ÖNSÖZ 2018 yılında bu sitemize 7 tane “Arayış ve Gündem” makalesi, 8 tane de “Duyuru” yazısı koyabildim, çoğu da yılın ilk yarısının tarihini taşımakta. Son “Arayış ve Gündem” makalemi, yaz tatilimden önce 15 Ağustos 2018’de son “Duyuru” yazımı da yaz tatilimden sonra 23 Ekim 2018 tarihinde koymuşum. Geçenlerde benden genç bir dostum Atilla Özata beni cep telefonumdan aradı. “Nasılsın, abi merak ettim. Çoktandır görüşmedik, yazıların da gelmez oldu. Sağlığın iyi mi?” diye soruyordu. Onunla sohbetimi tamamlayıp telefonu kapattım, tekrar çaldı, yeniden arıyor sandım, oysa bu kez daha genç bir dostum Cenk arıyordu. Cenk Mutlu, benim son çıkardığım EkoEnerji dergimizin editörü, aynı zamanda Enerji Platformu sitemin de editörü. O da çoktandır görüşmediğimizi söylüyor, hâl-hatır soruyordu. Eh yaş yetmişi geçince, iş bitmese de insanlar haber alamayınca, sağlığınızdan endişe duyuyorlar. Yaz tatilinde sevgili dostum Prof. Dr. Abidin Kumbasar hoca, kendisi benden büyük olsa bile, “70’i geçince Türkiye’de mayınlı tarlada sayılırsın” diyordu. Hiç kuşkusuz tıp biliminin uyarısıydı. Demek ki mayınlı tarlada güvenli adımlar atabilecek güçte olsanız bile, ihtiyar delikanlılığınız sürse de fazla sessiz kalmamanız gerekiyor. Zaten hayat sanki ince bir pamuk ipliğin ucuna bağlı. Ben bu yazım üzerinde çalışırken, Beytepe’deki temel komşum, yıllarca her gün gazetelerimi getiren Orhan Atalay sapa sağlam iken, ansızın beyin kanaması ile yaşama veda ediverdi. Kendisi yazılarımı dikkatle okur, sonra da cep telefonumdan beni arayarak kutlardı. Peki, Kasım-Aralık ve Ocak aylarında neden sessiz sedasız kaldım? “At ve Siyaset” başlıklı son “Duyuru” yazım “Doğu Akdeniz’de suların devamlı ısındığından, Kıbrıs ve Ege’de gelişen tehditlerden” bir-iki cümleyle söz ediyordu. Bunlara açıklık getirmek amacıyla yeni bir “Arayış ve Gündem” makalesi yazmayı düşündüm. Beytepe’deki çalışma odamda doğanın yeşilliğine bakıp düşünürken, parmaklarım bilgisayar klavyemde yazmaya başlamıştı bile. “Çırpınıyor Akdeniz, bakıp Türk’ün bayrağına” diyerek, Akdeniz’e seslenen satırları yazarken, aslında Akdeniz beni yaşaran gözlerimle birlikte içine çekiverdi. Olayları geçmişiyle ele almak fikri galip geldi, geniş bir kaynak taraması yaptım, Osmanlı’dan bugüne uzanan süreçte incelememi sürdürüp yazımı geliştirdim. Sonlarına geldiğimde, Yenimahalle’deki çalışma odamın penceresinden yoğun kar yağışını seyrederek gözlerimi dinlendiriyordum. Dört ay geçivermişti, mevsim değişmişti. Tabii, uzunca bir yazı olunca da “Arayış ve Gündem” makalesi olarak siteme koyma olanağı kalmadı. Güncel bir kitap ortaya çıkmıştı. Ben de kitap olarak bastırmak yerine, öncelikle internette yer alan bir kitap olması düşüncesiyle, “Güncel Kitaplar” bölümüne yerleştirmeye karar verdim. “Böyle uzun bir çalışmayı kim okur?” eleştirisini yapan dostlarım da olmadı değil. Bence konuyla ayrıntılı biçimde ilgilenen araştırma meraklıları okur. Yine de bir kısa özetini, “Arayış ve Gündem” bölümüne makale olarak koyuyorum. Dilerim her ikisi de okuyucuma yararlı olur. İlkokulda (Ankara-Hacettepe-İstiklâl İlkokulu) her saban göğsümüzü kabartarak andımızı okuyor, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyerek sonlandırıyorduk. Şimdi bu internet kitabım için diyorum ki “Bu çalışmam Türk varlığına armağan olsun”. Yazımı militarist bulan okurlarım olacaktır. Ancak militaristlik Türk milletinin, Türk olanın, “Ne mutlu Türküm” diyebilenin genlerinde vardır. Dilimize yerleşmiş bir özdeyiş var, “Türk milleti asker millettir” diye. Bu özelliğimizle övünürüz. Bu özelliğini korumasını bilen Türk milleti, Atası, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” düsturuna da gönülden bağlı bir millettir. Yazımı yazarken, babamın bahriyeliğinden gelen yanımın kanımı kaynattığı da itiraf etmeliyim. Ben o kaynamaya mavi vatan aşkı diyorum. İnternetteki bu ilk güncel kitabımın sitemize konulmasındaki teknik yardımlarından ötürü sevgili grafikerimiz Pelin Temana’ya teşekkür etmeden geçemezdim. Saygılarımla Mustafa Özcan ÜLTANIR  Ankara-Yenimahalle, 24 Ocak 2019 

 

 ÇIRPINIYOR AKDENİZ (!), “BAKIP TÜRK’ÜN BAYRAĞINA…”

 

 

(Osmanlı’dan Günümüze, Son Gelişmelerle

Doğu Akdeniz, Adalar Denizi, Adalar ve Kıta Sahanlığı - MEB Sorunu)

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR

 

DENİZCİ DEVLET OLUNMADAN DÜNYA DEVLETİ OLUNAMAZ

 

Üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu denizci devlet olmalıydı, ama bunun bilincinde değildi. Zaman zaman denizlerde gürleyip fırtına gibi esti, zaman zaman da bayrak bile gösteremez oldu. Akdeniz’in dışına ise çıkamadı bile denilebilir. İşte bu nedenle cihan devleti denilen Osmanlı, aslında en güçlü zamanında bile cihan imparatorluğu olamadı. Denizci olmadan cihan devleti ya da imparatorluğu olamazdı. Osmanlı’nın yükselme devrini başlatan Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinde donanmadan yararlanmıştı, hem de gemilerini karadan kızaklarla kaydırıp denize indirerek. Fetihten sonra da donanmasını Akdeniz’in Adalar Denizi’ne ve Venediklilere yönlendirmişti. Fatih’i kendisi gibi başka padişahlar izleyebilseydi, Osmanlı denizci bir devlet olabilirdi, ama izleyemedi, olamadı.

 

Fatih’in torununun oğlu Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Hint Okyanusu’na açılan Süveyş Kaptanı Pîrî Reis, Umman-Maskat açıklarında Portekiz donanmasını mağlup edip Maskat’ı ele geçirmişti. Yenilen Portekizliler Hürmüz Adası’ndaki kaleye sığındılar, ama o kaleyi alamamış olması talihsizliğidir. Maskat başarısını çekemeyenler, Hürmüz kalesi için Portekizlerden rüşvet aldığı suçlamasıyla tutuklattılar, savunması dikkate alınmadı ve Kanuni Sultan Süleyman’ın fermanıyla idam edildi.

 

İdam edilen gelişi güzel bir kaptan-ı derya değildi. Bugün haritaları dünyaca bilinen ünlü kartograf Pîrî Reis idi. Amerika kıtası bile onun haritalarında yer almıştı. Aklını sadece Viyana’ya ve kara seferlerine odaklayan Kanuni Sultan Süleyman, Hint Okyanusu’nda bayrak göstermenin, açık denizlere çıkmış olmanın önemini anlayamamış, dünyaca ünlü denizciyi harcamakta tereddüt etmemiş iken, Osmanlı nasıl denizci imparatorluk olabilirdi ki?...

 

Pîrî Reis’in Anadolu, Avrupa ve Kuzey Afrika bölümü haritası ile Akdeniz’in en büyük adası Kıbrıs haritası. O günkü bilgilerle gerçeğe ne kadar yakın çizilmiş görünüyor.

 

 

Osmanlı Olamadı, Ama Türkiye Denizci Olmak Zorunda!

 

Denizci olmak için sadece Karadeniz ve Akdeniz’de bayrak göstermek yetmiyordu. Üç kıtaya yayılmış topraklarını koruyabilmek için denizci devlet olmanın gereğini ve niteliklerini Osmanlı kavrayamamıştı. Hem de Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa’nın zamanında Akdeniz’i “Türk Gölü” yapmasına rağmen.

 

Kaptan-ı Derya Barbaros ve ünlü zaferi Preveze anılarda kaldı…

 

Sonuçta bu bilinç yoksunluğuyla Osmanlı, Akdeniz ve onun Adalar Denizi adalarında egemenliğini sürdüremediği gibi, üç kıtaya yayılmış toprakları üzerindeki egemenliğini de sürdürememiştir. Denizci devlet olamayışı, Osmanlı’nın talihsiz kaderini çizmiştir. Denizcilik bilincinden yoksunluğu o raddeye varmıştır ki çöküş döneminde, Kızıl Sultan Abdülhamit darbe yapar korkusuyla donanmayı Haliç’te çürütürken, Akdeniz’in ve Adalar Denizi’nin göz bebeği adalar kaybedilmiştir. Bir türlü telafi edilemeyen bu kaybın acılarını günümüzde çekiyoruz ve daha da çekeceğiz…

 

Osmanlı toprak kaybederken, adalar kaybederken Abdülhamit;

Donanmayı Haliç’te çürümeye terk etmişti.

 

Atatürk’ün görüşleri doğrultusunda, Mareşal Çakmak gibi bazı askerlerin bile “Ne gerek var?” demesine karşın, sıfırdan başlayarak Türk Deniz Kuvvetleri ve donanması oluşturuldu. Şanlı donanmamız mavi vatanımızın deniz alanı olsun, adası, adacığı kayalığı olsun, her bir yerini koruyor ve kolluyor. Mavi vatanımıza yan bakıp, göz dikenleri korkutacak Barbaros’un torunları denizcilerimiz ve her yıl gücüne güç katan donanmamız var, güçlenerek var olmaya devam edecek. İyi ki var, çünkü bugün Akdeniz üzerinden Türkiye’ye yönelik tehditler yapılıyor, ama donanmamız o tehditlere yanıt vermek ve onları bertaraf etmek için olduğu kadar, denizlerde bayrak göstererek, Türkiye’nin çıkarlarını korumak, kazanımlar sağlamak için de var.

 

ÇIRPINAN AKDENİZ’E SESLENİŞ

 

Bir zamanlar Barbaros Hayreddin Paşa’nın Türk gölüne çevirdiği denizdir, Akdeniz. Mustafa Kemal’in Yunan’ı denize dökmek için “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” komutuyla hedef gösterdiği denizdir, Akdeniz. Bu komut sadece Yunan’ın denize dökülmesi için değil, Türkün Akdeniz’e ve Akdeniz üzerinden dünya denizlerine açılıp bayrağını taşıması için verilmiş bir buyruktur. Türkün bayrağını ve gücünü çok iyi tanıyan o Akdeniz dalgalanırken, adeta tarihten gelen akıntılarıyla, Türkün bayrağına bakıp çırpınıyor. Bu çırpınış hasretle olduğu kadar, kederle de karışık.

 

Vefalı Türkün askerine, Türk Donanması’na bağrını açan Akdeniz’ın çırpınışındaki kederin nedeni, üzerinde oynanan emperyalist oyunlar. Akdeniz, sularından geçmeyi bile hak etmeyen savaş gemilerinin gösteri tatbikatlarıyla, Türk vatanına yöneltilen namluların oluşturduğu tehditlerden tedirgin. Adalarına, adacıklarına, kayalıklarına, tabanındaki kaynaklarına, doğal zenginliklerine, hatta üzerinden geçen deniz yollarına göz dikenlerden, Türk’ün haklarının gasp edilmek istenmesinden tedirgin.

 

Kederlenip tasalanma Akdeniz, kederle çırpınma! … Sen Türkün bayrağına yol veren, Türk’e bağrını açan denizsin. Türk, senin üzerindeki mavi vatanını başkalarına bırakır mı hiç? Senin üzerinden gelecek tehditlerle geri çekilir mi? Zamanı gelince onları senin derinliklerinde boğmasını bilir, en zor zamanında Çanakkale’de, İzmir’de batırıp boğdukları gibi. Anadolu’dan esen yeller sana selam söylüyor, hiç tasalanma. Sana karşı vefakâr olan Türk, donanmasıyla, ordusunun tüm gücüyle senin üzerindeki mavi vatanını korumasını bilir, korumaya kararlı ve hazır. Oldu bittilerle senin sularının bulanmasına izin vermez, vermeyecektir de…

 

AKDENİZ’İN ADALAR DENİZİ’NE EGE DENİZİ DEMEK ULUSAL HATA

 

Akdeniz adaları adını ilk önce Cezayirli korsanların kullandığı biliniyor. Osmanlılar da yine Akdeniz adaları anlamına gelmek üzere, önce “Cezayir-i Bahr-i Sefid” demişler, daha sonra Sisam ve Sakız adalarını içeren biçimde “Cezayir-i İsna Aşer” adını vermişlerdir. Daha çok kısaca Bahr-i Sefid adaları (Akdeniz adaları) adını kullanmışlardır. 300 yıl önce Akdeniz’de Türklerin eline geçmemiş ada kalmamıştı, o zaman Ege denizi diye bir deniz de yoktu. 1803 yılında Osmanlı’da basılan ilk Türk atlası Cedid Atlas’ta, bugün Ege Denizi denilen yere “Anadolu Denizi” denilmiştir. Ancak, Osmanlılar son dönemde daha çok “Adalar Denizi” adını kullanıyorlardı.

 

Osmanlı’nın ilk atlası Cedid Atlas’ta “Adalar Denizi”

 

İsyan, komplo ve emperyalist Avrupa desteğiyle, 1821 yılında Yunanistan kurulduktan sonra, 1850 yılından itibaren Fransızca basılan bazı haritalarda “Mer Egée” yani “Ege Denizi” adına yer verildiği görülüyor. Öyle olmadıkları halde kendilerini eski Romalıların, Helenlerin soyundan gelme gibi görmeye ve göstermeye çalışan Rumlar, mitoloji kahramanı Theseus’un babası ve antik Atina’nın kralı Aigeus’un oğlunu öldü sanmasıyla, intihar ettiği deniz için trajedide kullanılan, “Aigeus Denizi” adına sarılmışlardır. Aigeus dönüşerek Latincede “Aegaeo”, Yunancada “Aigaío”, İngilizce de “Aegean” olmuştur. Dilimize de Fransızcadan Ege olarak aktarılmıştır.

 

Atatürk ne Osmanlı’nın “Adalar Denizi” adını ne de Yunan’ın “Ege Denizi” adını kullanmış, “Akdeniz” demiştir. Lozan Antlaşması’nda adalarla ilgili hükümlerinin metninde de “Ege” adının yer almadığı, sadece Doğu Akdeniz adının kullanıldığı görülüyor. 1926 yılından 1938 yılına kadar Türkiye’nin coğrafi bölgelerini, o günkü deyişle mıntıkalarını gösteren haritalarda, “Ege mıntıkası” diye bir yer de yok, “Adalar Denizi Mıntıkası” var. Ege adının Türkiye’de kullanılması, Atatürk’ün ölümünden sonra, İnönü döneminde başlamıştır.

 

Ege adının kullanılması ne yazık ki sözde Batılılaşma ya da Batı’ya yaranma uğruna, 1941 yılında toplanan Birinci Coğrafya Kongresi’nde kabul edilmiş, bizce ulusal hata yapılmıştır. Hiç kuşkusuz bu bir siyasi karardır. Akdeniz adalarına da o tarihten sonra Ege adaları denilmiştir. Yakın zamana kadar Ege adaları adının kullanılmasına karşın, son yıllarda Türkiye’deki işgüzar seyahat firmalarının yakıştırmasıyla, “Yunan adaları” adının medyada yer aldığı ne yazık ki görülüyor. Bu bilinçsiz ve yanlış gidiş, umarız gelecekte Ege Denizi’ne “Yunan Denizi” demeye kadar varmaz!...

 

300 YIL ÖNCE AKDENİZ ADALARININ TAMAMI OSMANLI’NIN ELİNDEYDİ

 

Akdeniz’de Osmanlı hakimiyetinin kurulmasını, 1521 yılında Anadolu’nun güneybatı kıyısındaki Rodos’u Sen Jan şövalyelerinin elinden alıp korsanları temizleyerek Kanuni Sultan Süleyman başlatmıştı. Böylece Suriye’ye ve Mısır’a giden deniz yollarının emniyetinde ilk adım atılmıştı. Deniz hakimiyeti sürdürülüyor, 1571 yılında Doğu Akdeniz’in en büyük adası Kıbrıs’ın fethi gerçekleşince, geriye büyük ada olarak, Adalar Denizi’nin güneyindeki Girit kalıyordu.

 

Osmanlı 1571’de Akdeniz’in en büyük adası Kıbrıs’ı fethetti,

 

Kıbrıs seferinden sonra Osmanlı’nın denizaşırı en büyük seferi, 1645’de başlattığı Girit seferi oluyordu. Girit, Adalar Denizi’nin en büyük adasıdır. Girit seferiyle önce Hanya kalesi zapt ediliyor, ama Venedik donanmasının karşı harekatlarıyla, Osmanlı’nın yadım göndermesini engellemekle, adanın tümüyle fethi Osmanlı İmparatorluğu’nu 24 yıl uğraştırıyordu. Ancak, 1669 yılında yapılan son saldırıda Kandiye kalesi kuşatılarak, Venedikliler dize getiriliyor ve barış istemeleri üzerine Girit Adası teslim alınıyordu.

 

Girit Adası’nın alınması sonucu, Adalar Denizi’nde Osmanlı’nın egemenliğinde olmayan bir tek İstendil (Tinos) Adası kalmıştı. İstendil Adası, Adalar Denizi’nin orta kesiminden güneyine uzanan deniz yolu üzerinde stratejik bir yerdeydi. Bu ada Mora seferi sonucu 1718’de yine Venediklilerden alınıyor, böylece Adalar Denizi’ndeki tüm ada, adacık ve kayalıklar Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğine giriyordu.

 

300 yıl önce Doğu Akdeniz’in ya da Adalar Denizi’nin her yerine bayrağımızı dikmiştik. Ancak, kazanmak kadar elde tutabilmek önemlidir. Ne yazık ki adalar üzerindeki kaybımız büyük oldu. Bugün o kaybın sıkıntılarını yaşıyoruz. Adaların kaybı deyince, halkımızın aklına önce “On İki Ada” geliyor. “On iki Ada” diye adlandırılmış bu adalar grubunda, ismin çağrıştırdığı gibi 12 adet ada var değil, yalnızca büyükler sayılırsa 14 ada, büyüklü küçüklü diğerleri de sayılırsa belli başlı 20’den fazla ada ve adacık bulunuyor. Bu denizde küçücük adacıklar ve kayalıklarla sayı binlere ulaşıyor.

 

1645’de Girit seferi yapılmış Hanya kalesi zapt edilmişti, ama Venediklilerin karşı ataklarıyla Girit’in alınması Osmanlı’yı 24 yıl uğraştırmıştır.

 

Anadolu yarımadası ile Rumeli ve Mora yarımadası arasında toplam alanı 23 bin kilometrekare kadar olan üç bine yakın ada, adacık ve kayalık bulunuyor. Bu adalar coğrafi tanımla; 1) Trakya ve Boğazönü (Çanakkale) adalar grubu (Taşoz, Semadirek, Limmi vs.), 2) Saruhan (Doğu Sporat) adaları grubu (Batı Anadolu kıyılarının önündeki adalar, Midilli, Sakız, Sisam vs.), 3) Menteşe adaları grubu (Anadolu’nun güney batı kıyıları boyunca uzanan adalar (Rodos, Meis vs.), 4) Kuzey Sporat adaları grubu (Orta Yunanistan kıyılarının önündeki adalar, Eğriboz ve Şeytan Adaları), 5) Kiklat adaları grubu (Mora yarımadasının doğusundaki adalar, Tavşan Adaları), 6) Güney Sporat adalar grubu (Girit ve çevresindeki adalar) diye altı grupta toplanmaktadır.

 

“On İki Ada” ya da doğru deyişiyle “On İkili Adalar” adı ise, yönetim sisteminden gelen bir isimdir. Osmanlı’nın gayrimüslimlere uyguladığı on ikili yönetim sistemine göre, her on hane birer temsilcisini çıkarıyor ve bu temsilciler aralarında bölgeyi yönetecek on iki kişilik ihtiyarlar heyetini seçiyorlardı. On İkili Adalar, 12 üyeli, meclisle yönetilen adalar demekti. On İkili Ada adı önce Rumcaya ve sonra diğer Batı dillerine geçmiştir.

 

NAVARİN FELAKETİ İLE OSMANLI DONANMASINI KAYBEDİYORDU

 

Adalar üzerinde Osmanlı egemenlik kurmuştu, ama imparatorluğun gerileme dönemi de (1699-1792) başlamıştı. Bu dönemde Osmanlı sadece Venedikliler ile değil, Avusturya, Rusya ve İran ile de savaşıyordu ve giderek zayıflıyordu. 1718-1807 arasında her bakımdan kendini yenileyebilmek için ıslahat hareketlerine girişmişse de tutucu çevreleri aşamadı, gerilemeyi durduramadı. Akıbeti belli olmuştu ve kaçınılmazdı, üç kıtaya yayılmış Osmanlı gerileme sonrası çöküşe sürüklenecek ve tarihe gömülecekti. Bu süreçte deniz hakimiyeti ve adalar da elden gidecekti.

 

Girit Adası’nın zaptından sonra, ada halkının bir kısmı Müslümanlığı kabul etmişti. 150 yıl boyunca Girit’te herhangi bir huzursuzluk ve isyan da yaşanmadı. Bunun önemli ve başta gelen nedeni, hiç kuşkusuz Osmanlı’nın o tarihlerde Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi üzerinde kurduğu hakimiyet ve kontroldü. Kaldı ki o dönemde adalara karşı Osmanlı’nın hakimiyetini kıracak, müdahalede bulunacak bir başka devlet de yoktu. Ancak, 1770 yılında Adalar Denizi’nde Osmanlı donanmasına taarruz eden bir Rus filosu, Osmanlı egemenliğinde olan Mora’ya uğradığında, bütün Mora halkını isyana teşvik etmişse de 1821 yılına kadar Mora’da isyan çıkmamıştır.

 

19. yüzyılın başına kadar başarısızlıkla sonuçlanan Rum isyanları vardı, ama Mora İsyanı (1821-1829) ile yeni bir döneme giriliyordu. Bu isyana “Rum İsyanı” adı da verilmiştir. 1821 yılında Girit’te de isyan görüldü, hatta 1825 yılında Girit’te ihtilal teşebbüsü görüldü. Rumeli coğrafyasında, Yunanistan’ın özerkliğine uzanan süreci Mora isyanı başlatmıştır.  Buna karşın, başlangıçta Mora isyanını önemsemeyen Osmanlı, gerekli önlemleri almakta gecikmişti. Tüm Rumeli’ye ve adalara yayılan isyanların arkasında Fransa, İngiltere ve Rusya’nın destekleri vardı.

 

Osmanlı yönetimi sonuçta binlerce Müslüman Türkün, Musevilerin hatta Ortodoks olmayan Hıristiyanların katledilmesiyle karşılaşınca, işin vahametini anlamış, büyüyen isyanları bastırmak için Mısır donanmasından yardım istemişti. Osmanlı ve Mısır donanması Navarin limanında iken, İngiliz, Fransız ve Rus savaş gemilerinden oluşan müttefik donanması da bu limana gelip, amaçlarının savaş olmadığını söyleyerek, limana girmek istediler, dostane bir görünümle girdiler.

 

Limanda Osmanlı ve Mısır savaş gemileri hilâl şeklinde birbirine rampa etmiş üç sıra oluşturmuşlardı. Limana art niyetle giren müttefik donanması, çatışmak için bahane peşindeydi. Bir ateş gemisinin yerini değiştirme istekleri kabul edilmeyince, Mısır gemisinden kendilerine ateş edildiğini öne sürerek savaşı başlattılar. Müttefik gemilerin aniden başlattıkları ateş üç saat sürer. Elli yedi adet Osmanlı ve Mısır gemisiyle altı bin levent şehit edilir. Müttefiklerin kaybı ise bin deniz askeridir. 20 Ekim 1827 günü tarihe “Navarin Muharebesi”, özünde “Navarin Felaketi” olarak geçer. Osmanlı bu olayı, Haçlı Seferi olarak kabul eder.

 

20 Ekim 1827 tarihinde Navarin çatışmasıyla Osmanlı Donanması yok oluyordu.

Bu yenilgi Osmanlı için kırılma noktası oluşturmuştur.

 

Navarin Felaketi, Osmanlı donanması için tam bir çöküştür. Denizlerle birbirine bağlı olarak üç kıtada toprakları ve yaklaşık on altı bin mil kıyısı bulunan devleti, birdenbire “Donanmasız İmparatorluk” konumuna düşürmüştür. Bu da Osmanlı’nın geleceği açısından yıkıcı olmuştur. Öncesinde Mora’da duruma hâkim olan Türk kuvvetlerini yenik duruma sokmuş, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma sürecini başlatmıştır. Adaların kaybedilmesinin kapısı da böylece açılmıştır.

 

RUMELİ’DEKİ KOPUŞLA ADA KAYIPLARI DA BAŞLIYORDU…

 

Osmanlı donanmasının yakılıp yok edildiği Navarin Felaketi, Rumeli Rumlarının yanısıra, Fransa’da ve Rusya’da sevinçle karşılanır. İngiltere ise Rusya’nın güneye inmesini engelleyecek gücün kalmamış olması endişesiyle hoşnutsuzluk duyar. Londra Hükümeti olayı “Teessüf edilecek bir kaza” olarak ilân eder, harekâta katılan İngiliz amirali Cangrington’u görevinden azleder. Osmanlı saldırıyı protesto edip Fransa, İngiltere ve Rusya’dan tazminat ister.

 

Osmanlının isteğine yanıt olarak Ruslar, Balkanlardan ve Kafkaslardan saldırarak iki cephe açarlar. Fransa, Mora’ya asker çıkarır. Ancak 1826 yılında Vaka-i Hayriye ile yeniçeri ocağını kapatmış Osmanlı’nın teşkilatını tamamlamış yeterli ordusu yoktur. Tüm olanaklar kullanılsa da bu gelişmelerden kayıpsız sıyrılması olanaksızdır. Ruslar, 1829 Ağustos’unda Edirne, Kırklareli ve Lüleburgaz’ı işgal ederler. Rus savaş gemileri İstanbul Boğazı’na saldırırken, Çanakkale Boğazı’nı ablukaya alırlar.

 

Fransa ve Rusya’nın Akdeniz’de ve Ortadoğu’da güçlenmesini kendi çıkarlarına karşı gören İngiltere’nin araya girmesiyle anlaşma sağlanır. 1828-1829 Osmanlı Rus Savaşı’nı sona erdiren 14 Eylül 1829 tarihli Edirne Antlaşması’na göre, Osmanlı’nın Akdeniz coğrafyasındaki kayıplarına bakarsak; bağımsızlığı ilân eden Yunanistan’ın devlet kurmasına, Boğazlardan Rus ticaret gemilerinin geçişine izin vermek zorunda kalmış, ayrıca 137 milyon Frank savaş tazminatı ödemeyi kabul etmiştir.

 

İngiltere, Fransa ve Rusya, 3 Şubat 1830 tarihinde Yunanistan'ı bağımsız bir devlet olarak ilân eden Londra protokolünü imzalarlar. Bu protokolü, 7 Mayıs 1832 İstanbul Antlaşması ile Osmanlı devletinin tanımasını da sağlarlar. Yapılan antlaşmayla Atina’nın üzerinde yer aldığı Attik Yarımadası ve Mora Yarımadasıyla birlikte, bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar, Kiklat adaları ve Eğriboz dahil Kuzey Sporat adalarını kapsayan yüzlerce ada Yunanistan’a bırakılır.

 

OSMANLI-RUS ÇEKİŞMESİNDE İNGİLİZ POLİTİKASIYLA ÇİZİLEN KADER

 

Rusya sıcak denizlere inmeye çalışırken, denizlerde hakimiyet kurmayı strateji edinmiş İngiltere buna engel olma çabasındadır. Osmanlı’nın ise denizlerle ilgili siyaseti olmadığı gibi, saldırılara karşı doğru dürüst bir stratejisi de yoktur. Rusya, amacına ulaşmak için Osmanlı’nın yumuşak karnı Balkanları kaşıyor, Kafkaslardaki egemenliğini Karadeniz ve Boğazlar üzerinde hakimiyete dönüştürmeye uğraşıyordu.

 

Böyle bir ortamda Avrupa’nın büyük devletlerinin desteğini alan Osmanlı, Kırım Savaşı’nda Rusya’yı yenmiş ve İngiltere, Fransa, Avusturya, Prusya’nın da katılımıyla 30 Mart 1856 tarihli Paris Antlaşması yapılmıştı. Bu antlaşmayla Osmanlı İmparatorluğu bir Avrupa devleti sayılmış, toprak bütünlüğüne Avrupa devletleri kefil olmuşlardı. Ayrıca kıyıdar devletlerin Karadeniz’de donanma ve tersane bulundurması yasaklanmış, Karadeniz tarafsız hale getirilmiş, Boğazlar ticaret gemilerine açılırken, Çarlık Rusyası’nın savaş gemilerine kapatılmıştı. İngiltere’nin istediği olmuş, Rusya’nın sıcak denizlere inmesi engellenmişti.

 

Ancak koşullar değişiyordu, 15 yıl sonra Almanya ve İtalya’nın siyasi birliklerini sağlaması sonucu değişen statükoyla İngiltere, Fransa ve Avusturya-Macaristan’ın öncelikleri de değişmişti. Balkanlarda Rusya’nın Panslavizm propagandası sonucu, 1875’de Sırbistan’da ortaya çıkan isyan askeri müdahale ile durdurulmuştu. Rusya, Avrupa’daki değişikliği fırsat olarak görüyordu. Rusya’nın güneye inecek bahane bulmasını istemeyen İngiltere’nin girişimiyle; Osmanlı, İngiltere, Fransa, Rusya ve Prusya’nın katıldıkları Haliç Tersane Konferansı 23 Aralık 1876’da toplandı.

 

Konferansın toplandığı gün, Osmanlı’da Birinci Meşrutiyet ilân olunuyordu. Tersane Konferansı, Sırbistan ve Karadağ için bağımsızlık, Bosna-Hersek ve Bulgaristan için özerklik talebiyle sonuçlandı. Osmanlı Devleti bu talepleri kabul etmeyince, Rusya tepki olarak Paris Antlaşması’nın Karadeniz’de savaş gemisi ve tersane bulundurmayı yasaklayan hükmünü tanımadığını ilân etti. 1877 baharında İngiltere Londra’da toplanan bir konferansla, Osmanlı’ya koşulları biraz hafifletilmiş yeni bir protokol önerdi, ama Osmanlı da bu öneriyi reddetti.

 

93 HARBİ İLE GELEN HEZİMET

 

Diplomatik temaslar süredursun, Rusya çoktan savaş hazırlıklarını tamamlamıştı. “Balkanlardaki Ortodoks halkı kurtarma” bahanesiyle, “Kutsal Savaş” fitilini 24 Nisan 1877 günü ateşledi, kararını Petersburg’daki Osmanlı Sefareti’ne ve İstanbul’daki Hariciye Nezareti’ne iletti. Osmanlı’nın kullandığı Hicri takvime göre, 1293 yılına denk geldiğinden, Osmanlı tarihine “93 Harbi” olarak geçen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı böyle başladı. Dokuz ay süren bu savaş sırasında Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit idi. Balkanlar’da ve Kafkasya’da kanlı çarpışmalara neden olan bu savaş, Abdülhamit’in basiretsiz yönetimi sonucu Osmanlı Devleti’nin ağır yenilgisiyle sonuçlandı. Rusların Yeşilköy’e kadar gelmesi üzerine barış istenmek zorunda kalındı.

 

Zamanında üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı’nın toprakları üzerinde, bugün Türkiye’nin dışında 63 devlet hüküm sürüyor. Cihan imparatorluğu hasta adama dönüşerek tarihten silinmeye sürüklenirken, büyük çöküş 93 Harbi’nin hezimetiyle gelmiştir. 3 Mart 1878 günü Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Yeşilköy (Ayastefanos) Barış Antlaşması imzalandı. Rusların isteğine uygun olarak mütareke ve barış antlaşması birlikte ele alınmıştı.

 

Yeşilköy Antlaşması ile Osmanlı topraklarının üçte birini kaybediyor, 30 bin Ruble (245 milyon Osmanlı altını) tazminat ödemeyi kabul ediyor, itibarını tümüyle yitiriyordu. Ayrıca Rumeli’de, Balkanlar’da, Doğu illerinde kaybedilen topraklardan gelen büyük bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalıyordu. Bu ağır antlaşma, Paris Antlaşması’nı bozmuş olduğundan, Paris Antlaşması’nın tarafları Berlin’de toplanarak, biraz yumuşatılmış yeni bir antlaşmayı 13 Temmuz 1878’de imzaladılar. Ancak yapılan düzeltmeler büyük kaybı örtmeye yetecek boyutta değildi. Osmanlı’nın dağılma ve çöküş sürecini hızlandıran bu hezimet sonrası Akdeniz’in büyük adaları olan Kıbrıs ve Girit adaları üzerindeki hakimiyet de kaybediliyordu.

 

1877-78 Savaşı (93 Harbi) Osmanlı’nın dağılma ve çöküş sürecini hızlandırdı.

 

GÖZLERİNE KESTİRDİKLERİ KIBRIS ADASI’NA İNGİLİZLER EL KOYUYOR

 

Emperyalist İngiltere, Akdeniz’de üs elde etmek için Kıbrıs’a göz koymuştu. 1878 hezimeti, bu emellerini gerçekleştirmek için uygun ortamı doğurmuştu. Fırsatı iyi değerlendiren İngilizler, Rus tehdidine karşı Osmanlı’ya yardım edecekleri vaadiyle ortaya çıktılar. Ancak, yardıma karşılık Kıbrıs’ı istiyorlardı. Abdülhamit’in enkaza dönüşmüş devlette otorite kurmaya çalıştığı sırada, bu isteklerini mektupla Osmanlı’ya iletmekle kalmayıp, Osmanlı yönetiminden Kara Said Paşa’yı yanlarına çekerek, Abdülhamit’in ikna edilmesi için kullandılar.

 

Kara Said Paşa, Abdülhamit’e “İngiliz teklifinin kaçırılmayacak fırsat” olduğunu telkin ediyordu. Abdülhamid ise İngilizlere “Hayır” derse, Rusların Yeşilköy’e girip İstanbul’a yürümeleri kâbusunu yaşıyordu. Ancak, İngiliz işgalinin geçici olması ve Rusların Yeşilköy Antlaşması’yla ele geçirdikleri Kars, Ardahan ve Batum’dan çekilmesi koşulunda, İngilizlerin de Kıbrıs’tan çıkacaklarını taahhüt etmesi koşuluyla uzlaşmayı kabul etti. 15 Temmuz 1878 tarihli bu antlaşmaya, “Hukuk-i Şahaneme halel gelmemek şartıyla muahedenameyi tasdik ederim” şerhini koyarak antlaşmayı imzaladı.

 

Devletin bütün topraklarının padişahın malı gibi görüldüğü o dönemde, “Hukuk-i Şahaneme” kelimeleriyle padişahın, sözde devletin haklarının korunacağı kaydedilmiş oluyordu. Oysa, İngilizler Kıbrıs’tan hiçbir şekilde çıkmayı düşünmüyorlardı.  5 Kasım 1914 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na girmesi ve İngiltere’ye savaş ilânı üzerine, İngiltere Hükümeti Kıbrıs’ı ilhak kararı almıştır. Kararda “Kıbrıs Adası ilhak edilecek ve Majestelerinin bir mülkü haline gelecektir” deniliyordu.

 

İngiltere’nin bu ilhak kararı tek taraflıydı ve uluslararası antlaşmalara aykırıydı. Ne yazık ki bu kararı, Türkiye de Lozan’da kabul etmek zorunda kalacaktır.

 

İngiltere 1915 yılında Kıbrıs’ı, kendi yanında savaşa girmesi koşuluyla, Yunanistan’a vermeyi teklif ediyordu. Savaşı Almanya’nın kazanacağını düşünen Yunanistan, bu teklifi kabul etmedi. İngilizlerin adayı askerî üs olarak kullanmaya başladıkları 1878 yılından itibaren, Rumları kayıran politikalarla Türklere karşı baskı uygulamışlardır. Bunun sonucu adadan Türk göçü başlamış, Türklerin sayısı giderek azalmış, nüfus dengesi Rumlar lehine bozulmuştur. Rumlar adanın hâkimi olmayı ve Yunanistan’a ilhakını hedeflemişlerdir. Bu süreçte Kıbrıs Türk toplumu, İngiliz yönetimi altında Rumların işkenceleriyle dolu 80 acı yıl yaşamıştır.

 

GİRİT BİZİM CANIMIZ FEDA OLSUN KANIMIZ

 

Girit’in kaybı, ibretlik bir olaydır ve buradaki olaylar, Kıbrıs mücadelesi için ders alınacak niteliktedir. Rumlar Girit’te 1821’den sonra sürekli, huzursuzluk çıkaran taraf olmuşlardır. Özellikle Ortodoks kilisesi, Rum toplumunu Türklere karşı kışkırtmıştır. Osmanlı’dan önce Girit’te Katoliklerin kapattıkları Ortodoks kiliselerini açan ise Osmanlı idi, karşılığını isyanlarla gördü. Yanlış siyaset ters tepmişti. Ada Türkleri dergâhlarda örgütlenip isyanlara karşı korunmaya çalışırken, çoğu kez Osmanlı gereken yardımı bile yapmamış, yapamamıştır. Yunanistan kurulduktan sonra Ortodoks kilisesi Girit’in Yunanistan’a bağlanmasını, halen Kıbrıs’ta güdülen Enosis politikasını izlemiştir.

 

“Girit bizim canımız, feda olsun kanımız” diye çok haykırıldı, ama Osmanlı’nın açtığı Ortodoks kilisesinin Enosis amaçlı oyunlarıyla elden çıkmıştır.

 

Girit’te Kanlı Enosis İsyanları

 

1841 isyanını Yunan kralının gönderdiği Yunanlı subaylar organize etmişlerdi, ama tabanda yine kilise vardı. Başlangıçta Girit’in Yunanistan’a bağlanmasına karşı olan İngiltere de politika değiştirmişti. Girit Yunan Konsolosluğu’nun Girit lehçesiyle yazılmış bildirisinde, “Türkler katledilmek istemiyorlarsa, Ortodoks olacak” ifadesinin yer almış olması her şeyi açıklıyor. Girit’teki 1859 isyanı, Enosis amaçlı bir isyandı ve bu isyana tepki olarak, İstanbul’da yapılan gösterilerde “Girit bizim canımız, feda olsun kanımız” sloganları atılıyordu. Yunanistan’ın arkasında Rusya, Fransa ve politika değiştiren İngiltere vardı. Bastırılan 1859 isyanını, iki yıl arayla 1861 isyanı izledi. Girit isyanları peş peşe sıralanıp sürüyordu.

 

Girit’teki bu isyan süreci, 16 Ağustos 1866 gecesi Kandanos-Selino kasabasındaki tüm Müslümanların, beşikteki çocuklarına dek katledilmeleriyle sonuçlanıyor, akabinde 2 Eylül 1866’da Hıristiyanlar Meclis’i Girit’te Enosis ilân ederek, Yunanistan’ın Girit’i ilhak ettiğini duyuruyordu. Osmanlı ise Batı’nın kandırmacalarıyla oyalanıyor, askerî müdahalede bile bulunamıyordu. Bundan cesaret alan Rumlar, tüm adada Türk köylerini yakıp katliama giriştiler. Sözde bu katliamın durdurulması ve dağdaki çetecilerin yakalanması için Fransız donanması 1867’de Girit’e geliyordu, ama asıl amacı çok farklıydı. Nitekim 1867’de Fransa, Rusya, İngiltere ve diğer Avrupa devletleri Girit’te plebisit yapılmasını istediler.

 

Osmanlı, Ocak 1868’de Girit’te idari ve adli yapıda reformlar yaptı. Girit gerginliği, Osmanlı-Yunanistan diplomatik ilişkilerinin kesilmesine neden olmuştu. Fransa, Rusya, İngiltere ve diğer Batılı devletler bu kez Girit için uluslararası konferans toplanması amacıyla, Osmanlı’ya baskı yapmaya başladılar. Şubat 1869’da Girit için “Paris Konferansı” toplandı. 18 Şubat 1869 tarihinde imzalanarak kabul edilen konferans kararları uyarınca, Girit’e verilen özerkliğin sınırları genişletiliyor, kesilmiş olan Osmanlı-Yunanistan diplomatik ilişkileri yeniden başlatılıyordu.

 

Her şeye karşın Girit durulmuyor, 1874’de yeni bir Girit isyanı Yunanistan tarafından tezgahlanıyordu. Bu kez adanın bağımsızlığı isteniyordu. Bununla da kalınmıyor, ayrıca Osmanlı’dan vergi talep ediliyordu. Osmanlı reddetti, ama kapıda 93 Harbi vardı. Osmanlı’nın yenilgisi sonrası yapılan 13 Temmuz 1878 Berlin Antlaşması, “Girit ıslahatının genişletilmesi” şartını getirmişti. Yapılan yeni düzenlemeyle Girit’teki Rumlara siyasi, mülkî-idari ve adli yeni olanaklar sağlanmış, Girit Meclisi’nde Hıristiyanlar çoğunluğa yükseltilirken, Müslümanlar azınlığa düşürülmüştü.

 

Girit Batı’nın Tezgâhıyla Elden Çıkıyor

 

Yunanistan’ın Girit’i ilhak etme ısrarı sonucunda, 1897 Osmanlı-Yunan Harbi (Teselya Savaşı) çıkmıştı. Yaklaşık bir ay süren savaşı Osmanlı kazanmıştı. Bu Osmanlı’nın Balkanlarda kazandığı son savaş olmuştur. Osmanlı ordusu Yunanistan’ı mağlup etmekle kalmamış, üstelik istenirse tamamını işgal edecek bir üstünlük sağlamıştı, ama Kızıl Sultan Abdülhamit ordunun durmasını emretmiş, ordu bir yıl Yunanistan’da askeri varlığını sürdürmesine karşın, yakalanan fırsat değerlendirilmemiştir.

 

Sahada kazanan Osmanlı, Batılı devletlerin müdahalesiyle masada kaybediyor, savaşın sonucunda sağladığı üstünlükten yararlanamıyordu. Savaş sonrası imzalanan antlaşmaya İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya müdahil oluyor, Girit’e tam bağımsızlık veriliyordu. O sırada Girit’te askeri güç bulunduran bu ülkeler, Osmanlı’ya Girit’in hiçbir zaman Yunanistan’a bağlanmayacağı sözünü de vermişlerdi.

 

Abdülhamit 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’i ilan ettiğinde, Yunanistan’ın Osmanlı’ya karşı Megali Idea hevesi zirvedeydi. İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları ve Osmanlı subayları ise ısrarla “Girit Osmanlı’nındır” tezini savunuyorlardı. Nitekim, Girit Adası hukuken Osmanlı’ya aitti.

 

1897 Teselya Savaşı, Osmanlı’nın kazandığı ve sonucunu değerlendiremediği son savaş.

 

5 Ekim 1908’de Avusturya Bosna-Hersek’i ilhak ve Bulgaristan istiklâlini ilân edince, Girit’te de aynı gün Yunanistan’a ilhak olunduğu ilân edilmiştir. Fransa, İngiltere, Rusya ve İtalya askeri varlığına karşın, Yunanistan Girit temsilcisini Genel Vali olarak atama cüretini göstermiş, ama tam anlamıyla amacına ulaşamamıştı. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı devleti Girit’e müdahaleyi tartışırken, İngiltere’nin tezgahıyla 31 Mart (13 Nisan 1909) ayaklanması patlıyordu. İngiltere’nin bu tezgâhtan amacı, Girit’e müdahaleyi önlemekti ve amacına ulaşıyordu.

 

UŞİ ANTLAŞMASI İLE ON İKİLİ ADALAR KAYBEDİLİYORDU

 

Uşi Antlaşması (İtalyanca Trattato di Losanna) Osmanlı ile İtalya arasında Trablusgarp Savaşı’ndan sonra 18 Ekim 1912’de imzalanan antlaşmadır. Antlaşma ismini imzalandığı Lozan’ın Ouchy (okunuşu Uşi) semtinden almıştır.

 

Trablusgarp Savaşı (1911-1912), İtalya’nın birliğini tamamlar tamamlamaz sömürgeciliğe soyunması ve Osmanlı’dan Trablusgarp’ı istemesiyle çıkmıştır. Osmanlı İtalya’nın isteğini reddetmiş, ama gücünü kaybettiğinden Trablusgarp’a ne ordu ne de yardım gönderilebilmiştir. Derne Komutanı Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal, Enver Bey, Nuri Bey, Fethi Bey, Fuat Bey gibi vatansever gönüllü Türk subaylarının gizlice Trablusgarp’a giderek halkı örgütlemeleriyle İtalyanlara karşı gerilla savaşı verilmiştir.

 

Enver Bey Bingazi’de, Mustafa Kemal Tobruk’ta savaş kazanmıştır, ama bu tür başarılara karşın İtalyan’lar Osmanlı’yı barışa razı etmek için Rodos ile On İkili Adalar ve Çanakkale Boğazı’nı ablukaya almışlardı. Osmanlı önce boyun eğmemiş, masaya oturmayı kabul etmemiştir. Balkan Savaşı’nın başlaması Osmanlı’nın direncini kırmıştır. Zorunlu barış isteği sonucu imzalanan Uşi Antlaşması ile Trablusgarp (Trablus ve Bingazi) İtalyanlara bırakılıyordu. Karşılığında İtalya, Osmanlı’nın üzerindeki kapitülasyonların kaldırılmasına itiraz etmemeyi kabul etmişti.

 

Öte yandan Yunan donanması adaları işgale hazırlanıyordu. Osmanlı’nın Yunan girişimini önleme gücü yoktu. Bu nedenle adaların Yunanlılara kaptırılmaması amacıyla, Uşi’de Rodos ve On İkili Adalar, Balkan Savaşı sonunda Osmanlı’ya iade edilmek koşuluyla geçici olarak İtalya’ya bırakılmıştır.

 

Trablusgarp savaşında Osmanlı Ordusu resmen yoktur, Mustafa Kemal, Enver Bey ve bir avuç Osmanlı subayının verdiği gerilla savaşı vardır. İtalya’nın bu emperyalist saldırısı sonunda Uşi Antlaşmasıyla Trablus ve Bingazi kaybedilirken, On İkili Adalar da Yunanistan tarafından işgal edilmesin diye emaneten İtalya’ya bırakılıyordu.

 

GİRİT’İN MÜLKİYETİ YUNANİSTAN’A BIRAKILMAMIŞTIR

 

Tarihi süreç Osmanlı’yı 1912-1913 yıllarında yaşanan Balkan Harbi’ne sürüklemişti. Bu harbin patlamasının pek çok nedeni var, ama biz burada nedenleri üzerinde değil, sonucu üzerinde duracağız. Osmanlı Devleti Balkan Harbi’nde, kendi bünyesinden çıkmış olan dört devlet; Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ ile çarpıştı. Harp sonunda yaklaşık beş asır egemenliği altında bulundurduğu Balkan toprakları üzerinde hiçbir egemenliği kalmadı, Balkanları tümüyle kaybetti.

 

Balkan Savaşı sonrası 30 Mayıs 1913’de imzalanan Londra Antlaşması ile adaların (Girit ve Adalar Denizi’ndeki diğer adaların) durumunu, Avrupa Büyük Devletleri’nin belirleyeceği hükmü getirilmişti. Londra Antlaşması’nda Girit’in Yunanistan’a terk edildiği ifadesi bulunmuyor. Büyük Devletler Girit’in sadece yönetimini Yunanistan’a bırakmışlardı. Daha sonra Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan ve halen metni tartışma konusu olan 14 Kasım 1913 tarihli Atina Antlaşması’na göre, Yanya ve Selanik ile birlikte, Girit Adası yönetiminin de Yunanistan’a bırakıldığı adeta varsayılmıştır.

 

Londra Antlaşması ile 1913’de Girit’in paylaşımı ve bugün olması gereken paylaşım.

 

Bugün için Girit’in mülkiyetinin Yunanistan’a terk edildiği hukuken tartışmalıdır. Hatta daha önceki bir yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, Girit Adası’nın dörtte üçü ile çevresindeki 14 adacığın hukuken Türkiye’nin mülkiyetinde olduğu iddiası vardır ve geçerlidir.  Bu antlaşmanın görüşmelerinde Yunanistan, Adalar Denizi’ndeki diğer adaları da istemiş, ancak Osmanlı bu isteği kabul etmemiştir. Osmanlı’nın bu reddi, yukarıdaki teze geçerlilik kazandırmaktadır. Adalarla ilgili görüşmeler sürerken, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla sorunun çözümü sürüncemede kalıyordu.

 

OSMANLI, HAYALPEREST YANLIŞ SİYASETLE ÇÖKÜŞE SÜREKLENDİ

 

Giderek Avrupa’nın hasta adamına dönüşen Osmanlı, yalnızca adaları değil, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarına yayılmış topraklarını birer birer kaybediyordu, tabii bu süreçte Akdeniz’deki adaları da elinden gitti. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ile Osmanlı’nın çöküşü gerçekleşecekti. Balkan Savaşı sonunda İtalya’nın On İkili Adaları Osmanlı’ya vermesi gerekiyordu, ama kısa süre sonra başlayan Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı ve İtalya’nın karşı karşıya gelmesiyle adalar İtalya’da kalıyordu.

 

Devlet Batıran Enver Paşa, Devlet Kuran Mustafa Kemal Paşa

 

Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na, saray damadı ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın Alman hayranlığına dayalı yanlış siyasetiyle girmiştir. Enver Paşa hanedana girince, askerlikte de hızlı ve kolay terfilerle paşalığa yükselmenin yanısıra, siyasette ve devlet yönetiminde de yer edinmişti. Osmanlı Ordusu’nu Almanlara teslim etmişti, Alman subaylar orduya komuta ediyordu.

 

Alman generali Liman von Sanders, Osmanlı mareşali olmuştu, ama onunla Çanakkale geçilip kaybedilecekti. O kaderi Albay Mustafa Kemal değiştiriyordu.  Yalnız Osmanlı için kader kaçınılmazdı. Bir saray paşasının maceracı tutumuyla savaşa sürüklenen Osmanlı’nın çöküşü sonucu, yerini alacak Türkiye ile birlikte, Osmanlı topraklarında 63 devletin kuruluşunu içeren tarihi süreç tamamlanacaktı.

 

Savaş başlarken Mustafa Kemal henüz paşa olmamış bir subaydı, ama Osmanlı’nın savaşa girmesine karşıydı. Çünkü akılcı değerlendirme ve askerlik yeteneğiyle, güç dengesini değerlendirerek, Osmanlı’nın kaybedeceğini kestirebiliyordu. Tarih, devletin kaçınılmaz kaderiyle yazılacaktı. Devlet batıran saray paşası Enver Paşa’ya karşı, vatan kurtaran ve devlet kuran Mustafa Kemal Paşa, Türkiye’nin ve Türklüğün Atası, Atatürk’ü olacaktı.

 

Osmanlı’yı çöküşe sürükleyen Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’in başarılarını çekemediği, hasım olarak gördüğü bilinir. Öyle ki Çanakkale savaşı Mustafa Kemal’in askeri dehasıyla kazanılmış olsa da İstanbul gazetelerine sansür uygulatıyor, Mustafa Kemal adının yazılmasını engelliyordu.  Maceracı bir kişiliğe sahip olan Enver Paşa, kurmay subay olmasına karşın, askeri strateji ve taktiklere göre değil, duygularına göre karar verdiğinden, 1914 yılında Sarıkamış harekâtına katılan doksan bin Tük askerinin donarak ölmesinin birinci derecede sorumlusudur.

 

Büyük başarısızlıkların ve ihtirasların adamı olan Enver Paşa, Osmanlı’yı Sevr Antlaşması’na sürükleyen çöküşün ardından, 1918 yılında ülkeyi terk eder, Orta Asya Türk dünyası üzerindeki hayalleri peşinde koşarken, 1922 yılında Rusların bir baskınında vurularak öldürülür. Dört yıl süren Orta Asya macerası ölümüyle son bulur. O dört yılda Mustafa Kemal Paşa vatan savaşı verir. Enver Paşa’nın vurulmasından 37 gün sonra Mustafa Kemal’in askerleri, Yunan Ordusunu İzmir Körfezi’nde Akdeniz’e döker, Anadolu işgalden kurtarılır.

 

Enver Paşa Osmanlı Devleti’ni çöküntüye sürükleyecek,

Mustafa Kemal Paşa Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuracaktı.

 

OSMANLI DEVLETİ ÇÖKTÜ, AMA ANADOLU TÜRKÜ YENİLMEDİ

 

Birinci Dünya Savaşı içinde Albay Mustafa Kemal’in başarılarıyla dolu Çanakkale Harbi, Ortadoğu’da Kut-ül Ammare Harbi, Kafkaslarda Köprüköy Muharebesi, 7. Ordu Komutanı Mirliva (Tuğgeneral) Mustafa Kemal’in Sina ve Filistin cephelerinde sağladığı zaferler, Türk Ordusu’nun yenilmediğini, dolayısıyla Osmanlı’nın cephelerde değil, masada kaybettiğini de göstermektedir. Almanya’nın yenilerek teslim olmasıyla, İttifak Devletleri içinde yer alan Osmanlı da yenilmiş sayılıyordu. Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) sonucu Osmanlı teslim oluyor, Anadolu işgale uğruyordu.

 

Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde bu teslimiyeti ve işgali kabul etmeyen Anadolu Türkü, Kurtuluş Savaşı (1919-1922) sonucu işgalcileri geldikleri gibi göndermeyi başardı. Osmanlı ise tabutunun son çivisi çakılırken imzaladığı Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) ile işgalcilerin Anadolu’ya biçtiği kefeni giymeye razı oldu.

 

Anadolu’nun direnmesiyle işgalciler birer birer temizleniyor, son olarak Batı emperyalizminin lejyoner piyonu Yunan Ordusu, 9 Eylül 1922’de İzmir’de Akdeniz’e dökülüyordu. Genç Türkiye’nin kazandığı askerî zafer sonucu Sevr Antlaşması ile biçilen kefen, Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923) ile yırtılıyor, 29 Ekim 1923’de yeni devlet Türkiye Cumhuriyeti ilân olunuyordu.

 

LOZAN KONFERANSI’NDA TARAFLARIN ADALAR SORUNUNA BAKIŞI

 

Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Lozan Konferansı’na Türkiye’nin sınırlarını kabul ettirmek, dolayısıyla Mîsâk-ı Millî’yi gerçekleştirmek, kapitülasyonları kaldırtmak, Türkiye ve Yunanistan arasındaki Batı Trakya, adalar, nüfus değişimi, savaş tazminatı sorunlarını çözmek, Türkiye ve Avrupa devletleri arasındaki siyasi, hukuki, ekonomik, sosyal ilişkileri yeni baştan düzenlemek ve Ermeni devleti sorununun resmi görüşmelerde bir daha gündeme gelmemek üzere kapatılmasını sağlamak amacıyla katılmıştır ve hedeflerine önemli ölçüde ulaşmıştır.

 

Burada konuyla ilgili olarak, Lozan Konferansı sadece adalar sorunu bazında irdelenmiştir. Diğer konularda ve sorunların aşılmasında başarılı biçimde hedeflere ulaşılmış olmasına karşın, ne yazık ki adalar konusunda hedeflere ulaşılamamıştır.

 

Batı Devletleri, Türkiye’nin Denizlerde Konumlanmasını Hiç İstemedi

 

Yukarıda açıklandığı gibi, adalar Lozan Barış Antlaşması’ndan önce kaybedilmişti. Lozan’da Osmanlı’nın giymeyi kabul ettiği Sevr kefeni yırtılıp atılmış, Türkiye’nin doğuşu dünyaya tescil ettirilmiştir. Ancak, konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için Sevr Antlaşması ile Osmanlı’ya bırakılmak istenen deniz alanına bakmak gerekir. Osmanlı’ya bırakılması kararlaştırılan Anadolu parçasının ne Akdeniz’e ve ne de Adalar Denizi’ne sahili vardı. Sadece Karadeniz sahili Osmanlı’ya bırakılıyordu, Boğazlar da elinden alınıyordu.

 

Osmanlı’nın kabul ettiği Sevr Antlaşması ile Akdeniz Türklere kapatılmıştı. Türk süngüsü ve Mustafa Kemal’in “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” komutuyla Sevr yırtılıp tarihin çöplüğüne gömülüyor, Lozan’da Türkiye Akdeniz devleti olarak doğuyordu.

 

Mustafa Kemal Paşa’nın “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” emri, Sevr’in bu deniz paylaşımını Türk süngüsü ve kılıcıyla yırtıyordu. Ancak Lozan’da karşımızda yer alan devletler, Sevr Antlaşması’nın da taraflarıydı ve Türkiye’nin Akdeniz kıyılarını eline geçirmesine karşın, denizde konumlanmasına yardımcı olacak adalara yerleşmesine karşıydılar. Bu nedenle Türkiye’nin adalar üzerindeki haklarını görmezden geldiler.

 

Anadolu’nun Ayrılmaz Parçaları Olan Adalar Güvenlik İçin Önemliydi

 

Türkiye’nin kurtuluş ve kuruluş stratejisini oluşturan Mîsâk-ı Millî’de adalar yer almamakla birlikte, Türk tarafının görüşü, adaların Anadolu’nun ayrılmaz parçası olarak Mîsâk-ı Millî teziyle birlikte ele alınması ve 14 Şubat 1914 tarihli Büyük Devletler Kararı’na dayandırılmasıydı. İsmet Paşa başkanlığındaki Lozan Müzakere Heyeti’ne Büyük Millet Meclisi tarafından verilen adalarla ilgili talimatta, “Duruma göre davranılması, kıyılarımıza pek yakın olan adaların ülkemize katılımının sağlanması, olmazsa Ankara’dan sorularak davranılması” istenmiştir.

 

LOZAN KONFERANSI’NDA KAYBEDİLEN ADALAR

 

Adalar konusu, Lozan görüşmelerinde 25 Kasım 1922’de “Toprak ve Asker Komisyonu” tarafından altıncı oturumda gündeme alınmıştır. İsmet Paşa, “Akdeniz adaları coğrafi konumları nedeniyle Küçük Asya’ya bağlıdır, Anadolu’nun huzuru ve güvenliği için büyük öneme sahiptirler” diyerek, Türk tarafının ana görüşünü dile getirmiştir. Bozcaada ve İmroz Adası (Gökçeada) üzerinde Türkiye’nin haklarının Büyük Devletlerce kabul edildiğini belirtmiş, Çanakkale Boğazı yakınındaki Semadirek Adası’nın Türkiye’de kalması gerektiğini savunmuştur.

 

İngiltere Adalar Sorununda Yunanistan’ı Destekledi

 

İsmet Paşa, Büyük Devletlerce Yunanistan’a bırakılan Limni, Midilli, Sakız, Sisam, Ahikerya adalarının Türkiye’nin güvenliği bakımından hayati önem taşıdığını, Türkiye’nin bu adalar üzerindeki Büyük Devletler Kararını kabul etmediğini vurgular. Yunanistan’ın emperyalist emelleri karşısında, adaların askerden arındırılıp silahsızlandırılmasını, tarafsız ve bağımsız siyasal varlık olmaları gerektiğini, yani özerk rejim kurulmasının gerekliliğini savunur. Limni Adası kıyılarında Yunan donanması bulunmasının hiçbir şekilde kabul edilmeyeceğini söyler.

 

Yunan temsilci Caclamanos, Türk tarafının istek ve görüşlerine karşı çıkar, tartışmalar yaşanır. Tartışmalarda Oturum Başkanı ve İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Yunanlıları destekler. Lord Curzon, 19 Aralık 1922 tarihli oturumda İsmet Paşa’ya verdiği cevapta, “Müttefiklerin Yunanistan’a verilmiş olan adalar üzerindeki egemenliği geri almak, bu adalarda özerk bir rejim kurmak gibi niyetleri olmadığını” açıklar.

 

Konular alt komisyonlarda tartışılır, görüşler defalarca tekrarlanır. Sonuçta Büyük Devletler, görüşülüp de karara varılamayan işleri, kendilerine göre bir şekle sokarlar, hazırladıkları antlaşma metni ile 7 ekini kabul edilmek üzere 31 Ocak 1923’deki oturumda, Türk Heyeti’ne tebliğ ederler. Bu tebliğ sırasında Lord Curzon yaptığı konuşmada; “İmroz, Bozcaada, Semadirek, Limni Ada’sının askerden arındırılmasını, İmroz ve Bozcaada’nın Türk egemenliğine verilmesini kabul ettiklerini, Türkiye’ye karşı yöneltilecek saldırılarda nasıl olursa olsun Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya (Ahikerya) adalarının kara, deniz ve hava üssü olarak kullanılamayacağına, askerden arındırılacağına ilişkin kesin hükümleri antlaşmaya koyduklarını” söyler.

 

On İkili Adalar Lozan’da Tartışılmadan İtalya’ya Sunuldu!...

 

Rodos ve On İkili Adalar konusunda, Türk tarafının Lozan’da resmi bir talebi ve görüşme isteği olmaz. Ancak, İtalyan Heyeti ile yapılan özel görüşmelerde ele alınır. Bu tutumun nedeni, 28 Kasım 1922 tarihinde İsmet Paşa’nın Ankara’ya gönderdiği telgrafta açıklanır. İsmet Paşa telgrafında, kendisini ziyaret eden İtalya temsilcisi Garroni’nin, “İtalya’nın görüşmelerde Türkiye’ye yardım ettiğini, ancak hiçbir karşılık görmediğini” söyleyerek, bazı isteklerde bulunduğunu belirtir. Ertesi gün bir proje getirdiğini açıklayarak, “Bu proje için bir şey verilmeliydi” der ve ekler; “On İkili Adalar meselesi hallolmuştur, şimdi konferansta bahis mevzuu etmeye lüzum yokmuş”.

 

İsmet Paşa’nın Lozan’da adalar konusunda gereken başarıyı sağlayamadığı, Lord Curzon engelini aşamadığı maalesef bir gerçektir. İsmet Paşa’nın ölüm döşeğinde adaları sayıklayarak hayata veda etmesi de oldukça anlamlıdır…

 

24 Aralık 1922 tarihli telgrafında İsmet Paşa konuya biraz açıklık getirerek, “Konferansın küşadi mübahisinde (açılış seremonisinde) On İkili Adalar, Suriye ve Irak hudutlarının mevzu bahis olmasını (söz konusu edilmesini) müttefiklerin istemeyecekleri şayi (herkesçe söylenir) oldu… İtalyanlara On İkili Adalar meselesinde sühûletle (kolaylıkla) kendileriyle anlaşabileceğimi iblağ eyledim (ilettim)…” demektedir. İsmet Paşa kısaca, ikili görüşmelerle kolaylıkla çözümlenebileceğini bildirmektedir. Türkiye Lozan’da kurtlar sofrasındadır ve tek başına mücadele etmenin sıkıntılarını aşmaya çalışmaktadır. İtalya ise yardımcı olma tavırlarıyla taviz koparma ve kazanımlar elde etme peşindedir. Ne yazık ki İsmet Paşa, Lozan sonrasında İtalyanlarla “sühûletle” On İkili Adalar konusunu çözememiştir. Bu sorun kanayan yara olmuş, İsmet Paşa ise ve son nefesinde “Adalar…” diye sayıklamıştır.

 

Dünya Barışı Adına Meis Adası Fedakârlığı…

 

Öte yandan, Antalya’nın burnunun dibindeki Meis Adası, maalesef Lozan Konferansı’nda kaybedilmiştir. Meis Adası’nın savaştan önce İtalyanlara bırakıldığı hiçbir antlaşmada yer almamıştı ve Osmanlı’nın görünüyordu. Osmanlı’nın tabutuna çivi çakan, ancak Türkiye’nin tanımadığı Sevr Antlaşması ile Rodos ve On İkili Adalar, Antalya yöresi ve Meis Adası İtalya’ya bırakılıyordu.

 

Lozan’ın amacı Sevr’i yırtmak olduğundan, Meis sorunu Lozan Konferansı’nın ikinci devresinde uzun ve çetin tartışmalara konu olur. Konferans’ta resmen tartışılmadan önce, İngiliz ve Fransız delegelerle İsmet Paşa arasındaki ikili görüşmelerde de ele alınır. Meis sorunu Konferans’ın 25 Nisan 1923 tarihli oturumunda gündeme gelir.

 

İngiltere Delegasyonu Başkanı Rumbold, “Meis Adası üzerinde Türkiye’nin Mîsâk-ı Millî’ye dayandırdığı isteğini haklı görmenin mümkün olmadığını, yedi-sekiz bin kişilik ada nüfusunun tamamının Hıristiyan olduğunu ve Ada’nın Türkiye’ye verilmesinin kabul edilemeyeceğini” söyler. İsmet Paşa’nın yanıtı, “Meis Adası’nın Türk karasuları içinde ve onu tamamlayan bir parça olduğu, Uşi Antlaşması’nda bu adanın Türkiye’ye bırakıldığı, bu nedenlerle Mîsâk-ı Millî’ye uygun düştüğü” şeklindedir, ancak kabul görmez. İsmet Paşa, adanın Anadolu’ya bağlı olup olmadığını saptamak üzere bir teknik komisyona veya hakeme gidilmesini önerir, İtalya delegesi buna karşı çıkar.

 

Ekim 1922’de darbeyle İtalya’nın başına geçerek Duçe dönemini başlatan Mussolini, “Meis Adası’nın Türkiye’ye iadesinin mümkün olmadığını” söyler. İtalya Delegasyonu Başkanı Montagna konunun bir an önce halledilmesi çabasındadır. Tartışma sürecinin sonunda, 4 Haziran 1923 tarihindeki Komite toplantısında, Komite ve İngiltere Delegasyonu Başkanı Rumbold, “Türkiye’nin isteğinden vazgeçme eğiliminin olup olmadığını” sorar”. İsmet Paşa’nın vazgeçildiğine ilişkin yanıtı şöyledir:

 

Meis (Castellorizo) Adası, Anadolu’nun kara suları içinde bulunmaktadır ve bu kıta parçasından ayrılamaz. Hem küçük Asya’nın huzuru hem de askerlik açısından güvenliği, bu adanın Türkiye’ye bağımlı olmasını zorunlu kılmaktadır. Böyle olunca, Türk Temsilci Heyeti’nin, bu adanın Türk egemenliği altında bırakılmasını öngören talebi, pek meşru (haklı) sebeplere dayanmaktaydı. Bununla beraber, yalnızca dünya barışının kurulmasını sağlamak amacıyla, Türk Temsilci Heyeti Meis (Castellorizo) Adası konusunda öne sürdüğü çekinceleri geri almak gibi çok ağır fedakârlığa razı olmaktadır.

 

İsmet Paşa Lozan’da dünya barışı adına, Türk karasuları içinde bulunan Meis Adası’nı İtalya’ya bırakma fedakârlığı yapar. İsmet Paşa’nın fedakârlığı 7 kilometrekare toprak içindir, ama Meis Adası bugün Türkiye’ye 104 bin kilometrekare (yani kendi büyüklüğünüm yaklaşık 15 bin katı) deniz yetki alanı kaybına neden olacak bir çıban başı gibi duruyor! …

 

Lozan’da Kıbrıs Adası’nın İngiltere’ye Katılışı Onaylandı

 

Birinci Dünya Savaşı’nın başında İngiltere’nin haksızca ilhak ettiği Kıbrıs Adası’nın statüsü, Lozan’da maalesef onaylanıyordu. Öte yandan İngiliz yönetimi adadan göç etmemiş Kıbrıs Türkleri üzerinde yoğun baskı ve asimilasyon politikası uyguluyordu. Lozan Antlaşması, Kıbrıs Türkleri için iki yıl içinde ya İngiliz uyrukluğunu ya da Türk uyrukluğunu seçme koşulunu ve Türk uyrukluğunu seçeceklerin ise on iki ay içinde adadan zorunlu ayrılmaları hükmünü getiriyordu.

 

Türkiye Lozan’da Adalar Üzerindeki İsteklerinin Yarısını Alabilmiştir

 

Türkiye Lozan’da adalar konusunda isteklerinin ancak yarısını elde edebilmiştir” demek bile aslında zor. Kıbrıs ve Girit için ise, yapılabilen hiçbir şey yok denilebilir. Adalar Denizi’nin diğer adaları üzerinde de Türkiye’nin talepleri büyük ölçüde karşılanmamıştır. Çünkü, İngiltere Türkiye’nin denizlere açılmasını istemiyordu.

 

Kurtuluş Savaşı’nda donanmamız olmadığı için adalara karşı bir harekât ve müdahale yapılamamıştır. Donanma olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nın sonucu bambaşka olurdu. Maalesef diplomasinin de adalar konusunda yeterli sonuç vermediği görülüyor. Lozan’ın adalarla ilgili hükümleri Büyük Millet Meclisi’nde eleştiri konusu olmuştur.

 

Ancak, Musul sorununun halledilememesi Lozan’ın kördüğümü ve en büyük sıkıntısı iken, içinde bulunulan koşullarda Musul için bile askerî harekâta gidilemezken, adalar için diplomasinin dışında izlenebilecek başka bir yol yoktu denilebilir. İngiltere, İtalya, Yunanistan ve diğer katılımcılar denizci bilinciyle, adalar konusunda Türk diplomasisine geçit vermemişlerdir. Kaldı ki o dönemde Türkiye açısından adalar sorunu, Musul ile kıyaslanamayacak kadar geri planda kalıyordu. Lozan’da ana amaç, çatışmayı sürdürmek değil, bir an önce barışın sağlanması, Türkiye’nin dünya devletleri arasında hak ettiği yeri almasıydı. Böyle olunca, elde olunanla yetinilmek zorunda kalınmış, adalarla ilgili kayıp pek de kâle alınmamıştır.

 

Lozan’da Türkiye dünya devletleri arasında hak ettiği yeri aldı, ama adalar konusunda isteklerinin yarısını aldı demek bile oldukça zor …

 

LOZAN ANTLAŞMASI’NIN ADALARLA İLGİLİ HÜKÜMLERİ

 

24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın adalarla ilgili hükümleri; 12, 13, 14, 15 ve 16’ncı maddelerinde yer almıştır. Ayrıca, özellikle Kıbrıs için düzenlenmiş 20 ve 21’inci maddeleri vardır.

 

Lozan’ın Adalar Denizi Adalarına İlişkin ve Halen Tartışılan Maddeleri

 

MADDE-12

 

İmroz (Imbros) Adası ile Bozcaada (Tenedos) ve Tavşan Adaları (Iles aux Lapins) dışında, Doğu Akdeniz adaları ve özellikle Limni (Lemnos), Semadirek (Semendirek), Samothrace), Midilli (MitylYne), Sakız (Chio), Sisam (Samos) ve Nikarya (Nicaria) adaları üzerindeki Yunan egemenliğine ilişkin 17/30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması’nın 5’inci ve 1/14 Kasım 1913 tarihli Atina Antlaşması’nın 15’inci maddeleri hükümleri uyarınca alınan ve 13 Şubat 1914 tarihinde Yunan Hükümeti’ne bildirilen karar, bu Antlaşmanın İtalya’nın egemenliği altına konulan ve 15’inci maddede belirtilen adalara ilişkin hükümleri saklı kalmak üzere doğrulanmıştır. İşbu Antlaşmada aykırı bir hüküm bulunmadıkça, Asya kıyısından 3 milden az bir uzaklıkta bulunan adalar Türk egemenliği altında kalacaktır.

 

MADDE-13

 

Barışın sürekli olmasını sağlamak amacıyla, Yunan Hükümeti, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adalarında, aşağıdaki tedbirlere uymayı taahhüt eder:

1. Bu adalarda hiçbir deniz üssü kurulmayacak, hiçbir istihkâm yapılmayacaktır.

2. Yunan askerî uçaklarının Anadolu kıyısı toprakları üstünde uçmaları yasak olacaktır. Buna karşılık Türk hükümeti de askerî uçaklarının bu adaların üstünde uçmalarını yasaklayacaktır.

3. Bu adalarda Yunan askerî kuvvetleri, askerlik hizmetine çağırılmış ve bulundukları yerde eğitilebilecek normal asker sayısından çok olmayacağı gibi, jandarma ve polis kuvvetleri de, bütün Yunan ülkesindeki jandarma ve polis kuvvetlerine orantılı bir sayıda kalacaktır.

 

MADDE-14

 

Türk egemenliği altında kalan İmroz Adası ile Bozcaada, yerel yönetim ile can ve mal güvenliği bakımından, Müslüman olmayan yerli halka gerekli bütün güvenceyi sağlayan, yerel unsurlardan kurulu bir özel yönetim örgütünden yararlanacaktır. Bu adalarda düzenin korunması, yukarıda öngörülen yerel yönetim örgütünün aracılığıyla yerli halktan seçilmiş ve bu örgütün emrinde bulunan bir polis kuvvetince sağlanacaktır.

 

Rum ve Türk halklarının mübadelesine ilişkin olarak Türkiye ile Yunanistan arasında kararlaştırılmış ya da kararlaştırılacak hükümler, İmroz ve Bozcaada adaları halkına uygulanmayacaktır.

 

MADDE-15

 

Türkiye, aşağıda sayılan adalar üzerindeki tüm hak ve sıfatlarından İtalya yararına vaz geçer: Bugünkü durumda İtalya’nın işgali altında bulunan Stampalia (Astropolia), Rodos (Rhodes), Kalki (Calki), Skarpanto (Scarpanto), Kazos (Casos), Piskopis (Tilos), Miziroz (Misyros), Kalimnos (Calimnos), Leros, Patmos, Lipsos (Lipso), Sömbeki (Symi) ve İstanköy (Kos) adaları ile bunlara bağlı olan adacıklar ve Meis (Castellorizo) Adası.

 

MADDE-16

 

Türkiye, işbu Antlaşmada belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar üzerindeki ya da bu topraklara ilişkin olarak, her türlü haklarıyla sıfatlarından ve egemenliği işbu Antlaşmada tanınmış adalardan başka bütün öteki adalar üzerindeki her türlü haklarından ve sıfatlarından vazgeçmiş olduğunu bildirir; bu toprakların ve adaların kaderi ilgililerce düzenlenmiştir ya da düzenlenecektir.

 

İşbu maddenin hükümleri, Türkiye ile sınırdaş olan ülkeler arasında komşuluk durumları yüzünden kararlaştırılmış ya da kararlaştırılacak olan özel hükümlere halel vermez.

 

Lozan’ın Kıbrıs Adası’na İlişkin Maddeleri

 

MADDE-20

 

Türkiye, İngiliz Hükümeti’nce 5 Kasım 1914 tarihinde ilân edilen, Kıbrıs’ın katılışını bildirir.

 

MADDE-21

 

5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs Adası’nda yerleşmiş bulunan Türk uyrukları, yerel kanunun saptadığı şartlar içinde, İngiliz uyrukluğunu edinecekler ve bu kimseler Türk uyrukluğunu yitireceklerdir. Bununla birlikte, işbu Antlaşma’nın yürürlüğe girişinden başlayarak iki yıllık bir süre içinde Türk uyrukluğunu seçme hakları olacaktır; bu durumda seçme hakkını kullandıkları tarihi izleyecek on iki ay içinde Kıbrıs Adası’ndan ayrılmaları zorunlu olacaktır.

 

İşbu Antlaşma’nın yürürlüğe girdiği tarihte Kıbrıs Adası’nda yerleşmiş olup da, bu tarihte, yerel kanunun öngördüğü şartlar içinde yapılmış başvurma üzerine İngiliz uyrukluğunu edinmiş bulunan ya da edinmekte olan Türk uyrukları da bu yüzden Türk uyrukluğunu yitireceklerdir.

 

Şurası kararlaştırılmıştır ki, Kıbrıs Hükümeti’nin, Türk Hükümeti’nin rızası olmaksızın Türk uyrukluğundan başka bir uyrukluk edinmiş olan kimselere, İngiliz uyrukluğunu reddetme hakkı olacaktır.

 

LOZAN SONRASI ADALAR VE KARASULARDA YUNAN ZORLAMASI

 

Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’ni resmen tescil eden uluslararası anlaşma olarak çok önemli bir kazançtır. Ancak, Türkiye’nin adalar üzerindeki talepleri tam karşılanmamıştır. Yabancı tarihçiler ve Yunanlı yazarlar, Adalar Denizi’nde Türk-Yunan dengesinin sağlandığını savlamışlardır. Oysa, gerçekte hakça bir denge oluşmamıştı, sözde dengede kantar topuzu Yunanistan tarafına ağır basıyordu. Türkiye’nin dostluk ve barış adına o yıllarda bu gerçeği sorun etmediği görülüyor.

 

26 Ekim 1930’da Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Türkiye’yi ziyareti, Atatürk- Venizelos tarafından oluşturulan Türk-Yunan dostluğuyla, iki ülke arasındaki deniz alanı, bir dostluk denizi olarak kalabilmeliydi, ama Yunanistan Megali İdea sapkınlığından vazgeçemiyordu. Bu nedenle fırsatlar kollayarak, denize el koyma siyasetini sürdürür oldu. 1930’lu yıllardan başlayarak, Yunanistan’ın zorlamalarıyla sözde var olan denge bozuluyordu. Yine de Türk-Yunan çekişmesi açığa çıkmıyor, giderek işleyen yara, günümüzde çatışmaya neden olacak kangrene dönüşüyordu.

 

Lozan Deliniyor, Yunan Karasularını Genişletiyor, Adalarda Tahkim Başlıyor

 

Yunanistan’ın sözde Lozan dengesini sarsan en önemli girişimi, deniz alanlarına ilişkin genişleme siyaseti sonucudur. Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasından iki ay sonra, 17 Eylül 1936 tarihinde karasularını 3 milden 6 mile çıkarıyordu. Türkiye o yıllarda açık denizlere yönelme gereğini duymadığından, deniz tabanındaki egemenlik haklarının bilincinde de olmadığından, buna karşı çıkmadığı gibi, kendi karasularını da genişletmemiştir. Bu karşı çıkmayışın nedeni, o dönem Yunanistan ile oluşan dostluk havasına zarar vermemek siyasetiyle bağlı olduğu kadar, Yunanistan’ın İtalya’dan gelecek saldırıya karşı önlem alışı olarak değerlendirilmesindendir.

 

Atatürk ve Venizelos 1930’da Türk Yunan dostluğunun temelini atmışlardı. İki ülke arasındaki deniz bir dostluk denizi olabilirdi, ama 1936’dan itibaren Yunanistan o denizi kendi çıkarı için kapmaya-kapatmaya kalkıştı, geçen 83 yıl boyunca gerginlik azalmadı, katlanarak arttı.

 

Öte yandan Yunanistan, Türkiye’nin Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ni değiştirmek, Türk Boğazları’nı kendi askerî denetimine alabilmek amacıyla girişim başlattığı sırada, Limni ve Semadirek adalarının askersizleşmiş ve silahtan arındırılmış statüsünü sonlandırmaya kalkıyordu. Sonuçta 1937 yılında yayınlanan krallık kararnamesiyle Limni Adası, “tahkim edilmiş gözetim altındaki bölge” ilân edilmiştir.

 

Bu gelişmelerle Lozan Antlaşması delinmiş oluyordu. O yıllarda Türk donanması, Atatürk’ün Yunanistan’ı ve Bulgaristan’ı barışa zorlayıcı bir-iki gambot diplomasisinden başka Marmara ve Boğazlar dışında görev icra etmiyordu. Bu nedenle de karasuları üzerinde pek durulmuyordu. Ne de olsa 6 mille uluslararası geçiş yolları kapanmamıştı. Ancak, adalardan Türkiye’ye göç eden nüfus vardı ve adalara karşı Türk halkının hassasiyeti sürüyordu.

 

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SÜRECİNDE ADALAR SORUNU

 

Adalar Denizi’nin adaları, İkinci Dünya Savaşı boyunca özellikle Almanya tarafından zaman zaman gündeme getirilmiş, Türkiye’nin hassas olduğu bu konuyu kendi çıkarları için kullanmak istemişlerdir. Hitler Almanyası Ankara Büyükelçiliğine, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu içinde bulunmuş, eski başbakanlarından Franz von Papen’i atamıştı. Türk dostu olarak bilinen Papen, ne yazık ki Ankara’da bir suikast ile hayatını kaybedecekti.

 

Savaşın ilk yıllarında Papen’in, On İkili Adalardan iki tanesinin Türkiye’ye verilmesi için İtalya’ya baskı uygulanmasını, kendi Dışişleri Bakanlığı’ndan istediği bilinmektedir.  Çünkü, o yıllarda İtalya On İkili Adaları silahlandırıyor, Türkiye de bundan endişe duyuyordu. Papen, verilecek iki küçük adayla Türkiye’nin endişesinin giderilebileceğini düşünmekteydi, ama Hitler ve Dışişleri Bakanı Ribbentrop, İtalya ile ilişkilerin bozulmaması için bu teklifi dikkate almamışlardır.

 

Adaların stratejik önemi vardı. Nitekim Almanya, Yunanistan’ın işgaline adalardan başlıyor, baskın harekâtıyla Taşoz, Semadirek ve Limni adaları Nisan 1941’de işgal ediliyordu. Bu işgal, Türkiye’yi Alman saldırısıyla karşı karşıya getirecek görünmesine karşın, Almanya stratejik nedenlerle Türkiye’nin işgalini istemiyordu. Sovyetlerin çökertilmesinden sonra, Rusya üzerinden Boğazlara inmeyi daha kolay görmüşlerdi. Boğazlar yolundaki adaların işgali ise, Boğazları Türkiye’nin iradesi dışında kapatmak oluyordu. İngiltere’nin Boğazlar üzerinden Sovyetlere yardım için Türkiye’yi savaşa sürükleme tehlikesi doğabilirdi, ama Almanların Adalar Denizi’ndeki üstünlüğü bu tehlikeyi kaldırıyor, İngilizlerin Sovyetlere yardımı İran üzerinden gerçekleşiyordu.

 

İnönü, Çekingen Davranarak Adalara El Koyma Fırsatını Görmezden Geldi

 

İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye ve Almanya arasında, Papen ve Ribbentrop ikilisinin kurgularıyla; Trakya sınırında, Türkiye’ye yakın adalarda Montreux statüsünde Türkiye’nin lehine olabilecek düzenlemelere ilişkin gizli protokol görüşmeleri yapıldığı iddiaları var olmakla birlikte, Türkiye bunları tekzip ve reddetmiştir. Yine de Almanlarla bazı görüşmelerin yapıldığı bilinmektedir.

 

Bu arada 1941 yılında İtalyanların elindeki On İkili Adalar’a ve özellikle de Rodos’a yoğun İngiliz bombardımanı yapılmıştır. Aynı yıl İngilizler On İkili Adalar’ı kontrol etmek için Meis’i işgal edince, Almanya da buna yanıtını sırasıyla Taşoz, Semadirek, Limni, Midilli, Sakız ve Girit adalarını işgal ederek veriyordu. İngiliz Dışişleri Bakanı Eden tarafından açıklandığına göre, 15 Aralık 1941 tarihli görüşmede Sovyet lider Stalin, On İkili Adalar’ın Türkiye’ye bırakılmasının doğru olacağını söyler. Bu görüşmeye ilişkin istihbarat Ankara’ya ulaşır, ama İnönü, Stalin’in karşılıksız bir şey vermeyeceği endişesiyle tedirginlik duyarak çekimser davranır. Rusya’nın görüşüne karşıt ABD’nin itirazıyla da bu konu kapanır.

 

İtalya’nın yenilmesiyle Mussolini istifa edince, yerine Mareşal Badoglio geçiyor ve Müttefiklerle 3 Eylül 1943 günü ateşkes anlaşması imzalanıyordu. İngilizler Almanların elindeki İstanköy, Leros ve Sisam adalarını işgal ediyorlardı. Rodos ise Almanların eline geçiyordu. Almanlar ardından İstanköy, Leros ve Sisam adalarını da alıyorlardı. Türkiye’nin burnunun dibinde gerçekleşen adaların el değiştirmelerine seyirci kalması, Müttefikleri çileden çıkarırken, Almanları sevindiriyordu. Papen, bu kez İtalya’nın elindeki bütün adaların Türkiye’ye verilmesini öneriyordu. İtalya baskı altında olduğundan bu öneriye karşı çıkamıyor, bazı şartlarla razı olacağını bile açıklıyordu. Türkiye ise “şartlı olarak” adaları alamayacağını bildiriyordu. Bununla da yetinmeyen Türkiye, Almanya ile Müttefikler arasında kalmamak için tamamen geri çekiliyordu. Hatta Ekim 1943’de basına, “Mesele bizim için kapanmıştır” açıklaması yapılıyordu.

 

Savaşın son yıllarında bu defa Almanya, işgali altındaki adaları Türkiye’ye bırakmak istedi. Bu talep karşısında, aşırı temkinli olan İnönü, ne yapılması gerektiği konusunda İngilizlere akıl sordu. İngilizler adalara kendilerinin talip olduğu yanıtını verince, İnönü Türkiye adına susmayı tercih etti. Bu sırada On İkili Adalar’ın temsilcisi sıfatıyla hareket eden bir grup ABD’ye gitmiş, orada Amerikalı yetkililere ve basına Yunanistan’a bağlanmak istediklerini açıklamışlardı. Almanya 7 Mayıs 1945’de teslim olunca, Yunanistan’ın Averof zırhlısı Adalar Denizi’ne açılıyordu. On İkili Adalar adına Rum Dr. Zervos, Yunanistan’a bağlanmak istediklerini açıklıyordu. İngiltere de On İkili Adalar’ı ve Meis Adası’nı Yunanistan’a vermek istediklerini duyurdu.

 

Adaların Yunanistan’a Verilmesine Türkiye Memnun Olmuşmuş!...

 

Savaş sonrası barış antlaşmalarını hazırlamak için ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği ve Fransa tarafından oluşturulan Dışişleri Bakanları Konseyi, 1945’de Londra’da çalışmaya başlar ve ilk ele alınan konulardan biri On İkili Adalar sorunudur. ABD konuyu adaların Rum temsilcilerinin istekleri doğrultusunda gündeme getirir. Çalışmaları iki yılı aşkın süren Dışişleri Bakanları Konseyi’nde adalar konusu sekiz kez görüşülür. Daha sonra da Paris Antlaşması ile sonuçlanacak Paris Konferansı’nda ele alınır. Paris Antlaşması, Almanya’nın dışında Avrupa’daki diğer Mihver Devletlerin barış antlaşmasıdır. Bu kapsamda İtalya barışı da ele alındığından, antlaşma On İkili Adalar sorununu içeriyordu.

 

Türkiye bu çalışmalara katılmaz, ama konu Türkiye’de de tartışılmaktadır. Örneğin 1925-1939 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı yapmış dış politika duayenlerinden Tevfik Rüştü Aras, On İkili Adalar’ın önce otonom olmasını, sonra eğer isteniyorsa Yunanistan’a bağlanmasını, böyle bir sürecin Türkiye ve Yunanistan’ı birbirine yaklaştıracağını savunmuştur. Yunanlılar ise On İkili Adalar’da Yunan karakterinin baskın olduğunu, otonomiye gerek olmadan Yunanistan’a bağlanması konusunda ısrarcı tutum sergilemişlerdir.

 

Yunanistan’ın talepleri hem ABD ve hem de İngiltere tarafından desteklenmiştir. Ayrıca, Yunanistan savaşta hem İtalya’nın saldırısına ve hem de Almanya’nın işgaline uğramış olması nedeniyle mağdur görülüyor, Yunanlılar da bu atmosferi kendi Megali İdeaları için gayet iyi kullanıyorlardı. Hazırlanan antlaşma taslağı 10 Şubat 1947 tarihinde imzalanan Paris Antlaşması ile sonuçlandı.

 

Paris Antlaşması’nın 12’nci maddesi taslak metinde, “İtalya işbu antlaşmayla On İkili Adalar üzerindeki egemenliğini Yunanistan’a devreder. Bu adalar gayri askerî hale getirilecek ve öyle kalacaktır” diye düzenlenmişti. Yunanistan, “On İkili Adalar” deyiminden sonra Lozan’ın 15’inci maddesini örnek göstererek, adaların ismen sayılmasını istemiş ve isteği yerine getirilmiştir. Türkiye Paris Konferansı’na ve Paris Antlaşması’na katılmamıştır.

 

Eski Dışişleri Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil, Hürriyet gazetesinde 11 Kasım 1972 tarihinde yayınlanan bir röportajında, bu konuya değinirken, “Paris Konferansı’na ait bazı tutanaklar vardır, gördüğüm belgeye göre” diyerek, “Türkiye’nin, İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi tarafından Dışişleri Umumi Kâtibi nezdinde yapılan bir girişimle Konferans’a çağırıldığını, ama Türk Hükümeti’nin cevap vermediğini, bunun üzerine İngilizlerin ikinci teşebbüste Türkiye’den en az bir gözlemci bulundurması isteğinde bulunduklarını, bunun da cevapsız kaldığını” açıklamıştır. Çağlayangil, Celal Bayar’ın Çankaya köşkünde masa çekmecesinde bulduğu, ama İnönü’yü rencide etmemek için açıklamadığı bir nottan da bahseder. Bu not İnönü tarafından Başbakan Saraçoğlu’na yazılmıştır ve adalarla ilgili Alman tekliflerinin reddini onayladığını göstermektedir.

 

Çağlayangil’in “Adalar için ele geçen fırsat değerlendirilmemiş” açıklaması, CHP’li politikacıların tevil çabalarına karşın gerçeği yansıtıyor. Yunanlılar adalardaki Türkleri baskıyla göçe zorlamış, Türk nüfusu silmişlerdir, ama adalardaki Türk izlerini, Girit ve Rodos camilerinden görüleceği gibi silememişlerdir. Bu izler adalar üzerinde Türk mührü gibidir.

 

Dönemin dışişleri bürokratlarından Feridun Cemal Erkin ise, 28 Temmuz 1976 tarihinde Milliyet gazetesinde yayınlanan bir makalesinde; Genel Sekreter sıfatıyla, “Hükümete Paris’teki toplantıya katılmak hususunda veya hiç değilse adalar konusunda, Müttefikler nezdinde teşebbüste bulunup bulunulmayacağını” sorduğunu açıklar. Bu soru üzerine Hükümet konuyu görüşür ve Erkin’e “Savaşa katılmadığımız için hiçbir istekte bulunulmaması” talimatını verir.

 

İnönü yönetimi pasif tutum içinde iken, adaların Yunanistan’a bırakılmasının toplumda olumsuz hava oluşturmaması için CHP yandaş basınında hayret verici memnuniyet havası oluşturulmuştur. Nitekim ünlü gazeteci ve yazar Hüseyin Cahit Yalçın, 1 Temmuz 1946 tarihli köşe yazısında, “Bundan 25 yıl önce adaların Yunanistan’a verilmesi söz konusu olsaydı, Türkiye’de büyük fırtına kopardı, bugün ise memnuniyet dalgalanıyor…” diye yazmıştı. Bunun nedenini geçmişte Türk halkının adalar sorunu nedeniyle başının çok ağrımasına bağlayanlar da vardı, o yıllarda Türk-Yunan dostluğunun önemsenmesine de…

 

Türkiye, ürkek siyaset sonucu pasif bir tutumla devre dışına çıkarılmışken, Yunanistan savaş sırasındaki mağduriyetini, adalar nüfusunun çoğunlukla Rum olmasını dillendirerek, ABD ve İngiltere’nin de yardımıyla On İkili Adalar’a el koydu. Bu durum karşısında her Türk insanı, Hatay’ı almak için sağlık sorununa karşın, Ebedi Şef Mustafa Kemal Atatürk’ün verdiği mücadeleyi anımsayarak, “Acaba hayatta olsaydı, Türkiye’nin adalar siyaseti ne olurdu?” diye düşünmeden edemiyor.

 

Kendisine “Milli Şef” payesi taktıran İnönü’ye ise, “Türkiye’yi rehavet uykusuna yatırmıştı” demek yanlış olmaz. Bu gelişmelerle adalar sorunu çözümlenememişti, gelecekte kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge konularıyla birlikte ortaya çıkacak yeni sorunlara zemin hazırlanmıştı. İnönü’nün ölüm döşeğinde “Adalar…” diye sayıklamasının nedeni, olsa olsa “hatalı politikasını vicdanının kabul etmemesidir herhalde” diye düşünülebilir.

 

KIBRIS, TÜRKİYE’Yİ REHAVET UYKUSUNDAN UYANDIRIYOR

 

Kıbrıs’ta İngiliz yönetiminin Türkler üzerindeki baskısı sürerken, Türk-Rum gerginliği ve yerel çatışmalar sonucu, 1950’li yıllardan itibaren Kıbrıs sorunu dünya kamuoyunun gündemine geliyordu. Bu dönemde Kıbrıslı Rumlar, Yunanistan’ın desteğiyle Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması için önce diplomatik girişim ve ardından Enosis hareketini başlatmakta gecikmemişlerdi.

 

Rumların hareketini engellemek amacıyla, iyileştirme fikirlerinin ortaya atıldığı görülüyordu. Radcliffe Anayasası, Foot Planı, Macmillan Planı gibi çözüm girişimleriyle istenen uzlaşma sağlanamıyordu. İstedikleri sonucu elde edemeyen Rumlar ise, Enosisi gerçekleştirmek için 1955 yılında EOKA adlı yeraltı örgütünü kuruyorlardı. EOKA başlangıçta Kıbrıs’ı yöneten İngilizleri hedef almıştı.

 

İngiltere başını ağrıtan bu gelişmeler karşısında düzenlediği 30 Ağustos 1955 tarihli Londra Konferansı’na, Türkiye’yi taraf olarak davet etti. Konferansa o dönem için Başbakan Yardımcısı olan Fatin Rüştü Zorlu katıldı. Böylece Türkiye’nin Kıbrıs’ta resmi taraf olma süreci de başlamış oldu. Rumlar, Kıbrıslı Türkleri Enosis karşısında engel gördüklerinden, EOKA saldırılarını İngilizlerden çok Türklere karşı düzenler olmuşlardı. Öyle ki EOKA, Türk katliamı başlatmıştı. 1958 yılında Kıbrıslı Türkler EOKA ile mücadele edebilmek için TMT’yi (Türk Mukavemet Teşkilatı’nı) kurdular. Kıbrıs’ta şiddetli kanlı çatışmalar süreci başlamıştı.

 

Kıbrıs Cumhuriyeti Kuruluyor

 

O dönemde ABD tarafından Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti fikri ortaya atılmıştı. Çözümün iki toplumun ortaklığına dayanacak “Kıbrıs Cumhuriyeti” olabileceği düşüncesi, süreci 1959 yılında yapılan görüşmelerle Zürih ve Londra Antlaşmalarına götürüyordu. Bu görüşmelere ve antlaşmaların imzalanmasına, Türkiye adına Başbakan Menderes ile Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu katılmıştır. İngiltere’nin de katılımıyla İttifak ve Garanti Antlaşmaları imzalanmıştır.

 

Zürih ve Londra Antlaşmalarında taraflar Türkiye ve Yunanistan adına, Başbakan Menderes ve Başbakan Karamanlis ile Dışişleri Bakanları Zorlu ve Averof idi. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin çatısı, İngiltere’nin de katıldığı çalışmalarda bu dörtlü tarafından tam anlaşmayla çakıldı.

 

İmzalanan antlaşmalara dayanarak, 1960 yılında bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. İlân olunan Cumhuriyet yönetiminde Kıbrıslı Rumlar yüzde yetmiş, Türkler yüzde otuz oranıyla temsil hakkına sahiptiler. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan, müdahale hakkı olan garantör devletler statüsünde yer almışlardı. Türkiye garantörlük hakkı gereği 500 kişilik küçük bir askeri birliğini Kıbrıs’a yolluyordu. 1914 yılından sonra Türk askeri yeniden Kıbrıs’a ayak basıyordu.

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, İttifak ve Garanti Antlaşmaları çerçevesinde, Kuruluş Antlaşması’nın imzalanmasıyla 16 Ağustos 1960 tarihinde resmen kuruldu. Daha önce yapılan seçimlerde Makarios Cumhurbaşkanı, Dr. Küçük Cumhurbaşkanı yardımcısı olarak seçilmişti. Resimde Kıbrıs’ın İngiliz Valisi Sir Foot, Makarios ve Dr. Küçük Kuruluş Antlaşması’nı imzalıyorlar.

 

Kana Bulanan Kıbrıs’ta Rumlar Devlete El Koyuyor

 

Rum ve Yunan tarafı, kurulan Cumhuriyeti Enosis yolunda bir sıçrama tahtası olarak kullanma amacındaydılar. Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi ve sözde Kıbrıs Cumhurbaşkanı Papaz Makarios, Enosis peşindeydiler. Kaldı ki 1963 yılında iktidara gelen Yunan Hükümeti, Zürih ve Londra Antlaşmaları’na karşı tutum sergiliyordu.  Türkiye’de ise 27 Mayıs sonrasındaki İnönü Hükümetleri dönemi yaşanıyordu. EOKA saldırıları ile Kıbrıs Türkleri’nin çökertilmek istendiği bir sürece girilmişti.

 

Kıbrıs’ta yaşanan olaylar ve bu süreç, Türkiye ve Yunanistan arasında Atatürk-Venizelos tarafından kurulan dostluğu, devletler bazında olmasa da halklar bazında iyice silmişti. Her iki ülkede yapılan mitingler bunun göstergesiydi. Ankara ve İstanbul meydanlarında “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak” sloganları atılmaya başlamıştı. Türkiye için rehavet dönemi kapanmıştı.

 

Türk milletinin Yunanistan’a ve Rumlara karşı tepkisiyle görkemli mitingler yapılıyordu.

 

EOKA’nın 21 Aralık 1963 tarihli saldırısında, Ada’daki Türk Barış Gücü doktorunun eşi ve çocukları banyo küvetinde katlediliyor, olay tarihe “Kanlı Noel” olarak geçiyordu. Ada’da daha fazla kan dökülmesini önlemek amacıyla, Birleşmiş Milletler Barış Gücü Mart 1964’de göreve başlamıştı. Bunu kırılma noktası ve fırsat sayan Cumhurbaşkanı Papaz Makarios, Cumhurbaşkanı yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’ü azlederek, 4 Nisan 1964 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran anlaşmaları feshettiğini açıkladı. Bunun üzerine Türkiye garantör devlet olarak Kıbrıs’a müdahale hakkını kullanma kararı veriyor ve harekete geçiyordu, ama karşısına ABD engeli çıkıyordu.

 

ABD Başkanı Johnson’ın Mektubu İnönü’yü Durduruyor

 

ABD Başkanı Johnson, İnönü’ye 5 Haziran 1964 tarihli uyarı mektubunu yolluyordu. Johnson mektubuna, Türk Hükümeti’nin Kıbrıs’ın bir kısmını askerî kuvvetle işgal etmek üzere müdahalede bulunmaya karar vermiş olmasının, kendisini endişelendirdiğini belirterek başlıyordu. Ardından diplomatik ifadeyle, “Böyle bir harekete girişmeden önce Birleşik Amerika Devletleri ile tam istişarede bulunma sorumluluğunu kabul etmenizi özellikle rica etmek mecburiyetindeyim” diyor, bize sormadan bunu yapamazsın demeye getiriyordu.

 

Johnson, böyle bir askerî harekât için garantör devletler arasında da istişare gerektiğini, tek taraflı davranılamayacağını savunuyordu. Bu harekâtın NATO’nun aleyhine olacağını vurguluyordu. En önemlisi de “Temmuz 1947’de aramızda akdedilmiş anlaşmaya göre, ABD askeri yardımı kapsamında verilen silahların böyle bir harekâtta kullanılamayacağına, ABD’nin buna müsaade etmeyeceğini samimiyetle ifade etmek isterim” diyordu.

 

Johnson’ın bu mektubu, İnönü’yü ve Türkiye’yi durdurdu. Acaba o zaman İnönü, kendi Cumhurbaşkanlığı’nın son döneminde imzalanmış olan ABD askeri yardım anlaşmasından, Menderes’in tereddüt ederek kendisinin görüşünü aldığı, NATO üyeliğine onay vermiş olmaktan pişmanlık duymuş muydu? Bu bilinmiyor, ama daha sonra Washington’a gidip Johnson ile Kıbrıs sorunu üzerine görüştü. ABD’nin müdahalesi Türkiye için elbette vahim bir olaydı, İnönü bu vahim olay karşısında, “Bir gün yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır” demişti. Ancak, bu sözü Türk kamuoyunun yanısıra, Johnson’ın yüzüne söyleyip söylemediği bilinmiyor.

 

ABD Başkanı Johnson ünlü mektubuna, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalede bulunmayı tasarlamasından endişe duyduğunu belirterek başlıyor, “Tek taraflı harekete geçemezsiniz, böyle bir harekatta Amerikan silahlarının kullanamazsınız” uyarısını yapıyordu. İnönü “Mektubunuz hayal kırıcı olmuş ve önemli görüş ayrılıkları belirmiştir” diye cevaplıyordu.

 

Türkiye’nin müdahale edememesinden cesaretlenen Rumlar, EOKA saldırılarına hız vermişlerdi. Türkiye ise savaş uçaklarıyla Kıbrıs üzerinde ancak uyarı uçuşu yapabiliyordu. 8 Ağustos 1964 günü yapılan uyarı uçuşunda, bir Türk jeti düşürülüyor, uçaktan paraşütüyle atlayan pilot Yüzbaşı Cengiz Topel yakalanıyordu. İnsanlıktan yoksun Rumların işkencesine maruz kalan Topel, Rum hastanesinde damarlarındaki tüm kan çekilerek acılar içinde şehit edilmiştir.

 

Katliamın hedefi olan, devletten dışlanan Türkler, Rumlara karşı sınırlı olanaklarıyla mücadelede kararlıydılar. 28 Aralık 1967 tarihinde Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi’ni oluşturdular. Yönetimin Başkanı Rauf Denktaş olmuştu. Ancak, Kıbrıs Türkü’nün acılı yılları Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’na kadar sürecekti.

 

KIBRIS’TAN ADALAR DENİZİ’NE SIÇRAYAN SICAK GERGİNLİK

 

1950’lerin ortalarından sonra Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs sorununda ortaya çıkan aykırılıklar, Adalar Denizi’ndeki statükoyu bozacak gerginlikleri de beraberinde getirmiştir. 1960’lı yıllarda gerginlik artıyordu. Türkiye 15 Mayıs 1964’de karasularını düzenleyen 476 Sayılı Kanun’la Adalar Denizi’ndeki karasularını 6 mile çıkararak, Yunanistan’ın 1936 yılında yaptığı düzenlemeye 28 yıl sonra yanıt veriyordu.

 

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler, o günden günümüze; kıta sahanlığının sınırlarının belirlenmesi sorunu, Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarma istemi, silahsız olması gereken adaları silahlandırması, Kardak Kayalığı sorunu, Türkiye’ye ait görünen 18 küçük adanın işgali, mutabakat dışı Taşoz açıklarında yapılan sondajla petrol çıkarılması, son olarak münhasır ekonomik bölge tartışmalarıyla giderek artan bir gerginlik süreci izlemiştir.

 

Bir zamanların Anadolu Denizi ya da Adalar Denizi, iki ülke arasında hiçbir zaman olması gerektiği gibi dostluk denizi olamamış, Yunanlıların oldu bittilerle toprak kapmak, deniz kapmak hayalleriyle artık çatışma yaşanması olası, hatta kaçınılmaz sıcak denize dönüşmüştür. Sahil muhafaza gemilerinin borda bordaya, savaş gemilerinin karşı karşıya geldiği gerilimler yaşanmaktadır. Karasularına koşut olarak uçuştaki FIR hattı düzenlemesi, Yunanistan’ın haksız FIR hattı uygulamasıyla, iki tarafın hava kuvvetleri için “it dalaşı” manevralarına neden olmaktadır. Bu nedenle, kaza olup olmadığı açıklanmayan karşılıklı uçak düşürme iddiaları bile vardır.

 

Türkiye ve Yunanistan arasındaki  deniz,  hava ve deniz  unsurlarının it dalaşı alanı olduğu kadar, Türk Silahlı Kuvvetlerinin sürekli keşif ve gözetleme alanı kapsamında bulunuyor.

 

Türkiye-Yunanistan Arasında Kıta Sahanlığı Sorunu

 

Yunanistan 1960’lı yıllardan başlayarak, Adalar Denizi’nde sismik araştırmalar ve petrol arama faaliyetleri yürütmüştür. Adaların kıta sahanlığı üzerinde ve 200 metre derinliğe kadar olan yerlerde, hatta gerekirse daha ötesinde, arama yapılabileceğine ilişkin Yunan iddiası, iki ülkeyi karşı karşıya getirmiştir. Yunanistan, 1967 yılındaki askerî darbeyle cunta tarafından yönetilir olmuştu. Ancak, deniz alanında petrol arama çalışmalarını geliştirmesi üzerine Türkiye, 1 Kasım 1973 tarihinde Adalar Denizi’nin 27 yerinde, TPAO’ya petrol arama ve işletme ruhsatı veriyordu.

 

Yunanistan, 7 Şubat 1974 tarihinde verdiği bir nota ile durumu protesto ediyor, TPAO’nun arama yapacağı bölgelerin Yunanistan’a ait Semadirek, Limni, Midilli, Efstratios (Bozbaba) Sakız, Psara (İpsara) ve Andipsara adalarının deniz yatağı olduğunu bildiriyordu. Tezini 1958 Cenevre Sözleşmesi’ne dayandırıyor, söz konusu adaların doğal kaynakları üzerinde araştırma yapma ve bunlardan yararlanma konusunda egemen haklara sahip olduğunu ve bu haklarını saklı tuttuğunu açıklıyordu. Görüşünü, Cenevre Sözleşmesi’nin birinci ve ikinci maddeleriyle açıklamıştı. Kıta sahanlığı sınırlandırmasında ortay hat (eşit uzaklık) kuralının, paylaşımda eşitlik sağlayacak kural olduğunu da iddia ediyordu.

 

Türkiye, 27 Şubat 1974 tarihinde verdiği cevabi notasında, TPAO’ya ilgili araştırma izinleri verilmeden önce, uluslararası hukuk kurallarının ve yasal koşulların dikkatle incelendiğini, 1958 Cenevre Sözleşmesi ve Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı sorununda Uluslararası Adalet Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararının dikkate alındığını bildiriyordu. Türkiye’nin görüşü söz konusu hükümlerden hareketle şöyle açıklanmıştı:

 

Deniz yatağında yapılacak olan jeomorfolojik araştırma, Anadolu’nun doğal uzantısını oluşturan Türk kıyılarından itibaren deniz altı alanlarının küçük derinliklerde uzanmakta olduğunu gösterecektir. Bu nedenle Türk kıyılarının yakınında bulunan, Yunanistan elindeki adaların Anadolu’nun doğal uzantısı üzerinde yer almış olmalarından dolayı, kendilerine özgü bir kıta sahanlıkları olamaz”.

 

Türkiye ve Yunanistan arasındaki Adalar Denizi, üzerindeki adalarla birlikte, jeolojik yapı ve coğrafi konum itibariyle Anadolu’nun doğal uzantısı kıta sahanlığı üzerinde yer almaktadır.

 

Türkiye söz konusu notasında, ayrıca kıta sahanlığı sınırlandırmasında eşit uzaklık kuralını kabul etmeyeceğini bildiriyordu. “Kıyıları karşılıklı iki devlet arasında kıta sahanlığı sınırlandırmasında esas kural, eşit uzaklık değil, devletler arasında bir anlaşmanın sağlanmasıdır” görüşünü savunuyordu. Yunanistan, 24 Mayıs 1974 tarihli bir notayla, Türkiye-Yunanistan arasında yapılacak sınırlandırmaya karşı olmadığını açıklıyor, Türkiye 5 Haziran 1974 tarihindeki cevabi notasında, Yunanistan’ın bu yaklaşımını olumlu karşıladığını belirterek, “Soruna çözüm bulunabilmesi için sorunun ivediliği ve önemi dikkate alınarak, Yunanistan tarafından belirlenecek bir tarihte yapılacak görüşmelere katılmaya hazır olduğunu” bildiriyordu.

 

Bu notalar teati edilirken, 29 Mayıs 1974 tarihinde askerî araştırma gemisi TCG Çandarlı, manyetometrik araştırmalar yapmak üzere Adalar Denizi’ne açıldı. Türk savaş gemileri de kendisine eşlik ediyordu. Yunanistan Çandarlı ile yapılan araştırmayı, 14 Haziran 1974 tarihinde protesto etti. Türkiye 4 Temmuz 1974 tarihli cevabi notasında, Çandarlı’nın uluslararası hukuk kurallarına göre Türk kıta sahanlığı üzerinde görevini yerine getirdiğini, çalışmaların petrol arama ayrıcalıkları programı çerçevesinde süreceğini açıkladı. Ayrıca 18 Temmuz 1974 tarihinde, TPAO’ya yeni araştırma izinleri vererek, araştırma sahasını genişletti. Böylece Adalar Denizi’nde sular iyice ısınıyordu, ama Kıbrıs’ta da sular ısınmıştı.

 

Yunanistan, Adalar Denizi’nde petrol arama çalışmalarına girişince, 1973/74 yıllarında Türkiye yanıtını, TCG Çandarlı araştırma gemisini kıta sahanlığı üzerine göndererek verdi.

 

KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI

 

Johnson’ın mektubundan sonraki 10 yıl boyunca, Türkiye’de Kıbrıs’a yapılacak askeri müdahale beklentisi yaşandı. 1964’de Ada’ya çıkarma yapacak gemileri bile olmayan Türkiye, nasıl olsa bir gün gerekecek diye, halkın yardımıyla tersanelerinde kendi çıkarma gemilerini yaptı. Kıbrıs’ta yaşanan her çatışma gerginliğinde, TRT yayınlarında kahramanlık Türküleri çalınıyor, asker harekete geçiyor diye halk heyecanlanıyordu. Adaya çıkarma yapma fırsatı Temmuz 1974’de doğuyordu.

 

15 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ta bir askeri darbe oldu. Yunanistan’daki askeri cuntanın emriyle gerçekleşen darbeyi, Kıbrıs Milli Muhafız Ordusu ve Yunan-Rum paramiliter kuvveti, EOKA ile birlikte düzenlemişlerdi. Darbeyle Cumhurbaşkanı Papaz Makarios görevden alınıyor, yerine EOKA lideri Nikos Sampson getiriliyordu. Darbenin amacı, önce Kıbrıs Helenik Cumhuriyeti’nin kurulması ve sonrasında Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakının sağlanmasıydı. Yunan cuntası ateşle oynamayı tercih etmişti.

 

Türkiye Ocak 1974’den itibaren, Ecevit-Erbakan işbirliğine dayanan koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyordu. Darbenin yapıldığı, Türk Büyükelçiliği tarafından Dışişleri Bakanlığı’na şifreli bir mesajla iletilmişti. Garantör devletlerden biri olan Yunanistan, darbeyi yaptırandı. Diğer garantör devletler olan Türkiye ve İngiltere’nin müdahale hakkı doğuyordu. Türkiye, bu darbenin kabul edilemeyeceğini hemen açıkladı. Ecevit-Erbakan Hükümeti, İngiltere’nin destek vermemesi halinde, Türkiye’nin tek başına da olsa askeri müdahalede bulunması görüşündeydi. Bu görüşün oluşumunda Erbakan’ın etkili olduğu iddia olunur.

 

16 Temmuz 1974’de Dışişleri Bakanlığı, ABD ve İngiltere Büyükelçiliklerine hükümetin görüşünü bildiriyordu. Muhalefet partilerinin liderlerine de görüş iletildi. 17 Temmuz 1974’de Ecevit, İngiltere Başbakanı ve Dışişleri Bakanı ile görüşmeler yapmak üzere Londra’ya gitti. Giderken Erbakan’a da askeri yetkililerle gereken temasları yapmasını söylüyordu. Erbakan, Ecevit’i uğurlar uğurlamaz, Genelkurmay Başkanı ve komutanlarla toplanıyor, bu toplantıda askerî harekât için düğmeye basılıyordu. Toplantıda Erbakan, “Harekât önümüzdeki Cuma günü sabahı başlasın” isteğinde bulunuyordu. Genel Kurmay Başkanı Org. Semih Sancar, şu yanıtı veriyordu:

 

Bu günleri de Allah gösterdi. 13 senedir haysiyeti Makarios tarafından rencide edilen bir ordunun kumandanıyım. Ben şimdi çıkartma için hareket emrini versem, onlar ancak Cumartesi sabahına adaya erişebilirler. Çünkü çıkartma gemilerimize eski tank motorlarını monte ettik, saatte beş-altı milden fazla sürat yapamazlar”.

 

Böylece, çıkartmanın 20 Temmuz Cumartesi sabahı yapılacağı kararlaştırılmış oluyordu. Ecevit, İngiliz Hükümeti ile temaslarının yanısıra, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ile de konuşmuştu. Fakat İngiltere ve ABD, Türkiye’ye destek vermek niyetinde değillerdi. Kıbrıs’ı masada kaybettirecek, sözde diplomatik çözüm oyunu peşindeydiler. Her iki ülkenin yöneticileri, Türkiye’nin askerî harekâtı yapmaya kalkışmayacağı, istese bile kısa zamanda böyle bir harekâtı gerçekleştiremeyeceği ve kendilerince engellenebileceği görüşündeydiler. Sonra yanıldıklarını görüp panikleyince, pişmanlık duyacaklardı.

 

Atilla Harekâtı Gerçekleşiyor

 

Kıbrıs Barış Harekâtı’nın askeri kod adı, Atilla Harekâtı’dır. 20 Temmuz 1974’de başlayan, 18 Ağustos 1974’de sona eren, dört hafta bir gün süren harekât, iki aşamada gerçekleştirilmiş bir barış operasyonudur.

 

Ecevit ve Erbakan liderliğindeki koalisyon hükümeti, Kıbrıs’a askerî çıkartma için tarihi kararı vermişti. “Cesursan gel al” diyen EOKA’cı Rumlara, 20 Temmuz 1974 günü Atilla Harekâtı ile gereken Türk tokatı vuruluyordu. Türkiye, almaya gelmişti ve alacaktı!...

 

20 Temmuz 1974 Cumartesi sabahı, çıkartma gemilerimiz Girne sahiline kapak atıyor, askerlerimiz Kıbrıs’a ayak basıyordu. Sadece denizden değil, bir yandan da uçaklarımızdan paraşütle atlayan askerlerimiz adeta gökyüzünü kaplamıştı. Başbakan Ecevit TRT radyo ve televizyonundan halka şöyle sesleniyordu:

 

Türk Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıs’a indirme ve çıkartma harekâtına başlamış bulunuyor. Allah milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin. Bu şekilde insanlığa ve barışa büyük hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışmaya yol açılmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için; yalnız Türkler için değil, Rumlara da barış getirmek için Ada’ya gidiyoruz…

 

Mehmetçik EOKA’cı ve Yunanlı darbecilere tokat atmakla kalmadı, Kıbrıs’a barış getirdi.

 

Rumlar, çıkarma ve indirme yapan birliklerimizi yoğun ateşle karşılık vermek isteseler de hezimete uğruyorlardı. Nikos Sampson görevi bırakarak kaçıyordu. Harekâtın bu ilk aşamasında Kıbrıs’ın yüzde üçü ele geçirilmiş, bu alana 35-40 bin asker yerleştirilmişti. Bu aşama sonucu, Yunanistan’daki asker cuntanın yerine sivil yönetim geliyordu. Fransa’da sürgünde olan Karamanlis Yunanistan’a çağrılıyor ve 24 Temmuz 1974’de hükümetini kuruyordu. Yedi yıl sonra Yunanistan tekrar demokrasiye dönüyordu. Demokrasiye dönüşünü Türkiye’ye borçluydu. Ancak o Yunanistan, Türkiye’nin Kıbrıs çıkarmasını protesto etmek amacıyla NATO’nun askeri kanadından ayrılıyordu.

 

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ilk gün aldığı 533 sayılı kararıyla, ateş kes ve Kıbrıs’ta anayasal düzenin tekrar kurulması için Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin görüşmelere başlamasını istiyordu. 25 Temmuz 1974’te Birinci Cenevre Konferansı başladı ve 30 Temmuz 1974’de Cenevre Antlaşması imzalandı. Üç ülkenin dışişleri bakanlarının imzaladığı bu antlaşma ile Kıbrıs’ta Türk ve Rum olmak üzere iki otonom yönetimin varlığı kabul ediliyordu.

 

Harekâtın birinci aşaması Ecevit’in barış dileğine uygun biçimde sonuçlanmış görünse bile, ne Kıbrıslı Türkler ne de Türk Silahlı Kuvvetleri için güvenli bir durum oluşmuştu. Sorun çözümlenmediği gibi, küçük bir alana yayılan Türk birlikleri tehlike altındaydı. Çözüm için Ayşe’nin tatile çıkması gerekecekti…

 

Ayşe Tatile Çıkıyor

 

Birinci Cenevre Konferansı’nda kararlaştırıldığına göre, İkinci Cenevre Konferansı’nın yapılacağı 8 Ağustos 1974 tarihine kadar, Rum ve Yunan askerlerinin Türk bölgelerinden çekilmeleri gerekiyordu. Ancak Rumlar çekilmedikleri gibi, Türk bölgelerine saldırılar düzenlediler, birçok Kıbrıslı Türk’ü de esir aldılar.

 

Böyle bir ortamda, 8 Ağustos 1974’de İkinci Cenevre Konferansı başladı. Türk heyeti Kıbrıs’ta federatif devlet kurulmasını öneriyor, Türklere ve Rumlara bırakılacak yerler için seçenekler sunuyordu. Fakat Rum tarafı, Türkiye’nin önerisini reddediyordu. Konferans öncesi, Dışişleri Bakanı Turan Güneş ile bir parola kararlaştırılmıştı. Güneş’in kızının adı “Ayşe” idi. Güneş Cenevre’den telefonla konuşurken, “Ayşe tatile çıksın” derse, harekatın ikinci bölümü başlayacaktı. Rumların zaman kazanmasına fırsat verilmeyecek, saldırıları hızla engellenecekti.

 

Cenevre’de çözüm umudu kalmayınca Güneş, “Ayşe tatile çıksın” mesajını iletiyordu ve 14 Ağustos 1974 sabahı 04.30’da Türk Birlikleri yeniden harekete geçiyordu. Atilla Harekâtı, kaldığı yerden hedefini gerçekleştirmek için yeniden başlamıştı. Hızla 15 Ağustos 1974’de Kıbrıs’ın yüzde 38’i ele geçirildi. Rumlar geri çekilirken, Yunanlıların İzmir’den çekilirken yaptıkları gibi, Türk köylerini yakıyorlar, Türkleri katlediyorlardı. Birleşmiş Milletler, ABD ve İngiltere yine ateşkes için bastırıyordu. Daha alınması gereken yerler olmasına karşın, “alınanla yetinelim” görüşü ağır basarak, hükümet harekâtı durdurma sözü vermişti ve 18 Temmuz 1974’de harekât sonlandırılıyordu.

 

Üzerine Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulacağı, Ada topraklarının yüzde 38’inin alınması için Ayşe tatile çıktı. Kıbrıs’ta Türk ve Rum bölgelerinin sınırı Türk kanıyla çizilmiştir.

 

Bugün Kıbrıs’taki Türk ve Rum bölgelerinin sınırı kanla çizilmiştir. Harekâtın bilançosuna bakarsak; Türk Silahlı Kuvvetleri 498 şehit vermiş, 1200 askerimiz yaralanmıştır. Ayrıca 1672 Kıbrıs Türk’ü şehit olmuştur. Rum ve Yunan tarafında 4 bin kişi etkisiz hale getirilirken, 12 bin kişi de yaralanmıştır. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 29 Temmuz 1974 tarihli ve 573 sayılı kararıyla, Türkiye’nin askerî müdahalesinin yasal olduğunu kabul etmiştir. Yunan Temyiz Mahkemesi, askeri cunta yönetimi için açılan dava sonucu, yaklaşık beş yıl sonra 21 Mart 1979 tarihinde aşağıdaki kararıyla harekâtın haklılığını kabul ediyordu:

 

Zürih ve Londra Antlaşmaları’na göre Kıbrıs’a yapılan Türk askerî müdahalesi yasaldır. Türkiye, yükümlülüklerini yerine getirme hakkı olan garantör devletlerden biridir. Esas suçlular darbeyi hazırlayan ve icra eden ve bu suretle müdahalenin koşullarını hazırlayan Yunan subaylarıdır”.

 

1974’DEN GÜNÜMÜZE UZANAN KIBRIS SORUNU

 

Ayşe’nin tatili bitti ve Kıbrıs’a 1974’de Türk kesimi ile Rum kesimi ayrılarak barış geldi. Ancak oluşan durumu; başta Yunanistan ile Kıbrıs Cumhuriyeti’ni çalan Kıbrıs Rumları (Güney Kıbrıs Rum Kesimi) ile onların destekçileri, özellikle Atlantik cephesinin emperyal devletleri, dünya beşten büyük olsa da dünyayı kendi çıkarlarına göre yönlendirmek isteyen beşler hazmedemediler.

 

Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD)

 

Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi Meclisi, 13 Şubat 1975 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin oybirliğiyle kurulduğunu ilân etti. Meclis’te kuruluş bildirisini Türk Yönetiminin Başkanı ve kurulan federe devletin ilk Cumhurbaşkanı olan Rauf Denktaş okudu. 50 üyeden oluşan Kurucu Meclis’in hazırladığı Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin Anayasası Haziran 1975’de yürürlüğe girdi.

 

1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. Ancak Rumlar, iki federe devletten oluşacak Kıbrıs Federasyonu’na hiçbir zaman yanaşmadılar. Yıkılmış olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni çalarak, Ada’nın tek hâkimi olabilme yolunda arayışa geçtiler.

 

Rumlarla yapılan görüşmeler sonucu, güneyde kalan Türklerin kuzeye, kuzeyde kalan Rumların güneye göçü konusunda anlaşmaya varıldı. Böylece Kıbrıs fiilen ikiye ayrılmış oluyordu. Ancak, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türkü’nün o günkü tezi Federatif Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına yönelikti.

 

Güney Kıbrıs Rum kesiminin de federe devlet olması gerekirken, Rumlar kendilerini Kıbrıs Cumhuriyeti olarak ilân edip, Türkleri dışlamak için yıktıkları Cumhuriyetin üzerine oturuyorlar, aslında Zürih ve Londra Antlaşmaları ile kurulmuş olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni uluslararası hukuk dışı bir tutumla çalıyorlardı. Halen kendilerini Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıtıyorlar, ama biz onlara Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) diyoruz, çünkü gerçek olan da bu. Türkiye’nin ve Kıbrıs Türkleri’nin, eşit haklara sahip iki kesimli ve iki toplumlu federal devlet tezine hiçbir zaman yanaşmadılar.

 

Şubat 1976’dan itibaren toplumlararası görüşmeler başladı, ancak her seferinde Rumların uzlaşmaz tutumuyla sonuçsuz kaldı. Denktaş ve Makarios arasında başlayan liderler görüşmesi, Makarios’un ölümünden sonra Kipriyanu ile devam etti. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin gözetiminde yapılan görüşmeler sonuç vermedi.

 

Bazı ilkelerde anlaşılsa bile, taviz koparmaya çalışan Rumlar, ilerleme sağlanmasına fırsat vermemek için engellediler. Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rumlarının stratejisi, zaman kazanmak, bu süreçte dünya kamuoyunu arkalarına alarak, masa başında oldu bittilerle amaçlarına ulaşmak olduğundan, uzlaşmamakta ayak sürüyorlardı. Ancak, bu oyunlara gelmek istemeyen Türk kesiminin ekonomik olanaklarının sınırlı oluşu, kamuoyunda bağımsızlık ilânı yolunda bir eğilimin doğmasına yol açmıştı.

 

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)

 

Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi, 15 Kasım 1983’de hükümetin hazırladığı Bağımsızlık Bildirisi’ni oybirliğiyle onaylıyor, Kıbrıs Türk Federe Devleti sonlandırılarak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) kuruluyor ve dünyaya ilân olunuyordu. Rauf Denktaş yeni kurulan KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı oluyordu. KKTC’yi ilk tanıyan ülke Türkiye idi. Yunanistan ve GKRY hükümetleri olayı şiddetle kınıyorlardı.

 

Dokuz yıllık federasyon arayışının sonuçsuz kalmasıyla, 15 Kasım 1983’de kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye’nin desteğiyle Kıbrıs Türkünün gerçekçi çözümüdür.

 

İngiltere, KKTC’yi tanımadığı gibi, garantör devletlerin temsilcilerinin Londra’da bir araya gelmelerini istiyordu. Bunun üzerine Türkiye, tanıma kararının geri alınmasının söz konusu olmadığını bildiriyordu. ABD Hükümeti de Birleşmiş Milletler üyesi ülkelerden, KKTC’yi tanımamalarını istedi. O sıra Rusya’da Sovyetler Birliği (SSCB) yönetimi vardı, SSCB konunun toplanacak uluslararası konferansta ele alınmasını istiyordu. Yunanistan’ın Avrupa Parlamentosu’ndan bağımsızlığı kınayan bir karar çıkartması şaşırtıcı olmadı. Bununla yetinmeyen Rumlar, Birleşmiş Milletler’den tanımama kararının yanısıra, ambargo kararı çıkartmaya kalkıştılar. Ne yazık ki Güvenlik Konseyi bağımsızlığın tanınmaması kararını aldı. Batı’dan ve Birleşmiş Milletler’den hakkaniyetli bir karar zaten beklenemezdi.

 

Anlaşmaz Rumlar Çözümsüzlüğü Denktaş’a Yıkıyordu

 

KKTC, uluslararası arenada yalnızlığa itiliyordu, ama varlığını sürdürme kararlılığıyla yoluna devam ediyordu. KKTC’nin hazırlanan anayasası 19 Ağustos 1984’de halkoylamasıyla kabul olunuyor, 4 Kasım 1984’de Türk kesiminde seçimler yapılıyor, Denktaş Cumhurbaşkanlığına seçiliyordu. Denktaş ile Kipriyanu 17 Ocak 1985’de Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’nde bir araya geldiler. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından hazırlanan anlaşma taslağını görüştüler. Denktaş anlaşmayı imzalıyordu, Kipriyanu reddediyordu. Rumların bu anlaşmaz tutumu hep sürecekti.

 

Denktaş 1990, 1995 ve 2000 yıllarında da Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanarak Kipriyanu’dan sonra gelen Rum Cumhurbaşkanları Klerides ve Papadopulos ile görüşmeleri sürdürdü. Birleşmiş Milletler, ABD, İngiltere, Avrupa Birliği tarafından dayatılan çözüm arayışlarıyla GKRY ve KKTC arasında yapılan görüşmeler, Rumların gizli planları, Ada’ya tam hâkim olabilmek adına tükenmeyen hayalleri nedeniyle hep sonuçsuz kalıyordu, ancak Rumlar sorumlu tutulmuyor, çözümsüzlüğün nedeni olarak KKTC’nin ve Kıbrıs Türkü’nün çıkarlarını ödünsüz savunan Rauf Denktaş gösteriliyordu. GKRY Cumhurbaşkanı Papadopulos, “Bu iş Denktaş ile olmaz” diyerek, Denktaş’ı istenmeyen adam ilân ediyordu.

 

GKRY ve Yunanistan, 1990 yılında ortak savunma doktrini oluşturdular. Ada’nın güneyinde hava ve deniz üsleri kurarak, aşırı silahlandırdılar. Hatta GKRY, Rusya’dan S-300 füzeleri alarak Ada’ya yerleştirmeye kalkıştı. Türkiye’nin karşı çıkışıyla bu füzeleri Yunanistan aldı ve Girit’e 1999 yılında yerleştirdi. 2000 yılından itibaren de Rumlar, Yunanistan’ın desteğiyle Avrupa Birliği üyeliğine ve bu sayede üstü örtülü olacak, dolaylı Enosis’e yönelmişlerdi. GKRY’nin Kıbrıs Cumhuriyeti diye Avrupa Birliği üyeliğine resmen aday gösterilmesi ve 2004 yılında bu üyeliğin kesinleşeceğinin ilânıyla, uzlaşmaz tutumları katlanarak arttı. Kıbrıs Türkleri için de Avrupa Birliği üyeliği “havuç politikası” olarak kullanılıyordu.

 

2002’de Türkiye’de iktidara gelen AK Parti yönetimi, Türkiye’nin Avrupa Birliği ilişkileri karşısında Kıbrıs’ı engel görerek, Denktaş’a karşı cephe almıştı. Öyle ki Denktaş, yeni bir Türk Cumhuriyeti kuran devlet adamı olarak değil, sorun yaratan adam olarak gösteriliyordu. Bu anlayışla AK Parti iktidarı, Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin tutumunu da olmayacak Avrupa Birliği üyeliği adına sulandırıyor ve pasifleştiriyor, tavizkâr politikalara yöneliyordu. Artık Türkiye’de kamuoyu, “Kıbrıs nasıl verilecek?” konusunu tartışmaya başlamıştı. Ayrıca, Kuzey Kıbrıs Türkiye’den önce Avrupa Birliği’ne girecek savlarıyla, Rumların Türkleri Avrupa Birliği potasında eritme planlarına ya da Türkleri öğütme değirmenlerine su taşınıyordu.

 

KKTC’yi Annan Planı ile İtildiği Uçurumdan Rum Uyuşmazlığı Kurtardı

 

İşte böyle bir ortamda, siyasi tartışma konusu “Annan Planı” olmuştu. Kasım 2002’de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın çabasıyla, “Kıbrıs Sorununa Kapsamlı Çözüm Temeli” ya da kısaca “Annan Planı” denilen Birleşmiş Milletler belgesi ortaya çıkmıştı. Annan Planı, temel yapısıyla 1959-1960 antlaşmalarını yok etmeyi, Ada’yı Rumlaştırmayı amaçlıyordu. “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti” kurulacaktı. Sözde Kıbrıs sorunu çözümlenecek, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin önü açılacaktı. Türkiye Cumhuriyeti üzerinde askerî vesayet takıntısı olan AK Parti iktidarı, bu üyelikle vesayetten kurtulma umudundaydı. İşte bu nedenle Kıbrıs’tan vazgeçiyor, Rauf Denktaş’ı istenmeyen adam yapıyor, Annan Planı’nı destekliyordu!...

 

Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi’ni koluna takıp Avrupa Birliği’ne taşıyor, kılıf olacak Avrupa Birliği çuvalıyla Kıbrıs’ı Türklerden ve Türkiye’den çalmaya çabalıyordu. Türkiye ise Avrupa Birliği üyeliği umuduyla seyirci kalıyordu. O Avrupa Birliği bugün bile, “Kıbrıs sorunu Avrupa sorunudur. Avrupa Birliği Kıbrıs halkının (Rum) ve Kıbrıs Cumhuriyeti (GKRY) Hükümeti’nin yanındadır. Çözüm için baskıya devam” diyor.

 

1 Mayıs 2004’de GKRY’nin resmen Avrupa Birliği üyesi olacağı, Annan Planı’nda yer alıyordu. Plan KKTC’yi uçurumun kenarına getirmiş, Kıbrıs Türklerini azınlık olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştı. Rumlar artık Avrupa Birliği üyesi olacaklarından, plana ihtiyaç duymuyorlardı. Hayallerinin Helen Cumhuriyeti’ne ulaşacaklarına inanıyorlardı. 24 Nisan 2004 tarihinde Annan Planı için Ada’nın her iki tarafında halkoylaması yapıldı. Kıbrıs Türkleri, tezgâhlanan oyunlar ve döndürülen dolaplar, hatta Avrupa Birliği tarafından dağıtılan rüşvetlerle Annan Planı’nı yüzde 64,91 oy oranıyla “Evet” diyerek kabul ediyordu. Rumlar ise uzlaşmaz tutumlarının kurbanı oluyor yüzde 75,83 oy oranıyla “Hayır” diyerek, farkında olmadan KKTC’yi ve Kıbrıs Türkleri’nin geleceğini kurtarıyorlardı. KKTC uçurumun kenarından dönmüştü.

 

Peki, Kıbrıs Türkleri hangi gerekçelerle Annan Planı’nı kabul etmişti? Anketlere göre, Annan Planı referandumunda Türklerin yüzde 28'i "Rumlarla birleşmek için", yüzde 19'u "kötü ekonomiye dur demek için", yüzde15'i "Denktaş'ın gitmesi için", yüzde 38'i “Avrupa Birliği'ne girmek için” "Evet" oyu kullanmış görünüyordu. Rumların ise yüzde 70'i "Birleşmiş Milletler güvencesi verilmediği" gerekçesiyle "Hayır" demişti. Ancak GKRY lideri Papadopulos’un halka seslenişinde, Rum kesimini güçlü biçimde “Hayır” demeye çağırması ve Rum yönetiminin sürdürdüğü “Hayır” kampanyası etkili olmuştu. Bu tutumlarının nedeni, Türkleri kendileriyle eşdeğer görmemeleri ve silmek istemeleri, Ada’yı tümüyle kayıtsız şartsız Helenizm egemenliğine alma idealleridir…

 

Doğu Akdeniz’deki Hidrokarbon Kıbrıs Sorununa Yeni Boyut Kazanıyor

 

Bu dönemde Kıbrıs sorununa yeni boyut kazandıran bir gelişme, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yataklarının gündeme gelmesidir. Doğu Akdeniz’de petrol ve gaz bulgusu, ilk defa Mısır’ın offshore alanda yaptığı çalışmalarla ortaya çıkmıştı. Shell şirketi, uzaydan saptanan verilerle, Kıbrıs’ın çevresinde de petrol ve gaz kaynakları olduğunu saptamıştı. Denktaş, bir röportajımda bana “O sıralar bir Amerikan şirketi bize bilgi verdi, ‘yüzde 50-50 paylaşımla kaynak size aittir, anlaşma yapalım, sondaj hakkını bize veriniz’ dedi. Durumu T.C. Hükümeti’ne duyurduk. ‘Bu hak TPAO’ya aittir’ cevabını aldık. Biz ABD şirketinin teklifini reddettik” açıklamasını yapmıştı. Buna karşın GKRY, 2003 yılında Mısır ile Türkiye’nin karşı çıktığı deniz paylaşım alanı (Münhasır Ekonomik Bölge-MEB) anlaşması yaparak, Doğu Akdeniz’in hidrokarbon yataklarına kendi çıkarı için yöneliyordu.

 

Zaten çok parametreli olan Kıbrıs sorununa hidrokarbon (özellikle doğalgaz varlığı ve petrol olasılığı) boyutunun eklenmesiyle, iyice karmaşıklığa ve çözümsüzlüğe sürükleniyordu.

 

Rumlar Uzlaşmaz ve Kapkaççı Tutumlarını Hep Sürdürdüler…

 

KKTC’de 2005 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Denktaş aday olmuyor ve Rumlarla birleşme yanlısı olan Mehmet Ali Talat seçiliyordu. KKTC Cumhurbaşkanı Talat ve GKRY Cumhurbaşkanı Hristofyas, iki yandaş siyasetçi idiler. Talat, AK Parti iktidarının Rauf Denktaş gibi kösteklemediği, aksine desteklediği bir liderdi, Rauf Denktaş çizgisinden çok uzaktı, Avrupa Birliği ile Rum-Yunan çizgisine çok yakındı. “Ayrı devlet istemiyoruz” diyerek KKTC’yi ilk günden gözden çıkarmıştı, ama sonuca gidemedi, 2010 yılında iktidarı bitti. Denktaş o dönemde şöyle diyordu: “Zorlamakla barış olmaz. İki milletten tek millet, iki devletten tek devlet çıkarmak hokkabazlığına son verilmelidir”.

 

Talat’ın döneminde Rumlar Ada’nın offshore alanında, Doğu Akdeniz’in hidrokarbon yataklarına el koyma çalışmalarını geliştirdiler. Avrupa Birliği’nin desteğiyle sürdürdükleri çalışma sürecinde, GKRY Parlamentosu 26 Ocak 2007 tarihinde kabul ettiği bir yasayla, offshore alanda 13 adet petrol arama ruhsat alanı, arama parselleri ilân etti ve Papadopulos yönetimi lisans ihalesine çıktı. Talat ise, Papadopulos’un hidrokarbon çıkışını petrol çıkışı diye egemenlik kazanmak için siyasi oyun olarak görüyor, karşı bir davranışta bulunmuyordu. Rumların MEB diye ilân ettikleri alanın, Türkiye’nin olası MEB alanıyla çakışan yerleri vardı. Türkiye buna karşı çıkışlar yaptı. Ancak Rumlar, Türkiye’nin ve KKTC’nin deniz alanlarından bir bölümüne kaptı-kaçtı politikasıyla oturmayı hedeflemişlerdi bir kere…

 

GKRY’nin ilân ettiği MEB alanı ve ihaleye çıkardıkları arama parselleri.

 

2010’da Talat’ın yerine Derviş Eroğlu seçiliyordu. Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Denktaş ekolünde yetişmiş milliyetçi bir politikacıydı. Ancak, Talat’ın KKTC adına verdiği tavizlerle sıkıntılı bir toplumlararası görüşmeler süreci yaşayacaktı. Rumların hidrokarbon arama çalışmaları sondaja yöneliyordu. Bunun üzerine KKTC Hükümeti, 22 Eylül 2011 tarihinde TPAO’ya Ada’nın çevresinde arama ruhsatları veriyordu. Bu ruhsatların Ada’nın batısında ve güneyinde olanları, Rumların arama parselleriyle çakışıyordu. Öte yandan Rumlar, Aralık 2011’de yapılan sondajla Afrodit adını verdikleri 12 no.lu parselde doğalgaza ulaşıyorlardı.

 

Eroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı döneminde KKTC Hükümeti’nin TPAO’ya ruhsat verdiği A, B, C, D, E, F ve G arama parselleri.

 

KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile GKRY Cumhurbaşkanı Hristofyas ve daha sonra Anastasiadis arasında sürdürülen müzakereler, yeni bir dönem olarak takdim edilmiş olsa da sonuca ulaşamadı. Türk tarafı artık federasyon tezinden dönüyor, iki devletli konfederatif yapı tartışılır oluyordu. AK Parti iktidarı Eroğlu’na karşı da mesafeliydi, hatta dönemin Başbakanı Davutoğlu, Türkiye’nin MEB alanını ihlâl eden 6 no.lu Rum parselinde arama yapabileceklerini Anastasiadis’e söyleyebilmiştir.

 

Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de Kritik Bir Dönem Yaşanıyor

 

2015 yılında KKTC Cumhurbaşkanı olarak Mustafa Akıncı seçiliyordu. Akıncı, Denktaş politikalarından uzak, bilakis Talat politikalarına yakın bir siyasetçi olarak tanınıyordu. “Talat’ın yapamadığını Akıncı yapabilecek mi?” sorusu gündeme gelmişti. Akıncı, Kıbrıs’ın Türkiye tarafından “Yavru Vatan” olarak adlandırılmasına bile daha ilk gün karşı çıkmış, ancak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından sert bir dille uyarılmıştı. Her şeye karşın Akıncı’nın Rum yandaşlığı bugün de sürüyor. Bu arada Rumlar parselledikleri deniz alanında arama çalışmalarını geliştirirken, Yunanistan ile birlikte İsrail ve Mısır işbirliğiyle, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin yardımlarıyla Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı tahriklerini ve tecavüzlerini artırmış bulunuyorlar.

 

KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ve GKRY Cumhurbaşkanı Anastasiadis, son olarak 28 Haziran-6 Temmuz 2017 Cenevre Crans Montana Kıbrıs Konferansı’nda, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Guterres’in tüm çabalarına karşın uzlaşamadılar. Anastasiadis masayı devirircesine toplantıyı terk etti. Crans Montana’da federasyon müzakereleri aslında bir daha canlanmamak üzere çökmüştü. Sonrasında da Rumlar yumuşama ve uzlaşmaya taban tabana zıt gerginlik ve kriz doğurucu politika izlediler. Buna karşın Anastasiadis, Türkiye’nin garantörlüğünü sona erdirecek, Türk askerini Ada’dan çıkaracak çözüm arayışıyla, müzakerelerin başlamasını yine istiyor.

 

Guterres ise tarafları gevşek (desantralize) federasyon modeliyle masaya oturtma çabasında. Anastasiadis bu modeli kabul etse bile, öyle bir federasyonun Rumlara zıt geleceği ve Rum kilisesince de kabul görmeyeceği söyleniyor. Kaldı ki Rumlar, federasyona zaten bir aldatmaca ya da Ada’ya hâkim olma sürecinde bir ara kademe gözüyle bakıyorlar. Türklerle hidrokarbon yataklarını paylaşmak istemeyen Rum kesiminde, Türk kesiminde dile getirilen iki devletli çözüm modeli bile tartışılır oldu. Doğu Akdeniz’de hidrokarbon olasılığı oyunun hedeflerini değiştirdi.

 

KKTC’de ise zaten bağımsız devlet olarak kalma fikri güç kazanıyor. Bunu gören Akıncı, federasyona yanaşmayan Rumların, Ada’nın bölünmesinden sorumlu olacağını söyleyerek, adeta iki devletli çözümün önünü kesme amaçlı uyarı yapıyor. Öte yandan 15 Temmuz 2016 sonrasında, Türkiye’nin dış politikasında oluşan değişikliklerle, Avrupa Birliği ilişkisi de eski önemini yitirmiş, hatta esneme sürecine girmiş bulunuyor. AK Parti iktidarının Avrupa Birliği için Kıbrıs’ta ödün verme dönemi kapanmış görünüyor. Nitekim Türkiye, Crans Montana sonrasında artık federal çözümün olanaksızlaştığını, yeni modellere ihtiyaç duyulduğunu, iki devletli çözümün veya konfederasyonun düşünülmesi gerektiğini resmen açıklamış bulunmakta.

 

KKTC’nin Bağımsız Devamı Yolunda Akıncı Tehlikesi Var!

 

KKTC için bugün önemli bir “Akıncı sorunu” var. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın, Türkiye’nin Yavru Vatan bağını kavrayamamış olması bir yana, Kıbrıs Türkü’nün davasını anlayamamış, davaya inanmamış, Rum yandaşı bir siyasetçi olması önemli sorun. Akıncı’yı artık Türklerin çıkarını savunan bir politikacı olarak görmek ve kabul etmek hiç de kolay değil. Hatta Akıncı, Meclis’ten yetki almadan Kıbrıs’ta toprak ödün haritasını masaya sürebilen, Meclis kararlarını yok sayan bir Cumhurbaşkanı. Onunla müzakereler nereye kadar yürütülebilir?

 

Akıncı, bağımsız iki devletten yana olmadığını, basın ve medya önünde açıkça söylemekten çekinmemiş bir kişi. Hatta Rum tarafının iki ayrı devlet formülünü kabul etmeyeceğini, onların adına söyleyebiliyor. “KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak dünyaca tanınması mümkün değil” diyor. KKTC’de bıkkınlık olduğundan bahisle, “Bu halk bana yüzde 60 destekle bu işi ‘yani federasyon işini’ yürüt dedi” diyerek, amacının çöken federasyon modelini canlandırmak olduğunu, böylece Kıbrıs Türklerini Kıbrıs’ta ikinci sınıf vatandaşlığa, azınlık statüsüne sürükleyecek yolu seçtiğini gösteriyor…

 

Öte yandan, Denktaş’tan sonra milliyetçi tanınan KKTC’nin 3. Cumhurbaşkanı Eroğlu, Aralık ayı başında yaptığı açıklamada, Kıbrıs Türk tarafının konfederasyonu da bağımsız devlet çözümünü de kabul edebileceğini söylerken, Kıbrıs Rum tarafının iki bağımsız devlet çözümüne yanaşmayacağını belirterek, konfederasyona yeşil ışık yakan bir tutum sergiliyordu. Daha önce de defalarca vurguladığımız gibi, Kıbrıs için federal çözüm de konfederal çözüm de geçerliliğini ve gerçekçiliğini yitirmiştir.

 

Eroğlu, Denktaş ekolünden yetişmiş olsa bile, Denktaş’ın vasiyeti sayılabilecek son isteği konfederasyon değildi ki… Hem Rumların kabul edip etmeyeceği varsayılarak, ulusal strateji saptanabilir mi? Kaldı ki Yunanistan Cumhurbaşkanı Pavlopulos, Aralık ayında gerçekleştirdiği Güney Kıbrıs ziyaretinde, “Kıbrıs’ta konfederasyonun çözüm olamayacağını, bunun Avrupa Birliği normlarıyla ve Avrupa Birliği’nin işleyişiyle bağdaşmayacağını” söylüyordu.

 

Akıncı bazen eleştirse de Anastasiadis ile uzlaşma isteği BM Genel Sekreteri Guterres’i yeni bir görüşme süreci başlatmak için cesaretlendiriyor, masada gevşek federasyon modeli var. Kıbrıs Türklerinin önünde ise, Türkiye’ye ters düşen Akıncı tehlikesi ve sorunu var. Akıncı, Meclis’ten onay almadan federasyon için masaya toprak ödün haritası sunabilmiş bir kişi.

 

Kıbrıs Adası Üzerinde Üniter Rum Devleti Planı Var!

 

Kıbrıs üzerinde ABD’nin de planları var. ABD Güney Kıbrıs’ta deniz ve hava unsurlarıyla askeri üsler oluşturma peşinde. Kıbrıs Adası’nın tamamını egemenliği altına alacak bir Rum üniter devlet yapısı, ABD’nin Kıbrıs’ta büyük üsler kurması için gerekli görülüyor. Öyle üsler ki sadece Doğu Akdeniz’e hâkim olmak için değil, hem Rusya’ya ve İran’a karşı kullanılabilecek, hem de Ortadoğu’daki hakimiyetini pekiştirecek, İsrail’i ve hayalindeki Kürdistan’ı koruyabilecek üsler.

 

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres’in geçici Kıbrıs Özel Danışmanı ABD’li Jane Holl Lute, Rum egemenliğinde Kıbrıs amacı için görevlendirilmiş bir ajan. Her ne kadar söylenen görevi, tarafları müzakere masasına oturtmaksa da gizli görevi, ABD’nin çıkarları için Rumlar eliyle yönetilen bir Kıbrıs Adası oluşturmak. ABD’nin ve Rumların üniter Kıbrıs Rum Devleti üzerinde uzlaştıkları anlaşılıyor.

 

ABD Dışişleri Bakanı Pompeo ile Yunanistan Dışişleri Bakanı Katrougalos 13 Aralık 2018 günü Washington’da anlaşma imzalayarak, iki ülke arasında “Stratejik Diyalog” ilân ettiler. Bu anlaşma kapsamında ABD; Yunanistan, İsrail ve GKRY’den oluşan üçlü ittifaka resmen dahil oldu. Üçlü ittifakın amacı, Türkiye’nin ve KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki hükümranlık haklarını oldu bittilerle gasp etmekti. Bu şer uzlaşmasıyla üçlü ittifak ve GKRY, ABD’nin koruma şemsiye altına girmiş bulunuyor.

 

Yunanistan-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail üçlüsü, Türkiye için şer triosu. Bu şer triosu ABD’nin desteğiyle Türkiye’yi Kıbrıs’tan ve Doğu Akdeniz’de soyutlama hayali peşinde. Yunanistan Başbakanı Çipras, GKRY Cumhurbaşkanı Anastasiadis ve İsrail Başbakanı Netanyahu, el tutuşup mutluluk fotoğrafı çektirseler de birliktelikleri hüsrana uğrayacaktır.

 

Bugün ABD’nin gizli planı ve örtülü amaçlarından destek bulan Yunanlılar ve Rumlar için arzulanan tek çözüm, Rum üniter devlet yapısı içinde Türklerin azınlık ve ikinci sınıf vatandaş statüsüyle pasifize edilmesi. Bugüne kadar federatif çözüm diye oturulan masalarda uzlaşmaya yanaşmamalarının asıl nedeni bu emelleri idi. Dün daha çok Avrupa Birliği’ne güveniyorlardı, bugün arkalarını ABD’ye dayamış bulunuyorlar. Geçmişte zaten federasyon isteselerdi, onlar için çok avantajlı olan Annan Planı’na “evet” derlerdi. O sakıncalı planın bile onları tatmin etmemesi, gizli emellerinin üniter Rum devleti olduğunun kanıtı aslında.

 

Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti diye sunulan federasyon modeline dayalı çözümü, Türkiye’nin garantörlüğünün son bulması, Ada’dan Türk askerinin çıkması için kabul etmeye hazırlar, ama bu onlar için bir ara çözümdür, nihai çözümleri üniter Rum devletidir. ABD’nin gizli planının bir ayrıntısı da eğer kurmayı başarırlarsa, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’ne Suriye’den PKK’lıları transfer ederek, Türk kesimin karıştırılıp Kıbrıs’ta Türklüğün yok edilmesine fırsat hazırlamaktır. Bunları bilen Rumlar, umutlarını Batı yakası emperyal güçlerin fırsat arayışına bağlamış bulunuyorlar. Yeniden sahnelenmek istenen eski oyunun ilk perdesi BM Genel Sekreteri Guterres’in tarafları müzakere masasını oturtma çabasıdır. Bıkıp usanmadan oyunu sürdüreceklerdir. Türkiye’nin ve Türk kesiminin uyanık olmasıyla oyun bozulabilir.

 

Bugün İçin Kıbrıs’ta İzlenmesi gereken Yol: Bağımsız ve Üniter KKTC

 

Türkiye, federasyonun konulacağı taviz masasına Kıbrıs Türk tarafının oturmasına asla izin vermemeli ve engellemelidir. Federasyon, gevşek bile olsa, Rum nihai çözümüne bir ara kademe olmaktan öteye geçemez. Rumlarla anlaşmaya yeşil ışık yakmak, Türkiye için sadece Kıbrıs’ın değil, Doğu Akdeniz’in de kaybı olur, Kıbrıs Türkü için ise egemenliğin ve özgürlüğün kaybı, Rum boyunduruğu demektir.

 

Kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş’ın bağımsız devlet çözümü önerisi, geçerli ve gerçekçi olan tek çözümdür. Kıbrıs Türk politikacıları bu doğrultuda fikir beyan etmeli ve bu doğrultuda çözüm önermelidirler. Rum ile işbirliği yapılacaksa ki yapılması gerekiyor, aynı devlet çatısı altında değil, Ada’nın eşit statülü iki bağımsız devleti arasında yapılmalıdır. İki devlet arasında çatışmasızlık ve saldırmazlık antlaşması ile Ada’nın doğal kaynaklarını hakça paylaşım antlaşması da imzalanmalıdır.

 

ABD ve Batı KKTC’nin bağımsızlığına karşı olabilirler, ama dünya sadece Atlantik Cephesi demek değildir, bir de Pasifik Cephesi vardır. Yeter ki siz politikanızda kararlı adımlar atın. Üstelik, ABD Kıbrıs’ı Rumlar lehine silahlandırmak ve Türkiye ile çatışmaya neden olacak bir çıban başına dönüştürmek çabasında. Türkiye’yi Kürt devleti karşı çıkışında etkisizleştirmek amacıyla bunu yapıyor, Doğu Akdeniz’de ve Adalar Denizi’nde sorunları büyütme, gerilimi artırma ABD’nin stratejisi.

 

Akıncı, 4’e Karşı 1’e Razı Ödüncü ve Sakıncalı Bir Lider!...

 

Daha önce vurguladığımız KKTC için “Akıncı Sorunu”, aslında çok önemli bir sorun. KKTC, Akıncı ile yola devam ederken yol kazasına uğrayabilir. Akıncı’nın, kuşkulu girişimleri oluyor. Örneğin, KKTC’yi resmen tanımayan, GKRY ile KKTC’ye karşı ortak politikalar izleyen, Kıbrıs Türkleri’nin haklı payı bulunan hidrokarbon kaynaklarını Rumlarla birlikte değerlendirmenin peşinde olan İsrail’in GKRY Büyükelçisi, diplomatik teamülde yeri olmayan biçimde, 27 Kasım 2018 günü Akıncı’yı ziyaret ediyor ve içeriği açıklanmayan gizli bir görüşme yapıyordu. Şer triosu adına Akıncı’dan ne istedi, Akıncı ne söz verdi acaba? Bunlar bilinmiyor, bu gizli görüşme Türk toplumu adına hiç kuşkusuz hayırlı değildir. Geçmişte, “Bu iş Denktaş’la olmaz” diyenlerin, yakında “Bu işi Akıncı ile kotaracağız” demeleri hiç de şaşırtıcı olmaz.

 

Akıncı’nın Rum yandaşlığına karşın, Rumlar Ada’nın çevresindeki hidrokarbon kaynaklarını Akıncı’nın hak iddia edip istediği gibi, Türklerle eşit paylaşmak niyetinde görünmüyorlar, Türkleri düşman ve üstelik hor görmeye devam ediyorlar. Anastasiadis, Aralık 2018’de Euronews’e verdiği demeçte, “Kararlaştırılan nüfus oranı 4’e karşı 1 ‘Dört Kıbrıslı Rum’a karşılık bir Kıbrıslı Türk’ ve bu orana göre istediğimiz noktaya ulaşabilirsek, doğal zenginliğin paylaşımını bu şekilde yaparız” diyordu. Türklerin egemenliklerinden vazgeçmeleri koşulunda dörtte birini vereceklerini ifade ediyor, ama bu da onların havuç politikası ve aldatmacası. Onların istediği, Türklere çağdaş esirlik ya da modern kölelik statüsünden başka bir şey değil aslında.  Aldatmaca da olsa Akıncı 4’e karşılık 1’e razı olur, verdiği toprak ödün haritası bunun kanıtı.

 

Akıncı 2017 Ocak ayında Cenevre’deki toplantıda masaya toprak paylaşım haritası koyarken, hem de KKTC Meclisi’nin ve Hükümetinin haberi ve onayı olmadan bunu yaparken, anayasal suç işlemişti. KKTC’nin topraklarını yüzde 29,2 oranına düşüren bu harita, Rumları tatmin etmemişti, ama ileride toprak paylaşım pazarlığında Birleşmiş Milletlerin desteğiyle Rumların lehine pazarlık kozu olarak kullanılacaktır. İşte bu Akıncı, ısrarla federasyon yolunda yürümekten yana. Müzakere masasına tekrar oturulursa ki, Türkiye’ye rağmen masaya oturmak istiyor, ne yapacağı belli olmaz. Çünkü Rumlardan ödül postu bekliyor. Kıbrıs Türk halkının çıkarıyla çelişen bir tutumda görüldüğünden, akla hayale gelmeyecek ödünü vermesinden korkulmalıdır.

 

Akıncı’nın masaya koyduğu toprak ödün haritası. KKTC’nin toprakları yüzde 29,2’ye düşürülmüş. Akıncı bu tavizi Meclis’ten onay almadan yaparak suç işlemiştir. Rumlar yine de bu haritayı yeterli bulmayarak daha fazla taviz istemişlerdir.

 

Rumların istedikleri toprak ödünü, Türklere tanınan pay yüzde 28,6. Türkiye’ye Akdeniz’de askeri amaçla daha fazla sokulabilmek için Erenköy ve Dipkarpaz ucunu istiyorlar.

 

BARIŞ HAREKÂTI SONRASI KITA SAHANLIĞI VE KARASULARI SORUNU

 

Kıbrıs Barış Harekâtı öncesi ortaya çıkan kıta sahanlığı sorunu, kısa bir süre için ikinci plana itilmiş gibiydi. Barış Harekâtı ile birlikte karasuları konusu, bu kez ulusal güvenlik kaygıları çerçevesinde ele alınmaya başlamıştı.

 

Kıta Sahanlığı Sorunu, Türkiye ve Yunanistan’ı Çatışma Eşiğine Getiriyor

 

Kıta sahanlığı sorununda ilk harekete geçen taraf, Kıbrıs hezimetini yaşayan Yunanistan oluyordu. 22 Ağustos 1974 tarihinde yeni bir nota vererek, daha önce verilmiş Yunan notalarındaki görüşlerin korunduğunu bildiriyordu. 16 Eylül 1974’de Türkiye, Yunanistan’ın bu notasını geri çeviriyor, TPAO’nun araştırma yapacağı yerlerin Türk kıta sahanlığı olduğunu belirtiyordu.

 

Yunanistan, 25 Şubat 1975 tarihli notasında, iki ülke arasında hukuk konusunda farklı yaklaşımların bulunduğuna değinerek, görüş ayrılıklarının Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmesini öneriyordu. 6 Şubat 1975 tarihli notasıyla Türkiye, Yunanistan’ın yaklaşımını olumlu karşılamakla birlikte, soruna doğrudan barışçıl görüşmelerle çözüm bulunmasından yana olduğunu tekrarlıyordu.

 

Sonuçta iki ülke arasında bakanlar düzeyinde görüşmeleri başlatan ilk toplantı, 17-19 Mayıs 1975 tarihlerinde Roma’da gerçekleşiyordu. Yunanistan’ın Uluslararası Adalet Divanı’na birlikte başvurulması için hazırladığı tahkimname Türkiye tarafından kabul görmüyor, Bakanların Brüksel’de tekrar buluşması kararlaştırılıyordu. 31 Mayıs 1975’de Brüksel’de Uluslararası Adalet Divanı’na gidilmesi konusunda karara varıldığı, kıta sahanlığı sorunuyla ve havada FIR hattı sorunuyla ilgili uzmanların çalışmasının sürdürüleceği açıklanmıştı. Ancak, Brüksel Ortak Bildirisi ilerleyen dönemde iki ülke tarafından farklı yorumlanıyordu. Yeni notalar süreci başlıyordu. 19-20 Haziran 1976’da Bern’de bir araya gelen Türk-Yunan temsilcileri yine anlaşamıyordu.

 

Bu süreçte karasularımızda ve kıta sahanlığımızda petrol aramaları yapmak üzere kiralanan yabancı bandıralı bir araştırma gemisi, dış baskılar nedeniyle görev yapmadan geri dönmüştü. Bunun üzerine Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA), deniz jeolojisi ve jeofiziği konusunda araştırmalar yapmak üzere bir sismik araştırma gemisi ediniyordu.

 

MTA Sismik-1 gemisinin tartışmalı sularda 6 Ağustos 1976 tarihinden itibaren araştırmalara başlaması, Yunanistan’ın şiddetli tepkisine neden oluyor, notalar birbirini izliyor, sismik araştırma sürüyor, gerginlik artıyordu. İki ülkenin denizde çatışması an meselesi olmuştu. Yunanistan 10 Ağustos 1976’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırdı.

 

Bern Mutabıkatı’na Karşın Çatışma Olasılığı ve Çözümsüzlüğe Uzanan Süreç

 

Güvenlik Konseyi, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın sunduğu karar tasarısı doğrultusunda, uyuşmazlığın Birleşmiş Milletler ilkelerine uygun yöntemlerle, doğrudan görüşmelerle çözülmesini tavsiye ve Uluslararası Adalet Divanı’nın olası katkılarını dikkate almaya davet ediyordu. Uluslararası Adalet Divanı ise, Yunanistan’ın öncelikle geçici önlemler alınmasına ilişkin istemi karşısında, tartışma konusu alanlarda yapılacak araştırma işleminin tarafların hak doğumuna veya hak yitirmesine yol açmayacağını vurgulayarak, ayrıca deniz yatağındaki kaynağa zarar vermeyeceğini belirterek, gerek olmadığını 11 Eylül 1976 tarihinde karara bağlıyordu.

 

Ağustos 1976’da MTA Sismik-1 gemisi, Türkiye-Yunanistan arasındaki tartışmalı offshore alanda sismik araştırmalara başlıyor, İki ülke arasında gerginlik doruk noktasına çıkıyordu.

 

Bu kararla yeni boyut kazanan sorun, Bern’de yapılan görüşmelerle bir sonuca bağlanmaya çalışılıyor ve 20 Kasım 1976’da tarafların mutabık kaldıkları Bern Deklarasyonu (Bern Mutabakatı) açıklanıyordu. Bu sözleşmeye göre, “Taraflar konu üzerinde hiçbir faaliyette bulunmayacaklar ve ikili ilişkilerinde birbirini tahrik edici davranışlardan kaçınacaklardı”. Ayrıca iki ülke arasında kıta sahanlığının sınırlandırılmasında uygulanabilecek kriter ve temel ilkelerin belirlenmesi amacıyla bir karma komisyon kurulması konusunda uzlaşılmıştı.

 

Bern Mutabakatı ile gerginlik geçici olarak azalıyordu. Öte yandan Yunanistan’ın başvurusuyla Uluslararası Adalet Divanı’na taşınmış olan sorun üzerinde Divan, 19 Aralık 1978 tarihinde kararını açıklıyor; kıta sahanlığının sınırlandırılmasına ilişkin davada kendini yargılama yetkisine sahip görmediğinden, davayı 12 oya karşı 2 oyla reddediyordu. Yunanistan’ın Uluslararası Adalet Divanı tezi çökmüş oluyordu.

 

Yunanistan, 1987 Mart’ında Bern Mutabakatı’ndan doğan yükümlülüklerini geçersiz sayarak, yeniden petrol arama faaliyetlerine başlayacağını açıkladı. Türkiye, Yunanistan’ın tartışmalı sularda arama yapmasını önlemek amacıyla bu kez Piri Reis araştırma gemisini gönderdi. Doğan gerginlikle her iki ülke silahlı kuvvetlerini alarma geçirdi. Yunan savaş uçaklarının Piri Reis araştırma gemisini taciz etmesi, sert protestolara konu oldu.

 

ABD ve NATO devreye girerek, bunalımın çatışmaya dönüşmesini engellediler. Bunalımın aşılmasında, Yunanistan’ın tartışmalı sularda petrol aramaktan vazgeçtiğini diplomatik yollardan Türkiye’ye iletmesi, Kuzey Ege Petrol Şirketi’nin petrol çıkarma planlarını askıya aldığını açıklaması etkili oluyordu. Yunanistan’ın geri çekilmesinde, karasularını 12 mile çıkarma planı da etkiliydi. Böylece tartışmalı suları, karasuları olarak kapma stratejisine sarılıyordu. Bununla beraber, 10-11 Aralık 1999 tarihli Avrupa Birliği Helsinki Zirvesi’nde varılan mutabakat sonucu, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların, 2004 yılına kadar ikili görüşmelerle çözülmesi isteniyordu, ama iki ülke arasında günümüze kadar çözüme ilişkin bir anlaşma gerçekleşmedi.

 

1987 yılında Yunanistan Bern mutabakatını geçersiz sayınca, Türkiye bu kez Piri Reis araştırma gemisini tartışmalı sulara gönderdi.

 

Adalar Denizi’nde 12 Mil Karasuları Sorunu ve İlk Casus Belli

 

Yunanistan karasularını 12 mile çıkarma isteğini, Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra gündeme getirmişti. Türkiye böyle bir girişimi savaş nedeni sayacağını, ilk kez 1976’da açıkladı. Dönemin Dışişleri Bakanı Çağlayangil, ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’e 15 Nisan 1976 tarihinde bu kararı yazılı olarak bildirdi. Bu ilk casus belli kararı oluyordu. Yunanistan o sıra dursa da fırsat buldukça, Türkiye ile arasındaki karasularını 12 mile çıkarma hakkını zamanı gelince kullanacağını açıklamaya devam etmiştir.

 

Yunanistan’a göre 12 millik karasuları artık bütün devletler tarafından kabul edilmiş bir teamül, hatta devletler genel hukukunun kuralıdır. Elindeki adaları ülkesel bütünlüğünün ayrılmaz parçası olarak varsaydığından, adaların da 12 mil karasuları olacağını savlamaktadır. Oysa Türkiye’nin görüşüne göre, Adalar Denizi yani Yunanlıların Ege diye varsaydıkları deniz, coğrafi konumu bakımından “Kapalı-Yarı Kapalı” deniz statüsündedir. Dolayısıyla bu denizde karasuları sınırları belirlenirken, özel coğrafik konum göz önünde tutulmalı, kara sularının sınırları kıyıdar ülkeler arasında yapılacak görüşmelerle saptanmalıdır.

 

Bugün için 6 mil karasuları statüsünde, Adalar Denizi’nin yüzde 7,47’si Türkiye’nin egemenliğinde, Yunanistan’ın elindeki adalar nedeniyle yüzde 43,68’i Yunanistan’ın egemenliğindedir. Uluslararası sular ise yüzde 48,85 paya sahiptir. Bu paylara göre Türk karasularının yüzey alanı 14000 kilometrekare, Yunan karasularının alanı 81969 kilometrekare olup, uluslararası sular 89469 kilometrekare yer kapsamaktadır.

 

Eğer, karşılıklı olarak karasuları 12 mile çıkarılacak olurlarsa, Türk karasuları yüzde 8,76 payla 16438 kilometrekareye, Yunan karasuları ise yüzde 71,53 payla 134224 kilometrekareye çıkacaktır. 6 mil sınıra göre, 12 mil sınırıyla Türk karasularındaki artış yüzde 17’de kalırken, Yunan karasularındaki artış yüzde 64 düzeyinde olacaktır. Bu koşulda uluslararası suların payı yüzde 19,71 oranıyla 36985 kilometrekareye düşecektir. Yunanlıların elinde olan yüzeyi bir kilometrekareden bile küçük adacıkların 12 mil karasuları olacaktır, bu bile hakkaniyetsizliği göstermeye yeter.

 

Yunanistan karasularını 12 mile çıkarmak isteyince, Türkiye bunu Casus Belli (savaş nedeni) sayacağını ilân ediyor ve bu karar, 15 Nisan 1976 tarihinde Dışişleri Bakanı Çağlayangil tarafından ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’e yazılı olarak da bildiriliyordu.

 

Yunan Korsanlığına Karşı İkinci Casus Belli

 

1982 yılında Üçüncü Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde, karasuları için azami sınır olarak 12 milin kabul edilmesinden sonra Yunanistan, yine karasularını genişletme isteğini dile getirir oldu. Ancak, Yunanistan’ın 12 mil kararını gerçekleştirmesi durumunda, Türkiye’nin kıta sahanlığı olarak kabul edilen bölgeler Yunan karasuları tarafından kapatılacaktır ki, Yunanistan’ın asıl amacının bu olduğu ortadaydı. Türkiye, kendi kıta sahanlığının üzerine hukuksuz oturulmasına ve bu oyuna izin veremezdi.

 

12 mil koşulunda, Türkiye için Midilli ile Sakız ve Sakız ile Sisam arasında açık olan denize doğru yalnız iki dar boğaz kalacaktır. Bunlar kısa bir geçiş yolu gibi görülse bile, buradan Akdeniz’e ya da Marmara’ya seyredecek gemiler yeniden Yunan karasularına girecektir. Boğazlara ulaşmak için tek yol kısa düz çizgi iken, devamlı manevralarla dolu kıyı şeridinin izlenmesi gerekecektir. Zararsız geçiş yolları kapandığından, bu da kabul edilemeyecek bir durumdur. Haksız ve hukuksuz olarak, Yunanistan kara sularını 12 mile çıkarma kararını kesinleştirip uygulamaya kalkarsa, elbette Türkiye’nin uluslararası hukuka dayanarak bu uygulamayı tanımama hakkı vardır.

 

Yunanistan’ın Adalar Denizi’nde, “Biz Ege’de karasularımızı 12 mile çıkardık” diye ilân etmesi, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne, uluslararası hukuka ve Uluslararası Adalet Divanı’nın içtihadına aykırı olmakla kalmayıp, “Korsanlık Kararı” olacaktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 8 Haziran 1995 tarihinde bu konuyu tartışıyor, Meclis’te grubu bulunan bütün siyasi partilerin ortak önergesi, milletvekillerinin ayakta alkışları ve “Bravo” haykırışları arasında oybirliğiyle benimsenerek, gereği için Meclis Başkanlığı görevlendiriliyordu. Kabul edilen önergenin son paragrafı şöyledir:

 

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Yunanistan Hükümetinin Lozan’la kurulmuş dengeyi bozacak biçimde Ege’deki (Adalar Denizi’ndeki) karasularını 6 milin ötesine çıkarma kararı alamayacağını ümit etmekle birlikte, böyle bir olasılık durumunda, ülkemizin hayati menfaatlerini muhafaza ve müdafaa için, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine, askerî bakımdan gerekli görülecek olanlar da dahil olmak üzere, tüm yetkilerin verilmesine ve bu durumun Yunan ve dünya kamuoyuna dostane duygularla duyurulmasına karar verilmiştir.

 

Bu karar Yunanistan tarafından yeni bir “Casus Belli” olarak değerlendirilmiştir. Söz konusu kararda 12 mil yerine 6 milin ötesi denmesi, Yunanistan’ın 12 mil diye çıkıp, sonra 7-8-9-10-11 mil gibi bir ara kademe oyunu oynayamaması içindir.

 

TBMM’nin 8 Haziran 1995 günü siyasi partilerin ortak önergesiyle aldığı duyuru kararı, Yunanistan tarafından “İkinci Casusu Belli” kararı olarak değerlendirilmiştir.

 

1997 Madrid Mutabakatı ile Gerilim Bir Süreliğine Erteleniyor

 

Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerilimin çatışmaya dönüşme riski, NATO’yu ve ABD’yi tedirgin ettiğinden, 1997 yılında ABD gerilim sonlandırmak amaçlı bir girişimde bulundu. O yıl Madrid’de yapılan NATO Zirvesi, bu amaçla fırsat olarak kullanıldı ve zirveye paralel olarak son gün, Türkiye-Yunanistan arasında mutabakata varıldı. 9 Temmuz 1997 tarihinde Türkiye Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Yunanistan Dışişleri Bakanı Pangalos ve ABD Dışişleri Bakanı Albright tarafından hükümetlerinin görüşleri doğrultusunda karara bağlanıp imzalandı.

 

1997 NATO Zirvesi’nde Madrid mutabakatı sağlandı.

 

Mutabakat metni, “Barış, güvenlik ve iyi komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesinin devamı hususunda karşılıklı taahhüt; uluslararası hukuk ilkelerine ve uluslararası anlaşmalara saygı; Ege’deki meşru, hayati çıkarlarına ve endişelerine karşılıklı saygı; anlaşmazlıkların ortak rızaya dayanarak ve kuvvet kullanımı veya kuvvet tehdidi olmadan barışçıl yollardan çözümlenmesi taahhüdü” şeklinde genel ifadelerle düzenlenmişti. Bu genel ifadelerin altından yorumlanarak çıkarılan, Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarma eğiliminden vazgeçmesi, Türkiye’nin de bunu savaş nedeni sayma politikasını bırakma taahhüdü yatıyordu.

 

KITA SAHANLIĞI VE KARASULARI SORUNUNDA SON DURUM

 

1995’den bugüne 24 yıl geçti, ama Yunanistan ile aramızda gerginlik varlığını korudu, hiç azalmadı. Ne kıta sahanlığı konusunda ne de karasuları konusunda bir uzlaşma oldu. Avrupa Birliği’ni arkasına alan, ABD’den destek gören Yunanistan için gemi azıya aldı bile denilebilir.

 

Yunanistan Türk Kıta Sahanlığından Petrol Çalıyor, Bakan Bakıyor…

 

Kıta sahanlığı üzerinde karşılıklı anlaşma sağlanmadan gerek Yunanistan’ın ve gerekse Türkiye’nin, petrol ve gaz (hidrokarbon) aramaları yapmayacağına ilişkin Bern Mutabakatı, Yunanistan tarafından yok varsayılmıştır. Yunanistan Kavala Körfezi’nde, Türkiye’nin kıta sahanlığı üzerinde Taşoz Adası’na 8 kilometre uzaklıkta, 4 kilometrekarelik offshore alanda; Prinos, Epsilon ve Güney Kavala hidrokarbon basenlerini keşfetmiş, 2014-2015 yıllarında burada 15 petrol kuyusu açılmıştır. 2017 yılında bu alandan günde 10 bin varil petrol çıkardıklarını açıklamışlardır.

 

Adalar Denizi’nin kuzeyinde kıta sahanlığımız üzerinde Taşoz yakınındaki hidrokarbon alanları ve Yunanlıların petrolümüzü çalmak için sondaj geliştirme çalışmaları.

 

Yunanistan bu hamleyi, 2002 yılı sonrasında AK Parti’nin tutumuna bakarak bulduğu cesaretle yapmıştır. Oysa 1987 yılında, Yunanistan’ın Taşoz Adası yakınlarında petrol arama çalışması, dönemin Türk Hükümeti tarafından engellenmişti. 2002 yılı öncesinde Türk savaş jetleri, Taşoz ve çevredeki diğer adalar üzerinde devriye uçuşları yaparken, AK Parti iktidarıyla birlikte bu uçuşların durdurulduğu biliniyor. Hayali Avrupa Birliği aşkıyla deniz alanı zımnen Yunanlılara bırakılmış görüntüsü oluşturuldu. Yunanlılar fırsatı değerlendirdiler, Taşoz çevresinde petrol arayıp üretime geçtiler.

 

Uluslararası hukuk açısından, Taşoz Adası’nın sadece zilyetlik hakkı Yunanistan’da bulunuyor. Bu da 13 Şubat 1914 tarihli Büyük Devletler Kararı’na bağlı ve bu karar sadece zilyetlik hakkını içeriyor. Bu karara uygun biçimde, Lozan’da Taşoz’un Yunanistan’a bırakılmasıyla onlara geçen bir hak oldu, ama Taşoz Adası’nın mülkiyeti hukuken halen Türkiye’de. Kısacası bizim kıta sahanlığımızdan, ilân edilmemiş MEB sınırlarımız içinde kalan mavi vatanımızdan petrol çalıyorlar.

 

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, Taşoz petrolü konusunda TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda bir soru üzerine yaptığı konuşmada, “Taşoz Adası’nda yapılan arama ve üretim çalışmaları Yunanistan’ın karasuları sınırları dahilindedir” dedi. Bakanın açıklaması, Türkiye’nin hakkını görmezden gelen yanlış bir saptamadır ve Bakan adına talihsizliktir. Bakanlık koltuğu, mavi vatanımızda işgal stratejisi uygulayan Yunanlıları haklı göstermeyi değil, onlara haddini bildirmeyi gerektirir.

 

Girit Çevresindeki Hidrokarbon Kaynakları da Türkiye’ye Aittir

 

Yunanistan’ın kıta sahanlığı oyununa son olarak, Girit Adası’nın güneyindeki 42 bin kilometrekarelik alan da eklenmiş bulunuyor. Yunanistan 2011 yılında bir yasayla burayı hidrokarbon kaynakları bulabilmek için sismik araştırma alanı ilan etti. Ardından 2014 yılında parselleyip petrol şirketlerinin gelmesi için uluslararası ihaleye çıkardı. Hidrokarbon kaynaklarının bulunma olasılığının yüksek olduğu söyleniyor. Parsellenen bu alan da Türkiye’nin kıta sahanlığı üzerindedir.

 

Girit’in güneyinde uluslararası ihaleye çıkarılan offshore hidrokarbon arama blokları, Türkiye’nin kıta sahanlığı ve MEB alanı üzerinde uzanıyor. Eğer önlem alınmazsa, Yunan kapkaçıyla Taşoz petrol kuyularının manzarası burada da görülür.

 

Türkiye ile Yunanistan arasında kıta sahanlığı sınırlarını belirleyen bir anlaşma olmasa da daha önce belirttiğimiz gibi, Girit Adası’nın paylaşımının tartışmalı olması bir yana, çevresindeki 14 ada ya da adacık mevcut anlaşmalara göre Türkiye’nin egemenliğinde kalmış görünüyor. Böyle olunca, Yunanistan Türkiye’nin 42 bin kilometrekarelik kıta sahanlığına tecavüz etmiş bulunuyor. Söz konusu alan, Girit’in toplam yüzey alanının 4,8 ya da yaklaşık beş katı büyüklüğünde. AK Parti iktidarı Yunanlıların bu girişimlerine hiçbir tepki göstermediği için serbestçe hareket edebiliyorlar.

 

Karasularında 12 Mil İddiası Demokles’in Kılıcı Gibi

 

Aslında sorunu tanımlamak için kullandığımız “Demokles’in kılıcı” yerine, “Yunan kılıcı” demek belki daha doğru olur. Yunan kumandanı Trikupis, Anadolu bozgununda yenilip teslim olunca, kılıcını sapından bile değil, ucundan tutarak teslim etmişti. O günlerden bu günlere gelinmesi düşündürücü. Gemi azıya alan Yunanistan, kendi deniz ve hava üslerini ABD’nin kullanımına açarak, İsrail, Mısır, Fransa ve İtalya gibi Akdeniz ülkeleriyle şer ittifakları kurarak, Avrupa Birliği’ne yaslanarak, Türkiye’ye karşı kılıç gösteriyor. Karasularını 12 mile çıkarma hayalini gerçekleştirmeye çalışıyor.

 

Ekim 2018’de Yunanistan Dışişleri Bakanı Kocias istifa ediyor ve görevini devrederken yaptığı konuşmada, ülkesinin karasularını Mora ve Girit arasındaki Antikithira Adası ve diğer iki bölgede 6 milden 12 mile çıkarma yönünde Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hazırlandığını söylüyordu. Türk Dışişleri Bakanlığı’ndan, “İki ülkenin karşılıklı kıyılarının bulunduğu deniz alanına yönelik ikili mutabakatın olmadığı adımlara müsamaha göstermemiz mümkün değildir” yanıtı geliyor ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 8 Haziran 1995 tarihli bildirisi hatırlatılıyordu. Bu elbette yerinde bir tepkiydi.

 

Adalar Denizi’nde 6 mil (fiili durum) ve 12 mil (Yunan isteği) sınırlarına göre Yunanistan kara sularının kapsayacağı alan, Adalar Denizi’nin yüzde 71,53’ü kadar.

 

Ekim ayı sonunda Yunanistan Başbakanı Çipras, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerini durdurduklarını, ancak konuyu yasa tasarısı olarak Yunan Meclisi’ne getirmeyi kararlaştırdıklarını açıklıyordu. Yunanistan Cumhurbaşkanı Pavlopulos, 12 Kasım 2018 tarihli konuşmasında, “Uluslararası hukuka göre, Yunanistan ve Avrupa Birliği için kara ve deniz sınırlarında gri bölge yoktur. Bu çerçevede Yunanistan uygun gördüğünde karasularını genişletme hakkı bulunmaktadır ve bundan vazgeçilmesi gibi bir durum söz konusu değildir” diyordu. Ayrıca diplomatik uyarıda bulunarak, “Türkiye’yi iyi dostluk ve iyi komşuluk ilişkilerinin yanısıra hukuka uymaya davet ediyoruz” diye ekliyordu. Tüm bu açıklamalar Yunanlıların ateşle oynamakta kararlı olduklarını gösteriyor. Şimdi oyunun ne zaman başlayacağı bekleniyor.

 

ADALARIN SİLAHLANDIRILMASI SORUNU

 

Türkiye ve Yunanistan arasındaki büyük sorunlardan biri de mevcut uluslararası anlaşmalara göre, askerden arındırılmış ve silahsızlandırılmış olması gereken adaların tümünün Yunanistan tarafından silahlandırılmış olmasıdır. Kendisine Lozan’da bırakılan adalardan öte, 2002 sonrasında Türkiye’ye ait olmasına karşın el koyduğu adacıkları bile silahlandırmakta, asker yerleştirmekte ve hatta askerî tatbikatlar yapmaktadır. Bu pek tabii Türkiye için bir tehdittir.

 

Yunanistan elindeki adaları, işgal ettiği ada, adacık ve kayalıkları Türkiye’ye karşı silahlandırıyor, milis kuvvetler oluşturuyor. Bu ada, adacık ve kayalıkların tümü Türkiye’nin fırtına obüslerinin menzili içinde. Yapacağı çılgınlığın misliyle karşılık bulacağını unutmamalı.

 

Silahlandırmanın Ön Adımı Sivil Havaalanlarıyla Atıldı

 

Adaların askerileştirilerek tahkim edilmesi, önceleri sivil hava alanları inşasıyla başlamıştır. 1952 yılında Leros (İleryüz) Adası’na turizm amaçlı havaalanı kurulması ilk adımı oluşturmuştu. Adaların tamamında askerî tahkimat yapılması, özellikle Kıbrıs anlaşmazlığı nedeniyle 1960’lı yıllarda olmuştur. 29 Haziran 1964’de Türkiye Yunanistan’a bir nota vererek, Rodos ve İstanköy adalarında yaptığı tahkimata antlaşmalara uygun olarak son vermesini istemişti. Yunanistan yaptığını yalanla örtmeye çalışıyor, cevabi notasında tahkimat oluşturmadığını söyleyip, inkâr ediyordu. Ardından aynı olay 1969 yılında Limni Adası’nda yaşanmıştı.

 

Yunanistan, Adaların Zilyetliğini Mülkiyete Çevirme Arayışında

 

Yunanistan adaları silahlandırırken, bir yandan da adaların uluslararası statüsünü düzenleyen antlaşmaların geçerliliğini tartışma konusu yapmıştır. Uluslararası statükolardaki değişikliklerin, adalara ilişkin antlaşmaların kurduğu statüyü geçersiz duruma getirdiğini savunur olmuştur. Yunanistan’ın bu tutumunun nedeni aslında açıktır. Yunanistan’a adaların mülkiyeti değil, hukuken zilyetlik (possession) hakkı, yani fiili hakimiyete dayalı kullanma hakkı verilmiştir. Yunanistan statükoyu yıkarak, adaları hukuken kendi mülkiyetine alma çabasındadır. Bu niyetini de adaların Yunanistan’ın ayrılmaz parçası olduğunu söyleyerek açıklamaktadır.

 

Yunanistan Adaları Silahlandırmak İçin NATO’yu Kullanmak İstedi

 

Yunanistan, Türkiye’nin karşı çıkışını engelleyebilmek amacıyla, NATO savunma sistemi içerisinde adaların silahlandırılmasını kotarma stratejisine sarıldı. Bu nedenle de adaların NATO savunma planları içine alınması yönünde çabalar sarf etti. Türkiye, Yunanistan’ın bu girişimlerine ittifak içinde gerekli tepkiyi göstermiş, Yunan stratejisini geçersiz kılmıştır. Ancak, her girişim ve bunun engellenmesi iki ülke arasında ittifakı, dostluğu sarsıcı sert hukuksal ve siyasal tartışmalara neden olmuştur. Yine de Yunanistan silahlanmayı sürdürmüştür. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile iki ülke arasında gerginliğin zirve yapması, adaların silahlandırılmasına hız katmıştır.

 

1974’de NATO’nun askeri kanadından ayrılan Yunanistan, geri dönüş için Kıbrıs ve Adalar Denizi konularında kendi lehine yeni değişiklikler istiyordu. Türkiye ise Yunan isteklerine karşı çıkıyordu. Türkiye, ayrıca Adalar Denizi’nde deniz ve hava komuta sorumluluk bölgelerinin yeniden paylaşılmasında ısrar ediyordu. Ancak, 12 Eylül askerî darbesiyle Kenan Evren Cuntası, Türkiye’nin ısrarını geri çekerken, Yunanistan’a yeniden NATO’nun askerî kapısını da açıyordu. Yunanistan, Türkiye’yi tehdit olarak görmeyi sürdürüp Türkiye’ye karşı silahlanırken, Türkiye’nin NATO’da veto hakkını kullanmayarak, ABD’nin sözüne kanıp Yunanistan’ın geri dönüşüne karşı çıkmayışı, çok büyük bir kozunu kaybetmesine neden oldu.

 

Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Rusya’dan alıp Ada’ya yerleştirmek istediği S-300 füzelerinin, Türkiye’nin karşı çıkmasıyla Yunanistan tarafından alınıp Girit Adası’na 1999 yılında konuşlandırılması ise, adaların silahlandırılmasında zirve noktasıdır. Bugün Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi almasına karşı çıkan ABD, Yunanistan’ın S-300’leri almasına ve Akdeniz’e yerleştirmesine karşı çıkmamıştır. İki ülke arasında sürdürülen tartışmalar, NATO ittifakı içerisinde görüş ayrılıklarına yol açmakla kalmamış, NATO’nun güneydoğu kanadını zayıflatan etki yapmıştır.

 

Yunanistan Girit Adası’na yerleştirdiği S 300’lerle 2013’de füze tatbikatı yapıyordu

 

Yunanistan’ın Adaları Silahlandırması Hukuksuzdur

 

Lozan Barış Antlaşması geçerliliğini korumaktadır. 1947 Paris Antlaşması da On İkili Adalar’ın askerden arındırılmasını öngörmektedir. Yunan iddiasına göre, Paris Antlaşması’na taraf olmayan Türkiye’nin adaların silahlandırılmasına itiraz hakkı bulunmadığı görüşü, uluslararası hukuken geçerli değildir.

 

Yunanlıların 1936 Montreux Sözleşmesi’nin Yunanistan’a adaların silahlandırılması hakkı verdiğine ilişkin iddiası da temelsizdir. Türkiye bu sözleşmeye dayanarak Boğazları ve Boğaz önü adaları silahlandırmıştır, ama bu Boğazlar için gereklidir. Türkiye için geçerli olan bu hak Yunanistan için verilmemiştir. Yunanistan’ın özellikle 1974 yılından sonra, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51’inci maddesine göre adaları silahlandırmasını meşru müdafaa hakkı olarak göstermesi de geçersizdir. Çünkü, Türkiye’nin ne Yunanistan anakarasına ne de adalara askeri saldırısı vardır. Oysa, 51’inci maddenin uygulanabilmesi için fiili saldırı olması gerekir.

 

YUNANİSTAN’IN ADA, ADACIK VE KAYALIKLARI ELE GEÇİRME ÇABASI

 

Türkiye ile Yunanistan arasında, egemenlik konusu çekişmeli ya da tartışmalı olarak gösterilmek istenen ada, adacık ve kayalıklar sorunu da var. Sorunu çıkaran yine Yunanistan, Türkiye’ye ait olmakla birlikte iskân edilmemiş durumdaki ada, adacık ve kayalıklara el koyma çabasında, bugün için 18 ada Yunan işgali altında bulunuyor.

 

Sorunun çıkış nedeni de antlaşmalarda adları belirtilerek devredilen adalar dışında kalanlar için Türkiye ve Yunanistan arasında deniz sınırlarının sözde belirlenmemiş olması. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin devamı olarak Türkiye’nin egemenliğinde kalan ada, adacık ve kayalıkların statülerinin tartışılmasına neden olmaktadır. Oysa Yunanistan’a devredilen adaların isimleri teker teker sayılmıştır, listede ismi olmayan ada, adacık ve kayalıklar Osmanlı’dan Türkiye’ye kalmıştır.

 

Türkiye hukuken haklı olarak, adalarla ilgili antlaşmalarda adları açıklanarak devredilen adalar dışında kalan ada, adacık ve kayalıklar üzerinde egemenliğinin sürdüğünü iddia etmektedir. Yunanistan ise Megali İdea görüşü ve yayılmacı politikasıyla, oldu-bittilerle kapabilmek amacıyla, Anadolu kıyılarının üç mil dışında kalan deniz alanında Türkiye’nin hak iddia edemeyeceği görüşünü savunmaktadır. Üç mil sınırı, Lozan’daki karasuları tanımından gelmektedir. Bugün artık o karasular bile 6 mildir. Bu görüş ayrılığı, ilk kez 1996’da Kardak Krizi’nin yaşanmasına neden oldu.

 

Kardak Krizi Kayalık Sorunu Değil, Deniz Yetki Alanı Sorunudur

 

1995 yılında bir Türk kargo gemisi, Bodrum ile Kelemez (Kalimnos) Adası arasında kalan ve Bodrum’dan 3,8 mil uzaklıktaki bir küçük kayalığın kıyısında karaya oturmuştu. Bu kaza üzerine geminin kurtarılması, “Türk şirketlerince mi yoksa Yunan şirketlerince mi yapılacak?” tartışması gündeme geldi. Yunan medyası konuyu istismar ediyor ve bir Yunan TV kanalı, “Türkiye’nin Yunan adalarını ele geçirme planını uygulamaya koyduğu” iddiasıyla haber yayınlıyordu.

 

Bunun üzerine Kelemez Adası Belediye Başkanı, bir grup Rumlar 26 Ocak’ta Kardak kayalıklarının birine Yunan bayrağı dikerek, kayalık fethine kalkıştı. Yunan askeri gemileri de o bölgedeydi. Türkiye Başbakanı Çiller, olaya sert tepki göstererek, “Yunan gemilerinin orada işi ne? Bu kayalıklar bize ait, Yunan gemilerinin orada dolaşmasına müsaade edemeyiz” diyordu.

 

Yunanistan olayı tırmandırıyor, 29 Ocak günü doğudaki kayalığa bir askeri tim çıkarıyor ve her iki kayalığa da bayrak dikiyordu. Ayrıca dört hücumbot göndermiş, Yunan uçakları taciz uçuşlarına başlamıştı. Türkiye Dışişleri Bakanı Baykal, Yunanistan’ın Ankara Büyükelçisini Bakanlığa çağırarak, sert bir nota vermişti. Bu gelişmeler üzerine 30 Ocak’ta Başbakanlık’ta yapılan kriz toplantısında, askerî önlem alınması kararlaştırılıyordu. Başbakan Çiller, tarihi kararını şöyle açıklamıştı: “O bayrak inecek, o asker gidecek”.

 

Türk Deniz Kuvvetleri unsurları harekete geçiyor, 16 saatlik çok kısa bir süre içinde 30-31 Ocak gecesi denizde gereken şekilde konuşlanıyordu. 31 Ocak saat 01.40’ta SAT komandolarımız, Yunan askeri bulunmayan batıdaki kayalığa çıkarak kayalıktaki Yunan bayrağını indiriyor, yerine Türk bayrağını çekiyorlardı. Türk bayrağının çekildiğini Yunan helikopteri görüyor ve gemisine geri dönerken, teknik bir arızayla denize çakılıyordu. Yunan Genelkurmay Başkanı çıldırmışçasına, Türk SAT komandolarının bulunduğu kayalığı bombalamak istiyor, Yunan Başbakanı Simitis, buna tepki göstererek, Genelkurmay Başkanını görevden alıyordu. Türk bayrağının dikilmesiyle Yunanistan geri adım atmak zorunluluğu duymuştu.

 

Krizin büyümesinden ve iki ülke arasında savaş çıkmasından endişe eden dönemin ABD Başkanı Clinton ve NATO yetkilileri devreye girmişti. 30 Ocak-1 Şubat 1996 tarihleri arasında geceli gündüzlü süren görüşmelerle iki tarafı da ikna etmeye çalışıyorlardı. Sonuçta taraflar bayrakların indirilmesine ve komandoların çekilmesine razı oldular. ABD yine Yunanistan’ın yanında yer almıştı. Rum lobisinin etkisiyle, ABD Deniz Kuvvetleri’nden Türk Deniz Kuvvetleri’ne transfer edilecek bazı gemilerin teslimi geciktirilerek, örtülü silah ambargosu uyguladılar.

 

1996 Kardak olayı mavi vatana sahip çıkma olayıdır.

 

Yunanistan, Kardak kayalıklarına askerî kuvvet göndermemiş olsa, belki bayrak dikme olayı masum bir tepki gibi değerlendirilip geçiştirilecekti, ama Yunan Donanması’nın hareketi hiç de öyle olmadığını göstermişti. Olay, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve mavi vatanına yönelik bir işgal girişimine dönüşmüştü. Sonuçta ABD ve NATO’nun araya girmesiyle her iki ülke bayrakları indirip askerleri çekmiş olsa bile, her iki ülkenin gözü hep Kardak kayalıkları üzerinde oldu, hâlâ da öyle. Çünkü, Kardak kayalıklarında egemenliği belirleyecek kriterler, Adalar Denizi’nde yer alan diğer ada, adacık ve kayalıklar üzerindeki egemenliği de belirleyecektir. Yunan tacizlerine karşı, Türkiye 2018 yılında Kardak’a bir mil uzaklıktaki Çavuş Adası’na, Türk Deniz Kuvvetleri komutasında kullanılmak üzere iskele ve gözetleme kulesi inşa etmiş bulunuyor.

 

Bu kriz, Türkiye’deki bir kısım çevrelerin de etkisiyle, dünya kamuoyuna küçük bir kayalık için koparılan fırtına şeklinde sunulmuştu. İç siyaset arenasında, “Birkaç keçinin bile otlayamayacağı yer için savaşılır mı?” diye küçümseyenler görülmüştü. Oysa sorunun kayalık sorunu olmadığını, Türkiye’nin deniz çıkarları ve deniz yetki alanlarıyla bağlantılı olduğunu, kıta sahanlığı sorununu ve bugün gündemde olan MEB sorununu içerdiğini jeopolitika uzmanları ve deniz stratejistleri açıklamışlardır. Hâlâ da bu gerçeği bilmeyenler ve görmeyenler var. Bilmeyenler bilgi yoksunu olabilir, ama bilmek ya da görmek istemeyenler yabancı emperyal çevrelere biat edenlerdir.

 

Adalar Denizi’nde Gri Bölgeler Sorunu

 

Gri bölgeler sorunu, bir diğer deyişle egemenliği tartışmalı yerler sorunudur. Aslında hukuken egemenlikleri bellidir, ama Yunanistan uluslararası hukuku görmezden geldiğinden böyle bir sorun vardır. Kardak Kayalıkları, söz konusu bu yerlerden ve bu sorunlardan biridir. Ancak, Adalar Denizi’nde sayıları yaklaşık 150 civarında olan ve antlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiş bulunan ada, adacık ve kayalık biçiminde başka ve çokça yer vardır. Bunların karasuları ile kıta sahanlığı ve MEB paylaşımına etkileri, sorunun önemli boyutunu oluşturmaktadır.

 

Yunanistan’ın buraları sahiplenmeye kalkması, Türkiye’nin mavi vatanına sahip çıkma arzusu, iki ülkeyi karşı karşıya getirecek görünmektedir.  İki ülke arasında kolay kolay bitmeyecek bu sürtüşme konusu, ülkeleri çatışmaya da götürebilir. Kardak dışında bu konuda bir sıcak gerilim yaşanmamışsa da bunun nedeni, AK Parti iktidarının Yunanistan’ın saldırganlıklarına yıllarca seyirci kalmış olmasıdır. Kardak krizi, bu sorunun her an sıcak çatışmaya gidebileceğini göstermiştir.

 

Aslında belli olmasına karşın, statüleri henüz saptanmamış denilen ada, adacık ve kayalıklar için iki ülke arasında yeni bir hukuki düzenleme ve anlaşma yapılması sözünü edenler de vardır. Böyle bir yeni anlaşma asla tavizkâr tutumla yapılmamalı, Türkiye hakkını gerekirse çatışarak korumalıdır. Söz konusu olan yerler üzerinde yerleşim olmayan ya da birkaç hayvandan başka yaşam bulunmayan bir kayalık ve küçük toprak parçası olsa bile, mavi vatanımızdaki yetki alanına uzantısının bulunduğu asla unutulmamalıdır.

 

Türkiye’nin Egemenliğinde Sayılan Ada, Adacık ve Kayalıklar

 

Türk Silahlı Kuvvetleri Harp Akademileri Komutanlığı, bu konuya ilişkin raporunda, statüsü belirlenmemiş ada, adacık ve kayalıklar Osmanlı İmparatorluğu’nun halefi olarak Türkiye’nin egemenliğindedir görüşünü dile getirip, şöyle açıklamaktadır:

 

Lozan Antlaşması’nın 12’nci maddesi uyarınca Yunanistan’a verilen adaların dışında kalan Zürafa, Koyun Adaları, Hurşit ve Girit civarında bulunan Bergitsi, Sıgri, Tokmakia, Kasonisi gibi ada ve adacıklar üzerinde Türkiye’nin egemenliği hukuken devam etmektedir.

 

Aynı madde uyarınca Lozan Antlaşması’nın aksine bir hüküm bulunmadıkça, 13 Şubat 1914 tarihinde Yunan işgali altında bulunmuş olsa dahi, Anadolu’nun 3 mili içinde bulunan bütün ada, adacık ve kayalıklar Türkiye’nin egemenliği altındadır. Antlaşmada yer alan 3 millik mesafe dönemin karasuyu mesafesi olduğuna göre, bugün de aksine bir hüküm bulunmadıkça 6 mil olan karasuyu dahilinde bulunan ada, adacık ve kayalıklar Türkiye’nin egemenliğindedir.

 

Menteşe Adaları bölgesinde bulunup da antlaşmada ismen zikredilmeyen adalar ile zikredilen 14 adaya bitişik olmayan ada, adacık ve kayalıklar, başka deyişle 28 Aralık 1932 zabıtnamesinin statüsüne bağlı olan adalar veya statüleri Kardak kayalıkları ile aynı olan Keçi, Bulamaç, Kalimnos, Sakarcılar, Çerte, Nergiscik, İstanbulya (Astropalya) güneyindeki 12 ada, adacık ve kayalık ve Girit’in kuzeydoğusundaki 13 ada, adacık ve kayalıklar üzerinde Türkiye’

nin egemenliği devam etmektedir”.

 

TSK Harp Akademileri Komutanlığı, Adalar Denizi’nde Lozan Antlaşması ile adı kaydedilerek Yunanistan’a devredilen adaların dışında kalan ada, adacık ve kayalıklar üzerinde Türkiye’nin egemenliğini sürdüğünü rapor etmiş bulunuyor.

 

Yunan Oyunu ve İşgal Edilen Adalarımız

 

Türkiye’nin savunması açısından stratejik önemi olan Menteşe Adaları ya da Güney Sporatlar, On İkili Adalar dediğimiz 14 adanın yanısıra başka ada, adacık ve kayalıkları da içeren bir gruptur. Yukarıda açıklandığı gibi, bu grupta Yunana verilmeyen yerler vardır. Ancak Yunanistan buraları ele geçirmek için iskâna açık olmayışından yararlanmış, üzerinde insan yaşamayan ada, adacık ve kayalıkları iskâna açma politikası diye, buralarda ufak yerleşimler oluşturmaya kalkışmış, küçük kiliseler kurmuş ve asker yerleştirmiştir.

 

İskâna açık olmayan yerlerin kendi karasuları yokken, Yunanistan buraları iskâna açmakla kendi karasularını da hukuksuz olarak genişletmeye çalışmış, ayrıca Türkiye’ye karşı tehdit olacak biçimde tahkimat yapmıştır. Bu politikasında da Avrupa Birliği’ni arkasına alma çabasındadır. Nitekim son zamanlarda Avrupa Birliği’nin NATURA 2000 Çevre Koruma Projesi kapsamında yapılan uygulamalar gibi göstererek, işgalini genişletip başka ada, adacık ve kayalıklara el koymasını kamufle etmeye çalışmaktadır. Avrupa Birliği sınırının buralara uzandığını söylemektedir.

 

Yukarıda birkaç kez vurguladığımız gibi, 2002 yılı sonunda AKP iktidara gelince, Avrupa Birliği üyeliği beklentisinin yanısıra, NATO içinde çatışma çıkarmamak gibi bir görüşle olsa gerek, Yunanistan’ın Ege dediği Adalar Denizi’ndeki yayılmacı politikasına tepki göstermeyerek seyirci kalmıştır. Bu AK Parti’nin devleti kuran antlaşmaları yeterince öğrenemediğinin, dış politikadaki bilgi noksanlığının da bir kanıtı olmuştur.

 

Özellikle 2004 yılından sonra, 14 yıllık süreçte pervasızca sürdürülen Yunan işgaliyle gri bölgede toplam 18 adamız, adacığımız ve kayalığımız Yunanistan’ın eline geçmiş bulunuyor. AK Parti hâlâ tepkisiz ve bu konuda sınır belirleyici bir anlaşma yok diyecek kadar da cahil tutum içinde. İşte bu tepkisizlik ve cehalet nedeniyle, Yunanistan’ın işgal ettiği ada, adacık ve kayalık isim listesi:

 

Aydın iline bağlı; Bulamaç, Fornoz, Eşek, Hurşit, Marathi, Nergizcik, Balıkesir iline bağlı; Koyun, İzmir iline bağlı Venedik kayalığı, Muğla iline bağlı; Ardacık, Kalolimnoz, Keçi, Koçbaba, Sakarcılar, Girit çevresinde; Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi, Gavdos, Koufonisi.

 

Yunanlılar Pervasızca Davranırken, Nereye Kadar Suskun Kalınacak?

 

Türkiye basınından birkaç örnek sıralarsak; 6 Ekim 2016’da Balıkesir’in Koyun Adası’nda Yunan Savunma Bakanı Kammenos, Genelkurmay Başkanı Apostolakis, Kara Kuvvetleri Komutanı Tellidis, Hava Kuvvetleri Komutanı Vaitsis ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Giakoumakis’in ada görevlileriyle çekilmiş anı fotoğrafı; 21 Aralık 2016 tarihinde Türk adalarında işgalci Yunan askerleriyle birlikte zafer kutlaması yapan Yunan Genelkurmay Başkanı Apostolakis’in zafer fotoğrafı, Yunan Savunma Bakan Yardımcısı Dimitris Vitsas’ın 7 Eylül 2017’de Aydın’ın Hurşit Adası’nda işgalci Yunan askerlerini denetlerken çekilmiş fotoğrafı, 25 Mart 2018 tarihinde Aydın’ın Eşek Adası’nda resmi geçit yapan Yunan askerlerinin fotoğrafı yayınlanıyordu. Örnekler çoğaltılabilir. Her şey Türkiye’nin gözü önünde oluyordu, ama AK Parti’nin yetkilileri ve dış politika uzmanları ile biatçı diplomatları herhalde göremediler ki suskun kaldılar.

 

Yunanistan’ın saldırganlığı sürüyor, Eski Savunma Bakanı Kammenos 5 Nisan 2018 günü İkarya Adası’ndaki Yunan askerlerini ziyaretinde, Türkiye’yi kendilerini provoke eden düşman olarak tanımladıktan sonra, yedi bin askeri adalara ve Batı Trakya sınır bölgesine yerleştirdiklerini açıklıyor, “Cesaretleri varsa bir karış toprağımıza göz diksinler. Yunanlılar birlik olup onları ezecektir. Onların tehdit ve provokasyonları bizi dize getiremeyecek, aksine güçlendirecektir” diye meydan okuyordu.

 

Ne yazık ki AK Parti iktidarı Yunanistan’a karşı adalar konusunda gereken çıkışı yapamamış, bir nota bile vermemiştir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, 15 Ağustos 2018 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir açıklamada, “Bazı adacık ve kayalıkların aidiyeti ve bununla bağlantılı olarak Türkiye ve Yunanistan arasında geçerli bir uluslararası anlaşmayla tespit edilmiş deniz sınırlarının bulunmaması da bu sorunlar arasında yer almaktadır. Bu itibarla sorun Lozan ve Paris Antlaşmalarının ilgili maddelerinin yorumuyla alâkalı hukuki bir meseledir. Bilindiği gibi, Ege meseleleri Yunanistan ile aramızda mevcut diyalog kanalları çerçevesinde tüm yönleriyle ele alınmaktadır. Ülkemiz bu sorunların tümüne uluslararası hukuk çerçevesinde, hakkaniyete uygun ve ülkemizin temel hak ve menfaatleri gözetilerek diyalog yoluyla çözüm getirilmesini arzu etmektedir” diyordu.

 

Yunanistan Savunma Bakanı Kammenos, 2019 yılı için Yunan Ordusu’na yönelik olarak yayınladığı genel direktifte Doğu Akdeniz’e de değinerek, amaçlarını şöyle açıklıyordu: “2019 yılı Doğu Akdeniz’de enerji konusunda yaşanan gelişmeler kapsamında önemli bir yıl olacaktır. Meis’te, Karaadada’da, Meriç sınırında, denizde, havada ve Yunan topraklarında egemenliğimizi korumak için mücadelenizde her zaman sizin yanınızdayız”.

 

Yunanistan Eski Savunma Bakanı Kammenos işgal altındaki adalarda Yunan birliklerini ziyaretinde. Ne arkalarını dayadığı ABD ve ne de yerleştirdiklerini söylenilen yedi bin Yunan askerine güvenmesinler. Günü geldiğinde Türkiye onlara haddini bildirir ve hakkını alır.

 

Bu cümlede vurgulanan Meis, 7 kilometrekarelik küçük bir ada, ama Türkiye’ye Doğu Akdeniz’de kendi alanının yaklaşık 15 bin katı, 104 bin kilometrekare deniz yetki alanı (MEB) kaybettirebilecek bir ada. Meis ne yazık ki geçmişte aymazlıkla Yunanistan’a kaptırılmış bir ada. Karaaada ise onun kuzeyinde ondan daha küçük, Muğla Bodrum’a bağlı bir ada ve Lozan’da devredilen adalardan değil, Türkiye’ye ait bir ada. Üstelik yat gezisine çıkan turistler için bir durak noktası gibi.

 

Yunanlıların Karaada tutkusu yeni değil. Tüm ada, adacık ve kayalıkları ele geçirmek isteyen Yunanistan, Meis Adası’nın etrafındaki adacıklar, Aydın’a ait Marathi Adası ve Karaada’yı eskiden beri gözüne kestirmişti. Marathi Adası ve Karaada’nın durumu 1930’lu yıllarda tartışma konusu olmuştu. Uluslararası Adalet Divanı’ndan görüş alınarak, 4 Ocak 1932 tarihinde Türkiye-İtalya arasında imzalanan sözleşmeye göre, Marathi Adası’nın ve Karaada’nın Türkiye’nin egemenliği altında olduğu kabul edilmiştir. Bu sözleşme T.C. Resmî Gazete’de 24 Ocak 1933 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. 24 Mayıs 1933 tarihinde de karar Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’nce tescil edilip arşivlenmiştir.

 

İskân edilmemiş Marathi Adası’nı Yunanistan 2004 yılında işgal ederek bayrak çekti.  Kilise inşa etti, turistik tesisler kurdu ve hatta asker çıkardı. AK Parti Hükümeti bu işgale sessiz kaldı, Nota vermedi, Sahil Güvenlik ve TSK da iktidarın kararına uydu. Eski AK Parti Başbakanlarından Davutoğlu’nun, Marathi Adası’nı pasaportla ziyaret ettiği biliniyor. Daha sonra Birleşmiş Milletler Arşivi’nden Ada’nın tescil belgesi, yani tapusu çıkarıldı. Marathi’de halen Yunan işgali devam ediyor. Şimdi, Karaada’yı da işgale hazırlandıkları anlaşılıyor. AK Parti sessizliğini korumaya devam edecek mi acaba?

 

Yoksa, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 2 Ocak 2019 günü Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi Başkanlığı’nın konferansında söylediğinin devamı gelecek mi? Çavuşoğlu konferansta Yunanistan ile yaşanan Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’deki gerilime değinerek, Eski Milli Savunma Bakanları Kammenos’un kışkırtıcılığına karşı şöyle bir uyarı yapıyordu:

 

Ege etrafında ve Doğu Akdeniz’de çıkarlarımızı da hep birlikte savunmaya devam etmemiz lâzım. Bugün Ege’de oldubittilere izin vermiyoruz. Hem Meclisimizin kararını hatırlatıyoruz hem de Sahil Güvenliğimiz ve ilgili birimlerimiz dahil bazı olumsuz adımlar atıldığı zaman gerekeni yapıyoruz. Yunanistan’a da bir uyarı yapıyoruz. Sizin bir şımarık çocuğunuz var. Milli Savunma Bakanı’na öyle söylüyorlar. ‘Bizim şımarık çocuğumuz’ diyorlar. Şımarık çocuğunuza sahip çıkın da bizim güvenlik güçlerimizin elinden bir kaza çıkmasın. Bunu hatırlatıyoruz. Bu esasen son derece dostane bir uyarıdır. Durup dururken gerginliği artırıcı söylemler içinde bulunmanızın veya bir adacığa çıkmaya çalışmanızın bir faydası yok. Size bir şey getirmez. Hem Ege’de hem de Doğu Akdeniz’de özellikle hidrokarbon rezervlerinin değerlendirilmesi konusunda çıkarlarımızı korumak için gereğini yapıyoruz”.

 

Yunan, elbette gün gelecek Türkiye’den hak ettiği yanıtı ve dersi alacaktır. AK Parti iktidarının vurdum duymazlığı ilelebet süremez. Avrupa’nın şımarttığı Yunanistan’ın şımarık çocuğu Kammenos, 13 Ocak 2019’da hükümet kriziyle istifa ediyor, ama aynı gün askeri helikopterle Kardak üzerinden çelenk atıyordu. Provokatör Kammenos’un yerine aynı görüşteki Genelkurmay Başkanı Apostolakis atanıyordu, değişen bir şey yok. Süren Helenik saplantılarıyla bir gün Karaada’ya el atmaya kalkarlarsa, Türkiye Meis’e çıkmalı, Batı Anadolu’nun karasuyunda bulunan bir çıban temizlenmelidir.

 

Türkiye’nin Ulusal Çıkarlarına Aykırı Adalar Turizmi

 

Bugünkü Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un tanınmış bir Turizm şirketi var, etstur. Reklamlarında “Yunan Adaları’na seyahat” sık sık yer alır. O adalara “Yunan adaları” demenin yanlışlığını, çalışmamızın başında açıklamıştık, sitemizdeki başka yazılarımızda da defalarca tekrarladık. Burada onun üzerinde tekrar duracak değiliz. Ancak 28 Kasım 2018 tarihinde ve sonrasında basında yer alan bir habere göre, Sayın Bakan’ın şirketi Yunan işgali altında olan Keçi Adası’ndaki “H Hotel Pserimos Villas” adlı oteli pazarlamış!...

 

Eğer haber doğruysa “Pes” demekten başka yapacak bir şey yoktu, Sayın Bakan’ın da derhal istifa edip o koltuğu daha fazla işgal etmemesi gerekiyordu. Haber doğru değilse, Sayın Bakan bu habere tepki gösterip derhal tekzip etmesi bekleniyordu.  Bakanın beklenen açıklaması, 40 gün sonra basında yer aldı.

 

Ulusal bilinç ve ulusal çıkarla çelişkili “Yunan Adaları Vizesiz Tur” çılgınlığı olanca hızıyla sürüyor. Türkiye’nin turistik gezi firmalarının görevi Yunan değirmenine su taşımak mı?

 

Sayın Bakanın açıklamasına göre, böyle bir pazarlamanın yapıldığı anlaşılıyor. Açıklaması aynen şöyle: “Keçi Adası’nda şahsi otelim yok. Acente ve otellerin entegre (bağlı) olduğu global dağıtım platformlarında oteller otomatik olarak sistemimize düşüyor. Firmamız bu yeri sisteminde kapattı”.

 

Adı geçen otelin etstur sistemine kapanmış olması yerinde bir karar, ancak bizce yeterli değil. Bundan böyle etstur’un “Yunan adaları” demesine de bir son verilmeli, hatta bu seyahatleri, söz konusu ada turları iptal edilmeli…Çünkü bu sorun ulusal boyutludur, cüzdan boyutlu değildir.

 

Bakanın şirketi etstur’un Keçi Adası’na Türk turist götürdüğü kendi açıklamasıyla sabit. Yunan’ın Keçi Adası’nı haksız işgal ettiği de sabit. Oraya turist götürmek, işgalci Yunan’ın değirmenine su taşımak olmuyor mu? Keçi Adası, Kanuni Sultan Süleyman’dan bu yana Türk toprağı. Osmanlı aşkı bilinen AK Parti’nin Bakanı Ersoy’un şirketi, hiç olmazsa götürdüğü turistlere, “Burası Yunan adası değil, Osmanlı’dan bu yana Türk adası, ama şu anda Yunan işgalinde” açıklamasını yaptı mı? Bırakın yapıp yapmamasını da yapabilir mi acaba? Kaldı ki Kemalist tanınan ünlü bir köşe yazarı, 2017 yılında uzun bir bayram tatili nedeniyle halkımıza yol göstermek adına, “İlk hedef Yunan Adaları… İleri!” çığırtkanlığıyla yazı yazmıştı, biz de “Milli bilinç doğru yolu gösterir” diye duyuru yazımızla yanıtlamıştık.

 

Yukarıda Bakan Ersoy’un şirketini pazarladığı bir otelden söz ettik, ama basın işgal altındaki adalarımızın yedi tanesinde toplam 19 turistik otel bulunduğunu yazdı. O otellere de Türk turistler gidiyormuş. Kim götürüyor, o oteller kimlerin sistemine düşüyor ya da kimler Yunan değirmenine su taşıyor? Herhalde bir gün gelir bu konu da ortaya çıkar. Kim götürürse götürsün, götüren şirketlerin hepsi Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın denetimine bağlı. Yunan değirmenine su taşınmaması için Bakan Ersoy gereken direktifi vermeli.

 

MÜNHASIR EKONOMİK BÖLGE SORUNU

 

Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sorunu, Türkiye ve Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasında deniz paylaşımında en önemli güncel sorundur. Bugün için gerek Adalar Denizi’nde ve gerekse Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin MEB alanı, Yunan ve Rum ikilisi ile müttefiklerinin tecavüz alanı olmuştur. Tecavüz edilen alan bizim mavi vatanımızdır. Türkiye’nin denizci devlet olması için bu tecavüz ve tehditleri engellemesi ulusal bir zorunluluktur.

 

Türkiye’nin sadece Karadeniz’de 1986 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla ilân edilmiş, Rusya ve diğer kıyıdar ülkelerle anlaşmaya varılmış, sınırları belli münhasır ekonomik bölgesi vardır. Uzun kıyı şeridinin bulunduğu Adalar Denizi ve Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge ilânı yoktur, resmen belirlenmiş alanı da yoktur. Yunanistan, Mısır, Suriye gibi kıyıdar ülkelerle MEB alanına ilişkin bir antlaşmamız olmaması bir yana, ortak bakış açısı da yoktur ve çıkarlarımıza karşıt yabancı anlaşmalar vardır.

 

Kıta Sahanlığının Ötesine Uzanan Münhasır Ekonomik Bölge

 

Türkiye’nin Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’deki karasuları dışında, kıta sahanlığının bir bölümünü de içeren güvenlik kuşağı, Türkiye’nin bu denizlerdeki yetki alanının önemini artırmaktadır. Bu kuşağı aşan kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge tanımları ise yetki alanının daha ilerilere uzandığını göstermektedir.

 

Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin güvenliği açısından önemli olan deniz kuşağı.

 

1958 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, kıta sahanlığı temel alınarak düzenlenmişti. Kıta sahanlığı (İngilizce Continental Shelf); jeolojik olarak ülkeyi oluşturan kara parçasının deniz altındaki uzantısıdır ve açık deniz söz konusu ise, kıtanın bittiği açık deniz çizgisine kadar uzanır. Bir bakıma, kara parçasını çevreleyen görece sığ ve eğimli deniz alanını kapsayan kara platformudur. Karşılıklı kıyıdar ülkelerle sınırlanan bir deniz alanı söz konusu olduğunda, o zaman iki ülke arasında yapılacak siyasi antlaşmayla sınırları belirlenir.

 

1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ise MEB anlayışıyla düzenlenmiştir. MEB (İngilizce Exclusive Economic Zone “EEZ”); karasularına bitişik, kıta sahanlığının ötesinde kıta yamacı ve kıta yükselimiyle derin deniz yatağını aşan, açık denizde ana karadan 200 mil öteye uzanabilen deniz alanını kapsamaktadır. Bu tanımıyla kıta sahanlığını aşan büyüklüğü söz konusudur. MEB alanı, deniz yatağı üzerindeki sularda, deniz yataklarında ve denizin taban toprağı altında, canlı ve cansız doğal kaynakları (örneğin petrol, doğalgaz gibi hidrokarbonları ve mineralleri yani madenleri) arama, işletme konularında, kaynakların korunması ve yönetimi üzerinde, yenilenebilir deniz enerji kaynaklarından enerji üretimi (offshore santraller), yapay adalar ve tesisler kurulması, bu tesislerin kullanılması, deniz alanının çevre koruması gibi konularda, kıyı devletinin egemenlik haklarının ve yetkilerinin geçerli olduğu bir alandır.

 

Özellikle ekonomik ve hukuksal bir anlama sahip olan “Münhasır Ekonomik Bölge” kavramı, kıta sahanlığı kavramına göre daha geniş bir uygulama alanı içerir. Bu nedenle ülkeler genelde, kıta sahanlığı yerine, Münhasır Ekonomik Bölge kavramı üzerinde yoğunlaşmıştır. Söz konusu bölgede deniz yatağına ilişkin canlı ve cansız doğal kaynakların araştırılması, muhafazası, işletilmesi, korunması ve idaresine ilişkin kıyıdar devlete ekonomik haklar, yetkiler tanıması bu yoğunlaşmanın ana nedenidir. MEB alanı, kıyıdar ülke tarafından ilân gerektirmektedir. MEB ilânında her koşulda 200 mil açıklığı kullanılabilir değildir. Kıyıları bitişik veya karşılıklı olan kıyıdar ülkelerin MEB sınırlandırmasını, Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde yer alan kurallar çerçevesinde, Uluslararası Adalet Divanı’nın konuya ilişkin içtihatlarını da göz önünde tutarak anlaşmaya bağlamaları gerekir. Aralarındaki uyuşmazlığın çözümü için düzenlenmiş belli müeyyideler de bulunmaktadır.

 

Yunanistan ve GKRY ile Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşmazlığı

 

Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ve Türkiye’nin MEB alanlarına bakışı, uzlaşmaya olanak vermeyecek şekilde birbirinden çok farklıdır. Gerek Yunanlılar ve gerekse Rumlar deniz alanının tümünü kapma, Türkiye’nin mavi vatanına el koyma, Türkiye’ye kıyıları dışında denize çıkış bırakmama arayışındadırlar. Türkiye denizlerden uzak, karaya hapsedilmiş (land-lock) bir ülke olmamakla beraber, onlar üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye’yi siyasi oyunlarla adeta karaya hapsedilmiş ülke konumuna düşürme çabasındadırlar.

 

Yunan iddiasına göre çizilmiş olan Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’de MEB haritası ile Kıbrıs Rum Yönetimi iddiasına göre düzenlenmiş Doğu Akdeniz’de MEB paylaşım haritası bu çabalarının göstergesidir. Yunanlılar ve Kıbrıslı Rumlar, Avrupa Birliği Bölgesel Danışma Konseyleri tarafından hazırlamış olan yetki alanları haritasını, Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz için MEB haritası diye kabul etmişlerdir. Oysa, bu haritanın ne kıta sahanlıkları ne de MEB ile ilişkisi vardır.

 

Yunanistan hayali, kendilerine göre MEB iddiaları.

 

GKRY kendi MEB alanını ilan etti, ama Türkiye ve KKTC’nin egemenlik haklarına saldırıda bulanarak, Kıbrıs MEB alanı diye bu haritayı gösteriyor.

 

2011 yılında Yunan akademisyenler, Avrupa Birliği Bölgesel Danışma Konseyleri haritasını esas alarak, kendi MEB haritalarını güya bilimsel olarak çizmişlerdir. Oysa, çizilen harita öncelikle jeolojik yapıya, Asya kıtasının ve onların ‘Küçük Asya’ dedikleri Anadolu yarımadasının Adalar Denizi’ne ve Doğu Akdeniz’e uzanan kıta sahanlıklarına uymamaktadır.  Yunanlıların ve Rumların öne sürdükleri bu haritalar, onların Helenik Megali İdealarının ürünü olup, Türkiye tarafından kabul edilebilir nitelikte değildir. Coğrafik yapıya, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin temel ilkelerine ve her şeyden önemlisi hakkaniyete uymamaktadır.

 

Yunan ve Rum tezlerine dayanak olan Avrupa Birliği Bölgesel Yetki Alanları sınırlandırması, MEB alanlarının sınırlandırmasıyla ilgisi bulunmayan bir düzenlemedir.

 

Sözde Yunanlı akademisyenler tarafından hazırlanmış bu harita, Avrupa Birliği Bölgesel Yetki Alanları haritasının MEB haritası olarak kabulünden başka bir şey değil.

 

Türkiye’nin iddiasına göre düzenlenmiş bulunan Doğu Akdeniz’deki MEB haritası ile Yunanlıların ve Rumları haritaları yan yana koyulup kıyaslanınca, Türkiye’nin alanına ne denli çöreklenmek istedikleri açıkça görülmektedir. Türkiye’nin Adalar Denizi’ne ilişkin MEB iddiası harita üzerine kaydedilmemiş olmakla birlikte, bu denizin iki kıyıdar ülke arasında elbette hakça paylaşımı esas olacaktır.

 

Yunanistan ve GKRY MEB alanları, neredeyse Türkiye’ye deniz bırakmıyor.

 

İşte Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı. MEB alanı da bu kıta sahanlığını örtecek, hatta bazı yerlerde taşacak şekilde olacaktır.

 

Türkiye’nin ve Yunanistan’ın iddialarına ilişkin resmi MEB ilânı yapmamış olmalarına karşın, GKRY kendi MEB alanını Türkiye’nin MEB alanına tecavüz eder biçimde, Türkiye’nin itirazına rağmen ilân etmekle de kalmadı, bu tartışmalı alanda KKTC’nin hakkını da görmezden gelerek yıllardır hidrokarbon aramalarını sürdürüyor.

 

Doğu Akdeniz’de, GKRY Sözde MEB Alanında Hidrokarbon Aramaları

 

İlk önce Mısır 1960’lı yıllarda Doğu Akdeniz’de sığ sularda, 1990’den sonra da derin sularda petrol arama çalışmalarını başlatmıştı. 1995 yılından itibaren Nil deltasının Akdeniz’e açıldığı yerlerde hem petrol ve hem de doğalgaz biçiminde hidrokarbon kaynakları bulguladı. Bu gelişme Doğu Akdeniz’e sahildar ülkeler açısından dikkat çekiciydi. Ancak, Türkiye’nin Doğu Akdeniz hidrokarbon alanına girmekte geç kaldığı maalesef bir gerçektir. Mısır’dan sonra İsrail, İsrail’den sonra GKRY Doğu Akdeniz’de hidrokarbon arama kervanına katıldılar.

 

Kıbrıs’ta hidrokarbon aramalarının 50 yıl öncesine dayandığı söylenebilir. Doğu Akdeniz’de 1970 öncesinde hidrokarbon aramalarının başladığı dönemde, 1960-1974 yılları arasında bir ABD petrol şirketinin Kıbrıs’ın doğusunda karasal ve denizsel alanlarda petrol arama çalışmaları ve hatta sondajlar yaptığı bilgisi var. GKRY’nin girişimleri ise 15 yıl öncesinde başladı. İlk olarak 2003 yılında Mısır’la MEB sınırı anlaşmasına gittiler. Türkiye buna karşı çıktı, ama geç kalmıştı. Çünkü Doğu Akdeniz’de karşılıklı kıyıdar ülkeler olarak, GKRY’den önce Türkiye, Mısır’la arasındaki MEB sınırını belirlemeliydi.

 

GKRY, daha sonra 2007 yılında Lübnan’la ve 2010 yılında da İsrail ile denizde MEB sınırlarını çizmek için Türkiye’nin karşı çıktığı anlaşmalar yaptı. GKRY’nin Kıbrıs çevresinde offshore alanda hidrokarbon arayışına girişmesi 2005 yılında başlamıştır denilebilir. Oysa 2005 öncesinde bir Amerikan şirketi temsilcisinin girişimiyle, KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş’a yüzde 50-50 ortaklıkla hidrokarbon sondajı için teklif getirdiğini, Denktaş’ın bu teklifi Ankara Hükümeti’ne aktardığını, Ankara’dan oradaki hakkın TPAO’ya ait olduğu yanıtı verildiğini, yukarıda açıklamıştık. TPAO konuyu gündemine almış olmasına karşın, o yıllarda aramaya yönelik gereken adımların yeterince atılmamış olduğu da bir gerçektir.

 

Rumlar ise AB’nin desteğiyle çalışmalarını sürdürüyor ve bir hamle daha yapıyorlardı. GKRY Parlamentosu, 26 Ocak 2007 tarihinde kabul ettiği bir yasayla, offshore alanda 13 adet petrol arama ruhsat alanı ilân ediyordu. Ancak, bu girişimleri uluslararası hukukla çelişiyordu, Kıbrıs’ta çok sözü edilen çözüm sağlanmadan, Ada’daki bir toplumun çıkarı için hukuken böyle bir adımın atılması söz konusu olamazdı. Rumların bu hamlesi, Birleşmiş Milletler’in çözüm sürecini ve çözüm arayışlarını dışladıklarını, Türkler ile eşit koşullarda aynı devlet çatısını paylaşmak istemediklerini gösteriyordu.

 

Bu hukuksuz girişimin ardından, Türkiye’nin diplomatik kanallardan tüm karşı çıkışına rağmen, aynı yıl 12 no.lu offshore parselde arama için uluslararası ihale açtılar. Bunun üzerine 9 Ağustos 2007 tarihinde T.C. Petrol İşleri Genel Müdürlüğü, Türkiye’nin hak iddia ettiği MEB alanı üzerinde TPAO’ya TPO/XVI/A, TPO/XVI/F ve TPO/XVI/D arama ruhsatlarını veriyordu. Bu üç ruhsattan TPO/XVI/A alanı, ile Rumların 1, 4, 5, 6 ve 7 no.lu parsellerinin çakışan yerleri vardı.

 

Rumların ihalesi sonucu 6 ve 11 no.lu parseller için verilen teklif, Türk Donanması’na ait savaş gemilerinin o bölgede bayrak göstermesi sonucu geri çekiliyordu. 12 no.lu parsele teklif veren bir Amerikan şirketi ise, Afrodit adı verilen bu parselde, 2011 Eylül’ünde sondaj çalışmalarına başladı. Rumların işi sondaja götürmeleri üzerine, 21 Eylül 2011 tarihinde Türkiye ile KKTC arasında “Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşması” imzalandı.  22 Eylül 2011 tarihinde KKTC Hükümeti bir kararnameyle, kendi deniz yetki alanı içinde olduğunu kabul ettiği offshore alanda TPAO’ya yedi adet arama ruhsatı veriyordu. Bu ruhsat alanları da Rumların 1, 2, 3, 8, 9,12, ve 13 no.lu parselleriyle çakışıyordu.

 

GKRY’nin ilân edip uluslararası ihaleye çıkardığı hidrokarbon arama parselleri, Türkiye’nin ve KKTC’nin TPAO’ya verdiği ruhsat alanlarıyla çakıştığından bu offshore alan şu anda tartışmalı ve sorunlu duruma gelmiş bulunuyor

 

Rumlar 2011 Aralık ayının sonunda 12 no.lu parselde, Afrodit alanında doğalgaz bulgusuna ulaştılar. Bulunan doğalgaz Kıbrıs Adası’nın güneyinde yer almakla birlikte, bu rezervuarda KKTC’nin var olan payı Rumlarca görmezden geliniyor. Sonra arama çalışmalarını diğer parsellerde sürdürme gayreti gösterdiler. Bir İtalyan şirketine 9 no.lu parselde verdikleri lisansla, sondaj gemisinin 2014 yılında bölgeye gitmesi üzerine, yine Türk Donanması harekete geçiyor, 2, 3 ve 9 no.lu Rum parsellerini kapsayacak biçimde ilân edilen Navteks (Seyrüsefer Duyurusu) sonucu sondaj gemisi bölgeden uzaklaştırılıyordu. Bunun üzerine Rumlar, sözde Kıbrıs sorununun çözümü adına KKTC ile yürüttükleri müzakerelerden çekildiklerini açıkladılar.

 

Kıbrıs hidrokarbon alanlarındaki sorunun nedeni; Rumların Türkiye ve KKTC ile uzlaşmadan, üstelik hem Türkiye’nin ve hem de KKTC’nin MEB alanlarına tecavüz eder biçimde kendi MEB alanlarını hukuksuz olarak belirleyip ilan etmeleridir.

 

Rumların sondaj girişimleri ile Türk Donanması’nın çakışan tatbikatları, sonraki yıllarda da Akdeniz’in sularını sıkı sık ısıtıyordu. 2017 yılında Türkiye’nin MEB alanına tecavüz eden 6 no.lu parsel sürtüşmeye neden olmakla beraber, orada bir arama sondajı gerçekleştirdiler ve Kalipso (Calypso) alanında doğalgaz buldular. Sondaj yapılan yer Türkiye’nin MEB sınırı dışında kalıyordu, ama Türkiye’nin kendi MEB alanında yapacağı bir sondaj aynı rezervuarla bağlantılı olabilecek görünüyordu.

 

Bu aramadan aldıkları cesaretle 2018 yılının şubat ayında 3 no.lu parselde aramaya kalkıştılar. KKTC’nin TPAO’ya verdiği lisansla çakışan bu parseldeki çalışmaları, Türk Donanması’nın müdahalesi sonucu sondaj aşamasına ulaşamadı. Sonra yine Kıbrıs’ın güneyinde Mısır’ın MEB sınırında 10 no.lu parselde ABD deniz kuvvetlerinin koruması altında sondaj çalışmasına giriştiler. 10 no.lu parselde de KKTC’nin payı olduğu elbette ki kuşkusuz. Şimdi 2019 yılının başında gözler 10 no.lu parselde. Rumlar 2019 yılında çeşitli parsellerde yedi sondaj yapmayı hedeflemiş bulunuyorlar.

 

Rumların parsellerinde hidrokarbon aramaları için lisans alan ve çalışan şirketler; Noble Energy (ABD), ExxonMobil (ABD-çok uluslu), ENI S.p.a. (İtalyan), Total SA (Fransa), Cairn Oil & Gas Ltd. (Hindistan), Kogas (Güney Kore), Qatar Petroleum (Katar) vb. şeklinde sıralanmaktadır. Rumlar Türkiye’ye karşı mücadelelerinde bu şirketlerin bağlı oldukları ülkeleri de arkalarına alma stratejisi güdüyorlar.

 

Bir yandan da Doğu Akdeniz’de sismik arama çalışmaları yapan Barbaros Hayreddin Paşa araştırma gemimizin faaliyetlerini Birleşmiş Milletler’e şikâyet ediyorlar. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Birleşmiş Milletler daimî temsilcisi, Türkiye’nin sözde Rum kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesi içerisinde yasadışı kışkırtıcı faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla, Genel Sekreter Guterres’e 12 Aralık 2018 tarihli bir şikâyet mektubu göndermiş, 31 Aralık 2018 günü bu belge Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanmıştır. Oysa bir yasadışılık varsa, o da Rumların hukukla bağdaşmayan hidrokarbon arama parselleridir.

 

Türkiye Petrolleri’nin modern sismik araştırma gemisi Barbaros Hayreddin Paşa çalışmalarını başarılı şekilde sürdürüyor ve Rumlar bundan tedirgin ve şikayetçi oluyorlar.

 

Türkiye kendi ulusal şirketi TPAO’ya verdiği lisanslarla ve milli olanaklarıyla aramalarını sürdürmek istemektedir. Ancak, uluslararası arenada diplomatik güç kazanmak açısından, Türkiye’nin de sismik araştırma sonuçlarına göre elverişli gözüken bazı yerleri yabancı ortaklarla birlikte sondaja açması uygun olacaktır. Öte yandan, daha önce de çeşitli sismik aramaların yapıldığı bu tartışmalı sularda, artık zaman geçirilmeksizin sondaja girişmek gerekmektedir.

 

Bugün için Enerji ve Tabii kaynaklar Bakanı Sayın Dönmez’in Mersin Körfezi’nden ve Antalya Körfezi’nden önce Fatih sondaj gemisini, Kıbrıs’ın çevresine göndermesi gerekiyordu ve geçmişteki açıklamalara göre bu bekleniyordu. Ortadoğu’daki gerginlik nedeniyle, yeni bir gerginlik oluşturmamak düşünülmüş olabilir, ama su uyuyor da karşımızdaki düşman uyumuyor!... Sayın Bakan meraklanmasın, Türk Donanması gereken her türlü önlemi almaya hazır, Barbaros’un torunları zaten o günü bekliyor…

 

Fatih sondaj gemimizin Kıbrıs sularına gideceği gün bekleniyor…

 

Doğu Akdeniz’in Hidrokarbon Rezervi Gerçekte Ne Kadar?...

 

Bugün Doğu Akdeniz için rezerv tahminleri havada uçuşuyor demek yanlış olmaz. Ortadoğu coğrafyasından daha çok hidrokarbon olduğu iddiası bile söyleniyor. Sayısal verilerle ve rezerv ayrımı yapılmaksızın; 13 milyar varil petrol, 21 trilyon metreküp doğalgaz rezervinden söz edenler var. Bunlar olsa olsa jeolojik tahmine dayalı veriler, ama hemen söyleyelim Ortadoğu coğrafyasının ispatlanmış petrol rezervi 2017 sonu itibariyle 807,7 milyar varildir. 13 milyar varillik rezerv iddiası, bırakınız Ortadoğu’yu Katar’ın rezervinin yarısı kadar.

 

Ortadoğu’nun ispatlanmış doğalgaz rezervi, 2017 sonu itibariyle 79,1 trilyon metreküp. Doğu Akdeniz için söylenen verinin 3,8 katı. Doğalgaz bakımından Ortadoğu’nun en zengin ülkesi İran’ın ispatlanmış rezervi 33,2 trilyon metreküp, yani Doğu Akdeniz için söylenen verinin 1,6 katı. Bu açıklamalarımız Doğu Akdeniz’in rezervini küçümsemek için değil, konunun uzmanı olmayanların verdikleri rakamların anlamsızlığını ifade etmek içindir. Elbette Doğu Akdeniz’de bulunan hidrokarbon oluşumları, o kaynaklara ulaşmak isteyen ülkeler ve bizim gibi hak sahibi ülkeler için oldukça önemli. Kaldı ki Doğu Akdeniz’in rezervi henüz gerçek boyutuyla ortaya konulabilmiş değil.

 

Öncelikle rezerv tanımının sınıflandırmasını açıklamakta yarar var. İspatlanmış (proven) rezerv, yüzde 90 kesinlikle olabilirlik değeri taşıyan rezerv verisidir. Olası yani muhtemel (probable) rezervde ise bu olabilirlik değeri yüzde 50’ye düşmektedir. Olanaklı yani mümkün (possible) rezerve gelince, olabilirlik yüzde 10 düzeyindedir. İspatlanmış rezerv de teknik ve ekonomik fizibilitesine bağlı olarak çıkarılabilir bölümüyle, yani yerinde rezerv bölümüyle ispatlanmış olandan küçüktür. Her üç rezervin (ispatlanmış+olası+olanaklı) toplamı jeolojik rezerv olarak bilinir, bu çıkarılabilir rezervden çok daha büyük bir değerdir, ama ispatlanmış rezerv ya da çıkarılabilir (yerinde rezerv) kadar anlamlı değildir. Toplam rezerv tanımı ise, farklı alanlardaki ispatlanmış rezervlerin toplamından oluşur. Dünyanın belli başlı global istatistiklerinde petrolde 0,01 milyar varilden, doğalgazda ise 0,01 trilyon metreküpten az olan rezervler genelde yer almaz.

 

Doğu Akdeniz’de yapılmış offshore çalışmalara bakacak olursak, 2017 sonu itibariyle ispatlanmış doğalgaz rezervi, ilk araştırmalara başlayan Mısır için 1,8 trilyon metreküp (dünya toplamında payı yüzde 0,9), İsrail’in 0,5 trilyon metreküp (dünya toplamındaki payı yüzde 0,2) kadardır. Diğer ülkelerin ve bu arada Kıbrıs Rum kesiminin ispatlanmış doğalgaz rezervleri henüz global istatistiklere girecek büyüklükte değildir. İspatlanmış petrol rezervi de yalnızca Mısır için 3,3 milyar varil (dünya toplamındaki payı yüzde 0,2) değerleriyle yer almaktadır. ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu, Doğu Akdeniz’de tahminen 3,42 trilyon metreküp çıkarılabilir doğalgaz rezervi olduğunu bildiriyor. Aramalar geliştikçe bu verilerin artması beklenmelidir.

 

Son 10 yılda Doğu Akdeniz’de yapılan aramalarla, İsrail 2009 yılında Tamar ve 2010 yılında Leviathan, Rumlar 2011 yılında Afrodit, Mısır 2015 yılında Zohr ve Rumlar 2017 yılında Kalipso alanlarını keşfettiler. Kalipso alanının, Mısır’ın Zohr alanının uzantısı olduğu iddiası da vardır. Bu alanların olası (probable) doğalgaz rezervleri; Tamar için 280 milyar metreküp, Leviathan için 920 milyar metreküp, Afrodit için 140 milyar metreküp, Zohr için 850 milyar metreküp olarak bildirilmekte olup, üç ülkeye ait bu toplam dört offshore alanın olası rezervlerinin toplamı 2,19 trilyon metreküp düzeyindedir. Ancak bunun ne kadarının ispatlanmış rezerv olacağı şu an bilinmemektedir. Bilinen Doğu Akdeniz’de doğalgazın kesin varlığıdır.

 

Ortadoğu gibi dev rezerv verileri ortaya konulmamış olsa bile, kıyıdar ülkeler için çok önemli olup, hatta uluslararası ticareti yapılabilecek doğal gazın varlığı görülmektedir. Bu görüntü, hidrokarbon kokusu alan emperyalist ülkeleri Doğu Akdeniz’e çekmektedir. Aramaların artmasıyla rezerv verilerinin artacağı da kuşkusuzdur. Ancak offshore alandaki aramalar daha pahalı ve külfetli olduğundan, çok uluslu petrol kartellerinin Doğu Akdeniz’e rakipsiz girme istekleri görülmektedir.

 

Doğu Akdeniz’de offshore hidrokarbon kuyuları gelecekte daha çok görülecek.

 

Son olarak Mısır, Yunanistan, GKRY ve İsrail, yanlarına Ürdün ve her nasılsa Filistin’i de alarak, Doğu Akdeniz Gaz Forumu (East Mediterranean Gas Forum) adıyla bir birlik oluşturmuş bulunuyorlar. Bu forumu oluşturan ülkelerin sorumlu Bakanlarının katıldığı ilk resmi toplantısı, 14-15 Ocak 2019 tarihlerinde Kahire’de gerçekleştirilmiş bulunuyor. Akdeniz’de en uzun kıyı şeridine sahip olan Türkiye’nin yanısıra Suriye, Lübnan, Libya, Tunus, Malta gibi kıyıdar ülkelerin çağırılmamış olması, Doğu Akdeniz’deki offshore hidrokarbon kaynakları üzerinde bir cepheleşme adımı atıldığını gösteriyor.

 

Doğu Akdeniz Gas Forumu’nun 14-15 Ocak Kahire toplantısına katılan ülke temsilcisi Bakanlar ve forum sorumlularının toplu aile fotoğrafı

 

Bu uluslararası forumun kurulmasının nedeni; Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon rezervlerinden yararlanma çabalarının desteklenmesi, bu konuda uluslararası işbirliği ve dayanışma şeklinde açıklanıyor. En önemlisi ise, bölgesel bir gaz piyasasının oluşturulması hedefleniyor. Forumun ilkeleriyle, kurucu ülkelerin çıkarlarıyla uyuşacak başka üretici ve tüketici ülkelerin de üye kabul edileceği belirtiliyor. Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynakları ve aramalar üzerinde değerlendirmeler yapılan 14-15 Ocak 2019 tarihli ilk toplantıda, offshore alanda beklenen yeni gaz keşifleri, var olan kaynakların optimal kullanımı, bölgenin ekonomik kalkınmasına ve enerji arz güvenliğine etkileri ve ortak politikaların tartışıldığı kaydediliyor.

 

Türkiye’nin Kıta Sahanlığı’ndan Geçirilmek istenen EASTMED Boru Hattı

 

“Doğu Akdeniz Gaz Boru Hattı” (EASTMED Pipeline), İsrail kökenli olan ve İsrail’in öncülüğünde GKRY, Yunanistan ve İtalya işbirliğiyle geliştirilen bir Avrupa Birliği projesidir. Projeye Macaristan’ın da ilgi gösterdiği, Dışişleri Bakanının Aralık 2018’de GKRY ziyaretinde açıklandı.

 

İsrail, Tamar ve Leviathan alanlarında (Levantine baseninde) doğalgaz bulgulayınca, tüketim merkezlerine pazarlamak için Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanacak bir boru hattı projesini gündeme getirmişti. 2009 Davos-One Minute Krizi, 2010 Mavi Marmara Krizi ve özellikle son yedi yıldır İsrail’in ABD’nin Kürdistan politikalarına bel bağlamasıyla Türkiye’ye karşı hasmane tutumu, Kudüs politikasıyla Türkiye’ye karşı cephe alması gibi nedenlerle, İsrail gaz boru hattı projesi ekonomik ve teknik fizibiliteler gereğince uygun olsa bile, siyasi fizibilitesi olmayan bir proje olarak gündemden düştü. Buna rağmen içeride ve dışarıda hâlâ bu projeyi canlandırmak isteyenler var.

 

İsrail’den çıkıp Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanacak boru hattı geçit bulamayınca, Türkiye’ye karşı GKRY ve Yunanistan ile işbirliği içinde olan İsrail, Kıbrıs Rum gazını ve hatta Mısır gazını içerecek, sıvılaştırılmış gaz ve tankerle taşıma projesine el attı, ama bu projede Mısır’ı yanına çekemedi. Ancak, GKRY ve Yunanistan ile offshore boru hattı projesi üzerinde anlaşmaya vardı. Yunanistan ve GKRY, EASTMED projesi için Avrupa Birliği himayesine ve mali desteğine başvurunca, İtalya da bu projeye katıldı. 3 Nisan 2017 tarihinde İsrail, GKRY, Yunanistan ve İtalya arasında imzalanan bir anlaşmayla EASTMED Boru hattı projesi ilân olundu.

 

Levantine baseni içinde offshore alandan başlaması öngörülen EASTMED boru hattı, Kıbrıs’ın güneyinden Girit’e ve oradan da Mora yarımadası üzerinden Yunanistan’a uzanacak. Hattın 1300 kilometresi offshore, 60 kilometresi ise onshore olacak. Girit Adası’na uzanan güzergâh, Türk kıta sahanlığından geçirilmek isteniyor. Bu Türkiye’nin iznini gerektirir ve Türkiye bu projeye izin veremez. Yunanistan Türk kıta sahanlığını tanımadığı için iki ülke arasında çatışmaya neden olabilecek sorun bile doğurabilir ya da güzergâhın değiştirilmesi gerekir.

 

EASTMED doğalgaz boru hattı projesinin güzergâhı.

 

Projenin kesin ekonomik fizibilitesi yapılmış durumda değil. Hattın offshore kısmının yatırım tutarının 19 milyar dolar, onshore kısmının yatırımının ise 6 milyar dolar olacağı söyleniyor. Şu an Avrupa Birliği tarafından 3,5 milyar Euro’luk (4 milyar dolarlık) bir fon ayrıldığı söyleniyor.  Bu yeterli olamayacağı için büyük bir finans sorunu yaşanacak demektir. Pahalı bir offshore hat olacağından, gerçekleşmeme olasılığı da var. Hatta “Proje gerçek mi hayal mi?” tartışması bile yapılıyor. İsrail gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması ise 6 milyar dolarlık bir yatırım gerektiriyordu.

 

Eğer EASTMED hattı yapılabilirse, Yunanistan’dan sonra Poseidon hattıyla İtalya’ya bağlanacak. Yunanistan üzerinden ayrıca Bulgaristan’a bir hat çekilmesi de projede yer alıyor. Hattın 2025 yılında tamamlanması öngörülüyor. EASTMED hattının tam kapasiteyle taşıyabileceği gaz yılda 16 bcm (milyar metreküp) olarak bildiriliyor, ama burada da kaynak sorunuyla karşılaşılabilir. Gerek İsrail ve gerekse GKRY kuyularının bu üretimi karşılaması şüpheli görülüyor.

 

Avrupa’ya giriş bağlantılarıyla EASTMED, Türk akımına rakip gibi düşünülmüş olmakla birlikte, rakip olamaz. İnşası tamamlanmak üzere olan Türk Akımı’nın kapasitesi 31,5 bcm. Bunun 16 bcm bölümü Türkiye’ye ayrılmış olup, geri kalan 15,5 bcm bölümü Avrupa pazarına sürülecek. Türk Akımı gaz temini sorunu bulunmayan, güvenli kaynağa bağlı bir proje. Neresinden bakılırsa bakılsın, EASTMED gerçekleşse bile, Türk Akımı ile ekonomik rekabet edebilecek bir proje değil. Burada bizim için önemli olan, EASTMED projesinin Türk kıta sahanlığına tecavüz etmesine fırsat verilmemesi. Kıbrıs Türk halkının doğalgaz hakkını da çalarak Avrupa’ya taşıyacak böyle bir hat, Türk kıta sahanlığından geçememeli.

 

AKDENİZ BARIŞ ORTAMINDA SAKİN SAKİN DALGALANABİLMELİ, AMA…

 

Türkiye, Anadolu’nun batısını ve güneyini sarmalayan Akdeniz’in elbette barış atmosferinde sakin sakin dalgalanan bir deniz olmasını ister. Anadolu’nun batısından Adalar Denizi’ne, güneyinden Kıbrıs Adası’nın ötesine Mısır’a doğru uzanan kıta sahanlığı üzerinde deniz orijinli doğal kaynakların barış ortamında değerlendirilmesi de Türkiye’nin içtenlikli isteğidir.

 

Türkiye için Anadolu’nun ve Trakya’nın karasındaki toprağı neyse, denizdeki kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesi de odur. Kara vatanı da mavi vatanı da ulusal egemenliği açısından vazgeçilmez alanlardır. Türkiye’nin gerek karasal ve gerekse denizsel alanları, jeostratejik açıdan oldukça önemlidir. Tarih boyunca da hep önemli olmuş, bu nedenlerle savaşlar yaşanmıştır. Tarih “tekerrür” yani “tekrarlanma” diye tanımlanır. Tabii zamanla birlikte aktörler ve koşullar değişerek gerçekleşen bir tekrarlanma.  Tarihten ders alarak teyakkuzda bulunmak, bunun için önemli. Buraları emperyalistlerden, onların işbirlikçilerinden ve kapkaççılardan korumak zorundayız.

 

Greklerin Truva ile Ortaya Çıkan Helenik Saplantı Hastalığı

 

Yunanlıların ve Rumların (kısaca Greklerin) antik çağdan gelen Anadolu hayali, çağımızdaki Türk düşmanlığı, tedavi edilemez psikolojik nitelikli “Helenik-saplantı” diye adlandırabileceğimiz bir hastalık gibidir. Greklerin gözü Anadolu’da olduğundan, Türkler Anadolu’ya yerleşmezden önce de bu topraklardaki medeniyetlere hep düşman olmuşlardır. Bunun tarihin derinliklerindeki kanıtı, ünlü Truva Savaşı’dır. Milattan önce Antik çağdaki bu savaş efsanedeki gibi güzel Helen için değil, Dardanus (Çanakkale) Boğazı’ndaki ticareti ele geçirmek için yapılmıştır. Tabanda Çanakkale Boğazı’nın jeostratejik önemi yatmaktadır.

 

Truva Savaşı, Yunanistan coğrafyasından gelen Akalar denilen Helen boylarının Truva’yı ele geçirmesiyle sonuçlanmış, Truva Kralı’nın oğlu ve Truva kahramanı Hektor’un ölümüyle sonlanmıştı. Truvalılar Anadolu kökenliydi, Akalardan daha üstün uygarlıkları vardı, ama Helenlerce barbar olarak tanımlanıyorlardı, tıpkı bugün Greklerin Türklere “Barbar” demeleri gibi. Oysa, Akalar Truva savaşında karakterlerini gösteren sahtekârlığa başvurmuşlardı. Truva’ya sinsice girmek için kullandıkları ünlü Truva atı, sahtekârlıklarının göstergesi ve kanıtıdır. Akaların sahtekârlığı genlerine işlemiş bulunuyor, Greklerin sahtekârlık geni bugün de varlığını koruyor.

 

Truva’nın Öcünü Fatih ve Atatürk Peş Peşe Aldılar

 

1453’de Constaninople (İstanbul) kuşatıldığında, kentte bulunan Kardinal İsodere’nin Sultan II. Mehmet’ten (Fatih) “Truva Prensi” diye söz ettiğini tarih kaydeder. Bu Greklerin Truvalılar ile Türkleri özdeşleştirdiklerini gösteren bir kayıttır. Fatih Sultan Mehmet, 1453’de İstanbul’un fethinden sonra, 1461’de Trabzon Rum İmparatorluğu’na da son veriyordu. Trabzon seferi dönüşünde Çanakkale’ye uğrayan Fatih, atını Truva antik kentine doğru sürer, orada yanındakilere “Hektor’un intikamını aldık” der.

 

Bu sözü, 1922 yılında Başkumandanlık Meydan Savaşı sonrasında Mustafa Kemal Paşa da kullanacak, savaşın kazanıldığını görünce yanındakilere, “Truvalı Hektor’un öcünü aldık” diyecektir. Kısacası, Adalar Denizi’nin iki yakası arasındaki savaşın kökeni antik çağa kadar uzanıyor. Mustafa Kemal Atatürk, bu iki yaka arasında dostluk temelini Venizelos ile birlikte atmıştı, ama Yunanlılar yukarıda açıkladığımız gibi, 1936 yılından itibaren o dostluğu delmeye başlıyor, düşmanlığı tercih ediyorlardı.

 

Truva Savaşı’nın ve Truvalı Hektor’un intikamını alan iki büyük Türk kumandan:

Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk

 

Greklerin şifa bulmaz Helenik-saplantı hastalıkları nedeniyle, Megali İdea ve Pontus rüyaları hâlâ sürüyor. Adaları silahlandırmaları, Kıbrıs’ta Enosis hesapları, karasular ve kıta sahanlığı saldırganlıkları, ada-adacık ve kayalık işgalleri ve son olarak münhasır ekonomik saha oldu bittileriyle Doğu Akdeniz’i ve Adalar Denizi’ni kapma planları ya da girişimleri, hep bu hastalıklarının nüksetmesinden kaynaklanıyor.

 

Yunanistan, Rum Soykırımı Yalanıyla Türk Düşmanlığı Sürdürüyor…

 

1981 sonrasında bir de “Rum Soykırımı” yalanını söyler oldular. 1914-1922 yılları arasında, Anadolu’da ve özellikle Karadeniz’de Pontus coğrafyasında, Rum soykırımı yapıldığı yalanını ortaya attılar. 1919’da İzmir’i işgal ederek başlattıkları, 1922’ye kadar uzanan süreçte Eskişehir ve Ankara-Polatlı yakınına kadar gelerek yaptıkları mezalimin soykırım olduğunu görmezden gelip, yalan iddiaya sarıldılar. Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs’ı şimdi “Pontus soykırım günü” olarak anıyorlar.

 

ABD’de bulunan Anavatan Özgürlüğü Dünya Komitesi (The World Committee to Liberation the Fatherland) 1982 yılında, Rum lobisinin desteğiyle bir çalışma yapıyor; Yunanistan ile Trakya, Batı Anadolu, Doğu Karadeniz’deki eski Pontus coğrafyası ve Kıbrıs Adası; aynı ülkeye aitmişçesine aynı renge boyanmış biçimde bir harita hazırlatarak, “1922-1982 / 60 yıllık Türk Boyunduruğu, 60 yıllık zalim şiddet” notuyla dünya kamuoyuna ve çeşitli ülkelere dağıtıyorlardı.

 

The World Committee to Liberation the Fatherland tarafından hazırlatılıp dünya kamuoyuna ve çeşitli ülkelere “Türk Boyunduruğu” diye dağıtılan harita.

 

Yunanistan, şu anda kendi vatandaşlarına, Türkiye’ye turist olarak gitmeleri durumunda; “Kürt, Ermeni ve Pontus soykırımını desteklemiş olacakları” uyarısını yapıyor. Yunanlıların bu tutumuna karşın ülkemizde anlaşılmaz öyle bir aymazlık var ki, Türkiye’den sözde Yunan adalarına turistik tur düzenleme aymazlığı sürüyor. Türk turistlere “İlk hedef Yunan Adaları… İleri!” çığırtkanlığı bile yapılıyor…

 

TÜRKİYE VE YUNANİSTAN ARALARINDAKİ SORUNLARI ÇÖZEBİLİRLER Mİ?

 

Türkiye ile Yunanistan arasında başta Kıbrıs olmak üzere, adalar, karasular, kıta sahanlığı, ilân edilmemiş münhasır ekonomik bölge sorunları bulunuyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Türkiye’nin muhatap alacağı bir devlet olmayıp, Yunanistan’ın uydusudur. Gerek Doğu Akdeniz’de ve Doğu Akdeniz’in bir bölümü olan Adalar Denizi’nde mevcut sorunlarda muhatabımız Yunanistan’dır.

 

Ancak ne yazık ki Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB), Amerika (ABD), İngiltere, Fransa, İtalya, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Yunanistan ortak bir strateji içinde hareket ediyorlar. İsrail ve Mısır da onları izliyor. Emperyalistler ve müttefiklerinden oluşan bu grup, Türkiye’nin stratejik çıkar alanlarına karşı düşmanca girişimlerde bulunuyor, ortak askerî tatbikatlar düzenleyerek gözdağı vermeye çalışıyor. Yunanistan da bu nedenle barışçıl çözümden yana olmuyor.

 

Barışçıl Çözümden Yana Olmayan Yunanistan Bedelini Öder! …

 

Yunanistan, Türkiye karşısında tek muhatap olmaktan korktuğundan, konumunu güçlendirmek amacıyla Avrupa Birliği’ni, ABD’yi, İngiltere ve Fransa’yı, Doğu Akdeniz’de Mısır ve İsrail’i yanına almak, piyonu Kıbrıs Rum Yönetimi’ni öne sürmek gibi taktikler peşindedir. Yunanistan, yalnız başına kalırsa, Türkiye’ye karşı barışçıl çözümden yana olmak zorunda kalacağının bilincindedir ve bunu istememektedir. Sorunlar karşısında haklı olmayan tarafı oluşturan Yunanistan, Türkiye ile masa başında barışçıl çözüm arama yanlısı olmadığından, dış desteklerle, oldu-bittilerle, kapkaççı fırsatlarla, sözde çözüm diye haksız kazanımlar peşinde koşuyor…

 

21 Aralık 2018 günü basında ve medyada yer alan haberde, Yunanistan Genelkurmay Başkanı “Türkler kayalık adalarımıza çıkarsa onları dümdüz ederiz” diye tehdit savuruyordu. Türkiye’nin kimsenin ne bir karış toprağında ne de bir karış kayalığında gözü vardır, ama kendisine ait bir çakıl taşını bile Rum-Yunan zorbalığına bırakacak değildir. Milli Savunma Bakanımız Akar, Yunanistan’a hak ettiği yanıtı bir gün sonra ziyaret için bulunduğu Katar’dan Atina’yı uyararak veriyor, “Bedeli ağır olur” diyordu. Akar, 462 bin kilometrekarelik Mavi Vatan’daki hak ve menfaatlerin korunduğunu, bundan kimsenin tereddüt etmemesini isteyerek, “Haklarımızdan ödün vermemiz söz konusu değil” açıklamasını yapıyordu.

 

Yunanistan-GKRY ve İsrail (Şer İttifakı) ABD destekli deniz tatbikatları yapıyor.

 

Yunanistan’ın ABD ve düşman ülke destekleriyle Akdeniz’de kışkırtıcı tatbikatlarını izleyen Türkiye, her an Yunanlılara ve müttefiklerine gereken askeri karşılığı vermeye hazır olarak bekliyor. Donanmasını MİLGEM projesi kapsamında bunun için güçlendiriyor, deniz hedeflerinde kullanılacak güdümlü atmaca füzesini, adaları menzil sahası içine alan fırtına obüslerini ve benzer diğer milli silahlarını bunun için geliştiriyor.

 

Şer ittifakına karşı Türk Donanması her zaman gerekeni yapmaya hazır.

 

Yunan atacağı yanlış adımın karşılığını, Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi’ni kapsayan Türk kıta sahanlığında boğularak ödeyeceğini bilmeli. 4 Kasım 2018 günü MİLGEM Projesi ürünü TCG Burgazada korvetinin Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na teslim töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Denizlerdeki haydutlara meydanı bırakmayacağız” diyerek onları uyarıyordu.

 

Bu arada Türk Silahlı Kuvvetleri denizlerde dev bir tatbikat hazırlığında. 27 Şubat-3 Mart 2019 tarihlerinde yapılacağı açıklanan Mavi Vatan Tatbikatı’na Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın tüm unsurlarının yanısıra, Hava ve Kara Kuvvetleri’nden bazı unsurların da katılacağı bildiriliyor. Böylece, Türk Donanması ile Hava ve Kara Kuvvetleri’nin olası savaş senaryolarına bağlı biçimde caydırıcı gücü sergilenecek. Tatbikatın büyük bölümü Ege ve Doğu Akdeniz’de, Türkiye’nin hak iddia ettiği kıta sahanlığı ile münhasır ekonomik bölge sınırları içinde gerçekleştirilecek.

 

Kıbrıs’ı Türkiye’den Koparma, Kıbrıs Türkü’ne Boyunduruk Vurma Çözümü

 

Bu sıralar emperyalist Batı yakası, bu kapsamda ABD ve Avrupa Birliği muhipleri (dostları), Brexit kostümlü İngiltere hep birlikte, yine Birleşmiş Milletler manivelasını kullanarak, anlaşma zemininin kalmamış olmasına karşın, Ada’da yeni bir müzakere sürecini başlatma çabası sürdürüyorlar. Tek umutları da Türkiye ve Kıbrıs Türk halkına karşıt olmasına karşın, ne yazık ki KKTC Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Akıncı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres’in özel danışmanı ABD Ajanı Jane Holl Lute, Guterres Çerçevesi denilen ve resmi olarak açıklanmayan altı madde üzerinde uzlaşmayla tarafları müzakere masasına oturtma çabasında.

 

Kapalı kapılar ardında Akıncı ve Lute anlaşsalar da Kıbrıs Türkü’ne boyunduruk vurulamayacak, Ada Türkiye’den koparılamayacak, Rumlar Karpaz’dan Anadolu’ya uzanamayacak, emperyal Batı’nın ve Greklerin hayalleri gerçekleşmeyecektir.

 

Altı madde üzerinde sağlanmaya çalışılan uzlaşma, net biçimde taahhüt edilmek isteniyor. Akıncı’nın kendi hükümetinden ve Meclisi’nden onay almadan kabul ettiği söylenilen altı madde içinde, garantörlüğün kaldırılması, Ada’daki Türk askeri sayısının kademeli olarak azaltılması, Annan Planı’ndan daha ağır toprak tavizi verilmesi, Rum nüfusu ile Türk nüfusu arasında dörtte bir oranının sağlanması için Türk tarafında yerleşikler denilen Kıbrıs doğumlu olmayanların vatandaşlıktan çıkarılması, Türklerin Rumlara göre her konuda çeyrek hakka sahip olması gibi çok ağır ödünler var.

 

Kıbrıs için önerilen yönetim biçimi, gevşek (desantralize) federasyon. Federasyonun gevşekliği önemli değil, önemli olan bu aldatmacanın karşılığında koparılacak ağır ödünler. Söz konusu ödünler Kıbrıs’ı Türkiye’den koparmakla kalmayacak, pek uzak olmayan gelecekte Ada’daki Türk varlığını bütünüyle yok edecek niteliktedir. Bu gerçek karşısında, Türkiye’nin ve Türk tarafının görevi emperyalist Batı’nın bu isteklerine karşı çıkmak, onların müzakere (oyun) masası tuzağına düşmemektir.

 

Hele böyle bir oyun masasına Akıncı ile birlikte oturmak, tuzağa bilerek, isteye isteye düşmek olur. Çünkü o Akıncı ki, 2019 Ocak ayı içinde Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda “Rum Sosyal Reform Birliği (OPEK)” yönetici heyetini kabul ederken, kabul salonunda bulanan Türk ve KKTC bayraklarını kaldırtmış bir kişi. Kendi bayrağından utanan Cumhurbaşkanı olabilir mi?

 

KKTC’de büyük skandal. Rum heyetini kabul eden Akıncı, Türk bayrağı ve KKTC bayraklarını kaldırtıyor. Bu Akıncı, vatansever Kıbrıs Türkü’nü temsil edebilir mi?

 

Kıbrıs’ta İki Ayrı Devletli Çözümden Başka Çözüm Hakkaniyetli Olmaz

 

Kıbrıs’ta hakkaniyetli çözüm, niteliği ne olursa olsun federasyon değildir. Kıbrıslı Rumların da vatansever Kıbrıslı Türklerin de ne federasyon istekleri ne de beklentileri vardır. Kaldı ki Rumlar Avrupa Birliği üyesi devlete sahiptirler ve offshore hidrokarbon parsellerinde aramalarını sürdürmekte, gaz pazarlama hesapları yapmaktadırlar. Bunları Türklerle paylaşmaya hiç de niyetleri yoktur. Onlar aldatmacalarla Türkleri oyuna getirip teslim almak istiyorlar. Vatansever Kıbrıs Türkü, egemenliği üzerinde Rum’un söz hakkı ve baskısı olacak bir yönetim istememektedir.  Kıbrıs’ta federasyon beklentisi olanlar, Akıncı ve son zamanda askerliğe karşı vicdani retçi olarak ortaya çıkan yandaşlarından başkaları değil görünüyor. Akıncı, 2019 Haziran ayından sonra yeni bir müzakere beklentisi içinde olsa bile, o pek de olanaklı görülmüyor.

 

Türkiye’de Mart 2019 yerel seçimleri, Yunanistan’da 2019 Eylül seçimleri, Brexit bozgunu yaşayan ve Avrupa Birliği’nden 29 Mart 2019’da ayrılacak İngiltere’nin içinde bulunduğu karmaşa ortamı gibi nedenlerle garantör devletler meşguldürler, Kıbrıs üzerinde pazarlık yapmaya yeterli zamanları yoktur. ABD’nin çelişkili strateji ve taktikleri, Ortadoğu’da olduğu kadar Doğu Akdeniz’deki dengeleri ve güveni sarsmış görünüyor. Böyle bir ortamda, kronikleşmiş Kıbrıs sorununun çözümü için Birleşmiş Milletler’in atacağı adımlardan sonuç çıkması beklenemez. Bununla beraber Genel Sekreter Guterres, kendi adına prim kazanmak amacıyla, oltaya gelen Akıncı sayesinde bir adım atma arayışında olsa da aradığını kolay kolay bulamayacaktır.

 

Her şeye rağmen ABD ve Avrupa Birliği muhipleri, Birleşmiş Milletler startıyla son tangoyu oynatmak isteyebilirler, ama Türkiye’nin ve Türk tarafının çıkarı için bu dans hayırlı olmaz. Aslında 2019 yılı iki ayrı devletli çözüm için uygun koşullara sahip. Yeter ki Türkiye bu zamanı ve koşulları iyi değerlendirebilsin. Bundan böyle Türkiye’nin geçmişte, Annan Planı’nın halk oylamasına sunulduğu dönemde olduğu gibi, “Görüyor musunuz, biz iyi niyetliyiz, Yunanistan ve Rumlar barıştan yana değil” gibi söylemler ve çekingen tavırlar içinde olmasının artık hiçbir anlamı ve tutarlı yanı kalmamıştır. Bilakis, Türkiye ulusalcı doğrultuda atılgan, iki devletli çözümde ısrarcı olmalıdır.

 

Kıbrıs’ta çözüm diye yaşanan süreçler hep çıkmazla sonuçlandı ve yeni bir sürecin de sözde sonuca ulaşması olanaklı değil. Bundan böyle izlenecek süreç, KKTC’nin bağımsızlığının sürdürülmesi ve uluslararası alanda tanınması için gerekli girişimlerde bulunulması olmalıdır. Rumlar ve Türkler iki ayrı millettir. GKRY ve KKTC iki ayrı devlettir. İki milletten tek millet, iki devletten tek devlet çıkması, olanaklı değildir. Politikacı tekeden (erkek keçiden) süt sağsa bile, iki milletten tek millet, iki devletten tek devlet oluşturamaz. Devlet olmanın öncelikli gereği, ulusal çıkarları her türlü riske karşı korumaktır.

 

Kıbrıs’ta geçerli ve hakkaniyetli olacak tek çözüm var; o da İKİ DEVLETLİ ÇÖZÜM.

 

Türkiye, Batı yakasının istediği sonuçsuz kalacağı belli müzakerelere kapının Kıbrıs Türk kesimince de kapatılmasına önderlik etmelidir. Türkiye ve KKTC, artık yeni bir müzakere kabul etmediklerini dünyaya ilân etmelidirler. Bu ilân, 1983 yılında KKTC’nin kuruluş ilânı kadar önemlidir. Şimdi sorun, bu ilânı yapabilecek, o günkü kadar yürekli liderlerin bulunup bulunmadığıdır. Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren bu sorun, KKTC’nin beka sorunu olduğu kadar, Türkiye’nin de Mavi Vatan sorunudur.

 

KKTC’nin Tanınmasında Türkiye, Rusya ve Çin’i Yanına Alabilir

 

Türkiye’nin KKTC’nin bağımsızlığı için Rusya’yı yanına alması gerekir. Böyle bir girişimde diplomatik çıkış noktası, “Kırım” olabilir. Kıbrıs bizim için ne denli önemliyse, Kırım da Rusya için o denli önemlidir. Dün Rusya’nın yanında iken, bugün emperyalist ABD’nin uydusu olmaya çalışan Ukrayna’nın tarafında yer almanın bir anlamı yoktur, bir çıkar da yoktur. Kaldı ki artık Kırım’da tarihten gelen ve Türklere ait herhangi bir hak iddiası da kalmadığından, Kırım’ın Rusya’nın egemenliğinde olması, Türkiye’nin çıkarınadır. Kerç Boğazı krizi gibi yapay krizlerle ABD deniz unsurlarının, Karadeniz’in suyunu askeri olarak kirletememesi, ABD korsanlığına fırsat oluşturulmaması, Karadeniz’de barışın korunması için de bu gereklidir.

 

Rusya 2014 yılında Kırım ve Sivastopol’ün kendisine bağlanmasına ilişkin bir yasa çıkarıp, Kırım Federal Yönetim Bölgesi’ni oluşturmuş olmakla birlikte, Kırım ile birleşmeyi gerçekleştirmedi. Bunun için Türkiye’nin de dahil olduğu bazı ülkelerden anlayış beklediklerini, Kremlin Sözcüsü Dimitriy Peskov, Aralık 2018’de dile getiriyordu. Türkiye kendisine sunulan bu pası, KKTC’nin Rusya tarafından tanınması için gole çevirebilmelidir. Bunun için Kırım’ın yeniden Rusya ile birleşme sürecinin uluslararası hukuka tamamen uygun olduğu resmen kabul edilip açıklanmalı, Kırım konusunda Rusya görüş birliği içinde desteklenmelidir. Karşılığında Rusya da KKTC’yi bağımsız devlet olarak tanıyıp, Lefkoşe’de KKTC Büyükelçiliğini açmalı, KKTC ile ekonomik işbirliğini geliştirici girişimlerde bulunmalıdır.

 

Ancak, böyle bir çözüm fırsatının önüne, Fener Rum Patrikhanesi haddini bilmeyerek taş koymuş, AK Parti yönetimi de bir stratejisi olmadığından, oyuna seyirci kalmış görünüyor. Fener Rum Patriği Bartholomeos, 6 Ocak 2019 Pazar günü düzenlenen ayin sonrası, Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne otosefallik veren kararnameyi (Tomos) imzalayarak, Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne resmi olarak 15’inci Bağımsız Ortodoks Kilisesi statüsü tanımış oldu. Oysa, Lozan Antlaşması’na göre Patriğin böyle bir statü verme hakkı yok. Moskova Patrikhanesi buna hemen karşı çıktı, Türk-Rus ilişkilerine olmaması gereken bir gölge düştü. Ancak bu gölge kaldırılabilir ve kaldırılmalıdır. Kırım konusunda Rusya tam desteklenmelidir.

 

Lozan’ı tanımayan Fener Rum Patrikhanesi, kendini dünyaya “Constantinopolis Ekümenik Patrikhanesi” olarak tanıtıyor. Bu tamamen Lozan’a aykırı, ama “Bunu yapamazsınız” diyen yok. Hatta sakıncalı proje Kanal İstanbul ile bölünecek İstanbul Trakya yakasının bir bölümü, Patrikhanenin eline verilerek, “Vatikan Devleti” benzeri Constantinopolis Özerk Yönetimi’nin oluşturulmak istendiği iddiası bile var. Böyle korkunç bir iddia, 1453’den 570 yıl sonra Bizans devletçiğinin kurulmak istendiğini gösteriyor. Her zaman Yunan’ın ve Rum’un yanında olan Patrikhane artık hizaya çekilmeli, yetki aşmasına asla izin verilmemeli.

 

Rusya ile aramıza, halkın deyimiyle kara kedi sokmaya neden olan bu eylemin doğurduğu kriz, Türkiye tarafından Fener Patrikhanesi’nin Tomos kararnamesinin hukuksuz bulup tanınmadığı ilân olunarak, ayrıca Patrikhaneye resmen ihtar çekilerek, Rusya’dan da özür dilenerek sonlandırılmalıdır. Böylece Türk-Rus ilişkileri herhangi bir yara almadan, bilakis güçlenerek devam edecek, Rusya ile Kıbrıs’ın tanınması konusunda gereken pazarlık daha kolay yapılabilecektir.

 

Bu arada GKRY uzun zamandan bu yana, çeşitli kolaylıklar tanıyarak, Rusya’yı yanına çekme ve işbirliğini geliştirme çabasındadır. KKTC’nin çıkarı için bu yakınlaşmanın sonlandırılması ve engellenmesi zaten gerekmektedir. Türkiye açısından önerdiğimiz davranış, bu fırsatı da doğuracaktır. Rusya’nın KKTC’yi tanıması, Rus ticaret gemilerinin KKTC limanına yanaşması, uçaklarının Ercan havaalanına inmesi, tüm dünyanın KKTC’ye bakışını olumlu yönde ve KKTC’nin lehine değiştirecek, Doğu Akdeniz’deki Rum-Yunan Megali İdeası’nın Akdeniz’e gömülmesine neden olacaktır.

 

Ukrayna Devlet Başkanı Porosenko, Bartholomeos ve Ukrayna Başpiskoposu Epifaniy, Fener Patrikhanesi’nin kapısında. Bu üçlüye meydan boş bırakılarak, Türk-Rus ilişkilerine olmaması gereken gölge düşürüldü. Türkiye, Ukrayna’nın değil, Rusya’nın yanında olmalı.

 

Türkiye Kıbrıs için Rusya’yı yanına çekmeyi başarırsa, bu Çin’in de çekilmesi açısından olumlu olacaktır. Ancak, Türkiye’nin Çin’i yanına çekebilmesi için izleyebileceği bir yol vardır. O yol da “Sinciang (Sincan) Uygur Özerk Bölgesi’nde Çin’le birlikte olma” fırsatından geçiyor. Çin vatandaşı soydaşlarımız Uygur Türkleri, Çin ile Türkiye arasında bir dostluk köprüsü olmaları gerekirken, son zamanda ABD Gizli Servisi CIA yalanları ülkemizde yaygınlaştırıldığından, Türkiye ve Çin ilişkilerinde gerginlik konusu yapı taşları haline getirilmeye çalışılıyor.

 

Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşayan Uygur Türkleri üzerinde dini inanışları ve ibadetleri nedeniyle baskı uyguladığı, Doğu Türkistan’da Çin zulmünün hüküm sürdüğü iddiaları, abartılarak, Uygurlar üzerinden Çin düşmanlığı ve kışkırtması yapılıyor. Bu yalanlar ve iddialar, Türkiye’de Cuma Namazlarında camilerde hutbe kürsülerinden okunup söylenir oldu. Ancak, iddialar gerçek dışıdır, bu haberlerin arkasında Amerika Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) vardır.

 

Aslında Çin’de yaşanan olağanüstü halin nedeni, Çin’in gericilikle haklı mücadelesi. İddiaların aksine Çin’in soykırım sayılabilecek eylemlerden sakındığı, gericilikle mücadelede aydınlatmayla başa çıkabilmek için Uygur gençlerine ve çocuklarına özel kamplarda eğitim verdiği, tarafsız gazeteciler tarafından saptanmış bulunuyor. Bu kampları asimilasyon merkezleri gibi göstermek isteyen CIA yanlısı Batı’nın iddialarının aksine, aralarında Türk gazetecilerin de bulunduğu tarafsız gazeteciler, aşırı düşüncelerin kökünün kazınması amacıyla oluşturulmuş kamplara katılımın gönüllü olduğunu vurguluyor. Buralarda meslek öğreniminin veriliyor olması, kampları çekici yapıyor. Batı medyası kampları karalarken, Pakistan medyasında bu kampların Afganistan için örnek alınması önerisi yapılıyor.

 

Çin’in kuzeybatısında bulunan Sincan Özerk Bölgesi, yeraltı kaynakları bakımından zengin olup, petrol, doğalgaz, uranyum, zengin altın madenleriyle bilinmektedir. Bu nedenle ABD ve Çin düşmanları bu bölgeyi karıştırarak, Çin’e sadece etnik değil, ekonomik sıkıntılar vermeyi hedeflemektedirler. Geçmişte bu zenginlikleri nedeniyle bölge üzerinde Çin-Rusya çekişmesi de yaşanmıştı.

 

Çin yönetimi bölgenin tarihsel ve milli niteliğini zedelemeyecek biçimde demokrasi ve insan hakları politikalarından yana olduğunu açıklamakta, buna uygun politikalarla terör sorununa yaklaşmaktadır. Oysa ABD, hedefine koyduğu Çin’i rahatsız edebilmek için bölgeyi karıştırmaya var gücüyle çalışmaktadır. Dolayısıyla, bu provokasyonla görevli CIA’nın yalanlarına kanarak, bölge üzerinden Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti düşmanlığı üretilmemeli, bilakis kanmayarak birliktelik ve dostluk geliştirilmelidir.

 

Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Türkiye ve Çin arasında dostluk bağı bölgesidir. Mavi ayyıldızlı bayrak, huzurla dalgalanmalıdır. Çin bölgenin milli niteliğine saygılıdır. Ancak bölgede ABD CIA’dan destek bulan şeriat odakları, dini alet ederek ortamı karıştırmaya çalışıyorlar. Türkiye burada CIA ajanlarının değil, soydaşlarının ve terörle mücadele eden dostu Çin Halk Cumhuriyeti’nin yanında yer almalı, bölgede huzurun hâkim olmasına katkı sağlamalıdır.

 

Nitekim, Türkiye bu konuda temkinli adımlar atmış, şu anda CIA himayesinde ABD’de yaşayan ve hak etmediği “Uygur Ana” lâkabını kullanan Rabia Kadir’e vatandaşlık hakkı ve Türk pasaportu verilmemiştir. Doğu Türkistan’da ayrılıkçı politikaların savunucusu olan Rabia Kadir dışlanmıştır, ama son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın işgüzarlığıyla, Türkistan İslâm Partisi üyesi bir kişiye Türkiye camilerinde Cuma vaizlerinde fırsat tanınarak, Çin düşmanlığı yapılmaktadır. Buna asla izin verilmemeli, Çin Halk Cumhuriyeti’nin gerici terör ve FETÖ dostu bu şeriat odaklarıyla mücadelesi desteklenmelidir.

 

Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde gerginliğin kaldırılması için yapılacak Türk-Çin işbirliği, yeni İpek Yolu’nda, yani “Bir Kuşak Bir Yol” projesinde Çin ve Türkiye arasındaki işbirliğini daha sıkılaştırmakla kalmayacak, Kıbrıs Türkleri’nin güvenliği için KKTC’nin Çin Halk Cumhuriyeti tarafından tanınmasını da sağlayacaktır. Eldeki bu fırsatın heba edilmeden bir koz olarak kullanılması gerekir.

 

Doğu Akdeniz’de Güç Gösterme, Kıbrıs’ta Deniz ve Hava Üssü Gerektiriyor

 

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de güç gösterisine ihtiyacı var. Uluslararası ilişkilerde hak güçle elde edilmekte, güçlü olan haklı görülmektedir ve bunun uluslararası ilişkilerdeki adı “Reel Politik” olmaktadır. Emperyalistler kan kokusunu duyan köpek balıkları gibi, Doğu Akdeniz’de hidrokarbon, açıkçası petrol ve gaz kokusunu aldıkları için saldırgan davranışla denize hâkim olmak istemektedirler. Kaldı ki emperyalizm denizleri, deniz yollarını sever ve gideceği ülkelere de genelde deniz yolundan gider. Bu nedenle, denizlere açık olan ülkelerin savunması denizlerden başlamak zorundadır. Türkiye bu bilinçle Doğu Akdeniz’de güç sergilemelidir.

 

Denizde güç gösterisi, Türk Donanması’nın, milli gemileri ve milli silahlarıyla sık sık yapacağı ulusal tatbikatlar gerektiriyor. Türkiye Navteks ilân ederek, kritik yerlerde bu tatbikatları yapıyor. 6 Ocak 2019 tarihli ve 0039/19 sayılı Navtex ile Meis Adası’nın güneyi ve Rodos’un doğusunu kapsayan geniş bir alanda hidrokarbon aramaları yapılacağına ilişkin uyarı yayınlandı. Bir hafta sonra bu alana, Kıbrıs ile Rodos arasında kalan 90 bin kilometrekarelik alan eklenerek genişletildi, süre Ocak ayı sonuna kadar uzatıldı. Buralarda hem hidrokarbon araması ve hem de donanma eğitimi yapılacağının açıklanmış olması, Rumları çıldırtmış bulunuyor. Rumların arama parsellerini ve KKTC’nin münhasır ekonomik bölgesini de kapsayan bu Navtex uygulamasıyla Türk Deniz Kuvvetleri, Rumlara gereken mesajı vermiş bulunuyor.

 

Barbaros Hayrettin Paşa sismik araştırma gemisi ve Barbaros fıkateyni yanlarına Tanux-1 ve Apollo Moon (safety vessel) gemilerini alarak Akdeniz’de geniş bir alanda hidrokarbon ararlarken, Türk Donanması’nın unsurları da eğitim çalışmaları ve atış tatbikatları yapıyor.

 

Doğu Akdeniz’de Türk Donanması’nın eğitim çalışmaları, çeşitli nitelikteki tatbikatları, ayrıca Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi’ni tümüyle kapsayan Mavi Vatan Tatbikatı gibi tatbikatların yanısıra; Rusya, Çin ve İran donanmasına ait unsurlarının katılacağı uluslararası tatbikatların da ortaklaşa düzenlenmesi zamanı gelmiş bulunuyor. Kısacası, Astana etkisi sadece Suriye’de değil, Doğu Akdeniz’de de geçerli kılınmalı. Akdeniz, ABD destekli Yunan, Rum, İsrail, Mısır gemilerinin sözde gövde gösterilerine açık bırakılamaz. Çünkü Akdeniz, uluslararası çekişmeye açık bir deniz konumundadır. ABD Altıncı Filosu’nun serbestçe bayrak gösterip, istediği gibi seyrüsefer yapacağı ya da gambot diplomasisi uygulayacağı bir deniz olmaktan çıkarılmalıdır.

 

Güç gösterisinin çok önemli bir adımı, Kıbrıs’ta Türk Deniz Kuvvetleri ve Türk Hava Kuvvetleri üslerinin açılıp faaliyete geçirilmesi olacaktır. Kıbrıs’ta kurulacak deniz üssü için yer tespit çalışması yapılmış, İskele yöresi uygun bulunmuştur. Kurulacak üssün teknik hazırlık çalışmalarının yapıldığı da bilinmektedir. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından hazırlanan teknik rapor, Dışişleri Bakanlığı’na teslim edilmiş bulunuyor. 280 bin dönümlük alana modern bir üs, tüm tesisleriyle planlanmış durumda. Kurulacak üs; firkateyn, korvet, denizaltı ve helikopter gemisi gibi deniz unsurlarına hizmet verebilecek yapıda olacak. 2019 yılında üssün hayata geçirilmesi bekleniyor.

 

Kıbrıs İskele’de kurulması kararlaştırılıp planlanan üs, 2019 yıl sonunda gerçekleşmiş olacak.

 

Kıbrıs her ne kadar Türkiye’ye çok yakın olsa da deniz üssünden başka, savaş uçaklarının konuşlanacağı hava üssünün tesis edilmesi de stratejik olarak gerekmektedir, bu düşman unsurlara karşı önemli bir caydırıcılık taşıyacaktır. Kıbrıs’taki askeri üsler, sadece Doğu Akdeniz ve Kıbrıs için değil, Türkiye’nin Ortadoğu etkinliği için de önemli olacaklardır.

 

Kıbrıs Cengiz Topel hava Üssü kurulması da düşünülüp gerçekleştirilmeli.

 

Karasuları, Kıta Sahanlığı, Adalar ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Önlemi

 

Türkiye Yunanistan’ın genişlemeci karasular politikasına karşı önlemini, Casus Belli ilân ederek almış bulunuyor. Bunun geri çekilmesi ve bu konuda taviz verilmesi söz konusu bile olmamalı ve olamaz. Öte yandan karasuları sorunu, deniz hava sahasındaki uçuş (FIR) hatları sorunuyla birlikte ele alınmak zorundadır. Yunanistan’ın FIR hatları saldırganlığına her zaman en sert askeri yanıt verilmelidir.

 

Türkiye kıta sahanlığı üzerindeki haklarından ödün veremez. Yunanistan, adaların kıta sahanlığı gibi hukuken geçerli olmayan bir gerekçeyle, Anadolu’nun doğal uzantısı olan kıta sahanlığımız üzerinde hak iddiasında bulunamaz, bulunsa da geçerli sayılamaz. Kıta sahanlığımızda yer alan denizaltı kaynaklarımızı da asla kullanamaz. Taşoz’dan çıkarılan petrol, Türk kıta sahanlığından çalınan petroldür. Kuyunun lokasyonu Yunan karasuları içinde kalsa bile, o kaynak Türk kıta sahanlığına aittir. Yunanistan’ın oradan petrol üretimine karşı çıkarak, gereken diplomatik ve askerî önlemler alınmalıdır.

 

Türkiye’ye ait iskân edilmemiş kayalık adaları işgal ederek yerleşen Yunanistan’a, gecikmiş olunsa da gereken diplomatik uyarı notası verilmeli, bu yazımızda daha önce isimlerini sıraladığımız 18 adayı derhal terk etmesi istenmelidir. Bu istekle birlikte, Lozan antlaşmasına aykırı biçimde askerî tahkimat yaptığı adalardan, bu tahkimatlarını kaldırması da istenmelidir. Bu isteklerimiz yerine getirilmeden, Yunanistan ile olan her türlü ilişki askıya alınmalı, uluslararası ortamda Yunanistan’ı engelleyici önlemlere başvurulmalıdır. Anadolu Denizi ya da Adalar Denizi, Yunanlıların Ege diye korsanlık yapabilecekleri bir deniz değildir ve olmamalıdır.

 

Türkiye’nin jeopolitik öncelikli zorunluluğunun başında, Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’de hukuksal tezimize paralel biçimde Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilânı gelmektedir. Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz, Akdeniz’in ayrılmaz bölümleri olduğundan, kısaca Akdeniz’de MEB ilânı acilen yapılması gereken ulusal işlerin başındadır. Biz ilânda gecikirsek, Yunanistan ilân edecek, üstelik Meis’ Adası’nın MEB alanı diye Doğu Akdeniz’in büyük bir parçasını bize karşı kapatmaya kalkışacaktır. Yunanistan’ın böyle bir atak hücumu karşısında Türkiye’nin savunmaya geçmesi, ülkemizi hiç de hak etmediği pasif konuma düşürür. Türkiye Akdeniz’de MEB ilânında maalesef geç kalmıştır, bu gecikmenin daha fazla uzatılmaması gerekiyor.

 

UYARI VE SON SÖZ

 

Yunanistan arkasını ABD ve Avrupa Birliği ile Batılı emperyal ülkelere ve onların piyonlarına dayayarak, palikaryalık yapmaktadır. Sözde kabadayı denilen palikaryaya anladığı dille hitap edilmelidir. Yunanistan’ın Kıbrıs, adalar, karasuları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge konusunda anlayacağı dil, güç gerektiriyor. Türkiye bunu yapabilecek, palikaryaya haddini bildirecek güçte bir ülkedir. Diplomatik temaslar, güç gösterisini izleyecek gelişmeler olmalıdır.

 

Son söz; palikaryanın cesareti ve gücü varsa, gelsin de bizi “dümdüz etmeye” çalışsın bakalım. Dünyada kaç köşe-bucak bulunduğunu, Akdeniz’in kaç kulaç derinlikte olduğunu o zaman öğrenir. Böyle bir çatışmadan sonra elindeki adalara ilişkin zilyetlik hakkı kalacak mı, yoksa adalar gerçek mal sahibine geçecek mi? Onu da görür. Hatta Batı Trakya’da siyasi coğrafya değişikliğine hazır mı? Düşünsün bakalım. Bunları göze alabiliyorsa, dümdüz etme hareketine geçebilir. Yapamıyorsa, müzakere masasına oturup diplomatik olarak barış içinde sorunların çözümüne yardımcı olmalıdır.

 

KAYNAKLAR

 

1) Ak, Gökhan, 2014. Tarih, Deniz ve Egemenlik: Ege’nin Isporadları “Menteşe Adaları” nın Dünü ve Bugünü, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XIV/29, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir, http://dergipark.gov.tr/download/article-file/235765

 

2) Akyılmaz, Gül, 2015. Siyasi Tarih, Seçkin Yayıncılık, İstanbul

 

3) Ana Britannica Ansiklopedisi.

 

4) Anadolu Ajansı, Kırım Resmen Rusya’ya Bağlandı, 21.03 .2014 tarihli haber,

https://www.aa.com.tr/tr/dunya/kirim-resmen-rusyaya-baglandi/172996

 

5) Atun Ata, 2018 ABD’den Kıbrıs’ta Yeni Çözüm Girişimleri, Aydınlık Gazetesi, 11.12.2018, İstanbul.

https://www.aydinlik.com.tr/abd-den-kibris-ta-yeni-cozum-girisimleri-ozgurluk-meydani-aralik-2018

 

6) Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması,

https://antlasmalar.com/ayastefanos-yesilkoy-antlasmasi/

 

7) Balkan Savaşları, https://www.kurtulussavasi.gen.tr/balkan-savaslari.html

 

8) Banoğlu, A. Niyazi, 1991.  Tarihte Girit ve Osmanlılar Dönemi, Kırmızı Beyaz Yayınları, İstanbul.

 

9) Bartlett, E. Ashmead, Çeviren O. Sakin 2014, Teselya Savaşı, Tarihçi Kitabevi, İstanbul.

 

10) Berlin Antlaşması, https://antlasmalar.com/berlin-antlasmasi/

 

11)  Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi

 

12) Corbusier, Le, Çeviren Ayda Yörükân, 2009. Atina Anlaşması, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

 

13) Dündar,Recep,2015.Kıbrıs’ın Fethi,

https://stratejikistihbarat.files.wordpress.com/2015/08/kibrisin-fethi.pdf

 

14)  Efi Koutsokosta (Euronews), Kıbrıslı Rum liderden gaz paylaşım önerisi: 4 bize 1 Türklere, Aydınlık Gazetesi, 16.12,2018,

https://www.aydinlik.com.tr/kibrisli-rum-liderden-gaz-paylasim-onerisi-4-bize-1-turklere-dunya-aralik-2018-2

 

15)  Eren, Fulya, 2018. ABD Üçlü İttifaka Resmen Dahil Oluyor, Aydınlık Gazetesi 17.12.2018. https://www.aydinlik.com.tr/abd-uclu-ittifaka-resmen-dahil-oluyor-dunya-aralik-2018-1

 

16)  Ertek, Ahmet, 2012. Hasan Ali Yücel ve Birinci Coğrafya Kongresi, Türk Coğrafya Dergisi, Sayı 57, http://dergipark.gov.tr/download/article-file/198430

 

 

17)  Girit Adası Tarihi, 2015. https://www.guncelkaynak.com/nedir/girit-adasi-tarihi/

 

18)  Girit Savaşı (1645-1669),2017.  Liberteryen.org,

http://liberteryen.org/2017/06/girit-savasi-1645-1669/

 

19)  Gürdeniz. Cem, 2013. Hedefteki Donanma, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul.

 

20)  Gürdeniz, Cem, 2014. Denizci Bilincin Yok Edilmesinin Bedeli, Mavi Vatan,

http://toprakgemi.blogspot.com/2014/09/denizci-bilincin-yok-edilmesinin-bedeli.html

 

21)  Gürdeniz, Cem, 2014.  Kardak Krizi ve Sonuçları,

http://www.guncelmeydan.com/pano/kardak-krizi-ve-sonuclari-cem-gurdeniz-t36508.html

 

22)  Güven, İlker, 2018. Türkiye’nin Jeopolitik Zorunlulukları, Aydınlık Gazetesi, 13 Aralık 2018, İstanbul.

 

23)  93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı),

https://www.dunyabulteni.net/tarihten-olaylar/93-harbi-1877-78-osmanli-rus-savasi-h406060.html

 

24)  93 Harbi, https://www.turktarihim.com/93_Harbi.html

 

25)  Hayta, Necdet,2006. 1911’den Günümüze Ege Adaları Sorunu, Gazi Kitabevi, Ankara.

 

26)  Hill, George, 2016. Kıbrıs Tarihi-Osmanlı ve İngiliz İdaresi Dönemi, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.

 

27)  Hür, Ayşe, 2018. Ege Adaları’nı Geri Almak Mümkün mü? Evrensel /e-gazete,

https://www.evrensel.net/haber/345747/ege-adalarini-geri-almak-mumkun-mu

 

28)  Işıklar, H. Cem, 2009. Ege’de Çözülemeyen Türk-Yunan Sorunları ve Casus Belli, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul.

 

29)  İşgal Altındaki Ada’da Rezervasyon Bakan’dan, Aydınlık Gazetesi, 28.11.2018, İstanbul.

 

30)  Karakuş, Ufuk, 2012.  Coğrafya Eğitimi İçin Önemli Bir Kaynak: Birinci Türk Coğrafya Kongresi. Marmara Coğrafya Dergisi, Sayı 25, İstanbul,

http://asosindex.com/cache/articles/cografya-egitimi-icin-onemli-bir-kaynak-birinci-turk-cografya-kongresi-f221390.pdf

 

31)  Kadıoğlu, İsmet, 2016. Girit’in Fethi (1645-1669) ve Göç,

http://www.ajandahaber.com/giritin-fethi-1645-1669-ve-goc-makale,381.html

 

32)  Meydan Larousse Ansiklopedisi

 

33)  Navarin Deniz Muharebesi (Navarin Katliamı),

https://www.devletialiyyei.com/navarin-deniz-muharebesi-navarin-katliami-sayfa-99.html

 

34)  Navarin Olayı,

https://denizmuzesi.dzkk.tsk.tr/dmk/upload/files/201611/58343f6481afa-1479819108.pdf

 

35)  Osmanlı’nın XIX. Yüzyıldaki Son Zaferi: 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı,

http://bilimdili.com/arkeotarih/tarih-tarih/osmanlinin-xix-yuzyildaki-son-zaferi-1897-osmanli-yunan-savasi/

 

36)  Örenç, A. Fuat, 2009. 1827 Navarin deniz Savaşı ve Osmanlı Donanması, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sayı 46, 2007/2, İstanbul.

 

37)  Özfatura, Mustafa Necati, 2007. Girit’i Nasıl Kaybettik?

https://arsiv.wordpress.com/2007/04/19/girit%E2%80%99i-nasil-kaybettik/

 

38)  Öztürk, Saygı, Ümit Yalım röportajı, 2017. Girit Adası’nın Dörtte Üçü Türkiye’ye Aittir, https://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/girit-adasinin-dortte-ucu-turkiyeye-aittir-2121425/

 

39)  Öztürk, Saygı, 2018. Türkiye’ye Ait 42 bin kilometrekarelik alanı kim satışa çıkardı, Sözcü Gazetesi, 23.10.2018,

https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/saygi-ozturk/turkiyeye-ait-42-bin-kilometrekarelik-alani-kim-satisa-cikardi-2696247/

 

40)  Paris Antlaşması, https://www.beyaztarih.com/ansiklopedi/paris-antlasmasi

 

41)  Polat, Soner, 2018. Kıbrıs’ta Son Tango, Aydınlık Gazetesi 18 Aralık 2018, İstanbul.

 

42)  Pourgouris, Marinos, 2000.  The Cyprus Frenzy of 1878 and the British Press, Lexinton Books, London.

 

43)  Prontera, Andrea and Mariunsz Ruszel, 2017.  Energy Security in the Eastern Mediterranean, Middle East Policy, Vol. XXIV, Number 3, Wiley Blackwell, USA.

 

44)  Rodos’un Fethi, https://www.tarihbilimi.gen.tr/makale/rodosun-fethi-1521/

 

45)  1821 Rum İsyanı ve Yunanistan’ın Kurulması,

http://www.osmanlidevleti.gen.tr/1821-rum-isyani-ve-yunanistanin-kurulmasi/

 

46)  Rusya’dan Flaş Türkiye Açıklaması, Yeni Akit gazetesi, 21.12.2018,

https://www.yeniakit.com.tr/haber/rusyadan-flas-turkiye-aciklamasi-571693.html

 

47)  Tersane Konferansı, Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi,

http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Osmanli-Tarihi-Ansiklopedisi/Detay/TERSANE-KONFERANSI/538

 

48)  Trablusgarp Savaşı Nedenleri ve Uşi Antlaşması,

http://www.kpsskonu.com/genel-kultur/tarih/trablusgarp-savasi-nedenleri-usi-antlasmasi/

 

49)  Troçki, Lev, Çeviren Tansel Güney, 2014. Balkan Savaşları, İş Bankası Yayınları, İstanbul

 

50)  Türk Yunan İlişkileri ve Megali İdea, 1985. Genelkurmay Askeri ve Stratejik Etüt Başkanlığı, Ankara.

 

51)  Ulu, Gökmen, 2016. Adalar, Lozan Antlaşması’ndan 10 yıl önce kaybedildi,

https://www.sozcu.com.tr/2016/gundem/adalar-lozan-antlasmasindan-10-yil-once-kaybedildi-1424721/

 

52)  Ülger, İ. Kaya, 2008. Türk-Yunan İlişkilerinde Ege Sorunları, Derin Yayınları, İstanbul.

 

53)  Ültanır, M Özcan, 2017, Türkiye’nin Vazgeçemeyeceği Yavru Vatan Kıbrıs ve Mavi Vatan Parçası Doğu Akdeniz, Ültanır Platformu, 6 Şubat 2017 tarihli Arayış ve Gündem Makalesi (Arşiv), http://www.ultanirplatformu.com/06-02-2017.html

 

54)  Ültanır, M. Özcan,2017.  Üç Doğalgaz Boru Hattı Projesi ve Türkiye, Ültanır Platformu, 5 Temmuz 2017 tarihli Arayış ve Gündem Makalesi (Arşiv),

http://www.ultanirplatformu.com/10-05-temmuz-2017.html#arayis-gundem-10-05-07-2017

 

55)  Ültanır. M. Özcan, 2018. 2018 Yılı Başlarken Türkiye’nin Karşısındaki Dış Tehditler ve Açmazlar, Ültanır Platformu Arayış ve Gündem Makalesi, 8 Ocak 2018,

http://www.ultanirplatformu.com/08-01-2018-thdtlr-acmzlr.html

 

56)  Ültanır. M. Özcan, 2018. AB ve ABD’ye Yaslanıp Palikaryalık Yapmak, Ültanır Platformu, Arayış ve Gündem Makalesi, 10 Mart 2018,

http://www.ultanirplatformu.com/10.03.18ab-abd-palikarya.html

 

57)  Ültanır. M. Özcan, 2018. Enerji Oburluğuyla Denizlere Hücum ve Emperyalizm, Ültanır Platformu Arayış ve Gündem Makalesi, 13 Haziran 2018

http://www.ultanirplatformu.com/18-13-06-18-enerji-oburlugu.html

 

58)  Varol, Emin, 2016. Marathi Adası’nın Tapusu Yunanistan’ın İşte İşgal Belgesi, Arena Bodrum Haberleri, 5 Aralık 2016, Bodrum.

https://www.arenabodrumhaber.com/2016/12/05/marathi-adasinin-tapusu-yunanistanin-iste-isgal-belgesi/

 

59)  Yalım, Ümit, 2018. Doğu Akdeniz’de Türk Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölgesi derhal İlan Edilmelidir, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü,

https://www.21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/dogu-akdeniz-de-turk-kita-sahanligi-ve-munhasir-ekonomik-bolgesi-derhal-ilan-edilmelidir

 

60)  Yalım, Ümit, 2018 Girit Adası’nın Dörtte Üçü Türkiye’ye Aittir, Aydınlık Gazetesi, 7 Aralık, 2018, İstanbul.

https://www.aydinlik.com.tr/girit-adasi-nin-dortte-ucu-turkiye-ye-aittir-ozgurluk-meydani-aralik-2018

 

61)  Yunanlılar Bodrum Karaada’yı da İstiyorlar, bodrumageldik.com, 6 Aralık 2018.

http://www.bodrumageldik.com/haberler/35688/yunanlar-bodrum-karaada-yi-da-istiyorlar

 

62)  Yusuf H. Macit, 2018. Türkiye Kıbrıs’ta Cesur Adımlar Atmaya Hazır mı? Yeniçağ Gazetesi, 20 Aralık 2018, İstanbul.

 

63)  Yücel, M. İlkel, 2018. E. Büyükelçi Uluç Özülker Röportajı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Güç Gösterisine İhtiyacı var, Aydınlık Gazetesi, 19 Kasım 2018, İstanbul.

Kategoriler

DUYURULAR Kasim 29 2016 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Haklı İstemi