BATI’YA YAKLAŞMAK KAZANDIRMAZ …

 

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR

 

 

14 Ekim 2023

 

Tarihi Süreçte Batı’ya Kaptırılan Kol

 

14/28 Mayıs 2023 seçimlerinde CHP ve Kılıçdaroğlu’nun başarısızlığının nedeni; ulusal çıkarlara karşı ABD, NATO, AB kısaca topyekûn Batı yanlısı tutumu, Anayasa Mahkemesi’nin kol kanat gerercesine kapatma davasını sonuçlandırmadığı PKK’nın TBMM’deki uzantısı HDP’den oy devşirme çabası, güven vermeyen çoklu masa ittifakının kirli siyaset batağındaki oyunlarıydı. AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başarı nedeni ise CHP’ye karşıt ulusalcı tutum sergilemesiydi. Enflasyonla tencereyi kaynatmak aşırı zorlaşmışken, Demirel’in “Seçimlerde boş tencere iktidarı götürür” tezini boşa çıkaran ise Türk seçmenin milliyetçiliği, vatanseverlikle ulusal çıkarlar adına zorluklara karşı dayanma azmiydi. Seçimlerin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhur ittifakı ortaklarının da beklemediği politika değişikliğine adım atıyordu.

 

Mayıs 2023 seçimlerinde seçmen iktidara “ABD’ye, NATO’ya, AB’ye taviz versin!” diye oy vermedi. İktidarı kazanan AK Parti ve Cumhur İttifakı’nın diğer partilerinin tabanları da taviz politikasından yana olmadılar. Buna karşın Temmuz ayında Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta yapılan NATO Liderler Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın beklenmeyen tutum değişikliği hayret vericiydi. Gerçi seçimler öncesinde de ülkenin içine düştüğü ekonomik darboğaz nedeniyle Batı ile sürtüşmekten kaçınıldığı görülmüştü. Bunun kanıtı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon aramalarından geri çekilmesiydi. Bu çekilişin nedeni doğalgaz bulgusuyla Karadeniz alanını geliştirme çalışmalarına bağlanamazdı. Çünkü, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de de arama yapacak gemileri ve personeli vardı, ama Antalya Körfezi’nin dışına çıkılmadı.

 

Batı, Mehmet Akif’in tek dişi kalmış canavarıydı. Türkiye,100 yıl önce emperyalist Batı’ya karşı Kurtuluş Savaşı vererek kurulmuştu. 100 yıl önce bilim ve teknoloji alanında Batı öndeydi. Türkiye çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı hedeflemiş, bunu yanlış olarak “Batılılaşma” diye de algılamıştı. Samimiyetle Batı ülkesi olmayı hedefledi, bu amaçla yasalara dayalı reformlar yaptı. Batı kuruluşlarına üye olmaya çalıştı. Haçlı seferlerinden beri Batı ile yaşanan çatışmaları, düşmanlıkları uygarca örtmek istedi. Bu amaçla Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” sözünü dostluk için ilke edindi. Oysa Batı, Türklere ırkçılık yaparak karşı duruyor, İslâm dinine karşı çıkarak, laik ülke olmasına karşın halkı Müslüman Türkiye’yi dışlıyordu. AB’ye girmesini istemiyor, ucuz asker diye kabul edildiği NATO’daki varlığını bile tartışıyordu.

 

Batı, 100 yıl önce Lozan Antlaşması’nı kabul etmek zorunda kalmıştı. Dünyanın ezilmiş ülkelerine örnek olan Lozan Antlaşması, ulusalcılığın tek dişi kalmış emperyalist Batı canavarı karşısında kazandığı emsalsiz zaferdi. Lozan zaferi İnönü’nün değil, Atatürk’ün ulusalcı çizgide dik duruşunun sonucudur. İnönü Atatürk’ün direktifleri doğrultusunda görevini yapmıştır. Dolayısıyla Lozan Antlaşması İnönü’nün değil, Atatürk’ün eseridir. Ne yazık ki 10 Kasım 1938’den sonra, Atatürk Türkiye’sinin Batı’ya bağlı konumlanması için ulusalcılığı sürekli törpülenerek aşındırılmaya çalışıldı. İnönü, imza atma onuruna ulaştığı Lozan Antlaşması’nın ruhuna sadık kalsaydı, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin Marshall yardımına avuç açmaz, sanayileşerek kalkınma yerine dayatılan tarıma dayalı sözde kalkınma stratejisine boyun eğmezdi.

 

Atatürk’ün kendisinden sonra Cumhurbaşkanı olmasını istediği kişi, 1 Kasım 1937’de Başbakanlıktan azlettiği İnönü değildi. Atatürk’e “Ebedi Şef”, kendisine “Milli Şef” payesi biçen İnönü, “Gölgesinde lider olamam” diyerek, kanun bahanesiyle paradan, puldan Atatürk’ün resimlerini kaldırıp kendi resimlerini koyduruyor, devlet dairelerindeki Atatürk portreleri İnönü resimleriyle değiştiriliyordu. Dolmabahçe Sarayı’ndaki Atatürk heykeli sökülüyor, NUTUK, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde bastırılmıyordu. İnönü’nün Milli Şef saltanatına, 14 Mayıs 1950’de seçmen “Yeter” dedi. “Türkiye’yi Küçük Amerika yapma” hayaliyle Bayar-Menderes ikilisinin DP iktidarı, NATO üyeliği için Muhalefet Lideri İnönü’den onay almıştı. ABD’den istediğini bulamayan Menderes, Sovyetler Birliği ile ilişkiye kalkınca 27 Mayıs 1960 İhtilali ile devriliyordu.

 

Türkiye’nin kolunu ABD’ye, Batı’ya kaptıranlar: İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes.

 

Türkiye’nin AB ilişkisi, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adını taşıdığı 1959 yılında Menderes Hükümeti’nin başvurusuyla başlamış, Ortaklık Anlaşması 1963 yılında dönemin Başbakanı İnönü tarafından imzalanmıştı. AET, ekonomik entegrasyonun dışında, Avrupa Devleti’ne yönelik siyasi bütünleşmeyi hedefleyen bir projeydi. NATO ile kaptırılan kol, AB ile sakıncalı topluluğa uzatılmış, Batı’ya bağımlılık pekiştirilmeye çalışılmıştır. 1964 yılında Türkiye Kıbrıs’ta EOKA katliamını durdurmak için harekete geçiyor, ABD Başkanı Johnson Başbakan İnönü’ye “NATO silahlarını kullanamazsınız” diyen uyarı mektubunu gönderiyor, Batı’ya bağımlığın egemenliği engellemesiyle yüzleşiliyordu. 10 yıl sonra Ecevit-Erbakan Hükümeti, Afyon ekimi ve Kıbrıs müdahalesiyle ABD’ye Türkiye’nin egemenliğinin engellenemeyeceğini gösteriyordu.

 

Türkiye ABD’nin silah ambargosu ile karşılaşıyor, Ecevit-Erbakan Hükümeti yerine kurulan Demirel Hükümeti, 1975 yılında NATO’ya hizmet veren İncirlik ve Beldibi hariç tüm ABD tesislerini kapatma kararını alıyordu. Yakın siyasi tarihimizde önemli yerleri olan gerek Ecevit ve gerekse Demirel, NATO’ya bağlılığı sürdürdükleri gibi, AB ilişkisini yürütmek için gerekenleri yapmaktan da geri kalmadılar. AK Parti iktidarında Erdoğan da aynı yolu izledi. Hatta Avrupa Birliği için Kıbrıs’ın kaybedilmesine neden olabilecek Annan Planı’nı desteklemek adına, KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş’ın iktidarı kaybetmesine ve siyasetten silinmesine ne yazık ki yeşil ışık yaktı. Türkiye’nin ve Kıbrıs Türkü’nün aleyhine olan plan bereket versin ki, kazanacaklarını az gören Rumların aç gözlülüğü nedeniyle reddedildi ve Türkler kaybetmekten kurtuldu.

 

Batı için çıkarlarını görmezden gelebilen Türkiye, fedakârlıklarına karşın hiçbir zaman istenmedi. Türkiye’den yararlanmak ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için iki yüzlü politika izlediler. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılışına, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşüne, hatta 2000’lere dek, ABD’ye ve Batı’ya karşı çıkmak “Komünist” diye damgalanarak suçlanmak için bir nedendi. ABD’nin eleştirilmesi müttefiklik adına engellenmeye çalışılmıştır. ABD’nin Ortadoğu’daki “Demokrasi Baharı ve Büyük Ortadoğu Projesi”, Türkiye’den toprak talep eden Kürdistan ve akabinde Büyük İsrail projeleri çirkin Amerikalıyı Türk halkının görmesine neden olmuştur.  ABD Başkanı Wilson’un 1918 tarihli ilkelerinde yer alan Kürdistan ve Ermenistan ile birlikte Osmanlı topraklarını altı devlete bölüştürme planı bile hâlâ gündemde tutulmaya çalışılıyor.

 

ABD, NATO, Batı ilişkilerinde çıkar ve egemenlik çekişmeleri saymakla bitebilecek gibi değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu ilişkileri zaman zaman eleştirdi ve karşı duruşlar sergiledi. Oysa, 14/28 Mayıs seçimleri öncesinde başlayan yumuşama havası ve seçimler sonrası değişen tutumla, özellikle NATO Vilnius Liderler Zirvesi’nde yüzünü ABD’ye, NATO’ya ve AB’ye döndürmesi şaşırtıcı olmuştur. Bu değişikliğin dış politika oyunu olarak yapılmış olması da elbette olası, ama bu Türkiye’nin Batı ve Avrasya tarafındaki inandırıcılığına zarar veren bir oyundan öte geçmez. Türkiye ABD, NATO ve Batı’ya yaklaşarak Batı’da ağırlığını artıramaz, tam tersi bir Avrasya ülkesi olarak Doğu Bloku, Rusya, Çin, Şanghay ve BRICS örgütleriyle ilişkilerini geliştirerek, Batıya karşı ağırlık kazanır ve ulusal çıkarlarını korumuş olur ki, Erdoğan’dan beklenen budur.

 

Batı’ya Açılan Ekonomi ve Finans Kapısında Faiz Artışı ile Program Çıkmazı

 

Paranın fiyatının faiz olduğunu görmezden gelerek, faizin düşük tutulmasındaki ısrarlı politika, üretim girdisi enerji fiyatlarında optimal düzeyi aşan elektrik, doğalgaz ve akaryakıt zamları furyası ekonomiyi açmaza sürüklemişti. Hazır olunması gerekirken beklenmeyen deprem yıkıntısıyla ortaya çıkan kaynak gereksinimi de ekonomik buhranı körüklemişti. Finans sorununun çözümü için tek yol elbette Batı’ya yönelmek değildi. Türkiye ikiz kardeşler Dünya Bankası ve IMF kapısını çalmak istemediğine göre, Batı’ya şirin görünmenin gereği yoktu. Ne var ki Batı yandaşı Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı yapılması, ABD finans çevrelerinin tanıdığı Hafize Gaye Erkan’ın Merkez Bankası’na Guvernör olarak atanması, Türkiye ekonomisini neoliberalizme bağlama, kaynak için Batı’ya şirin görünme çabasıydı.

 

ABD’ye, Batı’ya açık ulusal ekonomi programının mimarı Bakan Mehmet Şimşek ve ABD Merkez Bankası’nın güdümündeki Uluslararası Ödemeler Bankası, Dünya Bankası ve IMF önerilerine göre parada açık kapı politikasının yönetmeni Guvernör Hafize Gaye Erkan. İngiliz Financial Times dergisinde yayınlanan Türkiye analizinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uygulanmakta olan Ortodoks ekonomi politikasını her an terk edebileceği ve ekonomi yönetimini değiştirebileceği görüşü yer aldı. Yerel seçimler bu değişikliği getirebilir.

 

Hazine ve Maliye Bakanı’nın Batı’ya uygulayacağı açık kapı politikası, Türkiye’nin yer aldığı dolara bağlı Batı finans sisteminde Merkez Bankası’nın bankalar arası para transferlerinde, ABD güdümündeki Uluslararası Ödemeler Bankası’nın (BIS) direktiflerine uyma zorunluluğuyla döviz ve altın politikaları koordinasyonuna müdahale yetkisi, ekonomik bağımsızlığa karşı ABD’nin baskı aracıdır. Kapitalist Batı dünyasının Merkez Bankaları “ABD Merkez Bankası” denilen, aslında 12 bankadan oluşan ve dünyanın sekiz Yahudi ailesinin elinde bulunan Federal Reserve Banks ya da diğer bir deyişle “Federal Reserve Systems”, Merkez Bankaları zincirinin ve dolar dünyasının egemenidir. Sistemi 1913 yılında kabul etmek zorunda kalan ABD Başkanı Wilson imzayı atarken, ABD hükümetlerinin bile söz hakkının bitmesinden endişe duymuştu.

 

Nasıl ki Dünya Bankası ve IMF, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler için kapitalist sistemin kapan tuzakları ise, ABD Merkez Bankası ve Uluslararası Ödemeler Bankası da gelişmiş ülkeler için kapan olabilmektedir. Erdoğan’ın da Hocası ve zamanında lideri olan Erbakan, ABD Doları’na karşı İslâm Dinarı oluşturma projesi peşindeydi. Merkez Bankası sisteminin ne denli finans ve ekonomik bağımlılık getirdiğini en iyi bilen politikacılardan biriydi. Cumhuriyet’in bazı kuruluş ilkeleriyle çeliştiği için Erbakan’ı eleştirebilir sevmeyebilirsiniz, ama kendisi Türk Ordusu’na saygılı, ülke çıkarlarına bağlı, milli sanayi ve ekonomik bağımsızlık peşinde olan bilim insanı bir liderdi. Merkez Bankası kapanını iyi etüt etmiş bir araştırmacıydı. O nedenle Erbakan’ın milli görüş gömleğini giyenlerin Batı’ya karşı açık kapı politikasına soyunmaları şaşırtıcıdır.

 

ABD’nin en büyük bankası olarak çok uluslu bankacılık ve finansal hizmetler yapan JP Morgan’ın Ağustos başında İstanbul’da düzenlediği ve yatırımcıların yer aldığı toplantıya Mehmet Şimşek ve Hafize Gaye Erkan birer sunumla katılıyor, açık kapı politikasını anlatıyorlar, sözlü güvenceler veriyorlardı. Ardından ABD’li kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s, Ağustos ayında yayınladığı Türkiye analizinde, uygulanan ekonomik politikaların kredi görünümü için olumlu olduğunu açıklıyordu. Şimdi ABD ve Batı sermayesi ilgi gösteriyor iddiaları var. Kapı açıldı, ama gelebilecek yatırımlar ilgiye değil, siyasi taleplerin karşılanmasına bağlı olacaktır. Türkiye’yi biçtiği sıkletin üzerinde güçlendirmek istemeyen ABD ve Batı, Türkiye’nin savunma sanayisini hedef almışken, siyasi taviz koparmadan ciddi bir kaynak aktarır mı?

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan yüksek faize karşı olduğunu o kadar çok söylemişti ki, sağır sultan bile duydu. Ne olmuştu ne değişmişti de, Erdoğan’ın yüksek faiz alerjisi ortadan kalkmıştı? 14/28 Mayıs seçimleri öncesi Merkez Bankası politika faizini yüzde 8,5 olarak sabit tutmuştu. Şimşek-Erkan ikilisi politika faizini dört ayda 21,5 puanlık artışla yüzde 30’a çıkarmış bulunuyor. Türkiye’de enflasyon var, ama azıcık ekonomi bilgisi olanların da anlayabileceği gibi, bu talep enflasyonu değil, yani talebin baskı altına alınmasıyla dizginlenebilecek değil. Yaşananın maliyet enflasyonu olduğu, yüksek enerji fiyatları ve taşıma girdisinin etkisi neden görülemiyor? Şimdi yüksek faiz nedeniyle ekonomik durgunluk tehlikesi güçlü olasılık oldu. 31 Mart 2024’de yapılacak olan yerel seçimler öncesi büyümenin yavaşlaması göz önüne alındı mı acaba?

 

Faiz artışıyla döviz kurundaki değer kaybının ihracattaki rekabet gücünü artırması ve ithalâtın gemlenmesi, böylece cari dengenin sağlanması önceliğinden vazgeçilmiş oluyor. TÜİK’in verilerine göre Ağustos’ta TÜFE yüzde 9,09’la beklenenin üzerinde artış gösterdi ve yıllık bazda yüzde 58,94’e yükseldi. Mehmet Şimşek enflasyondaki beklenmeyen yükselişin geçici olduğunu iddia etmişse de, ABD’nin ikinci büyük bankası Bank of America’nın raporunda, Türkiye’de Ağustos enflasyonunun tahminleri aşması nedeniyle daha fazla faiz artışına gerek duyulacağı savlandı. Kurumun yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 70’e, faiz beklentisi yüzde 30’a çıkarılmış durumda. Yerel seçimler sonrası, 2024 yılının ikinci yarısı için beklenen politika faizi tahmini ise yüzde 45. Türkiye, Dünya Bankası ve IMF kapısına mı sürüklenmek isteniyor?

 

Talep enflasyonu, maliyet enflasyonu ayrımı yapılmaksızın, yanlış teşhis ve tedavide ısrar ediliyor, Merkez Bankası Başkanı Guvernör Erkan, “Banka olarak tüm araçlarımızla parasal sıkıştırma sürecine enflasyonda belirgin bir iyileşme sağlanana kadar devam edeceğiz” diyor. Yani ekonominin felç edilmesi amaçlanmış. Erdoğan bunu engellemek için Şimşek-Erkan ikilisini görevden alabilecek mi, yoksa bu tayinler dış ekonomi-finans odaklarının isteğiyle yapıldıysa sineye mi çekecek? Plan’dan önce açıklanan vaat senaryosu Orta Vadeli Program’ın, Türkiye’yi düzlüğe çıkarması olası değil. Şimşek programa atıf yaparak, “Ücret düzenlemelerinin hedef enflasyona göre yapılacağını” söylüyor ki bu da çoğu ücretlinin ve emeklinin açlık sınırı altında kalması demektir. Hatalı yüzde 25 kira sınırlaması gibi, sorun oluşturucu ücret düzenlemesi.

 

Enflasyonun tek haneye düşürülmesini 2026’ya erteleyen Orta Vadeli Program’da ön görülen harcama, bütçeye yeni açıklar getirecek görünüyor. İşsizliği düşürmeyecek program, cari açığı da kapatamıyor ve açık sıcak para olan yabancı sermaye girişiyle örtülmeye çalışılıyor ki bu risklidir. Program dış dünyayı Atlantik varsayıyor, oysa Türkiye’nin Atlantik’e değil Şanghay İşbirliği’ne ve BRICS’e ihtiyacı var. Kırktan fazla ülkenin üye olmak istediği BRICS dolar saltanatına son vermeye çalışırken, Türkiye dolar kıskacında kalmayı mı yeğlemekte? Orta Vadeli Programı ABD finans çevreleri umut verici bulduklarına göre, kimler için hazırlandığı ortada. Nitekim, Dünya Bankası kamu ve özel sektöre 35 milyar dolar finansman kararı verdi, ABD’nin Fitch Rating derecelendirme kuruluşu da Türkiye’nin kredi notunu negatiften durağana yükseltti.

 

Orta Vadeli Program’ın Bütçe ile finans edilemeyeceği aşikâr, zaten bütçeyle arasında 973,5 milyar TL açık olduğu basında yer aldı. Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, “Bütçe dışı gelir arayışına gideceğiz” diyor. Yine basında yer alan değerlendirmelere göre bütçe dışı gelir arayışı yolu özelleştirmeden geçiyor. BOTAŞ, TEİAŞ, TPAO, TÜRKSAT özelleştirmeleri yakında gündeme gelebilir. Özelleştirmenin Eti Maden’in fabrikalarına, Halk Bankası kuruluşlarına dek uzatılacağı tahminleri de var. Şimdiye dek yapılan özelleştirmelerden çıkan genel sonuç devletin, yerli ve milli ekonominin hep kaybettiğidir. Orta Vadeli Program’ın Türkiye’yi güçlendirmeyeceği çok açık. Hatalar sürüyor, akaryakıt zamları peş peşe geliyor. Eylül zamları ekonomik açmaz sarmalıyla iyice ayakbağı oldu. Bunun sorumlusu Şimşek-Erkan ikilisi, yeni ekonomi yönetimi.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na 19 Eylül günü hitap etmek, New York Türk Evi’nde çeşitli devlet adamlarıyla görüşmek için giderken, yanında Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile iş insanları da yer alıyordu. Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu ve Türkiye-ABD İş Konseyi tarafından Türkiye Yatırım Konferansı düzenlenmişti. Goldman Sachs’ın ev sahipliğinde gerçekleşen konferansta Şimşek, Türkiye’nin ekonomik görünümüne ilişkin sunum yaparak, Orta Vadeli Program ve yatırım fırsatlarını tanıttı. Uygulanan politikalara Erdoğan’ın tam desteği olduğu ifade edildi. Uluslararası şirketlerin Türkiye’yi tercih ettiği savlandı, yeni dönemde Türk-Amerikan ittifakının daha da önem kazandığı iddia edildi. Kısacası, ABD’ye kaptırılan koldan şikayetçi olmayan iktidar, bağı daha da güçlendirmek istiyor.

 

ABD’ye Şirin Görünmek İçin Zelenskiy Yanlısı Olma Çabası

 

Ombudsman Cumhurbaşkanı Demirel bir söyleşimizde, “Hoca, dünya politikasını İngiltere planlar, Amerika uygular” demişti. Ukrayna-Rusya savaşını çıkarma becerisi de İngiliz planının ABD tarafından uygulanmasıyla gerçekleşmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın savaşın başında ülke çıkarı ve askerî gerçeklere bağlı olarak, Türkiye’nin tarafsızlık politikasını ve stratejik olan Karadeniz için Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin uygulanacağını açıklaması, Rusya’ya karşı ABD direktifiyle uygulanan yaptırımlara Türkiye’nin katılmaması, acil barış için Türkiye’nin arabuluculuğu seçmesi doğru bir politika olmuştur. İngiliz planının içinde tarihten gelen arzusu, Türk Boğazları’nın savaş gemilerine açılması, 1936 tarihli Montrö’ Boğazlar Sözleşmesi’nin rafa kaldırılmasının yer aldığı savlanmaktadır ki, bu ciddi bir savaşa yol açar.

 

Ukrayna kadim devlet olmadığı gibi, Ukraynalı diye bir ırk da yok. Halkının yüzde 78’i Rusya gibi Slavlardan oluşuyor ve yüzde 17’si kendini Rus sayıyor. Ayrıca Ukrayna’da 130’dan çok millet ve etnik kökenden insan olduğu kaydedilmekte. İkinci Dünya Savaşı öncesi kentli nüfusun üçte birini Yahudiler oluştururken, bugün toplam sayıları 44 milyonluk ülkede 500 binden az. Tarihi süreçte Ukrayna topraklarında Cermen Ostrogotlar, Hunlar, Türk kökenli Ön Bulgarlar, Hazarlar, Ruslar ve Beyaz Ruslar, Moğollar, Kazaklar hüküm sürmüş. Moğol Hükümdarı Cengiz Han’ın oğlu 13. yüzyılda Altın Orda Devleti’ni kurmuş. Kazak Kırım Hanlığı’na gelince, 1660’da Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesini kabul etmiş, 1787’de Kırım için Osmanlı-Rus savaşı yaşanmış, Osmanlı mağlup olunca, 1792 Yaş Antlaşması ile Rusya’ya terk edilmiş.

 

1793 yılında Ukrayna toprakları Rus İmparatorluğu’na katılmış, 1919 yılında Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş. 1953 yılında Ukraynalı Kruşçev Sovyetler Birliği’nin başına geçince, Ukrayna ile tarihi bağı olmayan Kırım’ı Rusya Sovyet Federatif Cumhuriyeti’nden koparıp Ukrayna’ya armağan etmişti. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in Rusya işgali için yol seçtiği Ukrayna, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ABD’nin Rusya’yı tedirgin etme yoluna dönüştü. 1997 yılında NATO ile Ayrıcalıklı Ortaklık Şartı imzalayan Ukrayna için 2002 yılında NATO üyeliği eylem planı hazırlanmış, Rusya buna tepki göstermişti. ABD’nin Rusya’ya karşı Ukrayna’yı kullanma planı, Rusya ile oluşan gerilimin ana nedenidir. NATO üyeliğiyle oyalanan Ukrayna’nın Avrupa Birliği ile de ortaklık anlaşmasına yönelmesi gerginliği artırmıştı

 

2004’de yapılan Ukrayna Devlet Başkanlığı seçimini Rusya yanlısı aday kazanınca, 2004-2006 yıllarını kapsayan ABD destekli Turuncu Devrim ile iç karışıklık süreci yaşandı. Ardından yenilenen seçimi Batı yanlısı aday kazanınca, Rusya Ukrayna’dan Avrupa’ya geçen doğalgaz boru hattını kapattı. 2010’da yine Rusya yanlısı adayın Devlet Başkanı seçilmesiyle karışıklık sürdü. 2014’de Rusya Kırım’ı ilhak etti ve halk oylamasıyla da ilhak onaylandı. Kırım’dan sonra Rus yanlısı halkın yaşadığı Donetsk ve Lugansk (Donbas) bölgelerinde özerk Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri oluşturularak, Rusya’ya katılma kararları alındı. CIA’nın toplum mühendisliğiyle “Halkın Hizmetkârı” diye önü açılan “ABD’nin Hizmetkârı ve Piyonu” Yahudi aktör Zelenskiy 2019 yılında Devlet Başkanlığı’na seçilince, savaş tamtamları gür çalmaya başladı.

 

Rusya-Ukrayna anlaşmazlığı, Anglosakson ikili İngiltere-ABD’nin oyunuyla diplomatik yollardan çözülememişti. ABD, Rusya’yı zayıflatmak için vekalet savaşçısı seçtiği Ukrayna ile Rusya’yı çatıştırmak, Avrupa’da gevşeyen NATO bağını saldırgan ilân edeceği Rusya’ya karşı oluşacak tepkiyle güçlendirmek istiyordu. İngiltere ise Rusya’nın baskı altında tutulabilmesi için Karadeniz’in ABD-İngiliz savaş gemilerine açılması, Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğinin kırılması gibi daha derin hayaller peşindeydi. Rusya, Zelenskiy Hükümeti’ni Nazi Hükümeti addediyordu. Rusya’nın iddiasına göre, 2014’te Donbas’ta Rus yanlılarının karşısına çıkan aşırı milliyetçi Neo-Nazi Ukrayna İsyan Ordusu (Azov Taburu), geçmişte Yahudi katliamında ailesini kaybeden Zelenskiy’nin himayesinde korunarak Rus yanlılarına saldırıyordu.

 

Rusya-Ukrayna Savaşı’nın 2014’de Kırım, Donetsk ve Donbas gelişmeleriyle başladığı söylense de bu gelişmeler, Rusya’nın hak iddiasına sahip çıkarak kazanmasıyla sonuçlanmıştı. Oysa, Anglosakson ikilisinin gizli planları için istedikleri Rusya-Ukrayna Savaşı çok daha büyük nitelikteydi. Ukrayna’nın Rusya ve Rus yanlılarına karşı silahlı Neo-Naziler ile ortaya koyduğu eylemler, NATO üyesi ve AB üyesi olma çabaları Rusya’yı tedirgin ettiğinden, Ukrayna’ya askerî manevralarla gözdağı veriliyordu. İngiltere bu manevraların Ukrayna’nın işgaliyle sonuçlanacağını iddia ederek, adeta Rusya’yı işgale davet eden tutum izliyordu. Sonuçta Rusya Devlet Başkanı Putin’in “Ukrayna’nın askerden ve Nazizm’den arındırılması amaçlı özel askeri operasyonu” 24 Şubat 2022 ‘de başlatması, işgale gitmeyen uzun süreli bir savaşı getiriyordu.

 

Rusya-Ukrayna arasında ateşkes görüşmesi, Türkiye’nin girişimleriyle bir ay dolmadan Mart başında Antalya’da gerçekleşti, ama sonuçsuz kaldı. Mart sonunda da İstanbul’da yapılan Rusya-Ukrayna görüşmesinde yine uzlaşılamadı. Çünkü, Anglosakson ikilisi Avrupa desteğinde savaşın sürmesini istiyordu. Savaşta ne Rusya Ukrayna’yı işgal edebildi ne de Ukrayna Kırım, Donetsk ve Donbas bölgelerini geri alabildi. Ukrayna büyük bir yıkıma uğradı ve harabeye döndü. Anglosakson ikilisinin çıkarları ve planları doğrultusunda tarih bir ülkenin kendini feda etmesine tanıklık ediyordu. Ancak, savaş coğrafyasından dünyaya tahıl ihracatı Türkiye’nin girişimleriyle Karadeniz üzerinden gerçekleşti. İlk yıl bu tahıl ihracatı, açlık çeken yoksul ülkeler yerine Avrupa’nın gelişmiş ülkelerine gitti, haksız ekonomik ambargolar altındaki Rusya ihracattan çekildi.

 

Bu ortamda NATO Vilnius Liderler Zirvesi öncesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın davetiyle 8 Temmuz’da İstanbul’a gelen Zelenskiy, Ukrayna’nın toprak bütünlüğü, tahıl ihracı desteklerine teşekkür ediyor, iki ülkenin savunma sanayisi işbirliğine değiniyordu. Türkiye insansız savaş uçakları için Ukrayna’dan türbin alıyordu. Oysa, yapılması gereken, türbin üretiminde çalışan mühendisleri ve gerek duyulan tezgâh gibi üretim araçlarını Türkiye’ye aktarmak olmalıydı. Türkiye’nin çıkarı için gereken adımın atılması yerine, dost ülke diye satın alma yeğlemişti. Erdoğan açıklamasında Rusya’ya karşı, “Ukrayna NATO üyeliğini hak ediyor” diyordu. Ruslara karşı direnen ve teslim olduktan sonra savaş bitene dek Türkiye’de kalmaları için uzlaşılan Azov taburu komutanları da Zelenskiy’e teslim edildi, üç ay sonra liderleri birliğinin başına geçti.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya Devlet Başkanı Putin’i kıracak şekilde İstanbul’da Vahdettin Köşkü’nde ağırladığı, ABD’nin piyonu Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy.

 

Erdoğan-Zelenskiy görüşmesinin içeriği ve Azov komutanlarının Zelenskiy’e verilmesi Rusya’ya muhakkak rahatsız etmiştir, ama Rusya Karadeniz komşusu ve diyaloğu olan tek NATO üyesi Türkiye’yi karşısına almak istemiyordu. İstihbarat becerisi gelişmiş olan, İngiliz oyunlarını ve Karadeniz için niyetlerini okuyabilen Rusya, Karadeniz’in İngiliz ve ABD savaş gemilerinin seyir alanı olmaması için Türkiye ile işbirliğine zarar vermekten kaçınıyordu. Rusya kuşkusuz Türkiye’nin Kırım’ı Ukrayna toprağı saymasından da rahatsız. Zelenskiy ile görüşmesinde Erdoğan, Kırım Tatar Türklerinin ülkelerinin özgürlüğüne kavuşması için Ukrayna’nın mücadelesine teşekkür etti. Oysa, Ukrayna’nın Kruşçev’in hediye ettiği Kırım’ı Tatar Türklerine vermek gibi bir niyeti ve stratejisi yok, Kırım’da böyle bir Tatar Türkü varlığı da yok.

 

İstanbul ziyaretinde Erdoğan’ın Zelenskiy’e hediyesi, uzlaşma uyarınca savaş sonuna kadar Türkiye’de tutulmaları gereken Nazi Azov Taburu komutanlarının serbest bırakılarak iadesi oldu. NATO üyeliği için de Erdoğan’ın övgüsünü gören Zelenskiy, Ukrayna’ya dönerken uçakta çok mutluydu. Azadından üç ay sonra tabur komutanı birliğinin başına dönüyordu.

 

Bugün için Kırım nüfusunun yüzde 13 kadarının Kırım Tatarları olduğu söylenmekteyse de, bu halkın ne Kırım ve ne de Ukrayna için bir azınlık olarak görülmesi tarihi, hukuki ve sosyal açılardan olanaklı değil. Tam tersine Osmanlı’nın Rusya’ya terk ettiği Kırım nüfusu Rus kökenlilerin çoğunluğunda. Öte yandan Osmanlının da Türkiye’nin de Kırım’a ilişkin hak iddiası bulunmamakta. Kırım’ın Rus toprağı olduğunu kabul etmek, ayrıca Gürcistan’dan kopan ve Türkiye’ye yakın duran Abhazya’yı tanımak, Rusya’nın Ofis açmak istediği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni bağımsız devlet olarak tanımasını sağlayacak önemli bir kozdur. Sıkı diyalog ilişkisi olan Erdoğan’ın ve Putin’in bu konuda anlaşması, Rusya’nın destek vereceği doğalgaz hub projesinin genişletilmesine ve gerekli stratejik sanayi işbirliklerinin oluşturulmasına da neden olabilir.

 

ABD-NATO Yaklaşımıyla AB’ye Yöneliş ve Geri Tepme

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın beklenmeyen tutum değişikliği, NATO Zirvesi için 10 Temmuz’da gittiği Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta ortaya çıktı. İsveç’in NATO üyeliğine “Evet” denilemeyeceğini ısrarla belirtmesine karşın, ABD Başkanı Biden’ın ve NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in yoğun politik oyunları, artan baskıları sonucu topu TBMM’ne atarak, İsveç ile Türkiye arasında “Güvenlik Mekanizması” kurulması, ittifak bünyesinde “Terörle Mücadele Özel Koordinatörü” atanması karşılığı Meclis’in onayına sunacağını açıkladı. Oysa, Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin Suriye Demokratik Güçleri diye tanımlayıp müttefik saydığı, PKK’nın uzantısı PYD/YPG’ye ABD desteğinin kesilerek NATO’nun terör listesine alınmasını istemesi ulusal çıkarlarımızla bağdaşırdı. Erdoğan’ın çıkarlarımızla çelişen, gerçekleşmeyecek AB üyeliği istemesi şaşırtıcıydı.

 

ABD Başkanı Biden’ın ve NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in yoğun baskılarıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan ve İsveç Başbakanı Kristersson arasında görünüşte uzlaşma sağlanıyor, İsveç’e NATO’ya Katılım Protokollerinin TBMM’ne sevki sözü veriliyordu.

 

Medya yabancı basından alıntılarla Erdoğan’ı başarılı göstermeye çalışıyor, NATO’nun ikinci adamı görünümü kazandığını savunuyordu. Atlantik’ten Pasifik’e dek büyütülmek istenen hegemonya aracının tek adamı Biden’ın yanında, NATO’da pek de istenmeyen Erdoğan ikinci adam olabilir miydi? Zirve marjında Erdoğan-Biden görüşmesi, ABD ile Stratejik Mekanizma kapsamında devlet başkanları istişaresi gibi gösterilmek istendi, ama öyle değildi. Biden’ın Erdoğan’ı Beyaz Saray’a davet etmesinin beklendiği haberi de ödül gibi öne çıkarıldı. Oysa, ödül mü yoksa ödün mü olabilirdi? Böyle bir davet olmadı, BM için New York’a giderken randevu da alınamadı.  ABD’nin İsveç vetosuna karşı koz saydığı parası ödenmiş F-16 uçaklarının vermesine engel kalmadığı haberi, Türkiye’nin F-35 projesine yeniden alınabileceği yorumu havada kaldı.

 

 

Vilnius’ta Erdoğan-Biden görüşmesi. Basın NATO’nun Biden’dan sonraki etkileyici liderini Erdoğan olarak anons ediyor, en kısa zamanda Beyaz Saray’da ağırlanacağı, F-16 Viper uçaklarının artık Türkiye’ye verileceği, hatta Türkiye’nin F-35 projesine geri dönüşünün sağlanacağı tahminleri yapılmıştı, ama bu abartılı beklentilerin hiçbiri gerçekleşmedi.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan Vilnius Zirvesi’nden bir gün önce, “AB’nin kapısını bize açın, sonra aynısını İsveç-NATO için yapalım” demiş, NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, “Türkiye’nin AB’ye üyelik isteğini destekliyorum” diye katılmıştı. Vilnius’ta Türkiye-İsveç-NATO pazarlığı sürerken, AB Konseyi Başkanı Charles Michel ile Erdoğan’ın ayak üstü görüşmesi, “Türkiye ile ilişkilerin yeniden canlandırılabilir” gibi yuvarlak sözle geçiştirilmişti. Erdoğan’ın açıklamasını aynı gün yine Vilnius’ta değerlendiren AB’nin güçlü üyesi Almanya’nın Başbakanı Olaf Scholz ise, “Türkiye’nin AB üyeliğiyle İsveç’in NATO üyeliğinin bağlantılı olmadığı” açıklamasını yapmıştı. Scholz’dan kısa bir süre sonra da AB Komisyonu Erdoğan’ın teklifini reddetmiş, Komisyonun baş sözcüsü Spinant, “İki süreci birbirine bağlayamazsınız” açıklamasını yaptı.

 

Vilnius’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan İsveç’in üyeliğini desteklemesi, Karadeniz’de tahıl koridorunun yeniden açılması için Putin’i ikna etmesi isteniyordu. Yoksa, ABD ve Batı Türkiye’ye yaklaşmıyor, Türkiye yaklaşmak istese de mesafe korunuyordu. Rusya’nın görüşünü Kremlin Sözcüsü Peskov açıklıyor, “Batı sizi istemiyor” diyordu. Nitekim, Vilnius’taki AB’ye yönelme, iki ay sonra Erdoğan BM için New York’a giderken ters yüz oluyordu. Avrupa Parlamentosu’nun 13 Eylül 2023 tarihinde kabul ettiği Türkiye karşıtı skandal raporu hakkında uçağa binmezden önce görüşü sorulan Erdoğan, “Avrupa Birliği Türkiye’den kopmanın gayreti içinde. Biz de bu gelişmeler karşısında değerlendirmelerimizi yaparız ve değerlendirmelerden sonra Avrupa Birliği ile gerekirse yolları ayırabiliriz” diyordu. AB’ye yaklaşım geri tepmiş görünüyordu.

 

Körfez ve Rusya Destekleri Yanında ABD’nin Engelleme Projesi

 

Destekler ve engel, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın NATO Liderler Zirvesi sonrası yaptığı yurtdışı diplomatik etkinliklerinden ortaya çıkan sonuç. Destekler Körfez Turu’ndan ve Soçi’de Rus Lider Putin ile görüşmesinden geldi. Engel ise ABD ve İngiltere’nin G-20 Zirvesi’nde Hindistan’ı kullanmasıyla ortaya çıkan Anglosakson oyunuyla ticaret yolu engeli. Bu süreçte gerçekleşen uluslararası bir etkinlik, Türkiye’nin üyesi olması gerekmesine karşın ne yazık ki üye olmadığı için katılamadığı BRICS Zirvesi idi. Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS’e 22 ülke üyelik için başvuruda bulunmuşken, 6 ülkenin topluluğa katılması için davet edildiği de açıklandı, ne yazık ki Türkiye aralarında yok. Batı emperyalizmine karşı örgütler olan Şanghay İşbirliği ve BRICS, İran’ın da katılımıyla Türkiye’nin doğu sınırına kadar dayanıyor.

 

NATO Zirvesi sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Temmuz sonunda gerçekleştirdiği üç ülkeyi kapsayan Körfez Turu’nda Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile verimli diplomatik görüşmeler yapılmış, 51 milyar dolar yatırım sözü alınmıştı. Ülke liderlerine TOGG otomobilleri hediyesiyle tur, Türkiye otomobilinin tanıtımına yardımcı olmuştu. İnsansız savaş uçağı ihracatı için savunma sanayii anlaşması gerçekleştirildi. Bakan Şimşek, daha sonra Dünya Bankası’nın vadettiği 35 milyar dolar finansmanı ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden sağlanan 51 milyar dolar yatırım anlaşmasını bir tutarak, bu kaynakları kendi programlarının başarısına bağladı. İki finansmanı karıştırmamak gerekir. Dünya Bankası’nınki IMF borcundan farksızken ve bağlayıcı iken, Birleşik Arap Emirlikleri yatırımı ulusal çıkarlara paralel dost yardımıdır.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Körfez Turu, Arap ülkelerinden yatırım bulma amaçlıydı. İlk durak Suudi Arabistan’da Erdoğan, Veliaht Prens Selman’a Türkiye’nin otomobili TOGG hediye etti. Daha sonra ziyaret ettiği Katar Emiri Al Sani’ye ve Birleşik Arap Emirlikleri Devlet Başkanı El Nahyan’a da TOGG hediye ederek öncelikle iyi bir otomobil tanıtımı yapıldı, savunma sanayii ürünlerine ilişkin satış sözleşmeleri gerçekleşti ve 51 milyar dolar ortak yatırım sözü alındı.

 

4 Eylül’de Erdoğan Soçi’de Putin’i ziyaret ediyordu. Zelenskiy’nin Rusya için sıkıntı oluşturan Türkiye ziyaretine karşın Putin, Erdoğan’ı samimi ve dostça karşılıyordu. Erdoğan’ın Ukrayna’nın NATO’ya kabul edilmesi ile ilgili sözleri, Nazi Azor Taburu komutanlarını Zelenskiy’nin hatırı için serbest bırakması, Kırım’ın Ukrayna’ya ait olduğunu vurgulaması hoşnutsuzluk oluşturmamış, Putin tarafından sorun yapılmamış gibiydi, hoşnutsuzluk herhalde diplomasi adına gizlenmişti. Ancak, öncesinde Türk kargo gemisine kontrol amaçlı Rus baskını, tahıl koridorunda Türkiye yerine Mısır alternatifinin dillendirilmesi, Rusya’nın hoşnutsuzluğunun göstergeleriydi. ABD, NATO ve AB çevrelerinde Erdoğan’ın tahıl koridorunun yeniden açılması için Putin’i ikna edebileceği beklentisi Soçi’de gerçekleşmiyor, Putin Batı’ya kazandırmıyordu.

 

Soçi’de Putin Erdoğan’ı samimiyetle ve dostça karşıladı, Zelenskiy’e gösterilen yakınlıktan etkilenmemiş gibiydi. NATO ülkeleri Karadeniz tahıl koridorunun yeniden açılması için Erdoğan’a umut bağlamışlardı, ama Putin Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri için değil, yoksul Afrika ülkeleri için sevkiyatı kabul ediyordu. Türkiye’nin nükleer santral projeleri, Türkiye’nin doğalgaz hub projesine karşın “Doğalgaz Dağıtım Merkezi (!)” projesi görüşülüyordu.

 

Putin, ambargolarla ilgili sözler yerine getirilmediği için Ukrayna ve Rusya tahılının sevk edildiği Karadeniz koridorunun sona erdirme mecburiyetini Batı’nın tutumuna bağlıyor, “Batı Rus tarım ve gübre ürünlerinin ihracını engelliyor, Ukrayna insani koridoru terörist saldırılar yapmak için kullanıyor” diye şikâyet ediyordu. Açlık tehlikesini engellemek için gönderilen tahılın fakir ülkeler yerine yüzde 70’inin gelişmiş ülkelere gittiğinden yakınıyordu. Rusya’dan bir milyon ton tahılın ayrıcalıklı ucuz fiyatla ve Katar’ın taahhüt ettiği finansmanla, Türkiye üzerinden Afrika’ya gönderilmesini kabul ettiklerini söylüyordu. Erdoğan ve Putin iki ülke arasında ticaretin artırılması, Akkuyu Nükleer Santrali ve Sinop’ta kurulacak ikinci nükleer santral, Türkiye’de kurulacak doğalgaz dağıtım merkezi konularını görüşüp dostça mutabakat sağlamışlardı.

 

Soçi görüşmesi Türkiye yararına sonuçlanmış, ama ikinci nükleer santrale ve doğalgaz dağıtım merkezine ilişkin hiçbir anlaşma imzalanmamıştı. Rusya, Ukrayna savaşının Karadeniz’e evrilmesine ilişkin Anglosakson niyetini okuyabildiğinden, Türkiye ile yakın dostluğu sürdürme kararlılığında görünüyor. Türkiye’nin de bu tehlikeyi düşünerek, Batı’ya şirin görünmek için Ukrayna ve Zelenskiy siyasetinde dikkatli olması gerekir. Öte yandan Türkiye için doğalgaz hub ülkesi olabilmek önemli bir projedir ve bu proje Rusya olmaksızın, Azerbaycan dahil bölgedeki diğer doğalgaz satıcısı ülkelerle gerçekleştirilemez. Doğalgaz Dağıtım Merkezi projesi, hub boyutuyla aksamadan gerçekleştirilmeli, seçimlerden bir yıl önce ortaya çıkan proje artık hızlandırılmalıdır. Ayrıca, Rusya’nın Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni, resmen tanıması için de çalışılmalıdır.

 

Tarihi İpek Yolu’nu canlandıracak olan Çin’in Bir Kuşak Bir Yol Projesi’ne karşı, küresel jeopolitik koridor savaşları başlayacak görünüyor. ABD bu projeyi kendi çıkarları doğrultusunda dengelemek amacıyla, Hindistan’ı Batı’nın katalizörü olarak kullanarak, “Hindistan-Ortadoğu Ticaret Koridoru” projesini ortaya atmış bulunuyor. Koridor Anglosakson projesi gibi görünüyor, kaldı ki İngiltere’ye Hint kökenli bir başbakan seçilmesi, Anglosaksonların Çin’e karşı Hindistan’ı kullanma emellerini gösteriyordu. 9-10 Eylül’de Yeni Delhi’de yapılan G-20 Zirvesi’nde Hindistan Arap Koridoru’nun da yönünü değiştirecek, Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru’nun kurulmasına yönelik olarak, ABD’nin önderliğiyle Hindistan, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa, İtalya ve AB arasında mutabakat zaptı imzalanmış bulunuyor.

 

 

Yeni Delhi’de yapılan ve “Tek Dünya, Tek Aile, Tek Gelecek” temasıyla düzenlenmiş olan G-20 Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan, Zirveye ev sahipliği yapan Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin elini sıkarken, sürprizle karşılaşacağını bilmiyordu. ABD, Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” projesine karşı Hindistan’ı kullanarak, Türkiye’yi de dışlayarak, “Hindistan-Ortadoğu- Avrupa Ekonomik Koridoru” projesini oluşturmuştu. Koridorun güzergâh ülkeleri mutabakat zaptı imzaladılar. Zirve sonrası Erdoğan, “Türkiye’siz koridor olmaz” çıkışını yapıyordu.

 

Mutabakat zaptına imza atan ülkeler bağlayıcı finansman taahhüdünde bulunmazken, iki ay içinde koridorun oluşturulmasına yönelik eylem planının hazırlaması kabul edildi. Projeye göre Hindistan ve Ortadoğu coğrafyasından yollanacak ürünler, artık Irak ve Türkiye üzerinden değil, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail üzerinden Avrupa pazarlarına ulaşabilecek. Söz konusu proje, benzer bir rotayı Basra Körfezi’nden başlayarak tüm Irak’ı güneyden kuzeye doğru kateden demiryolu hattıyla oluşturmak isteyen Türkiye’nin aleyhine bir gelişme. Biden yönetimi, projeyi Çin’in 10 yıl önce uygulamaya başladığı Kuşak-Yol girişimine alternatif sayıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan Yeni Delhi dönüşünde, “Türkiye’siz koridor olmaz, doğudan batıya trafik için en uygun hat Türkiye üzerinden geçmek durumunda” diyerek itirazını dile getiriyordu.

 

Çatışan koridorlar. Kırmızı çizgiler Çin’in Kuşak Yol girişimine ilişkin hatları, sarı çizgiler Rusya İran ve Hindistan’ın anlaştıkları Kuzey-Güney Koridoru’nu, mavi çizgiler Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru’nu göstermekte. Hangi hatlar gerçekleşecek acaba?

 

Kapısı Açılmayan Beyaz Saray’a Karşı BM’den ve Nahçıvan’dan Çıkış

 

NATO Vilnius Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında yerli ve yabancı basının başarılı lider övgülerinin yanısıra, Zirve’de ABD ve NATO yanlısı tutumuna karşılık olarak, BM için ABD’ye gidişinde Başkan Biden tarafından Beyaz Saray’da kabul edilmesinin beklendiği tahminleri yapılmıştı. Bu amaçla Ankara’nın resmî ve gayri resmî girişimlerinin olduğu, ancak ABD Başkanı Biden’ın bırakınız Beyaz Saray kabulünü, görüşme programının bile ayarlanamaması önemle kaydedilmesi gereken olgu. Yunanistan’a ve Miçotakis’e yakınlık gösteren Biden, Türkiye’ye ve Erdoğan’a mesafeli. Biden ve eşinin resepsiyonuna eşiyle birlikte Erdoğan’ın yaklaşık bir saat katılması da ikili arasındaki mesafenin kanıtı. Şimdi F-16’ların verilmesine ilişkin Menendez engeli kalktı, ama bakalım Biden desteklemekte samimi mi acaba?

 

 

Türkiye’yi ortak olduğu 5. nesil savaş uçağı F-35 projesinden haksız olarak çıkaran ABD, Türkiye’nin 1,5 milyar dolar peşin ödemesine ek olarak 6 milyar dolar ödeme yapmayı kabul ederek almak istediği bir nesil geri F-16 Blok 70 Viper uçaklarını Kongre kararı oyalamasıyla vermiyor. 2028’de teslim edilecek oyalamasını sürdürüyor. ABD’nin amacı, Yunanistan Hava Kuvvetleri karşısında Türk Hava Kuvvetleri’ni zayıflatmak. Bu nedenle, Türkiye için üretilmiş F-35 uçaklarını Yunanistan’a satıyor, bu uçaklar için de Türkiye’den park parası talep ediyor. ABD F-16 Blok 70 Viper uçaklarını Yunanistan’a karşı kullanılmama şartıyla vermek istiyor.

 

5. nesil F-35 savaş uçağı programının ortağı olmasına karşın, Rusya’dan S-400 aldı diye Türkiye projeden dışlandı ve alacağı uçaklar için ödediği 1,5 milyon dolara da el konuldu. Türkiye parasını kurtarmak ve kendi savaş uçağı Kaan’ın yeterli üretim düzeyine ulaşmasına kadar açığını kapamak için, ABD’den F-35’lerden geri, artık ABD ordusunun kullanmadığı, diğer ülkelere de satamadığı 4,5 nesil olduğu savlanan 40 adet F-16 Blok 70 Viper savaş uçağı ile eski uçakları için 79 adet modernizasyon kiti almak için Ekim 2021’de başvurdu, ama oyalandı ve satış engellendi. Yunanistan’a ise F-35 satışı başladı. Yunanistan Fransa’dan da 5. nesil Rafale savaş uçağı alarak Türkiye’ye karşı hava filosunu güçlendiriyor. ABD Türkiye’ye F-16’ları satarsa, 2028 yılında teslim edeceği söyleniyor ve Türkiye 6 milyar dolar daha ödeme yapacak.

 

Türkiye’nin 5. nesil yerli ve milli savaş uçağı KAAN’ı Cumhurbaşkanı Erdoğan kokpitinde incelerken görünüyor. Bu yıl Aralık ayında KAAN’ın ilk uçuşu gerçekleşecek. Seri üretimine 2028’de geçileceği açıklandı ve yılda 20 adet üretilecek. 2028-2029 yıllarında 20 adet KAAN Blok 10 uçağının Türk Hava Kuvvetlerine teslim edileceği duyuruldu. KAAN projesine kardeş Azerbaycan da ortak oldu. KAAN gelecekte Türk dünyasının savaş uçağı olacak. KAAN’ın envantere gireceği 2028 yılı, ABD’nin de F-16 Blok 70 Viper uçaklarını vermeyi planladığı yıl.

 

F-16 satışı için Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğini kabul etmesi baskısı yapılıyor. Ermeni ve Rum lobilerinin engellemesiyle satış gerçekleşmiyor. Bu arada “Atı alan Üsküdar’ı geçti” misali, Yunan hava kuvvetleri ciddi biçimde güçlenmiş bulunuyor. Türk Hava Kuvvetleri karşısında Yunan Hava Kuvvetleri’ni güçlendirme amaçları artık gerçekleşmiş oluyor. Türkiye’ye Yunanistan’a verdiğinden bir nesil geri savaş uçağını satmayan ABD’den F-16’ları alma çabasının sürdürülmesi, vatansever Türk milliyetçilerince, Türkiye’nin ulusal onurunu zedeleyen tutum olarak eleştiriliyor. Türkiye kendi uçağını üretinceye kadar savaş uçağı açığını başka ülkelerden alarak kapatabilir. ABD’nin tutumuna karşı, başka bir ülke NATO ülkesi olmamalı, 5. nesil modern uçaklarıyla Rusya ya da Çin olmalı, en kısa zamanda da alım gerçekleşmelidir.

 

Türkiye, 2028’de seri üretime geçilecek olan milli savaş uçağı KAAN’ı yeterli sayıda üretinceye dek açığı olmaması için ABD’den F-16 Viper almak istemişti. ABD’nin 2028’den önce teslim etmeyeceğini açıkladığı ve Yunanistan’a karşı kullanılamayacağı koşulunu getireceği belirtilen nesli ve modası geçmiş F-16 Viper uçaklarını Türkiye artık almamalıdır. Türkiye, zaman yitirmeksizin Rusya’nın ya da Çin’in 5. nesil savaş uçağını alarak ihtiyacını karşılamalı ve ABD’ye tepkisini de bu şekilde ortaya koymalıdır. Ağustos 2019’da Erdoğan’ın Rusya ziyaretinde, Putin ile uçak alımı konusunu konuştuğu biliniyor. O zaman basına Erdoğan ve Putin’in Su-57 uçağını birlikte incelerken çekilmiş fotoğrafları da servis edilmişti.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan 19 Eylül’de BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında, “Dünya Beşten Büyüktür” diyerek, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimî üyesini ve oluşturdukları düzene alışılagelen eleştirisini sürdürüyor, uluslararası topluma bir kez daha KKTC’nin tanınması çağrısını yapıyordu. En önemlisi ise, yine 19 Eylül’de saat farkıyla daha önce yaşanan, Azerbaycan’ın antiterör operasyonuyla oluşan Azerbaycan-Ermenistan gerilimine değinip, “Karabağ, Azerbaycan toprağıdır. Bunun dışında bir statünün dayatılması asla kabul edilmeyecektir” diye Türkiye’nin desteğini bir kez daha vurguluyordu. Ermenistan bölgeden silahlı güçlerini çekmeyi kabul etmesine karşın, geçen üç yıldır Ermeni çetesi niteliğindeki teröristler bölgede sorun çıkarıyordu. Fransa’nın kışkırtması, ABD’nin desteği Ermenistan’ı yanlış hesaplara sürüklüyordu.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan 19 Eylül’de Birleşmiş Milletler Kürsüsü’nden dünyaya seslenerek, “Dünya Beşten Büyüktür” diyor ve Birleşmiş Milletler’in bu anlayışla düzenlenmesi gereğine dikkat çekiyordu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olduğunu vurguluyor, Azerbaycan-Ermenistan gerilimine değinerek “Karabağ, Azerbaycan toprağıdır” diyordu.

 

ABD, Ukrayna gibi Ermenistan’ı da kullanmayı planlıyor, Rusya’ya karşı ABD subayları Ermeni subaylarla tatbikat planları yapıyordu. Bu tatbikatta senaryo gereği düşman kabul edilen hiç kuşkusuz Azerbaycan idi. Ermeni teröristler bölgede bir de ayrılıkçı rejim kurmaya kalkmışlardı. Azerbaycan’ın Karabağ Hankendi’de 24 saatten kısa bir askerî müdahalesi sonucu teröristler silahlarını terk ederek kaçıyor, yakalanıyor veya teslim oluyorlardı. Ermenistan dahil hiçbir ülke tarafından ayrılıkçı rejimleri tanınmayan teröristlerin bağımsızlık hayalleri son buluyor ve bölgeden siliniyorlardı. Ancak, Ermeni teröristlerin yenilgisi ABD’yi rahatsız etmiş, ABD Hankendi operasyonuna sert tepki göstermişti. Erdoğan’ın BM Kürsüsü’nden açıkladığı Karabağ desteği, ABD ile Türkiye arasında uyum heveslerinin bir sonuca ulaşmayacağını da gösteriyordu.

 

25 Eylül’de Cumhurbaşkanı Erdoğan Nahçıvan’a gidiyor, havaalanında Azerbaycan Cumhurbaşkanı tarafından karşılanıyor ve iki lider ikili görüşmenin ardından Iğdır-Nahçıvan Doğalgaz Boru Hattı’nın temelini atıyor, Erdoğan, “Karabağ operasyonu iftihar meselesidir. Ermenistan’ın kendisine uzatılan barış elini tutmasını ve artık samimi adımlar atmasını bekliyoruz” çağrısını yapıyordu. Erdoğan, Nahçıvan dönüşü uçakta medyaya açıklama yaparken, Türkiye’yi ve Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’ni Azerbaycan’a bağlayacak Zengezur Koridoru’nun bir an önce açılması için gereken gayreti göstereceğini söylüyor, “Türkiye ve Azerbaycan için çok önemli bu koridorun hayata geçmesi stratejik bir konudur ve muhakkak tamamlanmalıdır. Bu koridor açıldığında Bakü’den çıkan bir araç ya da tren doğrudan Kars’a gelebilecek” diyordu.

 

Azerbaycan 19 Eylül’de Ermeni terör güçlerini yenilgiye uğratarak, Karabağ’da ayrılıkçı rejim oluşturmayacaklarını gösterdi. 25 Eylül’de Nahçıvan’a giden Erdoğan, Aliyev ile birlikte Iğdır-Nahçıvan Doğalgaz Boru Hattı temelini attılar. Erdoğan Türkiye’ye dönerken, Zengezur Koridoru’nun bir an önce açılması gerektiğini söylüyordu. Türk dünyasını birbirine bağlayacak koridorun açılması Ermenistan tarafından kabul edilmişti. Bu anlaşmanın uygulanması gerekiyor. Koridora Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ı destekleyen İran karşı tutum içinde. Oysa, oluşacak ticaret yolu İran’ın da lehine, ama Türk dünyası oluşumu İran’ı korkutuyor.

 

Zengezur Koridoru Türkiye-Nahçıvan-Azerbaycan üçlüsünü bağlamakla kalmayacak, Orta Asya Türk dünyasını da birbirine bağlayacak, stratejik önemde bir karayolu ve demiryolu hattının geçiş güzergâhı. İran, Zengezur Koridoru’nu kendi çıkarına ters görüyor ve “NATO’nun Turan Koridoru” diye de kötüleyerek nitelendiriyor. Zengezur hiçbir zaman NATO’nun projesi olmadı ve yolu da olmayacak, ama Türk Dünyası’nın Turan yolu olacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhataplara ve Batı’ya “muhakkak tamamlanmalı” diyerek yaptığı çıkış, Batı’yı endişelendirmiş bulunuyor, Amerikan Forbes dergisi, koridorun kıtalar arası dengeleri değiştirme potansiyeline sahip bir geçiş olduğunu belirtiyor. Orta Asya Türk cumhuriyetleri arasında oluşturulacak ekonomik birlik, siyasal etkileriyle Orta Asya’da yeni bir güç odağı olacaktır.

 

Zengezur Koridoru’nun önemini analiz eden Forbes dergisi, “Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerini Azerbaycan üzerinden Türkiye’ye bağlayacak olan ve ‘Orta Koridorolarak adlandırılan çok daha uzun bir kuzey-güney güzergâhının son ayağı olma potansiyeline sahip. Burada tarihi İpek Yolu ticaret rotasını yeniden canlandırabilecek bir demiryolu, karayolu hatlarından bahsediyoruz” açıklamasına yer verdi. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri Birliği, aynı zamanda bölgede İslâm ülkeleri birliği niteliğinde olacağından, bu konuda etkili sayılan Özbekistan’ın Türkiye ve Azerbaycan ile birlikte hareket etmesi gerekiyor. Böyle bir birliğe Türkmenistan’ı katılımı için ayrı ve özenli bir diplomasiye de gerek var. Türk birliğinin oluşumuna yol açacak koridor girişimi, ezeli Türk düşmanı Yunanistan tarafından endişe ile izlenerek yorumlar yapılmakta.

 

Erdoğan’ın New York’ta Elon Musk ile Bor Yatırımı Görüşmesi

 

Birleşmiş Milletler 78. Genel Kurulu için New York’a giden Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkevi’nde çeşitli devlet ve hükümet başkanları, kuruluş temsilcilerinin yanısıra, 18 Eylül’de Tesla ile SpaceX’in kurucusu ve CEO’su Amerikalı iş insanı Elon Musk ile de görüştü. Elon Musk Güney Afrika doğumlu, Güney Afrika’dan başka Kanada ve ABD vatandaşı ünlü zengin. Uzay taşımacılık şirketi SpaceX, Türkiye’nin uydularını uzaya gönderen kuruluş. Musk, Erdoğan ile görüşmesine kucağında oğlu ve eşiyle gelmişti. Samimi görüşmede, Türkiye’de yatırım ve uzay çalışmalarında ortak adım atılması konularının görüşüldüğü açıklandı. Görüşme sonrası Türkiye’ye 25 milyar dolar yatırım yapacak haberi yayıldı. Erdoğan, Musk’ı ay sonunda İzmir’de yapılacak Teknofest Havacılık Festivali’ne davet ettiyse de, “Gelecek yıl geleceğim” diyerek katılmadı.

 

Erdoğan, New York’ta Tesla’nın ve SpaceX uzay şirketinin kurucusu, CEO’su Elon Musk ve ailesini kabul ederek samimi bir görüşme gerçekleştirdi. Musk ile Türkiye’de yatırım konusu görüşülmüş bulunuyor. Musk’ın lityum pili ve/veya bor yakıt pili için yatırım yapması olası.

 

Erdoğan, Musk ile görüşme içeriğini “Tesla otomobili için Türkiye’de fabrika kurup kuramayacağına ilişkin soruya yanıt verdi” diye açıklıyordu. “Uzay çalışmalarında müşterek adım atma konularını görüştük” diye de ekliyordu. Basında, “Musk’ın gözü Türkiye’deki bor madenlerinde” yorumu yer aldı. Bor ile ilgili iki seçenek söz konusu. Tesla marka otolarda ve uzay araçlarında lityum pili kullanıldığından, bor yataklarında bulunan lityuma gösterilen ilgi ya da Tesla otolarının şarj edilebilir lityum pilli araç olmaları yerine, bor hidrür yakıt pilli araca evrilecekleri görüşü bu seçenekler. “Yüzyılın Otosu Elektrikli mi Hidrojenli mi?” yazımızda şarjlı elektrikli otoların hidrojen ya da başka bir yakıta dayalı yakıt pilli otolara evrilmesinin, gelişmede son aşama olduğunu teknik olarak açıklamıştık. Kullanılabilecek yakıtlardan biri de bor hidrür olabilir.

 

Bor ile ilgili her iki seçenek de uygulamaya sokulabilir ve her iki seçenek de Türkiye’ye bir Tesla oto fabrikasından daha fazla kazandırır. Tesla oto fabrikası, Türkiye’nin otomobili TOGG için rakip olacaktır ve rekabet bazen kazandırır. Ancak, dünya bor rezervlerinin yüzde 73’üne sahip olan Türkiye’de bor madeninin değerlendirilmesi, elbette çok daha önemli bir kazanç olur. Bu rezervlerde belli oranlarda lityum bulunuyor, bor madeninden lityum elde edilmesi Kayseri’de gerçekleştirilmişti. Lityum alkali bir metal, lityum pilleri Türkiye’de üretilecek olursa, bundan büyük gelir elde edilir. Bor, yakıt olarak da kullanılabilecek bir element, hidrojen tutucu katkı maddesi olarak araç motorlarında bile kullanılabilir. Ancak, hidrojen içeren bor hidrürün yakıt pillerinde kullanılması, yine yeni teknolojik önemli gelir kaynağı olabilecek bir seçenektir.

 

Miçotakis ve Yunanistan’ın Müzakere Tuzağı

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan Vilnius Zirvesi’nde Yunanistan Başbakanı Miçotakis ile görüşmüştü. New York’ta Türkevi’nde ikili görüşme yenilendi. Vilnius’taki görüşmede ortamın yumuşadığı, Yunanistan ile müzakerelere geçilebileceği söylenmişti. New York görüşmesi sonrasında da iki liderin, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerde mevcut olumlu iklimi muhafaza etme kararlıklarının teyit edildiği açıklandı. Daha önce dışişleri bakanları arasında oluşan siyasi diyaloğun pozitif gündem oluşturduğu, Güven Artırıcı Önlemler toplantılarının sürdürüleceği, Yüksek Düzeyli İş Birliği Konseyi’nin hayata geçirileceği belirtiliyordu. Açıklamada Yunanistan’ın karın ağrısı, “Göç konusunun her iki ülke için ortak bir sınama olduğu bilinciyle ele alınması ve birlikte çalışılması konusunda anlaşma sağladılar” cümlesinde yatıyordu.

 

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın New York’ta görüştüğü bir devlet adamı da Yunanistan Başbakanı Miçotakis. Yunanistan ne zaman dost görünüm kisvesi altında sinsice Türkiye’ye yaklaşıyorsa, bunun altında taviz kopararak çıkar elde etme amacı yatmaktadır. Şimdi de Türkiye ile göç anlaşmasını yenilemek istiyor. İşgal ettiği ve silahlandırdığı adalardan söz edilmeden, Yunanistan ile olumlu görüşme ortamı oluşmuş bulunuyor sanılmamalı.

 

Yunanistan, Türkiye ile göç anlaşmasının güncellenmesini istiyor ve mutabakat karşılığı, Türk vatandaşlarına vize kolaylığı sağlanması için AB nezdinde harekete geçeceğini söylüyor. Yunan Kathimeri gazetesinin haberine göre, Yunanistan’ın Türkiye’den üç talebi var: 1) Yunanistan’a göçmen akışını engellemek için kara ve deniz sınırlarını daha iyi denetlemesi, 2) İnsan kaçakçılarına göz açtırmaması, 3) Yunanistan’dan sınır dışı edilenleri kabul etmesi. Türkiye zaten sınırları korumakta ve insan kaçakçılarına karşı mücadele de etkin. Kendi çıkarı için yaptığı bu mücadelede, Yunanistan’ın çıkarı için taşeronluk yapması söz konusu olamaz. Hele Yunanistan’dan sınır dışı edileceklerin Türkiye tarafından kabul edilmesi isteği, Türkiye’nin çıkarlarına karşıttır. Göçmen ülkesi konumuna sokulan Türkiye bir kaçak göçmen bile alamaz.

 

Yunanistan görüşmelerden yüz bulmuş olmalı ki, AB çevreleri göçmen sorununu Yunanistan’ın çözme yolunda başarılı olduğunu söylemekte. Yunanistan göçmen sorununu görüşmeden önce, iskân edilmemiş yirmi küçük ada ve iki kayalığı işgal etmiş olmanın hesabını vermeli ve Türkiye’ye ait bu yerleri derhal boşaltmalı. Oysa, Yunanistan o kadar serbest hareket ediyor ki, küçük adalarda Türkiye’ye karşı askerî tatbikatlar bile yapmakta. Öte yandan Lozan Antlaşmasına göre askerden ve silahtan arındırılmış olması gereken adaları, uluslararası hukuka aykırı olarak silahlandırmış, askerî üsleriyle donatmış bulunuyor. Seçim öncesi eski Milli Savunma Bakanı Akar, bu adaların silahtan arındırılmasını gündeme taşıyor ve demeçleriyle Yunanistan’ı uyarıyordu. Şimdi haksız işgal edilen ve silahlandırılan adalar hakkında konuşan yok.

 

Yunanistan, Türkiye’ye karşı kendisine güvence oluşturması için izin verdiği ABD üslerince adeta işgal edilmiş ülke görünümünde. ABD mevcut üslerine eklediği 5 yeni üs ile Adalar Denizi’ne de uzanarak asker konuşlandırıyor. ABD üsleri jeopolitik kazanım amacıyla oluşturulmuş bulunuyor. Rusya ve Türkiye’den başka Doğu Akdeniz’den Kafkaslar’a uzanan bu coğrafyada, ABD’nin çıkar ve tehdit amaçlı gizli planlarının bulunduğu da bilinmektedir.

 

Rumların Osmanlı’ya karşı Mora isyanıyla ayaklanıp Rusya, İngiltere ve Fransa’nın destekleriyle Yunanistan’ı kurmaları karşısında, ne yazıktır ki Osmanlı da tek kurşun atmadan Ata Kentimiz Selanik’i onlara hediye etmişti. Yunanistan bağımsızlığı kazanmasından sonra, Türkiye aleyhine sürekli genişleme politikası izlemiş ve Batı’nın desteğini görmüştür. Şimdi Türkiye’ye karşı ABD üsleriyle donatılmış bir ülkedir. Fransa’dan ve ABD’den aldığı savaş uçakları ve savaş gemileriyle, Adalar Denizi’nde üstünlüğü ele geçirme çabasını sürdürüyor. Yunanistan sırtını dayadığı ABD’ye, AB’ye ve ayrılmaz parçası şımarık çocuğu olduğu tüm Batı’ya güvenerek, uluslararası hukuk dışı bencil istekleriyle, Türkiye’yi zora sokarak taviz koparma stratejisi peşinde olan bir ülke. Türkiye’nin Yunanistan ile sorunları müzakereyle çözülemez nitelikte.

 

Lozan Antlaşması’na aykırı olarak askerî statüye soktuğu adaları tartışmayı kabul etmiyor.  Adalar Denizi’nde karasularını 12 mile çıkarma hedefinden vazgeçmiyor. Anadolu’nun kıta sahanlığını tanımayarak, adaların kıta sahanlığı olduğu haksız savını sürdürüyor.  Taşoz yakınında Türk kıta sahanlığından petrol çıkararak hırsızlık yapıyor. 1974’de çözülmüş, 1983’de bitmiş Kıbrıs sorununda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığını kabul etmeyerek, Ada’nın Türkiye tarafından işgal edildiği iddiasını koruyor. Doğu Akdeniz’de hidrokarbon aramalarını durduran Türkiye’nin tamamen çekilmesini istiyor. Böyle bir Yunanistan ile müzakere demek, anlaşma için Yunanistan’a taviz vermeyi kabul etmek değildir de ne olur acaba? İki ülke arasında bugüne değin müzakereyle Türkiye lehine hiçbir sonuç elde edilmediği de bir gerçek.

 

Yunanistan’ın arzuladığı Göç Anlaşması, Türkiye’den taviz koparmak içindir. Lozan Antlaşması’na aykırı silahlandırdığı adaları temizlemedikçe, haksız yere işgal ettiği adacık ve kayalıklardan çekilmedikçe, Yunanistan ile müzakere edilecek bir konu ve imzalanacak anlaşma olmamalıdır. Türkiye, “Yunanistan yaygara koparır, AB yaptırım uygular, ABD karşı çıkar” diye askıya aldığı Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon aramalarına, Soros sınırı adını verdiğimiz 28 derece boylamının batısına geçerek, kıta sahanlığının Girit yakınlarına dek uzanan deniz alanlarında, Kıbrıs çevresi Türk kıta sahanlığının ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yetki verdiği deniz alanlarında, Adalar Denizi’nde kıta sahanlığının uç noktalarını kapsayan deniz alanlarında artık başlamalı, Mavi Vatan’a sahip çıkma politikası kararlılıkla yeniden canlandırılmalıdır.

 

Ağır Ekonomik Sorunlar Sürecinde Anayasa Değişikliği ve Yerel Seçimler

 

Türkiye makro ekonomi açısından Batı’ya açılan kapıyla kazanacak gibi görünmüyor, bilakis kayba uğrama tehlikesi ciddi bir olasılık. Dünya Bankası’nın yardım sözü dışında ABD ve Batı’dan dişe dokunur bir yatırım geleceğine ilişkin hiçbir işaret yok. Bakan Mehmet Şimşek, yatırımcılarla buluşmak için Ekim ayında İngiltere, Fransa ve Fas iş gezilerine çıkıyor. İngiltere ve Fransa’da yatırımcı toplantılarında yapılan görüşmelerden sonuç çıkacak mı beklentisi, umutsuz bir süreç. Şimşek’in Fas Marakeş ziyareti politika değişikliğinin sonucu. Çünkü, Şimşek’in Marakeş’te emperyalist alemin ikiz kardeşleri IMF ve Dünya Bankası toplantısına katılması, “IMF’yi kapı dışarı ettik” diye övünen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim öncesi politikasına ters bir davranış. Makro ekonomi açmazlarla çarpıklık sürerken, mikro ekonomi halkı bezdirmekte.

 

Başta emekli kesim olmak üzere halk gelir darlığı içindeyken, piyasa fiyatlarıyla mikro ekonomi halkı ezmekte ve iktidara 14/28 Mayıs 2023 seçimlerindeki güveni sarsmakta. Ancak, makro ekonomik sorunlar ve dış politika önümüzdeki 31 Mart 2024 yerel seçimleri için halkın tercihini pek fazla etkilemezken, yaşam ortamının koşullarını belirleyen mikro ekonomi sorunları ciddi bir etkendir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, on büyük kenti CHP belediyelerinden kurtarmayı hedeflemişken, halkın mikro ekonomi koşullarına karşı tepkisi ciddi bir sorun olup, engel oluşturabilir. Gündemde bir de Anayasa değişikliği var, Cumhur ittifakının sandalye sayısı buna yetmiyor. Eğer yapılacak değişikliğin halk oylamasına gitmesi gerekirse, seçmen tercihi mikro ve makro ekonomi sorunlarının yanında, dış politika açmazlarından da etkilenecektir.

 

ABD ile Sıcak Çatışmaya Ramak mı Kaldı?

 

1 Ekim’de İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü önüne bir ticari araçla gelen iki terörist bombalı saldırı yapıyor, teröristlerden biri kendini patlatıyor diğeri etkisiz hale getiriliyordu. Eylemin orada bomba patlatmanın ötesinde, o gün yeni yasama yılına girecek TBMM’nin karşı binasına yönelik olduğu anlaşılıyordu. Hemen Kuzey Irak’taki PKK inlerine hava harekâtı düzenleniyor ve uçaklarımız Kuzey Irak’tan başka Kuzey Suriye’deki hedefleri günlerce bombalıyordu. Çünkü teröristlerin Suriye’den geldikleri saptanmıştı. PKK’nın Suriye uzantısı PYD ve YPG’yi destekleyip besleyen ABD’den “Teröristlerin Suriye’den geldiğine ilişkin bilgimiz yok” gibi, Türkiye’yi yalanlama açıklaması yapılıyordu. ABD, 6 Ekim’de de Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’ye ait SİHA’yı düşürdüğünü, Dışişleri Bakanlığımız da bir SİHA’nın kaybedildiğini açıklıyorlardı.

 

Türkiye ve çevresindeki ABD üsleri. Türkiye’de de NATO üssü diye kamufle edilen dört üssü var. Suriye’de PKK/PYD militanlarını gözlemek için kullanılan Türkiye’ye ait silahsız SİHA, 6 Ekim’de ABD tarafından uçakla vurularak düşürüldü. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “İnsansız hava aracını ABD düşürürken, bu Türkiye şu anda NATO’da ABD’nin ortağı değil mi? Bunu neyle izah edeceğiz” diye soruyordu. Haritada Suriye’de iki ABD üssü görünmesine karşın Erdoğan, ABD’nin 23 üssü olduğunu açıklıyor ve şöyle diyordu: “Bu üslerle ne yapılıyor, 23 üs. Bütün bunları değerlendirmek gerekmiyor mu?” Türkiye’deki ABD üsleri kapatılmalıdır. İsrail’in güvenliği için çalışan Kürecik Üssü, İsrail-Filistin Savaşı’nda destek verememeli.

 

Türkiye’nin savaş uçaklarının ABD’nin müttefiki PYD-YPG’nin Tel Rıfat, Cizre ve Derik bölgeleri başta olmak üzere Suriye’nin kuzeyindeki hedeflere yönelmesi, ABD’yi rahatsız etmişti. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, PKK’nın Irak ve Suriye’deki tüm tesislerinin meşru hedef olduğunu belirtmiş ve ABD’ye karşı, “Üçüncü taraflar uzak dursun” uyarısında bulunmuştu. Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler de, “Suriye ve Irak’ta PKK/KCK, PYD/YPG’nin tüm tesis ve faaliyetlerinin meşru hedefimiz olacağının herkes tarafından bilinmesini istiyoruz” açıklamasını yapmıştı. ABD’nin tepkisine karşın Rusya’dan bir tepki gelmemişti. Hedefler teröristlerin barınma ve silah depolarından başka, ABD stratejisiyle terörün finansmanı için kullandıkları ellerindeki petrol kuyuları, rafineriler ve enerji tesisleriyle diğer ekonomik faaliyet alanlarını da kapsıyordu.

 

Mart başında ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley, Suriye’nin kuzeyinde terör örgütü PKK-PYD/YPG işgalindeki bölgeleri ziyaret etmişti. Milley, ABD’nin “Kara Ordusu” işlevi gören YPG’ye, “Türkiye’ye karşı yanınızdayız” mesajı vermiş oluyordu. Ağustos ayında da ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Orgeneral Michael Erik Kurilla, Suriye’de PKK-PYD/YPG teröristlerinin ailelerinin bulunduğu Hol ve Roj kamplarını ziyaret ediyor, teröristlere destek konuşmaları yapıyordu. Teröristler ABD askerlerince eğitiliyor, terör ordusu oluşturulmaya çalışılıyor, teröristlere kol-kanat geriliyor, moral veriliyordu. ABD, Türkiye’nin müttefiki değil düşmanıydı ve Büyük İsrail’e evrilecek Kürt Garnizon Devleti’ni kurma çabasındaydı. Türkiye’nin karşı çıkacağını, gerekirse kendisiyle savaşacağını, NATO’nun çökeceğini düşünemiyordu.

 

ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley, Mart başında gizlice Suriye’nin kuzeyinde PKK’nın uzantısı PYD’ye bağlı YPG (Halk Savunma Birlikleri) terör örgütü birliklerini ve ABD askerlerini ziyarete gidiyor, fotoğraflar 5 Mart günü basına servis ediliyordu. Orgeneral Milley terör gücüne, “Türkiye’ye karşı yanınızdayız” mesajı vermişti. Ne diplomaside ne de askerî gelenekte yeri olan Türkiye karşıtı bu ziyaret bir skandaldı. ABD skandalı örtmek için Milley’in sadece askerlerle görüştüğü yalanına başvurmuştu. İkinci skandal, 23 Ağustos’ta ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Orgeneral Michael Erik Kurilla’nın yine Suriye’nin kuzeyine ziyaretiyle yaşanıyordu. Kurilla, PKK/YPG’nin ve DEAŞ’lı teröristlerin ailelerinin kaldığı Hol ve Roj kamplarını dolaşıyor, teröristlerle harita başında değerlendirme yapıyordu.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan son iki yıl, “Hep söylediğimiz gibi bir gece ansızın gelebiliriz” diye uyarıyordu. Güney sınırlarımızı 30 km derinliğinde güvenlik koridoruyla güvence altına alma planı yapılmış, ABD’nin ve Rusya’nın engellemesinden uygulanamamıştı. Türkiye şimdi terör saldırılarını bertaraf etmek ve hudut güvenliğini sağlamak amacıyla, BM Antlaşması’nın 51. maddesi uyarınca meşru müdafaa hakkını kullanıyor, uçaklarımız 50 km’yi aşan derinliğe kadar girip bombalıyorlardı. Suriye’deki terör birliklerine ABD Senatosu’nun onayı olmaksızın ABD yönetimi, 15 milyar dolarlık silah yardımı yapmış, kendi bütçesinden yıllardır teröristlere yardım ayırmış, terör devleti hedefini gütmüştü. ABD, ülkesini parçalarken Esad yönetimi, Türkiye’nin Suriye’yi koruduğunu görmeyen aymazlıkla, “Türk askeri Suriye’den çekilmelidir” diyor.

 

İsrail-Filistin Savaşı Uyarısı

 

7 Ekim sabahı Hamas’ın silahlı kanadının İsrail’e başlattığı “Aksa Tufanı Operasyonu”, Ortadoğu’da sıcak gelişmelere yol açabilecek görünüyor. Hamas’ın baskınının karadan yapıldığı, denizden olanın önlendiği, ilk saldırıda İsrail’e fırlatılan beş bin roketle demir kubbe savunma sisteminin delinmesi sonucu, İsrail kentlerinde patlamalar yaşandığı, Hamas direnişçilerinin paramotorlarla İsrail topraklarına girdiği, rütbeli askerler ve general bile esir aldıkları haberleri yayılıyordu. Çatışmalar istihbarat zafiyetine uğrayan İsrail’in topraklarında başlamıştı. İsrail saldırının arkasında İran’ın olduğunu savladı, Hamas’a karşı savaş ilân etti. Hamas bölgelerini ve Gazze’yi yoğun bombardımana tuttu. Lübnan’dan açılan ateşe de karşılık veren İsrail’e göre, savaş uzun sürecek. ABD Başkanı Biden İsrail’in yanında olduklarını açıklayarak uçak gemisi yolladı.

 

Avrupa ülkeleri ve AB de İsrail’den yana çıktılar. Türkiye, Rusya ve Çin, itidal öneren ülkeler oldu. Filistinlilerin Türk ve Türkiye karşıtı tutumları da anımsanmalı. İsrail-Hamas savaşı bir dönüm noktası olabilir. İsrail’i koruyarak Filistin soykırımı yapmasına fırsat tanıyan ABD, savaşa fiilen katılır mı? ABD’nin Ukrayna’ya desteğinin artık İsrail’e kayacağı görülüyor. Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den Golan Tepeleri’ni, Filistin’in Gazze Şeridi’ni ve Batı Şeria topraklarını alarak büyüyen İsrail, yeni topraklar alabilir mi? Yahudi hayali Ortadoğu haritası için kıyamet savaşı (Armageddon) yaşanır mı? Dünya, “Barış değil, Savaş” diyen emperyalist oyuna sahne oluyor. İsrail’in ve ABD’nin planları, kuşkusuz “Büyük İsrail” üzerine kurulu. Vadedilmiş Topraklar’dan öte Bereketli Topraklar’ın yer aldığı Mezopotamya, ABD-İsrail ikilisinin hedefinde olacaktır.

 

Büyük İsrail planı, Suriye, Irak ve Türkiye’den toprak talep eden bir ütopya. İsrail’in ABD desteğiyle Ortadoğu’da çıkaracağı savaşta, PKK/YPG terör güçleri ABD’nin desteğiyle Türkiye’ye karşı saldırılarını artıracaklardır. ABD, Büyük İsrail’e evrilecek Özgür Kürdistan için Türkiye’den toprak koparmak amacıyla, Türkiye’yi Ortadoğu Savaşı’na sokmak için her türlü oyunu oynayabilir. Dün Libya’da Kaddafi’ye karşı yapılan harekâtta olduğu gibi, NATO cepheye sürülmek istenebilir. ABD ne yaparsa yapsın Türkiye, ABD ve NATO için Ortadoğu’da görev üstlenmemeli. Menderes, NATO üyeliği için Kore Savaşı’nda ABD’ye asker yardımı yapmış, Türk kanı boşuna akmış, 900’ü aşkın Mehmetçik kaybedilmişti. Bugün Türkiye’nin ne ABD ve NATO ne de Batı için, Siyonist İsrail için akıtacağı bir damla kanı, vereceği bir vatan evlâdı vardır.

 

Kategoriler

DUYURULAR