Duyurular 2018

AT VE SİYASET

 

At binenin …

 

Siyaset, dilimize Arapçadan geçmiş bir kelime. Arapçada at bakıcısı anlamında kullanılan seyis kelimesinden türetilmiş. Batı dillerinde karşılığı politika (politica), o da devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı olarak tanımlanıyor. Bu anlamıyla özel beceri isteyen bir iş olduğu anlatılmış oluyor. Böyle bakınca, siyaset kelimesinin çok yerinde türetildiği görülüyor. Çünkü Türkçemizde tanıma uyan güzel bir söz var; “at binenin, kılıç kuşananın” diye. Devlet yönetimi de öyle. Ata binip yönetmek ile devleti yönetmek arasında farklar olsa bile, yine de eski deyişle teşbih, yani benzetme yapmak söz konusu. Ne de olsa ata binebilmek de devlet yönetmek de beceri isteyen işler. Ata binmede ve devlet yönetmede üstün beceri ve başarı gösteren devlet adamı, hiç kuşkusuz ulusal önderimiz Mustafa Kemal Atatürk olmuştur.

 

 

Ata binmede, ordulara komuta etmede, devlet yönetmede emsalsiz lider ulusal önderimiz Mustafa Kemal Atatürk.

 

Herkes ata binemez, acemi iseniz huysuzlanan at sizi sırtından atar ve düşersiniz. Kaldı ki nice ünlü kişiler at sırtından düşmüştür. 30 Temmuz 2003 tarihinde Cihan isimli atın sırtından düşen Recep Tayyip Erdoğan da bu ünlülerden biri. Sayın Erdoğan attan düştüğü zaman dört buçuk aylık başbakandı. O kaza siyasi polemiklere konu oluvermişti. Ancak sayın Erdoğan ata binme becerisiyle siyaset becerisinin farklı olduğunu kanıtlayan liderdir. Ata binememişti, ama siyasette Cumhurbaşkanlığı yönetim biçimiyle Türkiye’nin ilk Başkanı olmayı başardı.

 

At binicisine göre oynar…

 

Sayın Erdoğan’ın kazandığı öyle bir başkanlık sistemi ki sınırları çok geniş biçimde devleti düzenleme ve yürütme yetkisine sahip. Yani kuşandığı kılıç oldukça keskin. Siyaset kelimesinin kökenine sadık kalıp devletin başkanlık koltuğuna oturmayı ata binmeye benzetirsek, “teşbihte hata olmaz” sayın Erdoğan ustalıkla ata binmiş kılıcı kuşanmış bulunuyor. Elbette hüner atın üzerinde tutunmakta ve onu gerektiği gibi doğru yöne sürebilmekte. Dilimize yerleşmiş bir söz daha var, “At binicisine göre oynar” diye. Bu demektir ki asıl marifet binicinin ustalığında. Siyaset de öyle değil mi? Hele başkanlık sisteminde devletin davranışı liderinin ustalığına bağlıdır…

 

Usta ve duayen, ama…

 

Sayın Erdoğan seçim mitinglerinde siyasette ustalık dönemine eriştiğini defalarca söylemişti. Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak 15 yılı aşan devlet yönetimi, kendisine kolay kolay ulaşılamayacak bir deneyim kazandırmış bulunuyor. Eleştireni çok olsa da bugün Türkiye’nin tek duayen devlet adamı durumunda. Hatta şu an için alternatifi olmayan duayen devlet adamı. Kendisinden önce, 2015 yılında vefat edene kadar rahmetli Demirel de duayen devlet adamıydı.

 

Ancak duayen devlet adamı saptaması, her yaptığının eleştirisiz onaylanması anlamına gelmez elbette. Zaten “duayen” hatasız demek de değildir. Fransızcadan dilimize aktarılmış bu kelime, bir meslekte geçirdiği sürece, kıdemce ileride olan yetenekli kişi anlamındadır. Yalnız bir ‘ama’sı var. Bugün Türkiye seçmeninin yaklaşık yüzde ellisi, duayen devlet adamı Demirel’in vefatından önce AK Parti iktidarını ve sayın Erdoğan yönetimini eleştirirken söylediği gibi, “Ama, Türkiye iyi yönetilmiyor” kanısında. Kanının değişmesi atın doğru sürülmesini gerektiriyor.

 

MALİ VE EKONOMİK YANGIN

 

Başkanlık sistemi maalesef ne beklenen ve ne de vadedilen şekilde başlamadı, başlatılamadı. İster dış güçlerin provokasyonu deyiniz, isterseniz kumpası, gerçek şu ki Türkiye içine itelendiği mali ve ekonomik krizle karşı karşıya. Kriz yok demek, elbette krizi örtmüyor. Yoksa dolar niye zirvelerde oynadı, piyasada pahalılık ve durgunluk niye, kapanan şirket sayısı artıyor, şirketler peş peşe niye konkordato ilan ediyorlar vs? Tüm bunlar yadsınamaz krizin göstergeleri ve açık kanıtları. Dolar sonradan iniş göstermiş olsa da daha dün zirvelerde oynaması, Türkiye ekonomisini ne yazık ki tepetaklak etmeye yetti. Artık kısa süreli düşüşü de duran dolar, ne hikmetse 18 Ekim’de tekrar yükselişe geçti.

 

İlk Başkanlık kabinesinin beklentileri karşılamaktan uzak kaldığını sitemizde yer alan 28 Temmuz 2018 tarihli “Büyük Kulpu Ülke ve Ulus Yararına Çevirebilmek” başlıklı “Arayış ve Gündem” makalemizde vurgulamış, Hazine ve Maliye Bakanı atamasının döviz kurlarında tepkisel artışa neden olduğunu o günlerde kaydetmiştik.

 

Dolar yükselirken gelen Trump yaptırımı

 

Türkiye ekonomisinin yapısal eksikliklerini siyasal saplantılara takılmadan düzeltecek güçlü bir ekonomi yönetimi oluşturulması için başkanlık sistemi bulunmaz bir fırsattır. Ne yazık ki ilk adımda bu fırsat değerlendirilemedi.  Ekonomi yönetimi başkanın ailesi içinde kalsın, kayınpeder-damat ikilisine dayalı yürütülsün dercesine yapılan atama, dış ve iç finans çevrelerinin tepkisiyle karşılaştı ve dolar ilk günden yükselmeye başladı. İlk değerlendirmeler “atamaya karşı tepkisel yükseliş” şeklinde oldu, ama buna fırsat oluşturan ekonominin yapısal bozukluğu olmuştu. Çok iyi gözlemleyen ABD Türkiye’ye kumpas kurmakta hiç gecikmemiş, fırsatı kaçırmamıştı.

 

Öyle ki 9 Temmuz günü Merkez Bankası verileriyle 4,55 TL/$ olan dolar kuru, bir ay sonra 5,42 TL/$ düzeyine ulaştı. Türk ekonomisinin yumuşak karnı olan yabancı paraya bağlılık tehlike çanlarını çaldırıyordu. 31 Ağustos’ta kur 6,57 TL/$ düzeyini gördü. Giderek serbest piyasada dolar kuru 7 TL/$ zirve noktasını bile aştı. Bir yandan da ABD Başkanı Trump sözde papaz Brunson için yaptırım uyguladıklarını söylüyor, artışı kamçılıyordu. Ulusal ekonominin zayıflığını, ekonomi yönetimine yapılan atamanın etkisini gözlerden uzak tutmak için doların yükselişi Trump yaptırımlarına bağlanıyordu. Elbette yatırımlar etkiliydi, ama ekonomi güçlü olsa o yaptırımlar ulusal paramızın dengesini bu kadar bozabilir miydi?

 

Trump yaptırımının asıl nedeni ise Brunson değildi, Türkiye’nin Suriye’de PKK-PYD/YPG’ye karşı savaşı, İran ile yakınlaşması, Rusya ilişkisi, S-400 füzelerini almada kararlı tutumu ABD’yi rahatsız ediyordu. Moody’s ve Fitch gibi derecelendirme kuruluşları Türk bankalarının notunu düşürerek, Trump yaptırımına katkıda bulundular. Peterson Uluslararası Ekonomi Enstitüsü uzmanlarından ünlü ekonomist J. F. Kirkegaard, Türkiye’nin krizin başında olduğunu iflasların peş peşe gelebileceğini ve buna bankaların da dahil olduğunu söylüyor. Bakan Albayrak ise bu tehlikeyi görmezden gelerek, “Ekonomide dalgalanma durdu” diyebiliyor. ABD tarafından mali yaptırımlarla Türkiye’yi dize getirme stratejisi sürdürülüyor.

 

Yetersiz kalan bir program

 

Dolar kurunun aşırı yükselmesiyle birlikte enflasyon da büyük bir zıplama yaparak, yıllık bazda yüzde 24,5 olunca, sayın Erdoğan’ın faiz saplantısına karşı iyi polis-kötü polis oyununu anımsatırcasına, sorumluluk Maliye ve Hazine Bakanı damat Albayrak’a yüklenecek biçimde, Merkez Bankası faizi 625 baz puanla ciddi oranda artırıyor, faizler yüzde 25’e dayanınca dolar kuru artışı direnmeye çalışsa da yavaşça, ya da biraz düşüşe geçiyordu. Bunda Yeni Ekonomi Programı’nın da sınırlı etkisi vardı, ama önlemler yeterli olamıyordu.

 

 

Ekonominin zayıf karnını oluşturan döviz bağımlılığıyla 7 TL/$ gibi paritenin zirvelere tırmanması karşısında Merkez Bankası sonunda çarkları döndürdü, ama doları baskılamakta gecikmesi ulusal ekonomide ciddi tahribata neden oldu.

 

Ekonomideki yapısal kökenli yangın büyüktü, kolay kolay sönecek gibi de değildi. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın Yeni Ekonomi Programı bir ayda “Eski” oldu ve adeta silindi. Bu süreçte Türkiye’yi batağa sokacak Uluslararası Para Fonu (IMF) kapısının çalınması önerileri dile getirilmeye başlanmıştı, ama doğru ve kararlı bir tutumla o kapının çalınmasından kaçınıldı. IMF kapısının çalınmak istenmemesi sayın Erdoğan’ın siyasi tercihiydi ve bu kez atın doğru yolda sürüldüğünü gösteriyordu. Ancak, ekonomideki yapısal sorunun büyüklüğünü bilenler, hâlâ 2019 Şubat ayında o kapının çalınabileceğini savlıyorlar. Umarız ve dileriz ki o kapı hiç çalınmaz.

 

IMF’nin Türkiye’ye olumsuz bakışı, açıkladığı tahminlerde de görülüyor. Türkiye için 2018’de büyüme tahminini yüzde 4,2’den yüzde 3,5’e düşüren IMF, Yeni Ekonomi Programı’nda 2019 yılı için yüzde 2,3 hedefi konulmuşken, bunun yüzde 0,4 olacağını iddia ediyor. 2018-2020 dönemi için büyüme, tüketici enflasyonu ve cari açık beklentileri, IMF’nin tahminlerine göre, Türkiye’nin hedeflerinin altında ve daha olumsuz gerçekleşecek. Türkiye için kötümser olan IMF, dünya için de iyimser değil, küresel ekonominin riskleri nedeniyle global beklentilerini de aşağıya çekmiş durumda. Global ekonominin riskleri ise Türkiye için krizi destekleyen olumsuzluktur.

 

Atı hendekten kurtaran manevra ve ikinci program

 

IMF kapısının çalınmaması hayırlı oldu, ancak onun yerine ABD Merkezi Haber Alma Örgütü (CIA) bağlantılı McKinsey şirketine danışmanlık kapısı, Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak’ın marifetiyle açılmak istendi. Devlet kapısının böyle bir şirkete açılması, ileride at kazası benzeri siyasi kazaya neden olabilirdi, ama sürücü ustalıkla son anda atı çevirip, o hendeğe sürüklenmekten kurtardı, sayın Erdoğan’ın uyarısıyla McKinsey ilişkisi sonlandırıldı. Bu girişimde faiz artırımındaki olduğu gibi danışıklı bir oyun var mıydı bilinmez, fakat McKinsey ile ilişkinin kesilmesi olumlu bir manevra idi. Türkiye kendi ekonomi uzmanlarıyla yolunu açabilecek bir ülkedir.

 

Yeni Ekonomi Programı somut çözümler içermiyordu, bu yüzden de çare olamadı. Tüketici fiyatları endeksi (TÜFE) yüzde 24,52’ye sıçrarken, üretici fiyatları endeksi (ÜFE) yüzde 46,15 ile zirve yapmış, halk aşırı artış gösteren fiyatlar karşısında paniklemiş, fırsatçılara da gün doğmuştu. Bu nedenle Enflasyonla Topyekûn Mücadele Programı uygulamaya konuldu. Bu ikinci program serbest piyasa uygulamasıyla çelişkili görünüyordu, ama ortada tutarlı bir serbest piyasa değil, hakkaniyetten yoksun, başıbozuk serbest piyasa vardı. İkinci programın zabıta önlemleriyle karneye kadar uzanabileceği endişeleri ve eleştirileri var.

 

O çarpık serbest piyasa prangası tutarlı ve rasyonel önlem alınmasını engellemiş, mücadele programıyla toplum psikolojisinin etkilenmesi amaçlanırken, büyük sermaye kuruluşlarından medet umulmuştu. Program rasyonel ekonomik önlemleri içermiyordu. Bu programla başlatılan kampanya, 1973/74 petrol krizinde ABD’nin uyguladığı enflasyonu düşürme kampanyasına benzetilerek, McKinsey şirketinin gitmeden yaptığı bir önerinin uygulanması biçiminde yorumlandı. Öyle ya da böyle bu program  pansuman tedavisinden öte geçemeyecek nitelikteydi.

 

Ekonomik yangın sürüyor. Dolar gevşeyerek 5,60 TL/$ düzeyini altına gerilemişken, gelişmekte olan ülkelere ilişkin beklentiler, dünyadaki gelişmeler, borsa endeksleri vs denilerek 5,60 TL/$ üzerine sıçrayıverdi. Yıl sonunda kur 4,99 TL/$ düzeyini aşacak mı aşmayacak mı konusu tartışılıyor. Yaptırım nedeni diye gösterilen papaz Brunson öyle ya da böyle serbest kalarak ABD’ye dönmüş olsa da dolarda kumpas tespitine dayalı beklenen düşüş yaşanmadı.

 

TL üzerindeki baskı gerçekten kalkacak olsa, ulusal ekonominin genel potansiyeli 5,00 TL/$ paritesinin altını, hatta 4,50 T/$ paritesini geçerli kılabilecek düzeyde bulunuyor, ama o kadar çok etkene bağlı doların bu düzeylere inmesi beklenmemeli. Burada vurgulamak gerekir ki dolarda yaşanan düşüşün asıl nedeni, ABD’nin Kasım ayında İran’a uygulayacağı ikinci aşama yaptırımlarda, Türkiye’yi yanına çekme çabasıydı, açıklanmayan yaptırım gevşetmesiyle havuç politikası uygulamaya başlamıştı.

 

ABD Dışişleri Bakanı Pompeo 17 Ekim’de Ankara’da Türkiye’nin Münbiç’ten PKK-PYD/YPG’nin çıkarılması ve Fırat’ın doğusunun bu teröristlerden temizlenmesi konusunda kararlı tutumunu görünce, yaptırımların kaldırılmasından söz ederek ümit vermeye çalışırken, aslında dil altından havuç politikasını uyguladıklarını itiraf etmiş oluyordu. Emperyalist ABD’nin izlediği politika ve strateji karşısında havucuna kanmak Türkiye’ye derman olmaz, olsa olsa sonuçta Suriye’de, Doğu Akdeniz’de ve Ege’de büyük kayıplarla siyasi at kazasına neden olabilir.

 

ABD ne yaparsa yapsın Türkiye’yi kaybetti. Bugün artık sözde var denilen özde olmayan müttefiklik ilişkisi geçerliliğini yitirdi. Türkiye ulusal çıkarları gereği, toprak bütünlüğünü ve mavi vatanını koruyabilmek adına gün geçtikçe Atlantik sisteminden daha çok kopmaktadır. Bu artık tersinmez, yani geri çevrilemez bir süreçtir.

 

Çare karma ekonomik sistem içinde üretim ekonomisi, ama…

 

Türkiye’deki mali ve ekonomik yangının nedeni gibi gösterilen yüksek dolar kuru, aslında ekonomideki hastalığın göstergesi sayılan yüksek ateş gibiydi. Ulusal ekonomimizin yapısal sorunları var. Şu an Türkiye’de yüksek enflasyonun yanısıra tüketim azalması ve durgunluk var. Ekonomide bu hastalığın adı stagflasyondur. Son yapılan açıklamalarla tüketici kredilerinde ve kredi kartı kullanımındaki düşüş, stagflasyon sürecinin başladığının göstergesi.

 

Hasta bir ekonomide borçlanarak kaynak bulmak, hem olanaksız hem de hastalığa çare değildir. Türkiye için artık dış borcu yeni dış borçlarla ödeme-sürdürme yolu tıkanmış bulunuyor, bundan sonra tek yol var, o da üretim devrimidir. Bu hastalığa çare bulunması üretime yönelik yapısal değişiklikle olanaklı. Bunun için önce Turgut Özal’ın 24 Ocak kararlarına dayalı çarpık serbest piyasa ekonomisi kurallarından vazgeçilmelidir. Atatürk döneminde ve dünyanın yaşadığı 1930 ekonomik bunalımında Türkiye’ye çare olan karma ekonomik sisteme dönmek, karma ekonomide kamu kesiminin önderliğiyle planlı üretim ekonomisine geçmek gerekiyor.

 

Reçete belli, ama bugünkü Hazine ve Maliye Bakanlığı bu reçeteyi uygulayabilecek nitelikten yoksun. Öyle ki Osmanlı’dan bu yana, Cumhuriyet döneminin düne kadar geçen 95 yılında, sağlam ve tutarlı bürokratik geleneği olan Hazine yönetimi, artık bürokratların elinde değil, Bakan Albayrak ile birlikte gelen 15-20 kişilik tecrübesiz genç danışmanların elinde. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ise artık yok, tutarlı planlama bürokratları da. Kamuda planlama yapabilecek uzmanlar bulunmuyor. DPT önce Kalkınma Bakanlığı’na dönüştürüldü, sonra Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı içinde eritildi. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na verilen önem bütçesinden belli, Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin dörtte biri kadar. Son çare dua etmek herhalde.

 

 

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın ataması iç ve dış piyasa çevrelerini tatmin etmedi. Hazırladığı Yeni Ekonomi Programı bir ayda eskidi. Enflasyonla Topyekûn Mücadele Programı da yetersiz bulunuyor. Ekonomi yönetiminin başarısızlığı eleştiriliyor.

 

Türkiye’nin önünde var olan ekonomik fırsatlar

 

Türkiye bu ekonomik açmazları yaşarken, önünde değerlendirilmesi gereken ve düzlüğe çıkmasını sağlayacak fırsatlar da yok değil. Batı’dan, ABD’den ve AB’den medet ummadan, ilk sıralarda yer alan ticaret ortakları Çin, Rusya ve Almanya ile işbirliğini daha ileri boyutlara götürmek zorunda. Almanya bile Avrasya ile bağlarını geliştirmeye çalışıyor. Türkiye artık Batı-Doğu arasında kararsız salınımlardan soyutlanarak, Avrasya’da yerini alabilmeli. Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS ülkeleri ilişkisi sözde değil, özde olmalı. Sayın Erdoğan bu ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğini hep söylüyor, her nedense gereken adımları atamıyor. Türkiye Avrasya’daki yerine mehter adımlarıyla değil, kararlı adımlarla ulaşmalı.

 

ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşı, ABD’nin Rusya üzerindeki yaptırımları, ABD’nin Almanya ile ticaret savaşı, ABD’nin İran’a karşı yaptırımları ve tehditleri, Irak’ın yeniden imarı, Suriye’nin yeniden imarı Türkiye için Afrika pazarından çok daha büyük çıkar sağlayacak fırsatlardır. Tabii ki Afrika pazarı da Venezuela gibi ABD’nin yaptırım ve tehditlerine maruz ülkelerle yapılacak işbirliklerinden sağlanacak fırsatlar da önemli ve değerlendirilmeli. Ekonomi yönetimi, ordu yönetimi gibi doğru planlama ve strateji gerektirir. Bu da bilgili liyakat sahibi, becerikli uzmanlarla yapılabilir. Ekonomi yönetimi ehil olmayan ellerden, liyakatli ellere devredilmeli.

 

YÜKSEK ATEŞLİ GÜVENLİK VE DIŞ POLİTİKA

 

Şu anda Türkiye’nin güvenlik ve dış politika açısından önündeki sorunlar az değil ve yaşamsal önemde. Gerçekte o kadar çok sorun var ki bu ortamda Türkiye’yi yönetmek mayınlı arazide at sürmek gidi denilebilir. Doğu Akdeniz’de, Ege’de, Fırat’ın doğusunda savaş gerektirecek ciddi güvenlik sorunlarıyla karşı karşıyayız. Maskeli müttefikimiz ABD, tehdit oluşturan bu sorunların mimarı konumunda. Kürt devleti kurmanın peşinde koşan ABD, ileride Türkiye’yi karıştırmakta kullanırım diye FETÖ papazını da iade etmiyor. Görülen tehditlerin ateşi yüksek. Siyasi bir at kazası yaşanmaması için tüm bu tehditlere bağlı engellerin ustalıkla geçilerek etkisiz kılınması gerekiyor. Türkiye’ye uygulanan mali ve ekonomik kumpaslar da bu engelleri aşmasını engellemeye yönelik. Düşmanlarımızı hüsrana ve hezimete uğratmak zorundayız.

 

Doğu Akdeniz’de gün geçmiyor ki sular ısınmasın. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, İsrail, Mısır dayanışmasıyla ABD’nin koruması altında yapılan deniz tatbikatlarında namlular Türkiye’ye çevriliyor. ABD, Türkiye’den Suriye acısını çıkarmanın peşinde. ABD’yi Suriye’de başarısızlığa sürükleyen Astana üçlüsünün Tahran zirvesi sonrası, Washington’da üçlünün arasına kama sokma ümidi doğmuştu, ama Soçi’de sayın Erdoğan’ın usta manevrasıyla bu ümidi söndü. ABD’nin Suriye’yi vurmak için çatışma bahanesi beklediği İdlib, Suriye barışına kapı açabilecek umut ışığına dönünce, ABD Doğu Akdeniz’de 6. filosuyla tahriklerini sürdürmeye, Türkiye’ye karşı yeni düzenlemelere yöneldi.

 

Türkiye’nin düşmanları işbirliği içinde…

 

Düşmanlarımız belli, başta maskeli müttefikimiz ABD ile stratejik ortağı İsrail, maşa olarak kullanıma hazır Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Suudi Arabistan vs. Başkalarını saymak istemiyorum, çünkü örneğin Mısır gibi bilinçsizce düşmanlık yapanlar dost olarak kazanılabilir de ondan. ABD Büyük Ortadoğu, Projesini gerçekleştirebilmek için Türkiye’yi karşısına almış bulunuyor. İlk hedefi Bağımsız Kürdistan’ı kurmak, sonra Kürdistan’ı Büyük İsrail Projesine dönüştürmek. İslâm dünyasının bereketli hilâlini vadedilmiş topraklar diye Siyonist İsrail’e devretmek. Sözde Müslüman olan Suudi Krallığı da tahtını koruyabilmek adına bu projeye destek çıkıyor. Megali Idea ve Enosis hayallerinden soyutlanamayan, yenilgilerden ders almayan Rum alemi ABD’nin lejyoneri olmaya hazır.

 

 

Zamanı gelince Türkiye düşmanlarının üzerine kartal gibi çökmesini bilir.

 

ABD aslında Türkiye’yi NATO içinde görmek bile istemiyor. Hasmane tutumla NATO’yu kullanarak, NATO adına oluşturulan ABD üsleriyle Türkiye’yi kuşatıyor. Yunanistan ile ittifakı Ege adalarında üs kurmaya dönüştü. Bulgaristan ve Romanya’da kurduğu üsler Karadeniz üzerinden Türkiye’yi sıkıştırmaya yönelik. ABD Genelkurmayı Güney Kıbrıs’ta da üs arayışında. Zaten Türkiye-Irak sınırını Barzanistan ve PKK ile kapatmak için her ikisini de takviye etmede elinden geleni esirgemiyor.

 

Fırat’ın doğusu ve Suriye

 

ABD, Suriye’nin kuzeyi Fırat’ın doğusunda PKK-PYD/YPG devletçiği oluşturma çabasını sürdürüyor. Teröristlere yaptığı askerî yardımın haddi hesabı yok.  ABD’nin siyasi planını Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov açıkça dile getirdi ve karşı çıktı. Rusya’nın karşı olması Türkiye için önemli. Fırat’ın doğusu başta Suriye’nin bütünlüğü için büyük tehdit, ama Türkiye’ye karşı bölücü terörün yeni üssü olacaktır. Buna izin verilemez ve Türkiye’nin Münbiç’ten sonra buraya askeri müdahalesi gündemde. Fırat’ın doğusuna yapılacak müdahale için Rusya, İran ve Irak ile oluşturulacak diplomatik cepheye mutlaka Suriye de katılmalıdır. Suriye’de Kürt devletçiği projesinin topyekûn kazınması için Türkiye-Suriye arasında sıkı bir askeri ve siyasi işbirliği zorunludur. Stratejistler bu ihtiyacı dile getiriyor. Sayın Erdoğan ise bir türlü Esed takıntısını aşamıyor, yani atın Suriye politikasında gerektiği gibi sürülemediği görülüyor.

 

 

ABD Fırat’ın doğusunu Kürt devleti kurmak için tahkim ediyor, Türkiye varlık sorunu adına sınırının güneyinde terörist devlet oluşumuna izin veremez.

 

Türkiye, Vostok 2018 tatbikatına katılmalıydı!

 

ABD’nin komplolarına karşılık vermek için olduğu kadar, geçen yıl Javelin 17 tatbikatında düşman tablosuna Atatürk’ün resmini koyan ve Erdoğan’ın ismini düşmanla işbirliği yapan kişi olarak yazan NATO’ya da gözdağı vermek için bir fırsat doğmuştu. Türkiye Rusya’nın Vostok 2018 askerî tatbikatına davet olundu. Çin’in de katıldığı Rusya’nın bu en büyük tatbikatına Türkiye’nin sembolik de olsa katılımı, emperyalist ABD’ye ve Atlantik ittifakına karşı gücü dengeleme açısından verilecek en güzel yanıt olacaktı. Maalesef bu davet değerlendirilemedi. ABD ve NATO Vostok-2018 tatbikatına karşı şimdi Trident Juncture 2018 tatbikatını gerçekleştirecek. NATO üyesi Türkiye’nin bu tatbikata ne boyutta katılacağı bilinmiyor, ancak Avrasya müttefiki Rusya’ya karşı yer alması, dış siyasette atın yalpaladığını gösteriyor.

 

Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege

 

Türkiye için şu anda öncelikli tehdit Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’tır. Ege’nin de öncelik tehdit listesine girmesi olasılığı yok değil. Türkiye Doğu Akdeniz’de resmen münhasır ekonomik bölge (MEB) ilan etmedi, ancak bu bölgenin olması gereken sınırları belli.  Güney Kıbrıs Rum Yönetimi oldu bitti anlayışıyla ve Mısır ile uzlaşarak, MEB alanımız üzerinde kendi MEB alanını ilan etmekle kalmadı, hidrokarbon aramaları için parselleyip petrol ve gaz şirketlerine açtı. Doğalgaz bulguladı ve İsrail işbirliğiyle gerçekleşecek offshore boru hattıyla, MEB alanımız üzerinden gazını Avrupa’ya ulaştırma çabasında. Bir yandan da hidrokarbon aramalarını geliştirmenin peşinde.

 

Yunanistan, Türkiye’nin MEB sahası üzerinde bir nokta gibi kalan Meis adasının MEB alanı varsayımıyla, Doğu Akdeniz’i Türkiye’den koparma hevesinde. Yunanistan’ın Ege ve Doğu Akdeniz’de MEB ilan etme hazırlığı içinde olduğu söyleniyor. Öncelikle Ege’de karasularını genişletme adımı atması bekleniyor. Bu adımı atacaklarını her fırsatta söylüyorlar. Bu adımlar Türkiye ve Yunanistan’ı çatışmaya götürecek gelişmeler olur. Doğu Akdeniz ve Ege sorunu bu sitemizdeki çeşitli yazılarımızda ayrıntılarıyla yer almaktadır.

 

Doğu Akdeniz’de sular sürekli ısınıyor!

 

Türkiye’nin bu aylarda Doğu Akdeniz’de, hatta Rumların el koymaya kalktıkları MEB alanımızda sondaj çalışması başlatması bekleniyordu. Onca sismik aramadan sonra, yapılacağı birkaç kez yetkilerce söylenen sondaj çalışmasının niye hâlâ başlamadığı ayrı bir tartışma konusu, ama 18 Ekim günü Barbaros Hayreddin Paşa sismik araştırma gemimiz Doğu Akdeniz’de çalışma yaparken, Yunan Nikiforos Fokas fıkateyni tarafından taciz edildi. Bunun üzerine Türk deniz kuvvetlerine bağlı gemilerin müdahalesiyle Yunan fırkateyni geri çekildi. Ancak, hak etmedikleri biçimde Doğu Akdeniz’e konmak için ABD’yi ve AB’yi arkalarına almış bulunuyorlar.

 

Türkiye’nin Navtex yayınlayarak yolladığı Barbaros Hayreddin Paşa gemisinin Baf’tan yaklaşık 100 deniz mili uzaklıkta Rum MEB alanının dış sınırının batısında, Türkiye’nin kendi MEB alanındaki çalışması bile Rumları tedirgin etti. Yunanlılar Barbaros Hayreddin Paşa gemisinin kendi MEB alanlarına girdiğini iddia ediyorlar. Olay Rum ve Yunan basınında geniş yer bulurken, ısınan sularda sondaj yapması beklenen Türkiye’nin Fatih gemisinin Antalya körfezinde demirli olduğunu yazmaları, gözlerinin Türkiye’nin faaliyetleri üzerinde olduğunun göstergesi. Rumlar ve Yunanlılar, “Türkler Kıbrıs ve Yunanistan MEB’lerinde suları ısıtıyor” suçlamasını yapıp, Türkiye’yi Batı nezdinde Ege ve Doğu Akdeniz’de yalnızlaştırmaya çabalıyorlar. Bu haksız tacizin gerçekleştiği 18 Ekim günü TL’nin dolar karşısında tekrar değer kaybetmeye başlamasıyla kurun yeni tırmanışı manidar görünüyor.

 

 

Doğu Akdeniz’de sular Rumların ve Yunanlıların haksız tutumlarıyla ısınıyor. Türkiye MEB alanı üzerindeki haklarını donanmasının gücüyle korumaya kararlı ve hazır.

 

Kıbrıs’ta çözüm federasyon değil bağımsız iki devlet

 

Bir yandan da Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Guterres’in raporuyla Kıbrıs’ta çözüm sürecinin yeniden başlatılmak istendiği görülüyor. Guterres, BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üye temsilciliklerine gönderdiği raporunda Anastasiadis-Akıncı ikilisinin görüşlerine dayanarak, Kıbrıs sorununda çözüm umudu gördüğünü, tarafların umudunun hâlâ canlı olduğunu belirtti. Ardından Kıbrıs’ta “Gevşek Federasyon” modeli ortaya atıldı. Oysa önerilen gevşek federasyon, Türk tarafı için bir tuzak, ama KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın bunu çare olarak görmesi, kendisinin Rum yandaşlığı bilindiğinden hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

 

 

Akıncı ve Anastasiadis ikilisi aralarında anlaşsalar bile, gevşek de olsa federasyon çözüm değildir. Kıbrıs’ta geçerli olacak hakkaniyetli tek çözüm iki bağımsız devletli çözümdür.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (K.K.T.C.) payidar olacaktır.

 

Kıbrıs’ta kalıcı çözüm artık federasyon değildir, aralarında saldırmazlık ve adanın doğal kaynaklarını müşterek kullanma anlaşması imzalayacak bağımsız iki devletli Kıbrıs çözümü gerçekçi olacaktır. Öte yandan Türkiye, Kuzey Kıbrıs’ta deniz ve hava üsleri kurmalı, ABD, Rum kesimi, İsrail ve onlarla birlikte olmayı marifet sanan Sisi’nin Mısır’ına karşı Doğu Akdeniz’deki varlığını tahkim etmelidir.

 

Sorunlar aşılmalı…

 

Sıralanan sorunlar hiç de kolay değil ve çetin ceviz gibi, ama devlet koltuğundaki usta binici için bu sorunları aşarak tarihe geçme şansı da var, başarısız olup attan düşmek gibi siyasi koltuğu kaybetmek riski de… Ne olacağını zaman gösterecek. Önerilerimiz elbette kaza yaşanmaması, atın doğru sürülebilmesi için…

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR, 23 Ekim 2018

 

 

DEMOKRASİMİZİN AÇMAZI

 

 

Parlamentodaki Görünümle Yetersiz Muhalefet Cephesi

 

İçinde bulunduğumuz dönemde Türkiye’nin demokrasi açmazı, önemli bir ayağının eksik oluşudur. Sözünü ettiğimiz ayak, muhalefet ayağı. Demokratik sistemde iktidarın dışında kalan, iktidara aykırı, ama gerek ülke gerekse ulus yararına tutarlı görüşleri ve davranışları bulunan parti ya da partilere muhalefet denir. Elbette görünürde muhalefet partilerimiz var. Hem de mangalda kül bırakmayan, gereksiz çok ses çıkaran, ancak gerek yararlı gerekse tutarlı muhalefet yapamayan ve iktidar alternatifi olamayan partiler. Aslında sayıları da gereğinden çok fazla. Muhalefet partilerinin siyaseti yönetme gücünün olmaması doğal, fakat yönlendirme gücü ve iktidarın alternatifi olabilmeli. İşte bu yok. Oysa demokrasinin iktidar ve muhalefetiyle kusursuz işleyebilmesi için siyasi partiler, siyasi yaşamın vazgeçilmez unsurları sayılmıştır.

 

Türkiye’nin demokrasi satrancında muhalefet ve iktidar mevzileri böyle…

 

Son on yıla siyasi gelişmelerle şöyle bir bakarsak, iktidar haklı haksız eleştiriler alıyor, başarısızlıkla suçlanıyor. Demokrasi literatüründe iktidar başarısızsa, muhalefet denetim görevini yapamıyor demektir. En başta görevini yapmayan muhalefet partisi, parlamentoda iktidardan sonra en çok sandalye sayısına sahip olan ana muhalefet partisidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde son on yıldır iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) değişmez, değiştirilemez hâkim parti konumunu sürdürüyor. Konumu değişmeyen bir diğer parti de ana muhalefet partisi. Kaldı ki değil on yıl, on yıllarca bu makama çöreklenmiş olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ya da bizim tanımlamamızla 2010’dan sonra kimlik değiştiren “Yeni CHP” (YCHP), siyasi partilerin değişmez ilkesi iktidarı kazanma amacından vazgeçmiş bir parti.

 

2018 yılına kadar parlamentoda yer alan diğer muhalefet partileri Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Halkın Demokratik Partisi (HDP) idi. HDP, terörist PKK’nın siyasi temsilciliğine soyunmuş bulunan, yasalarımıza göre kapatılması gereken bir parti bizce. Kapatılmaması AK Parti’nin yanlış siyasetinden kaynaklanıyor, ama pek çok yöneticisi ve üyesi cezaevinde olan, İstiklal Marşı’na ve Türk Bayrağı’na alerjisi bulunan bu partiyi meşru bir muhalefet partisi olarak görmediğimizden, bu yazımızın kapsamına da almıyoruz. Bizce bugün için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çatısı altında ana muhalefet partisi YCHP’nin yanında muhalefet partisi olarak bir de İyi Parti var. Peki, “MHP ne partisi?” derseniz onu da yanıtlayalım.

 

Geçen yıl MHP’nin içinde yönetime karşı oluşan hizip grubunun başlattığı istifalarla, 2017 Ekim ayında kurulan yeni bir muhalefet partisi olarak, 24 Haziran’da parlamentoya girebilen İyi Parti ortaya çıktı. Bu hizipleşme ve parçalanma süreci 2018 Şubat ayında MHP’yi de AK Parti ile Cumhur İttifakını kurmaya itti. 24 Haziran seçimleri Cumhur İttifakının başarısı ve iktidarı kazanmasıyla sonuçlandı. Cumhur İttifakı bir seçim işbirliği idi, ama bugün de sürdürüldüğü söyleniyor, bir istisnasıyla. Önümüzdeki yerel seçimler için böyle bir ittifak olmayacak. O zaman parlamento ilişkilerinde bu ittifak nasıl sürüyor? O da ayrı bir tartışma konusu. AK Parti ile MHP arasında bir koalisyon ve hükümet ortaklığı yok, sadece parlamentoda dayanışma var. Parlamento çoğunluğu ikisinin dayanışmasıyla sağlanıyor. Bugünkü iktidar, AK parti ve MHP’ye dayanıyor da MHP iktidar partisi mi, yoksa muhalefet partisi mi? Belli değil…

 

Devenin nerem doğru misali, MHP için iktidar partisi ya da muhalefet partisi gibi bir tanım yapmak neredeyse olanaksız görünüyor. MHP ile siyaset literatürümüze yeni bir parti tipi girmiş oluyor, “Hibrid Parti”.  Hibrid kelimesi, Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğünde ve Türkçede Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğünde de henüz yer almamış olan bir kelime. Webster’s NewWorld Dictionary, “mixed parent” diye “karışık köken” ile tanımlıyor, Oxford Ansiklopedik Sözlükte “melez-kırma” tanımı verilmiş. Yani siyaseten iktidar-muhalefet kırması bir parti.

 

Yukarıda ortaya çıkardığımız parlamentodaki siyasi genel görünümle ana muhalefet YCHP ve besleme muhalefet diyebileceğimiz İyi Parti var. Türkiye’nin kanla sulanmış toprakları üzerinde ayrılıkçı özerk yönetimler kurulmasını güden, yapıcılığı değil yıkıcılığı ilke edinmiş HDP elbette bu kapsamın dışında. Peki meşru muhalefet olan YCHP ve İyi Parti, muhalefet görevini layıkıyla yapacak görünümü veriyorlar mı?

 

Muhalefetin genel görünümü işte bu, saldırıyor, ama ne görüyor ne de duyuyor…

 

Yenilenebilir İktidar Çınarı Karşısında Çürüyen Muhalefet Çınarı

 

Her şeyden önce siyasi partiler, iktidarı kazanmak, en azından iktidara ortak olmak için örgütlenmiş kuruluşlardır. Halkın toplum soruları karşısında bilinçlenmesi, kamuoyu oluşumunun sağlanması, toplumun gereksinim, istek ve beklentilerinin siyasi kararların alındığı merkezlere iletilmesi siyasi partilerin temel görevidir. Siyasi partilerin iktidara taşıyacakları temel amaçları ve ilkeleri, varsa ideolojileri olur.

 

Örneğin geçmişte Atatürk’ün CHP’sinin altı oku gibi. Geçmişte CHP’nin simgesiydi 6 ok (halkçılık, devrimcilik, cumhuriyetçilik, laiklik, devletçilik ve milliyetçilik). Bu ilkeler İnönü’nün CHP’sinden, Kılıçdaroğlu’nun CHP’sine ulaşan süreçte yavaş yavaş silindi. Bu süreçte yalnızca Ecevit’in CHP’sini ayrı tutmak gerekir, o dönemde ilkelere bağlılık vardı. Peki bugünün YCHP’sinin temel ilkesi nedir? “Koltukçuluk”. Oturduğu koltuğu bırakmamak, koltuk peşinde koşmak uzun yıllardır bir partiyi nasıl göçertiyor, örneği işte CHP’deki dönüşüm ve YCHP.

 

Köklerinin İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne (sonraları Fırkası’na) kadar gittiği, devleti kuran parti olduğu söylenen CHP şu an ortada yok, mevcut YCHP onun taklidi bile sayılmaz. İttihat ve Terakki bir çınar ise, dalları hatta gövdesi budanmış durumda. 1946’dan sonra halkın desteğini giderek kaybeden CHP, 1960’da Demokrat Parti’nin darbeyle yıkılmasına karşın, 1961’de çok az bir farkla seçim kazanabiliyor, Demokrat Parti’nin yerine geçen Adalet Partisi ile koalisyon yapmak zorunda kalıyordu. Yıllar sonra İnönü’nün halkla barışmayan siyaseti başkanlığıyla birlikte son bulduğunda, Karaoğlan Ecevit’in “Ortanın Solu” siyaseti oyunu artırarak 1973’de CHP’yi birinci parti yapıyordu, ama Erbakan ile koalisyona giderek iktidara oturabilecekti. Değişmeyen olgu; 1950’den beri 68 yıldır tek başına iktidar olma olanağı bulamayan köhne ve çürüyen çınar olması.

 

Köhne çınar CHP ya da bugünkü YCHP, karşısında yer alan partilerin kökenine de bakacak olursak, Demokrat Parti, Adalet Partisi ve bugün AK Parti’ye kadar uzanan kök, İttihat ve Terakki karşısında yer almış olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile Prens Sabahaddin’in liberal Ahrar Fırkası’ndan günümüze uzanıyor. İktidar çınarı zorlu siyaset tarihimiz boyunca çeşitli darbelerle onca budanmasına karşın, halkı dallarının ve yapraklarının altına alabildiğinden olacak ki yeni sürgünlerle kendini sürekli yenileyebilmiştir. Halka gölge olamayan köhne muhalefet çınarının gövdesinin içi ise, aldığı seçim yenilgilerinin yaralarıyla çürümesi arttığından tükenir durumdadır. Yaşadığı tükenme sürecinde halka verecek bir şeyi neredeyse kalmamış görünüyor. Sürgünlerle yenilenerek günümüze uzanan iktidar çınarı karşısında, gövde içi çürüyerek boşalmış muhalefet çınarı demokrasimizin şansızlığıdır.

 

Atatürk’ün CHP’si bugün yok, aynı adı taşısa da kimlik değiştirmiş bir CHP (YCHP) var ve Atatürk’ün gençliğe hitabesinde sözünü ettiği zaptedilmiş vatan kalesi gibi…

 

Kılıçdaroğlu’nun ve YCHP’sinin Başarısı: Seçim Kaybetmek mi?

 

YCHP, partiler sınıflandırmasında nerede acaba? Kitle partisi mi, yoksa kadro partisi mi? Sosyalist bir parti olmadığı muhakkak da sol bir parti sayılabilir mi, yoksa bir zamanların sosyal piyasa ekonomisi yutturmacalarıyla kamufle edilmiş liberal bir parti mi? Çok partili siyasal sistem yelpazesindeki yeri belli mi? Atatürk’ün koyduğu altı ok ilkesinden de Ecevit’in getirdiği Ortanın Solu politikasından da soyutlanmış YCHP nerede? YCHP’nin kimliği belirsiz, ama PKK yandaşı bölücü HDP ile kol kola yürümekten çekinmeyen bir YCHP var. Atlantik ve Batı cephesi Türkiye’yi federasyonla parçalayabilme komploları peşinde iken, Batı yanlısı olan bir YCHP var. Bu YCHP’nin Genel Başkanı, “Ben Tuncelili Kemalim” demiyor ya da diyemiyor, “Ben Dersimli Kemalim” diyor, niye?  1937-1938 Dersim Kürt İsyanını anımsatmak için mi? Yoksa Dersim’in adının Atatürk döneminde Tunceli’ye çevrilmiş olmasını kabul edemediği için mi? Böyle bir YCHP ve böyle bir Genel Başkan, öncelikle güven vermiyor.

 

Köhnemiş çınarda genel başkan olarak oturduğu yerden kalkmak istemeyen biri. Kılıçdaroğlu öyle bir lider ki sekiz yılda sekiz seçim kaybetme başarısı göstermiş bulunuyor. Bu başarısıyla Guinness Dünya Rekorları Kitabı’na girmeyi hak ediyor. Kılıçdaroğlu’nun YCHP’si 24 Haziran seçimlerinin ana mağlubu, ama başarılı olduğunu savlayıp, AK Parti’nin oyları düştü diye avunuyor. YCHP’nin oyları Kasım 2015’de yüzde 25,3 idi, Haziran 2018’de yüzde 22,6 oldu, düşmekte başarılı. Kendi oyunun düşmesini görmezden gelip, sanki AK Parti’nin oyunu kendisi düşürmüş, düşen oylarını alabilmiş gibi garip bir görüşe sahip. Oysa, Kılıçdaroğlu’nun başarısızlığını körler gördü, sağırlar duydu, ama kendisi göremiyor, söyleneni duyamıyor.

 

Dersimli Kemal, kendi söylediğine kendi inanıyor mu acaba?

 

24 Haziran seçiminin galibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, “Diktatör tebrik edilmez” diye kutlamayan Ana muhalefet başkanı Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ı Türk halkının seçtiğini, hem de diktatör olarak değil, “Başkan” olarak seçtiğini at gözlüğüyle baktığı için göremiyor. Karikatürlere konu olan biçimde kendisinin gidici olduğunu da algılayamıyor. Başarısız olan liderin yerine bir başkasını aramak elbette demokrasinin gereğidir, ama o arayışa giren kendi partililerini “koltuk hırsı” ile suçlamaktan öte geçemeyen bir genel başkana parti lideri denilebilir mi acaba?

 

Kılıçdaroğlu’nun koltuğa yapışmasının nedeni, Amerikan Yahudisi ve finans spekülatörü, siyaset kumpasçısı George Soros’un ve Soros Açık Toplum Enstitüsü’nün, Türkiye ile eski Soros dostu Erdoğan aleyhine talimatlarını uygulamak olmasın sakın!... PKK destekçisi HDP’lilerle kol kola Sorosvari Adalet Yürüyüşü, her seçim ve referandum sonucunun düzenleme olduğu iddiasıyla ortalığı karıştırmak istemesi de bunun kanıtı sayılmaz mı? Başta ABD olmak üzere Atlantik cephesinden gelecek her türlü yönlendirmeye açık bir parti olduğu ne yazık ki ortada.

 

Kurultaya gitmek isteyen muhaliflerin topladığı 630 imzaya, önce “618 imza beyannamesi var”, daha sonra “imza beyannamesi 559” vs. diyerek yılan hikayesine dönen imza sayısının yeterli sayılmaması, YCHP’ye özgü bir kaos. Çözüm konuyu yargıya taşımakta iken, “Hiçbir CHP’li partisini AK Parti’nin elindeki mahkeme koridorlarına taşımaz” diye, Türk yargısına hakaret niteliğinde haksız itham da YCHP’lilerin bozgunculuğunun kanıtı. Yargı yolu seçilmeyince, seçimli kurultay yerine önce daha az imza gerektiren tüzük kurultayı, sonra seçim stratejisi güden YCHP’liler ile “yerel seçimlere şu kadar zaman kalmışken kurultaya gidilir mi?” diye karşı stratejisi uygulayan YCHP’liler arasındaki sonuçsuz tartışmalar ve oluşan kaos. İşte ana muhalefet partisinin seçimden bugüne görünümü bu. Bu ortamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 100 Günlük Eylem Planı’nı bile gerektiği gibi değerlendiremediler.

 

Bugünün YCHP’sinde seçim başarısı(!) sağladığını sananlar “çıkmışsın yenmiş, yenmiş de yenmiş” orta oyununu oynayarak tatmin oluyorlar (Kompozisyon: Anonim).

 

Ana muhalefet partisi YCHP kurultaya gidip gitmemek çalkantısı içinde yalpalarken, ABD Başkanı Trump ve Yardımcısı Pence, evanjelist-siyonist doğrultuda Türkiye’yi karıştırarak Ortadoğu’da ayaklarına takılan engeli kaldırmak için uydurma yaptırımlarla, dolar silahını Türkiye’ye karşı ateşlediler. Amerikan tehdidine karşı AK Parti, MHP ve İyi Parti gruplarının ortak açıklaması ve bir-iki demeç dışında YCHP’nin siyasi hareketi oldu mu? Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın yetersiz kalan politikasına karşı ne yapabildi? Sözde Atatürk’ün partisi, ama Atatürk’ün Orman Çiftliği’nde son sürat inşa edilmekte olan ABD Büyükelçilik inşaatının durdurulması için iktidarı sıkıştıracak bir siyasi davranış sergileyebildi mi? Kılıçdaroğlu’ndan İnce’sine kadar ABD’ye, Atlantik İttifakı NATO’ya bağlılıklarını her fırsatta dile getiren, Avrasya’ya ters bakan bir YCHP’den Amerika’ya karşı ne yapması beklenebilir ki? Hiç…

 

Yapay Döllenmeyle Doğan Prematüre İyi Parti Muhalefet Yapabilir mi?

 

Her şeyden önce “iyi” bir isim olmaktan çok, malların önüne konulan bir sıfat olduğu için pazarlama mantığıyla adlandırılmış bir partiyle karşı karşıya olduğunuzu görüyorsunuz. İyi kelimesi bir politik sıfat da değil. Politikanın iyisi kötüsü olmaz, yanlışı doğrusu olur. İyi muz diyebilirsiniz, ama İyi Parti derseniz, bu olsa olsa karikatüre konu olur. Kaldı ki milliyetçi tabana dayandığını söyleyen İyi Parti’nin adı, milliyetçi bir çağrı oluşturmuyor. ABD ve NATO’ya olan tutkusu zaten milliyetçi olmadığının kanıtı. İyi Parti adı da boşuna konmuş değil, herhalde birilerine hizmet ya da bir şeyler için iyi bir siyasi mal olarak sunulmuş olmalı!...

 

Yukarıda iktidar ve muhalefet çınarlarından söz ettik. Çınarlar bazen sürgün verir ve tutar, ama çınarın bir dalı kesilip toprağa sokulursa asla tutmaz ve yeşermez, çürür gider. Türk siyasi hareketinde böyle çokça parti görürsünüz.  Örneğin 1960’dan sonra siyaset sahnesine çıkan Ekrem Alican’ın Yeni Türkiye Partisi (YTP), Ferit Melen’in Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP), Turhan Feyzioğlu’nun Güven Partisi (GP), Ferruh Bozbeyli’nin ve Saadettin Bilgiç’in Demokratik Partisi (DP), İyi Parti’den çok daha güçlü partilerdi, ama siyasi yaşamlarını sürdüremediler. Çünkü kökten gelen sürgün değil, gövdeden kopan dal gibiydiler, bir süre sonra yaprakları solup kurudu.

 

İyi Parti, MHP’deki koltuk ve ikbal çatışmasının bir ürünüdür. Siyasi çıkarları doğrultusunda MHP’yi parçalamak isteyenlerin katkısı vardır. Bu zaman sürecinde Cumhurbaşkanlığı Sistemi Anayasa Değişikliği 16 Nisan 2017 Halk Oylaması sonucu kabul edilince, önce 2019’da yapılması beklenen, sonra 24 Haziran 2018’e alınan Cumhurbaşkanlığı seçimi için birdenbire aday adayı enflasyonu ortaya çıkıverdi. İyi Parti Genel Başkanı Akşener Hanımefendi de “Cumhurbaşkanlığı” hayaline kendini kaptıran, ısrarla “Ben Cumhurbaşkanı olacağım” diyen bir siyasetçi idi. İşte İYİ Parti, Akşener’in bu ihtirasını gerçekleştirmek için ortaya çıkmış olan bir partidir.

 

“Ben cumhurbaşkanı olacağım” iddiası HAYAL idi, sonucu SUKÜTUHAYAL oldu!

 

Milletvekili Seçimi ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi öne alındı, 24 Haziran’da yapıldı. Karşısındaki adayları küçümseyen ve “Abilerin planlarını bozdum, ikinci tura Erdoğan ile ben kalacağım ve ben kazanacağım” iddiasını sürdüren Akşener, seçimi yüzde 10 oy bile alamayarak kaybetti. Eğer partisi YCHP ile ittifak oluşturmamış olsaydı, barajı aşamayacak hiçbir milletvekili çıkaramayacaktı. Kaldı ki YCHP’nin ödünç milletvekilleri olmasa partisinin seçime katılıp katılmayacağı bile şüpheliydi. Desteklendi, beslendi, ama seçimi kaybetti. Bu hezimetin sorumlusunun kendisi olduğunu kabul ederek, istifa etme erdemini gösterdi.

 

Akşener istifa edince, partililer analarının terk ettiği çocuklar gibi geri dönmesi için yalvarışa geçtiler. Yapılan Kurultay’da yeniden genel başkan seçilerek, “Nerede kalmıştık” diye geri döndü. Ancak milletvekili olmayan, parlamentonun dışındaki bir genel başkanın partisini yönetmesi hem zordur ve hem de risklidir. Bir bakarsınız ki parlamentonun içindeki yardımcıları ve grup başkanvekilleri bir süre sonra genel başkanlık koltuğuna geçmek için kolları sıvamışlar. Bu siyasetin doğası gereğidir.

 

Ayrıca, İyi Parti pek çok kurucusundan, milletvekili ve üyelerine kadar ciddi istifa darbeleriyle karşılaştı. İstifa sürecinin bittiği söylenemez ve sürecektir de.  Bu süreçte İyi Parti milletvekilleri başta MHP olmak üzere AK Parti ve YCHP içinde kendilerine yeni güvenli yer edinme arayışında olacaklardır. İyi Parti’nin yerel seçimlerde başarı göstermesi de beklenmemeli, hatta yerel seçimler sonrası parlamentodaki grubunu istifalarla kaybedebilir. Gelecekteki ilk milletvekili genel seçimine çıkar mı çıkmaz mı? Şimdiden bir şey söylemek olanaklı değil, ama yüzde elli-elli olasılık olabilir. İyi Parti muhalefetinden güçlü ve etkili sonuçlar beklemek aşırı iyimserlik olur.

 

Topal Demokrasi ile Yola Devam Edilecek mi?

 

Bir ayağı aksak ve yetersiz olan demokrasi aslında topal demokrasidir. Kaldı ki Türkiye, demokrasi indeksine göre sınıflandırmada kusurla demokrasiden de öte, karma rejimler arasına sokuluyor. Biz ülkemize olan saygımızla bu olguyu görmezden gelerek, yine de “kusurlu demokrasi” diyelim. Kusurlu demokrasinin elbette toplumsal, anayasal ve yasal nedenleri vardır, ama çok önemli bir neden, muhalefet ayağının yetersiz oluşudur. Demokrasimizi topallatmayacak biçimde aksak ayağının sağlıklı yapıya kavuşmasının ise bugünkü koşullarda kolay olmayacağı görünüyor. Dolayısıyla, Türkiye bir süre daha topal demokrasiyle yola devam edecek. Tabii nereye kadar?.. Küskün seçmenin “yeter” demesiyle son bulabilir...

 

Muhalefetin yetersizliği iktidar için bir nimet gibi düşünülebilir, ama güçlü iktidarlar muhalefetin yetersizliğini görerek bazen yakınırlar. Nitekim, Recep Tayyip Erdoğan da bazı konuşmalarında Türkiye’deki muhalefetin eksikliğinden yakınmıştır. AK Parti’nin geçen dönem metal yorgunluğuna yakalanıp hantallaşmasının bir nedeni de fazla çalışmasından yıpranma değil, muhalefetin yetersizliğindendir. “Nasıl olsa muhalefet bir şey yapamıyor, biz ne yaparsak yapalım oluyor” diye düşünebilen iktidarlar ister istemez hantallaşır. Oysa güçlü atak bir muhalefet, iktidarı deyim yerinde ise diken üstünde bırakarak, daha becerikli, daha yapıcı, daha çevik olmasını sağlar.

 

Türkiye’nin Siyasi Yaşamından Güçlü Muhalefet Örnekleri

 

Güçlü atak bir muhalefet, önce tutarlı ve doğru muhalefet anlayışına sahip bir siyasal yapı gerektirir. İktidarın her “ak” dediğine “kara” diyerek karşı çıkmak muhalefet yapmak değildir. Muhalefet etmek, iktidarın önünü oylarla parlamentoda her zaman kesmek de değildir. Muhalefet etmek doğru yolu gösterebilmekle, iktidarı uyarılarıyla doğru olana, ülke yararına davranmaya yönlendirebilmekle yapılırsa yapıcı olur. Yapıcı muhalefet yolu aslında muhalefeti iktidara götürecek yoldur da. İktidarın karşısına geçip, “Ben senden daha iyi yönetirim” demekle iktidar kazanılmaz, bunu yapabileceğini kamuoyuna göstermesi, seçmeni bu açıdan inandırması gerekir. Elbette, doğru yoldan sapmış bir iktidara tüm olanaklarla çullanıp onu göçertmek de muhalefetin yapması gereken bir harekettir.

 

Güçlü ve etkili muhalefet olmak için büyük parti olmaya da gerek yok. Zaten güçlü ve etkili muhalefetin sonucu kazanacağı oylarla büyüyerek er-geç iktidara alternatif olacaktır. Türk siyasi yaşamından güçlü, etkili ve atak muhalefet yapabilmiş biri sağdan ikisi soldan üç parti örneği vereceğim. Örneklerden ilk ikisi siyasi tarihte kaldı, üçüncüsü bugün siyaset sahnesinde küçük bir parti ve parlamento dışında. İlk örneğim olan sağ parti iktidarı yıkma sürecinde büyüdü ve iktidar olup Türkiye’yi yönetti. Biri tarihte kalmış diğeri yaşamını sürdüren iki küçük sol parti ise devleti yönetebilecek yetkinlikte görünen partiler. Ben her üç partinin de dışında kalmış bir gözlemciyim.

 

Demirel’in Özal’ı Tüketen ve Kaçırtan Muhalefeti

 

İlk örnek, 12 Eylül sonrası iktidar olan Anavatan Partisi (ANAP) ile onu yıkma becerisini gösteren Doğru Yol Partisi (DYP) çatışması. Buna Süleyman Demirel (usta) ile Turgut Özel (kalfa) arasındaki iktidar kavgası da denilebilir. 1983 yılının sonunda iktidar koltuğuna oturan Özal, Demirel’in GAP projesini sahiplenmeye kalkışınca Demirel Isparta şivesiyle “GAP’ı gaptırmam” deyip kolları sıvamıştı. Bu aynı zamanda “iktidarı sana bırakmam” demeye de geliyordu. O dönem Demirel yasaklı olmasına rağmen, kendi cephesinden siyaseti yönlendiriyor ve fırsat kolluyordu.

 

Özal iktidarının üçüncü yılında, üstelik de bir ara seçimde, Demirel’in güdümündeki DYP karşısında oy kaybına uğrayıverdi. 1986 milletvekili ara seçimi ANAP’ın düşüş sürecini başlattı. 12 Eylül’ün getirdiği, 10 yıllık siyasi yasakların kaldırılması bir yıl sonra gündeme gelince, Özal yasakları Meclis’te kaldırmak yerine, referanduma gidilmesini, halkın “Hayır” oylarıyla sürdürülmesini planlamıştı. Kendisi “Hayır” cephesinin liderliğini üstlendi, ama hesabı tutmadı, planı işlemedi. Karşısına aldığı siyaset duayeni Demirel buna fırsat vermedi.

 

Demirel 1987 referandumu için “O referandum Türk demokrasisinin yüz akıdır. Referanduma götürmesi bizim için iyi idi, bizim ödümüz patlıyordu referanduma götürmezse diye. Meclis’te kaldırsaydı, biz seçim meydanlarında söyleyecek laf bulamazdık. Referandumda çok kötü ve yanlış propaganda yaptı. 1980 ihtilalinin sebeplerini aldı, bizim aleyhimizde kullandı” diye anlatıyordu.

 

Referandum sonrası bir kongreyle DYP Genel Bakanlığını Demirel devraldı. O günlerin siyasi görünümünü Demirel şöyle anlatmıştı: “Ben 1987’nin 26 Eylül’ünde gittim Partiye oturdum. Bir ay sonra seçim var ve ayın 28’inde de liste vereceğiz. Seçim, sonra 29 Kasım’a kaldı. O ortam öyle bir şey ki parti hercümerç. O hercümerçin içinde gidilmiştir seçime. O seçimde her şey yine sayın Özal’ın elinde, devlet onun elinde. Bir de 1983’den 1987’ye kadar dört senelik icraatı var, bu icraatın içinde de iyi unsurlar var. Bir kısmı bizden kalma işler, tamamlıyor, bir kısmını kendisi yapmış ve bir ümit meydana getirmiş. Bunlar kolay şeyler değil. Ve 1980’den 1987’ye kadar da 10 milyon yeni seçmen meydana gelmiş, bunlar ise bizi bilmiyor, hatta bizi kötü biliyor”.

 

Böyle bir ortamda yapılan seçimin sonucu; ANAP yüzde 36, SHP (Erdal İnönü’nün Sosyal Demokrat Halkçı Partisi) yüzde 24 ve DYP yüzde 19 oy alır. ANAP’ın 1983 seçiminde yüzde 45 olan oy oranı seçmen sayısının artmasına karşın yüzde 9 kayba uğramıştır. Özal’ın, bir kanun hüllesiyle milletvekili sayısını artırmasına karşın, ANAP’ın düşüşünü durdurmaya yetecek gücü kalmamıştır. İkinci Özal hükümeti kurulur, ama Özal siyasette artık rahat değildir. Demirel’in muhalefetiyle günden güne eriyen bir ANAP vardır ve Özal frenlenmiş durumdadır.

 

1988-89 yılları etkin bir muhalefetle siyasetin gerginleştiği yıllardır. Özal’ın ve ANAP’ın sürekli zayıfladığını gören Demirel’in liderliğindeki DYP sürekli ataktadır. Demirel’in ilk hedefi Özal’a boyunun ölçüsünü verdirmektir. Aradığı fırsatı 1989 yılı mahalli seçimlerinde yakalar. Demirel buradaki stratejisini; “1989’a gelindiği zaman yerel seçimler vardı. Turgut Bey bu yerel seçimleri öne almak istedi. Bunun için anayasa değişikliği yapmaya kalktı, referanduma gitti. Biz referandumda Turgut Bey’i mağlup ettik. Sırf Turgut Bey’i mağlup etmek için o seçimleri öne aldırmadık, iyi mi?” diye gülerek anlatmıştı.

 

Demirel’in bu açıklaması üzerine ben “Özal, siyasette boyunun ölçüsünü almış mıydı?” diye sormuştum. Demirel’in yanıtı şöyleydi: “Evet efendim. Ben ona boy ölçüsü vermeye mecburdum. Ben yeniden kendimi ispatlamaya mecburdum. Ben o propagandayı yaparken hatırlıyorum, Türkiye’nin her tarafında nasıl büyük bir heyecan yaratmıştım.  Kırdım geçirdim bunları. İl genel meclisi oyları, milletvekili genel seçimine paraleldir. Turgut Bey’in milletvekili genel seçiminde aldığı yüzde 36 oy, burada yüzde 21,75’e düştü.  Biz hemen 21,75’i dilimize doladık”.

 

Aslında ANAP’ın oyu yüzde 21,75 değil, yüzde 21,80 idi. Demirel küsuratı kasıtlı söylemektedir. ANAP cephesinden biri düzeltmeye kalkınca da tartışmayı dinleyen kişi “Şunların yaptığı şeye bak, 0,75 olmuş, 0,80 olmuş ne fark eder!” demektedir, böylece ANAP’ın tükenmişliği vurgulanmaktadır. İşte Demirel’in istediği de buydu.

 

Demirel’in siyasi taktikleriyle sürekli eriyip tükenen Özal, kaçışı Cumhurbaşkanlığı’nda bulur. 1989 Kasım’ında Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı sona erer. Demirel bundan sonra olanı şöyle anlatmıştı: “Evet, tükenmişti, yüzde 21,75’e inmiş. Turgut Bey benim karşımda bir defa daha seçime girseydi, alacağı yüzde 14-15 olurdu, bitmişti. Yüzde 21,75 tabanıyla kendini milletvekillerine Cumhurbaşkanı seçtirdi”.

 

Ancak, Çankaya da Özal’a Demirel muhalefeti karşısında sığınak olamaz. Yıldırım Akbulut ve Mesut Yılmaz hükümetleriyle ANAP 1991 Kasım ayına kadar iktidarda kalır. 1991 seçim sonuçları DYP yüzde 27, ANAP yüzde 24, SHP yüzde 20 biçiminde gerçekleşir. DYP ve SHP koalisyonuyla Demirel yedinci hükümetini kurarak 1991 Kasım’ında Başbakanlığa tekrar oturur. Özal Cumhurbaşkanı olsa da Başbakan Demirel’in muhalefetiyle Çankaya’da rahat edemez duruma gelir…

 

Özal’ın iç politikada etkisi hemen hemen kalmadığı gibi, dış politikada da Demirel’i aşamaz olmuştur. ANAP ile de arası iyi olmayan Özal, ANAP dışında yeni bir parti kurarak siyasete dönmeyi planlamıştı. Son Avrasya seyahati dönüşü yeğeni Hüsnü Doğan’a 19 Nisan Pazartesi tarihini kastederek, “Pazartesi gel de yeni parti için son gelişmeleri değerlendirip konuşalım” diye randevu verir, ama 17 Nisan 1993 Cumartesi günü vefat eder. Hayatta kalsaydı da Özal’ın Demirel’i siyaseten yenebilmesi zaten olanaklı değildi.

 

Üstat Bedri Koraman’ın ölümsüz karikatürlerinden birini seslendirdik. 1991’de yedinci kez Başbakan olan Demirel, Cumhurbaşkanı Özal’ı kaynar siyaset kazanında haşlıyor. Koalisyon ortağı Erdal İnönü pişen aştan pay bekliyor (Karikatürü çizen de konu olan kişiler de rahmetli olarak siyasi tarihimizde yer almış bulunuyorlar).

 

Meclis Dışı İki Sol Partinin Etkili ve Yapıcı Muhalefeti

 

Bu örnekleri tarih sırasına uygun verirsem, birincisi Doç. Dr. Behice Boran’ın Genel Başkanlığı döneminde Türkiye İşçi Partisi (TİP) çalışmasına ait. Planlı kalkınma sürecinde 1979-1983 dönemini kapsayacak Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı 1978 yılında hazırlanmış, o zamanki Millet Meclisi Genel Kurulu’nun 29-30 Kasım 1978 tarihli 15’inci bileşiminde onaylanarak yürürlüğe girmişti. Türkiye’nin tüm sektörlerindeki hedefleri ortaya koyan 699 sayfalık bir çalışma. İktidarın tercihleri doğrultusunda Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından hazırlanmış. TİP’in elinde DPT yok, ama 1978 yılında hazırlanarak 19 no.lu parti yayını olarak yayınlanmış “Demokratikleşme İçin Plan 78-82” alternatif ve ayrıntılı bir kalkınma planı var.

 

Aynen kalkınma planında ele alınan yapılar ve sektörlerle tüm ekonomi için analizler ve sayısal hedefler içeren 759 sayfalık tutarlı bir çalışma. Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı kapsamından geri değil, hatta bazı yerlerde ileri sayılabilir. Yıllar sonra bir sohbetimizde Sayın Demirel’e TİP yayını kitabı göstererek, Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’na karşı TİP’in bu alternatif planı üzerine görüşünü sormuştum. “Bu mesaiyi o zaman da görmüştüm. Bizden ayrı siyasi görüşe dayansa da iktisadi etüdüyle takdir edilecek bir çalışma, kalkınma literatürüne bir katkı” değerlendirmesini yapmıştı. İşte karşıtının bile takdir ettiği çalışmayı yapmak muhalefet başarısıdır.

 

Bugün o TİP ortada yok. Sol çizgide olsa da kökeniyle ondan ayrı bir Vatan Partisi var, Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek. İkinci örneğimizi Perinçek’in Vatan Partisi oluşturuyor. İdeolojik ve fikri donanımı yerinde olan Atatürkçü çizgideki bir parti görünümünde. 24 Haziran seçimlerinde ise gerek Vatan Partisi ve gerekse Cumhurbaşkanı adayı Dr. Perinçek yüzde birin altında oy alabildiler, tabii parlamento dışı bir küçük parti denilebilir. Ancak, muhalefeti büyük ve yol gösterici.

 

TİP ve VATAN: Örnek muhalefet gerçekleştirmiş olan iki sol parti.

 

Bugün Türkiye’yi ve iktidardaki AK Parti ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı karşı hedefe koyan ABD, Batı yakası, “Kılıçdaroğlu’nun ana muhalefet partisi ne diyor?” diye bakmıyor, ama “Perinçek ve Vatan Partisi ne diyor?” diye bakıyor. Bu arada Avrasya cephesinde, Batı Asya yakasında saygı gören bir parti. Vatan Partisi’nin iktidara karşı şiddetli eleştirileri var, ancak çok önemli çıkış yolları gösterip, seçenekler de sunuyor. Bu arada Vatan Partisi’nin savunduklarıyla, iktidarın bazı davranışları paralel olabiliyor. Dr. Perinçek bu paralelliği, “İktidar bizim çizgimize geldi” diye değerlendiriyor. Tabii ki ülke çıkarları için partiler aynı çizgide buluşmalıdırlar, ama Vatan Partisi’nin yaptığı muhalefeti ana muhalefet partisi YCHP yapamıyor.

 

Demokrasinin Açmazını Giderecek Potansiyel: Muhalefetin Küskün Seçmeni

 

Muhalefet cephesinde küskün seçmen sayısı her seçimde arttı. Önümüzdeki yerel seçimlerde katlanarak arttığını görürsek şaşmamak gerekir. Elbette küskün seçmen muhalefet açısından oldukça riskli. Ana muhalefet YCHP’nin, özde CHP’li olan seçmeni 24 Haziran’dan sonra Kılıçdaroğlu’na mesajlar yollayarak, “Partinin başında kalmak için ayak direrseniz, sizin başkanlığınızdaki partiye önümüzdeki yerel seçimlerde oy vermeyeceğim” diye isyan ediyor.

 

Kahraman Türk generalinin rütbesini sökme tehdidi yaparak NATO ve ABD’ye bağlılığını yineleyen İnce’ye de ciddi bir tepki var. Cumhurbaşkanlığı seçiminde boyunu ölçen çıtanın üzerine çıkması olanaklı değil. İnce’nin önümüzdeki seçimlerde ne cumhurbaşkanlığını alacak ne de partiyi iktidara taşıyacak yeterli siyasal potansiyeli var. İster Dersimli Kemal olsun isterse Muharrem Öğretmen olsun, her ikisiyle de iktidar yolu ana muhalefet için kapalı görünüyor. Ana muhalefet tüm kadrolarını değiştirerek, politikalarıyla özüne dönmeden, kökenine yakışır biçimde kendini yenilemeden çıkış yolu bulamayacaktır, çünkü küskün seçmen o yolu kapamış bulunuyor.

 

İyi Parti çoktan dağılma sürecinde, milliyetçi tabandan oy bekleyen, milliyetçi olmayan parti seçmenini sukütuhayale uğratmış ve küstürmüş durumda. İyi Parti seçmeni de YCHP seçmeni gibi yıpranmışlık görüntüsünden başka bir şey göremiyor. İyi Parti’nin küskün seçmeni karşısında, ana kök MHP seçeneğinden başka, sağ kesimde yer alan AK Parti seçeneği de var. Zaten oturmamış parti tabanı stabil değil, kaygan. Heyelan gibi kökenine doğru kayması şaşırtıcı olmaz.

 

Özlem bu da ulaşması kolay görünmüyor…

 

Önümüzdeki yerel seçimler, gerek YCHP’nin gerekse İyi Parti’nin karşısına ödenmesi olanaksız bir siyasi fatura çıkarabilir, muhalefete tam bir çöküş getirebilir. Belki de böylesi bir çöküşün ardından yeni doğuş, demokrasimizin açmazını giderir, hayırlı olur.

 

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR, 27 Ağustos 2018

SEÇİM YENGİSİ VE YENİLGİSİ

 

 

24 Haziran seçiminin getirdiği sonuçların ülkemiz adına hayırlı olması elbette başta gelen dileğimiz. Bu sonuçları analiz ederek, seçmenin davranışına, partilerin ve adayların durumuna ilişkin siyasal saptamalar yapmak da amacımız. Her şeyden önce yüzde 87,7 gibi çok büyük bir katılımla gerçekleşen seçimin, bazı tahriklere karşın güvenle sonuçlandırılmış olması, Türk demokrasisinin yüz akıdır.

 

Elbette seçimde önemli olan sonuç, ülkenin kazanmasıdır. Ülke adına yengi ve yenilgi tartışmaları yapılamaz değil, elbette yapılabilir. 24 Haziran akşamından başlayarak bu tartışma Türkiye’de zaten yapılıyor. Ancak önyargılarla ülkenin kazandığını ya da kaybettiğini peşinen söylemek yanlış olur. Cumhurbaşkanının kuracağı hükümetin ve yeni oluşan Meclis’in yapacakları sonucu gösterecektir. Ön yargılı olmadan seçim sonuçlarını analiz etmek ise elbette gerekir ve yararlıdır. Bizim amacımız da bu.

 

Her seçimde kazanan ve kaybeden vardır, ama önemli olan ülkenin kazanmasıdır.

 

Yengi Erdoğan’ın, Yenilgi Kılıçdaroğlu’nun YCHP’sinin

 

Yengi ve yenilgi, yani zafer ve hezimet her seçimin kaçınılmaz sonucudur. Kazanan partiler ve adaylar karşısında kaybeden partiler ve adaylar olmadan seçim olmaz. Kazananı da kaybedeni de ülke vatandaşları demokratik kurallar içinde belirlediğinden, herkesin çıkan sonuca saygılı olması ise demokrasinin temel koşuludur.

 

24 Haziran seçiminin kazananı, zaferi kucaklayanı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bu seçimde hezimete uğrayan, kaybeden ise hiç kuşkusuz Kılıçdaroğlu ve YCHP (1) olmuştur. Diğer adaylar ve partiler açısından da yengi ve yenilgi sayılabilecek sonuçlar varsa da çıkan temel sonuç Erdoğan’ın yengisi, YCHP’nin yenilgisidir. YCHP iflas etmiş ya da çökmüş görünüyor.

 

Erdoğan yüzde 52,6 oy oranı ile zafere ulaşmıştır, ama seçmenin geriye kalan yüzde 47,4’ü kendisini desteklemeyerek değişim istemiştir. Değişim isteyenlerin amaçlarına ulaşmasını seçmenin yüzde 5,2’si engellemiştir. Niçin, Erdoğan’dan memnun oldukları için mi? Erdoğan’a oy verenler içinde kendisinden memnun olmayanlar da bulunmaktadır. Memnun olmazken niçin oy vermiştir? İşte o sorunun cevabı beka sorunudur, Türk halkının teröre karşı oluşudur. Terörle mücadele Cumhurbaşkanı Erdoğan’a seçim kazandırmıştır.

 

Erdoğan’ın 15 Temmuz FETÖ darbesine karşı dik duruşu, terk ettiği çözüm sürecini hendeklere gömerek PKK ve uzantılarına karşı kararlı mücadelesi, “Afrin’e girme” diyen YCHP muhalefetine karşı kazanılan Afrin Zaferi, Kandil’e yürünmesi, ABD ve NATO’ya karşı Rusya ve İran ile işbirliği geliştirilerek yeni dünya düzeninde Türkiye’nin Avrasya ve Batı Asya’da konum alması bu yengiyi getirmiştir.

 

 

24 Haziran seçiminim galibi Cumhurbaşkanı Erdoğan zafer konuşmasını yaparken.

 

Elbette Erdoğan’ın eksikleri ve hataları da olmuştur. Ege’de ve Doğu Akdeniz’de Yunan-Rum Megali Idea mafyasına karşı gereken tavır alınamamıştır. Düşmanlığını açıkça ortaya koyan İsrail ve Suudi Arabistan’a gereken tepkiler verilememiştir. Türkiye ekonomisi dışarıdan gelen sıcak paranın hakimiyetine terk olunmuştur. Kalkınma gelir dağılım dengesi tutturulamamış, gelir dağılımı geniş halk kitlelerinin aleyhine bozulmuştur. Ülkenin refahı istenilen, vadedilen düzeye çıkarılamamıştır.

 

Eğitimin düzeyi düşürülmüş ve çarpıtılmış, siyasi İslâm adına Cumhuriyetin kurucu değerlerine karşı adeta savaş açılmıştır. Bu ortamda tarikatların yeşererek büyük sorunlara yol açtıkları da görülmüştür. İşte seçmenin yüzde 47,4 ile şekillenen bölümü bunun için değişim istemiştir, ama beka sorunu terör karşısında son yıllarda gösterilen kararlı tutum ağır basarak seçmenin yüzde 52,6’sı da haklı olarak “Erdoğan” demiştir.

 

24 Haziran seçimiyle Türkiye Parlamenter sistemden Başkanlık sistemine geçmiş bulunuyor. Erdoğan partili bir Cumhurbaşkanı olsa da sistem gereği tüm Türkiye’nin Başkanıdır ve tüm ulusun bunu saygıyla kabul etmesi gerektiği gibi, Erdoğan’ın da tüm ulusu ayırım yapmaksızın Başkan olarak kucaklaması gerekir.

 

Cumhur İttifakı Kazanmış Olsa da Anayasa Değişikliği Yapacak Gücü Yok

 

Bu seçim demokrasi tarihimize ittifaklar seçimi olarak da geçti. Geçici sonuçlara göre, Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin omuzladığı Cumhur İttifakı yüzde 53,7 oyla 344 milletvekili çıkarmaya hak kazanırken, Kılıçdaroğlu ve Akşener’in omuzladığı Millet İttifakı yüzde 34 oyla 189 milletvekili çıkarmaya hak kazanmış görünüyor. Sonuç olarak iktidar Cumhur İttifakı’nındır.

 

Cumhur İttifakı’nın 344 milletvekilinin 295’i AKP’ye, 49’u MHP’ye düşüyor. 600 milletvekili olan parlamentoda AKP’nin sandalye sayısı yüzde 50’nin altına düşmüş oluyor ki artık iktidar tek partili değil, yani sadece AKP’ye ait değil, iktidar ortağı MHP var. İki partinin işbirliğinin sürdürülebilirliği kritik yasaların çıkarılmasında, bütçenin onaylanmasında önemli. Ancak ikisinin sandalye sayısı toplamı anayasa değişikliği için yeterli değil. Halk oyuna sunularak kabul edilebilecek anayasa değişikliği için bile 360 sandalye sayısı gerekirken, Cumhur ittifakının 16 eksiği var. Bu 16 eksik bazı temel çıkmazların aşılmasında sorun yaratacak görünüyor.

 

AKP Çıkardığı Milletvekili Sayısıyla HDP’yi Kapatmamanın Cezasını Gördü

 

AKP Genel Başkanı olarak Erdoğan yüzde 52,6 oy alırken, AKP yüzde 42,6 oy alabilmiştir. Erdoğan’ın partisinden daha çok oy alması bekleniyordu, ama aradaki yüzde %10’luk fark, halkın AKP’den memnuniyetsizliğinin sonucu ve partiye uyarısı. Bu uyarı küçümsenecek bir uyarı da değil, AKP’nin 1 Kasım 2015’deki yüzde 49 olan oy oranını yüzde 6,4 aşağı çeken ciddi bir uyarı.

 

AKP’nin milletvekili sayısı, ancak HDP’nin barajı aşamaması koşulunda hem tek başına iktidar için yeterli olacak, hem de gerek görecekleri anayasa değişikliklerini kolay yapabilmelerine olanak tanıyacaktı. HDP’nin Cumhurbaşkanı adayı Demirtaş’ın aldığı oy, onların taban oyunu gösteriyor ki barajı aşmaya yeterli değildi. O barajın aşılması CHP’nin desteğiyle sağlandı. AKP şimdi HDP’yi zamanında kapatmamış olmanın cezasını çekti. HDP’yi siyasi manevralarında kullanabilmek için kapatmazken, CHP onu kendisine karşı kullanmayı başardı. AKP, mutlaka HDP’nin önünü kesmediğine pişmandır, ama son pişmanlık fayda vermiyor.

 

İflas Etmiş YCHP’nin HDP Sevdası ve Çıkmazı

 

Şimdi gelelim seçimin mağlubu YCHP’nin durumuna. YCHP’nin Genel Başkanı Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanamayacaklarını bildiği için aday olmamıştır. Yenilginin genel başkanlık muhalifi İnce’ye ait olması için “Gel bakalım Muharrem” diye meydanı ona bırakmıştır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde İnce yüzde 30,6 oy alırken, milletvekili seçiminde YCHP yüzde 22,6 oy alabildi. Yani yüzde 10 daha az. 1 Kasım 2015’de aldığı yüzde 25,8 oy oranının da 3,2 puan altında kaldı. Oysa Dersimli Kemal ve YCHP’si başarılı olsaydı, İnce gibi yüzde 30’lara tırmanması gerekirdi. Hatasını bölücülerle kol kola yürümesinde aramalı.

 

YCHP’liler yapamadılar ve tam bir hezimete mahkûm oldular. En büyük hataları PKK’nın Meclis’e uzanmış siyasi kolu HDP sevdalarıdır. İttifak dışı bağlantılarla HDP’ye verdikleri desteği, PKK’nın siyasi temsilcileriyle Sorosvari sözde adalet yürüyüşünü seçmen görmezlikten gelmedi. YCHP’nin İstanbul İl Başkanı Kaftancıoğlu, “Bir hanede üç oyumuz varsa, biri HDP’ye verilmeli” diyordu, verildi ve Demirtaş yüzde 8,4 oy alırken, HDP yüzde 11,7 alarak barajı geçmiş oluyordu. Aradaki yüzde 3,3 farkın çoğunluğu YCHP’nin aktardığı oylardan gelmiş görünüyor. YCHP’nin HDP’yi Meclis’e taşıması tabanının Atatürkçü kesiminde tepkiyle karşılanmıştır.

 

İnce, HDP Eş Başkanını cezaevinde ziyaret edip, kameralar karşısında Demirtaş’a Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı önereceğini vadetmeseydi, haddini bilmeyerek Afrin Kahramanı ve şimdi Kandil harekâtının komutanı Metin Temel paşamızın apoletlerini sökeceğini söylemeseydi, belki daha fazla oy alabilirdi. O, Temel paşamızın apoletlerini sökebilecek güce erişemedi, ama Türk seçmeni onun siyaset apoletini söküverdi. İnce, yarınlarda belki YCHP’ye Genel Başkanı olabilir, ama gelecekte Cumhurbaşkanı olabilmesi bile beklenmemeli.

 

YCHP’yi bundan sonra bekleyen yeni bir kurultay hesaplaşmasıdır. Ancak Kurultay suların durulmasını sağlayamayacak ve YCHP, Atatürkçü kimliği olan CHP’ye dönüşemeyecektir. Bunca HDP yanlısı üst yönetimde dururken, özerk belediyecilikle Kürdistan sevdasını gerçekleştirme hayalleri yaşanırken, YCHP durulabilir mi? Bu ortamda Kemalist bir kimlik kazanabilir mi?

 

 

24 Haziran’ın mağlubu Kılıçdaroğlu, “Gel bakalım Muharrem” diye koltuğunu İnce’ye bırakacak mı acaba? İnce, “Yürü önümüzde derlerse hazırım” diye mesajını verdi.

 

YCHP’nin son Genel Başkanlık seçiminde Dersimli Kemal’in karşısına Kemalist bir lider adayı olarak çıkmak isteyen Ümit Kocasakal, bu isteğini açıkladı, ama delege oyunları yüzünden aday yapılmadı. Çünkü YCHP Atatürk’ün 6 okunu silmiş, ortasolu dışlamış bir parti. “Partinin ideolojik bir netliğe, fikri bir tazelenmeye ihtiyacı var” diyen Kocasakal’a ve onun gibi düşünen Kemalistlere, Cumhuriyet’in Atatürkçü kalesini işgal etmiş YCHP’liler izin verir mi? YCHP’lilerin “Mustafa Kemal’in askerleriyiz (askeri değil yoldaşıyız)” deyişlerine bakmayın, Mustafa Kemal’in yolundan saptıkları bir gerçek.

 

Akşener ve İyi Parti’ye Güneş Doğdu mu?

 

Ben Cumhurbaşkanı olacağım” iddiasıyla ve hırçınlıkla ortaya atılan Akşener ne kazandı? Hani ikinci tura kalacaktı? “Erdoğan’ın kendisinden çekindiğini” söylüyor, mangalda kül bırakmıyordu. Alabildiği oy yüzde 7,3 ile Selahattin Demirtaş’tan bile az. Partisi İYİ’nin oyu ise yüzde 10 barajının altında yüzde 9,9. Ancak millet ittifakı içinde olduğundan baraja takılmadı ve 43 milletvekili çıkarmış bulunuyor. Partisinden az oy alan bir liderin Genel Başkanlığı sürebilir mi? Onu zaman gösterecek. Aslında İYİ’nin ne kadar süreceği bile tartışılabilir. MHP’den koparılan o dal, bir dönem sonra ana köküne aşılanır, Akşener’in liderliği falan da kalmaz.  Kadınlardan topladığı tülbentleri sergilemekten, “Cumhurbaşkanı Olma Öyküsü” kitabını yazmaktan başka aktivitesi olamayacak gibi. İYİ’nin göreceği güneş bu kadarmış işte.

 

Seçimin Küsuratı

 

Seçimin küsuratı tahmin edeceğiniz gibi küçük partilerin oldu. Millet İttifakı içinde yer alan SP yüzde 1,3 oy oranıyla hiç milletvekili çıkaramadı. Başkanı Karamollaoğlu Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 0,9 oy alabildi. Cumhur İttifakı içinde AKP listelerinde yer alan gizli müttefik BBP ve Millet İttifakı içinde İYİ listelerinde yer alan gizli müttefik DP Meclis’te birkaç sandalye kazanabildi. Sürpriz olmadı ve seçim barajına HÜDAPAR ile Vatan Partisi (VP) takıldı. İdeolojik ve fikri donanımı yerinde olan Atatürkçü çizgideki VP’nin bir-iki milletvekiliyle de olsa Meclis’te yer alması yararlı olurdu, ama Perinçek de partisi de yüzde 0,2 oy alınca olamadı. Söz konusu partinin strateji eksikliğinin, kurumsal ve malî sorunlarının buna olanak tanımadığı anlaşılıyor.

 

Sürdürülebilir İstikrar Sağlanabilecek mi?

 

Türkiye son dönemlerde hep erken seçimler yapageldi. 1 Kasım 2015’de seçilen parlamento 32 ay sonra baskın erken seçime götürüldü. Bu kez seçilen parlamento 5 yılı, yani 50 ayı sürdürülebilecek mi? Temel sorun bu soruda yatıyor. Çünkü, AKP en kuvvetli olduğu zamanlarında bile 3,5-4 yıldan fazla seçime gitmeden dayanabilmiş değil. Sıkışınca erken seçime gitmek AKP’nin genlerine işlemiş görünüyor.

 

Hükümet, Cumhurbaşkanı tarafından parlamento dışından seçilecek üyelerle kurulacağına, gensoru gibi bir mekanizma ile de düşürülemeyeceğine göre, hükümetin işlerliğinde bir sorun olmayacak gibi görünmekle birlikte, hiç de öyle değil. Meclis’in hükümeti yasama faaliyetiyle desteklemesi şart. Cumhur İttifakı sürdürüldüğü sürece, yasama desteği de anayasa değişikliği dışında sürecek demektir. Yakın gelecek için böyle de, ancak orta ve uzun gelecek ne gösterir? İşte o bilinmez.

 

Türkiye’nin karşısında ciddi iç ve dış sorunlar var. İçeride toplumsal uzlaşmayla reformlar yapılabilirse, yatırım ortamı ve ekonominin düzelmesi sağlanabilir. Ekonomide köklü yapısal değişiklikler gerekiyor, üretim ekonomisine geçebilmek çok önemli. Bu kapsamda ithal ikamesi de gerekiyor. Bu nedenle devletin yeni işletmelerle ekonomiye girmesi gerekecektir. Türkiye hiç kuşkusuz terörle mücadelesini kararlılıkla ve daha güçlü şekilde sürdürecektir, ama Türkiye’nin bekasıyla ilgili dış sorunları Atlantik cephesi karşısında, özellikle ABD, NATO ve AB karşısında durmayı, bunlarla çatışmayı göze almayı gerektiriyor.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan 18 Kasım 2016 günü Pakistan gezisinden yurda dönerken uçakta gazetecilere, “Türkiye kendini rahat hissetmeli, benim için varsa yoksa AB dememeli, benim kanaatim bu. Bazıları eleştiriyor olabilir, ama ben kendi kanaatimi söylüyorum. Mesela Şanghay İşbirliği içerisinde Türkiye niye olmasın?” diyordu. Cumhurbaşkanının bu sözündeki AB’yi topyekûn “Batı” diye anlamak gerekir. 2017 yılında isteği doğrultusunda adım atılmadı, 2018 ilk yarısıyla sorunlu bir yıldı, ama önümüzdeki dönem bu düşüncesini gerçekleştirici adım atılabilecek mi?

 

Bu adım çılgın ve sakıncalı İstanbul Kanalı projesinden çok daha önemli bir proje. Sadece Şanghay İşbirliği Örgütü’ne resmi üye olmak da yetmez. Türkiye-İran-Irak-Suriye’nin yanısıra Rusya’nın da üye veya gözlemci olarak katılımıyla Batı Asya Birliği, hem bir askeri pakt ve hem de bir ekonomik işbirliği örgütü olarak oluşturulmalıdır. Türkiye doğalgaz boru hatları için transit ülke değil, uluslararası hub (ticaret merkezi) yapılmalıdır. Bölge ülkeleriyle enerji işbirliği bu doğrultuda geliştirilmelidir.

 

Rusya ve Çin ile işbirliği geliştirilirken, Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” projesinde Türkiye Avrupa’ya çıkış istasyonu olabilmelidir. Başta silah sanayimiz olmak üzere ağır sanayimizin ve yeni sanayi dallarının geliştirilmesi için de bu iki ülkeyle işbirliğine ihtiyaç var, bu da NATO ile çatışmak demek. ABD ve Avrupa ülkeleriyle ilişkiler, uluslararası örgütlere üyelikle değil, o üyeliklerden ayrı karşılıklı çıkara göre düzenlenmelidir. Türkiye güçlü bir bölge ülkesi oldukça, Avrasya’da gereken yerini aldıkça Atlantik cephesi ve Batı tarafından daha çok dinlenilen, saygı görülen ülke olacaktır. Batılı emperyalistler küçük gördükleri müttefiklerine değil, diş geçiremediklerine saygı gösterirler.

 

 

Yeni dönemde Türkiye’nin Rusya ve Çin ile ilişkileri, Avrasya’da alacağı yer önemli olacak.

 

Güneydoğu ve Doğu’daki güvenlik ve sınır sorunlarımızdan başka, Ege’de ve Doğu Akdeniz’de Mavi Vatanımıza Siyonist İsrail’in, Rum ve Yunanlıların işbirliği içindeki tecavüzleri ve planları akamete uğratılmalıdır. Türkiye’nin güvenliğinden refahının geliştirilmesine kadar uzanan zorlu bir yol var. Bakalım yeni sistemle, yeni hükümet ve parlamento ile bu zorlu yolu beş yılda aşabilecek miyiz? Yoksa iki yıl sonra çıkmazlar nedeniyle yeni bir seçim gündeme gelir mi? Ön yargılı olmaksızın, ayağı engele takılmadan ülkemizin düze çıkmasını diliyoruz.

 

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR, 26 Haziran 2018

 

 

(1) CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) adını Atatürk’e olan saygımız nedeniyle kullanmak istemiyorum ve Atatürk’ün partisi olmaktan saptırılan bu partiyi YCHP (Yeni Cumhuriyet Halk Partisi) olarak adlandırmayı uygun görüyorum.

24 HAZİRAN NE GETİRECEK?

 

 

 

24 Haziran seçimi kapıda. Türkiye’nin gündemdeki sorusu, “Kime, hangi partiye oy vereceksiniz?”. Olmak ya da olmamak gibi temel sorun bu soruda yatıyor. Seçim ne getirebilir diye değerlendirmek için gelişmelere, olasılıklarla bakmak gerekiyor.

 

Türkiye’nin yüzde 50’si partilerden ve adaylardan memnun gözükmüyor

 

Yüzde 50’yi alacak bir parti güçlü iktidar oluşturabilir, ama öyle oy alabilecek bir parti yok. Yüzde 40’ı bulan ya da aşan çıkarsa güçlü parti olacak. Yüzde 50’yi aşan aday Cumhurbaşkanı seçilecek. Kısacası yüzde 50, çok önemli bir rakam. Ancak, Türkiye’deki seçmenin yüzde 50’den çoğu içine rahat rahat sindirebildiği ne bir aday ne de bir parti bulabiliyor. Türkiye’nin temeldeki sıkıntısı ve sorunu işte bu. Elbette her partinin bir tabanı var, ama taban seçmenin içinde bile kendi partilerini eleştiren ve kerhen oy vereceğini belirtenler de var. Partiler ve adaylar Türk seçmeninin önemli bir kesimini tatmin etmiyor!...

 

Seçmenin yüzde 50’si içine sindirebildiği aday ve parti bulamadığından kerhen verilen oylar 24 Haziran sandık sonucunu belirleyecek görünüyor.

 

Seçim ortamında Türkiye’nin dünyadaki yeri tartışılmadı

 

Dünya yeni bir düzene gidiyor, Türkiye’nin haberi yok gibi. Yeni dünya düzeni adına dünya derin devletinin değişmezleri Rothschild ailesi ile Rockefeller ailesi bile, ABD’ye karşı Çin liderliğindeki dünya için çekişme, daha doğrusu çatışma içinde. Çin liderliğindeki yeni dünyada yerini almak için İngiltere Brexit ile AB’yi şutlamış durumda. Almanya şaşkın ve AB’yi Trump ABD’sinin karşında mevzilendirmiş bulunuyor. Çin ve Hindistan’ın ekonomik göstergeleri G7 ülkelerini geride bıraktığından, Trump G7’ye Rusya’yı alalım G8 olsun diye hayal peşinde. İngiliz düşünce kuruluşu Chatham House’un başkanı ekonomist O’Neill, G7 için “Geride kalmış çağın artığı” demiş. Yalnız o mu, AB de geride kalmış çağın artığı değil mi?

 

Oysa seçim meydanlarında adaylarımız hâlâ AB ilişkisini savunabiliyor. Bu aymazlık değil de nedir? Jeopolitik gelişmeleri doğru okuyabilen var mı? Bu ortamda, özel sektörün 317 milyar $, kamu sektörünün ve devletin 136 milyar $ olmak üzere toplam 453 milyar $ dış borcuyla ve sürekli artan cari açığıyla, Türkiye’nin silkinip üretim ekonomisine geçebilmesi için gerekli dış kaynak nereden bulunacak? Türkiye aradığı kaynağı çıkmazdaki Batı’dan değil, Doğu’dan bulabilir, ama meydan nutuklarına göre siyasilerimiz bunu anlayamamış görünüyor..

 

Türkiye’ye yönelik en büyük tehdit ABD’den ve onun askerî mekanizması NATO’dan geliyor. İsrail ile Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar şimdi ABD’nin stratejik ortağı. Sahibinin sesi Suudi Arabistan ABD’nin yanında. Avrupa’nın emperyalist kökenli devletleri fırsat peşinde. Peki, Türkiye için güvenli müttefikler ve ittifaklar nerede, Batı’da mı, yoksa Doğu’da mı? Siyasilerimiz bunu görüp meydanlarda söyleyebiliyor mu? ABD’nin sahte müttefikliğini savunuyorlar. ABD Kongresi’nde “Rusya’dan S-400 füzelerini alan Türkiye’ye teslim vakti gelmiş olan F-35 uçaklarını vermeyelim” diye kıyamet koparken, ABD’den medet uman siyasilerimizin tutumuna aymazlıktan başka ne denebilir. Aymazlara uyarıcı tokat ABD Senatosu’ndan geldi, 18 Haziran’da Türkiye’ye F-35 teslimatını durduran tasarı kabul edildi. Oysa Türkiye, F-35’lerin yapımına ortak olan 14 NATO üyesinden biri. Tepki olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Eyyy Amerika…” diyerek, Kürecik radar üssünü kapattıracak mı acaba?

 

Kafanızı karıştırmak istemiyorum, yalnız 2023’de Türkiye’nin 100’üncü yılını kutlayıp geleceğe hedefler koyacaksak, jeopolitik gelişmeler başta olmak üzere dikkat çektiğimiz konuların bilinmesi, tartışılması gerek, tartışılmaması büyük eksiklik. Cumhur İttifakı olsun, Millet İttifakı olsun, bu konularda siyasi ideoloji ortaya koyabildiler mi? Havanda su dövme örneği, kuru gürültü ve polemiklerle siyasi kampanyalar yürütüldü. Meydanlarda kayıkçı kavgası yapılıyor.

 

Seçimin getirdiği belirsizlik ortamında pusudaki düşman uyumadı

 

“Baskın Seçim Şafağı” başlıklı bir önceki “Duyuru” yazımızda, seçimin erkene alınmış olmasının sakıncalarını vurgulamıştık. Savaş halindeki Türkiye’yi belirsizlik ortamına iteleyecek seçimin, 2002 yılında olduğu gibi yine Bahçeli’nin oyunuyla ABD’nin çıkarlarına hizmet edecek bir değişime yol açma tehlikesinden söz etmiştik. Seçimin getirdiği belirsizlik ortamında ABD, İsrail – Güney Kıbrıs ve Yunanistan’ı Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı kullanma hazırlıklarından bir an geri kalmadı.

 

ABD, belirsizlik ortamında zayıf halkamız ekonomiyi vurdurdu. Ekonomimiz yabancı kaynağa bağlı olduğundan kumpaslarla para muslukları kapatıldı, sözde uluslararası mali derecelendirme kuruluşlarının notumuzu peş peşe düşüren olumsuz değerlendirmeleriyle TL/$ dengesi altüst edildi. ABD, Suriye’deki kara gücü PKK-PYD/YPG’nin Afrin yenilgisinin acısını böyle çıkartmak istedi. Ancak sevinemedi, çünkü Türk Ordusu’nun Kandil’e Sincar’a yönelmesiyle yanıtını aldı. Türkiye’nin NATO ile ilişkileri gerginleştiğinden, Türkiye’yi kaybetmek istemeyen NATO komutanlarının baskısıyla ABD, Münbiç’de ister istemez siyasi ödün veren bir uzlaşmaya yanaştı, ama bu sözde uzlaşının ne kadar yürüyeceği belli değil. Kaldı ki Senato kararıyla Türkiye’ye F-35 teslimatını durdurması, Türkiye-ABD müttefikliğinin kalmadığının işareti.

 

Seçim ittifaklarının ve partilerin karşılaşacağı olası sonuçlar

 

New York Times gazetesinin Türkiye’deki seçimi değerlendiren bir yazısında, “Erken seçim kararının ters tepeceği” öne sürüldü. Carlotta Gall imzalı 9 Haziran tarihli yazıda, “Muhalefetin nadir görülen ittifakının Erdoğan’ın yeniden seçilmesi için zorluk yarattığı” savunuluyordu. (1) Carlotta Gall’in “ters tepme” tanısı incelemeye değer.

 

Carlotta Gall, CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı İnce’nin Erdoğan’a karşı ciddi bir rakip olduğunu savlıyor. New York Times’ın yazısı ABD’nin görüş ve dileğini içeriyor gibi. İnce zaten Batı’dan, ABD’den, NATO’dan ve AB’den yana olduğunu ilk günden itibaren haykırıyor. PKK’nın adayı Selahattin Demirtaş’ı Başkan yardımcısı yapmaktan söz ediyor. PKK-PYD/YPG güçlerini ezerek Afrin’e Türk bayrağını çeken, sınırımızdaki bir tehdidi yok eden, madalyayla ödüllendirilmesi gereken Org. İsmail Metin Temel paşamızın, sözde bir bahaneyle apoletlerini sökeceğini söylüyor. Bu tutumu Amerikalıları mutlu ediyor. İnce kazara kazanırsa, ABD’nin onu BOP Eşbaşkanı koltuğuna oturtması şaşırtıcı olmaz. (2)

 

CHP rozetini çıkarmış olsa da CHP adayı muhafazakâr İnce, zamanında CHP’yi dini siyasete bulaştıran 1949’daki Başbakanı Şemsettin Günaltay’a benziyor. İnce’nin Diyarbakır mitinginde CHP bayraklarının yanında, PKK’nın yönlendirdiği HDP bayraklarının yer alması, CHP tabanı için rahatsızlık vericiydi. Ecevit’i taklit ederek, elindeki güvercini uçururken, herhalde Edirne cezaevinde ziyaret ettiği Demirtaş’a özgürlük istiyordu, çünkü o an İnce’nin eşi de Demirtaş’ın Diyarbakır’daki eşini ziyaret ediyordu. Demirtaş masum değil ki, PKK terörüne destek vermekten tutuklu. Daha dün denebilecek yakın geçmişte, şimdi Mehmetçiğin bayrağımızı çekmek için yürüdüğü Kandil’de PKK’nın elebaşlarıyla görüşüyor, Türkiye’den koparılmak istenen ödünler için stratejilerine katkı sağlıyordu. Amacını gizlemek için de sözde bunları çözüm süreci adına yapıyordu. Hapishaneden Fransız Le Monde gazetesine yolladığı yazıda “Diyarbakır, Türkiye’nin Kürt bölgesinin başkenti” diyen bir bölücü o.

 

 

New York Times’in Amerikan görüşünü yansıtan Carlotta Gall imzalı yazısı İnce’ye destek çıkıyor, ama beklentisinin gerçekleşmesi zor.

 

Yine Carlatto Gall’in yukarıda sözünü ettiğimiz yazısına dönersek, başlığında 1’e karşı 4 partili umut vurgusu yapılıyor. Ancak, CHP’nin yer aldığı 4 partili, aslında DP görünmez sığıntı olduğundan 3 partili Millet İttifakı’nın içinde 1 değil, 3 Cumhurbaşkanı adayı olduğunu dikkate almamış. Gerçi diğer Cumhurbaşkanı adayları da İnce’den farklı değiller. Akşener ve partisi İP, Batı ittifakından, NATO’dan, AB’den yana olduğunu tüzüğüne kazımış bir parti. Baraja takılmamak amacıyla ittifaka giren Karamollaoğlu ve partisi SP, Kürdistan’ı kabul edeceklerini söylüyor. Hatta SP bir de eklenti yapıp “Lazistan da deriz” diye, Rum Pontus hayaline bile yeşil ışık yakabiliyor.

 

Akşener, İP’nin milliyetçi tabanı nedeniyle PKK ve Kürdistan yaklaşımlarına karşı duruyor ve beyannamesinde Kürt sorunu yok. Zaten o soruna Güneydoğu sorunu diye baktığını söylüyor. Millet İttifakı aslında çimentosu olmayan kumtaşı gibi bir ittifak. Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kalırsa, bu ittifakın partilerinin birbirlerinin adaylarına oy vermeleri beklenmemeli. Akşener ve Partisi İP’nin, PKK/Kürdistan yandaşı CHP ve SP ile ittifakının seçim sonrası sürdürülemez olduğu görülüyor. Millet İttifakı’nın üç Cumhurbaşkanı adayından Karamollaoğlu’nun kazanma şansı zaten yok. Kalan iki Cumhurbaşkanı adayı İnce ve Akşener’in hangi turda olursa olsun Erdoğan’ı geçmeleri zor.

 

İnce, seçim sonrası gene karışacak ve Kurultay’a gidecek CHP’de, Atatürk’ün CHP’si olmadığını vurgulamak için Dersimli Kemalim diye övünen Kılıçdaroğlu’nun karşısına, sözünü tutmayarak aday olarak çıkar mı? Bilinmez! Ama çıksa bile seçilme şansı olmaz. Kılıçdaroğlu zaten İnce’yi harcamak için Cumhurbaşkanı adayı yapmıştı. Attığı oltayı İnce’nin memnuniyetle yuttuğunu görünce, basın ve medya önünde Cumhurbaşkanı adayı olarak sunarken, “Gel bakalım buraya Muharrem” diye laubali şekilde Kürsüye çağırarak, oltasına takılmasının zaferini kutluyordu. CHP de seçimde istediğini bulamazsa, Kılıçdaroğlu’nun koltuğu bu kez devrilebilir, ama devrilse bile YCHP tekrar CHP’ye dönüşebilir mi, Atatürkçü kesimden güçlü yeni bir lider çevresinde toplanıp toparlanabilir mi? Bilinmez, ama o da zor, çünkü YCHP artık, Atatürk’ün gençliğe hitabesinde dikkat çektiği, Cumhuriyet’in işgal edilmiş kalelerinden biri.

 

Açıklanan anket sonuçları İnce ve Akşener’in oy oranlarının yakın olacağını gösteriyor. Akşener, İP’yi Cumhurbaşkanı olabilme hırsıyla MHP’den kopardıklarıyla kurmuştu. Hedefine ulaşamazsa partisinin gelecekte varlığını sürdürmesi pek de olası değil. Çankaya hedefine ulaşması da İnce gibi, hatta daha zor. Lider olarak bir iki seçim daha götürebilir mi derseniz, o da zor görünüyor.

 

Şimdi gelelim karşı cepheye. Cumhur İttifakı içinde AKP ve MHP uzun süre birlikte kalabilirler mi? Her ikisinin de tabandan gelen tepkilerle tedirginlikleri görüldüğü gibi, AKP ile MHP arasında karşılıklı sürtüşmeler de var. Bahçeli seçim barajı korkusuyla ittifak önermiş, Erdoğan’ın koruyucu kanatlarına ve AKP’ye sığınmıştı. Oysa gerek Erdoğan’ın ve gerekse AKP kurmaylarının Bahçeli’nin örtülü stratejik hedeflerini yutmuş olmaları beklenmemeli. Parlamentoda işbirliği yapmak gerekir diye, bir süre katlanacaklardır herhalde. AKP’nin parlamentoda gerekli çoğunluğu sağlayamayıp MHP’ye muhtaç kalması, herhalde Erdoğan ve kurmaylarının korkulu düşü olmalı.

 

Seçimden aradığını bulamayacak MHP’de Bahçeli’nin koltuğu mekanik titreşimle rezonansa takılabilir. Deyimimiz biraz teknik oldu, ama rezonans mühendislikte istenmeyen bir harekettir, yıkıma neden olur. Siyaset mühendisliğinde de rezonans tehlikeli bir gelişim. Ancak, fırtınalar diner, rezonans söner ve siyasette sular akar, yolunu bulur. Gelecekte yeni bir milliyetçi liderin başkanlığında MHP ve İP’nin birleşmesi işin doğası gereği kaçınılmaz olur.

 

Cumhur İttifakı da BBP görünmez olduğu için 2 partili, ama temel direği AKP, gücü de sadece Erdoğan’dan ve AKP’den geliyor. Türkiye’nin halen en büyük partisi olan metal yorgunu AKP, milletvekili adaylarını yenilemiş olsa da ideolojisini, siyaset mantığını yenileyememiş, vizyonunu geliştirememiş bulunuyor. Dersim arşivini açmak istemekle karanlık yüzünü gösterdiği gibi, Cumhuriyet’in temel ilkeleriyle ve kurucu kadrolarıyla uyuşmazlığı sürüyor. Yeni dünya koşullarında Türkiye’nin yerini alması konusunda kararlılık göstermeyip yalpaladığı, siyasi kuramları ve ağır sorunları çözümleyici plan ve programları oluşturamadığı için güç kaybı yaşıyor. Bu nedenlerle de endişeli.

 

Cumhurbaşkanlığı seçimi birinci turda sonuçlanabilir, ikinci tura da kalabilir. Her ikisi de eşit olasılık gibi. Birinci turda Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçiminde alacağı oy oranının, AKP’nin milletvekili seçiminde alacağı oy oranından büyük olması ise büyük olasılık. Erdoğan birinci turda seçilir de partisiyle arasındaki oy farkı büyük olursa, böyle bir gelişme siyasette topal ördek denilen bir Başkanlık getirir. Topal ördek durumunda Başkan istediği yasaları çıkartmakta zorlanacağı gibi, en önemlisi bütçesini Meclis’ten geçirmekte karşılaşacağı engeldir. Bu da yolun başında Başkanlık sisteminin tıkanmasına yol açar. Eğer Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kalırsa, AKP’nin birinci turda düşmüş oyu, ister istemez, ikinci turda Erdoğan’ın alacağı oyları azaltır, işini zorlaştırır. İşte AKP’nin korkulu düşü ve endişesi bu. Bu koşulda bile İnce ya da Akşener’in ipi göğüslemeleri çok zor görünüyor.

 

İttifakların dışında kalan ve baraj sorunuyla karşı karşıya bulunan üç parti daha var. Oy pusulasındaki sırasıyla Hüda Par, Vatan Partisi ve HDP. Her üç partinin alacağı oy oranları merak konusu. Barajı aşabilirler mi? Aşmamaları AKP’ye yarar.

 

Hüda Par (Hür Dava Partisi) Kürt kökenli muhafazakârların oluşturduğu, PKK’ya zıt ve siyasi rekabet içindeki bir parti. Siyasi İslâm kimliği ağır basan bu parti, ilk kez seçime katılıyor. Bu seçime de YSK’ya son anda yaptığı itirazla girme hakkı kazandı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ı destekliyor. HDP, PKK ile göbek bağı olan ve kapatılması gereken bir parti. AKP şimdi o kapatma işini engellemiş olduğuna pişman, Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutuklu olarak aday gösterilmesi yolunu tıkamadığına da pişman. Dün siyasi kazanç beklentisiyle HDP’yi kapattırmamıştı, ama bugün HDP’ye gidecek oyları kendisi açısından kayıp görüyor. Hüda Par ve HDP’nin baraja takılması Türkiye’nin yararına olur.

 

Vatan Partisi ise her iki partiye taban tabana zıt bir Türkiye partisi. CHP’nin terk ettiği Atatürk’ün 6 okunu ilke edinmiş bir parti. ABD, NATO, AB’ye karşı. Temelde emperyalizmin her türlüsüne karşı olan, Avrasya’da ve Batı Asya’da olduğu kadar Batı dünyasında da tanınan ve izlenen bir parti. Ülkenin hemen her soruna karşı reçetesi var görünüyor. Terörün kökünü kazıma iddiasını taşıyor. Cumhurbaşkanı adayı ve Vatan Partisi Başkanı Perinçek, Türkiye’nin başını ağrıtan Ermeni sorunu için “Emperyalist yalandır” teziyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden soykırım yalanını çökerten karar çıkartan hukuk bilimcisi bir lider. Önceki seçimlerde oy oranı yüzde 1’in altında olsa da bu seçimde ne alacağı merak konusu.

 

25 Haziran sabahı önümüzü görmüş olacak mıyız?

 

Seçmenin tercihine saygı göstermek demokratik etik gereğidir ve demokrasinin olmazsa olmazıdır. Adaylar ve partiler eteklerindeki taşları döktüler, döküyorlar, yapacaklarını hatta yapamayacaklarını vadettiler. Türk seçmeni, var olan seçenekler arasında ülkeye en yararlı gördüğünü seçme kararını verecek, ama Türkiye’nin beka sorunu göz önünde tutarak ulusal bilinçle oyunu verebilmeli.

 

Başta da vurguladığımız gibi, Türkiye Ege ve Doğu Akdeniz’den Basra Körfezine kadar uzanan kuşak içinde ciddi dış tehditlerle karşı karşıya. Türkiye’nin ağır ekonomik sorunları ise şu anda açmazlar içeriyor. Ulusal ekonomi öncelikle üretime yönelik yapısal değişiklikler gerektiriyor, bu da kaynak sorununun çözümlenmesine bağlı. Sorunların üstesinden gelmek ise devletin gücüne bağlı. Devletin gücü de yasama, yürütme ve yargının birbirini denetler biçimde işlemesine bağlı. Seçim getireceği sonuçlarla sorunların çözümüne yol açabilmeli de açabilecek mi acaba?

 

24 Haziran seçimi Türkiye’ye sadece parlamento ve hükümet değişikliği getirmiyor, onlardan çok daha önemli, Cumhurbaşkanlığı sistemini getiriyor. Parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Sistemi adı altında Başkanlık sistemine geçen Türkiye, sıraladığımız sorunların üstesinden gelebilecek mi?  Henüz Türkiye’nin tanışmadığı bu sistem, aksamadan işletilebilecek mi? Parlamento Cumhurbaşkanını gereken biçimde destekleyip denetleyebilecek mi? Akla gelebilecek daha onca soru var, bu tür soruları 24 Haziran’dan sonra daha çok tartışacağız.

 

 

24 Haziran seçimi dileriz Türkiye’ye hayırlı sonuçlar getirir.

Yeni bir seçime gebe sonuç getirmesi de şaşırtıcı olmaz…

 

Büyük olasılıkla anayasanın yeterli olmadığı, sistemin işlerliği için değiştirilmesi gerektiği savlanacak. Cumhurbaşkanlığı sistemine karşı olanlar buna karşı çıkacak. İstikrar beklerken, istikrar zor yakalanır duruma gelebilecek. Dolayısıyla yeni seçim tartışmaları başlayacak. Belki de Türkiye yeni belirsizliklerle karşılaşacak.  Kısacası 25 Haziran sabahı seçim sonucu ne olursa olsun, önümüzü görmüş olmayacağız. 24 Haziran’ın bir başka seçime gebe sonuç getirmesi olasılığı yok değil…

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR, 19 Haziran 2018

 

(1) Turkish Opposition Hopes 4 Parties Are Mightier Than 1 Against Erdogan, by Carlatto Gall, The New York Times – June 9, 2018. ( https://www.nytimes.com/2018/06/09/world/asia/turkey-election-erdogan.html ).

 

(2) BOP: Kürdistan’ın kurulmasını öngören, Ortadoğu’da sınırları değiştirmeyi hedefleyen ABD’nin lanetli Büyük Ortadoğu Projesi.

 

 

Bu duyurumuz sitemizde yayınlandıktan üç gün sonra Aydınlık Gazetesi’nin 22 Haziran 2018 tarihli nüshasının 2’nci sayfasında yayınlanmıştır.

 

https://www.aydinlik.com.tr/24-haziran-ne-getirecek-ozgurluk-meydani-haziran-2018

BASKIN SEÇİM ŞAFAĞI

 

 

Türkiye’de heyecanlı bekleyiş, 25 Haziran’da şafak nasıl sökecek? Her şey 17 Nisan’da Devlet Bahçeli’nin grup toplantısında, 26 Ağustos’ta erken seçim yapılmasını istemesiyle başladı. Daha önceden AKP ve MHP Cumhur ittifakıyla bütünleştiğinden, bu talebi 18 Nisan’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yarım saatlik görüşmelerinde değerlendirildi. Aynı gün Bahçeli’den sonra kurmaylarıyla görüşen Erdoğan, 24 Haziran’da milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı seçimine karar verdiklerini açıkladı. Erken seçim istemi baskın seçime dönüşmüştü.

 

Anayasa gereği önde olması gereken TBMM kararı arkadan geliyor, 20 Nisan’da bileşime katılan 386 milletvekilinin oybirliğiyle Hükümet’ten gelen seçim teklifi kabul olunuyordu. Türkiye’de 25 Haziran’da şafak sökerken parlamenter sistem tarihe gömülecek, Başkanlık sistemi resmen başlayacak. 24 Haziran seçiminin sonuçlarıyla 25 Haziran’da siyaset sahnesi acaba nasıl aydınlanacak?

 

Sandık göründü, bakalım çıkacak sonuçlarla şafak kimler için sökecek?

 

16 Nisan 2017 tarihli referandumla kabul olunan anayasa değişikliğinde, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 27’nci Yasama Dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi 3/11/2019 tarihinde birlikte yapılır” hükmü yer almıştı. Ne olmuştu da erken diye kalkılıp iktidarı ve muhalefetiyle baskın seçime koşar adım gidiliyordu? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başarılı Zeytin Dalı Harekâtı ile kazanılan Afrin zaferini iktidarın siyasi kazanıma dönüştürmek istemesi anlaşılabilir, ama muhalefet beğenmediği iktidardan kurtulmanın sanki garantisi varmışçasına neden koşuyordu?

 

Afrin Harekâtı’nı başarıyla sonuçlandırılmışsa da Tel-Rıfat’a girilememiş, Münbiç’e yönelinmemişti. Türkiye’nin başarılı askerî harekâtı ABD ve Batı cephesini tedirgin etmiş, rövanş arayışı için Türkiye’de belirsizlik beklentisine girmişlerdi. Türkiye’nin seçim kararı ister istemez belirsizlik doğurdu. Oysa daha ileri aşamada Fırat’ın doğusunun temizlenmesi sorunu vardı. Kuzey Irak’ta İran ve Irak işbirliğiyle yapılabilecek büyük bir PKK operasyonu gerekiyordu. Kısacası, Türkiye savaş içindeydi. Savaş ulusal birlik ve bütünlük gerektiren, yönetimde belirsizlik kaldırmayan, bırakınız seçim yapmayı, gerekirse zamanı gelen seçimi bile erteletecek bir olgudur. Afrin başarısına karşın içte ve dışta iktidarı zorlayan gelişmeler vardı, ama muhalefet iktidarın zorlanmasıyla belki de yeni fırsatlar kazanabilirdi.

 

Türkiye’nin iç ve dış sorunları artmış, yönetim sıkıntısı diz boyunu aşmış, iktidar iyice sıkışmıştı, Türkiye’yi yönetmede çaresizlik yaşıyordu. Ekonomik sorunlar acı reçeteli köklü çözümler gerektiren boyuta ulaşmıştı. Ancak, iktidar ekonomik sıkıntı nedeniyle seçime koşmuşsa, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş bulunuyor. Seçim kararından sonra Türk lirasının dışarıdan gelen etkilerle durdurulamayan değer kaybı, kanayan yaraya dönüştü. Batı’nın rövanş operasyonu, emperyalist mekanizmaları olan mali değerlendirme kuruluşlarınca hemen başlatıldı, ekonomik göstergeler aşağı çekilmekle kalınmadı, olduğundan daha da kötü gösterildi. Türk lirası erime sürecine sokuldu ve kredi notu “yatırım yapılamaz” düzeyine düşürüldü. Yıllardır kriz sürecinde bir ileri bir geri sürüklenen ekonomi şu an hasta ve ateşi artıyor…

 

Emperyalist Batı, yapılacak seçime gölge düşürme çabasından da geri kalmadı. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, “Olağanüstü Hal” uygulamasında seçime gidilmesini eleştirerek, Türkiye’ye 24 Haziran seçimlerini erteleme çağrısı yaptı. Seçim kararı alındıktan sonra çıkarılan, “Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun” ile seçim kurallarının değiştirilmiş olmasını da Venedik Komisyonu ilkelerine aykırı bularak, “Gerçek anlamda demokratik seçimler düzenlenemeyecek” savını ortaya attı. Venedik Komisyonu dünya derin devletinin yerüstü ofislerinden biridir. Seçim sistemi ve uygulamasına ilişkin demokratik eleştirileri kendi içimizde de yapıyoruz, ama eksikliklerimize rağmen halkın iradesinin sandıklara yansıdığı seçimleri yapabildiğimizi onca uygulamayla göstermiş bulunuyoruz.

 

Dışarıdan gelen bu iddialar Türkiye’ye yönelik iyi niyetten değildi elbette. Amaçları Türkiye’yi baskı altına alarak sıkıştırmaktı. ABD’de yayınlanan Dünya Demokrasisi Raporu’nda, 19 ülke gerçek demokrasi ülkesi diye tanıtılırken, Türkiye’ye “karma rejim” kategorisinde yer verilmiş, demokrasi notu aşağıya çekilmişti. Türkiye, gerçek demokrasi diye tanıtılan 19 ülke içinde yoktu, ama ABD ve Fransa da yoktu. ABD, “defolu demokrasi” kategorisinde görünüyordu. Kendi hallerine bakmadan Türkiye’yi sıkıştırmak için sürekli fırsat ve argüman arayışındaydılar. Çünkü, Türkiye’nin Avrasya’ya yönelmesinden, Rusya ve İran ile işbirliğinden, Suriye politikasından tedirginlerdi. Türkiye’nin emperyalist oyunlarını bozmasını hazmedemiyorlardı.

 

ABD Suriye’de yeni senaryolar peşinde, Fransa’yı PKK-PYD/YPG bekçisi yaptı, Suudi Arabistan’ı ve Mısır’ı da aynı amaçla kullanma gayreti içinde. Avrupa liderlerinin ve kendi ülkesindeki önemli bir kesimin karşı çıkmasına karşın Trump, ABD’nin İran ile imzaladığı nükleer anlaşmadan çekildiğini açıkladı. Bununla da kalmayıp, aynı gün İran’ı tehdit etti. Ortadoğu’da gergin bekleyiş sürüyor. Ne zaman harekete geçecekleri bilinmez, ama ABD’nin İsrail ile birlikte İran’a saldırması olası. Önce İran’da iç karışıklık çıkarmaya çalışacaklar, Suriye iç savaşını kızıştıracaklardır. ABD bir yandan da İran’a saldırı planları kapsamında Suriye’deki illegal üslerini geliştiriyor. Siyonist İsrail’in bekası için Kürdistan’ı kurdurma amacını koruyor, fırsatını yakalayınca İran’ı Irak’a benzetmeye çalışacak. Türkiye ise ABD’ye karşı İran ve Rusya ile birlikte olmak zorunda, ulusal çıkarları bunu gerektiriyor, bu tutum ABD’yi rahatsız ediyor. Türkiye’nin karışması için de FETÖ ile birlikte yeni planlar peşinde oldukları kuşkusuz.

 

ABD açık açık Türkiye karşı, uzun bir süredir Türkiye-ABD müttefikliği çatırdıyor, son günlerde NATO’nun gelişmelerden duyduğu endişeyi örgütün ABD’li komutanları dile getirir oldu. Bu ortamda Türkiye ve ABD dışişleri bakanları düzeyinde Münbiç görüşme süreci ve sözde çözüm arayışları sadece oyalama taktiği. Kaldı ki ABD Münbiç’e kısa sürede yeni üs kurarak niyetini açık etmiş bulunuyor. Rusya’dan S-400 füzelerini alıyoruz diye projesine ve yapımına ortak olduğumuz F-35 savaş uçaklarının verilip verilmemesi Kongresi’nde tartışılıyor. Şimdi 21 Haziran’da sembolik ilk teslimatı yapacak olmaları aslında göstermelik bir eylem. Çünkü uçak 2019 yılı Kasım ayına kadar Türkiye’ye gelecek değil. O zamana kadar çok şey değişir, Türkiye’yi yanına çekemezse, bize verilmesi gereken uçaklar Yunanistan’a gider.

 

Coğrafyamızdaki emperyalist oyun dinamik süreçte yenilenen planlarla sürüyor. Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı saldırgan tutumu, KKTC’nin Rum yandaşı Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın vatan ihaneti sayılabilecek çıkışla Kıbrıs’ta federasyon için Guterres raporu çerçevesinde asker indirimiyle görüşme önerisi, Rumların bunu fırsat sayması, Kıbrıs’ın Girit gibi kaybına neden olacak sürece yeşil ışık yakmış olması, seçim sürecinde Türkiye’deki belirsizlikten yararlanmak isteyen dış güçlerin strateji ve taktikleriyle bağlantılı olduğu açıktı. Şimdi bu öneriyi Akıncı’nın kulağına ABD ve AB’nin fısıldadığı haberleri var.

 

İç sorunların yanısıra dış tehditlerin arttığı bu ortamda yapılacak seçimle TBMM çoğunluğunu hangi görüşe sahip milletvekilleri oluşturacak?

 

Anlaşılan, ABD, İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs işbirliğiyle Türkiye’yi hedef yapmış bulunuyorlar. Avrupalı ve Arap dostları da onları destekliyor.  Suriye ve Irak sınırında sorunlar yaşayan Türkiye’yi, Ege ve Doğu Akdeniz’de Yunan-Rum ikilisinin Helenizm kökenli kan davasıyla kuşatmaya çalışıyorlar. “Seçimler öne alınmayıp normal zamanında yapılacak olsaydı, yine bu tür oyunlarla karşılaşmayacak mıydık?” denilebilir. Karşılaşabilirdik de seçime bu kadar anaforlu ortamda gitmeyebilirdik de!...

 

Bahçeli’nin erken seçim önerisi karşısında 2002’den çıkarılacak ders vardı. Bahçeli’nin önerisiyle yapılan 2002 erken seçiminde Ecevit’in kurduğu 57’nci Hükümet tarihe gömülürken, ABD’den önce Kuzey Irak’a girip ön ve önlem alma planı da arşivin tozlu raflarına atılmıştı. TBMM Eski Başkan Vekillerinden rahmetli Murat Sökmenoğlu(1) bir röportajımda bana Ecevit Hükümeti’nin bu planını anlatmıştı. AKP’nin ilk hükümeti olan Gül Hükümeti, Ecevit Hükümeti’nin ulusal planını elinin tersiyle iterek, ABD’nin Türkiye üzerinden Irak’a geçebilmesi için Washington’da bakanlarının katıldığı “at pazarlığı” yapmıştı. Türkiye o pazarlıktan hiçbir şey kazanmadı.

 

Irak politikası için AKP hükümeti tarafından 25 Şubat 2003'de TBMM'ye sunulup, 1 Mart’ta Genel Kurulda reddedilen “Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması için Hükümet'e yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi” şans eseri kabul edilmemiş, ABD askerleri Türkiye sınırlarından geçememiş, Anadolu’nun kritik yerlerine yerleşememiştir. Reddedilen tezkerenin adında “Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesi” yazmakta ise de o gönderme ön ve önlem alma amaçlı değildi, Türk askerinin ABD işgaline yardımcı olması amaçlanıyordu.

 

Rahmetli Cumhurbaşkanımız Demirel ile bu konuyu konuşurken, Bahçeli için “Yenimahalle’nin adamı” demişti. “Anlayamadım, ne demek istediniz?” sorumu ise yanıtsız bırakmış, açıklama yapmamıştı. AKP’nin ilk hükümetinin Başbakan Yardımcısı Yalçınbayır, yıllar sonra o dönem Başbakan Danışmanı olan Davutoğlu’nun ellerine sarılıp, “Abi ne olur Irak’a girmeyelim” dediğini açıkladı.(2) Çünkü, siyasi iktidarın niyeti farklı olsa bile, Irak’a girecek Türk Ordusu ABD emperyalizmine yardımcı olmayacak, Türkiye’nin kırmızı çizgilerini koruyacaktı. Anlaşılan bu gerçek o zaman bazı AKP’lileri ürkütmüş bulunuyor.  Ulusal çıkarlarımızın nasıl heba edildiği, kırmızı çizgilerimizin kimlerin marifetiyle silindiği ortada.

 

Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin silinmesine yol açan AKP iktidarını getiren 2002 seçimi, Ortadoğu’ya ABD kara bulutunun çökmesine yardımcı olmuştur. ABD, Irak’ın kuzeyinde Bölgesel Kürt Yönetimi diye “Kürdistan” tohumunu atabildi. Bugün yörede sıkıntı yaratan Barzanistan böyle kuruldu. AKP onu kolladı, besledi. O Barzanistan ise Türkiye Münbiç’e girdi diye yas ilân etti. O dönemde ABD ile yan yana Büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanlığı göreviyle övünen AKP iktidarı, bugün ABD müttefikliğinin sıkıntısını çekiyor, Erdoğan gür sesiyle “Ey Amerika…” diye uyarı yapmak zorunda kalıyor. Ne derseniz deyin, tarihin cilvesi işte…

 

2018 baskın seçimi, 2002’deki gibi, ABD’nin rahatlamasına neden olacak bir sonuç doğurmamalı. Daha açıkçası baskın seçim ABD’nin yandaşı olacak bir yönetime yol açmamalı ve Türkiye’yi belirsizlikle kargaşaya sürüklememeli, demokratik ortam doğru değerlendirilerek, ulusal birliğimiz seçim öncesinde de seçim sonrasında da en üst düzeyde korunmalıdır. Bu arada gizli FETÖ’cüler Türkiye’yi karıştırmak için ellerinden geleni yapmaya kalkışacaklardır, ama onlara fırsat verilmemelidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bahçeli’nin önerisine dört elle sarılıp uygulamaya koyarken, bu handikapları ve tuzak olasılıklarını değerlendirmiş midir acaba?  Görev süresinin dolmasına bir buçuk yıl varken, Bahçeli’nin yeteri uzunlukta olmayan ipini ekleyerek seçim kuyusuna inmenin çıkamama riskini de düşünmüş olmalıydı hani!..

 

Cumhurbaşkanlığı seçimi ne getirecek, Türkiye Külliye’den mi (yani ünlü Ak-Saray’dan mı) yoksa Atatürk Türkiye’sinde olduğu gibi Çankaya’dan mı yönetilecek?

 

Bu arada seçim bir buçuk yıl öne çekildiği için Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından dikkat edilmeyen bir anayasal sorun doğdu. Anayasal sürelere dikkat edilmemesi, hiç kuşkusuz AKP’nin anayasaya özen göstermeyen tutumundan kaynaklanıyor. 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleşen anayasa değişikliğinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki görev süresinin, değişiklik sonrası seçilmesi halinde yeni görev süresine etkisiyle ilgili geçici bir düzenleme gerekmesine karşın yapılmamıştır. Şimdi bir buçuk yıllık süre bir yana atılarak ilk beş yıllık görev süresi dolmuş olacak.

 

Anayasa’nın 101’inci maddesine göre, “Cumhurbaşkanlığı görev süresi beş yıldır ve bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir”. Cumhurbaşkanı Erdoğan 24 Haziran’da ikinci defa seçilecek olursa, görev süresi 24 Haziran 2023’de sona erecek. Cumhuriyet’in 100’üncü yılının kutlanacağı 29 Ekim 2023’de Cumhurbaşkanlığı koltuğunda olamayacak. Oysa, Putin ile temelini attığı Akkuyu Nükleer Santrali’ni 2023 yılı Cumhuriyet Bayramı’nda yine Putin ile birlikte açacaklarını, baskın seçim kararından 15 gün önce basının ve kameraların önünde söylüyordu. Ne diyelim? Türkçemizde “Kime niyet, kime kısmet” diye güzel bir söz vardır.

 

Baskın seçim kararının alınmasından sonra her hafta hareketli geçti. Paramızın sürekli değer yitirmesini, ekonomik darboğazı bir yana bırakıyorum, siyasi hareketlilikten söz ediyorum. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Yüksek Seçim Kurulu’na verdiği listeye göre milletvekili seçimine katılacak 10 partinin ilân edilmesinde bile sorun yaşandı. İP (İyi Parti) seçime katılabilecek miydi, yoksa kongre sonrası süre engeline mi takılacaktı? Yargıtay’dan gelen listeye göre katılması gerekirken, Yüksek Seçim Kurulu bu konuda kendi içinde oylama yapmış ve karar alamamıştı. Bunun üzerine siyaset tarihinde görülmemiş hülleye başvuruldu, Kılıçdaroğlu’nun talimatıyla 15 milletvekili CHP’den istifa ettirildi, İP’ye hediye paketiyle transfer edildi. Milletvekili sayısı 20’ye ulaşan İP Meclis Grubu’nu kurarak tartışmasız katılma hakkı kazandı. Hediye paketindeki milletvekilleri ise 19 gün sonra CHP’ye döndüler.

 

24 Haziran 2018 Pazar günü sandığa girecek bu partiler ne oranda kazançlı çıkacaklar?

 

Yüksek Seçim Kurulu’nun ilânına göre yasal koşulları yerine getirmiş olarak seçime katılma hakkı kazanan siyasi partiler alfabetik sırayla: Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Bağımsız Türkiye Partisi (BTP), Büyük Birlik Partisi (BBP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Demokrat Parti (DP), Halkların Demokratik Partisi (HDP), İyi Parti (İP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Saadet Partisi (SP) ve Vatan Partisi (VP). Katıldıkları son seçimde genel barajı aşarak ve geçerli oyların yüzde 3’ünden fazlasını alarak Hazine yardımına hak kazanan partiler ve alacakları seçim yardımları ise; AKP’ye 278 milyon TL, CHP’ye 142,2 milyon TL, MHP’ye 66,8 milyon TL ve HDP’ye 60,4 milyon TL olarak belirlenmiş bulunuyor.

 

Partilere seçim için yapılacak Hazine yardımları açıklandı, Kandil ile göbek bağı olan HDP’ye gidecek yardım Türk seçmenin içini sızlatıyor!...

 

HDP öyle bir parti ki Kandil ile göbek bağı olan, milletvekillerinin Kandil ziyaretleri alenen bilinen, bazı milletvekillerinin PKK’ya verdikleri destekten ve teröristleri övmekten, teröre yataklık yapmaktan tutuklanıp yargılandıkları, ceza alanların milletvekillerinin sonlandırıldığı, Eş Genel Başkanı terör operasyonu kapsamında cezaevinde tutuklu bulunan, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne ve bekasına aykırı tutumla, ayrılıkçı Kürt siyaseti izleyen bir parti. Bu nitelikleriyle kapatılması gereken bir parti. Oysa bu yapılmıyor, peki neden? Hiç kuşkusuz siyasi hesaplar var.

 

2008 yılında Anayasa Mahkemesi’nde AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olması iddiasıyla açılan bir kapatma davası vardı. Kıl payı kapatılmaktan kurtulan ve ciddi bir ihtar alan AKP, daha sonraki anayasa değişikliğinde parti kapatmayı zorlaştırdı. Şimdi bunun meyvesini HDP yiyor, ama Hazine’den HDP’ye verilen her bir kuruş, “Ne mutlu Türküm” diyebilen Türk seçmeninin vicdanını rahatsız ediyor. Unutulmamalı ki teröre, teröriste, terör yanlılarına, Güneydoğu’daki hendek mimarlarına demokrasi olmaz, olamaz. HDP’nin seçimde yer alması bile vatanseverler adına bir züldür.

 

Bir ilginç siyasi olay da Kılıçdaroğlu ile SP Genel Başkanı Karamollaoğlu’nun muhalefetin Cumhurbaşkanlığı için çatı adayı arayışlarıydı. Bu ikili bula bula siyaseten etkinliği kalmamış Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü sahneye çıkarmak istediler. Kılıçdaroğlu’nun İP’ye 15 milletvekili hediye paketi de bu projeyle bağlantılı siyasi rüşvet gibiydi. İP Genel Başkanı Meral Akşener’in Cumhurbaşkanı adaylığından vazgeçmesini istiyorlardı. Oysa Akşener, daha İP kurulmazdan önce “Cumhurbaşkanı olacağım” savıyla ortaya çıkmış bir siyasetçiydi. İddiasından vazgeçmeyerek bu planı çökertiyor, ayrıca parti grubu tarafından aday gösterilmeyi de kabul etmeyerek, 100 bin imza ile aday olmaya soyunup gereken imzayı fazlasıyla topluyordu.

 

AKP ve MHP, sırasıyla metal yorgunluğu ve tükenmişlik sendromuyla Cumhur İttifakı’nı oluşturdular, ama anketlere göre oylarında erime var. BBP, AKP listelerinden seçime giriyor, böylece iki buçuk partili olan Cumhur İttifakı’nın alacağı sonuç merak konusu.

 

Gül harekâtı AKP ve MHP çevresinde tepkiyle karşılandı, Kılıçdaroğlu ile yakın ekibi hariç CHP çevresinden ve tabanından, İP sözcülerinden hak ettiği ağır eleştirileri aldı. Gül solmuştu, tarih onu 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Powell ile imzaladığı gizli anlaşmayla, ulusal çıkarlara ters Kürt açılımına ve Ermeni açılımına önayak olmasıyla, “Ne mutlu Türküm diyene lafını her yere yazmak ilkelliktir” sözüyle siyasi mevtalar arasına gömmüştü. Bu süreçte Gül’ü Genelkurmay Başkanı ile Cumhurbaşkanının bir danışmanın ziyaret etmesi ise, ziyaretin siyasi nitelikte olduğu söylentileriyle demokrasi adına tartışılan olumsuz bir olguydu.

 

Ana muhalefet partisi CHP’nin Cumhurbaşkanı adayını belirlemesi hiç kolay olmadı. Siyasetin genel trendi parti genel başkanlarının Cumhurbaşkanı adayı olmasıdır. Atatürk’ten sonra İnönü ve Bayar bu yolu izlemişlerdi, ama onları geçmişte bıraksak bile, Özel ile Demirel de aynı yolu izledi. Ecevit izleyemedi, çünkü yüksek tahsil diploması yoktu, Cumhurbaşkanı adayı olamıyordu. Kılıçdaroğlu ise doğru yolu izlemeye cesaret edemedi. Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı adayının saptanmasına ilişkin tüm yetkiyi almıştı. Hatta Pandora’nın Kutusu’na benzeyen bir sandıkçıkla CHP il başkanlarına aday oylaması bile yaptırmıştı, ama adayını bir türlü açıklamıyordu. Acaba gönlündeki aday ile partinin isteği çelişiyor muydu?

 

Sonunda Genel Başkanlık rakibi Muharrem İnce’yi aday gösterdi. Kamuoyuna kameraların ve basının önünde açıklama yaparken, “Eski bir öğretmen, yeni bir politikacı Sayın Muharrem İnce, gel bakalım buraya” diye kürsüye davet ediyordu. Cumhurbaşkanlığına saygı özeniyle bağdaşmayan, küçümsercesine “Gel bakalım” sözü eleştirildi, ama İnce saygısını koruyarak tepki göstermedi, tıpkı Erdoğan’ın kendisine “Gariban” demesine tepki göstermemesi gibi. Hatta “Gariban” sıfatı hoşuna gitti, halkın gözünde puan kazanmak için bu tanıma sarıldı. Erdoğan’ın milletimiz “Tamam” derse gideriz sözü de FETÖ’cüler ve muhaliflerce kullanılan bir slogan oldu. Belki Sayın Erdoğan her iki kelimeyi kullandığı için pişman olmuştur…

 

CHP’nin adayının açıklanmasının ardından CHP, İP, SP ve DP tarafından oluşturulan, DP’nin İP listelerinden milletvekili genel seçimine katılacağı “Millet İttifakı” iki gün gecikmeyle kuruldu. Muhalefetin ittifakı kolay kurulmamıştı. Kılıçdaroğlu’nun demokrasi projesi diye seçim barajını sıfırlayacak 7 partili ittifak projesi vardı. Akşener, ise DP ve SP ile ittifakı arzuluyor, hele Kılıçdaroğlu’nun istediği gibi, HDP’nin yer alacağı bir ittifaka katılmayacağını açıklıyordu. Oysa, Kılıçdaroğlu ve ekibi, CHP ‘nin Atatürkçü tabanının tepkisini görmezden gelerek, HDP ile ittifak özlemi içindeydiler. CHP ve HDP seçim işbirliği projesi son iki yıldır gündemde tutulmuştu.

 

CHP, İP ve SP arasında gen uyuşmazlığına karşın oluşturulan Millet İttifakı’na DP de İP listelerinden seçime girmek üzere katıldı.  CHP çok istediği HDP’yi ortakları reddettiği için buraya sokamadı, ama şimdi HDP’yi destekleme çabaları ittifakı sarsmayacak mı?

 

Meclisteki üç parti grubunun dışında, 100 bin seçmenin imzasıyla aday olma yolunu seçen aday adayları ortaya çıkmıştı. 100 binlerin imzası toplanmasın diye imza süreci olabildiğince zorlaştırılmıştı, ama bilinçli Türk seçmeni seçim barikatlarını yıkıverdi. Meral Akşener, Temel Karamollaoğlu, Dr. Doğu Perinçek 100 bin imzayı aşarak aday oldular. Böylece seçime katılacağı açıklanan altı adayın üçü, seçmenin tercihi ile üçü de Meclis’teki parti gruplarınca belirlenmiş bulunuyor. Yalnız, HDP grubunun cezaevinde bulunan Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ı aday göstermeden önce Kandil’in onayını aldığı medyada açıklandı. Demirtaş’ın ağabeyinin Kandil’de terörist olduğu Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından çok önceleri açıklanmıştı. Böyle bir adaylık bazılarına göre demokratik hak, ama bize göre demokratik aymazlık.

 

Parti grupları tarafından belirlenen Cumhurbaşkanı adayları: Erdoğan, İnce, Demirtaş

 

Seçmen imzalarıyla belirlenen Cumhurbaşkanı adayları: Akşener, Karamollaoğlu, Perinçek

 

24 Haziran’da 600 milletvekili ve Cumhurbaşkanı seçeceğiz. Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kalabilir. Cumhurbaşkanı adayları ile partilerinin aynı oy oranını tutturmaları beklenmemeli. Başlayacak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, literatüre göre doğru deyimiyle Başkanlık Sistemi’nde önemli olan kişi elbette Cumhurbaşkanı. Cumhurbaşkanı Türkiye’ye karşı tehditleri göğüsleyecek stratejileri ve siyasetleri üretecek kişi. İç sorunlar ve ulusal sorunlar diz boyunu aşmışken, dış tehditler Türkiye’yi boğacak düzeye ulaşmışken, bir ileri bir geri adım atmadan, bir o yana bir bu yana yalpalamadan, kararlılıkla Türkiye’yi yönetecek kişinin seçilmesi çok önemli. Seçim propagandalarının başlangıç aşamasında görüldüğü gibi, kelime oyunlarına dayalı (tamam-devam, sıkıldık, çöplük-pislik gibi düzeyi düşük) atışmalarla değil, Türkiye’nin gelişmesine ve refahına yönelik projelerle birlikte, dış tehditlere karşı uygulanacak ulusal politikaların tartışılmasıyla sürdürülmesi yararlı olacaktır.

 

İktidar alelacele seçmenin ağzına bir parmak bal çalacak yasalar, muhalefet ise nereden kaynak bulacağı belli olmayan vaatler peşinde. Oysa, tartışılması gereken önemli konular var. Türkiye’yi dışlayan içine almak istemeyen Avrupa Birliği’ne karşı, Türkiye’yi hedef tahtasına koyan ABD ve Atlantik cephesi müttefiklerine karşı, güven vermeyen NATO ittifakına karşı partiler ve adaylar ne düşünüyorlar acaba? Türkiye’nin güvenliği açısından gerekli olduğu kadar, sıcak para ve rant ekonomisinden üretim ekonomisine geçilebilmesi, ulusal silah sanayiine, santrallere, fabrikalara yeni teknoloji transferleri yapılabilmesi, uluslararası ticaretin geliştirilebilmesi için de gerekli olan Avrasya ve Asya ilişkilerinin geliştirilip güçlendirilmesi gelecek açısından çok önemli. “Acaba siyasi partilerin ve Cumhurbaşkanı adaylarının bu konulardaki görüşleri nelerdir?” derseniz, bunlar şimdilik tartışılmıyor. Bu sorunlara el atmadan Türkiye’yi nasıl yöneteceksiniz? Seçime giderken seçmen her konuda aydınlatılmalıdır.

 

Seçim kedileri görevde mi acaba? Bir tarafta internet kedisi diğer tarafta trafo kedisi var, ama Türk seçmeni karartılmamış, gölge düşmemiş sandık sonucu bekliyor!

 

Seviyeli propagandalarla, demokratik ortamda şeffaf ve adil bir seçimin gerçekleşmesi kuşkusuz hepimizin ana dileği ve hakkımız. Her konuda aydınlatılması gereken Türk seçmeninin ulusal bilinci ve vatanseverliği, sandık başına giderken kendisine doğru yolu gösterecektir kuşkusuz.

 

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR, 14 Mayıs 2018

 

(1) Hatay Cumhuriyeti’nin ilk ve tek Cumhurbaşkanı olan Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasında görev yapan Tayfur Sökmen’in oğlu olan Türk siyasetçi.

 

(2) AKP Kurucusu Ertuğrul Yalçınbayar’ın açıklaması:

http://t24.com.tr/haber/1-mart-tezkeresinde-davutoglu-elime-sarilip-abi-ne-olur-iraka-girmeyelim-dedi,327569

 

YANLIŞLIKLAR TRAJEDİSİ

 

 

 

Dünyanın ünlü tiyatro yazarı William Shakespeare tarafından dört asrı aşkın bir süre önce yazılmış “Yanlışlıklar Komedyası (Komedisi)” bir oyun adı olmaktan çıkmış, bir deyim haline gelmiştir. Geçen hafta, iç ve dış gelişmelere bakarak bu adla bir yazı yazmayı tasarlamıştım. Ancak hafta sonu ortaya çıkan gelişmeler, olayları komedi diye nitelemeye olanak bırakmıyordu.  Çünkü komedi, “güldürü, yalan ve yapmacık söz ya da davranış” anlamı taşırken, olaylar acıya, trajediye dönüşüyordu. Trajedi, “facia ve ağlatı” anlamına geliyor. Yanlışlıklar Komedisi’ne benzetilerek, yapılan “Yanlışlıklar Trajedisi” deyimi de var. Gelişmelere belki “trajikomik yanlışlıklar” adı da verilebilir.

 

28 Şubat davasında verilen karar için yanlışlıklar komedisi ya da trajikomik yanlışlık denilebilir, ama Suriye’nin emperyalist Batı füzeleriyle vurulması trajedi değil de nedir? Hatta trajedi kelimesi hafif bile kalır.

 

28 Şubat Davası kararı açıklandı, ama davanın hukukiliği tartışmalı. Zamanında FETÖ’nün yargı ayağı ile açılan dava düşürülmesi gerekirken düşürülmedi. Nedeni de siyasi iktidarın davayı kullanma arzusu idi. Nitekim, mahkeme kararından önce ordumuzun eski saygın komutanlarının siyasi kararla suçlu oldukları ilân edilip, “müebbet” cezası verilmesi gerektiği defalarca söylendi. 28 Şubat dava süreci, dini siyasete alet eden kesimin dinin siyasete alet edilmesine karşı olan, lâik cumhuriyetin kurucusu, koruyucusu ve kollayıcısı Atatürk’ün askerlerine karşı kininin dinmediğini gösterdi.

 

Bu dava er geç butlanla sonuçlanacak. Beraat eden 68 sanık gibi, müebbet verilen 21 sanık da beraat edecek. Çünkü, ortada yapılan bir ihtilal yok ki! Yani fiilen gerçekleşmiş bir suç yok. Kaldı ki, rahmetli Süleyman Demirel’in bana röportajlarımda anlattığı gibi, 28 Şubat darbe değil, demokrasinin zafer günüdür. Zamanın Başbakanı Necmettin Erbakan, olaya darbe dememiş, askeri suçlamamıştı. Yine zamanın Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş röportajımızda, Erbakan’ın partisinin demokrasiyi koruma adına, Cumhuriyet yasalarına göre nasıl kapatıldığı anlatmıştı. Fiili bir darbenin olmadığı yerde, darbe suçlusu sanık olabilir mi, hukuk bunu kabul eder mi?

 

28 Şubat 1997 tarihinde Demirel Başkanlığındaki Milli Güvenlik Kurulu Erbakan Hükümeti’ne tavsiyelerde bulunmuş, darbe yapmamıştır

 

28 Şubat davasında hukukun gereğini Yüce Türk Adaleti elbette yapacaktır. Ancak, Türk Ordusu Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyinde ABD ve yandaşların desteklediği terörist piyonlarla savaşırken, eski komutanlarının haksız yere uğradıkları üzücü durum askerlerimizi rahatsız etmez mi? Türk Ordusu bütünüyle her zaman demokrasiden yana olmuştur. İstenmeyen askeri müdahalelerden sonra demokrasiye dönülmesi bunun kanıtıdır. Yine görülmüştür ki 15 Temmuz ABD destekli darbe girişimi, lâiklik ve cumhuriyet karşıtı dinci siyasetin mimarı yobaz FETÖ kesiminden gelmiştir. 15 Temmuz’un bastırılması, Atatürkçü askerlerin desteğiyle sağlanmıştır. Atatürk’ün askerleri olmasaydı başarıya ulaşırlar, memleket elden giderdi.

 

13 Nisan günü, bu tartışmalı ve trajikomik dava sonucu haberiyle kapanırken, akşam tüm İslâm âlemi Miraç kandilini kutluyordu. Saldırgan ABD, İngiltere ve Fransa’dan oluşan Haçlı triosu (üçlüsü) ise TS ile 04 sularında Suriye’yi füzelerle vuruyordu. Kimyasal silah (zehirli gaz) kullanmakla suçlanan Esad yönetimine karşılık verme gerekçesine dayanarak saldırıya geçmişlerdi.

 

Saldırgan emperyalistler triosu (sırasıyla ABD Başkanı Donald Trump, İngiltere Majestelerinin Başbakanı Theresa May, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron)

 

Önce Duma’da, Doğu Guta’da zehirli gaz kullanıldığı iddiası ortaya atılmış, ama kanıtlanamamıştı. Suriye askeri birlikleri o bölgeyi zaten teröristlerden temizlemişken, uç noktasında zehirli gaz atmasına gerek var mıydı? Rusya yapılan çevre kontrolünde toprakta zehire rastlanmadığını söylüyordu. Esad rejiminin elinde kimyasal silah bulunmadığı daha önce Batı tarafından ortaya konulmuşken, şimdi nereden çıkmıştı? İddianın aslının olup olmaması önemli değildi, geçmişte Saddam’ın olmayan kitle imha silahları bahanesiyle Irak’ı biçimleyen ABD, Esad’a ve Rusya’ya karşı harekete geçiyordu. ABD Başkanı Trump, “Rusya hazır ol, füzeler geliyor” diye Tweet atmıştı. Para piyasaları sarsılmış, Atlantik cephesi askeri hazırlığa girişmişti.

 

ABD’nin gemilerinden ve uçaklarından, İngiliz ve Fransız uçaklarından atılan 103 füzenin 71 tanesi Suriye’deki hava savunma sistemi tarafından imha edilmiş, geri kalan 32 tanesi, yani yüzde 31’i Suriye’nin askeri hedeflerini vurmuştu. Pentagon 105 hedefin vurulduğunu iddia ederek, savunma sistemine takılan füzelerinin olmadığını söylese de gerçeğin böyle olmadığı ortada. Hava savunma sistemi Suriye’ye ciddi bir kalkan olmuş, harekât 50 dakika sürmüştü. Suriye’nin eski füze savunma sistemini dahi aşamamışlardı. Vurulan Rus hedefi yoktu. Saldırı Suriye halkını Esad çevresinde kenetledi. ABD saldırısı fiyasko ile sonuçlanmıştır demek olanaklı. Rusya saldırıyı kınıyor, Devlet Başkanı Putin yaşanan gerilimin “Tüm uluslararası ilişkiler sistemi üzerinde yıkıcı etkiye sahip” olduğunu söylüyordu. Rusya, Suriye’ye yeni F-300 ve F-400 savunma sistemleri yollayacağını açıkladı.

 

Gaz iddiası kanıtlanmadan yapılan saldırı, haksız görünüyordu ve haksız olunca da cinayetten farksızdır. Çünkü saldırı sivil alana da uzanmış, ölen siviller olmuştu.  Küresel hegemonyanın amacı İsrail’i korumanın ötesinde Ortadoğu’da ciddi bir savaş çıkarmak mıydı? Pasifik’te Çin ile Arktik bölgede Rusya ile baş edemeyen ABD’nin böyle bir savaşı göze alması çok şaşırtıcı olur. Füze saldırısı ile stratejik sonuç alınması da olanaklı değil. Amaçları Suriye’yi Libya yapmaksa, piyonlarını öne sürmeleri yetmez, kendi askerleriyle savaşa girmeleri gerek.

 

Saldırılarının sonuçlarını seyrederek övünebilirler, ama Suriye halkına ve Esad rejimine pes ettiremediler, at gözlüğü takmıyorlarsa hezimete uğradıklarını görebilmeliler

 

İsrail’in hatırı için kandil gecesi Müslüman âleme atılan füzeler, elbette lanet bir haçlı saldırısıdır. “Katil Eset” takıntısında olanların bu saldırıya destek vermesi, alkışlaması, kendilerinin dini siyaset politikalarıyla, İslâm âlemindeki liderlik iddialarıyla ne kadar bağdaşır acaba? Müslüman kesimin içini yaktığı söylenen bu haçlı saldırısı bir trajedi ve üzücü olaydır. Bu olay karşısında Türkiye’nin resmi tutumu, Batı saldırısına destek çıkmak değil, olayda tarafsız kalmak olmalıydı…

 

Emperyalist füze saldırısı Suriye denklemindeki güç dengelerini etkilemiş, değişikliklere yol açmış bulunuyor. ABD’nin Suriye alanında etkinliğini artırması, PKK-PYD/YPG’nin güç kazanması demektir, Türkiye’nin aleyhine olur. Bundan sonraki görüşmelerde ABD’nin Münbiç’ten çekilmesi, ya da PYD/YPG’yi oradan uzaklaştırması hiç beklenmemeli. Kaldı ki ABD saldırı sonrası, hedeflerine ulaşıncaya kadar Suriye’den çekilmeyeceğini açıklamış bulunuyor.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yapılan operasyonu doğru bulduğunu söylemesi, Dışişleri Bakanlığı açıklamasında operasyonun yerinde bir tepki olarak değerlendirilmesi, Türkiye ile Rusya ve İran arasında Astana süreciyle başlayan Suriye işbirliğini zedeler niteliktedir. Nitekim, iktidara yakın çevrelerde de “bir adım sonrası düşünülmeden yapılmış açıklamalar” şeklinde yorumlanmıştır. İçinde bulunduğumuz koşulda Türkiye, Rusya ile ABD arasında tercih yapamaz. ABD müttefikliği çatırdarken, Rusya ile işbirliği gelişirken yapılan böyle bir tercih, Türkiye’yi açmaza, iktidarı da 2019 seçimlerini kaybedeceği yola sürükler. ABD saldırısının Ralph Peters’in lanetli Ortadoğu haritasını inşa etmekten başka neye yararı olabilir ki? Sakın, “insanlık adına gerekiyordu” demeyin, emperyalist Batı’nın ve saldırgan ABD, İngiltere, Fransa triosunun insanlıkla alâkasından söz edilebilir mi?

 

Afrin’den sonra yapılacak Tel Rıf’at operasyonu, Rusya ve İran onay vermediği için gerçekleşemedi. Şimdi Fırat’ın doğusu, Tel Abyad, Ayn el Arab (Kobani) müdahaleleri yapılabilecek mi, hatta Süleyman Şah’ın Türbesi eski yerine taşınabilecek mi? Konuşmadan, açıklama yapmadan önce danışılması ciddi bir devlet geleneğidir. Sadece kadrolu ve belli danışmanlara değil, daha geniş çevreye danışılıp fikir alınabilir. Bir de güzel atasözümüz var, “Söz gümüşse sükût altındır” diye. İçeride ve dışarıda Müslüman âleminde, Rusya ve İran ilişkisini stratejik saymayıp taktik ortak varsaysanız da onların yanında, tepki çekici konuşma ya da açıklama yerine susmak elbette daha yararlı olurdu.

 

 

William Shakespeare’in “olmak ya da olmamak” sözüne benzeterek diyoruz ki “işte bütün mesele dostunu-düşmanını bilmek ya da bilememek!”

 

Bu saldırı sonucu Türkiye’nin ekonomisi büyük zarar görecek, ama gelişmeler Türkiye’nin ulusal sınırlarını koruyabilmesi için bölgede izlediği denge politikalarının sona ermesine neden olmamalı. Türkiye yönetiminin 15 Temmuz sonrası Rusya’dan destek arayışına, o sıralarda Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olunmaktan bile söz etmesine karşın, sözde gaz kullanıldı suçlamasıyla Suriye’nin meşru lideri Beşşar Esad’a yapılacak saldırıda Eset takıntısıyla Batı’nın yanında yer alabileceği tahmin ediliyordu, ama emperyalistlerin takdir edilmesi beklenmiyordu. Ne denilebilir ki “Pes”. Dileriz, Rusya ile ilişkimiz bu nedenle soğumaz.

 

ABD, İngiltere, Fransa bu emperyalist haçlı saldırısıyla, kendi koydukları Birleşmiş Milletler kurallarını, savaş hukukuyla ilgili bütün uluslararası kuralları ihlâl etmişlerdir. Şimdi, “Bir daha saldırmayacağız” demeleri, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne Suriye’deki kimyasal saldırı iddialarının araştırılması çağrısını içeren yeni bir tasarıyı sunmuşlar olmaları ne için? Herhalde yaptıklarına “kılıf oluşturma çabası” içinde bulunuyorlar. Üstelik saldırıyla delil karartmadan sonra bunu yapıyorlar. Birleşmiş Milletler’in kimyasal silahlar konusunda çalışma yapan kurumu önceden akıllarına gelmedi mi? Üç ülkenin yeni girişimi, Suriye’ye yönelik diplomatik sürece geri dönülmesi isteklerinin göstergesi olarak değerlendiriliyor. Düne kadar olamadıkları siyasi masada vurarak yer almak istediler. Ancak onların olduğu masadan barış çıkmaz, Türkiye’ye hayır da gelmez…

 

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR, 16 Nisan 2018

FIRAT’IN DOĞUSU VE KUZEY IRAK

 

 

 

Afrin’e çekilen bayrak ABD’nin ve kara gücünün hezimetidir!

 

Zeytin Dalı Harekâtı’nın 58’inci günüyle çakışan “18 Mart Şehitler Günü” hedefe ulaşılıyor, sabah 08.30’da Afrin ilçe merkezinde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile denetimindeki Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) kontrolü sağlıyordu.

 

Afrin’de PKK-PYD/YPG’nin merkez binasının çatısındaki göndere şanlı bayrağımız şehitlerimizin anısı için çekilirken, bina balkonuna Türk Bayrağı ve Özgür Suriye Bayrağı yan yana asılıyordu. TSK ve ÖSO Afrin’i kontrol altına alırken, hezimete uğrayan PKK-PYD/YPG hainleri telsizlere yansıyan konuşmalarıyla “telef olmamak için” çareyi kaçmakta buluyorlardı.

 

 Afrin Zaferi, ABD’nin ve kara gücü PKK-PYD/YPG’nin hezimetinin ilanıdır.

 

Milli ve yerli silahlarla örnek bir askerî harekât gerçekleştirilmişti. ABD’nin aksine yakıp yıkmadan, insanca harekât nasıl yapılır dersi dünyaya verilmişti. Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünü gözeterek gerçekleştirdiği barış harekâtıyla, Afrin’de yaşayan Suriyelileri teröristlerin cenderesinden kurtarırken, göç etmek zorunda kalanların evlerine dönmesi için de yöreye barış getiriyor, huzura kavuşturuyordu.

 

Harekâtın önemli olan sonucu; ABD’nin “kara gücüm” dediği PKK-PYD/YPG’ye önce Fırat Kalkanı Harekâtıyla vurduğumuz darbeden daha büyük bir yenilgiyi, şimdi Zeytin Dalı Harekâtıyla yaşatmış olmamız. Tabii ABD de bu hezimetten payını almış olmanın kaygısını yaşıyor. Afrin zaferinin, 103 yıl önce Batılı emperyalistleri büyük bir yenilgiye uğrattığımız Çanakkale zaferinin yıldönümü olan 18 Mart’ta gerçekleşmiş olması çok anlamlı. Çünkü PKK-PYD/YPG’nin arkasında bugün yine Batılı emperyalistler var. Mehmetçik Türk’e özgü kahramanlığıyla Afrin’de destan yazarken, sivil halkı koruyarak dünyaya insanlık dersi de vermiş oldu, ama ne kadar anladılar acaba? Batılıların özellikle Anglosaksonların, kendilerini âri ırk sayan Cermenlerin, Frankların, Greklerin, Felemenklerin, Katalanların fıtratında insanlık yok ki…

 

Bir gece ansızın vurulacak yeni hedefler ve düşmanlarımız!

 

Şimdi Afrin ve yöresinde temizlik süre dursun, bundan böyle gündemi Fırat’ın doğusu oluşturacaktır. Hedefte Tel Rıf’at, Münbiç, Kobani (Ayn el-Arab), Tel Abyad ve Irak sınırına kadar tüm Fırat’ın doğusu var. Bu hedeflerden biri olan Münbiç’den PKK-PYD/YPG’nin çıkartılacağı sözünü veren ABD tarafı şimdi cayıp, Münbiç’i tahkim etmiş bulunuyor. Hedefimiz Irak sınırı ile de bitmiyor, Sincar ve Kandil ile İran sınırına kadar dayanıyor. ABD piyonlarına bundan sonraki darbe Kuzey Irak’ta vurulabilir. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bir gece ansızın Sincar’a girebiliriz” diyor. Fırat’ın Doğusu ya da Kuzey Irak önceliği askeri stratejiye bağlı, ama Suriye sınırı bir an önce güvenceye alınmalıdır.

 

Dün Kürt koridoru, ABD koridoru adıyla kantonlar oluşturulmaya çalışılan bu kuşakta sadece PKK-PYD/YPG’yi temizlemekle iş bitmiyor. Türkiye, Irak, Suriye için PKK-PYD/YPG ne kadar tehditse, İran’daki PJAK da bölge için öyle tehdit. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) yani Barzanistan da bir tehdit. Özerklik isteği tokatla yanıtlanan Barzani yönetimi, Afrin’in TSK ve ÖSO tarafından teröristlerden temizlenmesine üzülerek Süleymaniye kentinde üç günlük yas ilan etmiş bulunuyor. Barzani peşmergelerinin PJAK-PKK-PYD/YPG’den farkı yok ki, hepsi ayrılıkçı militan Kürt güçleri. Ayrılıkçı Kürt hareketi bölgesel tehdittir ve temizlenmesi gerekir. Böylece ABD’nin, stratejik ortağı semitist İsrail’in, kölesi Suudi Arabistan’ın, Avrupa’nın Neo-Emperyalist ülkelerinin Kürdistan hayalleri çökertilecektir.

 

Büyük İsrail hayaline uzanan yolda Kürdistan’ın kurulması hayali bir köşe taşı olup, bugünkü İsrail’in güvenliği için olduğu kadar, Ortadoğu’nun hidrokarbon (petrol + doğalgaz) boru hattı güzergâhları ve ticaret yollarının denetim altına alınması için de istenmektedir. İşte bu nedenle Afrin harekâtından farklı olarak Fırat’ın doğusunda ve Kuzey Irak’ta yapılacak operasyonlar, uluslararası hidrokarbon ticaret politikalarına, emperyalist petrol politikalarına, çokuluslu petrol şirketlerinin kovanına çomak sokmak olacaktır. Petrol çamuru kaygan olduğundan, emperyalistler petrolü insan kanından daha değerli gördüklerinden zorlukları olacak bu operasyonların değişik bir stratejiyle, daha da önemlisi mutlaka bölgesel işbirliğiyle gerçekleştirilmesi gerekir.

 

Coğrafyamız üzerinde ABD’nin gizli emelleri ve planları var!

 

Batı basınına sızan görüşmelere, protokollere bakılırsa, ABD’nin NATO’yu kullanmayı da öngören gizli planları Şam, Bağdat, Tahran ve Ankara ile ilgili yeni yıkım senaryoları içeriyor. Suriye’de savaşı kaybetmekte oluşlarını, Moskova ve Tahran’ın birlikte hareket edip  Şam ile dayanışmasına ve 15 Temmuz sonrası Ankara’yı yanlarına çekmiş olmasına bağlıyorlar. IKBY’nin bağımsızlığının Tahran, Ankara ve Bağdat’ın işbirliğiyle engellenmesi sonucu, Tahran’ın bölgede etkisini artırmış olmasından huzursuzluk duyuyorlar. İran-Suudi Arabistan çekişmesinde İran’ın sağladığı üstünlük bir başka rahatsızlıkları. Katar’a uygulanan Batı baskısının Katar’ı İran’a yaklaştırması ve Katar-Türkiye askeri işbirliği görmek istemedikleri olgular.

 

ABD, İran’ın bölgedeki nüfuzunu kırmanın peşinde ve Irak’tan çıkmış olmanın pişmanlığı içinde, şimdi oraya NATO’yu yerleştirmeye çalışıyor. NATO, Irak ordusunu güçlendirme ayağıyla Bağdat’ı ikna etmiş bulunuyor. NATO’nun isteğini fırsat gören Berlin, Irak ordusunu eğitme misyonunu üstleniverdi. Osmanlı döneminde Irak petrollerine ulaşmak için Berlin-Bağdat Demiryolu Hattı sömürü projesini geliştiren Almanya, şimdi Irak ordusunu eğitecek, askeri doktrinlerini hazırlayacak, pek tabii Irak ordusunu milli olmaktan iyice uzaklaştıracak. Dün peşmergeyi eğiten, PKK-PYD/YPG’ye beton tüneller kuleler inşa eden Almanya’nın Irak’ta yapacakları bölge için aslında tuzak oluşturacaktır. ABD’nin taşeron örgütü NATO’nun Irak’a yerleşmesi yeni sorunları beraberinde getirecektir.

 

ABD, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan ve Ürdün’ün katılımıyla Washington’da 11 Ocak’ta gerçekleştirilen gizli toplantının basına sızan protokolüne göre, “Suriye’yi Çökertme ve Paylaşma Planı” yapılmış bulunuyor. Türkiye ile PKK-PYD/YPG çatışması, İran-İsrail gerginliği ve ABD-İran restleşmesi, bölgedeki terör örgütlerinin kullanılması gibi konular değerlendirilerek hazırlanan plan ile NATO’nun Irak’a girmesi birbiriyle bütünleşik hamleler olarak değerlendirilmeli.

 

Plan ABD-İngiltere-Fransa emperyalist üçlüsünün Suriye’ye büyük bir saldırı yapmasını olası bir tehdit olarak ortaya koyuyor. Fransa’nın rüştünü ispat etme çabasındaki çocuk başkanı Macron, kimyasal silah bahanesine sığınarak ABD ile birlikte Şam’ı bombalama hevesinde olduklarını “kırmızı çizgimiz” diye açıklıyor. Kaddafi’ye uygulanan plan bazı rötuşlarla Esad’a uygulanmak isteniyor, ama Rusya’nın karşılık vermesinden korkuyorlar. Rusya da böyle bir hareketi cevapsız bırakmayacağını açıklamış bulunuyor. Ancak ABD, bölgede kalabilmek için kanlı senaryolar peşinde. Bu senaryoların bozulması için de bölge ülkeleri arasında işbirliği ve dayanışmaya gerek var.

 

Şahinleşen ABD’nin tehditleri ve oyunları artacak görünüyor!

 

Tüm bu plan hazırlıkları yapılırken, ABD cephesindeki şahinleşme daha bir anlam kazanıyor. ABD, 6’ncı filosunu Doğu Akdeniz’e yolladı. Basınımızda bu olay, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Ada’nın güneyinde ExxonMobil şirketinin hidrokarbon aramasıyla ilgili olduğu biçiminde yorumlandı, ama asıl neden Suriye’ye karşı tasarlanan planla bağlantılı. Yine de 6’ncı Filo Doğu Akdeniz’de Ege Adaları’nı ziyaret edip bayrak göstererek, Grekleri palikaryalık için cesaretlendiriyor. Ege’de ya da Doğu Akdeniz’de küçük de olsa bir çatışma yaratarak, Türkiye’nin dikkatini Fırat’ın Doğu’sundan ve Kuzey Irak’tan Batı’ya çekmeyi tasarlamış olabilir. Askeri gücü her iki tarafa da yetecek boyutta olan Türkiye’nin her zaman teyakkuzda olmasına gerek var.

 

ABD Başkanı Trump’ın beklenmedik şekilde, ExxonMobil’in eski başkan yardımcısı Tillerson’un Dışişleri Bakanlığı’ndan uzaklaştırıp yerine İran ve Türkiye düşmanı şahin Pompeo’yu getirmesi askeri planlarıyla bağlantılı. Tillerson’un yerine Pompeo atanınca, ABD Münbiç sözünden cayıyordu. ABD’nin dümeni artık şahin yeni muhafazakârların elinde olduğundan, Pentagon saldırganları fiili hazırlık içindedirler. ABD’nin stratejik can dostu İsrail, Hizbullah’ı tecrit edip destek ve kaynak akışını kesmek, Suriye ve İran’ı istikrarsızlaştırmak için ABD ordusunu kullanmanın peşinde, Pentagon da buna razı ve hazır. ABD’nin yeni muhafazakârları Washington’un dünya üzerindeki hegemonyasını korumanın ve gücünü göstermenin yanısıra, İsrail’in çıkarlarını korumanın peşindeler.

 

İşte böyle bir ortamda ABD’nin hedefinde İran ve Türkiye var. Artık ABD ve Türkiye restleşme aşamasındalar. Suriye’de kurulan 20 Amerikan askeri üssü, Türkiye ve İran’a karşı oluşturulmuş bulunuyor. Yine de ABD’nin Türkiye için havuç ve sopa politikasına dayalı alternatif planının olduğu söyleniyor. İran’a karşı yapılacak harekâtta Türkiye’yi yanına çekmek için tasarlanan böyle bir planı olabilir. Bu amaçla içerideki işbirlikçilerden yararlanmayı da tasarlayabilir. Nitekim içeride ortaya atılan bazı sözde öneriler, böyle bir tezgâhın delili sayılıyor.

 

ABD’nin tuzağına düşerek İran’a karşı yanında olmak, Türkiye için felaket olur, ülke parçalanır. Kaldı ki ABD’nin Ortadoğu’da inisiyatifi ele almasına yol açacak böyle bir gelişme, tüm Batı Asya’ya ve Ortadoğu’ya felaket getirir. İran ve Türkiye düşmanı Suudi Arabistan, İsrail ve hatta Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarından başka kazanan olmaz. ABD’ye karşı Türkiye ve İran güçlü ve beraber olmak zorundalar. ABD gitmeden ya da sürülmeden bulunduğumuz coğrafyaya huzur gelmez.

 

Batı Asya coğrafyasında gereken işbirliği ittifakı zorunlu kılıyor!

 

Türkiye, İran, Irak ve Suriye Ortadoğu’da da ayağı olan temelde Batı Asya ülkeleri. Önemli hidrokarbon rezervleri, hidrokarbon ticaret yolları, boru hatları ve güzergâhları bu coğrafyada.  Fırat ve Dicle vadileri ile Mezopotamya’dan beri gözde olan bereketli hilal toprakları bu coğrafyada. Denizlere açık olan bir coğrafya. Jeostratejik özelliği olan bir coğrafya. Coğrafyamıza göz koyanlar dün olduğu gibi bugün de varlar. Elbette dün olduğu gibi bugün de emellerine ulaşamayacaklardır.

 

Ancak, coğrafyamıza sınır güvenliği ve huzur getirmek, başta ABD ve taşeronları olmak üzere emperyalistleri, uşaklarını buradan uzaklaştırmak, yaklaşmalarına izin vermemek için bölgesel ittifak/pakt oluşturmak gerekiyor. Bu ittifakın gerekliliği bir süredir Türkiye’de ve İran’da düşünürler ve yazarlar tarafından zaten dile getiriliyor. İşte bu noktada, platformumuzda yer alan 13 Kasım 2017 tarihli “Batı Asya ve Avrasya İşbirliklerine Doğru” başlıklı duyurumuzda önerdiğimiz Batı Asya Birliği (BAB); Türkiye, İran, Irak, Suriye ve üye ya da gözlemci olarak Rusya’nın katılımıyla kurulmalıdır. Bu kuruluşun adı BAB yerine, elbette kurucuların belirleyeceği bir başka isim olabilir. Önemli olan isim değil, ama Batı Asya coğrafyasının kapsanmasıdır ki, ileri aşamada Azerbaycan ve diğer komşu bölge ülkeleri de katılabilir.

 

 

ABD’nin kirli ve kanlı pençesinin coğrafyamızdan sökülüp atılması ve bölge güvenliği için “BATI ASYA BİRLİĞİ” gibi emperyalizm karşıtı bir bölgesel ittifak/pakt gerekiyor.

 

Batı Asya coğrafyası için bölgesel ittifak/pakt konusu zaman yitirilmeksizin Astana sürecinin gündemine alınmalı, Erdoğan-Putin-Ruhani üçlüsünün İstanbul zirvesinde gerekli ön adım atılmalıdır. Türkiye’nin Fırat’ın doğusu ve Irak’ın kuzeyi için yapacağı operasyonlar açısından böyle bir ittifak uzlaşısı ya da uzlaşıya yönelik anlayış önemli olacak, harekâtları kolaylaştıracaktır. Bugün Irak’ın, Kuzey Irak’ta yapılacak operasyon için Türkiye ile birlikte askerî harekâta hazır olduğunu açıklaması, dün Irak’ın Barzani operasyonuna Türkiye ve İran’ın destek vermesi, Afrin harekâtına gösterilen anlayış, hatta Suriye yönetiminin örtülü desteği ittifakın kendiliğinden doğmakta olduğunu gösteriyor. Geriye oluşumun adlandırıp resmileştirilerek, dünya siyasetinde yerini almasını sağlamak kalıyor.

 

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR, 22 Mart 2018

 

ZEYTİN DALI HAREKÂTI BARIŞ OPERASYONUDUR

Mehmetçiğin Kılıcı Keskin Silahı Etkin Olsun

 

 

 

Barış İçin Savaş Yılı

 

Yılın ilk “Arayış ve Gündem” yazısını sitemiz için hazırlarken, önce “2018 Türkiye İçin Savaş Yılı” başlığını koyarak dış tehditler konusunu işlemeyi çok düşündüm, ama okurlarımı karamsarlığa sürüklememek için “2018 Yılı Başlarken Türkiye’nin Karşısındaki Dış Tehditler ve Açmazlar” başlıklı yazımı hazırladım. Siyasi coğrafyası hedef alınan Ortadoğu kapsamında, “Dünden bugüne Kuzey Irak ve Kuzey Suriye çatışmalara gebe coğrafyalar” diyordum. ABD’nin şimdi IŞİD (DAEŞ) yerine PKK-PYD/YPG (ABD’nin tanımıyla Suriye Demokratik GüçleriSDG”) piyonlarıyla hareket etmesine değinirken, Suriye’deki gerginliği artıran bu gelişmelerin Türkiye için ciddi tehdit olduğunu da vurgulamıştım (http://www.ultanirplatformu.com/08-01-2018-thdtlr-acmzlr.html). İşte şimdi Türkiye bu tehdide karşı savaş açmış bulunuyor. Haklı uyarılar dinlenilmediğinde barış için savaş şart olur.

 

Tetiğe Basmak Şart Olmuştu

 

Türkiye bekası için ya da bir başka deyişle geleceğini güvenceye almak için mutlaka yapması gereken ve beklenen Afrin harekâtını başlattığını, 20 Ocak 2018 saat 17.00’de dünyaya duyurdu. Harekât çoktandır bekleniyordu, geçen aylarda hazırlıklar hızlandırılmıştı. Son bir hafta içinde gerekli görülen diplomatik temaslar yapıldı. Nihayet daha fazla gecikilmeden tetiğe basıldı.

 

Suriye topraklarında daha önce verilen 72 şehidimizin anısına, 72 jet uçağımız belirlenen hedefleri bombalayarak harekâtı başlattılar. 18 saat sonra tanklarımız ve zırhlı birliklerimiz sınırı geçiyordu. Aslında çok daha önceden yapılması gereken ve uzun zamandır Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dile getirilen bu harekâtın geç kaldığı bile söylenebilir ve geç kalınmış olması, belki de kan bedelini artırmıştır. Ancak Rusya’nın ikna edilmesi ve diplomatik temaslar çok zaman aldı.

 

Harekât ABD’nin kara gücü olan PKK-PYD/YPG ve alan hakimiyeti kalmamış IŞİD piyonlarına karşı yapılmakla beraber, özünde karşımızdaki düşman perde arkasındaki ABD’dir. Piyonları için silah yığınağı yapmış, onları eğitmiş, askeri danışmanlar yollamış, kısacası sözde müttefiki görünen Türkiye’ye karşı mevziini oluşturmuştur. ABD tarafından 4900 TIR yükü silah ve askeri araç-gereçle beslemeye ek olarak, gecekondu havaalanlarından 2000 uçak seferi ile de silah desteği sağlanarak PKK uzantısı PYD/YPG palazlandırılmıştır. Şımaran teröristler ABD’nin verdiği araçlara kendi paçavralarının yanında ABD bayraklarını da takarak gövde gösterisi yapmış, sık sık Türkiye’ye taciz ateşi açar olmuşlardı.

 

ABD’nin Kuzey Ordusu Planı Harekâtı Meşru Hale Getirmiştir

 

Türkiye’ye gözdağı vermek isteyen ABD ise, “kara gücüm” diye övündüğü bu teröristlerle, Suriye ve Irak sınırına yerleştirilmek üzere 30 bin kişilik “Kuzey Ordusu” kuracağını, IŞİD Karşıtı Mücadele Koalisyonu adına bir hafta önce açıklayarak bardağı taşırıyordu. Koalisyonun böyle bir kararı bile yoktu. Türkiye, Rusya, İran ve Suriye rejimi başta olmak üzere sınır gücü oluşturulmasına tepkiler çığ gibi büyüyünce, ABD Dışişleri’nden “yanlış anlaşıldık, ordu kurmuyoruz” diye sözü çevirme geliyor, ama Türkiye başta olmak üzere kimseyi tatmin etmiyordu. Kaldı ki Pentagon teröristlere verilen askeri eğitimin sürdüğünü açıklıyordu. Bıçak kemiğe dayanmıştı!...

 

 

Meşru harekâtımız zafer taarruzumuz böyle başladı

 

Atlantik Cephesine Karşı Bölgesel Dayanışma

 

Afrin üzerinden ABD ile PKK-PYD/YPG ve IŞİD artıklarından oluşan düşmana karşı başlatılan Zeytin Dalı Harekâtı, zorunlu ve doğru bir harekât olup, Türkiye’nin bekası için olduğu kadar, Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlamak, ABD-İsrail ve diğer destekçilerinin emperyalizmin kazanında kaynatmaya çalıştıkları Ortadoğu’ya barış getirebilmek adına da gereklidir. Elbette barış önce Suriye’de yeşerecektir. Barışın simgesi olan zeytin dalı adı bu açıdan anlamlıdır ve çok yerinde seçilmiştir.

 

ABD ve stratejik ortağı İsrail, sahibinin sesi olan Suudi Arabistan ve Fransa ile Avrupa’nın diğer emperyalist ülkeleri ABD’den ve PKK-PYD/YPG’den yana tavır koyacaklardır. Avrupa’da Türkiye’nin böyle bir harekâtı yapma hakkı olduğunu söyleyen Almanya’yı ve meşru çıkarını tanıyan İngiltere’yi ayrı tutmak gerekiyor.

 

Burada önemli olan Rusya ve İran’ın, Irak’ın tutumudur ki, onların uyarı ve öneri niteliğindeki bazı diplomatik açıklamalarının yanısıra ılımlı tutumla destek verdikleri görülmektedir. Rusya ayrıca Moskova’nın Ankara ve Şam ile sürekli temas halinde olduğunu açıklayarak, iki ülke arasında gerekli iletişime aracılık ettiğini ortaya koymuştur. Ay sonunda Soçi’de toplanacak Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’nde Suriye Kürtlerini PYD temsil edemeyecektir.

 

Türkiye Yönetimiyle Suriye Rejimi Arasında Yakınlaşma

 

Bu arada Suriye yönetimiyle Rusya üzerinden sağlanan diyalogdan başka, Türkiye’nin Suriye Arap Devleti’ne yazılı olarak açıklama sunması ve üst düzeyde olmamakla birlikte, daha alt düzeyde birebir diyaloğun başlatılmış bulunması olumludur. Başbakan Yıldırım’ın “Suriye rejimini yok varsayamayız” diye Suriye’nin muhatap alındığını açıklaması sevindiricidir. Bu tutum, nihayet “Esed” takıntısının dışlanmakta olduğunu gösteriyor ki, yakın gelecekte Zeytin Dalı Zaferi ve Barışı Türkiye-Suriye diyaloğunu üst düzeye taşıyacaktır. Suriye devlet televizyonunda harekâtın Suriye’nin lehine olduğunun dillendirilmeye başlamış olması, Türkiye-Suriye dostluğunun gelecekte geçmişten çok daha güçlü olacağının işaretidir, iki devletin hayrına olması gereken de budur. Bugün Suriye yönetiminin yapması gereken ise, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sağlayabileceği bir destek varsa, o desteği vermesidir.

 

Fransa Tutumunun Bedelini Ödemeli

 

İlk günden itibaren ABD’nin konuyu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne götürüp götürmeyeceği tartışılırken, PYD’nin savunucusu Fransa’nın, Konseyin daha önce gündemi kararlaştırılmış 22 Ocak tarihli Suriye toplantısına, son gelişmelerin gündeme eklenmesi istemiyle Afrin operasyonunu Konseye taşımış olması, Suriye üzerindeki emperyalist emellerinin göstergesidir. Öte yandan anlaşılan ABD, Kudüs diplomasi bozgunundan sonra Güvenlik Konseyi’ne gitme cesaretini kaybetmiş bulunuyor.

 

Şimdi Fransa’nın, emperyalizmi çocuk oyunu sanan Macron’un da boyunun ölçüsünü alması gerekiyor. Türkiye uluslararası hukuk çerçevesinde, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51’inci maddesi uyarınca meşru müdafaa hakkını kullanıyor. Fransa’nın istemi aleyhte karar çıkarmaya yetmezdi ve yetmedi. Ancak, geçen ay Erdoğan’ın Macron’u ziyaret etmesi, Fransa’dan Boeing Airbus alması, füze anlaşması imzalaması Türkiye’nin bir dış politika hatası olarak görülmeli. Şimdi bu anlaşmalar fesih edilerek hata düzeltilmeli.

 

ABD’ye Karşı Yapılan Harekât

 

Bu harekât, Türkiye’nin güvenlik sorununu pazarlık konusu yapmayacağını, boş vaatlere kanmayacağını dosta düşmana göstermiştir. Artık yapılacak olan harekâtın başarıyla sürdürülerek sonuçlandırılmasıdır. Ayrıntıları resmi olarak açıklanmayan dört safhada gerçekleştirileceği belirtilen bu harekât, belirlenen hedeflere ulaşıncaya dek sürecektir. ABD’nin istediği gibi sınırlanmayacağını, süresinin kısıtlanmayacağını bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklamıştır. Sınırın Suriye tarafında 30 kilometre genişliğinde bir güvenlik şeridi oluşturulacaktır. Bu güvenlik şeridinde, Suriye barışı sağlanıncaya dek Türkiye kalıcı olmak zorundadır.

 

Aslında bu harekât, karşısında ABD’nin olduğu ciddi bir savaştır. Şu anda ABD sahnede, ama perde arkasındaki suflör gibidir. Çelişkili açılamalarla dünya kamuoyunun zihnini karıştırmaya, propaganda savaşıyla yetinmeye çalışmaktadır. Sahneye fiilen çıkıp çıkmayacağı bilinmemektedir. Ancak, lojistik destek için görünmesi koşulunda bile fiili hedef alınacağı uyarısı yapılmıştır. Harekâtın süresi ABD’nin perde arkasındaki oyunlarının ne kadar süreceğine de bağlı.

 

ABD Türkiye’nin Maskeli Müttefiki

 

ABD, Türkiye’nin maskeli müttefiki olduğunu bugün değil, ilk olarak çeyrek asır önce 1992’de Ege’deki NATO tatbikatında Saratoga uçak gemisinden ateşlediği füzeyle Muavenet zırhlısını vurarak göstermişti. O gün Kuzey Irak’ta Federe Kürt Devleti tohumunu atmak için çabalıyor, Türkiye’ye “karşıma çıkma” mesajı veriyordu. ABD’nin sahte müttefiklik maskesi taşıdığı açığa çıkıyordu. Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK operasyonlarına karşı gözdağı olarak, 2002’de ABD silahlı kuvvetleri “Milenyum Düellosu” adıyla Türkiye’yi işgal tatbikatı yaptılar. Yetmedi, 2003 yılında Kuzey Irak’ın Türkmen kenti Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirme küstahlığını yaptı. Olmadı, geri adım attıramadı, Türkiye’yi pasifize ederek kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için rüşvet verir gibi Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığını vermeye kalktı, istediğini yine elde edemedi, Türkiye’yi dizginleyemiyordu…

 

ABD Suriye’de IŞİD oyunuyla rejimi yıkma ve Özgür Kürdistan-Büyük İsrail lehine sınırları değiştirme projesine giriştiğinde, 2015 yılına kadar Türkiye yönetimi yanında idi. Türkiye yöneticileri ABD’nin gizli amacını algılayıp yanlış politikadan çark edince, ABD 2016’da 15 Temmuz FETÖ darbesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetimini, AKP hükümetini devirip, Türkiye’yi iç savaşa sürükleyerek NATO’ya işgal ettirmek istedi, ama Türk halkının, Mustafa Kemal’in askerlerinin karşı koymasıyla beceremedi.

 

15 Temmuz’dan bir ay sonra, darbeyle zayıflattıklarını sandıkları Türk Ordusu, yaklaşık beş ay süren Fırat Kalkanı Harekâtı ile ABD’nin Kuzey Suriye’de oluşturmak istediği Kürt koridoruna ilk kamayı sokuverdi!... Fırat Kalkanı Menbiç’i de kapsayacaktı, ancak konjonktür elvermediğinden, Menbiç’in PYD/YPG’den temizleneceği, teröristlerin çekileceği vaatleriyle geri bırakıldı. Şimdi Afrin’den sonra sırada orası var.

 

15 Temmuz Şerrinin Hayrı

 

Vurgulamak gerekir ki başaramadıkları 15 Temmuz şer darbe girişimi, Türkiye’nin hayrına olacak biçimde Avrasya’ya, Batı Asya’ya yönelme sürecini başlatıyor, Rusya ve İran ile dostluğun müttefiklik boyutunda gelişmesine yol açıyordu. Geçen yıl Türkiye ve İran işbirliği sayesinde Irak merkezi hükümetine sağlanan destek sonucu, ABD’nin Kuzey Irak’taki kuklası sözde Kürdistan çekirdeği ya da Barzanistan Irak tarafından atılan ağır bir tokatla yere seriliyordu.

 

Akdeniz’e Çıkış Planı Yıkılıyor

 

ABD, Kürt koridorunu oluşturmaktan vazgeçmiyordu. PKK-PYD/YPG teröristlerini modern silahlarla donatmasının nedeni buydu. Koridorun başlangıç yeri Barzanistan’ın Erbil’i dağılmış durumda iken, şimdi Afrin’de ayağı kırılıyor. Oysa buradan Akdeniz’e çıkılması planlanmıştı, bu çıkış için Suriye rejiminin elindeki Lazkiye ya da Hatay ilimiz coğrafi engel olduklarından tehdit altında görünüyorlardı.

 

Denize açılan bir Kürt koridorunun, Kürdistan’ın inşası için deniz yoluyla temin edilebilecek askeri malzeme, donanım ve ekipmanların nicelik ve niteliğini kestirmek dahi olanaksızdır. Büyük bir tehlike oluşur. Hele hele deniz ayağı, limanı olacak bir Kürdistan’ın Akdeniz’de kazanacağı yetki alanı bir yana, İsrail ve Kıbrıs Rum Yönetimi ile yapacağı işbirliği, Doğu Akdeniz’in felaketi olur. Bu nedenlerle Kürdistan projesinin, yaşayabilecek bir Kürt devleti inşası hayalinin gömülmesi gereken yer Afrin’dir, gömme işini Türk Silahlı Kuvvetleri yapmaktadır.

 

Dün “Afrin bizim operasyon alanımız değil” diyen ABD, harekâtın ikinci gününde Türkiye’ye itidal tavsiye ederek, harekâtın kapsam ve süresinin sınırlı olmasını istiyordu. ABD’li yetkililerin açıklamalarında PYD/YPG’nin Türkiye karşısındaki taraf olarak dillendirilmesi, PYD/YPG ile Türkiye’yi adeta denk sayma haddini bilmezliği, küstahlıklarının cabası. Operasyon alanları olmasa da o bölgede silahlandırdığı ve eğittiği piyonları var. Türk savaş uçakları PYD’lilerin kaynağı bölgeyi, ABD’nin yeraltındaki silah deposunu bombalayınca telaşa kapıldılar. Çünkü ABD’nin gizli oyunları ve planları tersyüz ediliyor. Onun için piyonları ile savaşsak da karşımızdaki asıl düşman maskeli müttefikimiz ABD’dir.

 

 

Maskeli müttefik ABD’nin kara gücü piyonlarına karşı harekât başarıyla sürüyor

 

ABD’nin Askeri Olanaklarına Vurulması Gereken Darbe

 

ABD elbette ki yenilgiyi kabullenip Suriye’den çekilmeyecektir. Nitekim, “Irak’taki hatayı yapmayacağız, Suriye’den çekilmeyeceğiz” açıklamasını yapmış bulunuyorlar. Böyle olunca, ABD’nin askerî harekât olanaklarına darbe vurmak için başta İncirlik olmak üzere Diyarbakır ve Malatya üsleri zaman yitirilmeksizin ABD silahlı kuvvetlerine kapatılmalıdır. Zeytin Dalı Harekâtı’nı başlatan savaş uçaklarımız Diyarbakır üssünden kalkarken, diğer savaş uçaklarımız da İncirlik üssünde bekliyorlardı. Artık o üsler bize lâzım, Türkiye’yi tehdit edecek güçler oralardan çıkarılmalı. Kaldı ki, The New York Times’da 19 Ocak günü yayınlanan “Suriye Artık Trump’ın Savaşı” başlıklı yazıda “Türkiye ile ABD çatışabilir” görüşüne yer verilmişti. Su uyur düşman uyumaz…

 

Suriye, Atlantik cephesi ile Avrasya cephesinin karşı karşıya geldiği yerdir. Ancak, her iki cephenin lideri konumunda görünen ABD ile Rusya bugüne kadar birbirlerinin ayağına basmamak için azami dikkat gösterdiler. Rusya, ABD’yi Irak’ta yalnız bırakmıştı. Ancak, ABD Rusya’yı Suriye’de yalnız bırakmıyor. Türkiye’nin ABD piyonlarını etkisiz hale getirmesi, Afrin’den sonra Tel Rıfat, ardından Menbiç ve Fırat’ın doğusuna yönelecek olmasının bu oyunu nasıl etkileyeceği merak konusu.

 

Menbiç, Ayın El-Arab (Kobani), Tel Abyad ABD’nin askeri yığınak yaptığı yerler. ABD’nin buralardaki harekâta karşı nasıl davranacağı tam kestirilememekle birlikte, iki NATO müttefikinin Suriye’de karşı karşıya gelme olasılığı var. Ancak böyle bir risk var diye, Türkiye hedeflerinden vazgeçmeyecektir. Yalnız bu risk NATO’yu telaşlandırmış ve diplomatik yönden hareketlendirmiş görünüyor. NATO Türkiye’nin haklılığını kabul etmekle birlikte, endişeleri olduğunu belirtiyor!

 

Son Söz

 

Bilinmesi gereken şu ki; Türkiye sınırları üzerinde oyun oynatmaz, egemenliğini ABD’nin inisiyatifine terk etmez, edemez. Kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’in önderliğinde nasıl Amerikan mandası reddedildiyse, bugün de Amerika’nın bekamıza ilişkin planları reddedilecek, gerekirse kanla toprağa gömülecektir. ABD ile aramızdaki fay çatlağı her gün biraz daha büyümektedir. Afrin harekâtının peşi sıra atılacak adımlar Türkiye’nin geleceğini olduğu kadar, Ortadoğu’nun geleceğini, Atlantik cephesi ve Avrasya cephesinin bilek güreşi sonucunun ne olacağını da gösterecektir.

 

ABD’nin karşısına dikilen Türkiye, bölgenin en belirleyici aktörü durumuna gelmiştir. Türkiye bu gücünü, Avrasya bağlantılarıyla, bölgesel ittifaklar ve işbirlikleriyle pekiştirmelidir. ABD diplomatları, askeri temsilcileri Ankara’ya kadar gelerek Türkiye’yi caydırma politikası uyguluyorlar, ama Türkiye’nin kararlılığını görerek hak ettikleri yanıtı alıyorlar. Türk halkı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti savaşa kalkıştı mı zafere ulaşmadan durmaz. Tarih bunun örnekleri ile dolu. Tarihi Kızılderili-kovboy çatışmalarından öte geçemeyen cahil Amerikalıların bilmedikleri bu.

 

Bugün için ABD’nin piyonlarıyla savaşan, yarınlarda ABD ile karşı karşıya gelme riski karşısında olan Türkiye’nin gücü, ulusal birliğimize bağlıdır. Bu nedenle iktidarı ve muhalefetiyle, sivil toplum kuruluşlarıyla, Türk ve Kürt kökenli vatandaşlarıyla bir ve bütün olarak Mehmetçiğimizin arkasında dik durmak zorundayız. Bu birliktelik için her kesimden olumlu destekler zaten açıklanmış bulunuyor.

 

Bu konuda siyasi partilerimize büyük görev düşmektedir.  HDP hariç diğer parti liderleri desteklerini açıklamışlardır. HDP, ne yazık ki TBMM çatışı altında yer alan, yasalara göre kurulmuş bir parti olmakla birlikte, etnik siyaseti nedeniyle kuruluşuna izin veren yasaları çiğnemiş ve Türkiye Cumhuriyeti partisi olamamıştır. Yöneticilerinin önemli bölümü cezaevlerinde bulunan PKK’nın sözcüsü durumundaki bu siyasi partinin kapatılması zamanı çoktan gelmiş bulunuyor. HDP’ye koşut davranışlarla siyaset yapan birkaç başka parti milletvekili de çıkabilir, çatlak seslere karşı yasalarımızın öngördüğü müeyyideler uygulanmalıdır.

 

Dileğimiz, Mehmetçiğimizin kılıcının keskin silahının etkin olmasıdır. İlk dört gün böyle olacağını göstermiştir. Birlikteliğimizle oluşan ulusal demir yumruğumuzun vurup da yıkamayacağı hiçbir engel, ezemeyeceği hiçbir düşman yoktur. ABD bunu böyle bilmeli. Kalleş ABD sahte müttefik maskesiyle artık Türkiye’yi oyalayamayacak, Türkiye’ye karşı oyun çeviremeyecektir.

 

Mehmetçiğimizin zafer taarruzu, kesin sonuca ulaşılıncaya dek, son terörist etkisiz hale getirilinceye dek sürecek, atalarımızın deyimiyle gazası mübarek olacaktır.

 

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR, 23 Ocak 2018

Not : 2018 Yılından önce kaleme alınmış ve yayınlanmış "Duyurular" yazılarımıza menüde yer alan "Arşiv" sekmesinden ulaşabilirsiniz.

Kategoriler

DUYURULAR