TÜRKİYE YÜZYILI’NA DEPREM ENGEL DEĞİL,

 BATI-ABD-NATO AYAK BAĞI VE SEÇİM SORUN OLMAMALI

 

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR

 

 

5 Mayıs 2023

 

Türkiye “Asrın Felâketi” diye adlandırılan büyük bir deprem ve yıkıntı yaşadı, ama ayakta durabilmeyi başardı, yeniden inşa çalışmalarını hızla başlattı. Türk halkı ulusal bilinçle doğal felâket karşısında birlik oldu. Ancak, Türkiye yüzyılına engel oluşturabilecek Batı-ABD-NATO ayak bağı var. Türkiye karşıtı emperyalist cephe ile muhalefet liderlerinin gizli kapaklı ilişkisi, ABD ve AB emperyalistlerinin muhalefete desteği ve seçimi kaosa dönüştürebilme planları bozulmalı, sorunlar yaşanmamalı!...

 

Depremin Ekonomik, Sosyal ve Siyasal Maliyeti

 

Evren kurallarıyla sürüyor, dünya kendisinin ve güneşin çevresinde dönerek periyodik hareketlerini sürdürüyor, takvim kararlı biçimde ilerliyor. Sonuçta, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk halkının kanıyla, canıyla kurduğu Türkiye Cumhuriyeti 100’üncü yıl dönümüne ulaşmak için ay ve gün sayıyor. Türkiye’nin kuruluşunun 100’üncü yılı olması nedeniyle, 2023 yılı yeni bir yüzyıla giriş olarak tanımlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye Yüzyılı” tanıtım toplantısında, “Dünyanın yeni ve hayati meydan okumalarla karşı karşıya olduğu şu dönemde, ‘Türkiye Yüzyılı’ programımızla, Cumhuriyetimizin yeni yüzyılına güçlü bir başlangıç yapmasını istiyoruz” diyerek, bu yolun milletimizi zirveye taşıyacağını vurguluyordu. Bu yeni süreçte Türkiye’nin önüne fırsatların ve engellerin çıkacağı kuşkusuzdu, ama kimse depremleri beklemiyordu.

 

Türkiye ne yazık ki 6 Şubat 2023’de Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde 9 saat aralıkla ortaya çıkan 7,7 ve 7,6 şiddetindeki depremlerle karşılaşıyordu. Ardından on üç bin artçının yanı sıra bağımsız depremler de oluyor, 6 Şubat sonrası Türkiye yıkım yaşıyor, 50 bini aşkın vatandaşımız bu depremlerde hayatını kaybediyor, 11 şehre yayılan deprem alanında yüz bini aşkın bina harabeye dönüyor, bir buçuk milyona yakın insan evsiz kalıyordu. Deprem fay hatlarının yoğun olduğu ve çakıştığı bir jeolojik yörede başlamıştı, artçıların bir yıl sürebileceği belirtiliyordu. Dünya Bankası depremlerin bedelini 34,2 milyar dolar olarak rapor etti. Hazine ve Maliye Bakanlığı ise bu bedeli 2 trilyon TL olarak hesapladı, hesaplanan rakamın 2023 yılı milli gelir beklentisinin yüzde 9’u kadar olduğunu bildirdi.

 

Bedel büyük olsa da Türkiye üstesinden gelebilecek güçte. Türkiye ekonomisinin 2023’de yüzde 5 büyümesi hedeflenmişti, depremin ekonomik etkisi bunu yüzde 1,2-1,5 aşağı çekebilir, ama büyüme sürecektir. Dünya Bankası yüzde 3,2 büyüme tahmini yaptı. Depremde yıkılan yerlerin yeniden inşası için çoğu kamu tarafından karşılanacak yaklaşık 100 milyar doları aşkın yatırım gerekiyor. Ancak, yatırım ekonomik büyümeye olumlu katkı yapıp negatif etkiyi azaltacak, hatta önemli ölçüde ekonomik durgunluğu silebilecektir. Bununla beraber daha önce hesapta olmayan bu yatırım, deprem öncesi planlanmış başka yatırımlardan vazgeçilmesini gerektirecek olumsuz etkendir. Ekonomik bilanço Türkiye çağına engel sayılamaz. Türkiye 2021’de 806,8 milyar dolar gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH) ile dünyanın 21’nci büyük ekonomisiydi.

 

Yüzlerce yıl görülmeyen depremleri yaşayan Türkiye direnmesini bilmekle de kalmadı, yaralarını sarıp yoluna devam edeceğini dosta düşmana gösterdi.

 

Depremlerin sosyal ve siyasal etkileri olacaktır. 6 Şubat yıkımı halkı yasa sürükleyip toplumun psikolojisini sarsarken, önceki bakış açıları ve değer yargılarını değiştirmiştir. Bu değişimin ne gibi sosyal ve siyasal gelişmelere yol açacağını zaman gösterecek. Deprem öncesinde Türkiye'ye pürüz çıkaran emperyalist Batı’ya karşı mevcut Avrasya seçeneğini bir türlü değerlendiremeyen iktidar, sakıncalı ilişkilerle bağlandığı Batı’dan kurtulamadığı için gereken ulusal adımları tam atamamıştır. Batıya teslim olan ve ajanlığına soyunan dokuz başlı yedili (6+1) masa parçalı muhalefeti ise Batı’nın desteğiyle iktidar arayışı çabasında. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönlendirmesiyle 14 Mayıs’ta yapılacak milletvekili seçimleri ve en önemlisi Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Bu dönemeçte ABD ve Batı Türkiye’yi muhalefet eliyle teslim almaya çalışıyor.

 

Başkanlık sistemini yıkarak parlamenter sisteme yeniden dönüş vadeden muhalefet masası, aslında Türkiye’yi kaosa sürüklemenin ötesinde proje üretebilmiş değil. Masanın perde arkası üyesi bir türlü Anayasa Mahkemesi’nce kapatılmadığı için böyle kaostan kazanç sağlama peşindeki HDP+PKK. Masa üyeleri Erdoğan iktidarını yıkmak için önce “Bu iktidarı Tencere Götürecek” sloganıyla enflasyon sıkıntısına umut bağlamışlardı, sonra “Bu iktidarı Deprem Yıkacak” beklentisine boşuna sarıldılar. Türkiye’nin ulusalcı politikalarından, ABD-NATO-Batı’ya boyun eğmemesinden şikayetçi emperyalist odaklar da Suriye’de Kürdistan’ı kurabilmek, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin Mavi Vatanı üzerindeki egemenliğini sonlandırabilmek için işbirlikçi masa muhalefetine avans tanıyıp destekleyerek çökertme umutlarını sürdürüyorlar.

 

Ulusu Yasa Boğan Depremler Düşmanları Sevindirip Hareketlendirdi!...

 

11 kent, 62 ilçe, 10190 köy yıkıma uğrarken, 14 milyonu aşkın kişi yıkımdan etkilendi. 500 kilometre çapta deprem alanında yıkık ve acilen yıkılacak yüzlerce yapı ortaya çıktı. 76 yabancı ülkeden arama-kurtarma ekipleri geldi, aralarındaki düşman ülkeler timsah gözyaşlarını sergilediler. Üç büyük deprem ve yedi bini aşkın artçı deprem yaşandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Deprem fırtınasına tutulduk” diyordu ve Türkiye duraksıyor, endişeler sıralanıyordu: “Savunma sanayisine gereken yatırımlar yapabilecek mi? Uçak gemisi diye anılan Anadolu amfibi gemisinin envantere alınması, Altay tankının seri üretimi daha da gecikecek mi? Üretim bandından çıkan Hürjet ve Milli Muharip Uçak (TF-X) planlanan zamanda ilk uçuşlarını yapabilecekler mi? Ulusal füze ve roket programı, insansız savaş uçağı projeleri aksamadan yürüyecek mi?”

 

Türkiye’nin varlığı için savunma sanayi projelerinin güçlendirilerek ve çeşitlendirilerek ödünsüzce sürdürülmesi gerekiyordu. Ancak, Türkiye’ye NATO ayak bağını “prangayı” takan” ABD, savunma sanayimizden tedirgin ve bu alandaki atılımları köstekleme çabasında. Türkiye’yi ortak olduğu F-35 projesinden çıkaran ve peşin ödediği 1,5 milyar doları geri vermeyen ABD, F-16 Viper uçaklarını da vermeyerek Türkiye’yi oyalamayı sürdürdü. NATO kilidiyle başka ülkeden uçak almasını engelleyerek, Yunanistan yararına Türkiye’nin hava gücünü zayıflatmaya çabaladı. Erdoğan, “ABD vermediği taktirde Rusya dahil başka ülkelerden savaş uçağı alırız” diyerek ulusal güçle karşılık verdi. Evet, Türkiye gerekirse filo sayısını artırmak için savaş uçağı alacaktır, ama Hürjet ve Milli Muharip Uçak programlarını aksatmadan sürdürüyor.

 

Düşmanlıkta başı çeken Yunanistan’ın Dışişleri Bakanı Dendias depremden altı gün sonra yıkımın büyüklüğünü ve Türkiye’nin durumunu gözlemlemeye geldi. “Türkiye ve Yunanistan ilişkileri yumuşatmak için bir depremi daha beklememeli” diyordu, kendi saldırganlıklarını görmezden geliyordu. Türkiye’nin karşı hareket yapamayacağını değerlendirmiş olmalı ki, ardından Yunanistan Genelkurmay Başkanı Apostolakis, “Yunanistan’ın kara sularını 12 deniz miline çıkarma hamlesinin tam zamanı” olduğunu savunuyordu. Türkiye’nin göstereceği en ufak bir zayıflık anında buna yelteneceklerini, Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’i kapsayan Mavi vatanımızda yeni oldu bittilere yöneleceklerini açıklamış oluyordu. Deprem sonrası ABD-Yunanistan-İsrail kara kuvvetlerinin ortak tatbikatı da düşman üçlüsünün Türkiye’ye verdikleri gözdağıydı.

 

Türkiye düşmanlığı bitip tükenmek bilmeyen Yunanistan’ın Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile helikopterden deprem bölgesini seyrederken timsah gözyaşlarına bürünmüş ciddiyetle ilişkileri düzeltmekten ve yardımdan söz ediyordu.

 

Türkiye üç yıl öncesinden bu yana Doğu Akdeniz’de Kıbrıs çevresindeki aramalarını durdurmuştu. Bizim Soros sınırı adını verdiğimiz, 28 derece doğu boylamının batısına hiç geçilmedi. Oysa, Türkiye’nin Dışişleri Bakanlığı’nca deklere edilmiş kıta sahanlığının batı ucu 26 derece doğu boylamıyla Girit Adası’nın batı karasularına dek uzanmaktadır. Gerçekte ise Türkiye’nin hakkı olan kıta sahanlığı Girit’in güneyindeki Gavdos Adası’nın batı yakası ile 23 derece doğu boylamına dayanmakta. Türkiye hakkı olan bu alanlardaki aramalara Yunanistan’ın üyesi olduğu Avrupa Birliği (AB) ile sorun çıkarmamak, ABD ile ilişkileri gerginleştirmemek için girişmedi. Nedeni ise son yıllarda yaşanan ekonomik sıkıntılar ve ABD’den bir türlü alınamayan savaş uçakları sorununu kendi eliyle çıkmaza sokmamak olarak değerlendirilebilir.

 

Neredeyse son üç yıldır sismik tarama ve sondaj gemilerimiz sınırlarını vurguladığımız bölgeye girmedi, en son teknolojili A. Hamid sondaj gemisi Mersin ve Antalya körfezleri dışına çıkmadı, bu aramalar da sonuçsuz kaldı. Bu arada Enerji Bakanı’nın Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de hidrokarbon aramaları yapacağına ilişkin cılız açıklamalarına karşın, Cumhurbaşkanı Erdoğan Doğu Akdeniz konusuna hiç değinmez oldu. Kıbrıs Rum Yönetimi Türkiye’nin kıta sahanlığına tecavüz eden arama parselinde gaz araması başlattı. Dört sene önce belki buna misliyle karşılık verilirdi, ama bu kez susuldu. Donanmamız Mavi Vatanı gözleyip koruyor, arama ve sondaj gemilerimizin bir gün çıkması bekleniyor olsa bile, verilen ödüne karşın ne AB Türkiye’ye karşı yumuşama gösterdi ne de avantaj sağladı, ABD ise beklenen savaş uçaklarını vermedi.

 

Türkiye yumuşak davransa da ABD’nin ve AB’nin isteği Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yumuşamasının yanısıra Yunanistan’ı ve Kıbrıs Rum kesimini engellememesi, Kıbrıs Türkleri’nin egemenliğini desteklememesi, ABD ve AB ile paylaşım koşulu dışında ulusal arama ve sondajlar yapmaması. Türkiye’nin zayıf düşeceği zamanı bekleyiş sürecine girdiler. “Deprem fırtınası zayıflamaya neden olur da Türkiye dize getirilebilir” diye avuçlarını ovaladılar. ABD’nin avuç ovaladığı bir yer de Suriye. Mart ayının ilk haftası ABD Genelkurmay Başkanı General Milley Suriye’nin kuzey doğusunda Türkiye sınırına yakın yerde ABD askerlerini ziyaret ediyordu. ABD’nin Büyük İsrail’e devşirilecek yapay Kürdistan’ı Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyinde kurulmak isteniyor.

 

Depremlerin arifesinde ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley, Suriye’nin kuzeyinde Türkiye sınır bölgesine kadar uzanarak askeri ziyaret yaptı. Böyle bir ziyaret diplomasinin hiçbir yerinde olmayan olağan dışı bir davranış. İşgalci ABD, Türkiye’yi karşısına alarak Kürdistan garnizon devletini kurmak için sürekli atak ve çaba içinde.

 

Arama kurtarma ekibi gönderen ülkeler arasında, doğal afette insanlara yardım maskesi altında bayrak göstermek, Türkiye’ye istihbarat amaçlı girmek isteyen art niyetliler de vardı. Türkiye tarafından resmen tanınmayan ve düşmanlık çabalarını gizlemeyen Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin sözde yardım teklifi bu nedenle reddedildi, ama NATO müttefiki düşman komşumuz Yunanistan’ın bayrak gösterme teklifi kabul edildi. Dünyaya Türkleri vahşi, kendilerini uygar diye tanıtan Yunanlılar kamuoylarındaki insani tepkilerle de olsa gerek, bayrak göstermek için ilk teklifte bulunan ülkeler arasında yer alıyordu. Bu bir bakıma Türkiye’nin 1999 yılında Yunanistan’a yaptığı deprem yardımının karşılığını vermek anlamına geliyordu. Dendias Yunanistan’ın yardımlarının devam edeceğini söyleyerek bol bol övündü.

 

Yardım ve kurtarma ekibiyle ajanlarını sokmaya çalışan Müslümanlık ve Türklük düşmanı Yahudi İsrail hemen harekete geçmişti. İsrail’in “Vadedilmiş Topraklar” (Güneydoğu Anadolu’da Dicle-Fırat havzasını da içeren toprakların dahil olduğu Büyük İsrail Coğrafyası) Bakanı Amihai Eliyahu’nun babası, Kızıl Davud Yıldızı adıyla tanınan acil yardım servisinin başkanlarından, Yahudi din önderi Haham Shmuel Eliyahu, Türkiye ve Suriye’de gerçekleşen depremin ardından İsrail’in çevrimiçi (elektronik-internet ortamı) gazetesinde tarihi geçmişi kast ederek, “Topraklarımızı birkaç kez işgal edip bizi denize atmak isteyen çevremizdeki tüm ulusları Rab yargılıyor. Yaşanan her şey dünyayı temizlemek ve daha iyi hale getirmek için oluyor. Bize zarar veren çevremizdeki tüm unsurlardan intikam alınacak” değerlendirmesini yapıyordu.

 

İsrail’in yüksek tirajlı gazetesi Yedioth Ahronot’un internet portalı Ytnet övünürcesine itiraf niteliğinde bir açıklama yapıyor, “Türkiye’ye gönderilen ekiplerin içinde İsrail ordusunda görev yapan özel kuvvetler birimi Şaldağ (Shaldag/Birim 5101) mensubu askerlerin olduğunu” yazıyordu. Bu askerler gizli operasyonlar, istihbarat için eğitilmiş bulunuyor. Ytnet’teki açıklamaya göre gruptan Türkiye’ye girişte silahlarını teslim etmeleri istenmiş, “Bu durum Türkiye’de kabul edilemez, diğer ekipler gibi davranmanız bekleniyor” denilmişti. Ancak, bu diplomatik skandala ilişkin olarak gerek Türkiye ve gerekse İsrail hiçbir açıklama yapmadı. Ytnet’in bir iddiası da İsrail heyetine tehditlerin olduğu idi. Sonuçta sahra hastanesi (hastane kılıfıyla gizli istihbarat üssü) kuracağını söyleyen ekip, güvenliklerinin olmadığı gerekçesiyle Türkiye’yi terk etti.

 

Depremi fırsat sayan İsrail’in Türkiye’ye gönderdiği ekibin Shaldag-Birim 5101 mensubu özel kuvvet ajanlarından oluştuğu basına sızdı ve maskesi düşen İsrail ekibi ayrılmak zorunda kaldı. Meşhur Haham Eliyahu, depremler için “Bize karşı olanları Rab yargılıyor” diyordu.

 

Türkiye’nin talebi olmamasına karşın ABD uçak gemisi USS George H.W. Bush, Türkiye’ye doğru yola çıkıyor, Pentagon sözcüsü Ryder, “Ek yardım talebi halinde pozisyon almak için Türkiye’ye doğru ilerlediğini” söylüyordu.  ABD Avrupa Komutanlığı (EUCOM) aynı amaçla İncirlik Üssü’ne bir ekip konuşlandırıyordu. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “ABD savaş gemisinin Türk karasularına girmesi mümkün değil, izin vermeyiz, böyle bir talep de yok” diyordu. ABD’nin taarruz gemisi Akdeniz’de konuşlanmış ve “lojistik, tıbbi ve rotatif hava ikmal desteği sağlamaya hazır” olduğunu açıklamıştı. Gemi ABD’nin üslerle donatarak işgal etiği Yunanistan’ın Girit Adası’ndaki Suda üssüne yaklaşarak demirlemişti. ABD taarruz gemisinin hareketi, Türkiye’ye karşı kötü niyet sahibi, hayırsız niyetler taşıyan ABD’nin ikili davranışını akıllara getirdi.

 

Anımsanan bir olgu, ABD’nin Tesla deprem makinası kullandığı savının ortaya atıldığı 1999 Gölcük Depremi sonrası 2002’de Nevada Çölü’nde gerçekleştirdiği 22 günlük Millenium Challenge – 2002 (Bin Yılın Düellosu) tatbikatı idi. Tatbikatın senaryosunda Mavi (ABD) Kuvvetleri ile Kırmızı Kuvvetler yer alıyor, yakın zamanda depremle yıkılmış olan Kırmızı Ülkesi Mavi Kuvvetlerce işgal ediliyordu. Kırmızı’nın Türkiye’yi simgelediği sonradan açıklandı. Diğer anımsama, 1 Mart 2003 Tezkeresi idi. O dönem AK Parti iktidarının yakın durduğu ABD’nin Türkiye üzerinden Irak’a girerek işgal etmesine izin veren tezkere, Rahmetli Deniz Baykal’ın Meclis’teki konuşması ve AK Parti milletvekillerinin katılımıyla reddedilmişti. Yoksa 60 bin ABD askeri İskenderun’dan Sinop’a dek uzanan coğrafyayı işgal edeceklerdi.

 

ABD Türkiye’yi işgale bir kez daha niyet etmiş, FETÖ’nün 15 Temmuz 2016 darbe girişimini tezgâhlamıştı. ABD askerleri ve İngiliz askerleri NATO kuvvetleri adı altında Türkiye’yi sözde demokrasiye kavuşturmak vaadiyle işgale kalkışacaklardı, ama Türk Silahlı Kuvvetleri’nin FETÖ’ye katılmamış vatansever büyük çoğunluğu buna olanak tanımadı. Şimdi ABD, Hamburger masasında mutabakat sağladığı Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasını, böylece siyasi el koymayı gerçekleştirme hayali peşinde oyun kuruyor. Can Azerbaycan ve kardeş Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ile diğer dost ülkeler gibi sadece insanlık amacıyla gelen ülkelerin yanında, insanlık maskesiyle karanlık yüzünü gizleyen ülkeler TRT’nin sevilen dizisi “Teşkilat” için senaryolaştırıp ekranda Türk halkına gerçekler anlatılabilse ne iyi olur…

 

Can Azerbaycan, kardeş Türk ülkeleri Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve diğerleri acımızı paylaşarak geldiler, yaralarımızın sarılmasına büyük katkıyla dostça yardım ettiler.

 

Terörle mücadele, emniyet ve asayiş dışında doğal afetlerde de mülki amirlerle ve belediye başkanlıklarıyla koordineli şekilde uygulanmak üzere hazırlanmış olan EMASYA (Emniyet, Asayiş ve Yardımlaşma Uygulaması) askeri vesayet fobisiyle yürürlükten kaldırılmamış olsaydı, yabancı arama ve kurtarma ekiplerine hiç ihtiyaç duyulmaksızın, Türk Ordusu bu işlerin üstesinden kolaylıkla gelirdi. FETÖ kalkışması sonrası elemanlarının sızdığı ortaya çıkan askeri hastanelerin 2016 yılında Ordu ile bağlantılarının kesilmesi yerine temizlenerek hizmetleri sürdürülseydi, gerekli sahra hastaneleri de hızla kurulur, sorunlar yaşanmaz, yabancılara üs olacak sözde hastane girişimleri ortaya çıkmazdı. Askeri birliklerimiz ilk günden itibaren çok büyük katkı ortaya koymuş olsalar da bu katkı kat be kat aşılabilirdi.

 

ABD’nin ve Batı’nın deprem sonrası Türkiye’yi sıkıştırma peşinde olduğu görüldü. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, İsveç ve Finlandiya’nın üyelikler için baskı görüşmeleri düzenlemiş, Finlandiya Cumhurbaşkanı Niinistö ABD’de Türkiye’ye F-16’ların verilmemesi için çalışan senatör Menendez ile görüşmüş, sıkıştırma sürmüştü. Türkiye’nin vetosunu kaldırması için F-16’ların verilmesi de çantada keklik gibi duran şantaj kozuydu. Ancak, her nasılsa Finlandiya Türkiye’nin isteklerini kör-topal yerine getiriverince NATO üyeliği için onayı aldı. Şimdi İsveç’in üyeliğinin kabul ettirilmesi için dokuz başlı yedili masa muhalefetinin iktidara gelmesi beklenmekte. İsveç’in NATO üyeliğinin ardından Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin üyeliği gündeme taşınacak. ABD tek kutuplu dünya için Batı kutbunun egemenliğini NATO çatısında görmekte.

 

ABD ve Batı’nın baskısı altındaki Türkiye’ye deprem kronikleşmiş ekonomik sıkıntı içindeyken geldi. Ekonomideki kararsız aldatıcı denge, geçen yılın ikinci yarısında düşüncesizce enerji (elektrik ve doğalgaz) zamlarıyla rayından çıkarılmıştı. Bilinçli ekonomistlerin artık üretim faktörlerinden biri olan enerjiye zam yaparken bir değil, onca kez düşünmesi gerekir. Üretim faktörlerini yalnızca sermaye, emek, toprak üçlüsü sanmak geçmişte kaldı. Enerjinin ekonomideki etkisi o denli büyük ki, başat etken sayılıyor. Hatadan dönmek her zaman başarıya yeni yol açar, neyse elektrik ve doğalgazda indirimlere gidildi, Karadeniz gazıyla halka bonus verildi. Ancak, kararsız ekonomide denge tencerenin içine değil, ters çevirip dibinin üstüne pinpon topu koymaya benzediğinden, yuvarlanıp nerede duracağı yine de belli olmaz.

 

Depremler Dışarıdan Tetiklenmedi, Kendimize Çelmeyi Biz Taktık…

 

Deprem elbette ne zaman olacağı kestirilemeyen doğal bir felâket. Türkiye’de deprem oluşturabilecek beş yüzden fazla fay var. Fay hatlarının birbirlerini üstten alttan kestiği kritik coğrafyalar bulunuyor. Türkiye’nin kendi ölçülerince çıkarlarına göre izin verilen sıkletin üzerine çıkmasını istemeyen emperyalist odaklar, hayat pahalılığı sürecinde gerçekleşecek Milletvekili ve Cumhurbaşkanı seçim sürecinde Türkiye’yi kaosa sürükleme arayışındaydılar. Bu niyetlerinin irdelendiği haber ve yorumlar gazete köşelerinde yer alıyor. Türkiye’nin bir gece ansızın girebileceğini açıklamasına karşın diplomatik gelişmelerle ertelediği Suriye operasyonunu ortadan kaldıracak, Doğu Akdeniz’de hidrokarbon aramalarında yeni bir girişim yapma olasılığını yok edecek bir büyük deprem, yoksa doğanın düşman ABD’ye sunduğu bir armağan mıydı?...

 

Depremin peş peşe tetikleme etkisi oluşturacak kritik fay hatlarının bulunduğu jeolojik kesimde ortaya çıkması, Türkiye ile birlikte Suriye’nin kuzeyini etkilemesi, ABD’nin Büyük İsrail’e evrilecek Kürdistan projesi için hedef seçilen coğrafyada gerçekleşmesi, 1999 Gölcük depremi ardından bilim-kurgu senaristlerinin ortaya attıkları “Deprem Makinası” teorisine dayalı, ABD tarafından tetiklenmiş olabileceği gibi teknik olarak kanıtlanmamış, bu nedenle de  hayali sayılan bir savı yine gündeme getirdi. 1999 depremine Future Times’da yayınlanan bir araştırma yazısı kaynak gösterilerek, ABD’nin Kaliforniya depremine karşı önlem arayışıyla tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardaki çatlatmalarla boşaltarak, büyük depremi küçük depremlere dönüştürme yolunu bulduğu açıklanmıştı.

 

ABD’nin yöntemini geliştirmek için Avustralya’nın kırsal yerlerinde, Güney Amerika Ant dağlarında, okyanus tabanında ve Kafkaslar’da denemeler yaptığı iddia olunmuştu. Yöntem ünlü mucit Tesla’nın bulup laboratuvarında yıkıntıya neden olduğu titreşim osilatörüne bağlı rezonansa dayanmaktaydı. Buna göre her sistemin hatta yer kürenin bir doğal titreşim frekansı vardır. Eğer sistem buna eşdeğer frekansta bir başka titreşimle rezonansa sokulursa, giderek artan titreşim genlikleriyle parçalanmaya sürüklenir. Bu nedenle Fransa’da ve İngiltere’de 19’uncu yüzyılda askerlerin uygun adımla geçtikleri iki köprü doğal frekanslarıyla rezonans sonucu yıkılmışlar, gerçek anlaşılınca, asma köprülerden askerî birliklerin uygun adım geçmesi yasaklanmıştır. Tesla’nın deprem makinası düzeneği de kendisi tarafından yasaklanarak gizlenmiştir.

 

Sırp asıllı ABD vatandaşı elektrik ve makine mühendisi Tesla’nın adı geçmişken bir gerçeği vurgulamakta yarar var. Edison ve Tesla aynı dönemde yaşamış mucitlerdir. Edison’un resmi tahsili özel diye açıklanır, diploması yoktur. Muciti olduğu söylenen bugün kentlerde kullanılmayan doğru akım ve akkor flamanlı lambadır. Kullandığımız alternatif akımın ve ona dayalı makine ve düzeneklerin muciti ise Tesla’dır. Edison kapitalist bir işadamı olduğu için kişisel reklamını yaptırmış, doğru akım santrallarında çözemediği teknik sorunu da para vaadiyle Tesla’ya çözdürmüş, ama ödemesini bile aldatmak pahasına yapmamıştır. Bilim ve teknikte her dediğini yapan sözüne güvenilir gerçek mucit Tesla’dır. Tesla’nın buldukları arasında İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya, Rusya ve ABD’nin peşinde koştuğu ölüm ışını silahı bile var.

 

Tesla’yı New York’ta bir otel odasında öldüren de dosyalarına el koymak isteyen ABD’nin FBI ajanları olmuştur. O dosyalar ölümünden 9 yıl sonra 80 sandık içinde yeğenine teslim edilmiş, bugün Belgrad’daki Tesla Müzesi’nde halka kapalı alt katta saklanıyorlar. Tesla’nın laboratuvarında titreşim rezonansıyla yıkıntı oluşturan deprem makinası hayali değil, ama bu yöntemle yer küredeki iki kıta sahanlığının birbirlerine sürtünerek zıt yönlerde hareket etmeleriyle oluşmuş fay yapılarına uygulanabildiğine dair hiçbir bilimsel bilgi ortada yok. Ancak, yine Tesla’nın bulduğu düşük frekanslı elektromanyetik ışınımla yüksek enerji nakli tekniğini hem Ruslar ve hem de Amerikalılar silah olarak kullanmak için çalışmışlardır. Amerikalıların bunu çok uzaktan hatta uzaydan tahribat yapmak için kullanmayı becerdikleri iddiası var.

 

1999 Gölcük Depremi’ni ABD’nin büyük depremleri küçük depremlere dönüştürmek için geliştirdiği ve çeşitli yerlerde denediği yöntemi, Donanma Üssü’nü ziyaret eden İsrail ekibinin kullandığı sistemle oluşturduğu savı ortaya atılmıştı. Titreşim rezonansına dayanan ve ünlü mucit Tesla tarafından geliştirilen deprem makinası yenilenmiş miydi? ABD Uzay Üssü’nden gönderdiği dalgalarla fay hatlarının doğal titreşimi üzerinde rezonans oluşturabiliyor muydu? Bunların hiçbiri bilinmiyor, hepsi dedikodu varsayım diye geçiliyor. Ancak bilinen bir gerçek var. O da ABD’nin gizli olan “Yüksek Frekans Aktif Aurora Programı” (HAAARP).

 

ABD Hava ve Deniz Kuvvetleri, Gelişmiş Savunma Araştırmaları Ajansı ve Alaska Üniversitesi’nce 1993 yılında oluşturulan “Yüksek Frekans Aktif Aurora Programı” (HAAARP) uygulamaya aktarılmıştı. Ancak, HAAARP sisteminin kullanımına ilişkin hiçbir bilimsel yayın ortada yok. 1999 Gölcük depremi sonrası komplo senaryosuna göre, ABD’nin İsrail’e kullandırdığı “Deprem İndirgeme Sistemi”, Marmara depremini engelleme yutturmacasıyla denenmiş, büyük bir yıkımla sonuçlanmıştı. O sıra Donanma Komutanlığı’nın devir-teslim törenine İsrailli subaylar Gölcükte resmen katılmışlar, büyük deprem oluşunca tası tarağı toplayıp hızla İsrail’e kaçmaya kalkışmışlar, bir İsrail uçağı ise Ataköy yakınlarında denize düşmüştü. Açıklanmayan kuşkulu pek çok olaya karşın her nedense yapılan bir soruşturma da ortada yok.

 

Böyle bir komplo yetkililer aldatılarak yanıltılıp yapılmış olabilir mi? Soruşturulmadığı ve ortaya bir delil konulamadığı için “evet” denilemez. Kaldı ki böyle bir şeyin kanıtlanabilmesi, o teknolojiye ait sağlıklı bilim-teknik bilgilerin ve verilerin varlığını gerektirir ki bunlar elde yok. Bu nedenle hayali bir söylenti olarak değerlendirmekten öte gidilemez. 6 Şubat depremi, Türkiye’yi engelleme ve durdurma açısından etkili görülünce, akla 1999 Gölcük depremi bilim kurgu senaryosu geliverdi. Ancak, deprem bilim ve teknik açısından bilinenlere göre dışardan etkilenemeyecek olay olduğundan, Türkiye’deki yapıları yıkarak kentleri enkaza dönüştürmek için deprem makinasına gerek yok. Zaten yanlış yer seçimleriyle, hatalı projelerle, üç kağıtçı müteahhitlikle yıkım olması gerekenin 3-5 katı olabiliyor, işin özü kendimize çelme takan biziz.

 

Fransa’nın Türk ve Müslüman düşmanı CHARLIE HEBDO dergisi depremi sevinçle karşılamış, “tanka bile gerek kalmadan yıkıldılar” diye sevinç çığlıkları atmıştı. Binaları yıkan inşaat hatalarıydı, kendi ayağımıza çelmeyi biz takmıştık, ama Türkiye yıkılmamıştı. AYDINLIK gazetesi Fransız karikatürüne ulusalcı yanıtı güzel şekilde vermekte gecikmedi.

 

Batı-ABD-NATO Ayak Bağı Türkiye’nin Egemenliğine ve Ekonomiye Tehdit

 

Batılılaşma, çağdaşlaşma açısından bilim-teknikten pozitif hukuka, demokrasiye ve sosyal yaşam koşullarının geliştirilmesine dek geniş kapsamda Türkiye’nin doğru seçilen ilkesi ve ereği olmakla birlikte, uluslararası ilişkiler ve siyaset açısından yanlış seçim ve uygulamalarla ayak bağına dönüştürülmüştür. Laiklik karşıtı kara yobazın Batılılaşmaya karşı çıkışı ile tam bağımsız Türkiye’den yana olan Kemalist’in karşı çıkışı elbette birbiriyle bağdaşmayacak şekilde farklıdır. Atatürk’ün önderliğinde istiklâlini kazanan Türkiye’nin önerdiği biçimde tam bağımsız olmadan egemenliğini koruması olanaklı değildir. İstiklâl Marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy’un, “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? şaşarım!” mısrasını okurken göğsümüzü kabartarak haykırabilmemiz için egemenliğimize gölge düşmemiş olması gerekir.

 

Burada ayak bağı olan iki ayrı ve birbirini pekiştiren bağımlılık söz konusu. Bunlardan birincisi müttefiklik ilişkisi diye kurulan askerî bağımlılık, diğeri ise ekonomik bağımlılıktır. Ekonomik bağımlılığın tarihi kökeni askerî bağımlılıktan daha eskidir. Ekonomik bağımlılık yalnızca dış ticaretten değil, ülkeyi kalkındırmak için yapılması gereken yatırımlar nedeniyle yabancı parayla borçlanmadan da kaynaklanmıştır. Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, hatta Dünya Ticaret Örgütü ve benzeri diğer kuruluşlara üye olmakla pekiştirilmiştir. Bir bağ da Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusuna dayalı olup, askıya alınan üyeliğe karşın ilişkinin sürmesidir. Askerî bağımlılık ise NATO üyeliğine dayanmaktadır. Her ne kadar NATO’da veto hakkı var denilse de ABD’nin iradesi dışında hiçbir sonuca gidilemeyecek bir örgüttür.

 

Türkiye Yüzyılı’na Askerî Bağımlılık Engeli

 

Diğer ülkelerle, uluslararası kuruluşlarla ilişkilerin; egemenlik, dengeli karşılıklı çıkar bazında oluşturulması temel ilkedir. Ancak, Türkiye’nin emperyalist ABD ve onun küresel egemenlik aracı NATO, Avrupalı emperyalistlerin çıkarlarını koruyan Hıristiyan Birliği şeklinde kalmasını kolladıkları Avrupa Birliği (AB) ilişkileri egemenliği açısından sorundur. İstiklâl Savaşı arifesinde egemenliği düşlemeyi bile cesaret edemeyerek boyunduruğu kabule hazır olan, kurtuluşu İngiliz mandasında arayan İngiliz Muhipleri yandaşlarıyla, sayıca onlardan daha fazla Amerikan mandasını savunucuları vardı. Her iki ülke medeni diye değerlendiriliyor, ABD İngiltere’den daha insancıl görülüyordu. Her ikisi de birbirinden farksız Anglosakson değer yargılarına sahiptiler. Kaldı ki Akif’in İstiklâl Marşı’nda dediği gibi emperyalist medeniyet tek dişi kalmış canavardı.

 

Mustafa Kemal’in yönlendirmesiyle sonradan doğruyu görebilen yazar “Halide Onbaşı (Edib Adıvar)”, Üsküdar Amerikan Kız Koleji eğitimiyle Sivas Kongresi sürecinde Amerikan Mandası savunuculuğunda başı çekerken, öğrenci olan “Tıbbiyeli Hikmet (Boran)” Kongre’de yaptığı manda karşıtı konuşmayla adını tarihe ve Mustafa Kemal’in kalbine yazdırıyordu. Tıbbiyeli Hikmet, ABD mandası önerisi karşısında; “Paşam, delegesi bulunduğum tıbbiyeliler, beni buraya İstiklâl davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun, şiddetle red ve takbih ederiz (kınarız). Farzı muhal, manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı olarak adlandırır ve telin ederiz (lanetleriz)” demişti.

 

Bu sözler Mustafa Kemal Paşa’yı duygulandırmış, “Arkadaşlar gençliğe bakın, Türk’ün millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin” demiş ve Tıbbiyeli Hikmet’e dönerek, “Evlât, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz ekalliyette (azınlıkta) kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez, Ya İstiklâl Ya Ölüm” diyerek kurtuluşun yolunu göstermişti. Amerikan mandacılığı o gün böyle susturulmuş, İstiklâl Savaşı kazanılmış, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur, ama Amerikan hayranlığını içinde saklayanlar olagelmiştir. Hiçbir makam peşinde olmayan vatansever Hikmet, yanlış anlaşılır diye sonrasında Paşa’yı görmek için çaba göstermemiş, Mustafa Kemal Paşa Hikmet’i görmek için aratmış, ama Amerikan yandaşı kanı bozuklar Paşaya “O genç ölmüş” yalanını söylemişlerdir.

 

Amerikan hayranlığı, Mustafa Kemal Paşa’nın İstiklâl Savaş’ındaki komutanı İsmet Paşa’ya, yani ölümünden bir yıl önce yanından uzaklaştırdığı Başbakanı İnönü’ye dek uzanıyordu. “Atatürk” olarak ulusun kalbine gömülen Mustafa Kemal Paşa sonsuzluğa yürüyünce, Cumhurbaşkanlığı’na oldu-bitti ile İnönü oturtulmuştu. “Ebedi Şef” Atatürk’ün yerine, İnönü “Milli Şef” varsayılarak konulmuştu. O şef ki, 10 yıl sonra Türkiye’yi ABD’ye yönlendiriyor, ABD’nin Avrupa’ya ekonomik yardım paketi olarak düzenlediği Marshall Planı’ndan da pay kapabilmek için avuç açıp, 1948’de himayesine sığınıyordu. ABD’ye yönelince Dolar karşısında TL devalüe ediliyor, ülkeyi çelik ağlarla örecek demiryolu projeleri noktalanıyor, karayolları projeleri başlatılıyor, tarım ülkesi olmak için İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’ndan vazgeçiliyordu.

 

Bugün milat olarak varsayılan 14 Mayıs 1950 seçimi İnönü’nün yenilgisi, Bayar-Menderes ikilisinin kazanmasıyla demokrasiye kapı açıyordu, ancak ne yazık ki Amerikan himayesini perçinleyen süreci de başlatıyordu. Bayar, Atatürk’e ve kuruluş felsefesine bağlı liberal bir liderdi, Menderes ise hayalperest ve melankolik kişiydi. Bayar’ın CHP’li Nihat Erim’den kaptığı “Türkiye’yi küçük Amerika yapabilmek” sözünü Menderes, hayali projesi ve övündüğü politik malzemesi yapmıştı. Menderes’e göre o günkü ABD’nin himayesi yetmiyordu, NATO’ya üye olunarak perçinlenmeliydi. Bayar, İnönü’nün bunu kabul edebileceğinden kuşkuluydu, Menderes’ten sorup araştırmasını istemişti. İnönü’nün Menderes’e yanıtı “Aldılar da biz girmedik mi?” olmuştu. Menderes NATO’nun kapısını çalıyor, ama ilk başvuru Eylül 1950’de reddediliyordu.

 

Türkiye’nin NATO’ya girişi Mehmetçik’in kanı pahasına sağlanıyor, ABD’ye yaranmak için Menderes Kore’ye asker gönderiyordu. Türkiye’nin istiklâlini korumak için değil, ABD’nin çıkarı için Mehmetçik savaşıyordu. Kore’de 1078 kayıp veren ABD’nin yanında Türkiye 900’ü aşkın şehitle asker kaybında İngiltere’den sonra üçüncü sırada yer almış, 18 Şubat 1952’de NATO’ya üye yapılmıştı. Bu üyeliğin ezeli düşmanı Yunanistan ile birlikte gerçekleştirilmesi ise tesadüf değil, ABD’nin gizli amacını gösteriyordu. Türkiye’nin 71 yıl önce ayağına vurulan zinciri söküp atması, istiklâlini koruması için gerekiyor. Kürdistan ve İsrail projeleri için Türkiye’nin güneydoğusunu koparmak, Batı’nın ve Yunanistan’ın çıkarı için Doğu Akdeniz’den Türkiye’yi çıkarmak isteyen ABD’nin düşmanlığı ortada, NATO ise onun küresel hegemonya aracı.

 

İstiklâl Savaşı’na girerken esaret altındaki ülkemiz Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Sivas Kongresi’nde Amerikan mandasını reddetmişti. Ancak, Amerikancılar varlıklarını sürdürdüler ve İkinci Dünya Savaşı sonrası ülkeyi Amerikan’ın etki alanına sokup, bu bağlantıyı NATO üyeliğiyle perçinlediler. Böylece Türkiye Mustafa Kemal Paşa’nın tam bağımsızlık ilkesine karşıt olarak Amerika’ya bağımlı hale getirildi. Türkiye’nin emperyalist Amerikan bağımlılığından soyutlanıp tam bağımsızlığını kazanması egemenlik sorunudur.

 

Türkiye NATO üyesi olunca uçak fabrikaları kapatılmış, askeri amaçlı silah yapımı durdurulmuş, ordunun silah ihtiyacı NATO standardı diye ABD’ye bağımlı hale getirilmiştir. İnönü’nün ikinci Başbakanlığı döneminde, 1964 yılında Rumların Kıbrıs’ta Türkleri katletmesi üzerine garantör ülke olarak Kıbrıs’a müdahale kararı alınınca, ABD Başkanı Johnson İnönü’ye gönderdiği mektupla, “NATO silahlarının böyle bir amaçla kullanılmasına izin verilmeyeceği” uyarısıyla karşılaşılmıştı. İnönü de NATO’ya yeşil ışık yakmış olmanın acısıyla, Türkiye’nin dünyadaki yanlış yerini algılamıştı. Türkiye NATO’ya üye olmakla Batı’nın Sovyetler Birliği’ne karşı korunması için ucuz asker gücünü sağlamış, ABD’nin jandarmalık görevini üstlenmiş, ancak ne ABD ve ne de Batı Türkiye’nin bu hizmetine karşılık vermişler, kalkınmasını desteklemişlerdir!...

 

Bayar-Menderes ikilisinin küçük Amerika olma hayali çabuk çökmüştü. Kırılma 1954 yılında başlamış, Türkiye’ye baraj yapımı için kredi verilmemiş, kalkınma yatırımlarına destek sağlanmamıştı. Menderes, ABD’nin ve Batı’nın vermediği krediyi Sovyetlerden alma arayışına girmiş, hatta bu amaçla Moskova ziyareti planlanmıştı. ABD’nin buna izin vermesi beklenemezdi, askerlere yeşil ışık yakıldı ve 27 Mayıs 1960 darbesi ile Demokrat Parti iktidarı yıkıldı. ABD böylece onar yıllık aralarla ayar verici askeri darbeler dönemini başlatmış oldu. Burada ilginç anıma değineceğim, bir şehirlerarası yolculuğumda otobüsün lastiği patlamıştı. Yedek lastik hazır değildi. Yan tarafta oturan emekli albay olduğunu öğrendiğim bir yolcu, “askeri darbeler bu ülkenin tornası” diye söyleniyordu, her aksaklığı askerin düzeltebileceği düşüncesi ekilmişti bir kere.

 

Parlamenter sistemi aksatan darbelerin arkasında hep ABD vardı. Atatürkçülük tüm darbelere kılıf yapıldı. 15 Temmuz başarısız FETÖ kalkışmasının TRT’de silah zoruyla okutulan bildirisinde bile, Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine atıf yapılarak Atatürkçü kılıf sergilenmişti, ama bu son darbe girişimi Ankara’da ve İstanbul’da halkın göğsünü siper etmesiyle başarıya ulaşamamıştı. Amaçları aslında Türkiye’de kaos oluşturarak dışarıdan NATO adına demokrasi kurtarma operasyonuyla ABD ve İngiliz kuvvetlerinin Türkiye’ye müdahalesine zemin hazırlamaktı. Halkla birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri bu planın uygulanmasını engelledi. Burada Rusya’nın Türkiye’ye yardım elini uzatmasının da büyük katkısı var. Rusya böylece Stalin’in yanlış politikasıyla 1948’de Türkiye’nin ABD kucağına itilmesinin bedelini ödemiş oldu.

 

ABD Türkiye’ye darbelerden başka hareketlerle de ayar çekmeye kalkıştı. Örneğin 31 yıl önce TCG Muavenet savaş gemisi, Adalar Denizi tatbikatında yeşil periyod denilen dinlenme saatinde, ABD’nin Saratoga uçak gemisinden atılan füzeyle vurulmuş, şehitlerin ve yaralıların yanısıra gemi hurdaya çıkarılmıştı. ABD’nin mesajı “Kuzey Irak’ta kurulacak federatif Kürt devletine karşı çıkmayın” idi. Bu olayı EkoENERJİ dergisindeki başyazımda irdelemem nedeniyle, Genelkurmay Başkanı olacak bir generalden “ABD müttefikimizdir, böyle eleştirilmez” uyarısını almıştım. O NATO savunucusu General Afganistan’da NATO adına diye ABD’ye yardım etmişti.  Emekliliğinde ise Atatürkçülük üzerine kitaplar yazarak ünlendi.

 

ABD’nin Kürdistan’ın ilk parçasını engelle karşılaşmadan oluşturma uyarıları sürmüş, Muavenetten iki yıl sonra Ankara’dan Diyarbakır’a gitmek üzere havalanan Jandarma Genel Komutanı’nın helikopterine sabotaj düzenlenerek havalandıktan çok kısa bir süre sonra düşmesine neden olunmuştu. Yetmemiş, Kürtlerin Kerkük’e egemen olmasını isteyen ABD orada karargâh kurmuş 11 kişilik Türk Silahlı Kuvvetleri mensubunu baskınla tutsak etmiş, başlarına çuval geçirmişti. Sözde müttefik ABD’nin Türkiye’ye karşı askeri hareketleri NATO içinde ve dışında, gizli ya da açık şekilde o kadar çok ki bu konuda onlarca kitap yazılır. Askerî kumpasların dışında Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) eliyle uyguladığı ekonomik kumpaslar da büyümeyi, ulusal sanayileşmeyi, savunma sanayisini engelleme yönünde olmuştur.

 

Türkiye Yüzyılı’na Ekonomik Bağımlılık Engeli

 

ABD-Batı bloğuna girmek dolara dayalı kapital sisteme girmektir. Ülke ekonomisini yönlendiren merkez bankaları Batı’da uluslararası finans kapital sisteme bağlıdırlar ve kamu bankaları değildirler. Bizim merkez bankamız “T.C. Merkez Bankası” değil, böyle bir banka hiç olmadı, “Türkiye Cumhuriyet (Cumhuriyeti değil ‘i’ harfi de yok) Merkez Bankasıayrıcalıklı özel” bankadır. Para basılması, Anayasa’nın 87. maddesine göre TBMM’nin görev ve yetkisindedir, yetkinin devredileceğine ilişkin hüküm yoktur. 1211 no.lu Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanunu’nun birinci maddesi ise şöyledir: “Türkiye'de banknot ihracı imtiyazına münhasıran sahip ve bu Kanunda yazılı görev ve yetkileri haiz olmak üzere "Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası" unvanı altında anonim şirket olarak bir banka kurulmuştur”. İşte banknot ihracı (para basılması) öyküsü bu.

 

Münhasıran (yalnız) banknot ihracı (devletin parasının basılmasını yalnız yapan) Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ekonomide bankaların bankasıdır, para ve faiz politikası onun yönetimindedir. Mevduat, kredi ve faize dayalı bankacılık sistemi mevduattaki para hacmini katbekat artırıyor. Tüm bunların güvencesi merkez bankası rezervleri oluyor ki bu rezervler döviz ve altındır. Dünyada ticaret ve yatırımın ABD doları üzerine konumlandırılmış olması bir yana, diğer döviz çeşitleri de öyle ya da böyle dolara bağlı bulunuyor. ABD Merkez Bankası olarak bilinen Federal Reserve Banks (FED) sistemi tarafından basılan dolar, ABD’ye faiz karşılığı borç olarak veriliyor ve finans kapital sistemin damarlarına giriyor. Federal Reserve Banks ya da Federal Reserve Systems, bir tek Federal Board’a (yönetime) bağlı 12 bankadan oluşuyor.

 

FED sistemi; Boston, New York, Philadelphia, Cleveland, Richmond, Atlanta, St. Louis, Chicago, Minneapolis, Kansas City, Dallas ve San Franscisco bankaları ile Board’dan oluşmakta. Sistemin büyük hissedarlarına gelince Rockefeller ailesi, Rothschild ailesi, Goldman Sachs ailesi, Warburg ailesi, Lazard ailesi, Lehman Brothers ailesi, Kuhn Loebs ailesi, İsrail Moses Seifs ailesi, yani dünyanın sekiz kapitalist ailesidir. Federal Reserve Banks kuruluş yasasını 1913 yılında imzalayan Başkan Wilson’un şöyle bir itirafı kaydedilir: “Bu büyük sanayi ülkesi bir avuç seçkinin eline geçti, bundan böyle hiçbir hükümet onların sözünün dışına çıkamaz”. İşte bu aileler FED’i ve onun kanalından dünya ekonomisini kontrol ediyorlar. Bu ailelerin FED dışında kendi adlarıyla bankaları da bulunuyor. FED Başkanları genelde Yahudi kökenli oluyor.

 

1931 yılına kadar Türkiye’de Merkez Bankası görevini Osmanlı Bankası yapmıştı. Osmanlı Bankası (Ottoman Bank) 1856 yılında İngiliz sermayesi ile kurulmuş, 1862’de Fransız sermayesinin de katılımıyla Bank-ı Osmanî-i Şahane adıyla yapılandırılmıştı. Bankaya 30 yıllık banknot basma yetkisi verilmişti. Bankanın sermayesine Rothschild ailesi hakimdi. Osmanlı Bankası Cumhuriyet hükümetine parayı borç olarak veriyordu. İsmet Paşa’nın Lozan görüşmelerindeki direnişleri karşısında Lord Curzon, “Şimdi kabul etmiyorsunuz, ama harap bir memleketiniz var, paraya ihtiyacınız olacak”, yanındaki ABD Büyükelçi’sini işaret ederek, “O para da bir onlarda var, bir de bizde var” demişti. İsmet Paşa Başbakan olarak Osmanlı Bankası’ndan para istediğinde, “Bu borçlanmadır, borçlanmanın şartlarını konuşalım” yanıtını almıştı.

 

Kalkınma hamlesine girişilince, “Batı’da olan bizde neden olmasın?” anlayışıyla, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası 1930 yılında özel banka olarak kanunla kurulmuş, 1931 yılında çalışmaya başlamıştı, Osmanlı Bankası’nın merkez bankası fonksiyonu son bulmuştu, ama Batı’nın kapital finans sistemi içinde kalındığından değişen bir şey yoktu. Kapital finans sistem merkez bankalarının koordinasyonu için 1930 yılında kurulmuş Uluslararası Ödemeler Bankası (Bank for International Settlements “BIS”), merkez bankalarının rezerv (döviz ve altın) politikalarını koordine etmektedir. BIS’in Türkiye de dahil olmak üzere 63 üyesi bulunuyor. Aynı zamanda merkez bankaları arası para transferlerinde de aracı olmaktadır. Üye ülkelerin merkez bankaları kendi ülkelerinin yönetimlerinden çok BIS’in istek ve önerilerine uyarlar.

 

ABD-Batı Bloğu içinde yer alan Türkiye doğal olarak dolara dayalı kapitalist sisteme girdi. Merkez Bankası Uluslararası Ödemeler Bankası kanalıyla ve dolar rezerviyle Amerikan Merkez Bankası’nın etkisi altında. Amerikan Merkez Bankası ise ABD Hükümeti’nin değil, Yahudi ailelerin egemenliğinde. Tam bağımsızlık için bu ekonomik bağımlılık kaldırılmalı.

 

1930 yılında yaşanan büyük ekonomik buhran ve ardından çıkan İkinci Dünya Savaşı pek çok ülkenin para birimlerinin çökmesine ve para transferlerinin durmasına yakın bir noktaya taşımışken, 1944’de ABD Bretton Woods kasabasında toplanan Para ve Finans Konferansı’na katılan 44 ülkenin temsilcileri, altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin dolar bazına göre ayarlanmasına ve IMF’nin kurulmasına karar vermişlerdi. Böylece, ABD doları için 1 ons (~31,1gr) altın 35 dolar sayılmak üzere sabitlenen altın kambiyo sistemi başlatılmıştı. Anlaşma 1946 yılında yeterli sayıda imza toplanınca uygulamaya konuldu. Bretton Woods Sistemi ABD’nin küreselleşme amacına uygundu, ancak sürekli krizlere gebe olan kapitalist sistem bu uygulamayı sürdüremeyecekti.

 

1970’lere dek küresel enflasyon artmış, ABD’nin askerî operasyonlar için karşılıksız para basmasıyla ödemeler dengesi bozulmuş, 1971’de Başkan Nixon doların altına dönüşebilirliğini iptal etmişti. Çünkü, Fransa’nın dolarlarını altına dönüştürme isteğine karşılık verememişti. ABD doların değerini koruyabilmek için OPEC’in en büyük üyesi Suudi Arabistan’ı kullanıp, petrol ticaretinde ödeme aracının yalnızca dolar olmasını kabul ettirdi. Dolar-ABD hegemonyası geçerlilik kazandı. O dönemde Arap-İsrail savaşları ve petrol ambargoları, petrol ticaretinde dolardan başka para kullanılmaması amacına hizmet etmiştir. IMF ise ülkeleri borçlandırarak, borca karşılık ABD çıkarlarına ve hegemonyasına uygun anlaşmalar yapmayı sürdürdü. Bugün ABD hegemonyası karşılığı dolar basılması, FED’in dünyayı yönettiğinin göstergesidir.

 

Türkiye ekonomisinin dolar bağımlılığı, yatırım ortamını tepetaklak etmek için ABD’nin elindeki silah gibidir. Türkiye’nin finans kapital sisteme bağımlılığının bir diğer halkası ise, 1963 yılında yine İnönü’nün Başbakanlığı sırasında imzalanan Ankara Anlaşması ile AB ilişkisidir. 1957 yılında 6 ülkenin katılımıyla kurulan AB üye sayısını 27’ye çıkarmış, Türkiye’yi 60 yıldır üye kabul etmemiştir. Buna karşın ulusal onuru kırıcı biçimde yine de üyelik beklentisi sürdürülmektedir. Türkiye’nin AB’ye Gümrük Birliği ile tek taraflı bağımlılığı ülke aleyhine çalışmaktadır. Gümrük Birliği kapsamındaki ticari ilişkiler döviz getirici gibi gösterilse bile, Türkiye’yi engelleyici boyutu olan ilişkidir. AB, “Avrupa Devleti” hedefiyle ulusal egemenliklere ve politikalara karşıt bir yapıdır. Ayrıca “Hıristiyan Birliği” şeklinde sürmesi anayasasına yazılmamış temel ilkesidir.

 

Anavatanımızı parçalayabilmek amacıyla bölgesel özerklik şartlarını bile kabul ettirmiş olan AB, Yavru Vatan Kıbrıs’a Rumların hâkim olabilmesi için Güney Kıbrıs Rum Yönetimini üye kabul edip, Kıbrıs Türklerine Rum egemenliğini kabul etmeleri yönünde türlü entrikalar oynamıştır. Daha dün sportif yarışmada bile kendi bölgesinde Türk bayrağı astırmayan Kıbrıs Rum Yönetimi, Doğu Akdeniz’de hidrokarbon aramalarında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ve Türkiye’nin karşısına Yunanistan ile birlikte AB’ye dayanarak çıkmakta, yaptırımlar uygulanması için tezgâhlar kurmaktadır. Türkiye ise dış ticarette büyük partnerimiz Avrupa diye AB’nin yaptırımları karşısında yumuşamak zorunda kalıyor. Son yılların yumuşaması, ABD ve AB yaptırımları tehdidiyle Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon aramalarının ertelenmiş olmasıdır.

 

Ekonomik bağımsızlık, dolar sultasına etkisiz kılmadıkça zor sağlanır. AB ile olan ilişkiler ise, üye olunmamasına karşın siyasete, ekonomiden, bilim ve tekniğe, gündelik yaşam yapısına dek hemen tüm alanlarda etkilidir. Türkiye ne Atlantik dünyasının ne de Avrupa dünyasının parçası olmayıp, Avrasya’nın parçasıdır, ama Atlantik-Avrupa yaşam ve düşünce yapısı iliklerine kadar işletilmiş, Batı sömürüsüne açık kanal oluşturulmuştur. Bunun aşılması ise ilk başta düşünce yapısının değiştirilmesini gerektiriyor. 2023’den 2123’e uzanacak bir “Türkiye Yüzyılı” ve “Türk Atılım Çağı” gerçekleştirmek istiyorsak, özümüze özgü düşünce ve davranış gerekiyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk gençliğine hitabesinde, “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” demiş olması da bu gerçeğin ifadesidir.

 

Türkiye Yüzyılı’nı ve Atılım Çağı’nı Destekleyecek Olanaklar ve Fırsatlar

 

Engelleri ortadan kaldırmak mevcut olanakları ve görünür fırsatları değerlendirmek, Türkiye Yüzyılı’nın ve Atılım Çağı’nın başarısı için ulusal görevdir. Türkiye Yüzyılı’nın başarısı için Türk halkının egemenliğini korumada ulusal çıkarlara sahip çıkmasının gerekliliği kadar, ulusal gelirin olabildiğince artırılması gerekiyor. Çağdaş bir ülke ve devleti oluşturmak için çok çaba harcandı, birikimler kazanıldı. Türkiye tarım ülkesi olarak kalmadı, engelleri aşarak sanayi ülkesi olmayı başardı. Sanayiyi atılacak yeni adımlarla geliştirmek Türkiye Yüzyılı’nın başarısı için şart. Türkiye’nin tarım ve sanayi ürünleri ihracıyla turizm gelirleri dışında, uluslararası enerji ticaretinden ciddi kazanç sağlaması olanaklı. Mavi Vatan potansiyeliyle hidrokarbon coğrafyasında bulunan Türkiye, enerji kaynakları yetersiz Avrupa’ya doğalgaz satıcısı olmalıdır.

 

Ulusal Sanayi ve Savunma Sanayi Atılımı

 

Türkiye önemli ölçüde sanayileşmiş olmakla birlikte, yine de eksikleri görülen, ama savunma sanayiinde dikkate değer atılımlar yapan, yerli ve milli otomobil yapımıyla (TOGG) sanayide söz sahibi olabileceğini gösteren, enerji alt yapısı kendine yeterli, denizlerde hidrokarbon aramada başarı sağlayan, maden kaynakları ve metalurjik sanayi kuruluşları olan, tarımsal potansiyeli bulunan, çarpıklıklara karşın eğitim ve bilim kurumları gelişmiş, inovasyon çalışmaları gerçekleştirebilen, kalkınmada take-off (uçuşa geçiş çizgisini) aşamasını çoktan geçmiş, gelişme sürecinde aşamalar kaydetmiş, ekonomik büyüklüğüyle dünyanın ilk 20 ülkesi arasına girmiş, ekonomik krizle GSYİH’sının 10 milyar dolar eksilmesiyle 2021 yılında  808 milyar dolara düşmüş 21’inci sıraya gerilemişse de yine ilk 20 arasında sayılan, bölgesel gücü olan bir ülke.

 

Türkiye’nin sanayileşmede aştığı engellerin izleri kaldı. ABD’nin Marshall ekonomik yardımına avuç açılmazdan önce Ankara’da “Gazi Uçak Motoru Fabrikası” bile kurulmuştu, ABD-NATO uçak yapımını durdurunca, uçak fabrikaları kapandı. 1959/60 yıllarında 5-15 beygir güçlü (BG) dizel motopomp (Gümüş Motor), 1961 yılında 36 BG benzin motorlu “Devrim Otomobili” yapmış ve engellenmiş Türkiye, 1963-1967 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı ile montaj sanayiine yönlendirilmişti. 1964 yılında Montaj Sanayi Talimatnamesi kararnamesini Başbakan olarak yine İnönü imzalamıştı. Bu kararnamede Türkiye’de yapılabilecek oto sanayii parçaları iki yüzü aşkın kalemle, yapılamayacak olanlar ise üç kalemde motor, vites kutusu, diferansiyel (yani transmisyon sistemi) diye sıralanmıştı. Yerli isimli montaj otomobilleri yapıldı.

 

Günümüz Türkiye’si gaz türbini (jet motoru) yapabilen düzeye gelmiş olsa da ilk jet motorlu insansız savaş uçağının (Kızılelma) motoru savaş halindeki Ukrayna’dan alınmış bulunuyor. Türkiye’de artık benzinli motorlar, 500 beygir güçlü büyük dizel motorları, engellenen transmisyon sistemlerine karşın her türlü vites kutuları ve dişli aktarma organları, diferansiyeller yapılmakta. Ancak, bunları gerçekleştirmede geç kalmanın sonucu yok değil. Yeni Altay tankı için gereken 1500 beygir gücündeki motor ve transmisyon sistemleri, şu an ilk 100 tank için Güney Kore’den alınıyor. Geliştirilmesine çalışılan yerli ve milli motor ile transmisyon sistemleri ancak sonraki tanklarda kullanılacak. KAAN milli muharip uçağımızın gaz türbinini geliştirilmeye çalışılıyor, fakat ilk yapılacaklar için dışarıdan alma seçeneği hâlâ tartışma konusu.

 

Bugün Türkiye sanayisinin kamçısı, savunma sanayi faaliyetleridir. Kendi silahlarımızı, askeri araçlarımızı yapmak, yüzde seksenlerde olan yerli ve milli katkıyı yüzde yüze ulaştırmak için kara, hava ve deniz araçlarında kullanılması gereken devitici kuvvet makinalarını, yani her türlü motoru yerli ve milli üretmek zorundayız. İlk yerli ve milli otomobilimiz TOGG elektrikli, elektrik motorlu yapılabildi. Patlamalı ve içten yanmalı motorlar da denilen Otto (benzin) motorları ve Diesel (dizel) motorları yerli ve milli yapılmış olsaydı, yerli ve milli otomobilimizi 1961’deki Devrim otomobilinden 62 yıl sonra değil, daha önce yapabilirdik. 62 yıl ithal motorlu oto montaj sanayii ile oyalanma dönemi yaşanmazdı. Savaş gemileri, askerî amaçlı kara araçları, tank, helikopter, uçak yapmaya kalkışmasaydık, motorlarla ilgili eksikliğimiz sürüp giderdi.

 

Türkiye kendi mühendislik gücüyle 1961 yılında yerli DEVRİM otomobilini yapmıştı, ama üretimi engellendi. Kalkınma Planı’na yerli üretim değil, montaj sanayisi ilkeleri kondu. 1964 yılında çıkarılan Montaj Sanayi Talimatnamesi ile Türkiye’de yerli motor (benzin ve dizel), vites kutusu ve diferansiyel (dişli aktarma organları) üretimi yasaklanıyordu. Türkiye’nin kendi otomobili TOGG ancak 62 yıl sonra en yeni teknolojili ve elektrik motorlu olarak üretiliyordu.

 

Türkiye bulunduğu düzeyin çok ilerisinde bir noktaya gelebilirdi, ancak geçmişteki askerî darbeler, kâbus olan koalisyon hükümetleri, kişisel ve parti ihtiraslarına dayalı siyasi çekişmelerle süregelen istikrarsız dönemler, ABD ve Batı oyalamalarıyla istenilen noktaya ulaşılamadı, gerektiği gibi sanayileşemedi. Oysa, 1960 sonrası planlı kalkınma dönemi başlatıldığında sorunlar aşılacak sanılıyordu, ama uygulamalar ters olunca, düşünebilen bilim ve teknik insanları “Eskiden Türkiye’yi plansız batırıyorduk, şimdi planlı batırıyoruz” değerlendirmesini yapmaya başlamışlardı. AB’ye 60 yıl önce üye olmak hayaliyle başvuru yapıldığında, Fransa’nın düzeyi hedef alınıyor, 10 yılda İtalya’nın düzeyini yakalamaktan söz ediliyordu, ama hiçbir şey Türk siyasetçilerin ve ekonomistlerin planladığı gibi gelişip gitmiyor, Türkiye oyalanarak yerinde sayıyordu.

 

1784-1870 yılları arasında gerçekleşen birinci sanayi devrimi tamamlanıp ikinci sanayi devrimine adım atılırken, Osmanlı İmparatorluğu sanayileşmeyi tanımamıştı bile. Dünyada İkinci sanayi Devrimi yaşanırken, Atatürk Türkiye’si 1934’de Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nı uygulamaya koyuyordu. Bugün dünyada beşinci sanayi devrimi konuşuluyor, insansız sanayi geliştirilmeye çalışılıyor. İHA (insansız hava araçları) ve SİHA (silahlı insansız hava araçları), ardından insansız savaş uçağı geliştiren Türkiye, beşinci sanayi devrimine özgü uygulamalara imza atıyor. Beşinci nesil savaş uçağı (KAAN-Milli Muharip Savaş Uçağı) geliştiren Türkiye bunu yapabilen ilk beş ülkeden biri olmaya aday. ABD ve Batı’nın Türkiye savunma sanayiinden tedirgin olması sadece askerî açıdan değil, sanayide gerçekleştirdiği ilerlemeye de bağlı.

 

Son dönemde sanayileşmede atağa kalkan Türkiye özellikle savunma sanayiinde büyük adımlar attı. İlk uçak (SİHA-HÜRJET-Helikopter) gemisi TCG Anadolu ve 3+1. Nesil Yeni Altay Tankı Türkiye’nin övüncü. Altay Tankı için yerli motor ve aktarma organları geliştiriliyor.

 

Savunma sanayinin gelişmiş ürünü uçaklarımız iftihar konusu. Türkiye’nin ilk jet motorlu ileri seviye jet eğitim ve yakın hava desteği uçağı HÜRJET ile dünyanın ilk insansız jet savaş uçağı KIZILELMA artık semalarımızda. KAAN-Milli Muharip Uçak uçuşa geçmek için gün sayıyor. Yerli jet türbinlerimiz geliştiriliyor. Yerli ve milli taarruz ve taktik keşif helikopteri Atak-1 ile ağır taarruz helikopteri Atak-2 ile Türkiye helikopter sanayiinde de öne çıktı. Yerli ve milli roketlerimizle uçaklarımız ve helikopterlerimiz Türkiye düşmanlarına korku salıyor.

 

Türkiye sanayisine ve savunma sanayisine nükleer boyut eklenmelidir. Türkiye’de Ford motorlu ve Ford Cortina arabasının fiberglas uygulaması olan montaj sanayi ürünü Anadol otomobili yapılırken, bisiklet bile yapamayan Güney Kore şimdi nükleer reaktör yapmakta, Türkiye’ye nükleer santral teklifi vermektedir. Akkuyu Nükleer Santralı Rus yapımı olarak gerçekleştirildi, ama Türkiye beş yıl içinde kendi reaktörünü geliştirip milli ve yerli nükleer santralını yapabilir. Ülkemizin zengin toryum yataklarını değerlendirmek için buna gerek var. Ayrıca büyük tonajlı deniz tankerlerini, çıkarma ve uçak gemileri ile denizaltıları çalıştırmaktan öte küçük güçlü nükleer santraller olarak da kullanılmaya elverişli olan ve ticarileşmiş bulunan Küçük Modüler Reaktörler (SMR) alanına girmelidir. Çağdaş Türkiye ulusal nükleer teknolojiye sahip olmalıdır.

 

Türkiye’nin ilk nükleer santralı Akkuyu’nun birinci reaktörü için 27 Nisan 2023 günü Rusya Devlet Başkanı Putin’in ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın online katıldıkları törenle ilk uranyum çubukları teslim alındı. Türkiye gelecekte yeni nükleer santrallar kurmakta ve nükleer teknolojide ileri adımlar atmakta kararlı. Yerli tip nükleer reaktörlerin geliştirilmesi beklenmeli.

 

Kısaca SMR diye tanımladığımız Küçük Modüler Reaktörlerin büyük tonajlı sivil ve askerî deniz araçlarında kuvvet makinası olarak kullanılması kadar, baz yük elektrik üretimi özelliğine sahip santral olarak kullanılması önem kazanmıştır. Tasarımları daha basit, kompakt yapıda ve seri üretime uygundurlar. Kapasiteleri küçük olduğundan yatırım maliyetleri düşüktür. Türkiye’nin yerli toryum kaynaklarını yaygın biçimde kullanabilmesi için SMR üretimini başlatması gerekiyor. Dünya üzerinde hegemonya sürdürme peşinde olan beş ülkeye karşı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi, “dünya beşten büyüktür”. Bu beş ülkenin her biri nükleer teknoloji sahibi ve bu teknolojiyi başka ülkelerin kazanmasını istemiyorlar. Ancak, büyük devlet olmak için ulusal ve çok boyutlu nükleer teknolojiye sahip olmak zorunludur.

 

Türkiye’nin Doğalgazın Gizil Gücüyle Atılımı

 

Gizilgüç, iki kelimenin “gizil ve güç” kelimelerinin birleştirilesiyle oluşturulmuş bir kelime. Gizil, “gizli kalmış olan” demek. Türk Dil Kurumu gizilgücü, “edim (yapılım-gerçekleşmiş) olarak değil de güç olarak var olan” şeklinde tanımlamış, sonra “potansiyel” de demiş. Var olan ortaya çıkmamış güç diye algılanabilir ve koşulların oluşmasıyla ortaya çıkabilen gizli güç de diyebiliriz. Doğalgaz, yakıt olarak, yakılmasıyla ısıya dönüşebilecek doğal kaynak olarak elbette bir ısıl güce sahip, ama onun gücü yalnız ısı üretmek değil. Doğalgaz ekonominin yanısıra politik güç özelliklerini içeren başat fosil yakıt, çağımızın stratejik birincil enerji kaynağı. Politik güç olarak yapabileceklerini şimdi dünya Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle görüyor.

 

Şubat ayının sonunda Ukrayna-Rusya savaşı başlayınca, ABD’nin talimatıyla Kanada, ABD’nin yeni Beşli Grubu’nun üyeleri İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya ve zorunlu ABD baskısıyla 27 Avrupa Birliği ülkesi, Rusya’ya bir dizi yaptırım ve ambargo uygulamaya başladılar. Rusya ise doğalgaz satışını koşullara ve Ruble’ye bağladı, sonra vanayı kapattı. Avrupa’ya giden doğalgaz miktarı yüzde 45 azaldı, Avrupa Birliği ekonomik krize sürüklendi. Dayanamayan Hollanda, 8 ay sonra Kasım başında Rusya’ya uygulanan 91 yaptırımdan çekildi. El koyduğu 13 Rus varlığını iade etti, Rus gemilerine limanlarını açtı. 25 Hollanda şirketine de Rusya’nın gaz şirketi Gazprom’dan gaz almaları için anlaşma yapma izni verdi. Hollanda, doğalgazın gizilgücü karşısında boyun eğdi, yaptırımlardan çekilen ilk Avrupa Birliği ülkesi oldu.

 

Rusya Devlet Başkanı Putin altı ay önce Avrupa enerji krizinin çözümü için Türkiye’yi, işaret ederek, “Avrupa’ya gaz sevkiyatı için Türkiye’ye büyük bir merkez kurabiliriz” açıklamasını yapmış, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, “Gaz merkezi fiyatlandırma için kullanılabilir” demişti. Rus basını projenin Türkiye’ye avantaj sağlayacağını, Avrupa’nın ikiye bölünerek doğalgaz dağıtım ve ticaret haritasının değişeceğini yazıyordu. Rusya-Türkiye ikilisi doğalgazda önce Karadeniz tabanından gelen Mavi Akım, sonra Türk Akımı hatlarıyla enerji-politik işbirliğinde önemli gelişme sağlamışlardı. Putin bu işbirliğinin ticaret merkeziyle zirveye taşınmasını önermiş oldu. Türkiye’de ABD yanlısı ana muhalefet ve masa ortakları bu teklifi AK Parti iktidarına seçim desteği diye yorumlayıp karşı çıkarlarken, asıl karşı çıkış ABD’den geldi.

 

Şu an Avrupa ABD’nin çıkarı ve hegemonyası adına yaptırımlarına uyarak Rusya’ya karşı savaş sapkını sözde Ukrayna lideri Zelensky’i akıldışı desteklemenin bedeliyle doğalgaz tedarikinde karşılaştığı güçlükten enerji krizi yaşarken, Rusya-Türkiye yakınlığı Türkiye’ye “Doğalgaz Merkezi” (Natural Gas Hub) olma, enerjide güç yakalama fırsatı getirmiş bulunuyor. Doğalgazın gizil gücü Avrupa’ya kaybettirirken, Türkiye kazanç sağlayacak bir dönemin kapısını açmakta. Ancak, yanılgılı bir tutumla ABD-Rusya dengeli siyasetine kapılmaksızın, ABD’nin çıkarına tuzaklara düşmeksizin, akılcı politikayla bu işin başarılması gerekmekte. ABD ve Batı, Rusya’nın desteğiyle Türkiye’nin Doğalgaz Merkezi olmasına karşı çıkarken, yandaşları ana muhalefet ve dokuz başlı şer masasının ortağı muhalefet partilerinin destek vermesi beklenemez.

 

Emperyalist ABD’nin kurgulaması ve saldırganlığıyla sürdürülen Ukrayna-Rusya Savaşı, Avrupa’da doğalgaz piyasasını altüst edip doğalgaz krizi doğururken, Türkiye’ye de Rusya ile işbirliği yaparak Avrupa’ya gaz satma ve Doğalgaz Merkezi (Hub) olma şansını getirdi.

 

Hub alt yapısı eksikliği ve Asrın Felâketi depremden Türkiye projeye hızla el atamadı. Enerji Bakanlığı’nca çalışmalara başlandığı açıklandı, ama bu duraksamada umarız ABD baskısının etkisi yoktur. Çünkü proje Karadeniz gazını Filyos’ta karaya çıkarıp yakmaktan daha önemli denilebilir. Doğalgaz Ticaret Merkezi’nin Trakya’da kurulması planlanmış bulunuyor. Türkiye’ için doğalgaz merkezi olma fırsatı ufukta doğan bir güneştir ve Cumhuriyetimizin 100’üncü yılında parlamalıdır. Uluslararası alışverişe ilişkin hukuki, ticari ve yapısal düzenlemeler, 14 Mayıs Seçimi sonrasında hızla tamamlanmalı. Avrupa için doğalgaz açığıyla enerji krizi yılları başlamışken, Türkiye için kazanç yılları başlatılmalı. Türkiye doğalgazda hub ülke olurken, sadece Rus gazına dayanmamalı, Mavi Vatan’daki çalışmalar geliştirilip Türk doğalgazı eklenmeli.

 

Türkiye doğalgaz sanayisinde de büyük adımlar attı. Kendi arama ve sondaj gemileriyle Karadeniz’de 710 milyar metreküp gaz bulup kendi iç piyasası için karaya bağlamayı başardı. Kazandığı deneyimle Mavi Vatan üzerinde sürdüreceği aramalarla dışarıya satılabilecek yerli gaz rezervleri bulması olası. Doğalgaz Merkezi Türkiye yalnızca Rus gazına dayanarak değil, Azerbaycan ve diğer ülkelerden gelecek gazlara kendi gazını da ekleyerek, dünyanın güvenilir önemli bir doğalgaz tedarik ülkesi olma yolunda ilerleyecektir.

 

Karadeniz’de şu an için bulunan 710 milyar metreküp (bcm) doğalgaz rezervi iç piyasa için önemli, ihraç için yetersiz., Mavi Vatan tabanındaki doğalgaz kapanlarının rezervinin ise dünyanın sayılı rezervleriyle kıyaslanacak boyutta olduğu kestirilmekte. Türkiye üç yıl önce Doğu Akdeniz’de Kıbrıs çevresinde doğalgaz arıyordu. Mavi Vatan için hak iddia ettiğimiz sınırlar Girit’in batısına dek uzandığından buralara kadar aramaları genişletmek gerekiyordu. Türkiye, Soros sınırı dediğimiz emperyalist görüşü yansıtan 28 derece doğu boylamının batısına geçmeliydi, ama duraksadı. Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın politikalarına göre hareket eden AB Türkiye’yi yaptırımlarla tehdit etmeye başladı. ABD de AB’ye koşut tutum içine girdi. Üç yıldır Türkiye’nin arama gemileri Doğu Akdeniz’de yok. Oysa, Mavi Vatan’da ödün verilmemeli.

 

Türkiye Mavi Vatan üzerinde hidrokarbon arama ve keşif faaliyetlerini kararlılıkla sürdürmek zorunda. Bu konuda ABD’nin ve AB’nin yaptırım tehditlerine boyun eğilemez. Doğu Akdeniz’de 28 derece doğu boylamının batısına Girit kıyılarına dek aramalar geliştirilmeli. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin kıta sahanlığı aslında Girit’in batısına dek uzanmaktadır.

 

Türk arama gemileri Kıbrıs çevresinde iken Fransa’nın uçak gemisi Rum-Yunan ikilisini desteklemek için Doğu Akdeniz’de bayrak gösteriyordu. ABD de aynı eylemleri yaptı. Türk Deniz Kuvvetleri Doğu Akdeniz’in güçlü ordusu. Son olarak TCG Anadolu SİHA-Uçak ve amfibi hücum gemisi envantere alınıp hizmete sokuldu, Türkiye lehine denge değişti. Türkiye sadece Doğu Akdeniz’de değil, Yunanlıların adaları haksız yere silahlandırdığı Adalar Denizi’nde de hidrokarbon aramalarına girişmeli. Türk kıta sahanlığı üzerindeki Taşoz Adası açıklarında petrol çıkaran, daha doğrusu Türkiye’nin petrolünü çalan Yunanistan, işgal ettiği küçük adalardan süpürülmeli, anlaşmalara aykırı şekilde silahlandırdığı adalardaki askerî eylemleri durdurulmalı. Unutulmamalı, sadece mülkiyet hakkıyla Yunan adaları denilen adalar aslında Türk adalarıdır.

 

Güçlenen Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) ile Türk Çağı Fırsatı

 

2009 yılında Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye’nin katılımıyla ve önceki adıyla “Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi” kurulmuştu. 2018 yılında adı “Türk Devletleri Teşkilatı” olarak değiştirildi ve Macaristan da gözlemci ülke statüsüyle katıldı. Macaristan Attila’nın Hun İmparatorluğu kökeninden gelmekte olup, halkı Törek dedikleri Türkleri baba, Fin-Ugorları ana varsaymaktadır. Özbekistan Teşkilata 2019 yılında tam üye olarak kabul edildi. 2021 yılında Türkmenistan ve 2022 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) gözlemci ülke statüsü kazandı. KKTC’nin uluslararası tanınması yönünde de bir adım sayılan bu kazanım, 2017 yılında Crans Montana’da federasyon ve toprak ödünlü masayı devirmelerine karşın, hâlâ pazarlıkla KKTC’yi silebileceklerini sanan Rumların ve Yunanistan’ın tepkisine neden oldu.

 

TDT anlaşmasında Teşkilatın amaçları şöyle açıklanmakta; taraflar arasında güvenin güçlendirilmesi, bölgede barışın korunması, uluslararası terörizmle mücadele edilmesi, her alanda etkili bölgesel ve ikili işbirlikleri geliştirilmesi, ticaret ve yatırım, ekonomik büyüme, sosyal-kültürel gelişimin amaçlanması, hukukun üstünlüğünün sağlanması, bilim-teknoloji alanında işbirliği yapılması, ortaklaşa gümrük işlerini düzenlenmesi. Teşkilat için Türkiye- Azerbaycan ilişkisi bir örnektir. Sınırlar boyunca Kars’tan Bakü’ye kadar uzanan Zengezur Koridoru, Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında fiziksel bağlantı sağlayan, Nahçıvan’ı Azerbaycan’a bağlayan güzergâhtır. Ermenistan’ın güneyi Sünik’ten geçmesi sorunu var. Karabağ sonrası yapılan anlaşmada Koridorun açılması, güvenliğini Rusya’nın sağlaması hükmü olsa da Ermenistan uygulamıyor.

 

Türkiye Yüzyılı Türk Çağı fırsatıyla bütünleştirilmeli. Avrasya’da doğan bir güneş de Türk dünyası. Türkiye ile Türk dünyası arasındaki fiziksel karayolu Zengezur Geçidi’nden geçmekte. Ermenistan’ın kapattığı bu geçidin Karabağ savaşı sonrası Azerbaycan ile yaptığı anlaşmaya göre Rusya’nın kontrolünde açılması gerekiyor, ama Ermenistan ayak diretiyor.

 

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını kazanan ve artık toparlanan Türk Cumhuriyetleri’nin Teşkilat ile güvenlikleri artmaktadır. Teşkilatın etkinliği geliştiğinden yeni üyelik başvuruları görülmektedir. “Türk Dünyası” oluşumuna giden süreç başlamıştır. “2040 Türk Dünyası Vizyonu” özellikle dış politika konularında ortak tutumları artırarak geliştirecektir. Teşkilat bünyesinde ortak karar mekanizmasıyla askerî işbirliğinin geliştirilmesi gerekir. Coğrafi konumuyla dünyanın kalpgâhındaki bu Teşkilatın stratejik açıdan önemi vardır. 2000’li yılların başlamasıyla 21. Yüzyılın “Türk Çağı” olacağı görüşleri stratejistler tarafından ortaya atılmıştı. “Türk Çağı” için “Türk Dünyası” ve “Türkiye Yüzyılı” birlikte oluşturularak olumlu bir gelişme sağlanır, üye ülkeler için emperyalizmden koruyucu, egemenliğe güç katıcı olur.

 

14 Mayıs Tarihi Seçimi Atılım mı, Duraksama mı Getirecek?

 

Cumhuriyetin 100’üncü yılı, Türkiye Yüzyılı’nın başlangıcı Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimi ile çakıştı.14 Mayıs 2023 seçimi bu kritik noktada Türkiye’nin geleceğini belirleyecek. AK Parti 2002 genel seçimlerinden beri iktidar partisi olarak varlığını ve gücünü koruyor, kendini yenileyebiliyor. Bunun bir başka örneği Türkiye’nin geçmiş yüzyılında olmadığı gibi, dünyanın demokratik ülkelerinde de yok. AK Parti ile tek başına bilek güreşi yapabilecek muhalefet partisi de yok. Ana muhalefet partisi CHP kurucusu Atatürk’ün çizgisinden çıkmış, Atatürkçü tabanını yitirmiş bir parti, CHP değil, “Yeni CHP” denilen Y-CHP ya da soru işaretli “CHP-?”. Yandaş partilerle AK Parti Cumhur ittifakını, Y-CHP ise Millet İttifakını oluşturdu. Millet İttifakı’nın son üyesi de PKK bağlantısıyla hakkında kapatma davası açılmış olan HDP.

 

Konumuz iç politika ve partilerin analizi değil, sadece beş ittifaktan büyük olan ikisini vurguladık. Türkiye’de 123 siyasi partiyle parti enflasyonu var. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) 14 Mayıs’ta 28. Dönem milletvekili seçimlerine 36 siyasi partinin katılmaya hak kazandığını açıklamıştı, ama aday koşullarını sağlayan 24 parti seçime katılıyor. Bu seçimin önemi Cumhurbaşkanlığı seçimini içermesi. 1982 Anayasası “Parlamenter Hükümet Sistemi” öngörüyordu, 2007 Anayasa değişikliğiyle Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmeye başlandı ve sürecin doğal sonucu olarak, 2017 yılında Anayasa Referandumuyla “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” kabul edildi, 2018 yılından itibaren uygulandı. Cumhur İttifakı’nın kurucusu olduğu bu sisteme karşı, Millet İttifakı eski sistemden yana ve kaos oluşturacak sistem değişikliği vaadinde.

 

PKK’ya silah bıraktırma girişimi başarısızlıkla sonuçlanınca, 2015 yılında AK Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ideolojik olarak birbirine yaklaşmış, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi 2017’de böylece oluşturulmuştu Emperyalist ABD ve Batı’nın kullandığı devlet düşmanlarından biri PKK, diğeri FETÖ idi. FETÖ, Erbakan hariç, Demirel ve Ecevit’ten bile himaye görmüş, AK Parti ile 10 yıl kol kola yürümüştü, ama devleti ele geçirme amaçlı örtülü bir örgüttü. Eğitim kurumlarından Türk Ordusu’na, idari, hukuki ve sağlık kuruluşlarına, siyasi partilere dek devletin dokusuna sızmıştı. FETÖ’nün iktidarı yıkmaya yönelik ilk girişimi 7 Şubat 2012 Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) kumpasıydı. Başaramadı ve 15 Temmuz 2016’da askerî darbe girişimine kalkıştı, Türk halkının, silahlı kuvvetlerin büyük bölümünün direnmesiyle akamete uğradı.

 

Başarsalardı ya da kaos çıksaydı, emperyalist ABD ve İngiltere, NATO çizmesiyle Türkiye’yi işgal edeceklerdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dik duruşuyla badire aşıldı. Batı suskunluğa büründü, yardım elini uzatan yalnızca Rusya Devlet Başkanı Putin oldu. FETÖ temizliğini yapabilecek tek siyasi irade Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın direnim gücüydü. Cumhur İttifakı FETÖ kalkışmasının ardından devleti korumak adına 2018 yılında oluşturulunca, ana muhalefet küçük partilerle Millet İttifakı’nı oluşturuyor, kamu kurumlarında FETÖ temizliği sonucu KHK kararıyla atılan yüzbinlerle ifade olunan personele sahip çıkıyordu. Y-CHP ve Millet İttifakı dün olduğu gibi bugün de aynı politikayı güdüyor. Üstelik HDP işbirliğiyle PKK mağdurları diye eş başkanlarını, PKK kurucusu bebek katili Apo’yu, teröristleri affetmek, iktidara gelirse salmak istiyor.

 

Y-CHP ve Millet İttifakı emperyalist ABD, NATO ve Batı’ya koşulsuz boyun eğmenin peşinde. Kıbrıs’ta Türkiye’nin taraf olmaktan çekilmesini, böylece Kıbrıs’a Rumların egemen olmasını istiyor. Mavi Vatan politikasını saldırgan buluyor, denizlerimizi Yunanlılara açma yolunda. Savunma sanayisinin karşısında, savaş uçağı ve SİHA yapımını durdurma arayışında. Tüm planlarını “Batı bizi takdir edecek” diye savunuyorlar. Y-CHP Genel Başkanı esrarengiz ABD gezisinde hamburgercide iktidarı yıkma planları üzerinde anlaştıktan sonra İngiltere’ye “Temiz Sermaye” aramaya gittiğini açıklıyordu. Dünyanın en eski sömürgeci ülkesi İngiltere’de tefecilerden “Kanlı ve Kirli” 300 milyar dolar sözü almış olmalı ki, “300 milyar dolar temiz para getirdim” diyor. Aslında bu açıklaması Türkiye’yi 300 milyar dolara pazarladığının itirafı.

 

YSK’nın adaylıklarını onaylayarak oy pusulası sırasını belirlediği Cumhurbaşkanı adayları; Recep Tayyip Erdoğan, Muharrem İnce, Kemal Kılıçdaroğlu, Sinan Oğan. Arkadaşlık yaparak tanıdığım, TV-Radyo programlarına birlikte katıldığım Oğan, küçük olan Ata İttifakı’nın adayı, parti genel başkanlığı yok, oylamada da son sırayı alması olası, ama gelecekte bir parti başkanlığı için kariyer kazanabilir. Memleket Partisi Genel Başkanı İnce, önceki seçimde CHP adayı idi. Şimdi rövanş değil, Millet İttifakı adayı CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ile hesaplaşmış olacak. Kılıçdaroğlu’nun ziyaretinde “Hoş geldiniz, Güle güle” diye tutumunu belirtti. İkinci sıradaki İnce’nin oylamada ikinciliğe yaklaşması bile şaşırtıcı olmaz. Listenin duayen devlet adamı AK Parti Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı, Cumhur İttifakı adayı Recep Tayyip Erdoğan.

 

Duayen devlet adamı yıllarca devlet yönetmeyi, deneyim kazanmayı gerektirir. Düne dek duayen devlet adamı denildiğinde sekiz yıl önce vefat eden Demirel anlaşılırdı. Bugün için Türkiye’de Erdoğan’dan başka duayen devlet adamı yok. Devlet adamlığı parti başkanlığıyla kazanılmadığı gibi, bakanlık bile yapmamış Kılıçdaroğlu’nun devlet adamı kimliği de yok. Cumhur İttifakı’nın duayen devlet adamına karşı, Millet İttifakı adını kendine yakıştırmış, dün altılı masa, bugün dokuz başlı yedili masa. PKK uzantısını içine aldığı için şer masası bile denilen ittifakın adayı CHP-? Genel Başkanı Kılıçdaroğlu. Eğer Kılıçdaroğlu kazanacak olursa, ittifakın kararına göre masadaki partilerin genel başkanları ile İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlarını veto yetkili yardımcıları olarak atayacak, “Dokuz Başlı Koalisyon” oluşturacak.

 

Dokuz Başlı Koalisyon iktidarı ele geçirirse, Yunanistan yeni savaş uçakları almayacağını açıkladı. Yunan TV’sinde yayınlanan programda “Atina’nın ABD’den ve Fransa’dan F-16 veya Rafale savaş uçaklarını almasına gerek kalmayacağı, çünkü muhalefetin iktidarında Türkiye’nin mevcut filolarını dahi yükseltmeyeceği” ifade edildi. Öte yandan Y-CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun başdanışmanı ABD ile anlaşıp Türkiye’yi yeniden F-35 programına dahil edeceklerini, dolayısıyla Milli Muharip Uçak yapımına da gerek kalmayacağını söylüyor. Bayar-Menderes ikilisinin “Küçük Amerika” kandırmacasına, Dokuz Başlı Koalisyon’un hegemonyacı ABD’nin çağdaş mandasına boyun eğilmesine, Türkiye’nin eline kelepçe, ayağına pranga vurdurulmasına rıza gösterilebilir mi?  Atatürkçü, ulusalcı Türk seçmeni buna hiç izin verir mi?

 

Türkiye siyasi istikrarı 21 yıl süren AK Parti iktidarlarıyla yakalayabildi, ondan önceki koalisyon hükümetleri istikrarsızlıkla ve iktidarsızlıkla kaybedildi. Dokuzlu koalisyonla istikrarın sağlanamayacağı, böyle bir iktidarın dokuz ay yaşayamayacağı Türkiye’nin siyasi yapısını az çok bilen herkesin görebileceği bir olgu. Türkiye yeni bir istikrarsız döneme, savunma sanayinin önünün kesilmesine, Batılı tefecilere ve ABD’nin IMF’sine teslim edilebilir mi? Dokuz Başlı Koalisyona Rusya’ya ve İran’a karşı Zelensky görevi vermeyi tasarlayan ABD’nin elinde oyuncak olunabilir mi? Y-CHP Genel Başkanı’nın Başdanışmanı “Rusya’ya NATO üyesi olduğumuzu hatırlatacağız” diyerek göreve hazır olduklarını, ABD ile koordinasyon ve işbirliği içinde yürüyeceklerini ısrarla vurguluyor. Niyetleri apaçık ortada iken Kılıçdaroğlu’na oy verilebilir mi?

 

Bülent Ecevit’in partisi DSP, Cumhur ittifakını destekleme kararı alınca, “Bülent Ecevit yaşasaydı Cumhur İttifakı’nda olurdu” açıklaması yapıldı. Daha sonra Deniz Baykal’ın çok yakınındaki eski Atatürkçü CHP’liler de “Deniz Baykal Kılıçdaroğlu’nu desteklemezdi” açıklamasını yaptılar. Gerek Ecevit ve gerekse Baykal, çok yakından tanıdığım samimiyetimiz bulunan, nikah şahitliğimi yapmak için gelmiş dostum olan liderlerdi. Her ikisi de “milliyetçi” sosyal demokratlardı. Kılıçdaroğlu döneminde yozlaşan ve kendini Batı’ya teslim eden “milliyetçiliğe karşıt” kişiler olmadılar. Yakından tanıdığım, anılarını benimle paylaşan bir siyasi dostumu daha bu listeye ekleyeceğim, “Demirel de yaşasaydı bugün Erdoğan’ın yanında olurdu”. Bu üç lider de ABD’ye ve politikalarına karşı çakarak, emperyalizme karşı ulusal çıkarları korumasını bildiler.

 

Emperyalist ABD Büyük Ortadoğu Projesi için güçlenen Türkiye’yi engel görmekte. Geçmişte askeri darbelerle iktidarları deviren ABD o yol tıkanınca, iktidar değişikliği için muhalefeti destekleyeceğini birkaç yıl önce açıkladı. Millet İttifakı Cumhurbaşkanı Adayı Kılıçdaroğlu ve yedi partili dokuz başlı koalisyonu ABD’ye dayanarak seçim kazanma umudunda. 14 Mayıs 2023 günü sandığa giden vatansever Türk seçmeni arka planda çirkin Amerikalının olduğunu aklında tutarak, Türkiye’nin bağımsızlığına gölge düşmemesi amacıyla oyunu vermeli.

 

14 Mayıs Aldatmacalarla Batı’ya Esarete ve Bölünmeye Yol Açmamalı

 

Emperyalistlere teslim olarak onların kirli destekleriyle seçim kazanma hayali peşinde olanlar, 14 Mayıs’ta Türk halkının sağduyusuyla hak ettikleri dersi ve karşılığı almalılar ki, Türkiye Yüzyılı herhangi bir aksamaya uğramadan başlayarak gönençli, mutlu şekilde “Büyük Türkiye” doğrultusunda ilerleyebilsin. Tanrı vatanımız Türkiye’yi ve ulusumuzu korusun! …

 

 

 

Kategoriler

DUYURULAR