini vermekte gecikmiyor, Eylül 1967’de Moskova’ya giden Demirel beş sanayi tesisi için anlaşma imzalıyor, Ankara’ya dönüşünde ABD Büyükelçisi “Eksen mi değiştiriyorsunuz?” diyordu.
Aleksey Kosigin’in Ankara ziyaretinde Sovyetler Birliği Büyükelçiliğinde verilen davette Kosigin ile İnönü ve Demirel dostluk kadehi tokuşturuyorlar. İsmet İnönü Başbakan olduğu 1964 yılında Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’i Moskova’ya göndererek temasları başlatmış, yeni dünya düzenine adım atma stratejisiyle Sovyetler Birliği Başbakanı Kosigin’i Ankara’ya davet etmişti. Sonra iktidar değişmiş, Süleyman Demirel Başbakan olarak karşılamıştı.
19 Eylül 1967 tarihinde Başbakan Demirel 100 kişilik bir heyetle 10 gün sürecek Sovyetler Birliği gezisine çıkmıştı. Moskova’da Kosigin tarafından törenle karşılanan Demirel yaptığı konuşmada, “Türk-Rus dostluğu gelişiyor” demiş ve gazetelere manşet olmuştu. İki ülke arasında imzalanan anlaşmalarla Türkiye Sovyetler’den 200 milyon dolar tutarında kredi sağlamış, İskenderun Demir-Çelik Tesisleri, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Boraks ve Sülfürik Asit Fabrikası, Artvin Lif Levha Fabrikası Rusların malî ve teknolojik yardımıyla kurulmuştu. Menderes’in niyet edip de idamı nedeniyle yapamadığını, halefi Demirel başarıyla yapmış, Türkiye sanayileşmede ciddi bir adım atmıştı. Türkiye-Rusya ekonomik ve teknik işbirliği, Türkiye’nin sanayileşmesine Sovyetlerin katkısı ABD’yi son derece rahatsız etmişti. Türkiye-Rusya anlaşmasına karşı gelen tepkiyi söyleşimizde Demirel “Batı bundan çok rahatsız oldu” diye özetlemişti.
Söyleşimizde Demirel’e üzerinden 40 yıl süre geçmiş bu olayda özellikle Amerika’nın tepkisini sorduğumda, o günleri yaşar gibi heyecanla şöyle anlatmıştı: “1967’de yaşadıklarım gözümün önünde. Moskova’dan döndükten sonra Amerikan Sefiri Başbakanlığa geldi, beni ziyaret etti. Hâlâ gözümün önünde olay. Kapıdan girdi, daha oturmadan, ‘Aks mı (eksen mi) değiştiriyorsunuz?’ diye sordu. Sovyetlerle münasebetleri düzeltmemizden çok rahatsız olmuştu Amerika… Ayni soruyu New York Times’ın sahibi Sulzberger de gelip sordu. Ben o zaman, ‘Hayır biz sadece ülkemizi kalkındırmak istiyoruz. Biz komünist ideoloji ithal ediyor değiliz, biz fabrika ithal ediyoruz. Demir çelik fabrikasının komünisti olur mu?’ demiştim. Bizim aldığımız teknolojiydi, o günkü şartlar içinde pekâlâ iyi bir teknolojiydi. Batı Türkiye’nin sanayileşmesini istememiştir, hatta mümkün görmemiştir. Bize tavsiye edilen tarımdır ve hafif endüstridir. Ama, Türkiye bunu dinlemedi, sanayileşmeyi geniş çapta yaptı”.
Tesislerin yapımı için Rus teknik elemanlarının Türk mühendis ve işçilerle birlikte çalışacağını göz önüne alan Demirel’in Kosigin’den bir isteği de “İlişkilerimizin zarar görmemesi için gelecek teknik heyet asla komünizm propagandası yapmayacak” ricasıdır. Türk halkının komünizme karşıtlığını bilen ABD, başlayan ilişkiyi baltalamak için yoğun propagandaya girişmiş, basın yayın araçlarında bu kozu kullanmaya başlamıştır. Kosigin böyle bir şeyin olmayacağı sözünü vermiş ve Rus heyeti bir kişi dışında bu söze tam uymuştur. Uymayan kişi ise sonraki yıllarda sağcı Rus politikacı diye tanınan Türkolog, ama Türkiye karşıtı Jironovski’dir. Sovyet rozetleri dağıtırken yakalanmış, casus diye mahkeme kararıyla sınır dışı edilmiştir. Kısacası beş fabrika Türkiye’ye komünizm bulaşmasına neden olmadı, ancak Türkiye’nin sanayi kalkınmasına büyük katkıları oldu. Türkiye ve Sovyetler arasındaki ekonomik ilişkiler geliştiğinden, Rusya demir perde gerisi karanlık ülke olarak görülmemeye başlandı.
Amerika bunun acısını Demirel’den çıkardı. Türkiye’de iç politika çok çalkantılıydı, neredeyse yılda bir hükümet değişikliği oluyordu. 1971 yılına gelindiğinde Demirel’in üçüncü hükümeti işbaşında, ama Türkiye adeta kaynamaktaydı. 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamında sol düşünceler topluma yerleşmiş, öğrenciler arasında sağ-sol çatışmalar yaşanır olmuştu. ABD’nin 6. Filosu İstanbul ziyaretinde solcu öğrencilerin protestosuyla karşılaşmış, Amerikan askerleri denize atılmıştı. Ordunun içinde kıpırdanmalar olup, 9 Mart 1971’de sol görüşlü radikal bir darbe teşebbüsü engellenmişti. Kara Kuvvetleri Komutanı ve Hava Kuvvetleri Komutanı’nın da bu girişime önce destek verip sonra çekildikleri söylendi. 12 Mart 1971 günü Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlarının imzasıyla Cumhurbaşkanına sunulan ve saat 13’de TRT haberlerinin başında yayınlanan muhtıra ılımlı görülen sola karşıydı, ancak sağ kanatta olan Demirel hükümetinin istifası isteniyordu.
Ordu muhtıra vermiş, parlamento ve siyasi partiler kapatılmamıştı. Demirel, Cumhurbaşkanı Sunay’a sunduğu istifasında, “Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları tarafından zatı devletlerine, Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi Başkanlarına tevdî edilip bugün Türkiye Radyolarının saat 13.00 bülteninde Türk kamuoyuna duyurulan muhtıranın Anayasa ve hukuk devleti anlayışı ile telifini mümkün görmediğimizden, hükümetin istifa kararı aldığını saygı ile arz ederim” demiş, şapkasını alıp başbakanlıktan ayrılmıştı. Darbenin arkasında ABD vardı, Demirel yaptığımız söyleşide bunun kanıtı olarak, önce sol sonra ılımlı sağ cephede yer alan darbeci Hava Kuvvetleri Komutanı için, “12 Mart’ın hemen öncesinde Orgeneral Batur’un Amerika seyahati olduğu biliniyor” demişti. ABD Sovyetler ile işbirliği yapan Demirel’i cezalandırmıştı, ama 31 Mart 1975’de dördüncü hükümetiyle yine başbakan olan Demirel, 28 Aralık 1975’de Kosigin ile İskenderun Demir Çelik Tesisleri’ni açtı.
1960/1970’li yıllarda Türkiye karşıtı emperyalist Batı’nın ağababası ABD baskı ve sömürü cephesinin tek sözcüsü idi. Avrupa’da siyasi birlik, yani Avrupa Birliği (AB ‘EU’) henüz oluşturulmamıştı ve onun yerine ekonomik bazlı Avrupa Topluluğu (AT ‘EC’) vardı. Bu nedenle Türkiye’nin Kıbrıs harekâtına Johnson Mektubu ile ABD’nin karşı çıkışını destekleyen bir AB ortada yoktu, İngiltere ile birlikte küçük çaplı münferit çıkışlar sergilenmişti. Her dönemde Afganistan ve İran üzerinden Türkiye yolunu kullanarak Batı’ya, ABD’ye kadar giden uyuşturucu ticareti dünyanın sorunu olmuştu. ABD bu sorunla hiç bağlantısı olmamasına karşın Türkiye’deki haşhaş ekimini hedefine almış, 1970 öncesinden başlayarak Başbakan Demirel’den yasaklanmasını istemişti. Haşhaş uyuşturucu dışı kullanımla Afyon çevresindeki Türk çiftçinin önemli bir gelir kaynağıydı, bazı sınırlamalar yapılmış olsa da 12 Mart döneminin Erim Hükümeti’ne kadar yasak getirilmedi. 1971’de Erim Hükümeti haşhaş yasağını başlattı.
Özgürlükçü 1961 Anayasası’na kendi deyimiyle “şal örterek” baskı düzeni oluşturmaya kalkışan Erim Hükümetleri 1972 yılında bitse de aynı mantığın devamı olan Melen ve Talu hükümetleriyle baskı da haşhaş ekim yasağı da 1974’e kadar sürdü. 26 Ocak-17 Kasım 1974 arasında 10 ay görev yapan Ecevit’in Koalisyon Hükümeti, Türkiye’de yeniden özgürlükçü bir dönemi başlatıyordu. Ecevit demokratik sol siyaset anlayışıyla “Bozuk düzen değişecek” iddiasıyla gelmişti. Koalisyon ortağı Erbakan geleneksel sağdan farklı olarak Batı emperyalizminin karşısındaydı ve ABD’ye karşı mesafeliydi. Ecevit seçimlerde haşhaş ekim yasağını kaldırma vaadinde bulunmuştu, Başbakan olunca vaadini gerçekleştirecekti, Başbakan Yardımcısı Erbakan destek veriyordu. Temmuz 1974’de haşhaş ekim yasağı, kapsüllerin sakız için çizilmemesi, afyon sakızı elde edilmemesi koşuluyla kaldırıldı. On binlerce çiftçi mutlu, ABD rahatsız olmuştu. Ecevit-Erbakan ikilisi kararlı duruşla ABD’ye karşı ilk bilek güreşini kazanmıştı.
Nisan 1974’de Yunanistan’da Albaylar Cuntası darbe yapmıştı. Askerî hükümetlerle Cunta iktidarı 1974’e kadar sürecekti. Cunta Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması (ENOSİS) amacıyla 15 Temmuz 1974’de Rum Millî Muhafız güçlerine darbe yaptırdı. Batı’nın tanıdığı, 1964’de Türklerin egemenlik hakkını çalan sözde meşru Kıbrıs devleti yıkılmış oldu. Türkiye, Zürih ve Londra Antlaşmaları’na dayanarak garantörlük hakkıyla karşı çıktı. Üçüncü garantör İngiltere Türkiye’nin yanında yer almaktan kaçındı Ecevit’in diplomatik çabaları sonuçsuz kaldı. Emperyalist Batı çekimser görünüyordu. Türkiye gerekeni yaparak, 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı’nı başlattı. 1964’de çaresiz olan Türkiye 10 yıl sonra kendi çıkarma gemileriyle Kıbrıs’a asker çıkarıp hem Türklere ve hem de Rumlara barış getirdi. 14 Ağustos 1974’de gerçekleştirilen ikinci harekâtla Kıbrıs Adası Türk ve Rum kesimlerine ayrıldı. ABD’ye karşı bir bilek güreşi daha kazanılış oldu, 47 yıldır süregelen Barış ortamı oluştu.
ABD’ye meydan okuyan Ecevit-Erbakan ikilisi. Bu ikili sayesinde ABD’ye karşı Atatürk’ün bağımsızlık politikası uygulanabildi. 1974 yılında başkanları oldukları partilerinin işbirliğiyle kurdukları ve 10 ay görev yapan Cumhuriyet Halk Partisi – Milli Selamet Partisi Koalisyon Hükümeti ile önce haşhaş ekim yasağını kaldırarak ABD’nin bileğini büküyorlar, Kıbrıs’ta yapılan ENOSİS darbesi sonucu Adaya askeri çıkarma ile müdahale ederek, Kıbrıs’ı Yunan-Rum mezaliminden kurtarıyorlar, bugüne dek süren barışı getiriyorlardı. Böylece, ABD’ye kendi emellerine göre bizim coğrafyamızda düzenleme yapamayacağını da gösteriyorlardı
Kıbrıs Barış Harekâtı Yunanistan’da Cunta iktidarının sonu, demokrasiye geçişin başlangıcı olmuştu. Ancak Yunanistan’ın sivil yönetimi bu nimeti görmezden geldi, hezimete uğradıklarını varsaydı, Türkiye’nin Kıbrıs müdahalesini engellemediği gerekçesiyle NATO’nun askerî kanadından ayrıldı. Bu olay Türkiye-Yunanistan ilişkilerini etkiledi ve kazandığı kozla Türkiye’nin yararına bir gelişme oluştu. O tarihte NATO’nun karşısında komünist ülkelerin Varşova Paktı vardı, ama demokrasi soslu emperyalist Batı örgütü NATO, Avrupa’nın şımartılan Rum çocuğundan beklemediği ters karşılığı görmüştü. Bu olay Türk-Yunan dengesi bozuluyor diye Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi’nin denetimi konusunda Batılı emperyalistleri tedirgin etti. Batılı güçler söz konusu deniz alanlarında ihtiyaç duydukları iki ülkeyi müttefik olarak yine NATO şemsiyesi altında buluşturmak istiyorlardı. Bu amaçla Yunanistan’a NATO’ya dönmesi, Türkiye’ye ise ters tutum takınmaması telkinine giriştiler.
Türkiye Temmuz 1974’de 714 sayılı NOTAM’ı ilân ederek Adalar Denizi üstünde 50 millik alanda uçuşları kendi iznine bağlamıştı. Komuta kontrol yetkisini kaybeden Yunanistan zor duruma düşmüştü, ama NATO’nun askerî kanadına istese bile artık Türkiye’nin onayı olmadan dönemeyecekti. Kasım 1974’de Ecevit-Erbakan Hükümeti düştü ve Türkiye güven oyu alabilecek hükümet arayışına girdi. Öte yandan ABD, NATO silahları kullanıldı diye Türkiye’ye 5 Şubat 1975’de silah ambargosu başlattı. Aslında ambargo haşhaş ekim yasağının kaldırılması ve Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkmış olması nedeniyle ABD’nin bileğinin bükülmüş olmasının karşılığıydı. 13 Şubat 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devleti kurularak ABD’ye bir kez daha karşı çıkıldı. ABD’nin ambargosu beklenmiyor değildi, ambargo tehdidine aldırmayan Ecevit, Erbakan’ın desteklemesiyle askerî harekâtı yapıp ABD’ye meydan okumuştu. ABD ambargosu Türkiye’de sadece ABD karşıtlığının güçlenmesine yol açmıştır.
Mart 1975’de Demirel’in başkanlığında Erbakan’ın da katıldığı dörtlü koalisyon hükümeti kurulmuştu. Başbakan Demirel, Erbakan ve diğer ortaklarının desteğiyle ABD’ye karşı kararlı tutumla, “Ambargoyu kaldırın, aksi takdire üsleri kapatırız” diye uzlaşı aramış, ABD ambargoyu kaldırmaya yanaşmamıştı. Bunun üzerine ABD’ye karşı aynı sertlik gösterilerek, 25 Temmuz 1975 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile 21 ABD Askerî Üssü kapatılmış, Adana İncirlik Üssü’ne ise ABD üssü olmaktan çıkarılarak NATO’ Üssü statüsü görünümü verilmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri üslerin yönetimini ele almış, gönderlerden ABD bayrakları indirilerek Türk bayrakları çekilmişti. ABD’nin bir kısım askeri personeli de ülkeden çıkarılmıştı, ABD olanlar karşısında şaşkındı. Üslerin kapanmasından bir hafta sonra ABD Senatosu ambargoyu kaldırma kararı aldı, fakat Türkiye üslerin açılmasına izin vermedi. ABD bu kez ambargoyu sertleştirme kararı verdiyse de kirli Amerikan siyaseti Türkiye Cumhuriyeti’nin kararlılığını aşamıyordu.
Demek ki ABD üslerine el konulup kapatılabiliyor, Türkiye bunu 1975 yılında bir devlet politikası olarak gerçekleştirdi. Şimdi, Irak’ın kuzeyinde PKK’ya, Suriye’de PKK’nın uzantısı PYD/YPG’ye silah desteği veren ve bu terörist güçleri kendi gücü olarak varsayan, Yunanistan’da Türkiye’ye karşı üsler kuran, Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ta, Libya’da Türkiye’ye karşı çıkan, Türkiye’yi ortağı olduğu F-35 projesinden dışlayan ve parasını ödediği uçakları vermeyen, düşmanlarına karşı başvurduğu CAATSA yaptırımlarını Türkiye’ye uygulama kararı alan, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin sorumlusu ABD’ye yaptırımla karşılık vermek kaçınılmaz olmuş durumda. Bugün İncirlik ve Kürecik üsleri en kısa zamanda kapatılmalı.
Ecevit-Erbakan Koalisyon Hükümeti, Demirel-Erbakan Dörtlü Koalisyon Hükümeti parlamenter sistemin güven oyu almış demokratik hükümetleri idi. Her iki hükümet arasında güven oyu alamamış kısa süreli parlamenter hükümet de demokratik sistem hükümeti idi ve Kıbrıs Federe Türk Devleti’nin kuruluşuna destek olmuştu. ABD, bu hükümetler döneminde Türkiye’den istediği tavizi koparamamıştı. Birbirlerine karşı sert muhalif olan siyasi partiler ulusal çıkarlar için bir bütün olarak ABD’nin karşısında yer almışlardı. ABD, 1974’de Yunanistan’ın tekrar NATO’nun askerî kanadına dönmesini sağlamak istiyordu. Yunanistan 1976’da NATO’nun askerî kanadına dönmek istediğini resmen bildirdi. Ancak Türkiye, veto yetkisine sahip bir NATO üyesi olarak bunun için Adalar Denizi’ndeki komuta-kontrol alanlarının yeniden belirlenmesini şart koştu. NATO Avrupa Kuvvetler Komutanı’nın hem Ecevit ve hem de Demirel nezdindeki girişimleri eski statükonun kabulü doğrultusunda bir sonuç vermedi.
Türkiye’ye ambargo uygularken istediğini yaptıramayacağını gören ABD, 1978’de Kongre kararıyla ambargoyu kaldırdı, ama Türkiye bağımsızlık adına üslerin açılışına izin vermedi. Türkiye ve Yunanistan arasındaki anlaşmazlık sürerken, Sovyetler Birliği Akdeniz’deki etkinliğini artırmaya başlamış, Afganistan’a Taliban nedeniyle askerî müdahalede bulunmuş, İran’da ABD yanlısı Şah rejimi devrilmiş, coğrafyada siyasi dengeler değişmişti. Dolayısıyla ABD ve Batılı güçler Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına dönmesi için Türkiye’ye baskılarını artırır olmuşlardı, ama demokratik hükümetler döneminde bunu başaramayacaklarını anlamışlardı. Bu kez ABD Türkiye içinde, NATO şemsiyesi altında beslediği “oğlanlarını(!)” devreye sokup kullanacaktı. 12 Eylül 1980’da Türkiye’de darbe oluyor, ABD Merkezi Haber Alma Teşkilâtı (CIA) Türkiye Masası Şefi Paul Henze, “The boys in Ankara did it- Ankara’daki oğlanlar yaptı” diye açıklıyordu. Bu söz Türkiye medyasına “bizim oğlanlar” diye yansımıştır.
ABD artık Türkiye’ye istediğini yaptıracaktı. NATO Avrupa Kuvvetleri Komutanı ABD’li General Rogers, 17 Ekim’de Ankara’ya gelerek darbe lideri Orgeneral Evren’e Yunanistan’da genel seçimleri sosyalistlerin kazanması durumunda kaybedileceğini söyleyip, NATO’ya dönüşüne onay verilmesini istemişti. Rogers’ın Evren’e güvencesi, sadece “Asker Sözü(!)” idi. Evren için önemli olan ABD’nin isteğini yerine getirerek diyetini ödemekti, vatana ihanetten çekinmeyerek kabul etti. Türk tarafı uyanmasın tutum değiştirmesin diye NATO Savunma Konseyi 20 Ekim’de acilen toplanıp Yunanistan’ın dönüşünü onayladı. Bu toplantıda Türkiye-Yunanistan arasında yetki alanları için yapılan sözde anlaşma ise açık değildi ve karışıktı. 1981 yılında Yunanistan’ın yeni iktidarı böyle bir anlaşmayı tanımadığını açıklayarak, yetki alanlarını eskisi gibi kendi çıkarına düzenlemeye gitti. Evren’in Türkiye’ye kazandırdığı(!) “kaybı”, Rogers’ın geçersiz asker sözü olarak tarihe geçmişti.
Türkçemizde güzel bir söz vardır “Keser döner sap döner” diye. ABD’nin oğlanları hep ülkenin ve ordunun başında kalacak değillerdi, yerlerine başkaları gelecekti. Ancak, ABD’nin kendi sivil kuruluşlarında eğittiği siyasiler de vardı. 12 Eylül dönemi sonrası sivil iktidarın lideri Özal onlardan biriydi. ABD Başkanlarından Baba Bush ile güçlü ilişkiler içinde olan Özal, 1990’da ABD’nin Çöl Fırtınası Harekâtı denilen Birinci Körfez Savaşı başlamadan, Irak’ın ihraç için Ceyhan’a petrol basan Kerkük-Yumurtalık ham petrol boru hattını Türkiye’nin malî kaybına karşın ABD’ye yaranabilmek, Baba Bush’un gözüne girebilmek için kapatmış, Saddam’ın diye Türkiye’nin ekonomik damarını kesmişti. Özal, Türk askerinin ABD askerleriyle birlikte Irak’ta savaşmasından yanaydı, ama Genelkurmay sakıncalı görerek reddettiğinden başaramadı. Bu kriz Genelkurmay Başkanı değişimine neden olmuştu. Özal da tepkisini merasim kıtasını teamüle aykırı biçimde şortla selamlayarak göstermişti. ABD, 1991 Irak müdahalesine Türk Ordusu’nun “Hayır” dediğini unutmadı.
ABD’nin daha sonra Kürtleri koruma diye Irak’ın kuzeyinde uçuşa yasak bölge uygulaması, Barzani’ye devlet kurdurma örtülü planı, PKK’ya gizli silah takviyesi Türkiye’nin aleyhine gelişmelerdi, ne yazık ki bunlara fırsat tanınmıştı. Türkiye’nin PKK’ya karşı Irak’ın kuzeyinde yaptığı operasyonlardan ABD rahatsızdı. Özal Demirel’in sıkıştırmasından kaçışı Çankaya’ya çıkmakta bulunca, Demirel başbakan olmuştu. PKK operasyonlarının birinde Kürtleri desteklemek için Türk askerlerine ateş açan iki ABD helikopteri Irak’ta karşı ateşle düşürülmüş, ama resmen açıklanmamıştı. ABD gözdağı vermeyi kararlaştırarak, Adalar Denizi’nde gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi-92 sırasında, 1 Ekim 1992 günü USS Saratoga uçak gemisinden ateşlenen iki adet Sea Sparrow füzesiyle, kendisinin Türkiye’ye verdiği, Kıbrıs Barış Harekâtı’na katılmış mayın döşeme muhribi TCG Muavenet gemisini vuruyor, beş Türk askeri şehit olurken, gemi hurdaya çıkıyor, ABD’ “Yanlışlık oldu” diye açıklıyordu.
Sözde müttefikler ABD ve Türkiye arasındaki çekişme askerî zemine kaymıştı. Adıyla birlikte tarihe gömülen Muavenet vurularak yapılan uyarı Türkiye’yi elbette caydıramayacaktı. ABD helikopterleri Kürtlere silah taşıyor, Barzani başkanlığında Kürtlere ve PKK’lılara lojistik destek sağlanıyordu. Ancak, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis arazide çalışıyor, askerî önlemler alınarak ve Türkmenler hazırlanarak, yöre halkı ABD’nin kirli oyunlarına karşı aydınlatılarak, ABD’nin gizli planının boşa çıkartacak adımlar atılıyordu. ABD bu kez değerli Türk komutanı hedef alıyor, 17 Şubat 1993 günü bineceği uçağın yakıt borusuna yapılan müdahaleyle Ankara Mürtet’ten havalanan uçak patlamayla düşüyordu. Suikast başarıya ulaşmış, kayıtlara ise kaza diye geçmişti. Böylece Irak’ın kuzeyinin Kürtlere bırakılması, 10 yıl sonra Bağımsız Kürdistan’ın çekirdeğini oluşturacak Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne uzanacak yolun açılması için ABD bir adım daha atmıştı.
Haziran 1996’da Erbakan Refah-Yol koalisyonuyla başbakan olmuştu. İktidarı Haziran 1997 sonuna kadar bir yıl sürecekti. Erbakan, ABD’ye karşı bir siyasetçiydi, ama laiklik karşıtı, aşırı dinci tutumuyla Atatürk Türkiyesi’nin temel değerleriyle çelişiyordu. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı da ABD’ye mesafeliydi. 1994 yılında göreve gelince Genelkurmay Karargâhı’ndan Amerikalıları uzaklaştırmış, Irak’ın kuzeyindeki operasyonları yoğunlaştırmıştı. Hükümetin başı ve askerin başı ABD karşıtı olsalar da birbirlerine laik cumhuriyet nedeniyle zıttılar. ABD Erbakan’ın tasfiyesi için bu zıtlığı değerlendirmekten geri kalmayacaktı. Erbakan’ın İslâm ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek için 1996 yılında önce İran, Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya, daha sonra Mısır, Libya ve Nijerya ziyaretlerinde emperyalizm aracı dolarla ticarete karşı çıkması ABD’yi rahatsız etmişti. Erbakan’ın M8 (Müslüman 8 Ülke) sonraki adıyla D8 (Developing “Gelişen” 8 Ülke) projesi vardı.
Halkı Müslüman sekiz ülke olarak Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Endonezya, Malezya, Mısır ve Nijerya ekonomi politik platformu oluşturulacaktı. O dönemin gelişmiş (Developed) D-8 ülkesi, sonra Rusya dışlandığından bugünün 7 ülkesi (ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Japonya) platformuna benzer tasarlanmıştı. Erbakan dolar yerine altın lira göstererek, “İslâm Dinarı’ oluşturup ticaret yapacağız” diyordu. Projeyi kendi çıkarına aykırı gören ABD, İslâm ülkelerini sömürememe telaşına kapılmıştı. ABD, Türkiye’nin emrinden çıkmamasını ve müttefiki kalmasını gerekli görüyordu. Asker ile Erbakan’ın arasının iyi olmadığını bildiğinden ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher, Erbakan’ın iktidardan uzaklaştırılması için Türk Silahlı Kuvvetleri’nin teşvik edilmesini kendi büyükelçiliğine, NATO’ya ve gerekli yerlere mesaj göndererek istemişti. Türk Silahlı Kuvvetleri ise, irticai faaliyetlerin artmasından ve ayrıca Batı destekli olanının ortaya çıkmış olmasından rahatsızlık duyuyordu.
1996 yılında Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ve Başbakan Necmettin Erbakan, ikisi de ABD’ye karşı mesafeli, ama birbirlerine karşı da mesafeli. 28 Şubat’a uzanan bu süreç ABD’yi Erbakan sıkıntısından kurtaracaktı. Karadayı ve Erbakan, Türkiye’nin laiklik çizgisinde birlik içinde olsalardı, bu ikili ABD’ye set çekebilirdi. Erbakan’ın D(Developed)-8 ülkelerine karşı sekiz İslam ülkesiyle oluşturmak istediği D(Developing)-8 projesi, dünya ticaretinde dolar hakimiyetine karşı İslam dinarı para projesi vardı ve ABD bundan rahatsızdı.
İktidarın sağladığı ortam irticanın yeşermesine zemin hazırlamıştı. Cumhuriyetin temel kanunlarından Öğretim Birliği “Tevhid-i Tedrisat” Kanuna aykırı faaliyetler, tarikatların etkinliği, askerin içine yerleşen dinci militanlar, mezhep ayrılıklarının istismar edilmesi, millet yerine ümmet kavramının yerleştirilmeye çalışılması gibi rahatsızlıklar vardı. Batı ve özellikle ABD destekli irtica 20 yıl sonra FETÖ diye anılacak Fethullah Gülen tarikatının marifetiydi. İngilizce eğitim yapılan Gülen okulları, Türkiye’nin dışındaki ülkelere yayılmış, ABD ajanlarının üsleri durumuna dönüşmüştü. Ancak, Erbakan, Fethullah Gülen’e karşıydı. Gülen, Erbakan’dan ayrı Amerika güdümlü irticai faaliyetlerin içindeydi, eğitim kurumlarını bu amaç için kullanıyordu. Erbakan’ın iktidarında Filistin Gecesi’nin irticai propagandaya dönüşmesi, Ocak 1997’de Başbakanlık Konutu’nda cübbeli-sarıklı tarikat liderleri ve şeyhlere iftar yemeği verilmesi, bu kişilerin ulema diye tanıtılması bardağı taşıran damlalar olmuştu.
Kamuoyu önderleri, üniversiteler ve sivil toplum kuruluşları yetkilileri Silahlı Kuvvetlerin içinde oluşturulan Batı Çalışma Grubu’nun etkinlikleriyle irticai gelişme konusunda bilgilendiriliyor, laik cumhuriyete yönelik tehlikeler üzerinde aydınlatılıyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesi işi darbeye götürmeden, demokrasiyi kesintiye uğratmadan, anayasa sınırları içinde Milli Güvenlik Kurulu’nun yetkileriyle çözme kararlılığındaydı. Cumhurbaşkanı Demirel komuta kademesinin istediği irtica konusundaki görüşmeyi Kurulun gündemine almış, komuta kademesinin ve Başbakan Erbakan dahil ilgili hükümet yetkililerini katıldığı 28 Şubat 1997 tarihli toplantıda tavsiye kararları çıkmıştı. Milli Güvenlik Kurulu’nun muhtıra niteliğindeki tavsiye kararları, demokrasiyi ABD’nin istediği darbeden ve dolayısıyla tehlikeli bir dönemeçten kurtarıyor, anayasal çerçevede hükümeti uyarıyordu. Ancak, uyarı Erbakan’ın istifasına, Refah-Yol koalisyonunun çökmesine neden oluyordu.
Erbakan imzalamak istemediği kararları sonra imzaladı, uygulamaktan kaçınarak istifa etti. Refah-Yol Koalisyonu’nun ortağı Doğruyol Partisi’nin Başkanı Tansu Çiller, koalisyon protokolünün sıralı başbakanlık uzlaşmasına dayanarak, Başbakanlığın kendisine devrini istediyse de Cumhurbaşkanı Demirel hükümet yetkisinin kendi inisiyatifinde olması nedeniyle reddetti. Erbakan 28 Şubat için “askerî darbe” dememiştir ve Refah-Yol siyasetçilerinin de böyle bir şikâyeti olmamıştır. Cumhuriyet Başsavcılığı’nın açtığı dava ile Refah Partisi kapatılarak, AK Parti’nin kurulmasına uzanan süreç başlamıştı. 28 Şubat’tan 16 yıl sonra AK Parti’nin asker vesayeti iddiasıyla, darbenin maddi ve manevi unsurlarının bulunmadığının vurgulanmasına karşın, 28 Şubat için “hükümeti cebren devirmek” suçuyla dava açıldı ve onanan kararlarla 24 yıl sonra hayattaki 14 general ve amiral hapsedilip rütbeleri söküldü. Mahkeme hakiminin FETÖ bağlantısı da kararlara düşen gölge oluyordu.
ABD’nin ihanetleriyle dolu “Türkiye-ABD Müttefiklik Tarihi” birkaç cilt kitapla anlatılabilir. ABD-Türkiye ilişkisi hiçbir zaman dengeli çıkarlara oturmamış bir dost hikayesi olmamış, ilişkiler ABD çıkarlarına göre şekillenmiştir. Sorun, ABD’nin Türkiye’yi daima kendi gölgesinde tutarak kullanma plan ve isteminden kaynaklanmıştır. Kurtuluş Savaşı başlarken Osmanlı’nın bazı aydınları, bunların arasında Amerikan kolejinde eğitim görmüş Halide Edip (Adıvar) gibi ünlü kadın yazarı bile, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde Amerikan mandasının savunuculuğunu yapmıştır. Sivas Kongresi’nde buna karşı çıkan delikanlı Tıbbiyeli Hikmet, Mustafa Kemal Paşa’nın kalbine kazınırken tarihe de altın harflerle vatansever olarak kaydolmuştur. Mustafa Kemal Paşa mandayı reddetmiştir.
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği karşısında ABD’ye dostluğu aşan muhabbetle yaklaşması, Amerikalıların Türkiye’yi kendilerine koşulsuz bağımlı ülke gibi görmelerine yol açmıştır. Çıkarlar çeliştikçe sürtüşmeler başlamış, ABD Türkiye’ye ayar vermek adına müdahalelere kalkışmıştır. Bu müdahaleler 2000 yılı öncesinde örneklediğimiz şekillerde olduğu gibi, 2000 sonrasında da sürmüştür. Saddam’ı devirmek için kitle imha silahı olduğu yalanıyla yapılan 2003 İkinci Körfez Savaşı da Türkiye-ABD arasında önemli bir kırılma noktasıdır. ABD askerlerini Türkiye üzerinden Irak’a sokma bahanesiyle, Türkiye’de Karadeniz kıyısına varıncaya dek üsler elde etmeye, büyük bir askeri güçle Türkiye’ye yerleşmeye karar vermişti.
ABD’nin planı TBMM’de bozulacaktı. AK Parti’nin Abdullah Gül başkanlığındaki birinci hükümeti 23 Şubat 2003’de ABD askerlerinin Türkiye’yi kullanabilmesi için TBMM’ne bir tezkere sunmuştu. “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Yabancı Ülkelere Gönderilmesi ve Yabancı Silahlı Kuvvetlerin Türkiye’de Bulunması İçin Hükümete Yetki Verilmesine İlişkin Başbakanlık Tezkeresi”, adının ikinci bölümüyle önemliydi. Türkiye’nin güneyine on binlerce Amerikan askeri yerleştirilecek, ABD-Irak Savaşı’nın kuzey cephesi Türkiye üzerinden açılacak, Türkiye’de üslenmek üzere 62500 Amerikan askeri, yani, işgal ordusu gelecekti. AK Partililerin büyük çoğunluğu, o zaman siyasi yasaklı olan Genel Başkan Tayyip Erdoğan bile böyle bir tezkerenin Meclis’ten geçmesini istemişti.
Amerikan askerleri gemilerle Akdeniz’e gelmişler, Türkiye’ye çıkmayı beklemişlerdi. O günlerdeki CHP, henüz bugünkü (Yeni) Y-CHP’ye dönüştürülememişti ve Genel Başkanı Deniz Baykal’dı. 1 Mart 2003 günü Baykal, metni resmen açıklanmayan tarihi bir konuşma yapıyor, tezkerenin reddini istiyor, AK Parti’nin önde gelenleri kabulü için çalışıyor, hatta ABD Dışişleri Bakanı ile telefon bağlantısını sürdürüyorlardı. Meclis’te tansiyon yüksekti, 1 Mart tezkeresi diye anılacak tezkerenin oylamasına 553 milletvekili katılmış, 250 ret, 264 kabul, 19 çekimser oy kullanılmıştı. İlk önce kabul edildi sanılıyor, ama Meclis Başkanı öyle olmadığını açıklıyordu. Kabul oyları Anayasa’nın öngördüğü 267 salt çoğunluğa ulaşamamış ve tezkere reddedilmişti. AK Parti içinde de tezkereye karşı çıkanlar vardı, tezkereciler şok olmuştu, Meclis tarihi bir karar vermişti.
TBMM’nin 1 Mart 2003 tezkere kararı ABD’ye Türk devletinin attığı tokattır. Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, ABD’ye verdikleri sözü yerine getirememiş, tüm çabalarına karşın tezkereyi Meclis’ten geçirememişlerdi. Türkiye, 62500 Amerikan askerinden kurtarılmıştı.
Türkiye ve ABD farkında olmadıkları bir yol ayrımına gelmişlerdi. AKP hükümeti ABD’nin tersyüz edilmesine çare arayışıyla Türk hava sahasını kolayca kullanma olanağı sunuyordu, ama bu kırılmaya çare değildi. ABD tezkereyi unutmayacak ve intikam hesabına yazacaktı. Irak Savaşı (İkinci Körfez Savaşı) ABD’nin Saddam’a vurmasıyla başladı ve kısa zamanda Irak işgal edildi. ABD, Irak’ın Savaş sonrası üç parçalı federasyon olmasına karar vermişti, yeni düzenlenen Anayasa ile bunu dayattı. Türkiye’nin güneyinde Kürt devletinin çekirdeğini oluşturmak üzere oluşturulan Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi federasyonun bir parçası oluyor, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine ilişkin geçmişteki kırmızı çizgileri tarihe gömülüyordu. ABD bugün Suriye’nin kuzeyinde de Kürt devlet yapısı oluşturup ikisini birleştirme çabasında.
ABD’nin Türkiye karşı hareketleri, hatta tahrikleri hep süregeldi. 1 Mart Tezkeresi hezimetine karşılık olarak ABD askeri kanadının yaptığı hareket, 4 Temmuz 2003 günü Süleymaniye’de özel kuvvetler Türk karargâhında görevli binbaşı komutasındaki toplam 11 Türk askerinin başına çuval geçirilerek, 60 saat gözaltında ve sorguda tutulmaları ABD’nin yeni bir tahrikiydi. Ancak Genelkurmay o gün için buna karşılık verilmesini istememişti, ama bu olay Türk askerinin kalbine intikam alınması gereken gelişme olarak kazınmıştır. Daha sonra çuval olayının hesabı Türk gençliği tarafından ABD askerlerine verilen karşılıkta da görülecekti. ABD Büyük Ortadoğu Projesi ile Büyük İsrail’e zemin oluşturacak Özgür Kürdistan projesine hız veriyor, sözde terör örgütü dediği PKK’yı Türkiye’ye karşı açıkça donatmaya başlıyordu.
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi için bölgede oyun oynatmak amacıyla, İngiltere ile birlikte karanlık bir terör gücü olarak “Irak ve Şam İslâm Devleti (IŞİD-DEAŞ)” örgütünü kurduğu biliniyor. PKK’nın Suriye uzantısı PYD/YPG ise ABD ordusuna entegre olmuş silahlı gücü durumuna geliyordu. ABD, NATO ile elini kolunu bağladığı Türkiye’yi müttefik maskesi altında arkadan hançerleme çabasındaydı. ABD İstihbarat Örgütü CIA’nın elinde olan FETÖ örgütünün kumpaslarıyla Türk Ordusu’na darbe vuruluyor, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri’nin onca subayı iftiralarla hapsediliyor, uydurma suçlamalarla mahkeme oyunlarına gidiliyor, ayrıca Türkiye’de iktidarı tümüyle ele geçirebilmek için siyasi ve adli oyunlarla hükümet düşürülmeye çalışılıyordu.
ABD, İngiltere, NATO’yu da kullanarak bir iç karışıklık bahanesiyle Türkiye’yi işgal edebilmek için Türk Ordusu’nun içine yerleştirilmiş FETÖ hainleriyle 15 Temmuz 2016 darbe girişimini yaptırıyor, Türk ulusunun özgürlük ve demokrasi aşkıyla darbeye karşı Erdoğan iktidarını korumak için sivil halkın tanklara, uçaklara aldırış etmeden şehit olmayı göze alıp sahaya çıkması, Ordunun Atatürkçü kesiminin FETÖ kuvvetlerini güvenlik güçleriyle birlikte etkisiz hale getirmesi sonucu hezimete uğruyordu. Başarı sağlayıp Türkiye’de iç çatışma başlatabilselerdi, Kıbrıs’taki üslerinden gelecek İngiliz askerleri ve ABD, NATO güçleri sözde Türkiye’de düzeni ve demokrasiyi tesis etmek için ülkeyi işgal edeceklerdi. ABD ve dostları yapamadı, Türk halkı ve vatansever askerleri 15 Temmuz’u “Demokrasi ve Millî Birlik Günü” yaptı.
ABD’nin CIA-FETÖ işbirliğiyle kotardığı 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, Türk halkının darbeci askerlere karşı çıkmasıyla sonuca gidemiyordu. Darbeciler TRT ekranlarında yönetime el koyduklarını açıklayan bildirilerini okutmuş olsalar da Türk halkının önlemesiyle başaramadılar.
NATO üyeliği ve ABD müttefikliğinin Türkiye’ye kaybettirdikleri sayılamayacak kadar çok. Türkiye’ye uçaksavar hava savunma sistemi satmayan, 15 Temmuz sonrası Türkiye’nin Rusya’dan almak zorunda kaldığı S-400 sistemini de NATO standartlarına uymuyor diyerek kullanmasını istemeyen ABD, Türkiye’ye parasını ödediği ve proje ortağı olduğu F-35 uçaklarını vermezken, Suriye’deki PYD/YPG’yi silahlandırmayı sürdürüyor, Türkiye’ye karşı ada işgallerini ve düşmanca tutumu süren Yunanistan’ı üslerle ve son sistem silahlarla donatıyor. Parası ödendiği halde teslim edilmeyen F-35 uçakları, Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı’nın İngiltere’den parasını peşin ödeyerek satın aldığı ve Türk bayrağı çekilen Sultan Osman ve Reşadiye gemilerine el koymasını hatırlatıyor. ABD’de el koyduğu F-35’leri Yunanistan’a vermiş bulunuyor.
Türkiye Batı emperyalistlerinden sadece ABD’nin hedefinde ve ağında değil. Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan (AET) Avrupa Birliği’ne (AB) evrilmiş örgüt de Türkiye’ye ağ atmış bulunuyor. Düne kadar İngiltere’yi de içeren, bugün Almanya ve Fransa ağırlığında olan Batı çıkarlarını koruyan ve emperyalist hedefleri bulunan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik için Türkiye 1963 yılında başvurmuştu. Topluluğun adının Türkiye’de Ortak Pazar olarak anıldığı o dönemde “Onlar ortak biz pazar olacağız” diye sömürü yönüne dikkat çekiliyordu, ama AB’ye yamanmayı marifet sayanlar hep vardı. AB üyeliği peşinde koşmamış ne bir parti ve ne de bir lider oldu. 1974 yılındaki Karaoğlan Ecevit bile değişmiş, Batı’ya karşı yumuşak tutum sergiler olmuştu. Nitekim son başbakanlığında AB ile imzaladığı anlaşmada yerel yönetimlere tartışmalı haklar veren, özerklik çağrıştıran hükmü görmezden gelebildi.
1959 yılında Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’na ortaklık başvurusuyla başlayan AB sürecine üyelik düşüyle katkıda bulunmayan hiçbir iktidar yok. Son Ecevit Hükümeti Katılım Ortaklığı Belgesini kotarıyor, Başbakan Ecevit (yanağı okşanan uslu çocuk), 11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde imzayı atıyor, Türkiye aday ülke olarak teyit ediliyordu. 16/17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi’nde Türkiye’nin tam üyelik müzakerelerine 3 Ekim 2005’de başlanması kararlaştırılıyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, 7 Ekim 2005’de Roma Campidoglio’da Avrupa Birliği Anayasası’na imza atıyorlardı. Ancak, Türkiye ile müzakere süreci sonlandırılmayacak, engellemelerle açılması gereken fasıllar açılmayacak, Türkiye oyalanarak AB’nin çıkarları doğrultusunda yönlendirilecek, geçen 62 yıla rağmen üye yapılmayacaktı. Şimdi AB, Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın çıkarlarını savunuyor, Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi’ni Yunanistan’a münhasır ekonomik saha yapma hayali peşinde koşturuyor.
AB, halkı İslâm olan Türkiye’nin kalabalık nüfusuyla üyesi olmasını hiç istemedi, ama üyelik öyküleriyle oyalayıp, Gümrük Birliği gibi Türkiye aleyhine AB lehine mekanizmayı kurup çıkar elde etti. Kendi hukukuna aykırı biçimde Kıbrıs Rum kesimini üye yapıp, Türk kesimi için Rumlara teslim olmaları tuzağını kurdu. Şimdi Türkiye’nin Mavi Vatan sınırlarına karşı çıkıp, Yunanistan’dan yana tavır alarak, emperyalist tutum sergiliyor. Adalar Denizi, Adriyatik Denizi, doğusu ve batısıyla bir bütün olan Akdeniz üzerinde AB egemenliği tesis etme amaçları ve emperyalist planları var. Tarihte Akdeniz’i bir Türk gölü yapan Barbaros Hayreddin onlar için bir Türk amirali değil, sadece geçmişte kalmış bir korsan olsa da Barbaros’un torunları Türk donanmasında görev başında, Batı’nın emperyalist emellerine set çekmeye hazır olarak bekliyorlar.
AB’nin Türkiye karşıtı tutumu, Türkiye’nin üyelik hayallerine set çekilmesi son dönemlerde ortaya çıkan bir olgu değil. 2002 yılında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, Harp Akademileri Komutanlığı yıllık toplantısında yaptığı konuşmada, dünyanın jeopolitik koşulunu göz önüne alarak, öneride bulunuyor ve “Türkiye AB’den yardım görmemiştir. AB Türkiye’nin menfaatini ilgilendiren sorunlarına menfi bakıyor. O halde Türkiye’nin birtakım arayışlar içinde olmasına gerek vardır. Kendisini her şeye rağmen Amerika’ya yakın göstermeye çalışan Rusya da bir yalnızlık içindedir. Amerika’yı gözardı etmeksizin, mümkünse İran’ı da içine alacak bir arayış içinde olunmasında fayda umduğumu belirtmek istiyorum” diyordu.
O gün için bu öneri çok sivri bulunuyor, Orgeneral Kılınç büyük eleştiriye maruz kalıyordu. AK Parti iktidarı Kıbrıs’ta Denktaş’ı dışlayıp, destekleyerek iktidara getirdiği Mehmet Ali Talat marifetiyle Kıbrıs’ı Rumlara teslim edecek Annan Planı’nı AB üyeliği hayaliyle destekliyordu. Kendi AB üyeliklerini garantileyen Rumlar ise planı referandumda reddederek, Türkiye’ye ve Türklere farkında olmadan hizmet etmişlerdir. Kıbrıs Türklerine “AB hayalinize kavuşmak için Rum vatandaşlığını kabul edin” oltası atılmıştır. Türkiye’nin AB üyelik görüşmelerinin önüne de Demokles’in kılıcı gibi Kıbrıs Rum Yönetimi vetosu engeli çıkarılmıştır. Bu engeli aşabilmesi için Türkiye’nin Kıbrıs Rum Devleti’ni tanıması, limanlarını Rum gemilerine açması istenmiştir.
AK Parti iktidarı ilk yıllarında devlet üzerinde asker vesayeti sanrısıyla kurtuluş yolunu AB’ye yanaşmakta görmüştü. Türk Ordusu’na karşı kurulan kumpaslarda ABD, FETÖ örgütüyle ön planda olsa da AB de geri planda kalan destekçiydi. Gizli hesaplarıyla gerek ABD ve gerekse AB hiçbir zaman Türkiye’nin gereksinim duyarak aradığı güvenilir dost olmadılar. 15 Temmuz 2016 sonrası Türkiye’nin ABD’ye ve AB’ye bakışı değişmiş, Türkiye Rusya, Çin ve Asya ülkeleriyle ilişkilerini geliştirme arayışına yönelmişti, ancak bu arayışın sonu bugüne dek getirilemedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şanghay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerin geliştirilmesini isteyen söylemleri oluyordu ve bu isteğini 18 Kasım 2016 Pakistan dönüşü uçakta şöyle dile getirmişti:
“Türkiye bir kere kendini rahat hissetmeli. ‘Benim için varsa yoksa AB’ dememeli. Benim kanaatim bu. Yani bazıları eleştiriyor olabilir, ama ben kendi kanaatimi söylüyorum. Mesela, ‘Şanghay beşlisi içerisinde Türkiye niye olmasın?’ diyorum. Bunu Sayın Putin’e olsun, Nazarbayev’e olsun, şu anda Şanghay beşlisinin içinde olanlara da söyledim. Başlangıçta beş ülkenin kurduğu Şanghay İşbirliği Örgütü’ne Özbekistan, Pakistan, Hindistan gibi ülkeler dahil oldu. İran da girmek istiyor. Sayın Putin bunu değerlendiriyoruz gibi bir ifade kullandı. Temenni ederim ki orada olumlu bir gelişme olması halinde, yani Türkiye’nin Şanghay Beşlisi içerisinde yer alması, bu konuda çok rahat hareket etmesini sağlayacaktır diye düşünüyorum”.
Sayın Erdoğan’ın bu açıklamasına sitemizde 29 Kasım 2016 tarihli ve “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Haklı İstemi: “Şanghay İşbirliği Örgütü’ne Tam Üye Olmalıyız!” başlıklı Arayış-Gündem yazımızda yer vermiştik. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamasında örnek gösterdiği İran Şanghay İşbirliği Örgütü’ne bu yıl üye oldu, ama Türkiye bir adım bile atamadı. Başlangıçta 5 üyesi olan ve bu yüzden kuruluşunda Şanghay Beşlisi denilen, ancak bugün Doğu’nun NATO’su olarak nitelendirilen örgütün üye sayısı İran’la 9 olmuş bulunuyor. Ne yazık ki 2016’dan bir iki yıl sonra Türkiye’nin tutumu değişiyor, ABD’ye, NATO’ya ve AB’ye tavizler yeniden başlıyordu. Öyle ki bir yıl önce Türkiye Doğu Akdeniz’den arama ve sondaj gemilerini çekiverdi. Bu taviz ortamında Şanghay İşbirliği Örgütü’nün unutulmasına hiç şaşılmamalı…
Türkiye’nin son dönemde verdiği en önemli taviz, Mavi Vatanı üzerinde Doğu Akdeniz’deki arama çalışmalarını durdurmuş olmasıdır. ABD, Türkiye’nin Doğu Akdeniz aramalarına karşı çıkmakta. AB ise Doğu Akdeniz’in hidrokarbon kaynaklarını Kıbrıs Rum Yönetimi’ni ve Yunanistan’ı kullanarak Avrupa’ya aktarma peşinde ve bu hedefi ABD tarafından destekleniyor. Yunanistan ile zorlama sonucu başlatılan ve bir sonuca ulaşması söz konusu olmayan, ancak bir türlü sonlandırılmayan ABD-AB baskısıyla sürdürülen istikşafi görüşmeler, Türkiye’nin arama gemilerini geri çekmesine neden oldu. AB, Türkiye’yi avutucu önerilerle oyalarken, ABD ise S-400’ler nedeniyle gerilen ilişkilerle Türkiye’ye baskı yapmakta, Yunanistan’a kara ve deniz üsleri kurarak Türkiye’yi çevrelemiş bulunmakta, adım atmasına fırsat vermek istememekte.
2020’de arama ve sondaj gemilerimiz ABD’ye, AB’ye ve NATO’ya verilen ödünler sonucu, Yunanistan ile bir çözüme ulaşması söz konusu olmayan, gereksiz istikşafi görüşmeler bahanesiyle geri çekildi. Mavi Vatanımız Türkün bayrağını gözleyerek hüzünle dalgalanıyor. Türkün Kızıl Elması Mavi Vatanı donanmamızca korunsa bile sahipsiz olmadığı için aramalara yeniden en kısa zamanda başlanmalıdır. Türkiye, artık 28 derece doğu boylamının batısına da geçerek aramaları geliştirmeli ve Kıbrıs çevresinde sondajlarını yeniden sürdürmelidir.
Türkiye’nin kıta sahanlığının batı sınırı 23 derece 20 dakika doğu boylamına kadar uzanmakla birlikte, Libya ile yapılan anlaşmada geri çekilerek, 26 derece 19 dakika doğu boylamından çizildi ve 80 bin kilometrekare deniz alanı dışarıda bırakıldı. 80 bin kilometrekare içinde Girit Adası’nın güneyinde ve kuzeyinde Yunanistan’a, ayrıca Libya’ya ve Mısır’a bırakılan deniz alanları var. Yine de sınırın Girit Adası’na kadar dayandırılmış olması başarıdır. Gelecekte koşullar elverdiğinde 80 bin kilometrekare alanın geri kazanımı söz konusu olabilecektir. Türkiye’yi Kıbrıs’ı işgal etmekle suçlayanlar, listeye Libya’yı da eklediler. Libya’yı sömürmekten vazgeçmeyen Avrupalı emperyalistler, AB örgütü şimdi Türkiye’nin Libya’da olmasından şikayetçiler.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı 26 derece doğu boylamına kadar uzanmakla birlikte, Türkiye şimdiye kadar Soros’un International Crisis Group kuruluşunca 2012 yılında çizilen 28 derece doğu boylamının hep doğusunda arama çalışmaları yapıldı. TPAO’ya verilen ruhsatlar olmasına karşın Soros sınırının batısına hiç geçilmedi. Bu çarpık tutum Yunanistan’ın çıkarı adına ABD’ye verilmiş bir ödündür. Artık bu sınırın aşılması zamanı gelmiş bulunuyor.
Bugün ABD ve AB birlikte hareket ederek, Libya’da, Kıbrıs’ta, Doğu Akdeniz’de, Adalar Denizi’nde, Suriye’de ve Kafkaslar’da Türkiye’nin tutumuna karşı çıkıyorlar. Türkiye’yi vazgeçirmeye yönelik baskı politikasıyla tavizler peşindeler. Ne yazık ki bu baskılar sonucu Türkiye son bir yıldır Doğu Akdeniz’de geri adım attı. Türkiye Petrolleri’ne arama ruhsatı verilmiş olmasına karşın, sınırları ilân edilmiş Türk kıta sahanlığı üzerinde kalan ve daha önceki yazılarımızda vurguladığımız 28 derece doğu boylamı, yani Soros sınırının batısında hiçbir arama başlatılamadı, sismik tarama bile yapılmadı. Daha da önemlisi Kıbrıs çevresinde yapılan sondajlarda umutlu görülen yerler olmasına karşın, o sondajların sürdürülmesi yoluna gidilmedi gidilmiyor…
Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’taki haklı tutumuna karşı olan ABD, Yunanistan’ın uzlaşmaz tutumunu olağanüstü desteklerle, üslerle ve uçak gemisinin bayrak göstermesiyle teşvik etmekte. Doğu Akdeniz sorunu, Suriye sorunu ile entegredir. ABD, hedefi Kürdistan’ın önündeki engeli kaldırmak için olduğu kadar, Doğu Akdeniz’de egemenliğine de karşı olması nedeniyle Türkiye’nin tehdit oluşturduğunu iddia etmektedir. ABD’nin Büyük İsrail’e evrilecek Bağımsız Kürdistan projesini tersyüz edebilmek için Türkiye’nin Rusya ile Suriye ilişkisini, Esat anlaşmazlığını gidererek yeniden düzenlemesi zorunludur. Esat ile kıta sahanlığı sınırlama anlaşması da yapılmalıdır. ABD’nin Doğu Akdeniz’e ve Karadeniz’e yerleşme çabaları karşısında, Türkiye’nin Rusya’yı Doğu Akdeniz’de sözle değil fiilen yanına çekmesi gerekiyor.
Türkiye, oyalama taktikleri baskılarla beklemeye sokulmuşken, ABD Suriye’yi bölme politikasını uyguluyor ve Suriye’nin kuzeyinde Batı Kürdistan’ı kurma çalışmalarını sürdürüyor, Rusya da bunu teyit ediyor. Türkiye’nin askerî Suriye harekâtı gündemde olsa da girilen ekonomik açmaz ortamında yapılıp yapılamayacağı kuşkulu. Bu ayın başında ABD, Fransa, İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, İtalya, Mısır savaş gemilerinin ve uçaklarının yer aldığı tatbikata altı enerji şirketinin temsilcilerini de katmışlardı. Bu şirketler ABD’li ExxonMobil, Chevron ve Noble Energy ile birlikte İngiliz British Petroleum, İtalyan ENI olarak açıklandı. Tatbikatın amacı içinde arama gemilerinin ve sondaj platformlarının güvenliğinin sağlanmasına yer verilmişti. Türkiye yeniden Doğu Akdeniz’de aramaya çıktığı zaman, karşısında ABD donanmasını bulma olasılığı yok değil. ABD ve AB destekli Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi, Türk kıta sahanlığını ihlâl amaçlı girişimlerinin Türk gemilerince engellemesi karşısında ABD’ye dayanarak intikam alma arayışındaydılar.
Biden, ABD Başkanı seçildikten sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı aylarca telefonla aramamış, ancak gerçekte yapılmamış bir soykırımı anma günü diye uydurulan 24 Nisan öncesinde, ABD’nin Ermeni soykırımını resmen kabul edeceğini duyurmak bahanesiyle aramıştı. Daha sonra ikili Brüksel NATO Zirvesi marjında (kenarında ya da ara boşluğunda), 14 Haziran 2021 günü 90 dakika süren bir görüşme yaptılar. Tebessüm eden yüzlerle ve yumruk tokuşturmayla başlayan görüşme sonrasında Ermeni soykırımı krizi sorulunca Erdoğan medya temsilcilerine, “Hamdolsun hiç gündeme gelmedi” yanıtını veriyordu, peki neler gündeme gelmişti? Türkiye’nin NATO müttefiki gibi davranmadığını iddia eden ABD’nin Rusya’dan alınan S-400’lerine itirazı ve Türkiye ile başta NATO kapsamında yapılabilecek sözde işbirlikleri. Türkiye’nin ABD’ye tepkisi ise Biden’ın yüzüne söylenmiyor, Türkiye’de söylenen sözde kalıyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 19 Eylül’de Birleşmiş Milletler toplantısı için Washington’a gidiyor, Biden ile görüşüp görüşmeyeceği gündeme geliyordu, ama Biden randevu vermiyordu. Türkiye’ye dönüşünde uçakta gazetecilere Erdoğan, ABD Başkanı Biden ile ilişkilerinin iyi olmadığını belirterek, “Kötü bir başlangıç yaptık” diyor ve ekliyordu: “İki NATO ülkesi olarak çok daha farklı konumda olmamız gerekir. Ben şu ana kadar Amerika’daki liderlerin hiçbiriyle böyle bir konum yaşamadım”. Erdoğan uçakta, ABD’nin Suriye’deki terör örgütlerine yüklü miktarda silah, araç ve gereç vermesinden yakınıyordu. ABD Suriye’deki PYD/YPG’ye yardım yapmakla kalmamış, Suriye’deki üsleriyle ve Yunanistan’a kurduğu üslerle Türkiye’yi çembere almıştı. Türkiye’ye vermediği beşinci nesil F-35 uçaklarını Yunanistan’a veriyor, ayrıca ağır silah yardımında bulunuyor, Yunan donanmasını geliştirmeye çalışıyor, Kıbrıs Rum kesimine de silah yardımı yapıyordu. Tüm bu Türkiye aleyhine gelişmelere karşın, Biden’ın yüzüne eleştiri yapılmıyor “Ne oluyor?” diye sorulmuyordu!...
İkinci Erdoğan-Biden görüşmesi 31 Ekim 2021’de Roma’da G-20 Zirvesi’ndeki buluşma fırsatıyla gerçekleşiyordu. Yarım saat planlanan görüşmenin bir saat beş dakika sürmesi, Türkiye’nin yandaş medyasında diplomatik başarı gibi gösterilmek istendi. Oysa, ABD’ye söylenmesi gerekenler için sürenin kısalığı ya da uzunluğu önemli olmayıp, önemli olan kararlılıkla ABD’nin emperyal oyunlarına karşı itirazın ifadesine ilişkin siyasi kararın verilebilmesiydi. Türkiye bu kararı vermiş değil, yumuşak görüşmelerle sıkıntıları ifadesinin yeterli olması da olanaklı değil. Türkiye ABD’ye karşı eksen değişikliğini, Rusya-ABD arasında denge arayışıyla, ABD ile bağlantıyı koparma sonrasının endişesiyle gerçekleştiremez. Kurtuluş Savaşı’nda tam bağımsız Türkiye’yi savunan Mustafa Kemal’in “Ya istiklâl ya ölüm” kararlığında ön alıcı siyaset anlayışı gerekir. Gereken bu anlayışın bugün eksikliği ortada.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD Başkanı Biden ilk olarak 14 Haziran 2021’de Brüksel NATO Zirvesi, ikinci kez 31 Ekim 2021 Roma’da G-20 Zirvesi marjında (arada) görüştüler. Lozan Antlaşması’na göre hakkı olmaksızın “Ekümenik Patrik” sıfatını kullanıp kendini üst düzeyde gösteren, her zaman Türkiye’yi Batılılara şikâyet eden İstanbul Fener Rum Patriği (Papaz) Bartholomeos’u devlet başkanı gibi Beyaz Saray’da kabul eden Biden, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Beyaz Saray’a davet etmeyerek dışlamakta, iki devlet başkanının görüşmesi ancak zirveler bahanesiyle başka ülkelerde toplantı arasında gerçekleşmektedir. Her iki toplantıdan Türkiye-ABD sorunlarını çözecek sonuç çıkmamış, kaldı ki sorunlar gereğince tartışılmamış, planlananı aşan gerçekleşen görüşme süreleri kamuoyuna sanki başarı diye sunulmuştur.
Türkiye ve ABD arasında ilişkilerin koparılmasına neden olacak onca sorun varken, ABD Türkiye’yi müttefik değil, örtülü düşman görüp hedef seçmişken, 31 Ekim 2021 görüşmesinin ardından iki lider arasında pozitif bir atmosferde gerçekleştiği savlanan görüşmede ikili ilişkiler ve bölgesel konuların ele alındığı açıklanıyordu. Türkiye-ABD ilişkilerini daha güçlendirmek ve geliştirmek için müşterek irade beyanında bulunulduğu ve bu doğrultuda ortak bir mekanizma kurulması konusunda mutabık kalındığı açıklamada yer almıştı. Türkiye ABD’den vermediği F-35’ler yerine F-16 almak ve mevcut F-16’larının modernizasyonu için işbirliği istemişti. F-16’lar F-35’den geri bir uçak modeli iken, Türkiye’nin bu isteği ABD’yi sınama taktiği miydi? Erdoğan’ın Roma dönüşü gazetecilere “Libya’da, Doğu Akdeniz’de Amerika ile ilişkileri güçlendireceğiz” demesi de kafaları karıştıran ters bir açıklamaydı.
ABD ile anlaşmazlığın sürdüğü ve gerçekçi sonuca götürülmekten kaçınılan bu kararsız ortamda, iki görüşme arasında Cumhurbaşkanı Erdoğan, 29 Eylül’de Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile bir araya geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak için gittiği ABD’de Türk ve Amerikan basınına verdiği demeçlerde, Biden yönetiminin gidişatının hayra alamet olmadığını söylemişti. Bu nedenle Erdoğan-Putin görüşmesi, yabancı gözlemciler açısından da önem taşıyordu. Erdoğan ve Putin üç saatlik görüşmenin ardından basın toplantısı düzenlemediler, ama her ikisi lider görüşmeyi “verimli ve yararlı” olarak değerlendirdiler. Suriye sorunundan silah sanayiinde işbirliğine kadar geniş bir kapsamda görüşmüşlerdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye ile Rusya arasında savunma işbirliğinin artırılacağı sinyalini veriyor, iki liderin birbirine yaklaştığı dile getiriliyordu. İki ülke işbirliğinin artırılmasında mutabakat sağlanmış, Erdoğan Türkiye’nin iki nükleer santral projesini daha Rusya’nın gerçekleştirmesini istemişti. Ünlü Rus siyaset bilimci ve dış politika uzmanı Aleksandr Dugin Soçi zirvesini değerlendirirken, Türkiye ile Rusya’nın yeni bir yola girdiğini ve bunun tüm dünyayı etkileyeceğini söylüyordu. Dugin, “Bu tarihi buluşmada konuşulanların önemli bir kısmı sır olarak kalacak. Biz sadece sahada yansımalarını göreceğiz… ABD ve diğer ülkeler Türkiye’ye karşı 15 Temmuz öncesi sahip oldukları etkiyi ve gücü kaybettiler, artık darbe yaptırma imkân ve ihtimalleri de yok. Bu noktada Türk-Rus ilişkileri belirleyici rol oynuyor” diyordu.
Her koşulda anlaşıp uzlaşabilen iki dost devlet başkanı Erdoğan ve Putin, son kez 29 Eylül 2021’de Soçi’de görüştüler. İşbirliğinin sürdürülmesi mutabakatı sağlanan ve önemli bir bölümü sır olarak saklanan toplantının sonuçları, Rus strateji uzmanı Dugin’in ifadesiyle zaman içinde sahada görülecek. Erdoğan ve Putin görüşmeyi verimli ve yararlı olarak değerlendirdiler.
Dugin, Soçi Zirvesi değerlendirmesinde, “Rusya ve Türkiye’nin askerî ve ekonomik açıdan karşı karşıya gelmeyeceğini, Rusya’nın Türkiye’nin Mavi Vatan doktrinini desteklediğini” söylerken, “Kırım konusunda ciddi bir ihtilafın yaşandığını” da vurguluyordu. “Kırım’ı kendi toprağı olarak gören Rusya’nın bu konuda taviz verme ihtimali yok. Bizim Ukrayna ile ilişkimiz Türkiye’nin Yunanistan ile olan sorunlarına benziyor. Bizim Türk-Yunan sorunlarına karışmadığımız gibi, Türkiye’nin de Ukrayna ile olan tartışmalarda taraf olmaması gerekiyor. Şayet Türkiye, Kırım konusunda iddiasından vazgeçerse, Rusya da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni meşru devlet olarak tanır” diyordu. Kırım-Kıbrıs kartı daha önce bu sitemizdeki yazılarımızda bizim de savunduğumuz uzlaşma kozudur. Kaldı ki bugün Abhazya ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması Rusya’nın çıkarına uygun ve ılımlı yaklaştığı konular oldu.
ABD ile anlaşmazlığa karşın Rusya ile uzlaşma var. Bu elbette önemli bir güvence. ABD’de son 5-6 yıldır ağırlık kazanan görüş, Türkiye’nin yönlendirilemeyecek güvenilmez müttefik olduğu. Türkiye’yi Büyük İsrail’e uzanacak yolda Bağımsız Kürdistan için engel görmekte. Türkiye’nin Rusya ile yakın ilişkiler geliştirme kararlılığı ABD’yi endişelendiriyor. Tüm olumsuzluklara karşın, Türkiye NATO’ya ve Batı askerî işbirliğine bağımlılığını sürdürüyor. Türkiye’nin ekonomik darboğazı, Batı finans sistemlerine bağımlılığı, ABD ile yaşanacak büyük bir krizin ekonomik istikrarı kökten yıkıcı etkiler yapma olasılığı çekingenlik oluşturuyor. Bugün için Batı finans sisteminin bazı aktörleri, Türkiye’yi üretim ve büyümeden uzaklaştırmak için döviz kuru üzerinden saldırı düzenliyorlar. Sıkıntılar çok boyutlu ve ayrılığın eşiğine gelinmiş olsa bile, iki tarafın da buna şu an hazır olmadığı söylenebilir. Önemli soru; “Erdoğan çantasını toplayıp, ABD’ye, AB’ye ve NATO’ya arkasını dönerek gidebilir mi?” Şimdilik kuşkulu…
Emperyalist ABD’nin tutumuyla müttefiklik örtülü düşmanlığa dönüşmüş bulunuyor. ABD’nin güdümündeki NATO’nun Türkiye’nin güvenliğine katkısı sözde kalır durumda ve sorgulanıyor. Siyasi ve ekonomik örgüt olan AB ise Türkiye karşıtı emperyalist odak konumunda. Bu koşullarda Erdoğan, tası tarağı toplayıp arkasını dönerek çıkıp gider mi? Çıkıp gitmesi Türkiye’nin hayrına olur, ama böyle millî bir davranış Batılıları ve Batı yanlılarını korkutuyor.
18 Kasım’da Merkez Bankası, Para Politikası Kurulu kararınca faiz indirimine devam edince, döviz kuru ve altın fiyatı çıldırmışçasına yükseliyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle Ekonomik Kurtuluş Savaşı için Türkiye’nin üretim ekonomisine geçiş çabaları, Türkiye’deki yüksek faizden yararlanarak döviz giriş ve çıkışıyla soygun taktiği uygulayan yabancı faiz lobilerini tedirgin etmiş, adeta tezgahladıkları yıkım senaryosunu uygulamaya sokmuşlardı. İktidara karşı ekonomik darbe girişimi sergiliyorlardı. Oluşturulmak istenen ekonomik açmaz sürerken, 24 Kasım günü Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Abu Dabi Veliaht Prensi Şeyh Bin Zayid, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın davetlisi olarak Ankara’ya bir ziyaret yapıyor, Türkiye ve Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin yeni bir döneme taşınacağı vurgulanıyordu. Bu görüşmeyi BAE basını “istisna ‘ayrıcalıklı’ bir ziyaret” diye tanımladı. Bu ayrıcalığın nedeni elbette uluslararası ilişkiler açısından merak konusu!...
Erdoğan-Zayid görüşmesiyle BAE’nin Türkiye’de yapacağı yatırımlara ilişkin anlaşmalar imzalanıyordu. Bu gelişmeyle birlikte sıçrayan döviz kuru yükselişi duruyor ve aşağıya çekiliyordu. Ne olmuştu da düne kadar Mısır ve İsrail ile Yunanistan’ın yanında yer alan BAE, Türkiye ile ekonomik ilişkilerini güçlendirecek yatırıma kalkışıyordu? Yoksa, Türkiye’nin Atlantik yakası ve Batı cephesinden kopacağını gören ABD, Türkiye’nin kaybıyla oluşacak açmazdan çekinerek, Rusya’ya karşı kaybedeceği ülke korkusuyla Türkiye’ye destek olması için BAE nezdinde bir girişim mi yapmıştı? Sömürü amaçlı ekonomik oyunlar çok boyutludur, ne olup bittiğini zaman gösterecek. Batı uzun yıllardır sömürüsünü uygularken, Türkiye’ye belli bir ekonomik ağırlık öngörmüştü. Ne bu ağırlığı aşmasına ne de altına düşmesine izin verirdi. Acaba, Türkiye’den tavizler koparmak için ağırlık oyunu sürdürülmek isteniyor olabilir mi?...
Türkiye-ABD müttefikliğinin sonlandırılması, Türk dış politikasında devrim olacaktır. Ancak devrimleri tarih sahnesine olaylar mı çıkarır yoksa liderler mi? Atatürk devrim yapabilen bir önder ve liderdi, ama aramızdan ayrılışından sonra Türkiye’nin öyle bir lideri olmadı, olmaması da çok doğal. “Neredesin sarı saçlım, mavi gözlüm… Bir daha gel, gel Samsun’dan” ulusal hayalimizin yankılanan sesi. Tarihe lider olarak geçen Atatürk, dünyanın kabul ettiği askerî ve siyasi deha idi. Ölümünden bir gün sonra Türkiye gözyaşları içinde iken, TBMM’de Atatürk’ün küs olduğu İnönü’yü alkışlarla(!) Cumhurbaşkanı seçtirenler, “Türkiye’nin milli şefi” diye lanse edenler yanılmıştı, İnönü Atatürk’ün siyasetine karşı devrimle ABD’ye teslimiyet kararı verebilmişti. İnönü siyasetin lideri oluyordu, ama Türkiye’nin lideri değildi. ABD’ye teslimiyet politikası İnönü’den bugüne kadar siyasetin liderleriyle sürüp gitti. Türkiye lideri bulunmadığından, Türkiye-ABD müttefikliğini sonlandıracak devrim artık olaylara bağlı.
Türkiye’yi gözden ve müttefiklikten çıkaran ABD, Suriye’nin kuzeyinde planları için ciddi tehdit olarak değerlendirdiğinden, Ortadoğu’da en büyük projesi Bağımsız Kürdistan’dan Büyük İsrail’e uzanacak süreçte askerî varlığını Suriye ve Irak’taki üslerle sürdürecek görünüyor. Bu üslere yapılan yığınak, sadece PKK-PYD/YPG militanlarını koruma amaçlı olmayıp, zamanı geldiğinde Türkiye’ye saldırı amacını taşıyor görünümünde. Suriye’deki mevcut durum, Türkiye için yakın tehdit. Türkiye PKK-PYD/YPG operasyonlarının yanısıra, bu üslere ve ABD’nin uzun vadeli planlarına karşı önlem olarak bölgede ciddi bir askerî güç bulundurmak zorunda kaldığından, Suriye’den yapacakları sıkıştırmayla Doğu Akdeniz’de, Adalar Denizi’nde ve Trakya’da Yunanistan’a karşı Türkiye’nin alacağı askerî önlemleri olumsuz etkilemeyi amaçlıyorlar, askerî sıklet merkezinin ikiye bölünmesi taktiği peşindeler.
ABD’nin Suriye’de PKK türevi PYD/YPG’yi desteklemek, Kürt garnizon devletini kurdurmak amacıyla Türkiye’ye karşı konuşlandırdığı askerî üsleri. Türkiye’nin Kürt teröristlere operasyon yapmasını istemeyen ABD Irak’ın kuzeyinde de üslere ve askerî yığınağa sahip bulunuyor.
Türkiye açısından Suriye’de oluşmuş bulunan tehdit edici durumun orta ve uzun vadede sürmesine izin verilemez. Bu durumun değiştirilmesi için yapılması gereken askerî operasyonlar kadar, Suriye yönetimiyle ilişki kurup ortaklaşa hareket edilmesi de önem taşıyor. Suriye ile ilişkinin düzeltilmesi Türkiye’ye olumlu katkı sağlayacak, Rusya ve İran ilişkilerinin güçlenmesine de destek olacaktır. Her şeyden önce Suriye bölgesinde fazla askerî güç bulundurulması gereksinimini azaltacak, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de sıklet merkezi oluşumuna katkı sağlayacaktır. Suriye ile ilişki kurulması Yunanistan’ın yanında yer alan Mısır ve Arap ülkeleriyle ilişkilere, onların kazanılması açısından olumlu yansıyacak, Türkiye diplomatik fırsatlar elde edecektir. Yunanistan’a karşı Türkiye bölgede yalnızlığını kırmak, bölgesel destekler elde etmek zorundadır.
ABD’nin Suriye’de oluşturmaya çalıştığı Batı Kürdistan (Rojava) yönetimi, Irak’ın kuzeyinde büyütülmek istenen federe Kürt bölgesiyle bütünleştirilerek Kürt devleti kurulmaya çalışılıyor. Irak federe Kürt bölgesine bugünlerde peşmerge harekâtıyla Kerkük de katılmak isteniyor.
Yunanistan Lozan Antlaşması’na aykırı olarak elindeki adaları Türkiye’ye karşı silahlandırmış, Türkiye’ye ait yirmi küçük adayı ve iki kayalığı işgal etmiş, adalarda düzenlediği askerî tatbikatlarla Adalar denizindeki barışı yok edici davranışlarını sürdürüyor. Ayrıca Adalar Denizi’nde hidrokarbon aramama mutabakatını da yok varsayarak, Taşoz’dan Türkiye’ye ait olması gereken petrolü çıkarıp işlemektedir. Bir yandan da Türkiye’nin savaş nedeni sayacağını ilân etmiş olmasına karşın, Adalar Denizi’nde karasularını 12 mile çıkarma ve hava kontrol sahasını genişletme uğraşısı peşindedir. Bir yılı aşkın süredir istikşafi görüşmelerle Yunanistan ile aramızdaki sorunların çözümü için bir arpa boyu yol alınamazken ve Türkiye oyalanırken Yunanistan arkasına aldığı ABD, Fransa ve AB ile amaçlarına uygun meydan okuma havasında. Bu nedenle hava kuvvetlerini de yeni nesil uçaklarla güçlendirmekte.
Savunma İşbirliği Anlaşmasıyla Yunanistan’ın arkasında duran ABD önce Girit Adası’ndaki üssünden (Suda “Hanya”) başlayıp sonra Dedeağaç ve ardından Kavala, Selanik, Larisa (Yenişehr-i Fener) Stefanovic (Konaki) üslerini ekledi. Son olarak Semadirek Adası’nda kurmakta olduğu yedinci üsle Türkiye, Rusya ve topyekûn Avrasya’ya karşı cephe oluşturmuş durumda. ABD üsleri Rusya hedefinin yanısıra özellikle Türkiye’yi caydırıcı baskı altında tutma amacını taşıyor. Neredeyse topyekûn ABD üssü haline gelen Yunanistan, bu durumu Türkiye’ye karşı güvence olarak görüyor. Dedeağaç üssü Lozan Antlaşması’na aykırı bir konuşlanmadır ve bu üsler Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı daha agresif duruma getirmiştir. Yunanistan Türkiye’nin savaş nedeni sayacağı kara sularını, hava sahasını genişletme cesaretini gösterebilir. Türkiye’yi kıyılarına hapseden Sevilla haritasını geçerli kılmak isteyebilir…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Yunanistan ABD üssü oldu” diyor, çok haklı. Girit ve Dedeağaç’tan sonra Kavala, Selanik, Larisa (Yenişehr-i Fener) Stefanovic (Konaki) ABD üslerine mekân oldu. Sırada Adalar Denizi’nde Türkiye’den 7 km uzaklıktaki Semadirek Adası’na üs kurmakta olduğu üs var. Yunanistan’a güvence olan Türkiye karşıtı söz konusu üsler, Rusya için de tehdit sayılıyor. Yunanistan’da bu üslerin kurulmasının hatalı bulup eleştiren aydın bir kesim de var.
ABD üsleri Yunanistan’ın çılgınca yapacağı ihlallere zemin hazırlamıştır. Türkiye bekasını koruma amaçlı olarak Suriye’de ABD’nin hedeflediği Kürt garnizon devletine karşı kapsamlı bir askerî harekâta kalkıştığında, ABD’nin Türkiye’yi caydırmak ve engellemek için Yunanistan kartını kullanması da hiç de şaşırtıcı olmaz ve Yunanistan bunu fırsat sayıp oldu-bitti peşinde koşabilir. ABD’nin Yunanistan’ı ipini elinde tutarak Türkiye’ye saldırtma hazırlığı, Türkiye karşıtı kozu. Ancak, bir Türk-Yunan Savaşı çıkarsa, anlaşma imzaladığı ABD ve Fransa’nın sıcak savaşa girmeyip kendisini yalnız bırakabileceklerini düşünebiliyor mu acaba? Yalnız bıraksalar da bırakmasalar da her ne koşulda olursa olsun, Türkiye’ye karşı yapacağı bir saldırı çılgınlığının Türkiye’den çok ağır karşılık göreceğini, Adalar Denizi’nde ve Trakya’da beklemediği kayıplarla karşılaşacağını Yunanistan düşünmeli!... ABD üsleri de ona çok pahalıya mal olabilir.
AB’nin 2000’li yılların başında Sevilla Üniversitesi’ne hazırlattığı Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi “Münhasır Ekonomik Bölge Haritası”, Yunanistan’ın ve emperyalist destekçilerinin gerçekleşmesini istedikleri bir hayal. AB böylece Akdeniz’ın zenginliklerine kavuşma ümidi peşinde. ABD bunun gerçekleşmesi için Türkiye’yi Mavi Vatan’ından çıkarma arayışı içinde.
Helenizm peşinde koşan, Rum ırkçılığı yapanların, Yunanistan’ın ve Güney Kıbrıs’ın korkulu rüyası olan iki bayrak var. “Türk Bayrağı ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bayrağı”, bu iki şanlı bayrağa tarihi kardeşliği olan bir üçüncü bayrak gelebilir; “Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Bayrağı”. 1913 yılında kurulmuş bulunan, Almanya’nın isteğiyle İttihat ve Terakki’nin feshettiği bu cumhuriyet bir Türk-Yunan Savaşı sonrası Yunanistan’ın kuzeyinde yeniden kurulabilir.
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, diplomatik kurallara aldırış etmeksizin Türkiye için “sözde stratejik müttefik” değerlendirmesini söyledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’nin yaptıklarının müttefikliğine sığmadığını söylerken karşı tepkiyi dillendirmiş oluyor. Ülkelerin iktidarlara bağlı olmayan ulusal devlet politikaları vardır. Türkiye ve ABD’nin devlet politikaları uyumlu ve güvenli bir müttefikliğin artık olamayacağını gösteriyor. Türkiye’nin NATO, ABD ve AB yanlısı, Batı’ya boyun eğmeye hazır muhalefeti bile bu gerçeği değiştiremez ve değiştiremeyecektir... Kaldı ki, gelecekte daha büyük sürtüşmelerin yaşanacağını Batı yakasının ve Türkiye’nin askerî uzmanları, uluslararası politika akademisyenleri görebiliyorlar. NATO’nun bilimsel danışmanı ve uzman araştırıcısı Prof. Dr. Dimitar Bechev, “ABD ve Türkiye arasındaki ittifakın pamuk ipliğine bağlı olduğunu” söylüyor ki bu görüşünde haklı ve gerçekçi.
Türkiye ABD’nin üslerle oluşturduğu askerî tehdidine boyun eğecek bir ülke değildir. ABD’nin dost olmadığı çoktan kanıtlanmıştır. Türkiye’nin ekseni NATO, ABD ve AB yönünden artık kaymakta… Bu olgu Türkiye’yi zayıflatmıyor, tam tersi güçlenmesine, dünyada gerçekçi yerini bulmasına, saygınlığının artmasına, Atatürk’ün belirlediği kuruluş çizgisine yönelmesine neden oluyor…