31 Mart Yerel Seçimleri halkın tepkisinin kazandığı seçim oldu ve 2002 yılından beri seçimleri birincilikle bitiren AK Parti ikinci sıraya itildi, ana muhalefet partisi CHP yıllar sonra birinci sıraya yükseldi. Gerçi AK Parti güçlü dönemini geride bırakmış, Genel Seçimleri ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Cumhur İttifakı uzlaşmasıyla MHP’nin payandalığında kazanabilir duruma gelmişti. Ekonomik sorunlar halkı bezdirmiş, AK Parti’ye tepki oluşmaya başlamıştı, ama Türk halkı ülkemiz üzerinde oynanan oyunların bilinciyle, Türkiye’yi emperyalist ABD, NATO, AB oyunlarından korumak, Büyük İsrail’e evrilecek ve Türkiye’den toprak talep edecek Kürdistan planlarını bozmak, bölücü Kürtlere fırsat vermemek için tüm ekonomik sıkıntıları omuzlayarak AK Parti’yi yine de desteklemişti. Yerel seçimi fırsat görüp iktidara uyarı darbesini vurdu.
22’nci yılındaki AK Parti iktidarı başarı ve başarısızlıkların, basiret ve basiretsizliğin peş peşe sıralandığı bir süreçle iktidarını sürdürdü. Karşısında ise iktidara rakip ve iktidarı alabilecek güçte bir ana muhalefet partisi hiç olmadı ve olamadı. AK Parti’nin lideri olarak Erdoğan, muhalefetin eksikliğinden pek çok kez yakındı. Baykal’ın 2010 yılında bir komplo sonucu Genel Başkanlığı bırakarak ayrılmasıyla başlayan Kılıçdaroğlu dönemi, CHP’nin temel ilkelerinden ve Atatürkçü çizgisinden kopuk “Yeni” (YCHP) dönemini başlatıyordu. 2023 Genel Seçimleri ve Cumhurbaşkanlığı seçimi yenilgisiyle Kılıçdaroğlu’nun dönemi son bularak Özel dönemi başladı, ama YCHP çizgisi izlenmeye devam olunuyor. Kılıçdaroğlu, “Bölücü Kürt Oyları” peşinde HDP ile işbirliği içindeydi, Özel de aynı amaçla HDP’nin yerini alan DEM Parti ile işbirliği içinde.
1972’de İnönü’yü eleyerek CHP Genel Başkanı olan Ecevit, 1973 seçimlerinde büyük başarı kazanmıştı. Seçim öncesi dağa taşa “Umudumuz Ecevit” yazılmıştı, Türk Halkı sevgiyle Ecevit’in CHP’sine sarılmıştı. Yıllarca Ecevit’in yakınında oldum ve halkın partiye ve lidere gösterdiği sevgiyi ondan tanıdım. Cumhurbaşkanlığı sonrasında Demirel’in yakınında olarak, kendisiyle onca sohbet ve siyasi röportaj yaptım. Demirel halkın sevgisini, yol boyu ağaçlara tüneyen insanlar ve insan seli ile açıklardı. AK parti döneminde Demirel’e “Şimdi o insanlar nerede?” diye sormuştum, “AK Parti’de” diye yanıtlamıştı. YCHP için bugün örneklediğim şekilde parti sevgisi yok, lider sevgisi de yok. Kaldı ki ilkelerinden ve Atatürk çizgisinden saptığından, tabanında eleştirilen bir CHP var. Bugün CHP’ye verilen oylar iktidara tepkiyle kerhen verilen oylardır.
Altı Ok ilkelerinden ve kurucusu Atatürk’ün çizgisinden sapmış YCHP yere sağlam basamıyor, DEM Parti yetkilisi “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini bizim oylarımızla kazandınız” diyor. Ankara ve diğer yerlerde de üstü örtülü DEM Parti oyları var. Kendi tabanına, halkın sevgisine dayanarak seçim kazanmadığı için de ayakları üzerinde dik duramıyor. Ayakları üzerinde dik durabilen bir gerçek CHP olsa, genel seçimlerden ve Cumhurbaşkanlığı seçiminden on ay sonra böyle bir yenilgiyle karşılaşan iktidara, “Erken seçim” talebiyle uyarı yapardı. YCHP Genel Başkanı Özel, yetersizliğin farkında olarak, “Bizim erken seçim talebimiz yok” diyor. Erken seçim Türkiye’nin gündeminde olmayacak, ama yerel seçim sonuçları dinamik süreçte Türkiye’nin siyasi yaşamında yeni yolların açılmasına, yeni oluşumlara neden olacaktır.
Halkın iktidara tepkisi kuruluş ilkelerinden sapmış olan CHP’ye seçim kazandırdı. Bugün Özel’in CHP’si bölücü Kürt oyları sevdasıyla PKK ile görüş birliği içinde olan DEM Parti ile mutlu bir ilişki yaşıyor. Seçime hazırlanırken, 19 Şubat 2024 günü CHP ve DEM Parti yetkilileri bir araya gelip anlaşma sağlamışlardı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel ve DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları Oruç anlaştıklarını açıklarken, mutluluk gülücükleri saçıyorlardı. Tülay Hanım, Özgür Beyin adını söylerken, “CHP’nin Eş Başkanı diyesim geldi” sözüyle CHP’yi kendilerine benzeterek ne kadar içlendiklerini ifade ediyordu.
31 Mart seçimiyle AK Parti güç kaybetmenin ötesinde otorite darbesi de yedi. Ayrıca, ekonomik bunalıma siyasi bunalım eklendi. Güneydoğu ve Doğu’da özerkliği konu edebilecek belediyelere bölücü Kürt başkanlarının seçilmesi, yeni gerginliklerin ve sorunların habercisidir. ABD ve İsrail ikilisi bu ortamı kendi çıkarları doğrultusunda kaşıyarak kullanacaklardır. ABD ayrıca Batı destekli tarikatçılık ve cemaatçilik kışkırtmalarıyla, FETÖ ayağını da kumpaslarında kullanacaktır. İktidarın, ABD’ye uyguladığı açık kapı politikası, Türkiye’nin aleyhine ABD’nin işini kolaylaştıracaktır. Seçim sonuçlarından ABD, İsrail, Avrupa’daki Türkiye karşıtı ülkeler memnunlar. Seçmen haklı olarak iktidara bir uyarı darbesiyle vurdu, ama aynı zamanda Türkiye için sorunlar yumağı olan Pandora’nın kutusunu da ne yazık ki açmış bulunuyor.
AK Parti sanki genel seçim ve Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi, yerel seçime büyük bir ağırlıkla yüklendi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 41 günde 44 il ve ilçede miting yaptı. Tüm bakanları sahada etkinliklere katıldı, İstanbul’da 17 bakan propaganda yaptı. AK Parti var gücüyle seçimlere asıldı, ama halk kararını vermişti, AK Parti’ye “Yeter artık” diyecekti. Seçimden bir hafta önce yapılan “Yeniden Büyük İstanbul Mitingi”, AK Parti’nin karşılaşacağı yenilginin habercisiydi. Erdoğan kürsüden “Şu anda karşımda 650 bin kişi var. Biz bu meydanda bir buçuk milyona alıştık. Bugün ise 650 bin kişi. Ama durmuyoruz” diyordu. Yenilginin geleceği görünür olmuştu. Halk yanlış gidişatın durmasını istiyordu. Yanlış gidişatı, hatalı politikaları CHP’nin düzeltemeyeceğini de biliyordu. İktidarın bu uyarıyla yanlışlardan arınarak kendini toparlamasını istiyordu.
AK Parti’yi yenilgiye sürükleyen nedenler bir makaleye değil, bir cilt kitaba sığacak hacimde denilebilir. Seçim yenilgisinin nedenleri, şimdi AK Parti’nin araştırma konusu. İlk tespitlerinin “kibir” diye açıklanması hayret verici. Kibir yani kendini beğenme, başkalarından üstün görme, büyüklenme hastalığı AK Parti’de ne kadar var, kendileri bilir, ama yenilginin nedenini kibirden ötede ekonomik açmazlarda aramaları gerekir. Ekonomi, yap-boz tahtası ya da deneme laboratuvarı değildir. Dün “Ben ekonomistim faiz kötüdür” diyen, gerçekte paranın maliyeti olan faizi olması gerekenin çok altında tutan Erdoğan’ın, şimdi Dünya Bankası ve IMF görüşlerine koşut olarak faizin olması gerekenin çok üstüne çıkmasına izin vermesi, makro ekonomiyi düzelteceğim sanısıyla, mikro ekonominin darmadağın edilerek halkın ezilmesi üzerinde durulmalı.
Seçim öncesi değer yitiren lirayı yükseltmek amacıyla Merkez Bankası’nın politika faizini yüzde 50’ye çıkarması, sandığa giderken piyasayı kör etti. ABD güdümündeki Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) direktiflerine uyma zorunluluğu olan, ABD Federal Rezerv Sistem ile ilişkili Merkez Bankası, ne hikmetse Dünya Bankası ve IMF önerilerine benzer faiz kararları alıyor. Merkez Bankası’na Türkiye’de yetişen maliyeci başkanlar atama geleneği vardı, ama o dönem gerilerde kaldı, şimdi ABD tahsilli endüstri mühendisleri dönemi başladı. Türk vatandaşlığının yanında ABD ikinci vatandaşlığı olduğu da açıklanan, bürokrasiye uymayan davranışı nedeniyle istifa eden dünkü Başkan Erkan gibi, bugünkü Başkan Karahan’da endüstri mühendisi ve bankacılık ile finans sistemi eğitimini ABD’de almış, o çevrelerin istediği bir kişi.
Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası Erdoğan, ABD’ye açık kapı ekonomi politikası uyguluyor, ABD’den yatırım çekmeye çalışıyor, ama bunda beklenen düzeyde başarı sağlanamıyor. İsveç’in NATO’ya katılımına evet denilmesinin nedeni sadece F-16’ları alabilmek değildi, ABD’den sermaye gelişine yeşil ışık da yakılmıştı. Açık kapı politikası ABD’den başka, İngiltere’ye ve AB’ye de uygulanmakta. Bilindiği gibi Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Türk vatandaşlığının yanı sıra İngiliz vatandaşlığına da sahip, Londra finans çevrelerinde tanınan bir kişi. Faizi kullanarak sonuç almayı bekleyen bu açık kapı politikası, halkın alım gücünü iyice zayıflatıyor. Bu politika sıkıntılara karşın Atlantik’ten ve Batı’dan sermaye getirmeye yetmiyor, çünkü ABD’nin ve AB’nin Kıbrıs ve Suriye ile Irak’ın kuzeyine ilişkin Türkiye’nin çıkarlarına karşıt siyasi talepleri var.
Türkiye, Doğu Akdeniz’den ve Kıbrıs’ta iki devletli çözüm isteminden vazgeçebilir mi? Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyinde ikinci İsrail’in temeli olacak Kürdistan devletine izin verebilir mi? Sözde müttefik, gerçekte NATO örtülü düşman ABD, güneyimizde Kürdistan devleti kurma planından, bu amaçla PKK ve PYD terör örgütlerini desteklemekten vazgeçmiyor. ABD, Saddam’ı yıkarak Irak’ı parçalama harekâtına girişmezden ve Türkiye’de AK Parti iktidarından önce, Kuzey Irak’ta Kürt oluşumunun ortaya çıkmaması için Ecevit Hükümeti döneminde geliştirilen stratejiyi bir röportajımda TBMM 21. Dönem başkanvekillerinden Sökmenoğlu anlatmıştı. Daha sonra iktidara gelen AK Parti tutarlı bir strateji izleyebilseydi, belki de Irak’ın kuzeyinde Kürdistan Bölgesel Yönetimi engellenebilir, Kandil’e kadar uzanıp PKK’nın kökü kazınabilirdi.
ABD Türkiye’ye “Rusya, Çin ve İran ile ilişkilerini kes” diyor, AB ise “Doğu Akdeniz’i bize bırak” demekte. Açık kapı politikası, bu isteklerin yarın daha güçlü söylenmesine ve dayatmalara dönüşmesine yol açacak tehlikeli bir süreçtir. Türkiye gereksinim duyduğu sermayeyi kendi öz kaynaklarını harekete geçirerek, yerli ve millî olarak bulmak zorundadır. Bunun yöntemi de yatırım ve üretimi engelleyen aşırı faiz politikasından geçmemektedir. Avrupa’da gelir dağılımı eşitsizliğinin en kötü olduğu ülke durumuna sürüklenmiş Türkiye’de girişimci ve yatırımcı kesim hareket edemezken, Atatürk’ün gösterdiği karma ekonomik sistemde önemli yeri olan kamu girişimciliği AK Parti döneminde örselenmiş, devletin fabrikaları satılmış, devlet pek çok ekonomik alandan çekilmiş bulunuyor. Türkiye’nin yeniden toparlanması gerekiyor.
Yanlış ekonomi politikasını getirdiği hayat pahalılığı ve halkın alım gücünün giderek zayıflamasıyla oluşan darboğaz, AK Parti iktidarına karşı seçmenin öncelikle değerlendirdiği sorun oldu. Sıkıntıyı en ağır biçimde emekliler yaşıyordu, ama “2024 Emekliler Yılı olacak” olacak diye aldatmacalarla avutulmaya çalışılıyordu. Bugün iktidarın tüm uyarılara karşı duymazdan gelerek oluşturduğu ciddi bir emekli sorunu var. Oysa, emekli ve çalışan maaşları arasında yıllarca süren bir denge söz konusuydu. Geçen yıl çalışanlara seyyanen zam yapılırken emeklilere yapılmaması, bu dengeyi yerle bir etti. İktidar bütçe açığını emeklilere yüklemişti. Geçen yıl bir kereye mahsus verdiği ödeme ve bayram ikramiyeleri, emekli ile çalışan arasındaki seyyanen maaş farkını karşılamaktan çok uzaktı ve kaldı ki bu ödemeler adeta sadaka niteliğindeydi.
2024 yılı ilk yarısında en düşük emekli maaşı 10 bin TL, ama açlık sınırı 16 bin TL’yi aşmış bulunuyor. Yoksulluk sınırı 53 bin TL’ye dayandı. Üst düzeydeki memur emeklisi ile aynı düzeydeki çalışan arasındaki maaş farkı 30 bin TL düzeylerinde. Emekli maaşlarının gayrisafi yurt içi hasılaya (GSYİH) oranında Türkiye, 36 Avrupa ülkesi arasında sondan ikinci sırada. 31 Mart seçimlerinde kayıtlı seçmen sayısı 61,4 milyon iken, emekli sayısı 16 milyonla seçmenlerin yüzde 26’sını oluşturuyordu. Her dört seçmenden biri küstürülmüş emekliydi, iktidara yerel seçimde tepkiyle ders vermesi zaten bekleniyordu. Bu açmazı gören iktidarın payandası Bahçeli, geçen yıl emekliye de çalışanlarla eşit seyyanen maaş zammı yapılmasını Erdoğan’dan ısrarla istemişti, ama açık kapı ekonomi politikasının yöneticisi Mehmet Şimşek engeli aşılamamıştı.
31 Mart yerel seçimlerine katılımın yüzde 78,11’de kalması, seçmenin bir kısmının sandığa gitmeyerek gizli tepkisini göstermesiydi. Seçmen CHP’nin yerinde YCHP’nin olduğuna aldırış etmeksizin, Türkiye genelinde CHP’ye yüzde 37,74 ve AK Parti’ye yüzde 35,49 oy vererek tepkisini açıkça ortaya koydu. YCHP Genel Başkanı Özel, “Türkiye İttifakının oyunu aldıklarını” söylüyor, ama Kılıçdaroğlu’nun dağılan altılı masası gibi bir ittifak yok ki. Özel’in tek ittifak ortağı var, o da PKK’dan talimat alan “Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi”-DEM. Kuruluş ilkeleri ve temel değerleriyle Atatürk çizgisinde bir CHP var olsaydı, seçim Türkiye’nin kazandığı bir zafer olacaktı, ama şimdi öyle mi? Tam tersi bölücü terör örgütü PKK’yı ve Suriye uzantısı PYD’yi destekleyen, Türkiye’de kaos çıkarmak isteyen ABD ve İsrail’i tatmin edici bir sonuç var. Seçimi Türkiye karşıtı Atlantik cephesi kazanmış gibi.
Seçimin getirdiği bir sonuç da iktidara ders vermenin yanında, halkın umut bulabileceği parti arayışı içinde olduğu gerçeğidir. Seçime 34 parti katıldı, ama çoğu amblemleriyle pusulalara gömülü kaldılar. Geçen dönem siyaseti karıştıran altılı masanın partileri, bir belediye kazanan İyi Parti dahil varlık gösteremediler. Bölücü Kürt oylara dayanan DEM Parti ve HÜDA PAR dışında, Yeniden Refah Partisi AK Parti’ye küsenlerden toplayabildiği oylarla sınırlı varlık gösterebildi. Van’da seçilme yeterliliği hukuken tartışmalı DEM Parti adayının Belediye Başkanlığı’nı kazanması ve ardından yaşanan mazbata sorununu, terör yanlıları hemen kaos ortamı olarak değerlendirdiler. PKK yönetimi Van’ı Kürdistan’daki savaş merkezlerinden biri olarak tanımladı. Bitlis ve Şırnak da bölücülerce kaos ortamına dönüştürülmek istendi. Bölücü Kürt partilerin kapatılamaması Türkiye’nin ciddi sorunu.
Türk halkı iktidar partisi dışında umut bulabileceği bir parti arayışında iken, AK Parti’nin ikinciliğe düşmesi, DEM Parti ile ilişkiyi sakıncalı görmeyen YCHP’nin birinci sıraya yükselmesi, ne yazık ki ülke barışı için yarınların sorununu oluşturuyor. YCHP’nin toparlanması gerekiyor, ama Kılıçdaroğlu yönetiminin devamı olan Özel başkanlığında, “Altı Ok İlkeleri” doğrultusunda, Atatürk milliyetçiliği çizgisinde bir toparlanma olanaklı değil. Partinin “Diriliş Kurultayı” ile kuruluş ayarlarına dönmesi, Atatürkçülüğü tartışmasız liyakatli kadrolarla toparlanması olanaklıdır. Artık, dünkü sağ-sol ayrımlar kalmadı. Avrupa’da görüldüğü gibi milliyetçilik, ağır basan siyasi akım. CHP de milliyetçiliğe ve Türk halkının değerlerine sarılarak, yeniden dirilişi gerçekleştirebilmeli ki halkın aradığı bir parti olabilsin. CHP, ana muhalefet partisi kisvesini çıkartarak, iktidara güçlü bir şekilde adım atabilmeli.
Siyaset arenası sadece muhalefet partilerinin eylem alanı değil, 22 yıldır Türkiye’yi yöneten, yorulmuş ve yanlış politikalarla yıpranmış olsa de iktidar partisi de var. İktidar partisinin kendini toparlaması elbette büyük önem taşıyor. Buna Erdoğan başkanlığında AK Parti yönetimi karar verecek. Parti kadrolarında değişiklik de gerekecek, ama en önemlisi Cumhurbaşkanlığı kabinesinde değişim olup olmayacağı? Neoliberal politikalarda ısrar etme yanılgısı ve ABD başta olmak üzere Batı’ya açık kapı politikası sürdürülecek mi? Türkiye’nin çıkarı için gereken Rusya ve Çin ile yakınlaşma yerine, ABD istiyor diye uzaklaşma yolu mu izlenecek? Dış politikada yalpalama, ABD’ye, NATO’ya, AB’ye ödün politikası terk edilebilecek mi? Yunanistan’ın Lozan’a aykırı Adaları silahlandırmasına, Adalar (Ege) Denizi’ndeki antlaşmalara aykırı işgalci tutumuna dur denilmeyecek mi?
31 Mart seçiminin sonuçları akşam belli olunca, gece Ankara’da AK Parti Genel Merkezi balkonundan partililere seslenen AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Umduğumuz neticeyi alamadık. 31 Mart bitiş değil, dönüm noktasıdır. Yanlışlarımızı düzelteceğiz” diyordu. Ekonomiden dış politikaya dek uzanan yanlışları, aynı kadroların düzeltmesi mi beklenecek, parti yönetiminden öte kabinede değişiklik de yapılacak mı?
ABD Dışişleri Bakanı Blinken tarafından ABD Kongre’sine gönderilen yazıya ekli haritada, Lozan ve Paris Antlaşmalarına göre Adalar Denizi’ndeki 29 Ada, Adacık ve Kayalıklarda Yunanistan’ın egemenlik hakkının bulunmadığı tescil edilmiş olmasına karşın, AK Parti iktidarı bu gerçeği 22 yıldır göremedi, Çiller’in Kardak Kayalıkları, Ecevit’in Plati Kayalığı için yaptığı karşı çıkışı yapamadı. Yunanistan Kardak Kayalıkları’nı henüz işgal edemedi, ama ne yazık ki Plati Kayalığı’nı göz yumulduğu için işgal etti. Yunanistan’ın işgal ettiği tek bir kayalık da değil, 22 yılda 20 Türk Adası ve 2 Türk Kayalığı’nı işgal etmiş bulunuyor. Blinken’ın Kongreye sunduğu yazının haberi Yunan basınında yayınlanınca hayal kırıklığı oluşturmuşsa da Yunan durmuyor. Şimdi de işgal ettiği adaları ilhak ederek topraklarına katıyor. İşgal ettiği Muğla Keçi Adası mart ayında yapılan törenlerle Yunanistan’a katıldı.
İsveç’in NATO üyeliğinin onayı ve F-16 dayatması sırasında, Yunanistan’ın hamisi ABD’nin yönlendirmesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir günlük Atina ziyareti, Adalar sorununun dile getirilmediği bir ödün takdim ziyareti olmuştu. Çok değil dokuz-on ay önce ABD’ye ve Batı’ya “Ey Amerika, Ey Avrupa…” diye başlayarak çıkışan Erdoğan’ın uyarılarının yerini, 14/28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Temmuz 2023 NATO-Vilnius Başkanlar Zirvesi sonrası açık kapı ve ödün politikaları aldı. 31 Mart yerel seçimlerinde Erdoğan’ın liderliğinde AK Parti’nin aldığı yenilgide, dış politikadaki bu sapmaya karşı bilinçli tepkinin payı olduğu da bilinmeli. ABD’ye yaklaşmak Türkiye’ye kazandırmıyor, ama Cumhurbaşkanı Erdoğan resmi davetli olarak Biden ile görüşmek için ABD’ye gidecek. Kasım 2020’de ABD Başkanı seçilen ve Ocak 2021’de göreve başlayan Biden Erdoğan’ı bir türlü kabul etmemişti.
Planlandığına göre, bu yıl 5 Kasım’da ABD Başkanlık Seçimi yapılacak ve Biden’ın yeniden aday olacağı kesinleşen Trump karşısında seçimi kazanamayacağı olasılığı yüksekken, giderayak yapılan davet Türkiye’ye ne kazandıracak acaba? Her şey F-16 uçaklarını alabilmek için denilemez, peki niçin? Platformumuzun 18 Mart 2024 tarihli son Arayış ve Gündem makalesinde F-16 kozuyla ABD’nin zaten kazandığını, Türkiye’ye Kağan’ı engellemek için F-35 havucu uzattığını açıklamıştım. Yazılarımı değerlendiren değerli akademisyen dostum, TV ekranlarının siyaset ve dış politika yorumcusu Prof. Dr. Hasan Köni hocamız, yazıma ilişkin tek kelimelik bir yorum yazdı, “Çekindi” diye… Türk halkı çekinmeyen lider ister. ABD’ye yaklaşırken Rusya’dan uzaklaşıldığı hiç unutulmamalı, Aylardır beklenen Putin gelmedi, doğalgaz merkezi ve diğer projeler beklemede…
İstikrar yani kararlılık, politikada denge gibidir. Nasıl ki fizikte kararlı ve kararsız dengeden söz edilirse, politikada da kararlı ve kararsız istikrar vardır. Kararsız istikrarın bir etkiyle yıkılması, istikrarsızlığa yol açar. Türkiye’de makro ve mikro ekonomi bazlarında yaşanan sıkıntılar, ekonomik istikrarsızlığın getirdiği olumsuz sonuçlardır. 31 Mart yerel seçimleri ise Türkiye’deki kararsız siyasi istikrarı bozarak, siyasi istikrarsızlık süreci getirmiş bulunuyor. Birbirini pekiştirecek ekonomik ve siyasi istikrarsızlık, ülke için darboğaz olduğundan, iktidarın önünde aşabilmesi için gereken, rasyonel kararlar gerektirecek bir süreç var. Bu nedenle yönetimin hatalı politikaları görebilmesi ve terk etmesi, yeni politikalara yönelmesi gerekiyor. Yapılıp yapılmayacağını önümüzdeki süreç gösterecek. Şimdi 31 Mart’taki haklı tepkinin bedeli olarak, ekonomik ve siyasi istikrarsızlıkla geçecek bir süreç yaşayacağız.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan resmi ziyaretinin gündeme getirdiği tek sonuç var, o da “Yunanistan’a ödüne devam mı?” sorusu. Bu soru peşi sıra, “Kimin isteğiyle ve ne için?” diye sorduruyor!... Dün unutuldu mu ya da unutulabilir mi?... Avrupa odaklı çok dilli haber kanalı Euronews, ziyareti duyururken geçmişe atıf yaparak, “Artık benim için Miçotakis diye birisi yok” ara başlığı altında, “Cumhurbaşkanı Erdoğan Mayıs 2022’de Kiriakos Miçotakis’in son ABD ziyaretinde Türkiye’ye yönelik eleştirilerinin ardından kendisi ile bir daha görüşme niyetinde olmadığını söylemişti” açıklamasına yer veriyordu. Açıklamada, Erdoğan’ın “Stratejik Konsey Toplantısı yapacaktık, böyle bir görüşmeyi yapmayı asla kabul etmiyorum” sözleri de yer alıyordu. Yoksa bu ziyaret ABD’nin isteğiyle, oyun sopası F-16/Eurofighter havucu nedeniyle mi yapılmıştı?...
Cumhurbaşkanı Erdoğan yedi yıl sonra işbirliğini geliştirme adına, “Karşılıklı iyi niyet temelinde diyalog yoluyla çözemeyeceğimiz hiçbir sorun yoktur” diyerek yola çıkıyordu. Erdoğan, ziyaret öncesi Yunanistan’ın Kathimerini gazetesine verdiği röportajda, birbiriyle bağlantılı pek çok ikili sorun olması nedeniyle, sorunların paket halinde bir bütün olarak ele alınması gerektiğini ifade etmişti. Erdoğan bu önerisini Miçotakis’e de iletti, ama Yunanistan Başbakanı, “Gerekli koşullar oluştuğunda kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge konularının gündeme gelebileceğini” söyleyerek reddediyor, diplomatik ifadesiyle adaların mülkiyetini tartışmayacaklarını açıklamış oluyordu. Görüşme sonrası basın toplantısında ise Miçotakis alay edercesine, nimetmiş gibi, “Türk vatandaşlarına adalar için yedi günlük turist vizesi sağlanacağını” söylüyordu.
Miçotakis’in adalar için Türk turistlere yedi günlük turist vizesi kararını, Türk basınında jest olarak görenler oldu, ama gerçek öyle değildi. Yunanistan’ın amacı, turizm geliri kazanmaktı, artı Kıbrıs’a seyahat edecek Türkleri kendi adalarına çekerek KKTC’nin gelir kaybına uğramasına da neden olmaktı. Bu kararın Türk basınına yansıma biçimi ise üzücüydü, çünkü “Yunan adalarına 7 günlük kapıda vize” başlıkları kullanılmıştı. O adaların mülkiyeti değil, kullanım hakkı Yunanistan’ın olduğu için “Yunan adaları” demek doğru değildi ve onlar Türk adalarıydı. İnönü iktidarının yanlış dış politikasıyla, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yunanistan’a bırakılmış Türk adaları, hiçbir zaman uluslararası hukuk açısından Yunan adaları olmadı. “Yunan adalarına seyahat etmek” sözü, Türkiye’de bilinçsiz bir kitle tarafından ne yazık ki övünç bile oluyor.
T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın belirlediği ve internet sitesine “Başlıca Adalar (Ege) Denizi Sorunları” başlığı altında koyduğu sorunların hiçbirine bu ziyarette çözüm getirilmemiştir. Türkiye üç yıldır Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon aramalarını Antalya körfezine çekilerek durdurmuş bulunuyordu. Oysa, bizim Platformumuzda “Soros Sınırı” adını verdiğimiz 28 derece Doğu boylamının batısına, 26 derece doğu boylamıyla Girit karasularının yakınına dek uzatılması gerekirken, TPAO’ya verilmiş ruhsatlara karşın bu yapılmamıştı. Yeni Kızılelma’mız Mavi Vatanımız’dan adeta Yunanistan’ın Sevilla Haritası’na uygun taviz verilmişti. 18 ay önce “Bir gece ansızın gelebiliriz” diyen Erdoğan’ın Atina ziyareti, imzalanan pazarlık gücü izlerinden yoksun “Dostane İlişkiler ve İyi Komşuluk” bildirgesiyle aslında ödün belgesine dönüşmüştür.
Miçotakis’in davetiyle gerçekleşen Erdoğan’ın 7 Aralık 2023 tarihli bir günlük Atina ziyareti, Miçotakis’in oyunuyla Yunanistan açısından adaların turizmini pazarlama kazanımına dönüşmüşken, sorunların paket içinde ele alınmasını ve dolayısıyla adaların mülkiyetinin tartışılmasını reddettiğinden, Türkiye açısından kazanımı olmayan tavize dönüşmüştür.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan ziyareti içte ve Batıda parlatılarak duyuruldu. Yunan medyası Erdoğan’ın dostluk mesajlarını aktarıyor, ABD Dışişleri Bakanlığı görüşmeyi memnuniyetle karşıladığını açıklıyordu. NATO, AB ve Avrupa’da başı çeken devletlerin yaklaşımı, ABD görüşüne koşuttu. Türkiye’ye karşı hasmane ve düşmanca tavırları sergileyen Yunanistan’ın samimi dostluk mesajları yoktu. Yunanistan 1830 yılında kuruluşundan sonra Batı’nın koruyucu kanatları altında Osmanlı’dan toprak ve adalar kazanmış, Osmanlı’nın çöküşüyle “Büyük Ülkü” (Megali İdea) hayaline kapılarak İzmir’i, Bursa’yı, Bandırma ve Mudanya’yı işgal etmiş, Kurtuluş Savaşı’nda Kütahya ve Eskişehir’i aşıp Ankara kapılarına dek dayanmıştı. Büyük Taarruz sonucu 30 Ağustos 1922’de aldığı yenilgi ve uğradığı bozgunla denize dökülerek kaçmıştı.
Yunanlılar, “Küçük Asya Felâketi” (Mikrasiatiki Katastrofi) dedikleri 1922 hezimetini hiçbir zaman unutmadılar. Büyük Ülkü’yü bugün Lozan ve Paris antlaşmalarına aykırı silahlandırdıkları adalarla, 1996 Kardak hezimetinden ders almayarak işgal ettikleri 20 ada ve 2 kayalıktaki askeri ve sivil etkinlikleriyle, karasularını genişletme ve haksız hava sahası iddiasıyla, Taşoz çevresinde Türkiye’nin offshore petrol yatağına el koymakla, Türkiye’nin deniz yetki alanında hidrokarbon aramalarına karşı çıkmakla, Türkiye’nin 1974’de barışa kavuşturduğu ve 1983’de iki devletle çözümle sonlandırılan Kıbrıs sorununun bittiğini kabul etmemekle sürdürüyorlar. Erdoğan’ın Atina’ya gitmesi yerine, dostluk yanlısı iseler, Yunanistan Cumhurbaşkanı Sakelaropulu ve Başbakanı Miçotakis’in gerçeği kabul ederek özür için Türkiye’ye gelmeleri gerekirdi.
Atatürk, kimsenin ayağına gitmedi, İngiltere Kralı dahil yabancı devlet adamları hep onun ayağına geldiler. Bunlardan biri de Yunanistan Başbakanı Eleftherios Venizelos idi. Venizelos, “Yunanistan’ın Türk topraklarında gözü olmasının ülkeye hiçbir menfaat getirmeyeceğini” görüp defaatle söylemiş, Büyük Ülkü’den uzaklaşarak eleştirmiş, 1930 Ankara Antlaşması’na uzanan dostluk yolunu açmıştı. Bugün Yunan Yönetimi’ne esin kaynağı olabilmeli. Venizelos seçim kazandıktan 11 gün sonra, 30 Ağustos 1928’de Başbakan İnönü’ye kendi el yazısıyla bir mektup yollayarak, iki ülke arasındaki anlaşmazlığın dostluk anlaşmasıyla sonlandırılması arzusunu dile getirmişti. İnönü’nün davetiyle 26-31 Ekim 1930’da Türkiye’yi ziyaret etmiş, 26 Ekim’de Atatürk tarafından kabul edilmişti. 1931 yılında Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermişti.
Yunanistan’ın Türk topraklarında gözü olmasının bir şey kazandırmadığını kabul eden Yunan Başbakanı Eleftherios Venizelos, İnönü’ye yazdığı mektupla dostluk talebini sunmuş, 26 Ekim 1930 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk tarafından kabul edilerek iki saat görüşmüştü. 29 Ekim 1930 Cumhuriyet Bayramı törenlerine de katılan Venizelos, Türk-Yunan Paktı’nın imzalanmış olması nedeniyle Atatürk’ü 1931 Nobel Barış Ödülüne aday göstermiş, “Mustafa Kemal Paşa’yı bu kıymetli ödüle layık göstermekten şeref duyduğunu” belirtmişti.
Dostluk antlaşması imzalamak için Ankara’ya gelen Venizelos ile Birinci Dünya Savaşı öncesinden başlayarak Büyük Ülkü’nün gerçekleşmesi için uğraş veren Venizelos arasındaki çelişki, özünde ders çıkarma öyküsüdür. 1821 Mora İsyanı ile temelleri atılan Yunanistan 1830’daki kuruluşunun ardından, 1881’de zengin Teselya bölgesini almış, Balkan Savaşları sayesinde Ata kentimiz Selanik, Dedeağaç ve Makedonya, Adalar Denizi’ndeki Sakız, Midilli, Sisam adaları sınırlarına katılmıştı. 1897 Girit ayaklanması sonrası Osmanlı karşısında yenilmiş, ama Batı’nın koruyuculuğuyla 1913’de Girit Adası’na el atarak iyice büyüme sonucu Anadolu’ya göz dikmişti. Büyük Ülkü Anadolu’da Küçük Asya Felaketine dönüşünce, Kral Konstantinos’un “Küçük Saygın Yunanistan” düşüncesi ağır basıyor, Venizelos da ders çıkararak değişiyordu.
Venizelos’un 30 Ekim 1930’da imzaladığı Ankara (Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakemlik) Antlaşması’nın yanı sıra, “Deniz Kuvvetlerinin Sınırlandırılmasına İlişkin Protokol”, “İkamet Ticaret ve Seyrisefain (Dolaşım) Antlaşması” imzalanmıştı. İki ülke tarafsız hareket etmeyi, kendilerine saldıracak başka bir ülkeyle herhangi bir anlaşma yapmamayı yükümlenmişti. İki ülke aralarındaki görüş ayrılıklarını müzakere yoluyla çözmeye çalışacak, sonuç alınamazsa uluslararası mahkemelere başvurulacaktı. Ülkelerden biri üçüncü bir ülkenin saldırısına uğrarsa, diğer ülke tarafsız kalacaktı. Donanma harcamalarının her iki ülke için de en aza indirilmesi kabul edilmişti. 1923 Mübadele Antlaşması’nın ardından azınlıkların yerleşimiyle ilgili sorunların çözümü, iki ülke arasındaki ticaretin geliştirilmesini hedefleyen düzenleme de yapılmıştı.
İki ülke Balkanlar’da ve Akdeniz’de anlaşmaya ve birlikte çalışmaya mecbur olduklarını kabul etmişlerdi. Ankara Palasta düzenlenen Cumhuriyet Balosu’na Venizelos eşiyle birlikte katılmış, gecede konuşan İnönü, “Ziyaretin bir rastlantı sonucu değil, karşılıklı çabanın ürünü olduğunu” söylemişti. Venizelos 1931 yılında Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday gösteren mektubunun son bölümünde şu satırlara yer vermişti: “Küçük Asya Felâketi ertesinde saygın bir ulus olarak yeniden doğan ve anlaşabileceğimize kani olduğumuz Türkiye, uzattığımız dostluk elini büyük bir samimiyetle sıkarak kabul etmiştir”. Evet, Venizelos’un samimiyetle uzattığı dostluk eli sıkılmış ve Türkiye-Yunanistan dostluk süreci başlatılmıştı. Ancak, sonrasında ve bugün Miçotakis ve Sakelaropulu dahil art niyetli Yunan politikacıları samimi dostluktan uzak kaldılar.
1930 Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılan Venizelos, Ankara Palas’ta düzenlenen Cumhuriyet Balosu’na da eşiyle birlikte katılmıştır. Resimde Venizelos’un kolunda Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan, Atatürk’ün kolunda ise Venizelos’un eşi Helena Schilizzi yer almakta. Baloda Atatürk’ün Venizelos ve eşiyle Rumca konuşarak neşeli sohbet ettiği görülmüştür.
6 Şubat 2023 tarihli Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından Yunanistan’ın arama, kurtarma ve insani yardımlar konusunda hızlı adım atan ülkeler arasında yer almış olduğu savıyla, iki ülke ilişkilerinin yumuşadığı öyküsü sürüp gidiyor. 5 Mayıs 2023 tarihli Arayış ve Gündem yazımızda vurguladığımız gibi, Yunanistan Türkiye’de bayrak göstermek isteyen ülkeler arasında yer almak için geldi, aynı amaçlı Kıbrıs Rum Yönetimi reddedildi. Yunanistan NATO müttefiki diye kabul edilmişti. Türkiye’nin 1999 yılında Yunanistan’a yaptığı deprem yardımının karşılığı olarak da görülmüştü. O günkü Yunan Dışişleri Bakanı Dendias, “Türkiye ve Yunanistan ilişkilerini yumuşatmak için bir deprem daha beklememeli” derken, Genelkurmay Başkanları Apostolakis “Kara sularını 12 deniz miline çıkarma hamlesinin tam zamanı” olduğunu savunuyordu.
Depremde göstermelik davranan Yunanistan’ın tutumunda özde bir değişiklik yoktu. O günkü Milli Savunma Bakanımız Akar, uluslararası antlaşmalara aykırı askeri yığınak yapıp silahlandırdığı adalar nedeniyle Yunanistan’ı sürekli uyarıyordu. Seçimden sonrası haziran ayında yeni kabinede Milli Savunma Bakanı olan Güler, deprem sonrası Yunanistan’ın tutumunda yumuşama olduğunu söylüyor, acaba hangi adalardan askeri yığınağını çekti ve hangi adaları silahsızlandırdı? Yanıtını biz verelim; hiçbirini yapmadı. Yunanistan ne zaman yumuşama görünümü vererek Türkiye’ye yaklaşıyorsa, eski emekli generallerimizin de söylediği gibi, altında mutlaka bir Rum oyunu yatmaktadır. Kandırmacayla yeni bir taviz koparma peşindedir. Kaldı ki Adalar Denizi’nde aramaların ve askeri tatbikatlarının durdurulmuş olması tavizi sürüyor…
Erdoğan’ı Atina ziyaretine F-16/Eurofighter oyunuyla Biden Yönetimi yönlendirmiş olabilir, ama bu ziyaret Türkiye’nin Batı’ya açık kapı politikasının bir uzantısıdır. AB ile ilişkileri düzeltmek, NATO’ya şirin görünmek amaçlarına hizmet etmiştir. Yunanistan ile uzlaşmanın yetersiz içeriğiyle, sorunların çözülmemiş olmasıyla göstermelik kalan sözde uzlaşma ise, zaten ödün demektir. Batı’nın ziyareti olumlu bulması tavizin kanıtıdır. Yunanistan’ın mevcut uluslararası anlaşmalara ve hukuka aykırı, ulusal çıkarlarımıza ve egemenlik haklarımıza karşıt, prestijimizle çelişen davranışlarının Yunan Yönetimlerince oluşturulduğu görmezden gelinerek gerçekleştirilen bu ziyaret, yapıcı ve kalıcı sonuç getirmediği gibi, göstermelik “İyi Komşuluk Bildirgesi” de sanki suya yazılmışçasına kaybolup gidecek diplomatik metin görünümündedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atina daveti için yedi yıl aradan sonra beşincisi yapılan 5. Türk-Yunan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi toplantısı bahane edilmişti. Toplantının sonunda Erdoğan ve Miçotakis’in imzaladığı “İyi Komşuluk Bildirgesi” iki ülke arasındaki ilişkilerin bundan sonra nasıl ilerleyeceğini gösteren bir belge olarak tanıtıldı. Gelecekte büyük olasılıkla suya yazılmış belge olarak anımsanacak bildirgeyle her iki taraf da iyimserdi.
Yunanistan Kardak Hezimeti Sonrasında Türk Adalarını İşgal Etmeyi Sürdürdü!...
Türkiye-Yunanistan arasında Devlet Başkanı düzeyinde ziyaret, 65 yıl sonra 2017’de Erdoğan tarafından yapılmış, ama 6 yıllık arada Yunanistan’dan Türkiye’ye Devlet Başkanı düzeyinden resmi ziyaret olmamıştı. Başbakan Miçotakis’in davetine icabet ederek Erdoğan ikinci ziyaretini yaptı, Atina’da ilk olarak Yunan Cumhurbaşkanı Katerine Sakelaropulu ile görüştü. Aslında Bayan Katerine seçildikten sonra Türkiye’ye skandal bir ziyaret gerçekleştirmiş, Yunanistan tarafından işgal edilen Aydın ili Eşek Adası’na 29 Haziran 2020’de gelmiş, Aydın kıyılarını seyretmiş, işgalci askerlerini denetlemiş, Agathonisi adını verdikleri adanın kumaşa dokunmuş haritasını Rum yerel yönetici kendisine hediye etmişti. 20 Temmuz 2020 tarihli Duyuru yazımızda, “Türk Donanması’ndan bir askerimiz Dikenler Tacı Çiçek buketiyle karşılasaydı” demiştik.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Atina’da ilk olarak mevkidaşı Yunanistan Cumhurbaşkanı Katerina Sakelaropulu’yu makamında ziyaret ederek görüştü. Bayan Katerina, Türkiye’ye resmi değil, kaçak ziyaretleriyle ünlenmiş bir politikacı. 2004 sonrası Yunanistan’ın işgal ettiği, egemenliği antlaşmalarla devredilmemiş adalar ve adacıklardaki Yunan askeri karakollarını denetlemek, Türk kıyılarının doğal güzelliklerini seyretmek için kaçak olarak Türk adalarına gelmekle ünlü. Tıpkı işgal ettikleri yerlere astıkları gibi, arkasında Yunan bayrağından başka AB flaması var.
Yunanistan, 1996 yılında Kardak Kayalığı’nı işgale kalkışmış, Çiller-Baykal Koalisyon Hükümeti’nin acil ve tutarlı kararıyla, Türk Donanması’nın bir timi Yunan Bayrağını indirerek kendi bayrağımızı çekmiş, Yunan askerini oradan uzaklaştırmıştı. Anadolu ve Yunan yarımadaları arasında kalan ve bugün için çekişmeli olan bu denize, mitolojide “Aegeus” veya “Egee” adıyla yer alan Eski Yunan Kralı’nın adına izafeten Yunanistan ve Batı “Aegean” adını vermiştir. Atatürk’ün vefatından sonra “1941 Birinci Türk Coğrafya Kongresi” işgüzarlıkla ismi Türkçe’ye “Ege Denizi” diye adapte etmiş olsa da denizin Türkçe adı, Adalar Denizi’dir, Atatürk Akdeniz demiştir. Adalar Denizi’nde 3000 kadar ada, adacık ve kayalık olup, haritalarda yarısından azı gösterilmektedir. Deniz Kuvvetleri Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi sayıyı 1800 civarında saptamıştır.
Adalar Denizi’nde Boğazönü Adaları, Menteşe Adaları (On İki Ada), Saruhan Adaları, Kuzey Sporat Adaları ve Kiklat Adaları olmak üzere beş grup ada vardır. Türkiye için jeopolitik ve stratejik önemi olanlar Anadolu’yu kuzeyden güneye çevreleyen Boğazönü, Saruhan, Menteşe adalarıdır (Doğu Adaları). Adalar Denizi’nin batısında Kiklat ve Kuzey Sporat Adaları ile Girit Adası ve Girit çevresi adaları yer alır. Rejim ve statü belirleyen 1829 Edirne Antlaşması’ndan 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne dek 11 antlaşma ve sözleşme bulunmakla birlikte, ulusal deniz sınırları çizilmemiş olduğundan çok sayıda ada, adacık ve kayalıkların hukuken kime ait olduğu konusunda belirsizlik de denilen anlaşmazlık var. Hükümranlık sınırlarını belirleyen antlaşmalarla devredilenler dışında kalan ada, adacık ve kayalıklar önemli sorundur.
Yunanistan Adalar Denizi adaları üzerinde hak iddia edip, iddiasını büyük ülküsü çevresinde söylem ve eylem dizisine dönüştürerek, yakaladığı fırsatlarla adeta kapkaç yaparcasına adaların mülkiyeti olmasa da kullanım hakkını elde etmiştir. Akdeniz’in beşinci büyük adası olan ve bugün ABD Donanması’na üs yapılan Girit Adası’nın hukuki statüsünü belirleyen anlaşmalara göre sadece dörtte biri Yunanistan’a aitken, dörtte üçü ve etrafındaki adacıkların Türkiye’ye ait olması gerekiyor. Adalar Denizi’nde düne kadar yaşama elverişli sayılmayan “egemenliği antlaşmalarla devredilmemiş, ada, adacık ve kayalıklar” (EGAYDAAK) 150’ye yakın olup,1995’ten itibaren Yunan basını küçük adacıkların iskana açılacağını duyuruyor, ilk etapta Anadolu sahillerine yakın 10 ada ismi sıralanıyordu. Kardak olayı da bundan sonra patlamıştı.
Yunanistan’ın işgalindeki adalar denilince ilk akla gelen, Osmanlı’nın “On İkili Yönetim Sistemi” nedeniyle “On İki Ada” diye adlandırılmış, İnönü iktidarının hatasından 1947 Paris Antlaşması ile Yunanistan’a bırakılmış, Antalya’nın burnunun dibindeki Meis Adası’nın da dahil olduğu 14, büyüklü küçüklü 20’den fazla ada anımsanıyor. Oysa, Yunanistan’ın Kardak sonrası gözümüzün içine bakarak işgal ettiği, 22 yıllık AK Parti iktidarının ise görmek istemediği, olmayacağını bildiği AB üyeliği için müzakere tarihini veto etmemesi için 2004’de Yunanistan’ın işgaline göz yumduğu, son sayısıyla Türk karasularının dibindeki 20 ada ve iki kayalık var. Buralara askerî karakollar, turistik tesisler bile kurmuş. Bayan Katerina işte bu adaları dolaşıp teftiş ediyor. AK Parti iktidarının tutumuyla Türkiye’nin işgali umursamaz görmesi çok ciddi bir sorundur.
Ada İşgalcisi Yunanistan Neden 10 Adayı Kapıda Vizeyle Türklere Açıyor?...
Erdoğan-Miçotakis görüşmesi herhangi bir soruna çözüm getirmedi. Türkiye’nin AB ile yaşadığı vize sorununun bir sorumlusu Yunanistan, ama bu konu da gündeme gelmiş değil. Buna karşın, Yunanistan’ın Türk turistlere attığı bir olta var. Kapıda verilecek yedi günlük turist vizesiyle 10 adaya yapılabilecek gezi, basına “Türkiye için vize kıyağı” biçiminde yansıtıldı. Söz konusu 10 adadan 7’si On İki Ada grubu içinde yer alıyor. 10 adanın içinde, bugünkü Mavi Vatan sınırlarını aşan biçimde tüm Akdeniz’i Türk Gölü yapan Barbaros Hayreddin Paşa’nın doğduğu Türk adası Midilli de var. Türk düşmanlığı tartışmasız Rum Miçotakis ne Türk sevdasından ne de Türklerin kara gözü için adaları açıyor. Amacı, azalan turizm gelirini artırmak, ama ne yazık ki bizden gasbedildiğine bakmaksızın, Yunan adalarına seyahat cakası tutkunu insanlarımız var.
Yunanistan ekonomisinde turizm geliri önemli kalemdir. Ancak, turistlerin yüzde 80,5’i NATO ülkelerinden, yüzde 11,3’ü İsrail, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Avusturya, İsviçre gibi NATO dışı Batı ülkelerinden gitmektedir. BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü üyesi ülkelerden sembolik düzeyde turist çekebiliyor. Türkiye ve Arnavutluk dışında İslâm İşbirliği Teşkilatı ile Türk Devletleri Teşkilatı ülkelerden giden turist sayısı da minimum düzeyde olmakta. 2019 yılında Türkiye’den 1 milyon 104 bin turist gitmiş, 327,5 milyon Euro harcama yapmıştı. 2022 yılında ise sayısı 541 bine düşen Türk turistlerden 226 milyon Euro gelir elde edebilmiştir. 2022 yılında Türkiye’den yurt dışına giden turist sayısının 7,3 milyon ve harcama tutarlarının 4 milyar Euro olduğunu gören Yunanistan, pastadan büyük pay kapma, KKTC’ye gideceklerin de önünü kesme amacındadır.
Yunanistan’ın Türkiye’den elde ettiği ve edeceği turizm gelirini Türkiye’nin aleyhine kullandığı ve kullanacağı da bir gerçek. Yunanistan 2022 yılında elde ettiği toplam 17,3 milyar Euro turizm gelirinin yüzde 43’ünü sözde savunma, özde taarruz amaçlı askerî harcamalar, yani savaş hazırlığı için kullanmıştır. Ne yazık ki bu harcamasının yüzde 3 kadarını Yunanistan ve ada sevdalı Türk turistlerden kazanmıştır. Bir başka açıdan 3-4 adet F-16 savaş uçağını Yunanistan’a Türk turistlerin hediye etmiş olduğu söylenebilir. Turizm sektörü ve turistlerimiz bilinçli olmalıdır. Örneğin, Yunanistan’a 2019 yılında giden 583 bin Rus turist o yıl Yunanistan’a 433 milyon Euro kazandırmıştı. Yunanistan’ın Ukrayna-Rusya Savaşı’nda Rusya’ya düşmanca tutumu, Rus turist sayısını 36 bine, elde ettiği geliri de 41 milyon Euro’ya düşürüyordu.
Turizmde milli duyarlılık zorunludur ve ülkemizde oluşturulmalıdır. Turizm firmalarımız “Yunan Adaları” reklamlarından kaçınmalı, kime ne kazandıracağının bilincinde olunmalıdır. Turizmi geliştikçe silah harcamalarını artıran Yunanistan’ın “Kapıda Vize” olta oyunu halkımıza anlatılmalı, vize müjdesi yapan siyasetçilerin ve medyanın içine düştüğü çarpıklık ortaya konulmalıdır. Yaz tatilini Yunanistan’ın elindeki adalar yerine Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde geçirmenin ne denli milli erdem olacağı bilincinin oluşturulması, Atatürk milliyetçiliğinin gereğidir. Bugün AK Parti’nin içinde olmayıp muhalefetin siyasi kumar masalarında oturanlar arasında yer almış olan, Yunanistan’ın 2004’den sonra işgal ettiği bir adada tatil yapmış, geçmişte AK Parti Başkanlığı bile üstlenmiş, eski bir Başbakanın olduğunu anımsatmakta da yarar vardır.
Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi Sorunları Çözüm Bekliyor…
Yedi yıllık aranın ardından Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi’nin beşinci toplantısı yapılıp eğitimden tarıma, turizmden ticarete çeşitli alanlarda anlaşma metinlerinin imzalandığı açıklandı. Enerjide işbirliği oluşturulması üzerinde durulduğu, bu kapsamda Türkiye’nin henüz başlanmamış Sinop’ta inşa edilecek nükleer enerji santralından Yunanistan’a elektrik verilebileceğini Erdoğan söylüyordu. Her iki taraftan da iyimser açıklamalar yapılmış olmakla birlikte, Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi sorunlarının çözümüne ilişkin açıklamalar yoktu. Dışişleri Bakanlığı’nın Ege adı altında “Başlıca Adalar Denizi Sorunları” sıralanırken, 2004’den sonra işgal edilen Türk adalarına değinilmiyor ve sorun görmezden geliniyor. Dolayısıyla, “vazgeçmek ya da vazgeçmemek” sorunu ortaya çıkmakta, ama hiçbir iktidar bir çakıl taşı egemenliğinden bile vazgeçemez.
Çiller-Baykal ikilisinin kovaladığı Yunanistan, Kardak kayalıkları üzerinde hâlâ hak iddia ediyor, kayalıkların 12 ada ile kendine verildiği tezini savunuyor. Fırsat bulsa Adalar Denizi’ni Yunan Denizi yapmaya kalkışacak olan Yunanistan, egemenliği anlaşmalarla devredilmemiş tüm, ada, adacık ve kayalıkların kendisine ait olduğu iddiasında. 2004 yılından beri Türkiye’nin karşı çıkmaması üzerine birer-ikişer oraları işgal etti ve Türkiye’nin suskunluğunu hakkının kabul edildiği biçiminde yorumlamakta. Türkiye eğer “egemenliği antlaşmalarla devredilmemiş, ada, adacık ve kayalıklar” (EGAYDAAK) üzerinde hak iddiasından vazgeçmişse, o zaman Kardak kayalıklarını da Yunana bırakmak gerekir, ama bu olamaz. Türkiye, haksız işgal edilen yerlerin egemenliğinden vazgeçemez. Yunanistan oralardan çıkmalı ya da çıkarılmalıdır!...
Dışişleri Bakanlığı’na göre Adalar Denizi’ndeki başlıca sorunlar: 1) Karasuları ve kıta sahanlığı sınırlandırmasına ilişkin deniz yetki alanları anlaşmazlığı. 2) Lozan ve Paris Antlaşmaları ile uluslararası belgeler çerçevesinde Doğu Adalarının silahsızlandırılmış statüsü. 3) Bazı coğrafi formasyonların yasal statüsü başlığı altında, “egemenliği antlaşmalarla devredilmemiş, ada, adacık ve kayalıklar” (EGAYDAAK) üzerinde egemenliğin aidiyeti sorunu sıralanmakta, ama Yunan işgalinden söz edilmemektedir. 4) Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı 10 deniz mili ulusal hava sahası iddiası ve Uçuş Bilgi Bölgesi (FIR) sorumluluğunu ihlal etmesi. 5) Arama-Kurtarma Faaliyetleri (SAR) sorunu. Bu sorunlar birbirleriyle bağlantılı olduğundan bir paket halinde ele alınmalıydılar. Bunu kabul etmeyen Yunanistan ise muhatap alınmamalıydı…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sorunların bir paket halinde ele alınması önerisini, “gerekli koşullar oluştuğunda” gerekçesiyle reddeden Başbakan Miçotakis, hangi gerekli koşulları bekliyor olmalı? O gerekli koşullar, ABD’nin ve Batı’nın koruyucu kanatları altında diplomatik olarak Türkiye’nin pes ettirilmesi mi, yoksa ülkesini ABD üsleri diye ABD işgaline açan Yunanistan’ın ABD’nin katkılarıyla silahlanarak Türkiye’ye diş gösterecek askeri güce kavuşması hayali mi? Miçotakis, 100 yıl önce Adalar Denizi’ne süpürülerek dökülen, Anadolu’dan atılan palikaryaların uğradığı felâketten ders çıkaramıyorsa, ABD’nin kolladığı Ukrayna ve diğer ülkelerin bugünkü çaresizliğine baksın!... Atacakları düşüncesiz adım sonucu, Adalar Denizi adalarında ve kapkaçla ele geçirdiği Batı Trakya’da düşleyemeyeceği statüko değişikliğiyle karşılaşabilir…
Yunanistan tarihten ders çıkarmayarak ve aklını başına almayarak, Türkiye’ye karşı gizli emellerle silahlanıp Adalar Denizi’ni Yunan Denizi yapma hayalinden vazgeçmezse, şu an hayal edemeyeceği statüko ve harita değişimiyle karşılaşabileceğini asla unutmamalı!...
Türkiye’ye karşı silahlanma yarışıyla, askerî hazırlık içinde olan ve düşmanlık saplantısından vazgeçmeyecek Yunanistan’ın unutmaması gereken bir gerçek daha var: Bir gecenin sabahında Batı Trakya’da 110 yıl önce dalgalanmış bayrağı yeniden görme olasılığı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Atina’ya giderken ve görüşmeler sonrası Miçotakis ile ortak basın toplantısında, “Aramızda çözülemeyecek hiçbir sorun yok” dedi. Peki, 7 Aralık görüşmesinde çözülebilmiş ya da iyi niyetle çözümüne adım atılmış bir sorun var mı? Varsa hangisi?... Yunanistan kara sularını 12 mile çıkarma niyetinden geri adım attı mı? Ulusal ve uluslararası sivil (FIR hatları) ve askerî hava sahalarının belirlenmesi için attığı adım var mı, yoksa pilotlar it dalaşına devam mı edecekler? Yunanistan, AB için hükmü olmayan yasal dayanağı bulunmayan Sevilla Haritası sapkınlığından vazgeçip, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınırlaması için masaya oturmayı kabul etti mi? Askerden arındırılmış olması gereken adalardan askerini çekiyor mu? Anadolu sahilindeki ada, adacık ve kayalıkların işgalinden vazgeçti mi?
Tüm soruların yanıtı olumsuz olduğundan, 7 Aralık görüşmesinin açıklanmayan bir nedeni mi var? Türkiye’nin almak istediği 40 adet F-16 Block 70 savaş uçağı ve 79 adet modernizasyon kiti için ABD, “Uçaklar Yunan hava sahası üzerinde uçmayacak” garantisini şart koşmuştu. Sonra bu ön koşula İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM tarafından kabulü de eklendi. Türkiye koşullu savaş uçağı almak istemediğinden, ABD F-16’ları yerine, Avrupa’nın Eurofighter savaş uçağına yöneldi. İngiltere, İtalya, İspanya ve Almanya ortak yapımı bu uçağın satışı dört ülkenin onayını gerektiriyor. Herhalde ABD uyarmış olmalı ki Almanya, Türkiye’ye satışı onaylamıyor. ABD, gerek F-16 ve gerekse Eurofighter için Yunanistan ile anlaşmazlıkların kaldırılarak, dostluk bildirgesi imzalanmasını istemiş, görüşme de bu amaçla gerçekleştirilmiş olabilir!...
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atina Ziyareti öncesi Yunan Kathimerini gazetesine verdiği demeçte, tarafların ikili ve bölgesel ilişkileri geliştirme konusunda niyetini teyit edecek “Dostane İlişkiler ve İyi Komşuluk Bildirgesi” imzalamaktan söz etmesi anlamlıdır. Türk-Yunan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi toplantısına bağlı olarak düzenlenen, ticaret hacmini artırma, sığınmacılarla ilgili düzensiz göç, terörle mücadele, Türkiye ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya enerji (doğalgaz ve elektrik) aktarma, turizm ve kültür alanında yeni işbirlikleri konularına yer verilen “Dostluk Bildirgesi”, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ikili ilişkilerin bundan böyle nasıl ilerleyeceğini gösteren bir belge olarak sunuldu. Ancak, geçmişten geleceğe Türk Yunan sorunlarını inceleyen akademik yapıtlar, iki ülke arasında hep var olan gerginliğin süreceğini gösteriyor.
Asker kökenli akademisyen dostum Prof. Dr. Sait Yılmaz, “Geçmişten Geleceğe Türk-Yunan Sorunları” adlı iki ciltlik 2021 baskısı eserinde, “Türkiye ve Yunanistan, birbiriyle yaptıkları savaşlar sonrası bağımsızlıklarını kazanmış ve modern devletlerini kurmuşlardır. Modern siyasi tarihte birbirlerinin doğumunda, bu doğumu önlemek ve sonlandırmak için hazır bulunan başka iki ülke yoktur. Emperyalizmin Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunları kendi çıkarları için kullanması, sorunların çözümünü daha da zor bir hale getirmektedir” diyor. Yunanistan’ı kullanan Anglosakson emperyalist dün İngiltere idi, bugün ABD. İngiltere’nin emeli Türk’ün yenilmez gücüyle Lozan’da sonlandı. Bugün ABD, Doğu Akdeniz ve Büyük Ortadoğu Projesi emeliyle, engel olarak gördüğü Türkiye’ye karşı Yunanistan’ı savaşa sürebilir.
ABD’nin Yunanistan’a kurduğu üslerin bazı stratejistlerin Rusya’ya karşı olduğu iddiası kimseyi yanıltmamalı ve Türkiye’yi rehavete düşürmemeli. Şu anda ABD ile Türkiye NATO müttefiki statüsünde olsalar bile, karşılıklı diş gıcırdatmalarına bakılmaksızın dost oldukları söylense de ABD Türkiye’yi kaybetmiştir. Gelişme AK Parti iktidarına ve Erdoğan’a bağlı bir süreç olmayıp, Türkiye’nin Batı jandarmalığından ve istismarından soyutlanarak özüne, Avrasya’ya ve Türk Cumhuriyetlerine dönme sürecidir. Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne ve BRICS ülkelerine katılımı, NATO üyeliğini ve AB kapısında bekletilmeyi onuruna yedirmeyip sonlandırması, er-geç gerçekleşecektir. Çünkü tarihi geçmişiyle, sosyal yapısıyla, inanışlarıyla, Türkiye Batı’nın değil, gelişen Avrasya’nın bir ülkesidir. Kaldı ki Batı tercihi artık sürdürülemez boyuta ulaşmıştır.
ABD’nin Yunanistan’a kurduğu ve sayıları artırmaya devam ettiği askerî üsler, Büyük Ortadoğu Projesinde engel gördüğü Türkiye’ye karşı konuşlandırılmış üslerdir. Bu üslerle ABD, Batı haritasının sınırını çizmekte, Türkiye’yi müttefiklikten dışladığını göstermektedir.
Yeni süreçte ABD Türkiye’yi yolundan çıkarıp, etkisizleştirebilmek için Yunanistan’ı saldırtarak, ama Türkiye’yi saldırgan göstererek, Yunanistan’a yapacağı askeri destekle savaş çıkartabilir. ABD, Yunanistan’ın desteklenmesi için Fırat ve Dicle arası topraklarda gözü olan, her iki nehrin sularını kontrol etmek isteyen İsrail’i de Yunanistan’a destek için kullanabilir. Önümüzdeki 10 yıl içinde bir Türk-Yunan savaşını kaçınılmaz gören stratejistler ve askeri uzmanlar var. Dileriz yanılırlar ve böyle bir savaş olmaz, ama savaşın kaybedeni Yunanistan olacağı gibi, ABD de kazanamaz, Doğu Akdeniz’den çekilmek zorunda kalır. Bu tehlikeye karşı Türk Savunma Sanayinin geliştirilmesi önemlidir. NATO’nun nükleer şemsiyesinden çıkacak Türkiye’nin, nükleer teknolojiye ve güce sahip ülke olması da savunma hakkı gereği olarak görülmelidir.
Yunanistan’ı Çözüme Zorlamak İçin Atılması Gereken Üç Ön Adım…
ABD’nin koruyucu kanatları altındaki Batı’nın şımarık çocuğu Yunanistan, zaman zaman çıkarı nedeniyle uysallaşmış görünebilir, ama kendisini M.Ö Arkaik dönemde Antik Yunanistan’ın, M.S. ise Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun devamı görerek, kalıtımsal Türk düşmanlığını binlerce yıla dayandırması, bu sapkınlığın genlerine işlemiş hastalık olduğunu göstermektedir. Bildirgeler bir yana Yunanistan uzlaşmış, anlaşmış görünse de antlaşmalara ve sözleşmelere imza atmış olsa bile, bunlara uymadığının, gelecekte de bu tutumunu sürdüreceğinin kanıtları ortadadır. Örneğin, Adalar Denizi kıta sahanlığında uzlaşma olmadan arama yapılmayacağına ilişkin Bern Deklarasyonu’nu tanımayarak, Taşoz çevresinden offshore petrol çıkarıp kaynak hırsızlığı yapmış, Lozan ve Paris Antlaşmalarına aykırı olarak adaları silahlandırmıştır.
ABD’nin koruyucu kanatları altındaki Batı’nın şımarık çocuğu Yunanistan, sahte dostluk gülücükleriyle kimseyi kandıramaz. Doğu Akdeniz’i ve Adalar Denizi’ni Yunan Denizi sanarak yan gelip yatamaz. Yunanistan’ın rehavete kapılmaması, offshore deniz kaynaklarını çalıp sömürememesi, adalar turizmi geliriyle silahlanamaması için ivedi önlemler almak gerekir…
Türkiye 2019 yılında Libya ile Akdeniz’de Deniz Yetki Alanları Sınırlandırması Anlaşması yapmadan önce, Doğu Akdeniz’de Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge batı sınırının nereye kadar uzanacağı tartışması vardı. 2012 yılında Yahudi kökenli ABD’li George Soros’un emperyalist ABD adına çalışan “Soros Uluslararası Kriz Grubu” (The International Crisis Group) tarafından yayınlanan haritada, Türkiye’nin yetki alanı için 28000’00” Doğu Boylamı sınır gibi işaretlenmişti. Sözde şiddetli çatışmalar üzerine saha araştırması yaparak çatışmayı önleme, hafifletme ve çözme politikası geliştirmeyi amaç edinmiş Grup, Yunanistan’ı kayırarak, Doğu Akdeniz’e sınır koymaya kalkışmıştı. Biz bu sınıra platformumuzda, “Soros Sınırı” adını verdik ve çeşitli yazılarımızda irdeleyip eleştirerek, aşılması gerektiğini vurguladık.
Aşılması gereken Soros Sınırı’na karşı Dışişleri Bakanlığı’nın ilân ettiği Türk Kıta Sahanlığı Dış Sınırı ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin 158 814 km2’lik Münhasır Ekonomik Bölgesi.
Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün TPAO’ya verdiği arama ruhsatları içinde, Soros Sınırı batısında olan yerler bulunduğundan, buraların araştırılması gerekiyor. Libya ile yapılan Deniz Yetki Alanları Sınırlandırma Anlaşması sonucu, Dışişleri Bakanlığı tarafından ilân olunan Türkiye Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge sınırı, Soros Sınırı batısında Girit yakınındaki 26019’11,640” Doğu Boylamı’na dayanmıştır. Ancak Türkiye’nin doğal hak sınırı Girit’in burnunun dibindeki Yunanistan’ın işgal ettiği Gavdos Adasına kadar uzandığından, batı noktasının uç sınırı 23020’00” Doğu Boylamı üzerindedir. Tüm bu gerçeklere ve hakkımıza rağmen, bugüne kadar sismik araştırma gemilerimiz Soros Sınırı batısında hiçbir çalışma yapmamıştır. Yunanistan üzerinden ABD, NATO ve AB’ye ödün olan bu eylemsizlikten vazgeçilmelidir.
Doğu Akdeniz’de Soros Sınırı batısında aramalara bir an önce başlamanın yanı sıra, Adalar Denizi’nde de hidrokarbon aramalarına girişilmelidir. Türkiye 1976 yılında MTA Sismik -1 gemisini Adalar Denizi’ne gönderince, Türkiye’yi protesto eden Yunanistan, şikayetini BM Güvenlik Konseyi’ne ve Uluslararası Adalet Divanı’na taşımıştı. Ancak, istediği ihtiyatı tedbir kararına kavuşamadı. İkili görüşmelerle sorunun çözülmesi önerisini aldı. NATO da bu doğrultuda istemde bulununca, taraflar 16 Kasım 1976’da Bern Deklarasyonu’nu imzalayarak, görüşme sürecini başlattılar ve bu süreçte arama eyleminde bulunmamayı taahhüt ettiler. Görüşmeler 1979 yılında kesiliyor, Yunanistan Bern Deklarasyonu’nu tanımadığını açıklıyordu. Kıta sahanlığı sorunu çözülmeden Yunanistan, Taşoz çevresine bulduğu petrolü 2015 yılından bu yana çıkarıyor.
Üç yıllık taviz sürecinin ardından TPAO’nun Arama Filosu, sismik araştırma ve sondaj gemileriyle Soros Sınırı batısında ve Adalar Denizi’nde arama çalışmalarına girişmelidir.
Yunanistan’ın haksızca petrol çıkarmasına Türkiye yıllardır ne yazık ki seyirci kalıyor. Bern Deklarasyonu’nu geçersiz sayan Yunanistan’a karşı Türkiye’nin tepki göstermesi, kendi kıta sahanlığı sınırı iddiasına bağlı olarak, Taşoz çevresinde ve Adalar Denizi’nin diğer alanlarında aramalara girişmesi, Taşoz çevresinden çalınan petrolün de hesabının sorulması gerekmektedir. Offshore bölgede 111 milyon varil petrol rezervi olduğu savlanıyor. Yunanistan Taşoz kuyularından günde 4 bin varil petrol çıkarmakta, daha doğrusu petrol hırsızlığı yapmakta, Alexandroupolis adını verdikleri Türk kenti Dedeağaç’taki rafineride işleyip kullanmaktadırlar. Adalar Denizi sorunu hukuki olmaktan çok, Rum Büyük Ülküsü çerçevesinde siyasidir ve Yunanistan lehine dondurulmuş durumda sürdürülen bu statünün parçalanması gerekmektedir.
Yunanistan’ı çözüme zorlamak için hidrokarbon aramalarından sonra atılması gereken ikinci adım, Adalar Denizi’nde Türk Donanması’nın askerî tatbikatlarını aldatıcı iyi niyet vaatleri karşısında ertelemeyip, yoğunlaştırarak sürdürmek olmalıdır. Sözde iki ülke arasında ilişkilerin olumlu gelişmesine yönelik karşılıklı adımlar çerçevesinde, Adalar Denizi’ndeki Deniz Kurdu gibi Deniz Kuvvetleri tatbikatlarımızın ertelenmesi, sadece Yunanistan’ın çıkarına yarıyor. Karşılığında Yunanistan’ın her yıl gerçekleştirdiği Kataigis tatbikatını ertelemesinin Türkiye açısından hiçbir anlamı yoktur. Türkiye’nin tatbikatları Yunanistan’ı ürkütürken, Yunanistan’ın tatbikatlarının Türkiye’yi caydırıcı yanı bulunmuyor. Kaldı ki askerî gücü Türkiye ile boy ölçüşmesine yetecek boyutta olmayan Yunanistan, ülkesini işgal ettirdiği ABD üslerinden koruma beklemekte.
Yunanistan Adalar Denizi’ne uzanıp yatamayacağını Türkiye’nin askerî tatbikatlarıyla görmeli, silahlanma için kaynak olarak görüp kullandığı adalar turizmi gelirinin vanası da kısılmalıdır.
Türkiye’nin ABD üslerine karşı hazır olması açsından da Deniz, Hava ve Kara Kuvvetleri’nin işbirliğiyle Adalar Denizi odaklı tatbikatlara yenilerini eklemesi yararlı olacaktır. Yukarıda değindiğimiz gibi, Yunanistan’ın yumuşak karnı turizmdir. Yunan turizminde adalar turizmi önemli yer kapsıyor. Tatbikat erteleme siyaseti diplomatik çözüm yolu değil, ama özellikle yaz aylarında Adalar Denizi’nde alışılagelen sayı ve büyüklükleri aşan tatbikatlar yaparak Yunan turizmine darbe vurmak, bir-iki yıl içinde Yunanı çözüm platformu arayışına çekecek çözüm yoludur. Ne yazık ki Miçotakis’in övülen vize bağışına bağlı olarak Yunanistan’a gelir sağlayıcı, “İşte Yunan adalarında bir haftalık tatilin maliyeti” reklamları cep telefonlarımıza gelmeye başladı. Türkiye bu oyuna gelmemeli, Yunan’ın turizm havuzunu beslememeli, vanasını kısmalıdır.
Akademik çalışmalarım nedeniyle, ayrıca 2000-2006 dönemindeki RESSİAD (Rüzgâr Enerjisi ve Su Santralları İşadamları Derneği) Başkanlığım sürecince, Türkiye’de denizüstü (offshore) rüzgâr santralları kurulmasını hep önermiştim. 7 Ağustos 2023 tarihinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın internet sitesine “İlk denizüstü rüzgâr enerjisi santralleri için YEKA’lar belirlendi” haberi yer alıyordu. Bakanlık offshore rüzgâr enerjisi santrali (RES) için dört Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanı (YEKA) ilân ediyordu. Bu alanlar Bandırma, Bozcaada, Gelibolu ve Karabiga idi. Atılması gereken güzel bir adım atılmış olmasına karşın, atılması gereken önemli adım Adalar Denizi’nde Yunan’ın işgal ettiği ada, adacık ve kayalıkların deniz alanlarının tümünü, Türkiye tarafından kurulacak offshore rüzgâr enerjisi santralları için kaynak alanı ilân etmek.
Denizüstü (offshore) rüzgâr enerjisi santralları günümüzde yenilenebilir enerji stratejinde önem kazanmış bir uygulama. Bu santrallar deniz ulaşımına engel de oluşturmuyor. Yunanistan’ın 2004 sonrası işgal ettiği ada adacık ve kayalıkların tümü ve çevresi, rüzgâr enerjisi potansiyeli yüksek olan yerler. Türkiye kendisine ait bu deniz alanlarında offshore santrallarıyla yeşil enerji üretirken, Mavi Vatan kaynağını da değerlendirmiş olacaktır.
Mavi Vatan’a sahip çıkmak, kaynaklarını değerlendirmekle olur. Gerek Doğu Akdeniz ve gerekse Adalar Denizi enerji yolu olmasının ötesinde, enerji havzaları niteliğindedir. Her iki deniz alanının tabanında hidrokarbon (doğalgaz ve petrol) kapanları bulunduğu gibi, denizüstü de günümüzde öne çıkan yenilenebilir enerji offshore rüzgâr santralları için değerlendirilmesi gereken kaynak alanlarıdır. Yunan’ın sahipsiz görüp, haksız işgal ettiği Aydın, Muğla, İzmir çevresi ada, adacık ve kayalıklarının deniz alanları, ilk etapta ele alınması gereken offshore enerji kaynak alanlardır. Bu santrallar ada ve adacıklar çevresinde ya da kayalıklar üzerine kurulabilir. Elverişli rüzgâr potansiyelleriyle, Türkiye ana karasıyla aralarındaki mesafenin 3-10 deniz mili kadar olmasından ötürü denizaltı kablosuyla elektriğin taşınması kolaylığıyla fizibil olacak alanlardır.
Offshore rüzgâr santralları sıra biçiminde açık deniz alanlarına, denizüstü kayalıklar üzerine, ada ve adacıklar çevresine rüzgâr çiftlikleri biçiminde çok türbinli olarak kurulmaktadır.
Halk arasında sıkça kullandığımız bir söz var; giren ve çıkanın belli olmadığı, sahip çıkılmayan, bakılmayan yer için kullanılan bir deyim ve bir soru, “Dingo’nun ahırı mı?” Dingo, Rumca bir isim. Zamanında İstanbul’da atlı tramvay garajının yanında atların dinlendiği ahıra bakan ayyaş-serkeş bir Dingo varmış ve “Dingo’nun ahırı” darbımesel olarak dilimize oradan gelip yerleşmiş. Yunanistan, Doğu Akdeniz’i ve Adalar Denizi’ni at oynatabileceği Dingo’nun ahırı sanmasın!... Her iki denizde de Anadolu’nun doğal uzantısı olan Türk Kıta Sahanlığı ve Türkiye’ye ait Münhasır Ekonomik Bölge var ve Türk askerinin koruması altında, Türk yatırımcılarının kullanımına açık doğal kaynak alanları. Bunun iyice anlaşılması ve belleğine kazınması için yukarıda önerdiğimiz adımların atılması yararlı. Ha anlamazlarsa (!), başka anlatım yolları da var…
Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR, 30 Aralık 2023
14 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçiminde Recep Tayyip Erdoğan yüzde 49,52, adaylıktan çekilen Muharrem İnce yüzde 0,43, Kemal Kılıçdaroğlu yüzde 44,88 ve Sinan Oğan yüzde 5,17 oy aldılar. Hiçbiri yüzde 51’e ulaşamadığından seçim en çok oy alan iki aday arasında yapılacak ikinci tura kaldı. Tepki oylarını alan Ata İttifakı adayı Oğan, kendi aidiyetlerinde varsaydıkları oylarla ikinci turda Erdoğan’ı destekleme kararını açıkladı. Milletvekili Seçimi’nde ise AK Parti’nin başını çektiği Cumhur İttifakı yüzde 49,47 oyla 600 sandalyeli Meclis’te 323 milletvekiliyle çoğunluğu alıp seçimi kazandı. CHP’nin başını çektiği Millet İttifakı yüzde 35,02 oyla 212 milletvekili çıkarabildi. Emek ve Özgürlük İttifakı yüzde 10,55 oyla 65 milletvekili çıkarırken, yüzde 2,43 oy alan Ata İttifakı ve yüzde 0,29 oy alan Sosyalist Güç Birliği İttifakı milletvekili çıkaramadılar.
Oy fakiri Ata İttifakı lideri Özdağ’ın Oğan’dan iki gün sonra Kılıçdaroğlu’nu destekleme kararı ve uzlaşma protokolü açıklandı. Protokolde, “Üniter Devlet, Terörle Mücadele” kavramlarına, “Terörle bağlantılı mahalli idare yöneticilerinin yerine devlet görevlilerinin (kayyum) atanmasına yargı kararlarıyla devam edileceğine” değinilmesi, HDP ve Yeşil Sol Parti çevrelerine şaşkınlık getirdi, ama tepki oluşturmadı. Kılıçdaroğlu’nun sahte milliyetçiliği gibi, Özdağ oyununun arkasında da ABD-İsrail Plânı yatıyordu ve PKK’nın Kandil’deki yöneticileri önceden uyarılmıştı. Kazanamayacağı görülen Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığı’nı da kaybetmemesi için oy oranı korunmaya çalışılıyordu. Demokrasi şöleni seçimle ikinci turda Erdoğan yüzde 52,18 oyla Cumhurbaşkanlığı’nı kazanıyor, Kılıçdaroğlu yüzde 47,82 oyla kaybederek tuşa geliyordu.
Kirletilen CHP Hezimete Uğradı
Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük “Arınış” kelimesini, “Arınma işi, Temizlenmek” diye açıklamış. Evet, CHP Atatürkçü çizgiden saptırılarak kirletilmiş olduğundan, özüne dönüş için temizlenmesi, arınması gerekiyor. 14 Mayıs ve 28 Mayıs 2023 seçimleri, Türk halkının millî iradesi sonucu, ülkeyi CHP’nin tehlikeli oyunundan, ABD’ye, NATO’ya, Batı’ya, AB’ye teslim olma tuzağından korudu, sonuçta Türkiye ve siyasi lider olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhur İttifakı kazandı. Atatürk’ün CHP’sini başkalaştırarak 2010 sonrası “Yeni CHP” (Y-CHP) ya da “Soru İşaretli CHP” (CHP-?) dediğimiz partiye dönüştüren Kılıçdaroğlu ile yedili masası kaybetti, dokuz başlı koalisyon hayalleri çöktü. Seçimin bir sonucu da Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin perçinlenmesi oldu. Türkiye Yüzyılı’na aksaksızca adım atılmakta.
Atatürk: “Ne Bileyim Partim Olarak Kalacağını?”
Lozan Antlaşması imzalanmadan, Cumhuriyet ilân edilmeden önce 6 Aralık 1922’de Mustafa Kemal Paşa “Halkçılık esası üzerine Halk Fırkası adıyla siyasi fırka kurmak niyetindeyim” diyor, 8 Nisan 1923’de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı sıfatıyla yayınladığı Dokuz Umde parti programının temelini oluşturuyordu. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Halk Fırkası adıyla yeniden örgütleniyor, İzmir’in Kurtuluşu’nun yıl dönümü 9 Eylül 1923’de Mustafa Kemal Paşa tarafından Dâhiliye Vekâleti’ne kuruluş başvurusu sunuluyordu. Partinin adı 1924’de “Cumhuriyet Halk Fırkası” idi. 1927 yılında Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Milliyetçilik olarak belirlenen ilkelerine 1931 yılında Devletçilik ve İnkılâpçılık eklenerek simgesel Altı Ok tamamlandı, 1935 yılında fırka yerine “Cumhuriyet Halk Partisi” adını aldı.
Kökeni Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne dolayısıyla Kuvâ-yi Milliye’ye dayandığından, ayrıca inkılapçılık (devrimcilik) ilkesine bağlı olarak Cumhuriyet devrimlerine önderlik ettiğinden, “Devleti Kuran Parti” olarak da tanıtıla gelinmiştir. Saltanatın kaldırılmasından bir ay sonra Mustafa Kemal Paşa’nın gündeme getirdiği parti; Cumhuriyetin İlânı, Halifeliğin Kaldırılışı, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması, Yeni Vergi Sistemi ve Çağdaş Kıyafet değişiklikleri, Miladi Takvim, Yeni Harfler ve Uluslararası Rakamların Kabulü, Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu, Hukuk ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunlarının çıkarılması gibi Cumhuriyet Devrimleri’nin gerçekleşmesinde, eğitim, kültür ve ekonomik kalkınma politikalarının oluşturulmasında önemli hizmetler vermiş, adeta bir “Cumhuriyet Kalesi” olmuştu.
Mustafa Kemal, 1924’de “Halk Partisi, hiçbir safsataya iltifat etmeyerek Türk Cumhuriyeti’ni kuran inkılâpçı bir ruhun bütün millette kendini gösteren örgütlenişidir” diyerek CHP’yi Cumhuriyet’in bir kalesi yapmıştı. Yıllar sonra CHP Genel Sekreteri Recep Peker’e, “Ne bileyim sonuna kadar CHP’nin benim partim olarak kalacağını?” diye kaygısını da dile getirmişti.
Kurtuluş Savaşı’nı, CHP’nin kuruluşunu, Atatürk yıllarını yaşayan yazarlarımızdan Falih Rıfkı Atay, “Babanız Atatürk” kitabında Atatürk’e atfedilen bir anıyı şöyle anlatıyor: “CHP Genel Sekreteri Recep Peker CHP ile ilgili bir vesikayı Atatürk’e imzalatmaya getirdiğinde Atatürk, vesikanın üzerine ‘Partim’ sözünü yazar. Peker, ‘Paşam niçin CHP yazmıyorsunuz?’ diye sorar. Atatürk de ‘Ne bileyim sonuna kadar CHP’nin benim partim olarak kalacağını?’ diye yanıt verir.” Anlaşılıyor ki Atatürk, CHP’nin çizgisinden saptırılabileceği seçeneğini düşünmüş olmalı. Geçiş dönemlerinde en uzunu 1 yıl 130 gün olan kısa süreli üç başkanlık hariç, CHP Genel Başkanlığı’nı Atatürk 15 yıl 62 gün, İnönü 33 yıl 134 gün, Bülent Ecevit 8 yıl 169 gün, Deniz Baykal 15 yıl 242 gün yaptılar ve Atatürk çizgisinden saptırılmanın başladığı 2010 yılına gelindi.
İnönü, Marshall yardımı alabilmek için ABD’nin himayesine girmeyi kabul etmiş, Bayar ve Menderes’in NATO’ya katılma siyasetine onay vererek, Atatürk çizgisine ters düşmüştü. Her ikisini de danışmanlık yaparak tanıdığım ve dost olduğum Demokratik Solcu Ecevit ve Baykal Atatürkçü çizgiden ödün vermemiş liderlerdi. Baykal, ABD’nin Irak’ın işgali için İkinci Körfez Savaşı’nı Türkiye üzerinden başlatma, 60 bin ABD askeriyle Türkiye’yi örtülü işgal planını, 1 Mart 2003 tezkeresinin Meclis’ten geçmesini engelleyerek önlemişti. Bu ulusal başarısıyla Baykal, temizlenmesi gereken pürüz olarak ABD’nin kara listesine alınmış, maşası FETÖ’nün kaset komplosuyla 10 Mayıs 2010’da istifa etmek zorunda bırakılmış, Genel Başkanlık’tan ayrılmıştı. ABD-FETÖ cephesinin istediği Kılıçdaroğlu 22 Mayıs 2010’da Genel Başkan yapıldı.
Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlığı 13 yılı doldurdu, ama “kaç günü kaldı?” diye sorulabilir. Bugün Batı-AB, ABD-NATO ayak bağından bırakınız rahatsız olmayı, bunu kendine güvence gören ve mutluluk duyan CHP yönetimi son 13 yılın getirdiği Atatürk çizgisine karşıt bir olgu. ABD, FETÖ, HDP ya da eşi Yeşil Sol Parti dolayısıyla PKK ile cepheleşmiş bulunan bugünkü CHP, Atatürk milliyetçilerinin, antiemperyalistlerin, devletçilerin, devrimcilerin, halkçıların, sosyal demokratların yer aldığı bir parti değil. Bugünün CHP’si İkinci Cumhuriyetçilerin, göbek bağı Batı’da olan liberallerin, ayrılıkçı Kürtçülerin, azınlıkların, Sünnî Türklere yer vermeyen Alevî mezhepçilerin partisi. Ne yazık ki Cumhuriyetin kalelerinden biri işgal edilmiş durumda. Bu partiye CHP demek, kökenden gelen Atatürkçü CHP’lilere zor geliyor, doğuşuna ve özüne karşıt parti.
AK parti ve Cumhur İttifakı lideri, Cumhurbaşkanı Erdoğan, CHP’nin Atatürkçü çizgiden saptığını defaatle eleştiri konusu yapa geldi. Erdoğan, 10 Kasım 2017 Beştepe’de Atatürk’ü Anma Töreni’nde şöyle diyordu: “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten sonraki CHP önce İsmet İnönü’nün, daha sonra da başına geçen diğer genel başkanlarının CHP’si olmuştur. Bugünkü CHP’de malum şimdiki başında bulunan zatın CHP’sidir. Böyle bir partiyle Atatürk arasında ilişki kurmak Gazi’ye yönelik en büyük bühtandır (kara çalmaktır, iftira etmektir)”.
Emperyalistlere Bel Bağlayan CHP’nin Müflis Siyasetinin Bilançosu
Türkiye Cumhuriyeti emperyalizme karşı verilen savaşla kurulmuştur. Mustafa Kemal Paşa 1924 yılındaki bir konuşmasında, “Halk Fırkası, memleket ve millet her türlü dayanaktan mahrum bırakılarak felâkete atıldığı uğursuz zamanda bütün milleti kadrosu içine alarak kuvvet ve kudret yapan, harici düşmanları kovan, dahili düşmanları imha eden, halka hürriyet ve hâkimiyet temin eden mukaddes bir cemiyettir” diye partisinin çizgisini ve emperyalizme karşı Kuvâ-yi Milliyenin devamı olduğunu vurguluyordu. Böyle bir partinin emperyalizme karşı dik durması doğası gereğidir, tabanı ve Türk halkı bu konuda ödün verilmesini kabullenemez. Emperyalist odaklar Batı-AB, ABD-NATO, Türkiye’de iktidarı değiştirmek için ana muhalefete ve yedili masa ittifakına arka çıktılar, ama Türk halkının milli iradesi plânlarını çökertti.
CHP, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve Başkanlık Sistemi’ni yıkmayı amaçlamıştı. FETÖ ayaklı emperyalist saldırı sonrası Erdoğan’ın liderliğinde AK Parti ve MHP’nin katılımıyla oluşturulan Cumhur İttifakı güçlü siyasi birliktelik oldu. İttifaka seçim öncesi Büyük Birlik ve Yeniden Refah partileri katıldı, Demokratik Sol Parti destek verdi. Cumhur İttifakı’na karşı CHP ile küçük ortakları (İyi Parti, Saadet, DP, DEVA, Gelecek Partisi) Millet İttifakı’nı yani altılı masayı oluşturdular. CHP’nin Kürt oyları aşkıyla PKK’nın Meclis’teki uzantısı HDP’nin, dolayısıyla Emek ve Özgürlük İttifakı (HDP, TİP, EMEP, EHP, TÖP, Yeşil Sol Parti, SMF) desteğini sağlamasıyla yedili masaya dönüştü. Masanın milletvekilliği karşılığı bir destekçisi de TDP idi. Millet Vekilli Seçimi’nde küçük ortaklar CHP’ye yüzde üç oy getirdiler, kazanılan 169 milletvekilinin 39’unu götürdüler.
Ne Cumhurbaşkanlığı’nı ne parlamenter sisteme dönmek için 600 sandalyeli Meclis’te çoğunluğu alamayan CHP’nin milletvekili sayısı 130 olacak, oysa geçen dönem 146 idi. Bu da siyaset cambazlarının iflas ettiğini gösteriyor. Kendi başlarına seçime girseler milletvekili çıkaramayacak küçük ortakları milletvekilliği kaparak kazançlı çıktılar. Masanın ikinci büyük ortağı İyi Parti milletvekili sayısını bir artırarak 44’e çıkarmış olsa da umduğunu bulamadı. “Başbakan olacağım” diye havalanan Akşener kaybetti. Kapatılma korkusuyla adaylarını Yeşil Sol Parti’den gösteren HDP 80 milletvekilliği hedeflemesine karşın 61 milletvekili çıkardı. Masanın 6 parti başkanı Meclis’in dışında kaldı. Bol yemekli, şatafatlı el sıkışmalı masa işe yaramadı. Ankara, İstanbul Belediye Başkanları İmamoğlu ve Yavaş’ın tellal çığırtkanlıkları masayı kurtaramadı.
Demokrasi ve Ulusal Çıkarlar Açısından İki Büyük Partinin Önemi
Vatansever Türk seçmeni Başkanlık Sistemi’ni değiştirmek istemediğini gösterdi, Cumhur İttifakı’na ve Başkanı Erdoğan’a “Göreve Devam” dedi. Parlamenter Sistem Türkiye’nin siyasi tarihinde kaldı, miras olarak üçte biri seçime katılabilen çok sayıda partiyle “Parti Enflasyonu” bıraktı. 2023 Seçim sonucuna göre TBMM’de 15 parti temsil edilecek. AK Parti, MHP, CHP, İyi Parti, Yeşil Sol Parti grupları dışında Deva, Gelecek, Saadet ve Demokrat partilerinin ortak grup tasarımı gerçekleşirse altı grup olacak. Oysa, Başkanlık Sistemi’nde birbirinin alternatifi iki büyük parti esastır. Bu doğal kural Türkiye’de ittifakların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Güçlü Cumhur İttifakı varlığını koruyacaksa da Millet İttifakı dağılacak görünüyor. PKK bağlantılı Emek ve Özgürlük İttifakı, Ata İttifakı, Sosyalist Güç Birliği İttifakının ise sisteme olumlu katkıları yok.
Bugünkü siyasi sistemin odakları; AK parti ve Cumhur İttifakı en güçlü siyasi yapı, karşısındaki zayıf siyasi yapı Millet İttifakı’nın ise devam edip etmeyeceği, ne olacağı belli değil. İkinci büyük parti CHP ise bugünkü yönetimiyle erime sürecine girmiş bulunuyor. CHP listesinden milletvekili çıkaran Millet İttifakı’nın küçük ortaklarının geleceğinin de ne olacağı tartışılabilir. Belki yukarıda sözünü ettiğimiz Meclis’te altıncı grubu oluşturamayabilirler, oluştursalar da uzun süreli olmayabilir. Küçük ortakların CHP listesinden çıkardıkları milletvekillerinin büyük bölümünün yarınlarda başta AK Parti olmak üzere Cumhur İttifakı partilerine geçmesi olası, siyasi transferleri şaşırtıcı olmaz, hatta beklenen gelişme olur. Geçmişten gelen birliktelikleri düşünülürse, büyük siyasi gücün küçük olanı çekip yutması aslında siyasetin doğası gereğidir.
Demokrasinin sağlıklı işleyişi, sorunların çözümü bakımından Meclis’te birbirinin alternatifi iki büyük partinin olması, Başkanlık Sistemi’nde olduğu kadar diğer sistemler için de önemlidir. AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 seçiminde 550 sandalyeli Meclis’te AK Parti 363, CHP 178 ve bağımsızlar 9 milletvekiliyle yer almışlardı. 1946 yılından sonra Meclis yine iki partili olmuştu. Ancak, AK Parti Genel Başkanı Erdoğan okuduğu şiirin siyasi suç sayılmasıyla aldığı mahkûmiyetten milletvekili seçilememişti. AK Parti Hükümeti Gül başkanlığında kurulmuştu. Demokrasi adına Baykal başkanlığındaki CHP’nin desteğiyle yapılan anayasa değişikliği sonucu Erdoğan’ın milletvekili seçilmesinin önündeki engel kaldırıldı. Üç Siirt milletvekilinin düşürülmesinin ardından, 9 Mart 2003 Siirt ara seçimiyle Erdoğan milletvekili seçildi ve başbakan oldu.
İki büyük parti demokrasinin işleyişi kadar ulusal çıkarların korunmasında da önemlidir. AK Parti iktidara geldiğinde ABD İkinci Körfez Savaşı ve Irak’ı işgal hazırlığı içindeydi. Türkiye’de üs kurup Irak’a girmek istiyordu. Federe Kürt Devleti hedeflemişti. ABD’nin müttefiklikle bağdaşmayan sakıncalı planına karşı çıkan Ecevit Hükümeti engel oluşturmuştu. Türkiye, ABD’nin geçişi için önce Türk Ordusu’nun kuzey Irak’a girerek geçiş güzergâhını tutmasını planlamıştı. Gül Başkanlığındaki AK Parti Hükümeti ABD için yeni umut olmuş, ABD yönetimiyle “At Pazarlığı” denilen pazarlık yapılmıştı. Gül Hükümeti’nce ABD’nin isteğine uygun, Türkiye’nin çıkarlarına ters 1 Mart 2003 tezkeresi Meclis’e sunuldu. Baykal’ın hâlâ resmen metni açıklanmayan konuşmasıyla, CHP ve AK Parti milletvekillerinin işbirliği sonucu Meclis’ten geçmesi engellendi.
İşgal Edilen Bir Cumhuriyet Kalesi: Atatürk’ün CHP’si
Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Nutuk” eserini Türk gençliğine hitabesiyle sonlandırmıştı. Hitabeyi günün koşullarına göre yorumlayarak okuyup ders çıkarmak gerek. Atatürk, “Bütün kaleler zapt edilmiş olabilir. İktidar sahipleri (yöneticiler) şahsi menfaatlerini işgalcilerin siyasi emelleriyle birleştirebilirler. Bu koşullar içinde vazifen kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” diyordu. ABD-FETÖ kaset komplosu sonucu Baykal ve yönetimi tasfiye edilerek, Kılıçdaroğlu yönetimi getirilerek, Atatürk’ün Cumhuriyetin kalesi yaptığı CHP işgal edilmiş, İkinci Cumhuriyetçilerin, Batıya bağlı liberallerin, ayrılıkçı Kürtçülerin, azınlıkların, Sünnî Türkleri dışlayan Alevî mezhepçilerin partisi yapılmıştır. Kılıçdaroğlu yönetimi siyasi çıkarları için ABD-FETÖ-PKK cephesine boyun eğerek yanlarında yer almıştır.
Cumhurbaşkanlığı ikinci turunda seçmeninin önünde iki seçenek vardı. Ya ABD Başkanı Biden’ın, ABD-FETÖ ve PKK desteğiyle Erdoğan’ı yıkma tertibine katılmak ya da karşı çıkmak. Yüz yıl önce yedi düvele meydan okumuş milletin vatansever seçmenleri karşı çıkmayı seçti. Türkiye yönetimini ABD-NATO, Batı-AB ve maşaları FETÖ, PKK uşaklarının değil, kendinin belirleyeceğini gösterdi. Mecliste çoğunluğu AK Parti’nin Cumhur İttifakına kaptıran Kılıçdaroğlu, oy yüzdesinin Erdoğan’ın altında olduğunu da görmezden gelerek, sahte milliyetçilik kisvesi altında ikinci tura umut bağladı, Akşener ile birlikte parlamenter sisteme dönüş öykülerini sürdürdü. Elini masaya vurarak sonuna kadar mücadele edeceğini söyleyen Kılıçdaroğlu’nun sonu hüsran oldu. ABD’den İsrail’e ve Batı odaklarına uzanan tertipler yarar sağlamadı.
Atatürk çizgisinden sapılarak, Altı Ok’a sırt dönerek, masaya vurarak seçim kazanılmaz. Kılıçdaroğlu, CHP’nin altı ilkesine dayanmıyor, Altı Oku geriye atmış bulunuyor. Çünkü ABD’ye, NATO’ya, AB’ye “Evet” diyerek Cumhuriyetçi, Londra kara para tacirlerine avuç açarak Devletçi olunamaz. PKK’nın isteklerini kabul ederken, Suriyeli mültecilere karşı çıkarak Milliyetçilik değil, sahte milliyetçilik sergilenmiş olur. Atatürk Türkiye’sine isyan etmişlerle özdeşleşerek “Ben Dersimli Kemalim” demekle Atatürk Milliyetçiliği, “Ben Alevî’yim” diyerek Alevî mezhepçiliği yapmakla Laiklik bağdaşmaz. Halkla bütünleşmeyen, toplumu ayrımlaştıran Halkçılık sözde kalır. 14 Mayıs’ta kendisinin ve partisinin kaybettiğini gören Kılıçdaroğlu’nun yenilen pehlivanın güreşe doymama tutkusuyla masaya elini vurarak, “Buradayım, sonuna kadar mücadele edeceğim” demesi, genel başkanlık koltuğunu kaybetme telaşındandı.
Kılıçdaroğlu’nun CHP’si 13 yılda ne Cumhurbaşkanlığı ne de milletvekilliği seçimi kazandı, yenilgi siyasi parti için sürdürülebilir olamaz, seçmeni ve tabanı sorumlu genel başkanın ve yöneticilerinin koltuklarında oturmasını kabullenemez. 14-28 Mayıs’ta hezimete uğrayan Kılıçdaroğlu ve yönetiminin şirazesinden çıkardığı partinin Atatürkçü çizgiye dönme mücadelesi olacaktır. CHP, Genel Merkezi’nden il ve ilçe teşkilâtlarına dek arınışla Atatürkçü çizgiye döndürülemezse, marjinal parti olarak kalacak. Oysa iktidara rakip ana muhalefet partisine ihtiyaç var. Görev Atatürkçü kadrolarına düşüyor. Seçim sonuçlanmadan Kılıçdaroğlu’nu 13’üncü Cumhurbaşkanı, kendilerini yardımcısı ilân eden, özde CHP’li olmayan Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş ile benzerleri, CIA, Mossad, Batı, FETÖ, PKK ajanları yönetimden uzak tutulabilirse başarılır.
Mustafa Kemal, 1924’te 'Halk Partisi, hiçbir safsataya iltifat etmeyerek Türk Cumhuriyeti’ni kuran inkılâpçı bir ruhun bütün millette kendini gösteren örgütlenişidir.' diyerek CHP’yi Cumhuriyet’in bir kalesi yapmıştı.
Atatürk çizgisinden sapılarak, Altı Ok’a sırt dönerek, masaya vurarak seçim kazanılmaz. Kılıçdaroğlu, CHP’nin altı ilkesine dayanmıyor, Altı Oku geriye atmış bulunuyor.
Lozan Antlaşması imzalanmadan, Cumhuriyet ilân edilmeden önce 6 Aralık 1922’de Mustafa Kemal Paşa, “Halkçılık esası üzerine Halk Fırkası adıyla siyasi fırka kurmak niyetindeyim.” diyordu. 8 Nisan 1923’te Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı sıfatıyla yayınladığı Dokuz Umde parti programının temelini oluşturuyordu. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Halk Fırkası adıyla yeniden örgütleniyor, İzmir’in Kurtuluşu’nun yıl dönümü 9 Eylül 1923’te Mustafa Kemal Paşa tarafından Dâhiliye Vekâleti’ne kuruluş başvurusu sunuluyordu. Partinin adı 1924’te “Cumhuriyet Halk Fırkası” idi. 1927 yılında Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Milliyetçilik olarak belirlenen ilkelerine 1931 yılında Devletçilik ve İnkılâpçılık eklenerek simgesel Altı Ok tamamlandı, 1935 yılında fırka yerine “Cumhuriyet Halk Partisi” adını aldı.
Kökeni Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne dolayısıyla Kuvâ-yi Milliye’ye dayandığından, ayrıca inkılapçılık (devrimcilik) ilkesine bağlı olarak Cumhuriyet devrimlerine önderlik ettiğinden, “Devleti Kuran Parti” olarak da tanıtıla gelinmiştir. Saltanatın kaldırılmasından bir ay sonra Mustafa Kemal Paşa’nın gündeme getirdiği parti; Cumhuriyetin İlânı, Halifeliğin Kaldırılışı, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması, Yeni Vergi Sistemi ve Çağdaş Kıyafet değişiklikleri, Miladi Takvim, Yeni Harfler ve Uluslararası Rakamların Kabulü, Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu, Hukuk ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunlarının çıkarılması gibi Cumhuriyet Devrimleri’nin gerçekleşmesinde, eğitim, kültür ve ekonomik kalkınma politikalarının oluşturulmasında önemli hizmetler vermiş, adeta bir “Cumhuriyet Kalesi” olmuştu.
Mustafa Kemal, 1924’te “Halk Partisi, hiçbir safsataya iltifat etmeyerek Türk Cumhuriyeti’ni kuran inkılâpçı bir ruhun bütün millette kendini gösteren örgütlenişidir.” diyerek CHP’yi Cumhuriyet’in bir kalesi yapmıştı. Yıllar sonra CHP Genel Sekreteri Recep Peker’e, “Ne bileyim sonuna kadar CHP’nin benim partim olarak kalacağını?” diye kaygısını da dile getirmişti.
Kurtuluş Savaşı’nı, CHP’nin kuruluşunu, Atatürk yıllarını yaşayan yazarlarımızdan Falih Rıfkı Atay, “Babanız Atatürk” kitabında Atatürk’e atfedilen bir anıyı şöyle anlatıyor: “CHP Genel Sekreteri Recep Peker CHP ile ilgili bir vesikayı Atatürk’e imzalatmaya getirdiğinde Atatürk, vesikanın üzerine ‘Partim’ sözünü yazar. Peker, ‘Paşam niçin CHP yazmıyorsunuz?’ diye sorar. Atatürk de ‘Ne bileyim sonuna kadar CHP’nin benim partim olarak kalacağını?’ diye yanıt verir.” Anlaşılıyor ki Atatürk, CHP’nin çizgisinden saptırılabileceği seçeneğini düşünmüş olmalı. (…)
PKK’nın isteklerini kabul ederken, Suriyeli sığınmacılara karşı çıkarak Milliyetçilik değil, sahte milliyetçilik sergilenmiş olur.
İnönü, Marshall yardımı alabilmek için ABD’nin himayesine girmeyi kabul etmiş, Bayar ve Menderes’in NATO’ya katılma siyasetine onay vererek, Atatürk çizgisine ters düşmüştü. Her ikisini de danışmanlık yaparak tanıdığım ve dost olduğum Demokratik Solcu Ecevit ve Baykal Atatürkçü çizgiden ödün vermemiş liderlerdi. Baykal, ABD’nin Irak’ın işgali için İkinci Körfez Savaşı’nı Türkiye üzerinden başlatma, 60 bin ABD askeriyle Türkiye’yi örtülü işgal planını, 1 Mart 2003 tezkeresinin Meclis’ten geçmesini engelleyerek önlemişti. Bu ulusal başarısıyla Baykal, temizlenmesi gereken pürüz olarak ABD’nin kara listesine alınmış, maşası FETÖ’nün kaset komplosuyla 10 Mayıs 2010’da istifa etmek zorunda bırakılmış, Genel Başkanlık’tan ayrılmıştı. ABD-FETÖ cephesinin istediği Kılıçdaroğlu 22 Mayıs 2010’da Genel Başkan yapıldı.
Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlığı 13 yılı doldurdu, ama “kaç günü kaldı?” diye sorulabilir. Bugün Batı-AB, ABD-NATO ayak bağından bırakınız rahatsız olmayı, bunu kendine güvence gören ve mutluluk duyan CHP yönetimi son 13 yılın getirdiği Atatürk çizgisine karşıt bir olgu. ABD, FETÖ, HDP ya da eşi Yeşil Sol Parti dolayısıyla PKK ile cepheleşmiş bulunan bugünkü CHP, Atatürk milliyetçilerinin, antiemperyalistlerin, devletçilerin, devrimcilerin, halkçıların, sosyal demokratların yer aldığı bir parti değil. Bugünün CHP’si İkinci Cumhuriyetçilerin, göbek bağı Batı’da olan liberallerin, ayrılıkçı Kürtçülerin, azınlıkların, Sünnî Türklere yer vermeyen Alevî mezhepçilerin partisi. Ne yazık ki Cumhuriyetin kalelerinden biri işgal edilmiş durumda. Bu partiye CHP demek, kökenden gelen Atatürkçü CHP’lilere zor geliyor, doğuşuna ve özüne karşıt parti.
AK Parti ve Cumhur İttifakı lideri, Cumhurbaşkanı Erdoğan, CHP’nin Atatürkçü çizgiden saptığını defaatle eleştiri konusu yapa geldi. Erdoğan, 10 Kasım 2017 Beştepe’de Atatürk’ü Anma Töreni’nde şöyle diyordu: “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten sonraki CHP önce İsmet İnönü’nün, daha sonra da başına geçen diğer genel başkanlarının CHP’si olmuştur. Bugünkü CHP’de malum şimdiki başında bulunan zatın CHP’sidir. Böyle bir partiyle Atatürk arasında ilişki kurmak Gazi’ye yönelik en büyük bühtandır (kara çalmaktır, iftira etmektir)”.
Türkiye Cumhuriyeti emperyalizme karşı verilen savaşla kurulmuştur. Mustafa Kemal Paşa 1924 yılındaki bir konuşmasında, “Halk Fırkası, memleket ve millet her türlü dayanaktan mahrum bırakılarak felâkete atıldığı uğursuz zamanda bütün milleti kadrosu içine alarak kuvvet ve kudret yapan, harici düşmanları kovan, dahili düşmanları imha eden, halka hürriyet ve hâkimiyet temin eden mukaddes bir cemiyettir.” diye partisinin çizgisini ve emperyalizme karşı Kuvâ-yi Milliyenin devamı olduğunu vurguluyordu. Böyle bir partinin emperyalizme karşı dik durması doğası gereğidir, tabanı ve Türk halkı bu konuda ödün verilmesini kabullenemez. Emperyalist odaklar Batı-AB, ABD-NATO, Türkiye’de iktidarı değiştirmek için ana muhalefete ve yedili masa ittifakına arka çıktılar, ama Türk halkının milli iradesi plânlarını çökertti. (…)
ABD’ye, NATO’ya, AB’ye “Evet” diyerek Cumhuriyetçi, Londra kara para tacirlerine avuç açarak Devletçi olunamaz.
Vatansever Türk seçmeni Başkanlık Sistemi’ni değiştirmek istemediğini gösterdi, Cumhur İttifakı’na ve Başkanı Erdoğan’a “Göreve Devam” dedi. Parlamenter Sistem Türkiye’nin siyasi tarihinde kaldı, miras olarak üçte biri seçime katılabilen çok sayıda partiyle “Parti Enflasyonu” bıraktı. 2023 Seçim sonucuna göre TBMM’de 15 parti temsil edilecek. AK Parti, MHP, CHP, İyi Parti, Yeşil Sol Parti grupları dışında Deva, Gelecek, Saadet ve Demokrat partilerinin ortak grup tasarımı gerçekleşirse altı grup olacak. Oysa, Başkanlık Sistemi’nde birbirinin alternatifi iki büyük parti esastır. Bu doğal kural Türkiye’de ittifakların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Güçlü Cumhur İttifakı varlığını koruyacaksa da Millet İttifakı dağılacak görünüyor. PKK bağlantılı Emek ve Özgürlük İttifakı, Ata İttifakı, Sosyalist Güç Birliği İttifakının ise sisteme olumlu katkıları yok.
Bugünkü siyasi sistemin odakları; AK Parti ve Cumhur İttifakı en güçlü siyasi yapı, karşısındaki zayıf siyasi yapı Millet İttifakı’nın ise devam edip etmeyeceği, ne olacağı belli değil. İkinci büyük parti CHP ise bugünkü yönetimiyle erime sürecine girmiş bulunuyor. CHP listesinden milletvekili çıkaran Millet İttifakı’nın küçük ortaklarının geleceğinin de ne olacağı tartışılabilir. Belki yukarıda sözünü ettiğimiz Meclis’te altıncı grubu oluşturamayabilirler, oluştursalar da uzun süreli olmayabilir. Küçük ortakların CHP listesinden çıkardıkları milletvekillerinin büyük bölümünün yarınlarda başta AK Parti olmak üzere Cumhur İttifakı partilerine geçmesi olası, siyasi transferleri şaşırtıcı olmaz, hatta beklenen gelişme olur. Geçmişten gelen birliktelikleri düşünülürse, büyük siyasi gücün küçük olanı çekip yutması aslında siyasetin doğası gereğidir.
Demokrasinin sağlıklı işleyişi, sorunların çözümü bakımından Meclis’te birbirinin alternatifi iki büyük partinin olması, Başkanlık Sistemi’nde olduğu kadar diğer sistemler için de önemlidir. AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 seçiminde 550 sandalyeli Meclis’te AK Parti 363, CHP 178 ve bağımsızlar 9 milletvekiliyle yer almışlardı. 1946 yılından sonra Meclis yine iki partili olmuştu. Ancak, AK Parti Genel Başkanı Erdoğan okuduğu şiirin siyasi suç sayılmasıyla aldığı mahkûmiyetten milletvekili seçilememişti. AK Parti hükûmeti Gül başkanlığında kurulmuştu. Demokrasi adına Baykal başkanlığındaki CHP’nin desteğiyle yapılan anayasa değişikliği sonucu Erdoğan’ın milletvekili seçilmesinin önündeki engel kaldırıldı. Üç Siirt milletvekilinin düşürülmesinin ardından, 9 Mart 2003 Siirt ara seçimiyle Erdoğan milletvekili seçildi ve başbakan oldu.
İki büyük parti demokrasinin işleyişi kadar ulusal çıkarların korunmasında da önemlidir. AK Parti iktidara geldiğinde ABD İkinci Körfez Savaşı ve Irak’ı işgal hazırlığı içindeydi. Türkiye’de üs kurup Irak’a girmek istiyordu. Federe Kürt Devleti hedeflemişti. ABD’nin müttefiklikle bağdaşmayan sakıncalı planına karşı çıkan Ecevit hükûmeti engel oluşturmuştu. Türkiye, ABD’nin geçişi için önce Türk Ordusu’nun kuzey Irak’a girerek geçiş güzergâhını tutmasını planlamıştı. Gül Başkanlığındaki AK Parti Hükümeti ABD için yeni umut olmuş, ABD yönetimiyle “At Pazarlığı” denilen pazarlık yapılmıştı. Gül Hükümeti’nce ABD’nin isteğine uygun, Türkiye’nin çıkarlarına ters 1 Mart 2003 tezkeresi Meclis’e sunuldu. Baykal’ın hâlâ resmen metni açıklanmayan konuşmasıyla, CHP ve AK Parti milletvekillerinin işbirliği sonucu Meclis’ten geçmesi engellendi.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Nutuk” eserini Türk gençliğine hitabesiyle sonlandırmıştı. Hitabeyi günün koşullarına göre yorumlayarak okuyup ders çıkarmak gerek. Atatürk, “Bütün kaleler zapt edilmiş olabilir. İktidar sahipleri (yöneticiler) şahsi menfaatlerini işgalcilerin siyasi emelleriyle birleştirebilirler. Bu koşullar içinde vazifen kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” diyordu. ABD-FETÖ kaset komplosu sonucu Baykal ve yönetimi tasfiye edilerek, Kılıçdaroğlu yönetimi getirilerek, Atatürk’ün Cumhuriyetin kalesi yaptığı CHP işgal edilmiş, İkinci Cumhuriyetçilerin, Batıya bağlı liberallerin, ayrılıkçı Kürtçülerin, azınlıkların, Sünnî Türkleri dışlayan Alevî mezhepçilerin partisi yapılmıştır. Kılıçdaroğlu yönetimi siyasi çıkarları için ABD-FETÖ-PKK cephesine boyun eğerek yanlarında yer almıştır.
Cumhurbaşkanlığı ikinci turunda seçmeninin önünde iki seçenek vardı. Ya ABD Başkanı Biden’ın, ABD-FETÖ ve PKK desteğiyle Erdoğan’ı yıkma tertibine katılmak ya da karşı çıkmak. Yüz yıl önce yedi düvele meydan okumuş milletin vatansever seçmenleri karşı çıkmayı seçti. Türkiye yönetimini ABD-NATO, Batı-AB ve maşaları FETÖ, PKK uşaklarının değil, kendinin belirleyeceğini gösterdi.
Atatürk çizgisinden sapılarak, Altı Ok’a sırt dönerek, masaya vurarak seçim kazanılmaz. Kılıçdaroğlu, CHP’nin altı ilkesine dayanmıyor, Altı Oku geriye atmış bulunuyor. Çünkü ABD’ye, NATO’ya, AB’ye “Evet” diyerek Cumhuriyetçi, Londra kara para tacirlerine avuç açarak Devletçi olunamaz. PKK’nın isteklerini kabul ederken, Suriyeli sığınmacılara karşı çıkarak Milliyetçilik değil, sahte milliyetçilik sergilenmiş olur. Atatürk Türkiye’sine isyan etmişlerle özdeşleşerek “Ben Dersimli Kemalim” demekle Atatürk Milliyetçiliği, “Ben Alevî’yim” diyerek Alevî mezhepçiliği yapmakla Laiklik bağdaşmaz. Halkla bütünleşmeyen, toplumu ayrımlaştıran Halkçılık sözde kalır. 14 Mayıs’ta kendisinin ve partisinin kaybettiğini gören Kılıçdaroğlu’nun yenilen pehlivanın güreşe doymama tutkusuyla masaya elini vurarak, “Buradayım, sonuna kadar mücadele edeceğim” demesi, genel başkanlık koltuğunu kaybetme telaşındandı.
Kılıçdaroğlu’nun CHP’si 13 yılda ne Cumhurbaşkanlığı ne de milletvekilliği seçimi kazandı, yenilgi siyasi parti için sürdürülebilir olamaz. Genel başkanın ve yöneticilerinin koltuklarında oturması kabullenemez
internet adresinden ulaşabilirsiniz.
Türkiye’nin karşısında iki tuzak var; (1) Ukrayna için garantörlük ve (2) İsrail gazına yol açmak. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Türkiye-Rusya ilişkisini bozabilmek ve iki dostu düşman yapabilmek için vekalet savaşçısı Ukrayna’nın Türkiye’den garantörlük isteğiyle kapan kurmuş durumda. Avrupa Birliği (AB), göz koyduğu Doğu Akdeniz gazını barış ve istikrar yutturmacası ve bölgesel işbirliği oyunuyla sömürebilmek için kurduğu kapana İsrail gazını yem olarak koydurmuş bulunuyor. Türkiye, ulusal çıkarları gereği dikkatli olmak ve her iki kapana da düşmekten kaçınmak zorundadır.
Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminin hızlı ve kesin karar alma avantajı karşısında, hataya düşmeme zorunluluğu önem kazanıyor. Ulusal güvenlik konuları üzerinde yeterince durmayan, halkın geçim sıkıntısını provoke etmekten başka stratejisi olmayan “altı artı bir (6+1) parçalı” yamalı bohça görünümündeki muhalefetin akıl erdiremediği ve dile getiremediği önemli konularda iktidarın ve cumhurbaşkanının karar öncesi yüksek hassasiyetle durması gerekiyor. Ukrayna Savaşı ile ortaya çıkan önemli iki konu var. Bunlardan biri Ukrayna’nın isteğine uyularak garantör ülke olmayı kabul edip etmeme sorunu. Diğeri ise İsrail ile anlaşma ve uzlaşma diye, İsrail gazını Avrupa’ya taşıma projesiyle Doğu Akdeniz gazında Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın oyununa gelmek, Doğu Akdeniz’i Avrupa Birliği (AB) gaz sömürüsüne açma tehlikesi. Bu konular ana muhalefet partisi başkanının elektrik faturası oyunuyla evinin elektriğini kestirerek oynadığı gaz lambası şovundan elbette çok daha önemli.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, birkaç kere ve son kez 24 Nisan’da ABD’nin Hizmetkârı Zelensky ile telefon görüşmesinin ardından, “Ukrayna’nın garantörlük isteğine sıcak bakıldığını” söyledi. 18 Nisan 2022 tarihiyle sitemizde yer alan “Ukrayna Satrancı” yazımızda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya ve Ukrayna arasında doğru olan tarafsızlık kararını ve diplomatik çözüm arayışlarını övgüyle dile getirirken, “Türkiye için arabuluculuk diplomatik başarı olabilir, ama garantörlük Ukrayna’ya bir NATO üyesini yanına çekmesiyle destek sağlarken, yarınlarda çıkması kaçınılmaz çatışmalarla Türkiye’yi Rusya ile karşı karşıya getirebilir” diyerek olası tehlikeye dikkat çekmiştik. “Askerî uzmanlar ve dış politika uzmanları garantörlüğü sakıncalı buluyorlar” diye de eklemiştik. Savaş süreci hızla gelişiyor ve değişiyor, nitekim 25 Nisan’da ABD Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Austin’in Kiev’de Zelensky ile görüşmeleri sonrası, Ukrayna’ya savunmadan öte taarruz silahları verileceği açıklandı.
Rusya’nın yenilmesi umuduyla ABD, İngiltere, NATO ve Avrupa ülkeleri savunma silahı yerine saldırı silahı vermeye başladılar, çatışmaları Rusya’ya sıçratmaya çalışıyorlar. ABD, silah ağırlıklı ek 33 milyar dolar yardım yapıyor, ağır topçu silahlarının sevkiyatını artırıyor, Ukrayna birliklerine kritik askeri sistemler, radar ve topçu eğitimi veriyor. 26 Nisan’da NATO Savunma Bakanları silah desteğinin artırılmasını kararlaştırdı. Almanya tanklar vermeyi kabul etti. İngiltere müttefiklerini savaş uçağı göndermeye çağırdı. Biden, Putin’e “Ukrayna’ya hükmetmeyi asla başaramayacaksınız” mesajı gönderiyor. Foreign Policy dergisinde, “Biden’ın Ukrayna’daki savaşı küresel savaşa çevirme” tehlikesine dikkat çekiliyor. Moskova’dan ise, “Yardımların öngörülemeyen sonuçlara yol açacağı” görüşü geliyor. Rus basınında, Üçüncü Dünya Savaşı ve nükleer savaş tehlikesinden söz ediliyor. Dışişleri Bakanı Lavrov, “Nükleer savaş riskini hafife almayın” uyarısını yaparken ABD, Rusya’yı nükleer savaşa tahrik ediyor.
ABD hegemonyasını birinci dünya savaşından bu yana, dünya savaşlarının yanısıra bölgesel savaşlarla insanların kanını dökerek cesetleri çiğneyerek silah gücüyle sürdürüyor. Rusya’yı dize getirip hegemonyasını sürdürebilme amaçlı Ukrayna’daki vekalet savaşı da aynı. Ukrayna’yı insan etini dolara dönüştüren kıyma makinasına sokmuşcasına tüccar devlet oyununu oynuyor, ABD’deki silah sanayi kompleksinin patronları besleniyor.
ABD, İngiltere ve müttefikleri savaşa fiilen katılsalar da Rusya zayıflasa da varlığını korur, ama Avrupa zararlı çıkar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Zelensky ve Putin’i 29 Mart İstanbul görüşmesi doğrultusunda masaya oturtma ve barışı kotarma diplomasisi sürüyor, ama bunun gerçekleşmesi olası görünmüyor. Çünkü, ABD ateşkes ve barış değil, savaşı büyütmek istiyor. Başlangıçta barış umudu vardı, ancak şimdi yıl sonundan önce ateşkes beklenmiyor. Böyle bir süreçte sağlanacak ateşkes geçici olur, kalıcı barışa ulaşılamaz. Bu durumda Ukrayna’ya güven desteği diye garantör ülke statüsünü kabul etmek, gelecekte çıkması kaçınılmaz görünen çatışmalar sonucu, Rusya ile savaşa girmeyi kabul etmek demektir. Türkiye’nin garantörlüğüyle ABD, Türkiye-Rusya ilişkisini koparma fırsatını yakalamak istiyor. Türkiye’nin garantörlüğü, Ukrayna-Rusya arasında tarafsızlığını zedeleyeceği gibi, Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tarafı, uygulayıcısı ve koruyucusu olmasıyla da çelişkilidir.
İlişkileri düzeltmek için 14 yıl sonra, 9 Mart 2022’de İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog, Ankara’yı ziyaret ederek Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşüyor ve yeni süreç başlatılıyordu. Gündemi olmayan bu ziyarette, “İsrail’den Türkiye’ye uzanacak gaz boru hattı projesi” konuşuluyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Arama ve sondaj gemilerimizle Akdeniz’de ortak çalışmalar yapılabileceğini” vurguluyordu. Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini düzeltmesi, Arap ülkeleriyle de böyle bir süreç izlemesi diplomatik açıdan elbette önemli. Suriye ile de ilişkileri düzeltmek için benzer adım atılmalı. Ancak, hemen vurgulamak gerekir ki Türkiye’nin ne İsrail gazına ihtiyacı var ne de ödün olarak Doğu Akdeniz’de hidrokarbon aramalarında İsrail ile ortak çalışmaya! Boru hattı konuşulmadan önce, İsrail’in Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile 2010’da deniz alanının paylaşılması için yaptığı Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşmasını iptal ederek, kendi çıkarları için de bu anlaşmayı Türkiye ile yeniden yapması gerekir.
Mart ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmek için Ankara’ya gelen İsrail Cumhurbaşkanı Herzog, bir ay önce Atina’da Yunanistan Başbakanı Miçotakis ile buluşmuş, ikili Türkiye’ye karşı uygulayacakları Doğu Akdeniz stratejisinin ayrıntılarını görüşmüşlerdi.
Doğu Akdeniz’de hidrokarbon aramalarına Mısır 1960’lı yıllarda sığ sularda, 1990’dan sonra derin sularda girişmiş ve 2010’a gelindiğinde offshore alanda kullanılabilir ciddi gaz rezervine ulaşmıştı. İsrail de 1999’da derin sularda aramaları başlatmış, 2009’da Tamar ve 2010’da Leviathan offshore sahasında doğalgaz keşfetmişti. 2005’den sonra Kıbrıs Rum Yönetimi bu kervana katılmış, 2011’de Afrodit parselinde ilk doğalgaz bulgusunu gerçekleştirmişti. Geçmişte Türkiye’ye boru hattıyla doğalgaz ihraç projesi gerçekleşmeyen Mısır, doğalgazını sıvılaştırarak LNG şeklinde satmaya girişirken, sahalarını geliştiren İsrail ve Kıbrıs Rum Yönetimi deniz tabanından önce Girit’e ve Türkiye’nin kıta sahanlığını çapraz aşarak Yunanistan’dan İtalya’ya uzanacak offshore “East Med (Doğu Akdeniz) Hattı” ile ihraç etmeyi planlamışlardı. Yılda 12 milyar metreküp kapasiteyle çalışacak hattın hesaplanan 6-7 milyar dolara değil de en az iki katına çıkacak olması projeyi olabilirlikten çıkarmış, ABD desteğini çekmişti.
Türkiye Doğu Akdeniz’de arama ve sondaj olanaklarına ve güçlü bir deniz filosuna sahip. Cumhurbaşkanı Erdoğan, gemilerimizle ortak çalışmalar yapılabileceğini söylemiş olsa da Türkiye’nin buna ihtiyacı olmadığından, Erdoğan’ın sözü sadece dostluk gösterisidir.
Mısır, İsrail, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı şer cephesiydi, ama Mısır East Med Boru Hattı projesine katılmamıştı. ABD’nin desteğini çekmesiyle finansman olanağı kalmayan, teknik sorunları ağır ve güzergâhı tartışmalı bu proje yerine ya Türkiye coğrafyasından geçecek hat veya LNG seçeneği kalmıştı. Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzeltilmesi çabasını gözleyen AB, Doğu Akdeniz gazının İsrail kaynağından başlayarak Avrupa’ya taşınmasını fırsat sayıp, Rus gazına alternatif arayışında gündeme alınmasına önayak oldu. AB çıkarı ve amacı doğrultusunda, Türkiye’ye rağmen Doğu Akdeniz gazına el atmak çabasıyla, bölgesel işbirliği, istikrar, barış soslu politikayla İsrail gazının Türkiye’ye yem olarak sunulmasını sağlamış bulunuyor. Ankara’da İsrail Cumhurbaşkanı Herzog, İskenderun’a uzanacak offshore hattın Avrupa’ya ulaşmasını önerirken, sadece İsrail’in isteğini değil, perde arkasında projenin kotarıcısı ve olası finansörü AB’nin isteğini de dile getiriyordu.
ABD, söylenenden fazla yatırım gerektiren, çevre sorunları ve tartışmalı güzergâhı olan East Med Hattı’ndan desteğini çekince gerçekleşmesi olanağı kalmadı ve İsrail offshore olarak Türkiye uzanacak hatla, Türkiye üzerinden Avrupa’ya gaz taşıma arayışında. Üstelik Kıbrıs Rum gazını da peşine takmış olarak bu projeyi gerçekleştirmek istiyor. İsrail, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan Türkiye’ye karşı şer odağının üçlüsüydü. Mısır, Ürdün ve Filistin’i de yanlarına alarak kurdukları Doğu Akdeniz Gaz Forumu’na Türkiye’yi sokmamışlardı.
AB, Güneydoğu Akdeniz gaz kaynaklarını bu projeye yönlendirme çabasında olup, Kıbrıs Rum Yönetimi gazının katılmasını istemekte. Ancak, Rum Enerji Bakanı Pilidu, Mısır’daki şirketlerle anlaşmak istediklerini, Türkiye’ye yönelik boru hattının zor olduğunu söylüyor. Herzog’un ardından 14 Mart’ta İstanbul’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ansızın ziyarete gelen Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in resmen açıklanmayan isteği, boru hattına katılmaktı. Enerji konusunun konuşulduğu, Miçotakis’in “Güneydoğu Akdeniz’de istikrar hepimizin yararınadır” dediği açıklandı. Bu açıklama AB’nin isteği doğrultusunda katılım talebi olduğunu kanıtlıyor. Miçotakis, olumlu yanıt almış olmalı ki Vahdettin Köşkü’nde kuzu postuna bürünmüş çakal edasıyla sırıtıyordu. Herzog ve Miçotakis’in Türkiye’ye geldiği günlerde, Batılı liderlerin yakın ilgileri ve ziyaretleri, artan stratejik öneme bağlanıyordu. AB politikasıyla İsrail, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın gaz boru hattı niyetleri gözardı ediliyordu.
İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un peşi sıra Yunanistan Başbakanı Miçotakis İstanbul’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaret ediyordu. AB, Doğu Akdeniz gazının İsrail hattından başlayarak, Yunan gazını da yanına katarak gelmesini istiyordu. Miçotakis’in yüzünün ifadesi ve sırıtması olumlu yanıt aldığı izlenimini veriyordu. AB, yalnızca İsrail ve Rum gazına değil, tüm Doğu Akdeniz gazına el atabilmek umuduyla gaz sömürüsü stratejisi izleyecektir.
AB’nin İsrail hattındaki stratejisi, Miçotakis’in girişimi ne basının ünlü kalemşorlarınca ne de ekranların değişmez kıdemli tartışmalarınca değerlendirildi. AB’nin sömürü amacına uygun olarak Avrupa’ya taşınacak Güneydoğu Akdeniz gazından İsrail, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın kazançlı çıkacağı görülebilmeli. İsrail’in kazancı hedeflediği Kürdistan devşirmeli Büyük İsrail projesinin gerçekleşmesine, Kıbrıs Rumlarının ve Yunanlıların kazancı ise, Türkiye’ye karşı daha çok silahlanmalarına, Kızılelma’mız Mavi Vatan’ı işgal girişimlerine neden olacaktır. İsrail-Türkiye doğalgaz hattı, izin verilmemesi gereken, ulusal çıkarlarımıza karşıt bir projedir. “Ukrayna Satrancı” yazımızda, bu nedenle “İsrail’den gelerek Türkiye’ye uzanacak gaz boru hattı, zehirli hat olur” demiştik. Güneydoğu Akdeniz gazı, bölge ülkelerinin ve Türkiye’nin dengeli çıkarlarına uygun olarak, aşağıda önerdiğimiz, “Kıbrıs Türk Gazı Boru Hattı ile Türk Hubı” üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmalıdır.
Kıbrıs Rum Yönetimi, Türkiye’nin kıta sahanlığına ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin haklarına tecavüz ederek belirlediği MEB alanında offshore hidrokarbon aramalarına girişince, Türkiye karşı çıkarak tepki koymuştu. ABD ve AB Türkiye’nin karşısında, Yunanistan’ın yanında yer almakta gecikmediler. Türkiye Doğu Akdeniz’de önce sismik taramaları, sonra da özellikle Kıbrıs çevresinde sondajlı aramaları başlatınca, hem ABD hem de AB Türkiye’yi durdurma çabasına kalkıştılar, ekonomik ambargolar ve yaptırımlar tehditlerini yağdırdılar. Anadolu’nun kıta sahanlığıyla örtüşen, Türkiye’nin Libya Anlaşması ile batı sınırı 26 derece 19 dakika olarak belirlenen olası MEB alanını tanımayan AB, “Biz hazırlatmadık hükmü yok” demiş olsa bile, Yunanistan’ın istemine uygun biçimde, Türkiye’yi Sevilla haritasıyla sınırlanan, neredeyse karasuları dışına çıkarmayan deniz alanına hapsedip, Doğu Akdeniz’in hidrokarbon potansiyeline Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi ile el koyma peşinde çabasını sürdürüyor.
Türkiye’nin resmen ilân edilmemiş olsa da şu an Doğu Akdeniz’deki olası MEB alanı 154 bin 814 kilometre kare büyüklüğünde. Amerikalı George Soros’un “Uluslararası Kriz Grubu” tarafından 2012 yılında çizilen haritada, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı 28 derece doğu boylamı ile sınırlandırılmıştı. Türkiye 2019 yılında Libya ile imzaladığı anlaşmada bu sınırı aşarak 26 derece doğu boylamına dayandırdı. Ancak Türkiye’nin kıta sahanlığının doğal sınırı 23 derece doğu boylamına kadar uzanıyor. Türkiye Petrolleri’ne 28 derece doğu boylamının batısına geçen arama ruhsatı verildi, ama her nedense 28 derece doğu boylamının batısına hiç geçilmedi, 26 derece doğu boylamına gidilmedi. 2020’nin sonuna doğru AB baskısıyla Türkiye, Doğu Akdeniz’deki aramalarını hiçbir gerekçe göstermeden durdurdu, kamuoyuna yapılan açıklama Karadeniz gaz sahasında aramaların yoğunlaştırılacağı oldu. Enerji Bakanı Doğu Akdeniz’de de müjde vereceğiz demişse de o müjde bir başka bahara kaldı.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de görkemli bir kıta sahanlığı var. Bu deniz yetki alanının batı ucu Girit’in doğusuna dayanmış olmakla birlikte, doğal sınırı Girit’in batısına kadar uzanıyor. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin illegal MEB alanı ise, Türkiye’nin kıta sahanlığına ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin haklarına tecavüz ederek düzenlenmiş durumda. Türkiye’nin kıta sahanlığı deniz tabanı kapanlarda hidrokarbonlar (petrol ve doğalgaz) ve geleceğin gaz yakıtı olacak metan hidritler açısından zengin potansiyele sahip. Deniz yetki alanının üzeri ise offshore rüzgâr santralları kurmaya elverişli bulunuyor. Tabandaki mineraller ve deniz canlıları da doğal zenginlik kaynağı. Türkiye’nin Kızılelması Mavi Vatanı bu nedenlerle çok önemli.
Ağustos 2019’da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Tatar ile görüşme sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklama yaparken, “Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de hidrokarbon arama çalışmalarına kararlılıkla devam edileceğini” söylüyor, “Doğu Akdeniz’de ne Türkiye’yi ne de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yok sayan hiçbir proje hayata geçirilemez” diyordu. Bir yıl sonra Türkiye ile Yunanistan karşılıklı Navteks ilânlarıyla Doğu Akdeniz’de restleşirken, Temmuz 2020’de Avrupa medyasında, “Türkiye, Doğu Akdeniz’de Yunanistan ile yaşanan tartışmalı bölgede başlattığı doğalgaz arama çalışmalarını askıya aldı” haberi yayınlanıyordu. Fransız AFP haber ajansına konuşan Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın, istişari görüşmeleri kast ederek, “Cumhurbaşkanı Erdoğan, müzakerelerin devam ettiği sırada daha yapıcı bir tutum belirleyene dek biraz beklememiz gerektiğini söyledi” diyordu. Biraz denilen süreç, şimdilik iki yıla ulaşmış bulunuyor daha da uzayacak mı bilinmez!...
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çalışmalarını durdurmasında süregelen ekonomik sıkıntılar, ABD ve AB baskısı, AB’nin yaptırım kararları etkili olmuştu. Türkiye ve Yunanistan arasında gerginliğin azaltılması için geçmişte de denenmiş, ama sonuç vermemiş ve vermesi olanaksız görünen, “İstişari Görüşmeler” durdurmaya gerekçe gösteriliyordu. Doğu Akdeniz’de artık “Oruç Reis” gemisi ve “Barbaros Hayrettin Paşa” gemisi sismik araştırma yapmıyordu, Kıbrıs çevresinde sondaj yapan “Fatih” sondaj gemisi ve “Yavuz” sondaj gemisi Doğu Akdeniz’de hiçbir offshore yeri delmiyordu. Araştırma filosuna yeni katılan “Kanuni” sondaj gemisi ise Akdeniz’e hiç açılmadı. Yunanistan’ın uzlaşmaz tutumuyla düzelmesi olanaksız Türk-Yunan ilişkileri bahanesiyle ABD, AB ve NATO’ya verilen tavizler sonucu gemiler Akdeniz’den çekilmişti. Mavi Vatan’a sahip çıkmak sadece askerî tatbikatları değil, o vatanda yatan doğal kaynaklara tavizsiz el atmayı da gerektirdiğinden gemiler çekilmemeliydi!...
Türkiye’nin Kızılelması Mavi Vatanı üzerinde egemenliğin sürdürülmesinde Donanmanın koruma görevi kadar, bağrında barındırdığı kaynaklara sahip çıkıp kullanmak da gereklidir. ABD, NATO ve AB’nin baskıları doğrultusunda Yunanistan ile ilişkileri düzeltmek adına Türkiye’nin iyi niyet gösterisiyle 2020 yılında Doğu Akdeniz’de aramaları durdurmuş olması, beklenen sonucu getirmemiş, zaman kaybına yol açmıştır. Yunanistan uzlaşmazlığını ve Türkiye düşmanlığını inatla sürdürmüştür. Ona hak ettiği yanıtı vermek adına, Donanmanın koruyuculuğunda yapılan aramalara kaldığı yerden en kısa zamanda tekrar başlanmalıdır.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi illegal MEB alanında; Amerikan, İtalyan, Fransız, İsrail, Güney Kore ve Katar şirketlerine ruhsatlar vermiş, bu şirketler de her nedense hep Türkiye’nin olası MEB alanı ile ya da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin parselleriyle çakışan ihtilaflı alanlara sondaj gemilerini sokmak istemişler, Türk Donanma unsurları tarafından çalışmaları engellenmiştir. Türkiye 2010’dan sonra kapsamlı ve üç boyutlu sismik aramalarla bölgeyi taramış, ardından Yavuz ve Fatih sondaj gemileri tarafından derin su sondajları yapılmıştır. Türk sismik arama ve sondaj gemilerinin çalışmaları, Yunanistan ve destekçileri tarafından engellenmesin diye Donanma unsurlarının korumasında gerçekleştirilmiştir. Ancak, yöredeki tüm aramalar gerginlik ortamında, deniz kuvvetlerinin teyakkuzu altında sürdürülebilmiştir. ABD ve AB tehditleri Fransız ve ABD gemilerinin bayrak göstermeleri görülmüştür. 2020’nin ikinci yarısında aramalar durduruluncaya dek Türkiye yedi derin su sondajı yapmıştı.
Yavuz sondaj gemisince Kıbrıs çevresinde Güzelyurt-1, Karpaz-1, Lefkoşa-1 ve Selçuklu-1 olmak üzere dört derin su sondajı yapılmıştır. Fatih sondaj gemisinin yaptığı üç derin su sondajı olup, bunlardan Finike-1 ve Magosa-1 Kıbrıs çevresinde Alanya-1 ise Yunanistan’ın elinde bulunan Antalya’nın dibindeki Meis Adası yakınındadır. Resmî açıklama yapılmamış olmakla birlikte, Türkiye Güneydoğu Akdeniz’de hidrokarbon kapanlarına ulaşmış bulunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Karadeniz’deki gaz bulgusundan sonra, “Karadeniz’dekine benzer güzel bir haberi de Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerimizden alacağız” diyerek olumlu işareti vermişti. Geçen yıl 20 Temmuz’da Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 47’nci yıldönümünde, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ziyaret eden Erdoğan’ın bu konuda açıklama yapması beklenirken, Yunanistan müzakereleri nedeniyle erteleniyordu. Ancak, Kıbrıs çevresinde inanılmaz hidrokarbon rezervi saptandığı hem doğalgaz ve hem de petrol bulunduğu iddiaları var.
Türkiye’nin sondaj gemilerinin Doğu Akdeniz’de Kıbrıs çevresinde derin su sondajı yaptıkları yerler. Resmen açıklanmayan sondaj sonuçları gizli tutulmakla beraber, önemli hidrokarbon kapanlarının bulunduğu söylenmekte. Derin sondajların artırılması gerekmektedir.
Geçen ay 5 Nisan’da Yavuz sondaj gemisini Karadeniz’e uğurlama töreninde konuşan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, “Çok yakın zamanda Doğu Akdeniz’de doğalgazla ilgili önemli gelişmeler yaşanacak” müjdesini yeniden tekrarladı, ama bu müjdenin açıklanmasının, Karadeniz gazının 2023’de karaya ulaştırılmasından sonraya ya da 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Seçimleri öncesine kalması da olası. Yunanistan ve AB kaynakları Türkiye’nin olumlu sonuca ulaştığını ve Türkiye’yi durduramayacaklarını bildiklerinden yeni politikalar üretme çabasındalar. Miçotakis’in İstanbul ziyaretinde Güneydoğu Akdeniz’de istikrardan söz etmesi, hidrokarbon aramalarında AB’nin geliştirdiği işbirliği stratejisinin ipucu. Ancak, AB’nin ve buna bağlı Yunanistan’ın sözde işbirliği bize ait kaynaklara el atma ve sömürme amaçlı taktiklerle dolu olacağından, Türkiye’nin çıkarına sonuç getirmez. Türkiye Doğu Akdeniz’de ve Adalar Denizi’nde işbirliği yutturmacasıyla kendi haklarından taviz vermemeli.
Türkiye Güneydoğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarının sonucunu açıklamalı, arama kuyularının geliştirilmesine ve üretime hazırlanması çalışmalarına girişmeli. Türkiye görüşmelerde gerginlik olmasın diye aramaları durdurmuş olmasına karşın, Yunan tahrikleri görüşmelere aldırış etmeksizin süregelmiştir. Geçen ay 11-21 Nisan arasında geniş kapsamlı ve tüm Türk silahlı kuvvetlerinin katılımıyla gerçekleştirilen Mavi Vatan tatbikatının başında, 12 Nisan’da Yunan savaş gemisi Nikiforos, Yunan işgali altındaki Eşek Adası ve Aydın Hurşit Adası’na liman ziyareti yaparak, Türkiye’yi kışkırtıcı davranış sergiliyordu. Tatbikattan sonra da “Türkler ada işgali tatbikatı yaptılar” diye yaygara koparıyordu. Yunanistan’ın ev sahipliği yaptığı 9 Mayıs 2022 tarihli NATO “Tiger Meet” hava tatbikatının icrasına yönelik belgede, Türkiye’yi hedef alan konulara yer verildiğinden, Türkiye tatbikata katılmaktan vazgeçti. Bunları yapan Yunanistan’a anlayışlı davranmanın gereği yok, Türkiye kaldığı yerden aramalarını sürdürmeli.
Sırasıyla Fatih, Yavuz ve Kanuni sondaj gemileri. Ulusal çıkarlarımız ve Mavi Vatanımıza sahip olma iradesi doğrultusunda, Doğu Akdeniz’e açılıp sondajlara girişmek için hazırlar.
İsrail gaz boru hattına ilişkin henüz yapılan ve açıklanan fizibilite çalışması yok. İsrail’in MEB sahasından başlayıp İskenderun’da Anadolu’ya çıkacak bu hat, Akdeniz’in doğu kıyısına koşut olarak İsrail’den sonra Lübnan ve Suriye MEB alanlarını katedecektir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin gaz bulduğu Afrodit bölgesi; İsrail’in Leviathan sahasının devamı olup, İsrail MEB ilânını Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile değil de Türkiye ile uzlaşarak yapmış olsaydı, kendi MEB sahası içinde kalırdı. Afrodit gazının İsrail boru hattına yönelmesi konumu gereği doğal bir çözüm olarak gösterilecektir. İsrail gaz sahalarının güneyinde Gazze gaz sahası bulunuyor. Gazze Filistin’in güneybatısındaki Gazze Şeridi’nin en büyük kenti ve aslında Filistin’e ait, ama İsrail işgalinde. Gazze gazı da İsrail boru hattına eklenecektir. Güneyde Mısır’a ait gaz sahaları olsa da bunlar şimdilik kapsam dışı. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin diğer parsellerde bulacağı gazlar olursa, onların da İsrail hattına yöneltileceği kesin.
İsrail Boru Hattı’nın konumlanacağı offshore alandaki MEB’ler ve saptanan doğalgaz kapanlarının bulunduğu yerler. Bu kesimdeki gaz potansiyeli fiziksel hub oluşturmaya yeterli.
Kıbrıs, İsrail ve Lübnan offshore üçgen alanında 1,7 milyar varil petrol ve 3,5 trilyon metreküp doğalgaz olduğu tahmin olunuyor. İsrail Tamar alanında 280 milyar metreküp, Leviathan alanında 620 milyar metreküp, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Afrodit parselinde 140 milyar metreküp, Mısır Zohr alanında 850 milyar metreküp doğal gaz rezervi olmak üzere toplam 1 trilyon 890 milyar metreküp ispatlanmış doğalgaz rezervi keşfettiler ki bu da offshore üçgen alanı için tahmini rezervin %54’ü demektir. Ancak, tahmin edilenden daha fazla rezervin olması beklenebilir. Doğu Akdeniz’in tamamı için Ortadoğu toplamı 75,8 değerini aşan 83 trilyon metreküp doğalgaz rezervi olabileceği öne sürülmekte. Aramalarla ispatlanmış gaz rezervinin artacağı kuşkusuz. Dolayısıyla Güneydoğu Akdeniz’de İsrail, Kıbrıs ve Lübnan offshore alanında bulunan gaz, “Doğalgaz Hubı” oluşturmaya yeterli ve AB’nin iştahını kabartan bir potansiyeldir. Buradan üretilecek gazın Avrupa’ya pazarlanması ise büyük bir kazanç kapısıdır.
İsrail bu projenin gerçekleşmesiyle Türkiye üzerinden Avrupa’ya gaz sevk edeceği boru hattına sahip olmakla kalmayacak, Güneydoğu Akdeniz doğalgazı için ayrıca “Fiziksel Gaz Hubı” yani merkez haline gelecektir. Böyle bir durumda Mısır gazının da Avrupa çıkışı İsrail Hubı üzerinden olacaktır. Doğalgaz hubları sadece fiziksel gaz arzı değil, doğalgaz ticaretinde alıcı ve satıcıların rekabet fiyatlarıyla uluslararası ticaret hukukuna uygun ve güvenilir ortamda gaz ticareti yaptıkları, enerji borsası karakterinde platformlardır. Türkiye İsrail’e gaz boru hattı için izin verecek olursa, gümüş tepsi içinde “Güneydoğu Akdeniz’in Doğalgaz Hubı” olması olanağını sunmuş olur. İsrail böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyecek ve değerlendirmek için ısrarcı olacaktır. Nitekim, geçmişte kendisi yeterli gaz bulmamışken bile, Rusya’dan Türkiye’ye gelen Mavi Akım Hattı’ndan gaz alıp pazarlayarak hub olma projesi yapmıştı, ama başaramadı. Şimdi de Türkiye’nin çıkarı için başaramaması gerek, bir hub olacaksa o “Türk Hubı” olmalı.
Mavi Vatan’da taviz vermeyecek Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de büyüklüğü, deniz tabanı kaynakları ve deniz doğasıyla görkemli, devasa kıta sahanlığı var. Kıta sahanlığıyla örtüşecek MEB alanını istediğinde ilân edebilir. Ocak ayında ABD’nin İsrail, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan ortaklı 1900 kilometrelik offshore East Med (Doğu Akdeniz) Boru Hattı’ndan desteğini çekerken açıklanan gerekçesi üç kalemde toplanmıştı. İlk iki kalemde, 1) Çevre koruma, enerji geçişi, yenilenebilir kaynaklara dönüş, 2) Ekonomik ve ticari canlanma olmaması, üzerinde durulmuştu. Bu iki kalemle projenin hesaplanandan daha çok yatırım gerektirmesi, offshore hattın zorlukları ve çevreye olumsuz etkileri sıralanmıştı. Ancak üçüncü neden, Türkiye açısından önemli gerekçeydi, 3) “Bölgede gerilim oluşturması” deniliyordu. Türkiye’nin kıta sahanlığı üzerinden geçmek zorundaydı ve Türkiye izin vermeden inşa edilemezdi. ABD gerekçesiyle, Türkiye’nin kıta sahanlığını (olası MEB alanını) tanımış oluyordu.
2020’de altı ülke; İsrail, Mısır, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan başta olmak üzere, yanlarına Ürdün’ü ve Filistin Ulusal Yönetimini de alarak, Türkiye’nin dışlandığı “Doğu Akdeniz Gaz Forumu (EMGF)” oluşturdular. Fransa’nın Forum’da yer almak, ABD ve AB’nin de gözlemci olarak katılmak istediği açıklandı. Türkiye Dışişleri Bakanlığı tepkisini açıklarken, “Doğu Akdeniz’de, içinde Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin olmayacağı hiçbir girişim başarılı olamayacaktır” vurgusunu yapmıştı. Bu konuda sorunları bilen İspanyol Prof. Tanchum, Foreign Policy dergisine yazdığı, BBC gibi yayın organlarında da yer verilen yazısında “Türkiye’nin Yunanistan’ın deniz yetki alanı iddialarını dayandırdığı Sevilla Haritası’na karşı çıkmakta haklı olduğunu” vurgulamış, “Türkiye’nin daha geniş MEB’e sahip olması gerektiğini” savunmuştu. Şimdi görülüyor ki ABD Yunanistan’ın Sevilla Haritası’nı reddederek Türk kıta sahanlığının 26 derece doğu boylamıyla Girit’e dayanan kıta sahanlığı sınırlarını kabul ediyor.
Türkiye’nin devasa deniz yetki alanında önemli hidrokarbon rezervinin olduğu ve keşif beklediği kuşkusuz. Şimdiye kadar yapılmış altı derin sondajla kapsanan alan, devasa büyüklüğün dörtte biri bile değil. Bu altı sondajda önemli bulgulara rastlanmış olsa da aramaların artırılmasıyla bulguların artacağı kuşkusuz. Yapılması gereken çok sondaj varken, 2020’de bulunan ve açıklanmayan sonuçlarla yetinip aramaların bugüne kadar durdurulmuş olması, Türkiye açısından bir kayıptır. Doğu Akdeniz’de Fiziksel Gaz Hubı olabilecek ülkeler sayılırken Mısır, Türkiye ve Kıbrıs telaffuz edilen ilk yerler olmuştu ve İsrail bunların arasında yoktu. Tüketim merkezi Avrupa’ya yakınlığı nedeniyle Fiziksel Hub olmak için Türkiye diğer alternatiflerden çok daha avantajlı. Ancak, bu avantajını kullanabilmesi Doğu Akdeniz’deki gaz keşiflerini, ispatlanmış gaz rezervini ve kullanılabilir gaz üretim potansiyelini artırması gerekiyor. Geliştireceği kuyulardan yapacağı üretimi olabildiğince kısa zamanlarda başarması da önemli.
Bu noktada bir önerimiz var. Önerimiz Doğu Akdeniz’den üretilecek doğalgazla ilgili izlenmesi gereken strateji ve politikalarla ilişkili. İvedilikle Güneydoğu Akdeniz gazı olmak üzere, Doğu Akdeniz’den üretilecek gazın Türkiye üzerinden Avrupa pazarlarına sunulması için, “Kıbrıs Türk Gazı Boru Hattı” ve “Türk Doğalgaz Hubı” ulusal projesi oluşturulmalı, ödünsüz gerçekleştirilmelidir. Coğrafik konumuyla bu projenin Doğu Akdeniz’deki üssü Kıbrıs Adası ve başlangıç terminali Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Gaz Hubı’nı işletecek ülke Türkiye Cumhuriyeti olacaktır. Projeyi gerçekleştirebilmek ve işlerlik kazandırabilmek için engelleyici veya zayıflatıcı girişimlere karşı hassas olunmalı, rakip boru hattı oluşturacak başta İsrail gazı olmak üzere diğer Doğu Akdeniz ülkelerine ait gazların kendi boru hatlarıyla Türk kıta sahanlığı ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçişişine izin verilmemelidir. Türkiye’nin Mavi Vatanı’nı sahiplenmesi açısından da Türk Gazı Boru Hattı ve Hubı çok önemli bir proje olacaktır.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ve Kıbrıs çevresinde bulduğu ve bulacağı gazlar, Güneydoğu Akdeniz’den Avrupa’ya Türkiye üzerinden gaz göndermek isteyecek ülkelerin gazları, Kıbrıs Türk Gazı Boru Hattı kanalıyla taşınmalı ve Türk Doğalgaz Hubı üzerinden pazarlanmalıdır.
Türkiye’nin başta Kıbrıs çevresi olmak üzere ilk etapta Güneydoğu Akdeniz’den üreteceği gaz, yüksek kapasiteli inşa edilmesi gereken, yüksek doluluk oranı (throughput) sağlanacak bir boru hattıyla taşınabilir. Değişik lokasyonlardan yapılacak üretimler gaz toplama arterlerinden ana boru hattına ulaştırılacaktır. Türkiye Doğu Akdeniz gazı için hub ülke olacağından serbest gaz piyasasına, gaz konusunda liberal ve güvenli bir ticaret hukukuna da sahip olmak zorundadır. Türkiye şimdiye dek, Rusya’dan, Azerbaycan’dan, İran’dan kendi gereksinimleri için gaz almış, Azerbaycan ve Rusya’ya transit boru hatlarıyla gaz taşıma izni vermiş, ama gaz ticaretinde hub olma olanağı yakalayamamıştır. Buna ancak Doğu Akdeniz gazıyla ulaşabilir. Irak gazı da Türk Hubı’na bağlanmalıdır. Türkiye hub ülke olurken, Yavru Vatan Kıbrıs gaz terminaliyle, taşeron ülke statüsüyle yanında yer alacaktır. Bu proje, Kıbrıs terminaline gaz aktaracak ülkelerin, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımalarını da zorunlu kılacaktır.
Türkiye, Mavi Vatan üzerinde sondaj yapılmamış hiçbir alan bırakmama kararında. Sondaj filosuna Fatih, Yavuz ve Kanuni sondaj gemilerinden sonra dördüncü sondaj gemisi ekleniyor. Güney Kore’den alınan, henüz Türk ismi verilmemiş, orijinal ismi “Cobalt Explorer” olan yedinci nesil sondaj gemisi, teknik donanımı en yüksek, en büyük sondaj gemisi olacak. Geminin bu ay Türkiye’ye gelmesinden itibaren yapılacak bakım ve düzenlemenin ardından üç ay içinde çalışmaya başlaması bekleniyor. Türkiye sadece Karadeniz’de değil, Adalar Denizi’nde, Doğu Akdeniz’de, 28 derece doğu boylamının batısında Girit’e kadar olan kesimde, sondajlarla tarayıp tanıdığı Kıbrıs çevresinde yeni doğalgaz bulgularına ulaşma çabasını sürdürecektir. Bu gazlar Kıbrıs Türk Gazı Boru Hattı üzerinden Türk Hubı’na taşınarak, Avrupa pazarına sunulacak. Bu nedenle Türkiye hub ülke olmayı başkasına bırakamaz.
Kıbrıs Türk Gazı Boru Hattı üzerinden Türk Hubı’na gaz verecek ilk yabancı ülkenin de İsrail olması beklenmeli. Nitekim, İsrail şu anda Kuzey Kıbrıs’a ilgi göstermekte. Türkiye’den Kıbrıs’a tarımsal üretimi artırma için sulama suyu verme projesi önemli ve İsrail bu hattan su alabilme umudunda. Kuzey Kıbrıs turizm potansiyeli ile de çekici. Bunları değerlendiren İsrail, Kıbrıs Türk kesiminin ekonomisinde konumlanabilme çabasında. Ukrayna-Rusya Savaşı ile aşılan eşikle ortaya çıkacak yeni dünya düzeni, Kıbrıs Tük Cumhuriyet’ine tanınması için kapı aralıyor. İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un Türkiye’ye gelirken uçağının Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin hava sahasından geçmesi, İsrail’in ilgisine dayalı olumlu bir mesajdır. Şunu da vurgulayalım; İsrail Lübnan-Suriye kıyılarına paralel bir hatla İskenderun’a gaz götüme yerine, Kıbrıs üzerinden yollamayı ekonomik ve akılcı seçenek olarak değerlendirecektir.
AYDINLIK Gazetesi’nin “ÖZGÜRLÜK MEYDANI SAYFASI”, 13 Mayıs (gazete sayfası-2) ve 14 Mayıs (gazete sayfası-15) genel görünüm.
24 Şubat 2022’ye kadar ülkenin gündemi pahalılık karmaşasında elektrik zammıydı. ABD’nin ve İngiltere’nin entrikası, Avrupa’nın çarpık himayesi, Yahudi kökenli Amerikan kuklasının oyunu, Rus lider Putin’i Ukrayna’ya müdahaleye zorlayınca, gündem savaş oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, her iki ülkeyle ilişkilerimizin iyi olduğunu tarafsız kalacağımızı açıkladı. Amerikancı muhalefet bundan rahatsız oluyor, yamalı bohça Millet İttifakı’ndan S-400’lerin Rusya’ya iadesi, Rusların yaptığı Akkuyu Nükleer Santralı’nın millileştirilmesi gibi abesle iştigaller öneriliyordu. Kademeli tarifeyle elektrik fiyatları artınca dağıtım şirketleri günah keçisi seçilmiş, iktidarın Vatan Cephesi ortağınca abesle iştigal devletleştirme önerilmişti. Ne Akkuyu Santralı millileştirilebilir ne de dağıtım şirketleri devletleştirilebilir! İktidar koltuğuna oturmamış siyasi parti başkanları bilgi eksikliklerini gidermeli. Elektrik tarifelerinin yükselmesine de doğru teşhis konulmalı, “Elektrik Piyasasındaki Çöküş” görülmeli! Peki, çöküş neden?...
Elektrik bir emtia mıdır (ticari mal mıdır)? Elektrik bir sosyal hizmet midir? Bu iki soru, 1980’lerden başlayarak 1990’larda çok tartışıldı. Anayasa Mahkemesi elektriği bir sosyal hizmet olarak görüyordu. Serbest piyasaya geçebilmek için bu anlayışın değiştirilmesi gerekiyordu, ama tek başına o da yetmiyordu. Sektöre yatırım yapacak özel sektör kuruluşları yabancı sermaye partnerlerinin istemi doğrultusunda, çıkacak anlaşmazlıklar için Türk Mahkemelerini tarafsız görmeyerek, uluslararası tahkimin kabul edilmesini istiyorlardı. Anayasa Mahkemesi uluslararası tahkime de karşı çıkıyordu. Sonunda gerekli hukuki düzenlemeler yapıldı, elektrik emtia sayıldı, Türk hukuk sistemine ticari anlaşmazlıklar için uluslararası tahkime başvurma hakkı getirildi. Serbest piyasa yolu açılmıştı, ama unutulmaması gereken elektriğin sosyal hizmet yanı bulunan emtia, yani sosyal emtia olduğuydu.
Fransızlar 1946 yılında Électricité de France (EDF) “Fransız Elektrik” kurumunu bir kamu şirketi olarak kurmuşlardı. Bugün hisselerinin %75’i Fransız hükümetine ait olan bu şirket, Fransa’ya elektrikten başka doğalgaz da arz ediyor ve varlığını sürdürüyor. EDF’in Fransa dışında Avrupa, Güney Amerika, Kuzey Amerika, Asya, Ortadoğu ve Afrika coğrafi bölgelerinde üretim kapasiteleri var. EDF, Fransa’da 58 nükleer santralıyla Fransa’nın elektrik talebinin dörtte üçünü nükleerden karşılıyor. Ayrıca alt şirketi olan EDF Renouvelables elindeki santrallarla yenilenebilir enerjilerden üretim yapıyor. Fransa’ya elektriğin %97’sini CO2 (karbondioksit) emisyonu olmaksızın yeşil enerji olarak arz ediyor. EDF’in yıllık geliri 70 milyar € (Avro) düzeyinde. 1950 yılı sonrasında EDF, Türkiye’de dağınık olan elektrik sektörü için bir ideal modeldi.
Türkiye hayaline EDF’den 24 yıl sonra 1970’de Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) ile kavuşmuştu. Elektriğin TEK ile bir elde toplanması ideali gerçekleşmişti, ama Türkiye’nin artan elektrik talebini karşılayacak elektrik arzı yoktu. Kamu dışında özel sektör olanaklarından da yararlanarak elektrik arzının artırılması hedeflenmiş, TEK 14 yaşında iken, 1984 yılında 3096 sayılı “Türkiye Elektrik Kurumu Dışındaki Kuruluşların Elektrik Üretimi Dağıtımı ve Ticareti ile Görevlendirilmesi Hakkındaki Kanun” çıkarılmıştı. Yap-İşlet-Devret modelini getiren bu kanunla özel sektör santral kurup işletme ve belli bir yıl sonra kamuya devretme hakkını elde etmişti. Özel sektör kuruluşlarına kendi faaliyet alanlarındaki ihtiyaçlarını karşılamak için sahip olacakları otoprodüktör elektrik üretimi hakkı da 1993’de tanınmıştı.
Fransız kuruluşu EDF bugün 76 yaşında varlığını sürdürüyor, ama TEK 24 yaşında iken 1994’de parçalanarak kapatıldı. Özal ekonomisinin sonucu kamu iktisadî teşebbüslerinin özelleştirilmesi gündeme gelmişti. 1993 yılı seçim sonrası 1. Çiller Hükümeti kurulmuş, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı’na Dr. Veysel Atasoy getirilmişti. Aktif siyasi yaşamı bıraktıktan sonra çok iyi dost olduğumuz yüklüce bir mesleki birikimi bulunan Atasoy’un 1983 yılında yayınlanmış, “Türkiye’de Kamu İktisadî Teşebbüsleri ve Özelleştirme Sorunu” adlı değerli bir çalışması vardır. İşte o birikimiyle rahmetli Atasoy’un Bakanlığı sırasında, 1993 yılında yapılan düzenlemeyle, 1994 yılında TEK, Türkiye Elektrik Üretim İletim A.Ş. (TEAŞ) ve Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş. (TEDAŞ) olarak ikiye ayrıldı. Özelleştirme sürecine kapı açılıyordu.
1994 sonrası artık serbest elektrik piyasası tartışılıyordu. Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı yabancı danışmanlık firmalarından elektrik piyasasına model oluşturma hizmeti alıyor, Türkiye koşullarına uygun yasa örnekleri ortaya konuluyordu. Bu arada Türkiye’yi kredi kıskacına almış olan Uluslararası Para Fonu (IMF) elektrik sektörünün bir an önce özelleştirilmesini istiyor, siyasi baskı uyguluyor, ama bu kamuoyuna yeterince yansımıyordu.1998-2001 yılları serbest piyasanın dayanağı olacak yasanın çalışması sürecini oluşturmuştur. O dönemde akademik çalışmamın yanısıra, gazete ve dergi makalelerimle, basındaki gazetecilik ve medya programları etkinliklerimle, enerji sivil toplum kuruluşlarındaki yönetici aktivitelerimle bu süreçte yer aldım. O dönemde toplanmasına katkı yaptığım Enerji Şûrası’nın kararları ve TÜSİAD için hazırladığım Enerji Raporu’nun konuya bakışına kısaca değineceğim.
Uzun yıllar basındaki gazete ve dergi makalelerimde Türkiye Enerji Şûrası’nın toplanmasını savunmuştum. Şûra, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı görevleri arasında zikrediliyordu. 5. Ecevit Hükümeti’nde Mayıs 1999-Nisan 2001 arası Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı olan dostum Cumhur Ersümer’i Şûra için ikna etmiştim. Şûra şimdiye dek bir kere toplandı ve Türkiye 1. Enerji Şûrası’nın Yönetim Komitesi üyesi olma onurunu taşıdım. Ancak, 7 Aralık 1998 günü İstanbul’da Şûra başlarken, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Ersümer değildi, sivil dönemde asker vesayetiyle jandarma Bakanlık’ta Beyaz Enerji soruşturması başlatmış, Ersümer 27 Nisan’da görevi bırakmak zorunda kalmış, yine çok değerli akademisyen dostum Prof. Dr. Ziya Aktaş bu görevi üstlenmişti. İstanbul Lütfi Kırdar Kongre ve Kültür Merkezi’nde 7-9 Aralık 1998’de gerçekleşen Şûra yaşamımın önemli ve mesut anılarındandır.
Enerji Şûrası’nda enerji kaynakları ve sektörler bazında elektrik enerjisi tartışıldığı gibi, elektrik sektörü ayrıca ele alınmış, bunun dışında bugün özelleştirilmiş olması eleştirilen dağıtım konusuna daha önce planlanan içerikte yer almamasına karşın, “Elektrik Enerjisinde İletim ve Dağıtımın Dünü, Bugünü, Yarını” diye özel bir alt komisyonla önemli bir yer son anda Bakanlığın istemiyle ayrılmıştı. Başlangıçta gündemde olmayan bu alt komisyonun oluşturulmasını, sektörde dağıtım sistemleri teçhizatı üreten sanayi temsilcisiyle birlikte bir-iki holding patronunun ısrarlı girişimine bağlamanın ötesinde, IMF’nin özelleştirme direktifine koşut biçimde oldu-bittiyle programa sokulmuş olması olasılığı da elbette var.
Şûra yapılırken enerji piyasasını düzenleme yasaları henüz ortada yoktu, sektörü yeniden düzenleme konusu çoklu görüşlerle tartışılıyordu. Şura’ya sunulan alt komisyon raporları ve görüşler iki ciltlik kitapta, Şura’da alınan kararlar da ayrı bir kitapta toplanmıştı. Kararlar içinde enerji sektöründe hızlanan liberalleşme ve özelleştirme ile planlama çalışmalarında entegrasyon sağlanması, serbest rekabete dayalı piyasa yapılarının oluşturulması, Elektrik Enerjisi Piyasası Kanunu’nun çıkarılması, üretimde %8 olan özel sektör payının artırılması öneriliyordu. Elektrik enerjisinin iletim ve dağıtımında özelleştirmeye, kamu tekelinin azaltılmasına, rekabetin, kalitenin geliştirilmesine, tüketici haklarının korunmasına, uzlaşmazlıkların giderilmesine katkıda bulunacak “Düzenleyici Kurul” kurulması da isteniyordu.
1998 başında TÜSİAD için enerji raporu hazırlamamı, TÜSİAD’ın Parlamento İşleri Komisyonu Üyesi Sayın Ergun Özakat istemişti. 1970’li yıllarda Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi yönetim kurulu üyesi idim ve Boğaziçi Üniversitesi’ne sipariş olunan Türkiye Enerji Modeli çalışmasını yürüten Dr. Erkut Yücaoğlu tarafından hazırlanan raporları Milli Komite adına izleyip görüş bildirmiştim. Ben çalışmamı hazırlarken Sayın Yücaoğlu TÜSİAD Yönetim Kurulu üyesi olmuştu ve daha sonra Yönetim Kurulu Başkanlığı da yaptı. Bu kez Yücaoğlu ara raporlarımı izleyip görüş bildiriyordu ki yıllar sonra enerji raporunda rol değiştirmiş gibiydik. Çalışmamın Enerji Şûrası’na yetiştirilmesi istenmişti. TÜSİAD Enerji Raporu diye de bilinen “21. Yüzyıla Girerken Türkiye’nin Enerji Stratejisinin Değerlendirilmesi” adlı rapor, 316 sayfalık kitap olarak TÜSİAD Yayını formatında Aralık 1998’de basıldı ve Şûra üyelerine dağıtıldı.
Hazırladığım raporda Cumhuriyet’in 100. yılına kadar olan süreçte Türkiye’nin enerji talep ve arz olanakları birincil enerji kaynakları bazında irdelenmiş, o yıllarda mevcut elektrik enerjisi sıkıntısı ayrıntılı biçimde etüt edilmiş, nükleer enerji, yenilenebilir enerji kaynakları, hidrojen enerjisi, enerjinin etkin kullanımı ve verimlilik, enerji ve çevre konularından sonra enerji politikası ve enerji sektörü için gereken düzenlemeler üzerinde durularak, sonuç ve öneriler sıralanmıştı. Enerjide liberal, mutedil devletçi, karma ekonomi ve planlı karma ekonomi aşamalarından geçildikten sonra planlı, ama serbest piyasa ekonomisine ve liberal yapıya yönelik özelleştirmelerin yapıldığı aşamaya gelindiği vurgulanarak, hedefin liberal ekonomi kapsamında, bağımsız kurulca denetlenecek serbest piyasa olduğu vurgulanmıştı.
Çizdiğimiz stratejide ayrıca TEAŞ’ın özelleştirilmesine, elindeki tüm santralları ayrı anonim şirketlere dönüştürülerek başlanması, TEAŞ’ın bunların üst kuruluşu holding olması, bu şirketlerin ve holdingin hisselerinin özel sektör kuruluşlarından başka halka açılması önerilmişti. Ayrıca toptan Alım-Satım ve İletim Şirketi oluşturulması, elektriğin bu kanaldan dağıtım şirketlerine ulaştırılması, elektrik fiyatlarının serbest piyasa kuralları içinde Elektrik Borsası’nda belirlenmesi isteniyordu. Üretim şirketlerinin özelleştirilmesi istemine karşın, sosyal bir emtia olan elektriğin iletim ve dağıtımı için özelleştirme istemi o dönemde ortada yoktu. İletim şebekesinin kamuda kalması ise omurga sayıldığından özel sektörün de görüşüydü. Dağıtımın özelleştirilmesi ise serbest piyasanın oluşturulup oturmasından sonra gündeme geleceği tartışılıyordu.
Serbest elektrik piyasasından ne umuluyordu ne bulundu? Serbest elektrik piyasasını oluşturma ve “Elektrik Piyasası Kanunu” hazırlık çalışmalarının içinde başından beri hem özel sektör cephesinde ve hem de kamu cephesinde yer almıştım. Özel sektör tabanlı sivil toplum kuruluşu yöneticisi (RESSİAD- Rüzgâr Enerjisi ve Su Santralları İş Adamları Derneği Başkanı), TÜSİAD Enerji Çalışma Grubu kurucu üyesi, Ankara Üniversitesi Enerji Grubu Temsilcisi sıfatlarımla çalışmalara katkıda bulundum. 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu 20.02.2001 tarihinde TBMM’de kabul olundu. Meclis komisyon çalışmalarına da TÜSİAD adına katılmıştım. Kanun, mali açıdan güçlü, istikrarlı ve şeffaf piyasanın oluşturulmasını ve piyasadan bağımsız bir düzenleme ve denetimin sağlanmasını amaçlıyordu.
Kanunla piyasayı düzenlemek için kamu tüzel kişiliğine haiz, malî özerkliğe sahip “Elektrik Piyasası Düzenleme Kurumu” kuruluyordu. Kurumum temsil ve karar organı “Elektrik Piyasası Düzenleme Kurulu” olacak, yetkilerini bu Kurul vasıtasıyla kullanacaktı. Başkan ve Başkan Yardımcısı ile yedi üyeden oluşacak Kurul’un üyeleri hükümetçe seçilip atanacak, yemin ederek göreve başlayacak, görevden alınmaları söz konusu olmaksızın altı yıl üyelik yapacaklardı. Sektörde etkinliğimi ve geçmişte Ecevit’e enerji danışmanlığı yaptığımı bilenler Kurul’da görev almamı bekliyorlardı, ama ben istemiyordum. Nitekim görev almak isteyip istemediğim sorulduğunda, siyasi görüşlerle rastgele atanması olası kurulun başarı sağlamayacağını, elektriği sosyal emtia olarak görmeyecek kişilerle oluşacak kurulun başkanı veya üyesi olarak etkili ve yararlı olamayacağımı söyleyerek, önerilere birkaç kez “Hayır” demiştim.
TEK’in bölünmesinin üzerinden yedi yıl geçmişti. TEAŞ ve TEDAŞ yine büyük kamu kuruluşlarıydı, özelleştirme için parçalanmaları gerekli görülüyordu. 5. Ecevit Hükümeti sırasında, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Cumhur Ersümer döneminde yapılan çalışmayla Mart 2001’de TEAŞ kapatılarak, Elektrik Üretim A.Ş. (EÜAŞ), Türkiye Elektrik İletim A.Ş. (TEİAŞ) ve Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş. (TETAŞ) adı altında üç ayrı iktisadî devlet teşekkülü olarak yeniden yapılandırılıyor, Ekim 2001’den itibaren yeni kimlikleriyle çalışmalarını sürdürüyorlardı. Elektrik sektöründe her kesime özel sektörün girmesi hedeflenmişti. TETAŞ toptan alım-satım ve pazarlama için oluşturulmuştu, ama daha sonra kapatılarak 2018’de mülga olacaktı.
Rolünün Bakanlığın önüne geçmesi beklenen, piyasayı yönlendirecek ve denetleyecek “Elektrik Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK)” oluşturulacaktı. Ancak, Bakanlık jandarmanın Beyaz Enerji operasyonuyla darbe yemiş, bakan değişmiş, yönetim ve Kurum’a yapılacak atama hazırlığı altüst olmuştu. Kurum Elektrik Piyasası Kanunu’nun öngördüğü yapı ve adla kurulamıyordu. 18.04.2001 tarihinde TBMM’de kabul olunan “Doğalgaz Piyasası Kanunu” ile “Elektrik Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK)” adı, kısaltması korunarak “Enerji Piyasası Düzeleme Kurumu (EPDK)” oluyordu. Kurum, Elektrik Piyasası ve Doğalgaz Piyasası kanunlarıyla tanınan yetkilerini “Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK)” eliyle kullanacaktı. Kurulun ilk üyeleri Kasım 2001’de Bakanlar Kurulu tarafından atanıyor, Yargıtay’da edilen yeminle göreve başlıyordu. Elektrik piyasası için özlenen amaçlarla çelişkili yeni sorunlara da adım atılıyordu.
Beklentilerden farklı Kurum ve Kurul ortaya çıkmıştı. O zamanlar Dünya gazetesinde perşembe günleri köşemde enerji yazılarım yayınlanıyordu. EPDK’yı yapıcı biçimde eleştiriyor, Bakanlığa bağlı pasif tutumla öne geçemezse, bekleneni veremeyeceğini yazıyordum. İkincil mevzuatın oluşturulması ile geçen ilk yıl tamamlanıyor, 18 Kasım 2002’de AK Parti iktidarı başlıyordu. Kurul bağımsızlığını koruyabilecek miydi, yoksa siyasi vesayet altına girecek miydi? AK Parti iktidarı kazanmadan önce enerji konusunda hazırlık yapan değerli dostum Ali Coşkun, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı olmayı isterken ve beklerken, Sanayi ve Teknoloji Bakanı oluyordu. AK Parti’nin ilk bakanı sonradan dost olduğumuz Hilmi Gülerdi. Ali Coşkun’u kutlamaya gittiğimde bana şunu söylemişti, “Hocam Enerji Bakanı olsaydım, seni jandarma zoruyla getirip müsteşar yapacaktım”. Ben, “Yine de kabul etmezdim, herhalde jandarmanın ayağı o bakanlığa alıştığı için böyle söylüyorsunuz” deyince gülüşmüştük.
Yazılarım duyarlılıkla izleniyordu. Enerji Bakanlığı’nı eleştiren bir yazım çıkmıştı, Ankara Sıhhiye’de yürürken cep telefonum çaldı, “Ben Hilmi” diyen bir ses. “Kim Hilmi?” diye sorunca, “Bakan Hilmi” yanıtı. “Acaba gerçekten Bakan mı?” kuşkusu. Adettir, Özel Kalem arar ve Bakan’ı bağlar. Kulağımdaki ses, “Bugünkü yazınızı okudum, önceden bir sorsaydınız” diyordu. Yazımdaki açıklama doğru, eleştirim haklıydı. Hilmi Güler ile tanışıklığımız böyle başlamıştı. İyi niyetine, ilgisine teşekkür ettim. Bakan’ın centilmen davranışına karşın, EPDK’dan yüklü bir tazminat davasıyla sert karşı çıkış geliyordu. Şikâyet yazısında “Kurul’un çalışmalarını yazılarımla engellediğim” iddia olunuyordu ki hayret! Yazılmayan haksız bir iddia daha vardı. “EPDK’ya seçilmediğim için eleştiriyormuşum”. Dava başlamadan EPDK Başkanı şikâyeti geri çekince, davaya bakacak Hâkim, “Çekmeselerdi ben reddedecektim” diye görüşünü açıklıyordu. Piyasanın doğru düzenlenmesi amacıyla eleştirimi hep yapageldim…
Elektrik tabanlı arzulanan EPDK, oluşturulmadan yedi ay önce doğalgazla iki tabanlı yapılmıştı ve büyümesini sürdürecekti. Bir yıl sonra Aralık 2003’de petrol ürünleri için çıkarılan, ama adı ham petrolü çağrıştırırcasına yanlış konulan “Petrol Piyasası Kanunu” ile üçüncü tabanına kavuşuyordu. Mart 2005’de de “Sıvılaştırılabilir Petrol Gazları (LPG) Kanunu” ile dört tabanlı oluyordu. EPDK, Bakanlığın çizgisinde yürürse ve inisiyatif koyamazsa, Enerji İşleri Genel Müdürlüğü’nün yanına Enerji Piyasası Genel Müdürlüğü eklenebilir, ayrı Kurum’a ve Kurul’a gerek kalmaksızın sözde piyasa düzenlenip sürdürülemez miydi? Bu soru o yıllardaki tartışmanın nedeni. Dört tabanlı bir EPDK yerine, yalnızca Elektrik Piyasası tabanlı, siyasetten bağımsız ve tarafsız bir EPDK özlemi gerçekleşseydi, elektrik piyasasında çöküş yaşanır mıydı acaba?
Özelleştirme serbestleşme değil, ama öyle sayılıyor. Bugün kurulu gücün %73’ü serbest üretim şirketlerinde, elektrik arzının %78’ini bu şirketler yapıyor. Üretimin %45’i yabancı kaynak ithal doğalgaz ve kömüre dayanıyor. Hidrolik enerjinin %27, yeni ve yenilenebilir kaynakların %12 payı var. Serbest üretim şirketleri kısa zamanda daha az yatırımla santral yapmak için doğalgaza öncelik verdiler, sonra ithal kömüre yöneldiler. Serbest şirketlerin iletim hatları, trafo merkezleri olduğu gibi, dağıtım 21 şirketle özel sektörün elinde. Geçen yıl TEİAŞ da özelleştirme kapsamına alındı, hazırlık sürecinin bu yıl sonunda tamamlanacağı açıklandı. Şebeke sisteminin omurgası olan TEİAŞ’ın kamuda kalması serbest piyasaya engel oluşturmuyor, ama yanlış özelleştirilmesi sorunlar doğurur. Özel yatırımlar yabancı tahkim güvencesiyle ve yabancı finansmanla yapıldı, ciddi döviz borcu bulunuyor. Yenilenebilir enerji santrallarına verilen teşvikler de ek yük. Dövize dayalı borç ödemeleri, ithal birincil kaynağın temini, döviz kuru artışıyla yüksek elektrik fiyatları sorununa neden olmakta.
Tedarikçisini seçebilen serbest tüketiciler ile vadeli piyasalar bir yana, elektrik fiyatları Gün İçi Piyasası, Gün Öncesi Piyasası gibi uygulamalarla spot piyasa koşullarında oluşuyor. 2015 yılında kurulan “Enerji Piyasaları İşletme A.Ş. (EPİAŞ)”, Gün Öncesi ve Gün İçi spot elektrik piyasaları ile vadeli elektrik piyasası için fiyatların belirlendiği borsadır. EPİAŞ’ın ortaklık yapısına göre, A grubu sermayesinin %30’u TEİAŞ, B grubu sermayesinin %30’u Borsa İstanbul (BİST), C grubu sermayesinin %4,16’sı yine BİST, kalanı da 97 özel sektör elektrik ve doğalgaz kuruluşuna aittir. EPİAŞ, alım-satım işlemlerini şeffaf düzenlemelere uygun yürüterek, referans fiyatı ortaya çıkarıyor, EPDK da buna dayanarak fiyatı belirliyor. Fiyatın bileşimine gelince, EPDK’nın 2020 yılı sektör raporuna göre, meskenlerde %50’si enerji tutarı, %31’i şebeke tutarı ve kalanı vergi, fon, KDV bölümlerinden oluşuyor. Bu fiyat bir ticari emtia için serbest piyasa koşullarına uygun olabilir, ama elektrik sadece bir ticari emtia mıdır?
Elektrikte serbest piyasaya geçeli 20 yıl geride kaldı, arz güvenliği kapsamında bol ve ucuz elektrik ortamına geçiş sağlanabildi mi? Bırakınız bol ve ucuz enerjiyi, yeterli miktarda uygun fiyatta elektrik arzı var mı? Bunlar başlangıçta arzulanan hayallerden ve vaatlerden öte geçemedi. Bugün gelinen noktada halkı, esnafı, çiftçiyi, sanayiciyi, belediyeleri ve ulaşım şirketlerini ayağa kaldıran, yalın deyişle saç-baş yoldurtan yüksek fiyat ve yüklü faturalardan başka bir şey yok. Yoksa, “Elektrikte serbest piyasa olmaz” diyenler haklı mı çıktı? Haklı değiller elbet! Türkiye’de tutarlı serbest piyasa oluşturulamadı, ortaya çarpık serbest piyasa çıktı. Çarpıklık piyasanın özünden değil, hatalı yönlendirme ve yönetimden kaynaklanmıştır. Serbest elektrik piyasası, Adam Smith’in, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler piyasası” olamaz elbette. Kuralları, planlaması, kamu yararına sınırları olacak, sosyal emtia piyasası olmalı.
Şikâyet konusu olan pahalılık serbest üretim ve dağıtım şirketlerinin dövize dayalı borçlarından, döviz kurunun yükselmesinden, ayrıca doğalgaz ve ithal kömür santrallarında yakıt fiyatlarının artmasından. Bunlardan başka işçilik dahil tüm girdi fiyatlarında artış olunca elektrik piyasası işletme maliyeti yükseliyor, fiyatların artırılmasıyla sorun çözümlenmeye çalışılıyor. Yerli ve yenilenebilir diye özendirme adına bol kepçe verilen fiyat destekleri de bir sorun. Maliyetlerin artışında 20 yıldan bu yana gelen plansız ve hesapsız yatırımların katkısı büyük. Dağıtım özelleştirmelerinde şirket seçimlerinde yapılan ciddi hatalar var. Yanlışlıklar açmazlara dönüşünce, sorunun çözümü ya devletin piyasayı desteklerle sübvanse etmesini ya da müdahale etmesini gündeme getiriyor. Her ikisi de serbest piyasa mantığıyla çelişen yollar.
Mart başında çıkarılan Nükleer Düzenleme Kanunu’na Çeşitli Hükümler kapsamında yapılan düzenlemeyle, Elektrik Piyasası Kanunu’nun 17. Maddesine eklenen fıkraya göre, elektrik enerjisi üretimine girdi olan emtia fiyatlarının (doğalgaz ve ithal kömür), kaynak maliyetleri arasındaki farkların makûl olmayan artışları nedeniyle arz güvenliğinin ve tüketicinin korunması amacıyla, elektrik enerjisi maliyetleri dikkate alınarak altı ayı geçmemek üzere, EPDK tarafından kaynak bazında tüketiciyi ve/veya maliyeti yüksek üretimi destekleme bedeli belirlenebileceği hükmü getirildi. Söz konusu bedel üretim kaynağı düşük üreticiden alınarak kullanılacak. Bu üretim maliyetinde tavan oluşumunu öngören, üretim maliyetine narh (fiyat sınırı) koyan bir düzenleme. Söz konusu bedelin ucuz kaynaktan alınıp pahalı kaynağa aktarılacak olması, üretimde rekabete aykırı, serbest piyasa kuralını çiğneyen haksız bir düzenleme.
Söz konusu düzenlemenin etkisini zaman gösterecek, ama EPDK’ya tavan fiyat belirleme yetkisi veren düzenlemenin geliştirilerek sürdürülmesi olası. EPDK’ya EPİAŞ tarafından belirlenen piyasa takas fiyatlarına mutlak müdahale yetkisi verilmesine piyasa aktörlerinden karşı çıkışlar var. Bu tür düzenlemeler borsada serbest fiyat oluşumu engelleyerek, dağıtım şirketlerinin üreticiden alacağı elektrik fiyatını EPDK belirlemesi demek oluyor. Pahalı elektrik sorununa üretim bazında narh konularak çözüm aranması tabii ki serbest piyasaya uymuyor. Tartışılan bir soru da borsa fiyatına müdahale yerine vergi yükünü sıfırlamak olamaz mıydı? Getirilen uygulama fiyatının enerji tutarı bölümüne müdahale seçildi, ama enerji tutarı mesken faturalarında %50, sanayi faturalarında %74 paya sahip ki meskenler için etkisi sanayiden daha az olacak. Kayıp-kaçak oranları ve eski şebekelerin bakımı nedeniyle meskenlerde %31 olan şebeke payının sanayide %9 olması da dengesizlik ve tartışma konusu.
Tutarlı bir serbest piyasa planlı gelişime uygun olarak hem üretim ve hem de dağıtım ayağı ile oluşturulabilseydi, bugün karşımızda açmaz oluşturan yüksek elektrik fiyatları sorunu bulunmayacaktı! Türkiye’nin ilk elektrik santralı, 1902 yılında Tarsus’taki bir küçük su santrali olmuştu. 1914’de İstanbul’da kömür kullanan Silahtarağa termik santralından kente elektrik veriliyordu. Başlangıçta halk yangın çıkarır diye elektriğe korkuyla yaklaşmış, evlerine bağlatmaktan kaçınmıştı ve elektrik, zengin seçkinlerin lüksüydü. Günümüzde elektrik halk için lüks değil, mutlak ihtiyaç, ama insanlar bu kez de fatura yangınından çekinerek elektrik kullanmaktan korkar oldular. Serbest piyasanın böyle bir sıkıntıyı getirebileceği düşünülemezdi. Bol ve ucuz elektrikle yaşam standardını yükseltme, sanayide ucuz üretim özlemi ve beklentisi varken, yapılması gerekenler yapılamayınca çarpıklıkla karşılaşılması kaçınılmaz oldu…
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanını Libya anlaşması ile belirleyip Mavi Vatan ülküsüyle sahip çıkması, Libya’da emperyalistlerin oyununa çomak sokması, Doğu Akdeniz’de ve Kıbrıs çevresinde potansiyel hidrokarbon yataklarında arama başlatması, Suriye’ye girerek Büyük Ortadoğu ve Büyük İsrail projelerine engel olması, emperyalistlerin silahlı vekilleri PKK, PYD/YPG ve ABD manivelası IŞİD’in önünü kesmesi, Kıbrıs’ta Batı destekli Yunan-Rum ikilisine karşı iki devletli çözümü dayatması, emperyalistlerin gözbebeği Ermenistan’a karşı Karabağ’da Azerbaycan’ın yanında yer alması, Anglosaksonlar (Amerika-İngiltere) ve Kıta Avrupası (Fransa-Almanya ile diğerleri), kısacası Batı tarafından hazmedilemedi. Batının emperyalist odakları Amerika (ABD) ve Avrupa Birliği (AB) cendere (sıkıştırma) stratejisine sarıldılar. Türkiye ise Aralık 2020’den bu yana 5-6 aydır sanki karşısında barış isteyen, adaletten yana olanlar varmışçasına elinde zeytin dalıyla yumuşama stratejisi izledi.
Cendere ve yumuşama stratejileri çatışırken, dostu düşmanı karışan Türkiye sıkıntılı süreçten geçiyor. Türkiye düşmanlarının başında ABD geliyor. Türkiye karşıtı görünür cephe, emperyalist odaklar ABD ve AB ile birlikte, Fransa, Ermenistan, ABD’nin hizmetkârı Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi, dostları İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni içeriyor. Filistin-İsrail gerginliğine rağmen Mısır kazanılırsa, düşman safında gedik açılacaktır. İsrail’in kazanılması çok zor ve Filistin nedeniyle olanaksızdır. ABD’nin piyonu Ukrayna’ya ve Gürcistan’a Türkiye’nin dost elini uzatması ise tam bir aymazlık. ABD’nin işine gelen Türkiye-Ukrayna dostluğu, gölgelenmemesi gereken Rusya ilişkisine zarar veriyor. Türkiye’nin Ukrayna politikasına ve Kırım’a ilişkin tutumuna Rusya’nın tepkisi, Kıbrıs-Cenevre Toplantısı öncesi, “Kıbrıs’ta iki devletli çözüm değil, federasyon” açıklaması oldu. Türkiye Kırım ve Abhazya’da Rusya’dan yana tutum alırsa, iki devletli çözüm için Rusya’nın desteğini kazanır.
Türkiye’nin düşmanlarının başında sahte müttefik ABD var.
Avrupa Birliği demokratik görünümlü örtülü emperyalist odak ve Türkiye karşıtı, Yunanistan yanlısı. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’den ve Adalar Denizi’nden çekilmesini istiyor.
Aralık 2020 Liderler Zirvesi’nde AB, Türkiye’ye “Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon arama gemilerini ve onlara eşlik eden askerî gemileri çekmezsen yaptırım uygularım” dedi, gemiler geri çekildi. Mart 2021 Liderler Zirvesi’nde AB yaptırım tehdidini kaldırmadı, uygulamasını Haziran 2021 toplantısına kadar askıya aldı. Türkiye-AB arasında gerginliği giderme adına, üyelik görüşmeleri yeniden başlayacakmış gibi akıllara ziyan haberlerle yumuşama sergilenmek istendi. Türkiye’nin AB’den öncelikle isteği Gümrük Birliği Anlaşması’nın yenilenmesi koşulunda bile, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan veto edeceklerini açıklıyorlardı. AB’ye arkasını dayayan Yunanistan aldığı destekle Türkiye’ye meydan okuma havasına girmiş bulunuyor. Yunan Başbakanı Miçotakis, “Türkiye ile yaşanılan anlaşmazlığı, Türkiye-AB anlaşmazlığına çevirmeyi başardık” diye övünüyor. Yunanistan’a gelen ABD uçak gemisi Eisenhower’in pisti üzerinde poz veren Miçotakis, ABD-AB desteğiyle zafer kazanmış havalar sergiledi.
Yunanistan’ın Başbakanı Miçotakis, Girit’e gelen ABD Uçak Gemisi Eisenhower’in pistinde Türkiye’ye karşı meydan okuma pozları veriyordu.
Girit Adası’ndan Dedeağaç’a kadar Türkiye’ye karşı konuşlanan ABD üsleri, Türkiye’ye karşı olduğu kadar Rusya’ya da karşı. Batı ile Avrasya arasına çekilen ABD Seddi.
ABD, “Türkiye NATO müttefiki” demeden, Suriye’de PYD/YPG terör gücüne kurduğu üslerin yanısıra, Girit Adası’ndan Dedeağaç’a kadar sahil şeridinde Türkiye’ye karşı Yunanistan ile ortak askerî üsler kurarak, emperyalist Batı ile Türkiye-Avrasya arasına set çekti. Getirdiği zırhlı araçları da Lozan Antlaşması’na aykırı silahlandırdığı adalara yerleştirsin diye Yunanistan’a hibe etti. Türkiye’ye S-400’ler bahanesiyle “ABD Düşmanlarına Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası (CAATSA)” kapsamında uygulama başlattı. Türkiye’yi F-35 programından resmen çıkardı, yapılan ödemeyi geri vermedi. ABD Başkanı Biden göreve başladıktan sonra dört ay Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı telefonla aramayarak verdiği önemi(!) göstermek istedi. Biden, nihayet 23 Nisan’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı telefonla arıyor, Türk-Amerikan ilişkilerinin ileri seviyeye taşınmasından söz ediyor, 14 Haziran’da Brüksel’de toplanacak NATO Liderler Zirvesi’nin marjında Erdoğan ile görüşmek için randevu veriyordu.
Biden telefonda Erdoğan’a bir gün sonra Ermeni soykırımı diyeceğini açıkladı. Bu görüşmenin ardından Ankara-Washington hattında telefon trafiği oluşuyor, Biden “soykırım” yerine önceki ABD başkanları gibi “büyük felaket” demeyi kabul etmiyor, kararını değiştirmiyordu. 24 Nisan’da, 1915 olaylarının 106’ncı yılında yayınlanan Biden açıklaması, “Nefretin çürütücü etkisine karşı sürekli gözümüzün önünde kalması için hatırlatıyoruz” diye başlıyor, Osmanlı’dan söz edilirken İstanbul’a Bizans adıyla “Konstantinopolis” deniliyor, “Suçlamada bulunmak için değil, tekrarlanmaması için” uyarısıyla Türkiye’ye hakaret ediliyordu. ABD’nin gerçekte tehcir (zorunlu göç) olan sözde Ermeni soykırımı açıklaması, Türk-Amerikan dostluğunu sonlandıran fay kırığıdır. Biden’ın Türkiye’ye baskı amacıyla yaptığı bu haksız suçlama, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesi’nin 15 Ekim 2015 tarihli kararında “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” diye kabul edilmiş, hukuki geçerliliği olmayan bir iddiadır.
Biden’ın 23 Nisan telefonu özünde bir hadsizlik örneğidir. Olmayan Ermeni soykırımı suçlamasını tanıyacağını söylüyor, 14 Haziran’a sözde dost randevusu veriyordu
Emperyalist odaklar olan Anglosaksonlar ve sömürü gelenekli Avrupa devletleri, kendini dünya lideri sanan ABD ve güç odağı olduğuna inanan AB, Türkiye’yi kıta sahanlığından, Mavi Vatan’ından atmak, hidrokarbon yatağı Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi’nden Yunanistan’ın çıkarı doğrultusunda Anadolu kıyılarına ötelemek istiyorlar. Türkiye’nin işgalci güç sayıldığı Kıbrıs ve Suriye’den çıkarılma isteği hep gündemlerinde. Kıbrıs’ın Yunan-Rum ikilisine bırakılması, daha doğrusu Yunanlaştırılması, Suriye’de Kürt devleti kurulması emperyalistlerin değişmez hedefi. Sözde Bağımsız Kürdistan, gerçekte Büyük İsrail için Güneydoğu’dan bir parça kopararak siyasi haritayı değiştirme planları var. Papa bu nedenle ruhani amacı dışında siyasi hedefle Irak’a geldi, Hıristiyan olmayan Musul’a kadar uzandı. Kukla Barzani’nin “Papa Pulu” projesi gezinin kirli amacını açık biçimde ortaya koydu. Yarınlarda Ermenistan için de toprak isteyeceklerdir.
Emperyalistler Türkiye’den de alınacak vadedilmiş topraklarla yarın ki Büyük İsrail için bugün Kürdistan peşindeler. Papa propaganda için bölgeye geldi, Barzani hatıra pulu bastırdı.
Emperyalistlerin, Türkiye karşıtlarının isteği, Türkiye’nin etkisizleştirilmesi. “Hercümerç etme çözüm olmaz” diye uyardığımız 1 Mart 2021 tarihli Arayış ve Gündem makalemizde vurguladığımız gibi, yumuşama politikasının kazandırmayacağı belliydi. Türkiye’nin yumuşama siyasetine karşı ne AB ne de ABD yumuşadı. Karşı cephe, isteklerine boyun eğecek Türkiye arayışında. Yumuşama politikası Türk halkı tarafından sindirilemedi. Başkan Biden’ın Ermeni soykırımı suçlamasına karşı beklenen sert çıkışın reddetme söylemleriyle sınırlı kalmasını da ulus kabullenemedi. Yine de yarınlarda kaçınılmaz olarak büyük tepki gelecek beklentisi var. ABD’ye karşı dik duruş ve sert tepki için Atatürk’ün yolu izlenmeli. 14 Haziran 2021 Erdoğan-Biden Brüksel görüşmesinin Türkiye-ABD ilişkilerine bahar havası getirmesi beklenmemeli. Zaten, ABD Türkiye’ye bedel ödetme peşinde ve Türkiye ile yol ayrımında olduğunu gösteriyor. ABD ile bağın kopması zaman alabilir, ama sonunda kaçınılmaz olgu.
Yumuşama ve zeytin dalı politikası ödün verilmesi endişesine neden olurken, bu süreçte görülen dik duruşlar ümit ve teselli oldu. Ancak, Yunan Dışişleri Bakanı’na Dışişleri Bakanımız basın toplantısında haddini bildirirken, ABD Başkanı Biden’a Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ulusu tatmin edecek şekilde telefonda ya da sonrasında haddini bildirmemesi, bağlayıcı koşullarda diplomatik zorunluluk olsa da burukluk oluşturmuş bulunuyor. Türkiye’nin yumuşama politikasına dönmesinin nedeni, içinde bulunduğu ekonomik sorunlar, Merkez Bankası döviz rezervlerinin yetersizliği nedeniyle yaşanan para politikası açmazları, yabancı yatırımcıların çekilmesi ve yeni yatırımcı gelmeyişi, ekonomiyi yürütecek kaynak eksikliği, pamuk ipliğine bağlı sözde ekonomik denge, bıçak sırtında yürütülen iç ve dış ekonomik işlemler nedeniyle oluştu. Ne yazık ki Türkiye’nin elinin kolunun bağlandığı bu koşullarda ABD ve AB ile yıkıcı bir gerginlik, ulusal ekonomide çatırdama değil, deprem etkisi oluşturabilir.
AB ve ABD, Türkiye karşıtlığı, Rum, Kürt ve Ermeni yandaşlığı, Türk düşmanlığında birliktelik içindeler. Türkiye’ye Doğu Akdeniz’de, Adalar Denizi’nde hatta Montrö’yü delebilirlerse Karadeniz’de, yani Mavi Vatan’ın dört bir yanında yaşam hakkı tanımak istemiyorlar. Dörtte üçü Türkiye’nin olması gereken Girit dahil Yunan tarafından anlaşmalara aykırı olarak işgal edilmiş onca ada ve yine anlaşmalara aykırı olarak silahlandırılan adaların askeri üslerle donatılması, Türkiye karşıtı cephe tarafından destekleniyor. Zamanında Kıbrıs’ta Rumlarca Türk soykırımı uygulanırken, “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır” diye and içtiğimiz Ada’da Türklerin egemenliğine karşılar. Türkiye’nin Kafkaslar’da, ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu dediği kesimde (Türkiye için önemli olan Libya, Suriye, Irak ve Altın Hilâl coğrafyasında) etkili olmasını istemiyorlar. Ancak Türkiye, onların desteklediği Yunanistan’ın, Ermenistan’ın arzularına ve Kürdistan isteklerine, Mavi Vatan’ından sürülmeye boyun eğecek ülke değil.
Türkiye varlığını korumak ve sürdürmek için emperyalist Batı’ya karşı çıkmak, boyun eğmemek zorundadır. Dolaysıyla yumuşama kalıcı politikası olamaz, geçici stratejiden öte geçemez. Bunun kanıtları ortada. Atışmalı basın toplantısıyla tanınan 15 Nisan Çavuşoğlu-Dendias görüşmesinde, Yunanistan’ın AB’ye sığınarak sorunlarını çözemeyeceği uyarısını yapan Çavuşoğlu, “Türkiye Doğu Akdeniz’de kendi belirlediği ve Birleşmiş Milletler’e kaydettirdiği alan içinde haklarını arıyor” diyordu. Türkiye’nin uyarılarına kulakları tıkalı Yunanistan, ABD ve AB’ye “Arkasını Dayama (!)” cesaretiyle olsa gerek, 15-18 Nisan tarihleri arasında L’atalante adlı Fransız araştırma gemisini Türkiye’nin kıta sahanlığı üzerinde ilân ettiği Navteks ile Yunan fırkateyni eşliğinde Doğu Akdeniz’e göndermeye kalkıştı. Navteks’i geçersiz sayan Türkiye bölgeye bir fırkateyni anında gönderiyor, Türk Donanması’nın müdahalesiyle Fransız araştırma gemisi ve Yunan firkateyni bölgeden kaçarak ayrılmak zorunda kalıyordu.
Fransız araştırma gemisi ile Yunan savaş gemisinin uzaklaştırıldığı bölge 28 derece doğu boylamının batısında Girit’in güneydoğusunda yer alıyor. Libya ile yapılan anlaşmayla sınırlanan Türk kıta sahanlığı 26 derece 19 dakika 11,64 saniye doğu boylamına kadar uzandığından, daha önce Soros sınırı olarak adlandırdığımız 28 derece doğu boylamının batısında kalıyor. Bu sınıra Soros sınırı dememizin nedeni, daha önceki yazılarımızda açıkladığımız gibi George Soros’un Uluslararası Kriz Grubu (International Crisis Group) tarafından 2012 yılında çizilen haritada Türk kıta sahanlığı için sınır gösterilmesindendir. Ne hikmetse, 2019 yılında Türkiye tarafından Birleşmiş Milletler’e gönderilen yazıda “32 derece 16 dakika 18 saniye doğu boylamı ile 28 derece doğu boylamı arasında kalan bölgede Türkiye’nin çıkarları vardır. 28 derece boylamının batısı da müteakip sınırlamalara esastır” denilmişti. 28 derece doğu boylamı sınırını olumlu bulan amirallerimiz (!) ve siyaset bilimcilerimiz de oldu…
Ültanır Platformu’nda “Kıta Sahanlığına Neden 28 Derece Sınırı” başlıklı ve 1 Mayıs 2019 tarihli Arayış ve Gündem makalemizde, gerçekte 23 derece 20 dakika doğu boylamına kadar uzanması gereken kıta sahanlığına geçici de olsa neden böyle bir sınır konulduğunu eleştirerek, bunun kabul edilemez olduğunu vurgulamıştık. 28 derecenin öyküsü, o yazımız için yaptığımız araştırmayla ortaya çıkmıştı. Neyse ki Libya ile yaptığımız Deniz Yetki Alanı Anlaşması ile sınır 26 derece 19 dakika 11,64 saniye doğu boylamına kadar uzandı, ama gereğinden küçük tutularak, 80 bin kilometrekare Mavi Vatan alanı sınır dışında kaldı. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de tartışma konusu olan Türk düşmanları ve karşıtları tarafından karşı çıkılan sismik arama ve sondaj işlemleri bugüne kadar hep 28 derece doğu boylamımın doğusunda yapılmış, Soros sınırı aşılmayarak, batısına geçilmemiştir. Türkiye Petrolleri (TPAO) 28 derece doğu boylamının batısına geçmek istemişse de izin verilmemiştir.
Yunanistan Fransız L’atalante araştırma gemisini Türk kıta sahanlığı üzerinde Soros sınırının dibindeki bir noktaya fırkateyni eşliğinde sokmak istedi, ama Türk Donanması izin vermedi. Soros sınırının batısına Barbaros ve Oruç Reis araştırma gemilerini gönderme zamanı geldi.
Libya ile 27 Kasım 2019 tarihinde imzalanan anlaşmayla 28 derece doğu boylamının batısında geniş bir yetki alanı kazanıldığından, TPAO bu olası hidrokarbon yatağı üzerindeki 7 sahada petrol araştırmaları yapmak üzere 21 Nisan 2020 tarihinde ruhsat başvurusunda bulunmuş, başvuruları 30 Mayıs 2020 tarihli Resmî Gazete’de 7 adet ilânla yayınlanmıştı. Maden ve Petrol İşeri Genel Müdürlüğü’nün söz konusu ilânlarında “Türkiye Petrolleri A.O. Genel Müdürlüğü’nün Akdeniz’de Türk kara suları dışında sahip bulunduğu pafta numaraları verilen alanlarda petrol arama ruhsatı almak için 21.04.2020 tarihli dilekçeyle müracaat ettiği Türk Petrol Kanunu Uygulama Yönetmeliği’nin 14’ünci maddesinin birinci fıkrası gereğince ilân olunur” deniliyordu. Yasa gereği bu ilânlarla başlayan 90 günlük askı süresi 1 Eylül 2020 tarihinde sona erince verilmesi gereken izinler, bugüne kadar verilmemiş bulunuyor. Verilmemesinin nedeni, baskı karşısında yumuşama sürecine girilmiş olmasıdır.
TPAO’nun alanına Fransız L’atalante gemisinin Yunan fırkateyni eşliğinde girmesine göz yumulmayarak Türk Donanması’nca durdurulmasından sonra yapılması gereken, Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün ilânları gereğince TPAO’ya gereken izinlerin verilmesi, Barbaros ve Oruç Reis araştırma gemilerinin Türk savaş gemileri eşliğinde bölgeye gönderilmesidir. Hakkımıza eylemle böyle sahip çıkabiliriz. ABD ve AB, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de atacağı bu adıma elbette karşı çıkacaklardır, ama onlar karşı çıkacak diye Türkiye hakkından vazgeçemez. Doğu Akdeniz’de ve Adalar Denizi’nde Yunanistan’a ve destekçilerine karşı haddini bildirmek için yapılması gerekenler sadece bu kadar da değil. Türkiye ile Yunanistan arasında adalar sorunu var. İşgal edilmiş adalar, haksızca silahlandırılmış adalar, EGEAYDAAK (Egemenliği Antlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıklar), Yunanistan’ın diplomasiyi bile reddettiği bu kilit sorunlar Rum-Helenlerin yüzüne çarpılmalı.
Türkiye Doğu Akdeniz’e sahip çıktığını gösterirken, zeytin dalı politikasıyla da kazanım peşinde olduğu anlaşılıyor, ama emperyalistler bildiklerinden şaşmıyor. Örneğin, Doğu Akdeniz’de sıkça bayrak gösteren Fransız uçak gemisi Charles de Gaulle, gövde gösterisi yapmak amacıyla 10 Mayıs’ta Kıbrıs Rum kesimine gelip Limasol limanına demir attı. Rum basını bunu Rum kesimi ve Fransa özel bağının mükemmel göstergesi diye vurgulayıp, Rum Milli Muhafız Ordusu’nun Fransız donanmasıyla ortak havacılık tatbikatları yapacağını duyurdu. Tatbikatların Fransa ile Rum kesimi arasındaki savunma işbirliği programının bir parçası olduğu açıklandı. Fransa ise emekli generallerin ve askerlerin Cumhurbaşkanı Macron’a iç savaş uyarısı yapan bildirisiyle sarsılıyordu. Macron, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı gövde gösterisi ve Rum-Yunan yandaşlığıyla zayıflayan iktidarına oy kazandırmak peşinde, ama 2022 seçimlerini kazanamayacağı ortada, Fransa’nın gambot diplomasisi de Türkiye’yi etkilemiyor.
Fransız uçak gemisi Charles de Gaulle Türkiye’ye karşı tutumla Kıbrıs Rum desteğinde.
Türkiye’nin önerisiyle kararlaştırılan ve Birleşmiş Milletler’in (BM) düzenlemesiyle 27-29 Nisan 2021 tarihlerinde gerçekleştirilen, 5+1 (5 “Türkiye-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti-Yunanistan-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi-İngiltere” +1 “BM”) Gayriresmî Kıbrıs Toplantısı (Informal 5+1 Meeting on Cyprus), sadece taraflara ve Batı’ya değil, tüm dünyaya karşı çok önemli bir dik duruşa sahne oldu. Bu toplantıda Yunan ve Rum yandaşı AB de yer almak istemişti, ama Zürih ve Londra Antlaşmaları’na taraf olmadığı için Türkiye’nin karşı çıkmasıyla katılamadı. Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı, Kıbrıs için yarım asrı aşkındır sürdürülen sonuç alınamayan federasyon arayışının bundan böyle söz konusu olamayacağını, çözümün Ada’da fiilen oluşturulduğu gibi egemen iki devletli çözüm olduğunu tüm dünyaya haykırdı. Toplantıya katılan 5 devletten ikisinin “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Kıbrıs Rum Yönetimi” olması ve her iki Kıbrıs devletini kendi cumhurbaşkanlarının temsil etmesi de bu gerçeği gösteriyordu.
Nisan 2021 Cenevre 5+1 Toplantısı, Türk tarafının “Egemen Eşitlik Temelinde İki Devletli Çözüm” zeminine dayalı tezinin uluslararası ortamda ilân edilmesi başarıyla sonuçlandı.
Türk ve Rum ortaklığına dayanan Kıbrıs Cumhuriyeti 5 yıl yaşamış, Rumların Enosis amaçlı Türk soykırımıyla devlete el koyması sonucu 58 yıl önce yıkılmış, iki ayrı yönetim oluşmuştur. Türkiye’nin garantör ülke olarak 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile Rum saldırıları engellenerek, Ada’ya barış getirilmiştir. 46 yıldır Ada’da iki ayrı yönetim bulunuyor. “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” 38 yıldır varlığını sürdürüyor. Emperyalist oyunları ve BM 5 daimî Güvenlik Konseyi üyesinin aykırı tutumları nedeniyle uluslararası arenada tanınmamış ve bu yüzden mağdur devlet durumunda. Rumlar ise parçalayarak çalıp üzerine oturdukları Kıbrıs Cumhuriyeti’ni sürdürme iddiasındalar. Ne yazık ki emperyalist Batı’nın iki yüzlülüğü sayesinde, Kıbrıs Rum Yönetimi’ni temsil eden Kıbrıs Cumhuriyeti 2004 yılında AB’ye üye yapıldı. Şimdi NATO’ya üye yapılması hedefleri var. Rumlar, Kıbrıs’ta tek devlet diye Türkleri devletsiz ve egemenlikten yoksun bırakıp azınlık ya da köle yapma çabasındalar.
Türkiye ve Kıbrıs Türkü Ada’da iki devletli çözüm isterken, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar EOKA hayalini sürdürüyorlar ve 2020’de kanlı EOKA için anı pulu çıkardılar.
Kıbrıs hiçbir zaman Rumların olmadı. Girit Adası da öyleydi, ama İngilizlerin oyunuyla Rumlara-Yunanlılara bırakıldı. İngiltere’nin Osmanlı’dan iade etmek koşuluyla aldığı Kıbrıs’ın Türkiye’ye iadesi 1950’li yılların ortasında gündeme gelmiş, iki devlet arasında gizli görüşmelerle uzlaşı sağlanmasına çalışılırken, 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül olayları sonrası İngiltere Rum-Yunan yanlısı tutum sergilemişti. İngilizler uzun yıllar boyunca Ada’dan zorla göç ettirdikleri Türklere karşın, Yunanistan’dan getirilen Rumlarla nüfuslarının artışına olanak tanımıştı. 2020 yılında Rumların nüfusu 827 bin, Türklerin nüfusu 376 bin düzeyinde kaydediliyor. Küçük azınlıklar olan İngilizler, Ermeniler, Maruniler (Anadili Arapça olan Maruni Kilisesi’ne bağlı Hıristiyanlar) da var. Katolik-Hıristiyan inancını gizleyerek Kıbrıs Türkleri içinde asimile olmuş, çok az sayıda, ama son 25 yıldır Kıbrıs Türklerinin siyasi hareketi içinde ihanetleriyle etkili oldukları izlenimini veren Linobambaki denilenlerin bulunması da hayli ilginç.
Kısacası, Ada’da etnik olarak birbirinden farklı iki millet “Türkler ve Rumlar” ile iki devlet “Türk ve Rum devletleri” var. İki ayrı milletten tek millet, iki ayrı devletten tek devlet çıkarma hünerini ne sihirbazlar ne de tekeden (erkek keçiden) bile süt sağabilecek siyaset ustaları yapabilir. Nitekim yapamadılar, federasyona dayalı çözüm modeli iflas etti. Çıkmaza giren çözüm için yeni bir fikre gerek vardı, o fikir de Türk tarafından geldi. Ada’da “eşit egemenliğe dayalı” iki devlet modeli tezini 27-29 Nisan Cenevre toplantısında Türk tarafı dünyaya ve ilgili taraflara karşı kararlı ve güçlü duruşla ortaya koymakla kalmadı, artık federasyonun tartışılmayacağını, iki devletli çözümden başka yol olmadığını vurguladı. BM Güvenlik Konseyi’nden beklentinin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin egemenliğinin tanınması, Kıbrıs Rum Yönetimi ile eşdeğer statüye getirilmesi olduğu açıklandı. Türk tarafı iki devletli çözümün ardında dimdik duracağını, geri adım atılmayacağını masaya getirerek yeni dönemi başlattı.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın, BM’ye sunduğu çözüm önerisi şöyleydi: “BM Genel Sekreteri’nin Güvenlik Konseyi’nden eşit uluslararası statü ve eşit egemenlik garantisi kararını çıkartması. Bundan sonra eşit iki taraf arasında sonuç odaklı, zaman limitli müzakerelerin başlaması. Müzakerelerde mülkiyet, güvenlik, sınır düzenlemeleri ve AB ilişkilerinin ele alınması. Müzakerelerin garantörler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından desteklenmesi. Devletler bir anlaşmaya varırsa, Kıbrıs’taki iki devletin birbirini eş zamanlı tanıması, garantörlerin de bu tanımayı desteklemesi. Anlaşmanın iki tarafta eş zamanlı olarak referanduma götürülmesi, halkın oyuyla geçerlilik kazanması”. Cenevre’de Rum-Yunan tarafı hırçın davranışla tepki sergilerken, İngiltere kaypak bir tutum içindeydi. Türk devletini tanıyabileceği söylentileri çıkarılan İngiltere, üslerini kaybetme tehlikesiyle karşılaşmamak için bu tutumdan uzak bir strateji içinde görünüyordu.
Dün Rum’un Enosis saldırılarına mücahitleriyle karşı koyan Türklük savaşı veren Kıbrıs’ı bugün güçlü Türk Ordusu’nun koruduğunu ve Ada’da kalıcı olduğunu Helenler bilmeli.
Cenevre toplantısı müzakere değil, zemin arama amaçlıydı. Kıbrıs’ta Helenizm’in gerçekleşmeyeceğini gören Rum-Yunan ikilisinin hırçınlığıyla ortak zemine kapı açılmıyor, ama Türk tarafının “Egemen Eşitlik Temelinde İki Devletli Çözüm” zeminine dayalı tezinin uluslararası ortamda ilân edilmesi başarısıyla sonuçlanıyordu. BM Genel Sekreteri Guterres toplantının ardından, “Müzakereler için ortak bir zemin bulamadık” diyor ve ekliyordu: “Yine de vazgeçmeyeceğim, önümüzdeki dönemde yine BM öncülüğünde 5+1 formatında bir görüşme yapılmasını planlıyoruz. Bu toplantı için muhtemelen 2-3 aylık bir zaman periyodu gerekiyor”. Guterres’in bu açıklamasını Türkiye üzerine federasyon görüşmelerine dönülmesi için uluslararası baskı yapılacağı şeklinde yorumlamak gerekir. Rum lider Anastasiadis, Guterres’ten Haziran sonunda Avrupa Konseyi’nde Türkiye-AB ilişkileri görüşülmeden önce Ersin Tatar ile birlikte üçlü toplantı düzenlemesini, Türkiye’yi dışlayarak baskı için zemin kazanılmasını istiyor.
Anastasiadis’in karşısında Rum oyununa düşecek, toprak haritası sunarak vatanına ihanet etmiş Mustafa Akıncı yok, Türkiye ile birlikte hareket eden “Vatansever Türk Ersin Tatar” var. Mehmet Ali Talat, Mustafa Akıncı, onlarla aynı yolun yolcusu federasyon sevdalısı eski başbakanlardan ve Tatar karşıtı hareketlerin kışkırtıcılığına soyunan Erhürman etkili olamayacaklar. Kıbrıs Türkü iki devletli çözümden yana, bunun güvencesi gördüğü için Tatar’ı seçti. Rum yandaşlığı tescilli Akıncı zehirli diliyle, “Tatar, Cenevre’de Ankara’nın papağanı olacak” demişti, bunu sert şekilde kınayan Tatar ise Akıncı’ya, “Sen Crans Montana’da haritayı verirken kimin papağanıydın acaba?” diye sormuştu. Rumlar, AB ve ABD ajanları Kıbrıs Türk siyasetinde ortalığı karıştırmak için her yolu deneyecekler ve Linobambaki asıllı siyasetçileri bu amaçla kullanacaklardır. Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı bir bütün olarak bu tür oyunlara fırsat vermemelidir. İki devletli çözüm, geri dönüşü olmayan bir yoldur.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’tan başka ABD’yi rahatsız eden dik duruşları var. Asla ödün veremeyeceği iki dik duruşu; Kafkasya’da Ermenilere karşı Azerbaycan’ın yanında yer almak, Irak ve Suriye’de PKK, PYD/YPG güçlerine karşı mücadele etmek. Biden, ABD yönetimi, Pentagon odaklı Amerikan derin devleti her iki dik duruştan son derece rahatsız. Bunlara bir üçüncüsü, Mescidi Aksa ve Gazze’ye yapılan Amerikan destekli siyonist saldırılara karşı Türkiye’nin sert çıkışı ve uluslararası diplomasi atağıyla eklendi. ABD, Türkiye’yi hep karşısında görmekten tedirgin. Biden’ın Ermeni ve Kürt yandaşlığı, Yahudi severliği biliniyor. Hukuksuz Ermeni soykırımı uydurmasıyla müttefikim dediği NATO üyesi Türkiye’yi suçlaması, Irak-Suriye arasına yerleşecek ve Barzani yönetimiyle bütünleşecek PYD/YPG Kürt devletiyle Türkiye’yi kuşatma planı da bekasına karşı Türkiye’yi tedirgin ediyor. Terör devleti Müslüman soykırımcısı İsrail ile “Siyonist Haçlı Seferi” harekâtına karşı çıkılması ise bugün için insani dik duruş.
ABD’nin Yunanistan’a kurduğu askerî üsler yalnızca Türkiye’ye değil, Rusya’ya da karşı olduğundan, Türkiye ve Rusya stratejik işbirliği içinde olmalı. ABD, Ukrayna’da, Kırım yakınında, Gürcistan’da üs kurmak istemekte, görkemli büyükelçiliğinin bulunduğu Ermenistan’da da gün gelir üs kurarım hayalini yaşamaktadır. Türkiye’nin Rusya’nın yanında değil, kendi yanında, kusursuz ABD karakolu görevi sürdürmesini istemektedir. ABD emperyalist planları için Azerbaycan ve Türk Cumhuriyetleri, İran ve Çin ile iyi ilişkileri olan Türkiye istememektedir. Irak ve Suriye’de Kürt teröristlerle çatışan değil, uzlaşan Türkiye düşlemektedir. Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı sürdürülen Pençe Operasyonları’ndan rahatsızdır. PYD/YPG ile Türkiye’yi uzlaştırmayı planlıyor. Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini düzeltmesini de istememektedir. Oysa, hem PYD/YPG mücadelesinde ve hem de bölgede giderek azgınlaşan İsrail terörü karşısında Türkiye’nin işbirliği yapması gereken öncelikli iki ülke, İran ve Suriye’dir.
Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde PKK’ya karşı yürüttüğü operasyonlar, ABD’nin Irak ve Suriye tabanlı Kürt devleti planına ters olduğu için ABD’yi tedirgin ediyor.
ABD Doğu Akdeniz’de, Adalar Denizi’nde, Karadeniz’de, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da kendisinden izinsiz tutum ve davranışlar içinde olan, başına buyruk hareket edebilen bir Türkiye istemiyor. AB de bu konularda ABD’nin yanında. ABD temelde Türkiye’nin toprak bütünlüğüne, egemenliğine karşı, NATO ortaklığı ve müttefiklik yutturmacasıyla kandırma çabasında, kendi çıkarı için sopa ve havuç politikası uyguluyor. İsrail’i destekleyerek adım adım yürüttüğü Siyonist Haçlı Seferi’nin hedefinde bugün Kudüs-Gazze üzerinden Filistin olsa da gelecekte Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve “Büyük İsrail” için Suriye üzerinden Türkiye olacaktır. Siyonist Haçlı Seferi’nin Filistin ayağına darbe vurmak için şimdi İsrail’i füze saldırılarından koruma amaçlı ABD’nin Kürecik Radar Üssü kapatılmalıdır. Türkiye’ye karşı FETÖ kalkışmasında kullanılan, emperyalist ABD’nin Ortadoğu’daki kilit üssü İncirlik’ten NATO kamuflajına bakılmaksızın ABD çıkarılmalıdır. ABD karşısında yeni ortaklıklar ve dengeler oluşturulmalıdır.
ABD Suriye’de PYD/YPG için onlarca üs kurup Türkiye’ye karşı sürekli donatıyor.
Emperyalist güç ABD ve Avrupalı Hristiyan emperyalistler Topluluğu AB Türkiye’yi etkisizleştirerek, kendi çıkarlarına çomak sokmayacak, isteklerine boyun eğecek konuma getirme hedefinde hemfikirler. ABD yalnız Başkan Biden ile değil, tüm kurumlarıyla Türkiye karşıtı tutum içinde. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı biat kültürü tabanına çekemeyeceklerini gördüklerinden tepkilerin zirvesine yerleştiriyorlar. Türk halkının ABD karşıtlığının giderek güçlendiğini de görmekteler. Türkiye’nin NATO üyeliğini yarardan çok kendi çıkarları açısından zarar olarak değerlendiriyorlar. “Türkiye’yi NATO’dan çıkarmayı tartışalım” konusu gündemlerinde. Washington merkezli sözde özgürlükçü düşünce kuruluşu CATO’dan gelen bu önerinin yanısıra, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibi için insan hakları ve yolsuzluk için Magnitsky yaptırımlarının uygulanması da isteniyor. Başkan Biden’ın 14 Haziran NATO zirvesindeki görüşme randevusu uzlaşmaya değil, gerginliğe gebedir.
14 Haziran’da ABD ile uzlaşılması Türkiye’nin kaybı olur. ABD’nin Türkiye karşıtı politikalarını Doğu Akdeniz’den Suriye’ye dek değiştirmeye niyeti olmadığı aşikâr. Türkiye Doğu Akdeniz’den çekilmeyecek, Suriye’de PYD/YPG’ye karşı mücadelesini sürdürecek. Son gelişmelerin ışığında ABD Başkanı Biden’ın PKK-PYD/YPG destekçiliğinden geri adım atmayacağı da ortada. Nitekim, ABD yetkililerince terör örgütüne yeni bir yol haritası sunulduğu ve “Yanınızdayız” mesajı verildiği biliniyor. Üstelik terör örgütüyle yapılan görüşmeye ilk kez ABD’li bakan yardımcısı düzeyinde bir heyetin Biden döneminde yollanmış olması, Türkiye’ye karşı vekalet savaşı hazırlığının gündemde olduğunu gösteriyor. Biden, 23 Nisan telefon konuşmasında 14 Haziran randevusunu verirken, sopa havuç politikasıyla Türkiye’yi istediği çizgiye çekebileceğini düşünmüş olmalı. Ancak bu hiç de olası görünmüyor. Bilakis 14 Haziran, Türk-Amerikan ilişkilerinde kopuşa yeni halka eklenmesinin tarihi olabilir.
Terör devleti İsrail’in Mescidi Aksa ve Gazze saldırısı ile yaptığı insanlık dışı katliam, ABD’nin Yahudi kayırmacılığı nedeniyle BM Güvenlik Konseyi tarafından bırakın önlem alınmasını vetosu nedeniyle kınanamazken bile, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail’e ABD’nin silah satışını kast ederek, Biden’a tarihi gerçeği haykırması yüzüne atılan bir diplomatik tokattır aslında. Erdoğan, “Sayın Biden, sözde Ermeni soykırımımda Ermenilerin yanında yer aldınız. Şimdi de ciddi manada orantısız bir saldırıyla Gazze’ye saldıran ve yüzbinlerce insanın şahadetine vesile olan bu olayda siz kanlı ellerinizle bir tarih yazıyorsunuz” diyordu. Bu uyarı tarihe geçen bir kayıttır. İşte bu eli kanlı Biden ile Erdoğan’ın Brüksel’de uzlaşması olanaksızlaşmakta, bilakis Türk-Amerikan ilişkilerinin kopuşunda yeni bir fay kırığı oluşturması olası görünmektedir. Ancak 14 Haziran sonrası ABD’nin, NATO çevrelerinin, onların peşi sıra Avrupa Konseyi ve AB ülkelerinin çeşitli yollardan Türkiye’ye diplomatik baskıları artacaktır.
Türkiye, ABD’nin Doğu Akdeniz ve Suriye-İsrail planlarına karşı koymak zorundadır. ABD-İsrail-Yunanistan-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ortaklığının, Fransa destekli Doğu Akdeniz saldırganlığı boşa çıkarılmalıdır. ABD ve İsrail’in ortak planı olan ve Suriye ile Irak toprakları üzerinde gerçekleştirilmek istenen Kürdistan oyunu, yeni terör devletinin kurulmasının engellenmesi için gerekenler yapılmalı, PKK-PYD/YPG eliyle yürüttükleri vekalet savaşı bozguna uğratılmalıdır. Her ne kadar Filistin, Mısır’ın da etkisiyle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan ile Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı politika izlemiş olsa da İkinci İsrail oyununun bozulması kadar, İsrail’e karşı Kudüs Merkezli bağımsız Filistin devletinin kurulmasına her türlü desteğin verilmesi de gerekiyor. Türkiye İsrail’in Mescidi Aksa ve Gazze saldırısına karşı uluslararası alanda ve BM nezdinde başarılı bir diplomatik mücadele vermiştir ve Gazze için varılan sözde ateşkes kararının çıkmasında bu mücadelenin ve uluslararası kamuoyu oluşturmasının etkisi vardır.
Türkiye ABD’ye karşı dik durup direnmeli ve bu kararlılığını 14 Haziran NATO zirvesi marjında Erdoğan-Biden görüşmesinde açıkça göstermelidir. Soykırım ile ilgisi olmayan, tarihinde bu kara leke bulunmayan, Biden’ın hukuk dışı ithamına karşı en sert yanıtı bu görüşmede vermelidir. Soykırım yapan ABD’nin koruyup kolladığı İsrail, arka çıktığı Bizans artığı Rumlar yani sevip saydıkları Helenlerdir. Türkiye için NATO vazgeçilmez değildir, ama ABD’yi ve emperyalist dostlarını sevindirmemek, Kıbrıs Rumlarına fırsat tanımamak için Türkiye şu an NATO’da kalmalı, NATO içinde ABD’nin oyunlarına veto yetkisiyle set çekmelidir. ABD, NATO kılıfıyla bundan böyle Kürecik ve İncirlik üslerini kullanamamalıdır. ABD istemese de tedirgin olsa da Türkiye Avrasya’da Rusya, Asya’da Çin ile ilişkilerini geliştirmek zorundadır. Türkiye, ulusal güvenliği ve geleceğinin güvencesi için tek bir eksene yönelik ve Batı’ya bağımlı kalamaz. Bu nedenle Avrasya’daki bağlarını güçlendirmek zorundadır.
“2020 yolun sonu mu, 2021 yeni başlangıç mı?” deyince, akla pandemi cenderesi geliyor. 2020 yılı yaşamak yerine, Covid-19 nedeniyle yaşamdan ödün vererek geçti. İnsan yaşamında salgınla kaybedilen bir yıl tanımı elbette abartı değil. İnsanlar sağlıklı ve mutlu olmadan ülkeler gönenç içinde olamaz. Ülkeler güçlü-kuvvetli olmadan da insanlar refahı ve mutluluğu yaşayamaz. Bu girift konu başlı başına felsefi irdeleme alanı olmakla beraber, biz burada ne pandemi ne de onun getirdiği sorunları tartışacağız. Çünkü yaşanan pandemi süreci, doğan güneşin ilk ışıklarının müjdesi gibi koruyucu aşılar sayesinde bir süre sonra aydınlığa uzanacak. Ancak, bir karamsarlık var; bunun nedeni; Türkiye’nin egemenliğine karşı Batı’nın saldırıya geçmiş olması.
Aslında “yolun sonu”, Türkiye’nin Batı’ya daha doğrusu emperyalist güç odaklarına bağlılığıyla ilişkilidir. Osmanlı İmparatorluğu sonrasında Türkiye gelişmiş Batı’yı kalkınma hedefleri için örnek alıyordu. O dönemde gelişmiş bilim, gelişmiş teknoloji ve uluslararası zenginlik Batı’da olduğundan bunda yanlışlık yoktu. Ancak, yüce ozan Mehmet Akif’in dizelerine yansıttığı gibi, “Batı tek dişi kalmış canavar” idi. Türkiye egemenliğini Batı’ya karşı savaşarak kazanmıştı. Uygarlık için Batı’yı örnek alsa da ulusal değerlerini Batı karşısında yitirmemeliydi. Ne yazık ki bu gereği gibi yapılamadı, Batılı canavarlara karşı yeterli önlem alınmadı, Türkiye egemenliğini korumada, ekonomik bağımsızlığını sağlamada başarı sağlayamadı!...
2020’nin sonuna varılıyordu ki 10 ve 11 Aralık’ta Batı’dan peş peşe “Türkiye’ye Çifte Yaptırım” haberleri geliyordu. ABD Kongresi, Rusya’dan alınan S-400 Hava Savunma Sistemi nedeniyle Temsilciler Meclisi’nden üçte ikiyi aşkın oyla kabul olunan ve Türkiye’ye yaptırım içeren Savunma Bütçesi Tasarısı’nı Senato’sunda üçte ikinin üzerinde, beşte dördü aşkın oy çokluğuyla kabul ediyor, Türkiye Hasım (Düşman) sayılıyordu. AB (Avrupa Birliği) liderler zirvesinde ise Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerimiz bahane edilerek Yunanistan’ı koruyucu tutumla yaptırım kararı alınıyor, uygulaması Mart 2021’deki toplantıya ertelense bile Yunan-Rum ikilisinin isteği karşılanmış oluyordu. Kısacası, tek dişli Batı canavarları dişlerini gıcırdatıyorlardı.
ABD Kongresi Türkiye’yi kendi emperyalist sömürü barışı için tehdit edici bularak, S-400 Hava Savunma Sistemi’ni Rusya’dan aldı diye düşman safına iteleyip yaptırım kararı aldı.
Türkiye, Atlantik ortaklığının çıkar ve hedefleri dışında hareket ettiğinden karşılaştığı ABD yaptırımları, askeri gücünü törpülemeyi hedefleyerek savunma sanayisini engellemeye yöneltilmişti. Rusya’dan S-400 Savunma Sistemi alınması nedeniyle, parası ödenmiş ve projesine ortak olduğumuz F-35 savaş uçaklarına haksızca el koyan ABD bununla yetinmemiş, Türkiye’yi düşman safına koyarak yaptırım kararı almıştı. Tehdit boyutunda ABD’den geri kalmayan AB ise, Türkiye’nin kıta sahanlığı sınırlarını tanımadığını, Türkiye Yunanistan’ın savunduğu Sevilla Haritası’nı kabul etmediği sürece yaptırım uygulamaktan geri kalmayacağını göstermiş bulunuyor. ABD ve AB yaptırım kararlarıyla Batı’nın tutumu, Kurtuluş Savaşı başlangıcını anımsatıyor ve 100 yıl sonra Batı’nın emperyalist tutumuyla tarihin tekrarlandığını gösteriyor.
Avrupa Birliği, ekonomik çöküntüden Almanya’nın kurtardığı Yunanistan ile faşist işgalci bir devleti canlandırarak, Akdeniz’deki çıkarları için Türkiye’ye saldırtmak çabasında.
Türkiye’nin Batı baskısına ya da cenderesine sokulmasıyla yaşanan hengameler Cumhuriyet Tarihi’nin önemli sayfalarıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası, Stalin Rusya’sının yanlış tutumu, İnönü yönetiminin dış politikadaki başarısızlığı sonucu Türkiye elini ABD’ye uzatınca, kolunu kaptırdı ve egemenliğini sınırlandıran çerçeveye sürüklendi. Ardından başarı diye gösterilen NATO üyeliği, egemenliği karşısında sorun olarak ortaya çıktı. Platformumuzun “Duyurular Arşivi” içinde yer alan 2017 tarihli “NATO’dan Çatışa Çatışa Çıkmak” başlıklı yazımızda bu tuzağa değinmiştik. NATO Brüksel merkezinde görev yapmış emekli tümgeneral bir dostum yazımı okuyunca, “Hocam, NATO’dan çıkmamızı öneriyorsunuz, ama orası oybirliğiyle karar alınan veto hakkımızın bulunduğu değerli bir savunma örgütü” demişti. Şimdi o veto hakkı, Rum Kıbrıs’ı NATO’ya eklemlendirmek için kaldırılmak isteniyor.
Türkiye, Batı içinde saygın ülke olmak için özveriyle çabaladı. Soğuk Savaş döneminde Rusya’ya karşı Batı’yı koruma adına güvenilir bekçilik yaptı. ABD’nin isteklerini yerine getirdi, öylesine ki Kennedy-Kruşçev arasında yaşanan Küba Krizi’nde Sovyet atom bombalarının hedefi olduğu bile görmezden gelinmişti. NATO’ya ucuz askeri güç diye alınan Türkiye, ısrarla Ortak Pazar (bugünkü Avrupa Birliği) üyesi yapılmak istenmedi ve oyalandı. Çünkü, Avrupa Müslüman Türkiye’yi içinde görmek istemiyordu. Bizans’ı yıkarak çağ açan, Avrupa içlerine insanca ilerleyen, Viyana’yı askerî başarıyla kuşatan Türkler onlar için barbardı. Bu nedenle Osmanlı’nın varisi Türkiye’yi sözde Ermeni soykırımı uydurmasıyla suçluyorlar, uygar dünyadan dışlamak istiyorlardı.
Türkiye’nin öngörülen ağırlığını aşması, güçlenmesi istenmiyor, dışarıda bekletilerek, gereğinde iş verilecek sözde müttefik ve/veya ortak aldatmacasıyla oyalanması hedefleniyordu. Ortak Pazar döneminde söylendiği gibi, onlar “Ortak”, Türkiye “Pazar” olmaktan öteye geçmemeliydi. Sovyetler Birliği’nin dağılması global dünya kapısını açmadı, çok kutuplu dünya sürecini başlattı. Sovyetler Birliği’nin sonlanması ve Varşova Paktı’nın yıkılmasından sonra NATO’nun görevinin bitmesi, belki Birleşmiş Milletler’e bağlı güç olacak şekilde yeniden yapılandırılması gerekiyordu, ama öyle olmadı. NATO’ya görev biçen patron ABD, Büyük Ortadoğu’ya uzanabilmek için İslâm terörüne ön ayak oluyor, Doğu Avrupa’da sınır ve statüko değişimleri hedefliyordu.
Tek kutuplu dünya liderliğine soyunmuş ABD, Afrika’nın Atlas Okyanusu kıyılarından başlayıp Ortadoğu’dan Çin sınırına kadar uzanan Büyük Ortadoğu coğrafyasında yeni siyasal sınırlarla yapılanma öngörmüştü. ABD’nin Büyük İsrail’e uzanacak yolda ilk adım olan Özgür Kürdistan için Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu topraklarına göz diktiği ortaya çıkmıştı. Kuzey Irak’taki sözde Federal Kürt Yönetimi ön karakoldu, Suriye’den ve Türkiye’den alınacak topraklarla Özgür Kürdistan oluşturulacaktı. Türkiye’de Kürt terörü azdırılmış, siyasi iktidar pazarlığa sürüklenmişti. Ekonomik darboğazlar, yönetim aksaklıkları halkı bezdirmişti. En büyük tehlike ise iktidarın koluna takılan ABD destekli FETÖ çetesinin ülkeyi ABD’nin ve emperyalistlerin piyonu olmaya sürüklemesiydi.
Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıklarının onca subayı ve generali kumpasla tutuklanarak cezaevine atılıyor, Türk Ordusu çökertilmeye çalışılıyordu. Gelişen Türk savunma sanayisi ABD’yi tedirgin ettiğinden engellenmek isteniyordu. Uydurma gerekçeyle, “Türkiye Pakistan’dan atom bombası aldı mı, gizli planları ne?” diye Genelkurmay’ın kozmik odasına adli kumpasla giriliyor, bilgiler ABD’ye sızdırılıyordu. Orduya yuvalanan FETÖ üyelerinin kompasları bu kadar da değildi. Suriye’ye askeri yardım için çağırılan Rusya’nın savaş uçağının 17 saniyelik sınır ihlâli bahanesiyle düşürülmesi, Türkiye ve Rusya’yı karşı karşıya getiren bir FETÖ kumpasıydı. Hükümeti düşürme hedefli adli FETÖ kumpası da yapıldı, ama başarılı olamadı.
Bir atasözümüz vardır; “Bir musibet bin nasihatten iyidir, musibetten hayır doğar” diye. “Musibet yani beklenmedik bir zamanda gelen kötülükten, sıkıntı veren durumdan iyilik ya da hayır nasıl doğar?” demeyelim, doğduğuna ilişkin çeşitli örnekler var. Son 18 yılın en önemli örneği 15 Temmuz 2016 kalkışması, yani darbe girişimi. ABD ve Avrupa hegemonları dik durabilecek, beklenmedik sürpriz yapacak lider istemediklerinden, “Eyyy Amerika, eyyy AB…” diyen, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimî üyesine “Dünya beşten büyüktür” hatırlatması yapan Recep Tayyip Erdoğan’ı kuşkuyla karşılıyorlar, devrilmesini istiyorlardı. Erdoğan’dan “One minute” uyarısını alan İsrail de onları kışkırtıyordu. İstekleri; Erdoğan’ı ve Türkiye’yi kontrol altına almaktı.
ABD, Suriye ve Ortadoğu’daki emperyalist atakları karşısında Erdoğan’ı güvenilmez görüyor, hedef seçiyordu. FETÖ, adliyeyi kullanarak Erdoğan’ı devirememişti, sıra darbedeydi. CIA tarafından planlanan hareketle FETÖ kalkışma için kullanılacak, FETÖ damgalı, ABD destekli askerler darbe yapacak, çıkacak karmaşada Türkiye’yi sözde kurtarma, demokrasiyi inşa etme adına ABD ve İngiliz birlikleri kritik yerleri işgal edecekler, Türkiye’ye boyunduruk geçireceklerdi. Atlantik ötesinden gelen emirle 15 Temmuz akşamı hain komutanların kalkışmasıyla harekât başlatıldı, ama Türk Milleti geçit vermedi, istediklerini yapamadılar, başaramadılar. Vatansever ordusuyla bütünleşen halkımız demokrasi destanı yazıyor, emperyalizme karşı bütünleşiyordu.
15 Temmuz 2016, ABD istemiyle başlatılan FETÖ’nün darbe girişimi, Türk halk tarafından engelleniyor, melanetten hayır doğuyor, Türkiye yüzünü Batı’dan Avrasya’ya döndürüyordu.
Batı’nın emperyalist yüzünü bir daha algılayan Türkiye Avrasya’ya dönüyordu. Bu dönüş, tarihsel olarak Türkiye için ciddi sapma oldu. Türkiye’ye ve Erdoğan’a ilk “Geçmiş olsun” diyen Putin idi. ABD’nin sorun yaptığı S-400 Hava Savunma Sistemi’nin alınması için uzlaşma, 15 Temmuz’dan 26 gün sonra 10 Ağustos’ta Erdoğan ve Putin arasında St. Petersburg’da yapıldı. ABD, Türkiye’ye hava savunma sistemi vermek istememişti. Batı’nın merakla izlediği görüşme için BBC medya kanalı, “Bu dönemde Rusya’yı ziyaret ederek Batı’yı meraka düşürmek ve terletmek, olasıdır ki Erdoğan’ı mutlu ediyor” analizine yer verdi. Financial Times gazetesi, ziyaret için “Türkiye’nin NATO ve AB’deki müttefiklerini kaygı içinde bırakıyor” yorumunu yaptı.
Bastırılan FETÖ darbe girişiminden 26 gün sonra 10 Ağustos 2016’da St. Petersburg’da Erdoğan ve Putin arasındaki anlaşma, Türkiye ekseninin Avrasya’ya dönüşüdür.
Türk Ordusu’ndaki FETÖ elemanlarının temizlenmesine hızla başlanıyor, kamburdan kurtulan Ordu, darbenin engellenmesinden 40 gün sonra 24 Ağustos’ta Suriye’de Fırat Kalkanı Harekâtı’na girişiyordu. 29 Mart 2017’e kadar süren bu harekâtla PKK uzantısı PYD/YPG’nin Akdeniz’e ulaşmasının önü kesiliyor, Türk Ordusu ABD planına kama gibi sokuluyordu. Suriye’deki mücadeleyi 2018 yılında iki ay süren Zeytin Dalı Harekâtı ve 2019 yılında Fırat’ın doğusunu temizlemek için başlatılan, ancak önü gerek Rusya ve gerekse ABD’nin müdahalesiyle kesilen bir aylık Barış Pınarı Harekâtı izliyordu. Harekâtlarda hedeflenen son noktalara ulaşılmamış olsa bile, Türkiye gereken alanı tutarak, jeopolitik koşullara uygun konum kazanmıştı.
Türkiye’nin Mavi Vatan’ında sorun, Yunanistan’ın emperyalist tutumuyla Adalar Denizi (Ege) ve Doğu Akdeniz’de yaşanıyordu. Adalar Denizi’nde gerilim 1974’de başlamış, 1996’da Kardak Kayalıkları nedeniyle çatışmaya ramak kalmıştı, ama 2004’den bu yana aidiyeti belirsiz diye kıyılarımızın dibinde 2020’de sayısı 19’a ulaşan ada ve iki kayalığı işgal etmelerine karşın, AKP iktidarı gereken tepkiyi göstermemişti. “Keçilerin otladığı kaya parçaları için savaş mı çıkaralım?” mantığı öne sürülmüştü. 2004’de AB tutkusuyla Annan Planı Kıbrıs’ı götürecekken Rumların aç gözlülükle planı reddetmesi, Kıbrıs Türkü’nü ve Türkiye’yi beladan kurtarmıştı. Rumlar o yıllarda Kıbrıs çevresinde hidrokarbon aramalarına girişince, Türkiye de konuyla ilgilenmeye başlamıştı.
Türkiye son 10 yılda Doğu Akdeniz’deki olası denizsel hidrokarbon (petrol ve doğalgaz) alanlarına gittikçe artan önemi verdi ve özellikle 2017 sonrası sürekli atak içinde oldu. 2019 yılında Libya ile imzalanan anlaşmayla Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığına uluslararası sınır çizerek sahip olma etkinliğini geliştirdi. Yunanistan’ın Adalar Denizi’nde yaptığı haksız işgallere karşı her nedense tepki göstermeyen Türkiye, son beş yıldır Mavi Vatan kavramıyla denizlerine sahip olma adımlarını güçlendirerek atıyor. Türkiye’nin Mavi Vatan sınırları Yunanistan ile olan anlaşmazlıklar nedeniyle tartışmalı olsa da, Google gibi internet araması ve bilgi dağıtım sistemi bile “Türkiye’nin Mavi Vatan Haritası” tanımlanmış bulunuyor.
Türkiye’nin Mavi Vatan atılımı, ABD ve AB’yi rahatsız eden jeopolitik güç kazanımıdır. Mavi Vatan haritası sınırları bugün Google Internet sitesinde tanıtılıyor. Ancak, Mavi Vatan alanının siyah çizgi sınırından kırmızı çizgi sınırına kadar genişletilmesi gerekmekte.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan kavramına sahip çıkması, yalnızca denizdeki hidrokarbon kapanlarına sahip olabilme çabası değildir. Burada birinci derecede önemli olan jeopolitiktir, enerji çok önemli olsa bile, jeopolitiğin arkasından ikinci planda gelmektedir. Genelde Akdeniz ve bizim hakkımızı korumamız gereken Doğu Akdeniz, Türkiye jeopolitiğinin ana damarı sayılmaktadır. Bu coğrafyada yaşadığımızdan Doğu Akdeniz’i bize karşı olan emperyalistlerden korumamız gerekiyor. Emperyalistler deniz egemenliği oluşturmak isterler ve bu nedenle Türkiye’nin kendi kıta sahanlığına, Doğu Akdeniz haklarına sahip çıkmasını istemezler. Türkiye’nin denizsel alandaki kaynakları kullanabilen, denizlerde hüküm süren bir güç olmasına karşıdırlar.
AB liderler zirvesinin yaptırımlar kararı ile ABD Kongresi tarafından kabul olunan yaptırımlar kararının nedeni aynı ve ortaktır. Bu yaptırımlar, Türkiye’nin jeopolitik gücüne karşı emperyalist Batı’nın saldırısıdır. Yalın deyişle, gerek AB ve gerekse ABD yaptırımlarının ana nedeni, Türkiye’nin Akdeniz’deki kazanımlarıdır. ABD ile AB içinde başı çeken Almanya ve Fransa’nın Doğu Akdeniz’de çıkarları var. Bu emperyalistlerin amaçları, onlar için ortadan kaldırdığımız olanakları elimizden geri alabilmek. Bunu Yunanistan’a yardım olsun diye de değil, Türkiye’ye karşı Yunanistan’ı kullanmak adına yapıyorlar. Geçmişte ABD’nin yönlendirmesi ve İngiltere’nin başı çekmesiyle 1919’da Yunanistan’ın Anadolu işgaline çıkarılması gibi. Bugün ABD ve AB eşgüdüm içinde Türkiye’yi sıkıştırıyorlar ve bunu yarınlarda da sürdürecekler.
AB Konseyi’nce yayınlanan bildiride “AB, Türkiye ve Doğu Akdeniz’deki durumla ilgili konularda ABD ile koordinasyon sağlamaya çalışacaktır” ibaresinin yer alması, AB ve ABD’nin ortak hedefinin Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı düşmanca tehdit edici tavrın göstergesidir. Türk Savunma Sanayisini hedef alan ABD yaptırımlarının, CAATSA (Countering America’s Adversaries Through Sanctions Act– “Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası”) diye açıklanması, düşmanlığın örtülmüş söylemidir. Yasanın adındaki “adversary” kelimesi, İngilizce-Türkçe Redhouse sözlükte “muhalif, düşman, hasım” kelimeleriyle açıklanıyor. ABD yayını Webster’s sözlüğünde İngilizce karşılığı “ENEMY”, “DÜŞMAN” kelimesiyle yer alıyor. “Hasım” kelimesinin Türk Dil Kurumu tarafından seçilen karşılığı da “Düşman” kelimesidir.
ABD’nin Türkiye’yi iteleme kararıyla fitilini ateşlediği CAATSA yaptırımları, Türkiye’nin savunma sanayisini engelleyemeyecek, Türkiye’ye değil ABD’ye zarar verecektir.
Amerika’nın düşmanlarına karşı uyguladığı yasayı Türkiye’ye uygulama kararı alması önemli. Bu yasa, İsrail’in istemiyle İran’a yaptırımlar için çıkarılmıştı. ABD, Türkiye ve İran’ı bölgedeki düşmanı olarak görüyor. ABD’nin yaptırım kararına karşı başlangıçta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın NATO ortaklığını kast ederek, “Bu nasıl ittifaktır, bu nasıl müttefikliktir. Bu karar ülkemize aleni saldırıdır” demesi gerçekçi tutumdur. Saldırıyı yapan ve bizi düşman sayan ABD’nin çirkin yüzünü güzel göstermek isteyen günümüz Amerikan Muhipleri (Severleri) tarafından seçilen “hasım” kelimesi ise, ne saldırıyı örtüyor ne de düşmanı dost gösteriyor. “Hasım” deyişin ardında ABD ilişkilerini koparmama, yeniden güçlendirme gibi tutarsız hayalin yattığını vurgulamak gerek.
Türkiye’nin 26’ncı Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da yaptırım kararı üzerine “ABD’nin Türkiye’yi hasım görmesi kabul edilemez” demiş(!)… 2008 yılında Genelkurmay Başkanı olmayı beklerken, İstanbul Harbiye Orduevi’ndeki kokteylde o dönem yayınlanmış bir başyazımı konu ederek, “Amerika bizim müttefikimizdir, açık açık eleştirilmez” diye beni uyaran Başbuğ, hayırsızlıktan hayırlı nasip almış görünüyor. 2010 yılında emekli olduktan sonra 2012 yılında FETÖ kumpasıyla Ergenekon’dan tutuklanarak cezaevine gönderilmesi değişmesine neden olmuş ki, yumuşatılmış olsa bile Amerika’ya karşı görüş söyleyebiliyor. Türkiye’nin bugünkü noktaya gelmesinin sorumluları, hep Amerika’yı müttefik sayıp savunanlar olmuştur.
Hâlâ Türkiye’de NATO ortaklığıyla ABD müttefik sayılıyor, ortaklık savunuluyor. ABD Türkiye’ye karşı CAATSA kararını, Savunma Bütçesi Yasası’nda özel bölüm ayırarak aldı. 23 Aralık günü, Başkan Trump’ın giderayak, “Bu yasa tasarısı Çin ve Rusya’ya bir hediyedir” diyerek, 2021 Savunma Bütçe Tasarısı’nı veto ettiği haberi geldi. Trump vetosu ABD yandaşlarını sevindirse de Temsilciler Meclisi 28 Aralık’ta ve Senato 1 Ocak’ta tasarıyı yeniden üçte iki çoğunluğun üzerinde onayladı, Trump’ın vetosu geçersiz kaldı. Dün Trump ile uyum sağlayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, 20 Ocak’ta göreve başlayacak yeni Başkan Biden’ı tanıdığını vurgulayıp, “ABD ile yeni sayfa açmayı umuyoruz” diyor. Erdoğan, ABD ve Avrupa ile herhangi bir sorunumuz olmadığını söyleyerek yumuşak yaklaşım sergiliyor, ne denilebilir ki hayret! ...
Türkiye, ABD için “Haydut Devlet” niteliğinde. Soros destekli ABD merkezli Atlantik Konseyi, 2021 yılı için yayınladığı riskler ve fırsatlar listesinde “Yeni Osmanlıcı Türkiye daha da haydutlaşacak” başlığı altında Türkiye’yi riskler sıralamasında ilk 10 içine sokmuş bulunuyor. Bu küstah açıklamayla Türkiye, uluslararası düzen dışına çıkmış bir devlet olarak gösterilmiş bulunuyor ki, bunun arkasında yatan neden, Türkiye’ye karşı güç kullanabilme yolunun açılmak istenmesidir. NATO üyesi, G-20 ülkesi Türkiye için yapılan bu haksızlık, Türkiye’ye karşı sertleşmenin göstergesi olduğu kadar, ABD-Batı cephesiyle olan karşıtlığımızın büyüklüğünü de açıklamaktadır. Türkiye bu soruna karşı gözünü kapalı tutacak olursa, beka sorunumuz ciddi boyutlarda zarar görür
Türkiye’nin tapu senedi Lozan’ı tanımayan ABD, Büyük İsrail ve Kürdistan’ı kurma uğruna, Karadeniz’e geçit veren boğazları serbestçe açma adına, Doğu Akdeniz’i Yunan-Rum eliyle AB’ye hediye etme planı uğruna, Türkiye’yi parçalamayı hedeflemiş görünüyor. Tek endişesi, hayallerine karşın Türkiye’nin Rusya ile birlikte olup planlarını geçersiz kılması. Girit’te deniz üssü kuran ABD, Lozan Antlaşması’nı tanımadığından Yunanistan’ı koruma diye Türkiye’ye Trakya’dan saldırabilmek için Dedeağaç’ta da kara üssü kurmuş bulunuyor. Yunanistan ABD’den aldığı askeri yardımın yanısıra, Fransa’dan da uçaklar alarak Türkiye’ye karşı askerî üstünlük sağlama çabasında. Adalar Denizi’ndeki adaları asker ve silahla donatarak saldırıya hazırlanıyor.
Türkiye’nin dizginlenerek hizaya sokulması hedefinde, savunma sanayisinin çökertilmesi, Türkiye’nin Suriye’deki ve Doğu Akdeniz’deki varlığının etkisizleştirilmesi, Katar’da Suudi Arabistan’a karşı, şimdi Azerbaycan’ın yanında Karabağ’da Ermeni’ye karşı yer almasının engellenmesi, Rusya ve İran ile dayanışmasının önlenmesi, Çin’den Batı’ya Türkiye üzerinden uzanacak yolların kesilmesi istekleri var. Bunlar ABD Başkanı kim olursa olsun değişmeyecek ABD derin devletinin istekleri. Bu istekler aynı zamanda Türk fobisi artan Avrupa ülkelerinin ve AB’nin görüşlerine, isteklerine de koşut. Batı Türkiye’ye karşı hiçbir zaman yumuşama içinde olmayacaktır, Türkiye yumuşak davransa da her fırsatta Türkiye’yi sıkıştırarak zayıflatmaya çalışacaktır.
Batı’nın ve Türkiye’nin eksenleri birbirine paralel değil, karşıt durumda. Eksenler sorununu şu soruyla da anlatabiliriz: Batı’nın ekseni Türkiye’den kaymışken, Türkiye’nin ekseni Batı’da kalabilecek mi? Eğer beka sorunu görmezden gelinirse, Batı kapısında bekleme sürdürülebilir, ama bunun ulusal çıkarlarımıza karşı maliyeti çok ağır olur. Artık NATO üyesi olarak da Türkiye önemsenmemektedir ve “Türkiyesiz NATO” özlem olmaktan öte, Batı için üzerinde önemle durulan yeni proje tasarımıdır. ABD’nin Türkiye’yi F-35 savaş uçağı programından çıkarması ve CAATSA yaptırımları içine sokması, Yunanistan’ın ön plana çıkarılması, Kıbrıs Rum kesimine silah ambargosunun kaldırılması, Türkiyesiz NATO projesine yeşil ışık yakmıştır.
NATO için hazırlanmış olan 2030 raporunda yatan mantık, Türkiye’nin dışında bırakılacağı güney kanadının, Yunanistan-Rum Kıbrıs hattından geçirilmesi isteminin yattığı şeklinde değerlendirilebilir. 2021 yılında NATO liderlerine sunulacak bu raporda, Türkiye ve Macaristan için veto mekanizmalarını kullanmalarının kaldırılması öneriliyor. Antlaşmaya göre Türkiye’nin NATO’dan çıkarılması olanaksız görünmekle birlikte, üyeliğinin askıya alınıp alınamayacağı tartışması yapılmaktadır. Rum Kıbrıs’ı NATO’ya üye yapabilmek için Türkiye hedef alınarak kuşatılmaktadır. Elbette NATO sadece ABD demek değildir, başka dost ülkeler de vardır, ama geçmişte görüldüğü gibi, patron ABD her isteğini NATO’ya eninde sonunda yaptırabilmektedir.
Gelinen bu noktada, NATO ortak savunma organizasyonudur, ulusal çıkarlar veto hakkıyla korunabilir demek olanaklı sayılamaz. Şimdiye dek NATO’nun bizi nerede koruduğu görülmüştür? Türkiye’ye engel olduğu, daha dün “Elindeki silahlar NATO silahı olduğu için benim iznim olmadan kullanamazsın” diyen çirkin ABD unutuldu mu? ABD’nin hangi haksız harekâtı NATO’da veto edilerek engellendi? Kısacası, sözde veto hakkı antlaşma metni içinde kâğıt üzerinde bulunan, ama uygulanamayan bir hak. Bu manasız ve geçersiz veto hakkı uğruna Türkiye’nin NATO’da Batı bekçiliği için kalmasını savunmak anlamsız olduğu kadar tutarsız bir davranıştır. Dış politikada Türkiye için belirleyici eksen artık ABD, Batı, NATO ekseni olamaz.
ABD unutmamalı ki Türkiye her zaman NATO’yu yırtıp geçebilecek bir ülkedir.
Türkiye, Yunanistan’ın arkasında durup bize karşı kışkırtarak destekleyen ABD ve AB’ye karşı atalet içinde olup, yapması gerekenleri yapmıyor. Yapamıyor demek istemiyoruz, çünkü yetkili egemen devlet olarak, çıkarlarını koruması adına yapması gerekirken, hareketsizlik ya da gevşeklik içinde olmasının nedeni, gerek ABD ve gerekse AB ile bir türlü göbek bağını kesememesindendir. Skandal gibi bir olay, AB Deniz Kuvvetleri Gücü IRINI operasyonu diye Libya’ya giderken, Yunan komutanlı Almanya Fıkateyni tarafından önü kesilen ticari Türk taşıma gemisine yapılan korsanlık suçu yaşandı. Ancak, bu korsanlığın hesabı gerektiği gibi karşılık verilerek sorulmuyor ya da sorulamıyor, hatta örtülmek istenir gibi bir tutum var.
Platformumuzda Soros Sınırı diye tanımladığımız 28 derece doğu boylamının batısına aramaları niçin götürmediğimiz yanıtlanması gereken bir başka soru. Çünkü Libya ile yapılan anlaşmadan sonra Türkiye’nin yetki alanı 26 derece doğu boylamına kadar uzanmış bulunuyor. Bir yılı aşkın süredir 26-28 derece doğu boylamları arasında kalan Doğu Akdeniz kıta sahanlığımız üzerinde TPAO’ya neden arama ruhsatı verilmediği açıklanması gereken bir konu. Nedeni, Soros Sınırı’nı çizdiren ABD’nin tepkisinden çekinmek olmamalı. AB liderler zirvesi öncesi Meis Adası’nın güneybatısından çekilen Oruç Reis Sismik Arama Gemisi tekrar eski yerine gönderilmeyerek, Yunan’ın Sevilla Haritası ile Türkiye’ye lütfettiği Antalya Körfezi içine yollandı. Niye acaba?...
AB ve ABD karşımızdaki iki Batı canavarı. Ancak, AB Türkiye’nin jeopolitik atılımlarına ve kaynaklarına sahip çıkmasına tek başına engel olabilecek yetenekte değil. Türkiye’nin karşısına çıkarıp desteklediği Yunan, Kıbrıs Rum ve Fransız bloku da AB’nin isteklerini karşılayamıyor. Bu nedenle IRINI korsanlığında Almanya’yı da bu bloka soktu, ama Türkiye karşılık vermemiş olsa bile yeterli olamadılar. Bu nedenle AB planları ve çıkarı için ABD’ye gereksinim duyuyor, Doğu Akdeniz’de ABD ne derse ona teslim olmuş ya da olacak görünüm içinde. Türkiye’nin gereken diplomatik önlemleri alarak hem AB ve hem de ABD’ye karşı dik durması ve kendi çıkarlarını hak ettiği gibi savunması, geri adım atmaması her şeyi değiştirmeye yeterli olacaktır.
Türk ulusu Osmanlı’dan bu yana Protestan Kapitalist Ahlâk ile kuşatılmakla kalmadı, ABD ve Avrupa içimize girerek yerleşti. Bu da Türk ulusunun öz benliğine aykırı karma bir yapı oluşturdu. Aralık ayının sonuna doğru medyaya “Türk halkının yüzde 80’i, eğitimli kesimin yüzde 90’ı AB’ye girmek istiyor” haberi pompalandı. AB Başkanlığı’nın online anketine göre, Türk halkının AB üyeliğine destek verdiği öne sürülüyordu. Aslında inanılmaması ve ötelenmesi gereken bir haberdi, ama yine de medyada yer buldu. Bugün İngiltere AB’den kopmuş tek üye olsa da başka kopmak isteyenler varken, AB’nin ekonomik olarak çökmüş Yunanistan’ı Almanya eliyle kurtarmasından başka görünür bir marifeti yokken, Türkiye AB içine girsin istenmezken, Türk halkı böylesine rencide edici bir bekleyiş ve arzu içinde olabilir mi? …
Emperyalist Batı, Türkiye’yi AB kapısında Fasit
Daire içinde bekletebileceğini sanarak aldanmamalı.
Ötelensek de kovalansak da Batı kapısından ayrılmamamız gerektiğini savunanlar ve bunu yalnızca iktidarın yanlış politikasına bağlayıp siyaset yapanlar isteyebilirler, bunlar ister istemez Türkiye’nin çıkarına hizmet etmeyen, Türk düşmanları ve Türk karşıtlarıyla el ele verenler konumuna düşüyor. Bugün yadsınamayacak bir gerçek var, Türkiye’nin bir ucu Avrupa’da diğer ucu Avrasya’da olsa da “Türkiye’nin yeri artık Batı değil, Avrasya’dır”. Elbette Batı ile dostça ilişkilerin sürdürülmesi gerekmektedir, ancak Batı’nın müttefikliği ve ortaklıkları içinde yer almasına gerek yoktur. Böylesi bir tutuma gidilmesi, Türkiye’nin tarihten gelen kişiliğine uygun olacak, yönetsel ve ekonomik gereksiz bağımlılıklardan kurtulmasını sağlayacaktır.
1971 yılında 12 Mart Muhtırası’nın ardından idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile onlarla aynı görüşü paylaşan 1965-1970 döneminin devrimci gençliği, “Tam Bağımsız Türkiye” diye haykırırken, “İstiklâli Tam, Ekonomik Bağımsızlığı Tam Türkiye” istiyorlardı ve isteklerinde haklı idiler. Onları NATO ve Batı yandaşı bir yönetim acımasızca ezdi. O yönetimin bir türevi 12 Eylül 1980’de aynı hareketi bir kere daha tekrarladı. Tam bağımsız Türkiye’yi hedefleyemeyen, ABD’ye, NATO’ya boyun eğen, AB kapısında boş umutla beklemeyi onursuzluk saymayan vesayetçi yönetimlerin Türkiye’yi düzlüğe çıkarması olanaklı değildi ve olmadı. 2021 yılına girerken Türkiye’ye NATO’da “Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Kuvveti” komutası devredildi. Kimin çıkarına derseniz, Türkiye’nin değil, Emperyal Batı’nın çıkarına…
Lozan Antlaşması’na aykırı olarak Yunanistan’ın silahlandırdığı adalar Milli Savunma Bakanı Akar tarafından 2020 içinde birkaç kez dile getirilmiş olsa da diplomatik ve askerî karşılık verilmiş değil. 2004 yılından bu yana Yunanistan’ın haksız yere işgal ettiği 19 ada ve iki kayalık ise ne yazık ki hükümet tarafından ele alınmayan bir konu. Kıyılarımızdaki iskân edilmemiş adaları aidiyeti belirsiz diye işgal edip Yunan ve AB bayrakları çekerek el koyuyorlar, asker çıkarıyorlar. Rum Bayan Katerina bu adaları dolaşmayı zevk edinmiş olmalı ki Aralık ayı ortasında Muğla Ardıççık Adası’ndaydı. Yunan Genelkurmay Başkanı Floros da Balıkesir’in Koyun, Muğla’nın Eşek ve Bulamaç adalarını 23 Aralık’ta denetledi, hiçbir Türk yetkili “Adalarımızda ne işiniz var?” demedi. Bu ataletsizlik AB ve ABD tepkisini çekmemek için mi?...
Türkiye’ye hakkı olan F-35 savaş uçaklarını vermeyen ABD, hiçbir NATO ülkesine uygulanmadığı CAATSA yaptırımlarını savunma sanayisine karşı kullanmak amacıyla yasa çıkardı. 20 Ocak’ta Siyonist Haçlı Trump başkanlığı bir diğer Türkiye karşıtı Joe Biden’e devredecek. Biden, CAATSA yaptırımlarının geniş kapsamda uygulanmasını isteyen bir kişi. Yunanistan ve Rum Kıbrıs’tan yana olduğu gibi, İsrail’in yanında ve Türkiye’yi Suriye’den çıkarma peşinde. Tüm bunlara karşın, “Biden gelsin, ABD ile işleri düzeltiriz” sanısına kapılmak olabilir mi? Niçin, dişe diş diye Adana-İncirlik, İsrail için gözlem yapan Malatya-Kürecik üssü ve diğer ABD üslerine el konulması gündeme getirilmiyor? 1970’lerde Ecevit ve Demirel’in yaptıklarına neden cesaret edilmiyor? ABD yaptırımlarına ödün vermek kaybettirir, kararlı karşı duruş gerekiyor.
ABD, Türkiye’yi iyi değerlendirmeli, İkinci Dünya Savaşı sonrası biçimlendirdiği Almanya, Japonya ve hatta Fransa’dan farklı bir ülke olduğunu bilmelidir. Türkiye’yi kimse kurtarmamış, egemenliğini kimse vermemiş, kendisi Kurtuluş Savaşı ile kan dökerek hak ettiğini kazanmıştır. Bugün gelinen aşamada Türkiye çıkarları doğrultusunda egemen kararlar verebilecek, yeni yön çizip eksen seçimi yapabilecek güce ve birikime sahiptir. Artık ekonomik atılımın teknoloji ve bilimin Asya’ya geçtiği bu dönemde, Türkiye Batı şemsiyesi altında kalmaya tutsak bir ülke olamaz. Avrasya’ya yüzünü dönen Türkiye bugün Rusya, Çin, İran, Türk Cumhuriyetleri ile dengeli ortaklıklar kurma olanaklarına sahip görünüyor ki, bunlar değerlendirilmelidir.
“Yurtta barış, dünyada barış”, ama tokat atan düşmanımıza diğer yanağımızı uzatacak değiliz. Türkiye’ye karşı olup düşmanlık yapan bunun bedelini ödemelidir. Türkiye’nin ABD ve CAATSA yaptırımları için olduğu kadar, AB tarafından planlanan yaptırımlara karşı da akıllı bir mücadele stratejisi geliştirmesi gerekir. Cumhuriyetimizin Yüzüncü Yılı 2023 hedefleri ortaya konulurken, egemenliğimize ve ekonomimize sınır koyan, yanlış ortaklık ve işbirliklerinden soyutlanma öne çıkarılarak, “TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE” hedefi üzerinde yoğunlaşılmalıdır. Türkiye’nin ekseni 2020’ler sürecinde ABD, AB ve Batı’dan saparak, Avrasya’ya Asya’ya kesin yönelmek zorundadır. Bu artık talep ve eğilim olmaktan çıkmış, ülkenin bekası için zorunluluk durumuna gelmiştir.
Kıbrıs Türk kesiminde 11-18 Ekim’de “önemli” ve “zorlu” cumhurbaşkanlığı seçim süreci yaşandı. Önemi, Kıbrıs Türk kesiminin bağımsız Türk toprağı olarak kalmasına uzanacak yolun açılıp açılmayacağından kaynaklanıyordu. Zorluğu ise, bağımsız Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yanlılarının çok adaylı dağınıklığına karşın, Rum yandaşı ve Avrupa Birliği hayali peşinde koşturan federasyon yanlılarının 2015 Cumhurbaşkanlığı seçimindeki gibi iki adayın çevresinde toplanarak, beş yıl önceki stratejiyle Türklük ve Türkiye karşıtı sonuç elde edebilme çabalarıydı. Üstüne üstlük bağımsız devlet yanlısı güçlü adayın kendi partisi tarafından yeterince desteklenmemesi ve seçime katılımın birinci turdaki düşüklüğü zorluğu pekiştirmişti.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde önemli ve zorlu bir seçim süreci yaşandı.
Sırasıyla Ersin Tatar ve Mustafa Akıncı sandık başında oy kullanırlarken.
Kıbrıs Türkü seçimin önemini kavramıştı, zorluğu aşmak için ikinci turda katılım artıyor ve Kıbrıs Türk kesimi demokratik seçimle aydınlığa uzanan yolu sandıkta açıyordu. KKTC Cumhurbaşkanlığı koltuğunu işgal eden Türk karşıtı ve Rum yandaşı, vatan hainleri yanında yerini almış bulunan Mustafa Akıncı’yı koltuktan indiriyor, vatansever milliyetçi Ersin Tatar’ı oturtuyordu. Bu demokrasi zaferi; 20 Temmuz 1974 tarihinde şahlanan Kıbrıs Barış Harekâtı sürecine eklenen yeni bir adım ve 15 Kasım 1983’de merhum kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne eklenen bir temel taşı niteliği taşıyor. Böylece tehlikeli olan federasyon uçurumu geride bırakılarak, bağımsız “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” yoluna adım atılıyor.
Vatansever Ersin TATAR, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Mustafa AKINCI’yı devirerek, kendi devletine ve Türkiye’ye karşı, Türklük karşıtı birinden KKTC’yi kurtarmış oldu...
Barış Harekâtı sonrası emperyalist Batı’nın çözüm diye dayattığı federasyon ve buna alternatif konfederasyon arama süreci, Türklerle Rumları aynı devlet çatısı altında toplamaya yönelikti. Bu çözümün bir ayağı kendisini, Kıbrıs Adası’nın hâkimi gibi gören ve Batı’ya böyle gösteren, darbeyle devirdiği devletten çaldığı “Kıbrıs Cumhuriyeti” adını kullanan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, diğer ayağı ise özgürlük savaşı sonucu kazanılmış bulunan “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” idi. Emperyalistlerin baskıyla, Güvenlik Konseyi’nin hakça olmayan kararlarıyla, Rumların Kıbrıs Cumhuriyeti potası içinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eritilerek asimile edilmek istendi. Masa son kez İsviçre Crans Montana’da kurulmuştu, ama aşırı istemlerine gem vuramayan Rumların masayı devirmesiyle federasyon-konfederasyon arama süreci son buldu.
Kurucu Cumhurbaşkanı rahmetli Rauf Denktaş, bir röportajımızda, “İki devletten tek devlet, iki milletten tek millet çıkarma becerisini hiçbir sihirbaz yapamaz” demişti, öyle de oldu. Annan Planı Türk kesimi için büyük tehlikeydi, Avrupa Birliği (AB) hayaliyle Türk kesimine “Evet” dedirtilmişken, sırtı sıvazlanarak şımartılan Rumların ödünleri yetersiz bulup “Hayır” demesiyle uçuruma yuvarlanmaktan kurtulmuştu. “Evet” karşılığı Türklere AB üyeliği vadedilmişti, ama “Hayır” diyen Rumlar Yunanistan’ın şantajıyla AB üyesi yapılıyordu. Batı için Kıbrıs’ta sadece Rum devleti vardı, dünyada emsali görülmemiş her türlü ambargonun uygulandığı Türk devleti yoktu. Türklere çözüm diye müzakere masasında koşulsuz teslim olmaktan başka hak tanınmıyordu.
İstedikleri çözümü bulamayanlar, “Bu iş Denktaş ile olmuyor” teranesini başlattılar, Denktaş tekrar cumhurbaşkanı adayı olmadı ve yerine Rum yandaşı Mehmet Ali Talat geçince umutlanan federasyon yanlıları yine sonuca ulaşamadılar. Üçüncü Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu da milliyetçiydi, istedikleri ödünü vermedi, görüşmeler sonuçsuz kaldı. Dördüncü Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, toprak vererek çözümü hedeflemişti, kendi Meclisi’ne ve Hükümeti’ne danışmadan vatana ihanet suçu işleyerek ödün haritasını sundu. Rumlar daha fazlasını istediğinden, Türkiye’nin garantörlüğüne karşı çıktıklarından Crans-Montana’da masa devrildi. Ne yazık ki Akıncı da Türkiye’nin garantörlüğünün kalkmasından yanaydı, AB’nin vereceği güvenceyi yeterli görüyordu.
Federal çözüm arama sürecinin KKTC cumhurbaşkanları: Sırasıyla bu süreci eziyet çekerek yaşamış olan Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Lokmacı kapısını askere rağmen açarak Rum’a jestle işe başlayan ve milli davayı gayri milli kanala sokarak federasyon arayan Mehmet Ali Talat, Rum isteklerinin önüne set çeken, Doğu Akdeniz’deki Mavi Vatan’a TPAO’ya verdirdiği ruhsatlarla katkı yapan milliyetçi Derviş Eroğlu ve Rum yararına toprak ödün haritası sunmaktan çekinmeyip, Türkiye’nin karşısında yer alan Mustafa Akıncı.
Şimdi yeni süreç başladı. Ersin Tatar, iki devletli çözüm yanlısı milliyetçi kişiliğiyle Cumhurbaşkanı seçildi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” adıyla ve Türkiye’nin desteğiyle bağımsız devlet olarak tanınma sürecinin başlatılması gerekiyor, bu bekleniyor. Yeni süreç Kıbrıs Adası’na iki devletli çözüm getirecek, bağımsız “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” dünya devletleri arasında hak ettiği yeri alacaktır. Şu an Tatar’ın seçim zaferiyle doğan bir güneş var. O güneşle birlikte Kıbrıs Türk Cumhuriyeti doğuyor. Bu seçim zaferiyle Kıbrıs Türkü, Yunanistan’ı şoke etmekle kalmadı, Kıbrıs Rumlarını da abandone etti. Kıbrıs Türkü, bu seçimiyle Amerika’nın planına çomak soktu, daha doğrusu Doğu Akdeniz’deki Soros kapanını bozdu.
Kıbrıs Türk toplumu özde milliyetçidir. ENOSİS peşinde olan EOKA’ya karşı savaş vermiş, Kıbrıs toprağını kanıyla sulamaktan kaçınmamıştır. Ancak toplum içinde İngiliz ve Rum hayranı olanlar, yem olarak kullanılan Avrupa Birliği üyeliği hayaline kapılanlar yok değildir, ne yazık ki vardır. Son 46 yıldır uygulanan ambargolarla dünyaya gerektiği gibi açılamamış bu toplum bir yandan dişini sıkmış bir yandan da çözümsüzlüğün sonlanmasını sıkıntıyla bekleyedurmuştur. Toplumun bu yumuşak karnı, Annan Planı referandumuyla ve federasyon arayışlarıyla ve bazen de sol ayaklarıyla hep istismar edilmiştir. Oysa solculuk anti milliyetçilik değildir, örneğin komünist Nazım Hikmet bile milliyetçi idi. Kıbrıs’ta çözüm milliyetçiliktedir. Bu gerçeğe karşın, Öğretmenler Sendikası gibi sol ve Rum yandaşı kuruluşlar çatlak seslerini halen çıkarıyorlar.
Beş yıl önce 2015 cumhurbaşkanlığı seçiminde ikinci tura Ulusal Birlik Partisi adayı Derviş Eroğlu ve bağımsız aday Mustafa Akıncı kalmıştı. Federasyon ilkesini tüzüğüne kazımış olan Mehmet Ali Talat’ın Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin o günkü adayı, kazandığı oy oranıyla üçüncü sıradaydı ve parti ikinci turda Akıncı’nın desteklenmesini kararlaştırarak kazanmasına neden oldu. Solcu tanınan Akıncı, Denktaş ve Eroğlu çizgisinden uzak, Talat çizgisine yakın bir politikacıydı. Zamanında Annan Planı’nı kurup önderlik ettiği “Barış ve Demokrasi” hareketiyle desteklemiş; AB, Rum ve Yunan politikalarına paralel görüşler sergilemişti. Türkiye ile anavatan-yavru vatan ilişkisine karşı çıkıyordu. “Değişim ve Kıbrıs sorununda çözüm” sloganına sarılmıştı.
Mustafa Akıncı seçildikten sonra, “Kıbrıs Cumhurbaşkanı(!) Anastasiadis” ile aynı kuşağın insanları olduklarını belirterek "Geçmiş kuşaklar acıları paylaştılar. Gelecek genç kuşaklar artık bu Ada’nın nimetlerini paylaşsınlar” diyerek yola çıkmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kutlama mesajında “Yavru Vatan” demesine tepki göstererek ilk sürtüşme yaşanmıştı. İşte bu Akıncı, pervasızca kendi Hükümeti’nin görüşünü ve Meclisi’nin onayını almaksızın Ocak 2017’de ödün haritası sınmaktan çekinmedi. Birleşmiş Milletler’in kasasına konan bu haritayı Rumlar yeterli bulmadılar. Haritada Türk toprakları yüzde 28,5’e düşürülmüş, Ada’nın yüzde 71,5’i Rumlara bırakılmıştı. Rumlar ise yüzde 75’ini ve Türkiye’nin garantörlüğünün kalkmasını istiyorlardı. Ayrıca, Türk topraklarına yüz bin Rum yerleştirilmesi planları vardı.
12 Ocak 2017 ‘de Cenevre’de başlayan Kıbrıs Konferansı yeni oturumunun birincisinde; Ekonomi, AB, Mülkiyet, Yönetim Paylaşımı, Toprak, Garantiler diye altı konu gündemdeydi. Toprak konusu için Akıncı, KKTC Hükümeti ve Cumhuriyet Meclisi onayından geçmemiş kendi ödün haritasını masaya koydu ve kazanılmış ödün diye BM kasasına kilitlendi.
Kendi devletinin topraklarını pazarlık masasına yatıran bir Cumhurbaşkanı, her şeyden önce anayasal suç işleyerek vatanına ihanet etmiş sayılır. Ocak ayında Cenevre’de başlayan Kıbrıs Konferansı, Temmuz ayında Crans Montana’da ikinci oturumla devam etti, Rumların “Sıfır asker sıfır garanti” istemiyle çıkmaza girdi. Akıncı’nın ödünleri sonuç vermemişti. Türkleri ikinci sınıf vatandaş olarak bile federasyon içinde görmek istemeyen Rumlar, tükenecek Türk kesiminin tam teslimini bekliyorlardı. İki yıl sonra Anastasiadis ve Akıncı, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin kotarmasıyla Kasım 2019’da Berlin’de gayri resmi bir görüşme yaparak, federasyon temelinde çözüme ulaşmak amacıyla çabaların artırılması için görüş birliğine varıyorlardı, ama Akıncı’nın siyasi ömrü yeni bir konferans masasında buluşmalarına yetmeyecekti.
Ocak sonrasında konferansın ikinci oturumu 28 Haziran 2017’de Crans Montana’da başlayıp 10 gün sürdü. Akıncı, BM Genel Sekreteri Guterres ve Anastasiadis çok umutluydular. Gözlemcilerin açıklamalarına göre sonuca çok yaklaşılmış olsa da Türk Askeri’nin tümüyle Ada’dan çıkarılması isteği sonuçsuz kalınca, Anastasiadis masayı deviriverdi.
Mustafa Akıncı’nın Kıbrıs’ı peşkeş çekerek Nobel Barış Ödülü alma hayali de suya düşmüştü. Türkiye Doğu Akdeniz’de hidrokarbon aramalarına ve Mavi Vatan’ına sahip çıkma sürecini başlatmıştı. Yunan ve Kıbrıs Rumları’nın endişeyle karşıladığı bu süreç, Akıncı’nın da canını sıkan bir gelişmeydi. Rumlar Afrodit parselinde buldukları gazı Türklerle paylaşmayı dile getirmemişlerdi, ama Akıncı, Türkiye’nin Kıbrıs çevresinde bulacağı hidrokarbondan Rumlara pay verilmesini savunuyordu. Türk Ordusu Suriye’de Barış Pınarı Harekâtı’nı gerçekleştirirken, Kıbrıs Barış Harekâtı’na gönderme yapan Akıncı, barış için kan akıtmayı eleştiriyor, 1974’de akan Rum kanından üzüntü duyduğunu dile getiriyordu. Hatta “Kıbrıs’tan Türkiye gitsin, İngiltere ve Yunanistan garantör olarak kalsın” diyebilen Akıncı, hep Rum’dan yana oldu.
Kıbrıs Türk topraklarını Rum’a layık gören Akıncı, Şubat 2020’de The Guardian’a verdiği demeçte, “Türkiye’ye bağlanma ihtimali korkunç” diyordu. Yarım asırlık bölünmüşlükten sonra tek işler çözümün federal bir çatı altında yeniden birleşme olduğunu savunuyor, bu başarılamazsa, Kuzey Kıbrıs’ın daha fazla bağımlı hale geleceğini, Ankara tarafından yutulabileceğini ve de-facto olarak Türkiye’nin bir iline dönüşebileceğini söyleyerek, bunun korkunç olacağını iddia ediyordu. AB içinde Birleşik Kıbrıs’ı savunan Akıncı, 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasına önderlik eden o zamanki Hatay Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Türk büyüğü Tayfur Sökmen’i hedef alarak, “İkinci bir Tayfur Sökmen olmayacağım” diyordu.
Bu sözleri söyleyen Akıncı’nın Türkiye düşmanlığı ve ulusuna sadakatsizliği ortadaydı.
Elbette Rum hayranı Mustafa Akıncı, vatan kahramanı Tayfur sökmen olamazdı. Selanik’i kurşun atmadan Yunan’a teslim eden Hasan Tahsin Paşa’dan daha çok Rum yanlısı oluşu, onu İngiliz Başbakanı Boris Johnson’un vatan haini dedesi Ali Kemal ayarında bir politikacı olarak Türk tarihine tescil ettirmiş bulunuyor. Teslimiyetçi Osmanlı çökünce, kurtuluşu İstanbul’dan İngiltere’ye kaçmakta bulan Ali Kemal gibi, Mustafa Akıncı’da Rum moda dergisine kapak modelliği yapan kızı ve Rum damadı ile birlikte yaşamak için kurtuluşu belki de New York’a kaçmakta bulur. Kıbrıs’ı Rumlara teslim edemediği için Soros efendisinden özür diler. Mustafa Akıncı, Kıbrıs Türk kesimi için beş yıl gibi önemli bir sürecin hiçbir kazanım olmadan kaybına neden olmuştur.
Nisan’da yapılması gereken KKTC Cumhurbaşkanlığı Seçimi pandemi nedeniyle Ekim’e ertelenerek, Türklük karşıtı Akıncı’ya altı ay daha hak etmediği koltukta oturma fırsatı tanınmıştı. Can dostu Anastasiadis, Haziran başında Politico Magazine adlı dergide yayınlanan röportajında, “Ekim ayında Kıbrıslı Türkler sandık başına gidecek. Mustafa Akıncı yeniden lider seçilerse, Ada’nın her iki kesimi arasında yeniden birleşme müzakereleri kesinlikle devam edebilir” diyerek, ortak niyetlerini açıklamıştı. O sıra ortalıkta 5-6 adayın adı geçiyordu. Bağımsız Aday Akıncı ve Cumhuriyetçi Türk Partisi Genel Başkanı Tufan Erhürman, federasyoncu cepheyi oluşturuyorlardı. Bağımsız devlet yanlısı cephenin önde gelen ismi Ulusal Birlik Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Ersin Tatar idi. Aday çokluğu ise oyların bölünmesi riskini getirmişti.
İlk kamuoyu yoklamalarına göre oy potansiyelinde Tatar birinci, Akıncı ikinci, Erhürman üçüncü ve Dışişleri Bakanı-Halkın Partisi kurucusu bağımsız Kudret Özersay dördüncü sırada idi. Federasyon peşinde olan Akıncı ve Erhürman’ın oy potansiyelleri toplamı yüzde 45’i aşkın görünüyordu. Temmuz-Ağustos’ta siyaset yorumcuları “Seçim Nisan’da yapılsaydı ikinci tura Tatar ve Akıncı’nın kalması kesindi, ama Ekim ayında yapılacak seçimde Akıncı yine ikinci tura kalacak olmakla birlikte, karşısındaki aday Erhürman veya Özersay olabilir” tahminini yapıyorlardı. Ulusal Birlik Partisi’ndeki hizip grupları ve Tatar’a karşı parti içi muhalefet buna neden gösteriliyordu. Ağustos ayında aday sayısının daha da artacağı görülüyor, yapılan bir anket çalışması Akıncı’nın yüzde 23,2, Erhürman’ın yüzde 18,6 ve Tatar’ın yüzde 16,2 bandında olduğunu gösteriyordu. Federasyon karşıtı cephe toparlanmalı, bu tablo değişmeliydi.
Seçime giderken aday sayısı onu aşarak pik yaptı. Tatar Hükümeti’nden önceki Erhürman Hükümeti düştükten sonra Demokrat Parti Genel Başkanlığı’nı bırakan ve cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olmayacağını söyleyen Serdar Denktaş, “Çözerse Serdar Çözer” sloganıyla aday oluyor ve Tatar’a gidecek oyların bölünmesi için rol üstleniyordu. Tabii ki başka bölücüler vardı ve bunlardan biri de Serdar’dan daha yüksek oy potansiyeline sahip olan Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı Erhan Arıklı idi. Bölücülerin sayısı arttı ve 11 Ekim’deki birinci tura 11 adayla gidildi. Bu turda sandıktan ilk iki aday olarak yüzde 32,34 ile Tatar birinci, yüzde 29,80 ile Akıncı ikinci olarak çıktı. Erhürman yüzde 21,71 ile üçüncü sırada kalarak elenmişti.
Tatar, Akıncı ve Erhürman dışında birinci turda oy oranı yüzde 5’in üzerinde olanlar ise; Özersay yüzde 5,74 ve Arıklı yüzde 5,41 ile yer almıştı. Serdar Denktaş, tüm iddialarına karşın büyük bir siyasi hezimete uğruyor, yüzde 4,17 oy alabiliyordu. Bunun üzerine genel başkanlığını daha önce bıraktığı partisinden de istifa ediyordu. Geriye kalan beş aday ise yüzde 0,5 oranında bile oy alamamışlar, yüzde 0,06 ilâ 0,30 aralığında kalmışlardı. Birinci turda seçime katılım oranı yüzde 58,29 olmuştu. Federasyon yanlısı Akıncı ve Erhürman kendi seçmenlerini sandığa taşımışken, Tatar’a oy verecek seçmeninin ciddi bir bölümü parti içi muhalefet nedeniyle sandığa gitmemişti. Oy kullanmayan Ulusal Birlik Partisi seçmenin sandığa çekilmesi, Tatar için gerekliydi. Tatar, ayrıca Özersay, Arıklı ve Denktaş’ın seçmenlerinin oyunu almalıydı.
Birinci tur sonrası Erhürman’ın Cumhuriyetçi Türk Partisi, beklenen biçimde ikinci turda Akıncı’yı destekleme karar aldı. Akıncı, teorik olarak yüzde 51,51’i garantilemenin rahatlığına giriyordu, ama Cumhuriyetçi Türk Partisi seçmeni içinde Akıncı’ya oy vermeyecek olanların varlığı biliniyordu. Özersay birinci turda beklediği sonucu alamamıştı, bunun nedeni seçim öncesi Maraş’ın açılmasına karşı çıkarak, Dışişleri Bakanlığı’ndan istifa etmesiydi. Özersay’ı destekleyen Halkın Partisi seçmenini yönlendirmiyor, kendi iradesiyle tercihini yapması için serbest bırakıyordu. Birinci turda Arıklı’yı destekleyen Yeniden Doğuş Partisi, ikinci turda Tatar’ı destekleme kararı aldı. Serdar Denktaş’ın babası kurucu cumhurbaşkanı rahmetli Rauf Denktaş’ın kemiklerini sızlatan davranışına karşın, oğlu ve dedesi ile aynı adı taşıyan torun Rauf Denktaş, tüm Türkleri duygulandıran bir açıklamayla Tatar’a destek çıkıyordu.
Bir yanda Türkiye’den şikâyet eden Akıncı, karşısında Türkiye ile birlikte olmaktan söz eden Tatar ile Kıbrıs Türk toplumu kutuplaşmış görünüm sergilerken, Torun Rauf Denktaş, taşıdığı Türk kanı ve genlerinden gelen milliyetçi kişiliğiyle, sosyal medya hesabında ve ayrıca Sabah gazetesine yaptığı açıklamada şöyle diyordu: “Dedem ailenin her ferdine, ‘Türkiye ile el ele, kol kola yürümek hepimizin görevidir. Türkiye’siz nefes alamam’ derdi. Anavatanımız, Türkiye’miz bizim tartışılmamızdır. Bu konuda taviz vermemiz mümkün değil. Anadolu ile gönül bağımız, sevgimiz, muhabbetimiz hiçbir zaman azalmamıştır. KKTC’de kutuplaşmanın yerine, ülkemizin ve anavatanımızın birliği, bütünlüğü için tek vücut olmamız gerekiyor”.
Serdar Denktaş’ın oğlu, Rauf Denktaş’ın torunu Rauf Denktaş, oy bölücü babasını aşıp dedesinin izinde adım attı, “Türkiye’miz bizim tartışılmamızdır” diyerek, Türkiye düşmanı Akıncı’ya karşı Türkiye dostu Ersin Tatar’ı destekleyerek, Türk halkının kalbinde yerini aldı.
18 Ekim günü seçimin ikinci turu yapıldı. Birinci tura göre katılım artmıştı. Yüksek Seçim Kurulu katılım oranının yüzde 61,29 olduğunu açıklıyordu. Geçerli oyların yüzde 51,69’unu alan Ulusal Birlik Partisi adayı Başbakan Ersin Tatar, seçimin kazananı oluyordu. Eski Cumhurbaşkanı Akıncı yüzde 48,31 oyla kaybediyordu. Sonuçların açıklanmasıyla Kıbrıs Türk kesimi ve Türkiye’de sevinç dalgası yaşanıyordu. Torun Rauf Denktaş seçim sonucu üzerine şunları söylüyordu: “KKTC anavatana bağlılığını bir kez daha göstermiştir. Dedem Rauf Denktaş hayatta olsaydı, bu sonuca herkesten çok sevinirdi. Bundan sonra Kıbrıs halkına düşen kutuplaşma değil, anavatan Türkiye ile birlikte tek vücut halinde hem Kıbrıs’ın hem de Türkiye’nin haklarını savunmaktır. Ersin Tatar’ın kucaklayıcı tavrı anavatan Türkiye ile birlikte Kıbrıs’ın haklarında önemli rol oynamaktadır. Sonuç Kıbrıs’ımıza ve Türkiye’mize hayırlı olsun”.
18 Ekim akşamı seçim heyecanı sandıkların açılmasıyla birlikte sevinç ve coşkuya dönüştü.
Kısaca KKTC dediğimiz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 36 yıl önce doğmuştu. O zaman Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bağımsızlık kararını kınıyor ve 550 sayılı kararı ile de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilânını “ayrılıkçı bir hareket” olarak tanımlıyordu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni bağımsız devlet olarak tanımak isteyen dost devletler bile, özellikle ABD’nin baskısıyla tanımaktan vazgeçtiler, bir tek anavatan Türkiye Cumhuriyeti tanıdı. Yıllarca çıkmazla sonuçlanan çetin görüşme ve konferans süreçleri yaşandı, dünyada bir başka örneği görülmeyen Annan Planı ile çökertilmek, emsalsiz ambargolarla teslim olması için bezdirilmek istendi. Ancak, başaramadılar ve KKTC bu yıl 20 Temmuz’da 36’ncı kuruluş yıldönümünü kutladı.
Bağımsızlığı tanınmadığı için KKTC’nin doğumu, siyaset tarihinde prematüre doğum olarak da adlandırılabilir. Barış Harekatı’ndan 46, KKTC’nin kuruluşundan 36 yıl sonra gelinen nokta, aynı çatı altında Türk ve Rum devletlerinin birleşemeyeceği gerçeğidir. 1974’de Rumların darbeyle gasp ettikleri Kıbrıs Cumhuriyeti 1959 yılında kurulurken, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan garantör devletlerdi. Türkiye darbeye karşı garantörlük görevini yapıp, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile o günden bugüne kadar süren gerçek barışı Ada’ya getirdi, ama emperyalist Batı mazlumdan ve haklıdan yana değil, Yunan ve Rum’dan yana çıktığı için Ada’nın yeni statükosu tanınmadı, iki devletli Ada gerçeği Birleşmiş Milletler nezdinde bugüne kadar kabul görmedi.
Crans-Montana Konferansı’nın çıkmazla sonuçlanmasının ardından, Kıbrıs’ın garantör ülkesi ve Güvenlik Konseyinin beş daimî üyesinden biri olan İngiltere’nin 2001-2006 dönemi eski dışişleri bakanı Jack Straw, 2017 yılında Independent gazetesinde yayınlanan makalesinde, “Kıbrıs’ta iki toplum temelinde tek bir devlet kurulması amacıyla yürütülen birleşme görüşmeleri ‘saçmalığına’(!) bir son verilmesi gerektiğini ve anlaşmazlığın çözümünün bölünmeden geçtiğini” yazıyordu. Jack Straw, AB’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni üye yapan kararının da çok yanlış bir stratejik karar olduğunu, Türkiye’ye ve Kıbrıs Türklerine çok sert davranıldığını savunarak gerçeği vurgulamıştı. Kıbrıs’ın bağımsız iki devlet arasında bölünmesi zamanı gelmiş bulunuyor.
Halâ çözümsüz federasyon görüşmelerini sürdürmek isteyen Rumlar, Tatar’ın seçim kazanmasıyla ne yapacaklarını şaşırmış olsalar bile, yine nabız yoklamaktan vazgeçmiyorlar. Anastasiadis, Tatar’ı kutlama mesajında en kısa zamanda tanışmak istediğini söylerken, eski tezgâha davetten geri kalmayarak şöyle diyordu: “Gerek kendisini ve gerekse Kıbrıslı Türk yurttaşlarımı (!) BM Genel Sekreteri’nin en kısa zamanda Kıbrıs sorununun BM kararları, Güvenlik Konseyi kararları ve üyesi olduğumuz ve olmaya devam edeceğimiz AB’nin ilke ve değerleri temelinde çözülmesi için yeni bir girişimde bulunması ile ilgili ifade edilmiş niyetine hemen cevap verme konusundaki hazır ve kararlı olduğumu temin etmek istiyorum. Sayın Tatar’ın aynı iradeyi göstereceğini ümit etmek istiyorum”.
Bu kutlama mesajında Anastasiadis, “Kıbrıslı Türk yurttaşlarımı(!)” diyerek, kendisini tüm Kıbrıs’ın lideri gibi gördüğünü ve göstermek istediğini ortaya koymakla kalmıyor, Türklerin asimile edileceğine olan inancını açıklamış oluyor. Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Doğu Akdeniz’deki kıyıdaş ülkeler arasında Kıbrıs Türkleri’nin de yer alacağı bölgesel konferans önerisine karşılık olarak Anastasiadis’in, Kıbrıs Türk temsilcisinin ancak Rum heyeti içinde katılabileceğini söylemesi, asimilasyon niyetlerinin göstergesidir. Oysa, KKTC ayrı bir devlettir, Kıbrıs Türk halkı KKTC’nin vatandaşı olup, Rumların elindeki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin vatandaşı değildir ve olmayacaktır. Anastasiadis, BM ve Güvenlik Konseyi’nin eski tezgâhını, modası geçmiş AB havucunu öne sürüyor. Kıbrıs Türk kesimi ile Türkiye, milli siyaset ve yeni stratejiyle bu tür aldatmacalara artık kapalıdır.
Rumların Kıbrıs için dün olan ENOSİS inancı, bugün de geçerliliğini korumaktadır. Bunun kanıtı Derinya olaylarıdır. KKTC cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turu tamamlanıp 11 Ekim günü saat 18.00’de sandıklar açılmaya başlamıştı. Birinci turun önde geleninin Tatar olacağı görülmüştü. Saat 19.00 sularında siyahlar giyinmiş yaklaşık 250 kişilik Rum grubu, ellerindeki meşaleler ve Yunan bayraklarıyla Gazimağusa’daki Derinya geçiş kapısının güneyinde polis barikatına yürüyor, korkulukları kırarak, patlattıkları işaret fişeklerinin eşliğinde, “Kıbrıs Yunan’dır” sloganları atıyorlardı. Polisin müdahalesiyle eylemciler bir saat içine dağıtılıyordu. Bunun yanıtı elbette EOKA saldırıları döneminde haykırdığımız, “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır” sloganıdır. Tarihi gerçek de bunu söylüyor.
11 Ekim akşamı KKTC’de sandıklar açılmaya başlanmış ve Ersin Tatar’ın önde olduğu ortaya çıkmışken, Gazimağusa’daki Derinya sınır kapısı önünde bir grup Rum, Yunan bayrakları ve havai fişekler eşliğinde teröre girişiyor, “Kıbrıs Yunan’dır” diye nara atıyorlardı. Kıbrıs hiç Yunan’ın olmadı. Tarihi gerçek “Kıbrıs Türk’tür” ve öyle kalacaktır diye bilinmeli.
Anastasiadis, “Olayların son derece kabul edilemez olduğu ve kınanması gerektiği” yalanıyla sözde telin etmiş, “Yaşananların Türkiye ve yandaşının Kapalı Maraş ile ilgili kararının sonucu olduğu” açıklamasını yapmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Tatar’ın kararıyla Barış Harekâtı’ndan beri kapalı olan ve görüşmelerde pazarlık konusu yapılan KKTC toprağı Maraş’ın kıyılarının 8 Ekim’de Türklere açılması, Yunanistan’ı ve Rumları oldukça rahatsız etmişti. Anastasiadis, “Türkiye ile yandaşının kapalı bölge Maraş ile ilgili kararı sonucunda Kıbrıs Helenizmi’nin öfke ve üzüntüsünü anladığını” söylüyordu. Kısacası, Rum kesimi ENOSİS amaçlı Helenizm anlayışını koruyor. Fırsat bulsalar EOKA cinayetlerini sürdürecekleri de anlaşılıyor.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin beşinci Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, zamanında rahmetli Rauf Denktaş’ın kurucusu olduğu Ulusal Birlik Partisi içinden çıkan üçüncü cumhurbaşkanıdır. Kazanılan sonuç Kıbrıs Türkü’nün anavatanla elele hür ve bağımsız yaşama iradesinin kanıtıdır. Bu nedenle, 46 yıldır sürdürülen sonuçsuz mücadelelere Tatar ile nokta konulması gerekmekte olup, egemenlik ve eşitlik temelinde Mavi Vatan stratejisiyle uyumlu biçimde, Doğu Akdeniz coğrafyasına ikinci bağımsız Türk devletinin eklenmesi sonucunu getirecek yeni süreç başlamış bulunuyor. Artık garantörlüğün sonlandırılması, Türk askerinin Ada’dan çekilmesi gibi anlamsız müzakerelere kapalı bir Türkiye ve Kıbrıs Türk devleti var. Tatar’ın kazanması Mavi Vatan cephesindeki mücadelemiz ve Türkiye’nin 21’inci yüzyıl deniz jeopolitiği açısından da çok değerli bir kazanım olmuştur.
KKTC’nin 5. Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın izinde ilerleyecek. Geçmişte genç Tatar’ın Rauf Denktaş ile birlikte çektirdikleri ve Rauf Denktaş tarafından “Değerli Tatar’a” diye imzalanmış hatıra fotoğrafı. Denktaş’ın hep aklında olan bağımsız devlet olarak tanınma arzusu, Doğu Akdeniz coğrafyasında ve dünyada “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin hak ettiği yeri alması, Türkiye ile birlikte olması” Tatar’ın hedefi.
Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın izleyeceği politikanın ana hatları, seçildikten sonraki konuşmalarında yatıyor. Tatar, “Kıbrıs Türk’ü her şeyin en iyisini en güzelini hak ediyor. Onlara verdiğim her sözü tutacağım” demekte. Türkiye’ye ilişkin bakışını, “Her zaman Kıbrıs Türk halkının yanında olan, buraya evlatlarını gönderen, şehitler veren Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte olmaktan övünç ve kıvanç duyuyorum” diye açıklıyordu. Kıbrıs Türk toprağına sahip çıkacağını vurguluyordu: “Cumhurbaşkanı olarak Kıbrıs Türk halkının bu topraklarda başı dik ve onurlu şekilde yaşaması için her yerde çalışmalarımı bu anlayışla yürüteceğim. Halkımızdan aldığım onay doğrultusunda kendi topraklarımıza, kendi devletimize ve Türkiye’mizin garantörlüğüne sahip çıkacağımı dünya kamuoyuna bir kez daha duyurmak istiyorum” diyor ve ekliyordu: “Bütün dünyaya seslenmek istiyorum; Kıbrıslı Türkler vardır, var olacaktır ve egemenliklerini bütün dünyaya haykıracaklardır”.
Seçimin galibi Ersin Tatar, sonuçların açıklanmasından sonra Ulusal Birlik Partisi’nde yaptığı balkon konuşmasında KKTC’nin dünyada hak ettiği yeri alacağını vurguluyor ve şöyle diyordu: “Türkiye ile ilişkilerimizin daha da ileri taşınmasına, Doğu Akdeniz’deki haklarımızın korunmasına, ekonomik anlamda daha ileri gitmemiz için Türkiye’nin bize desteğinin var olandan ileri noktaya taşınmasına, KKTC’nin dünyadaki yerini alması için Türkiye’nin ağırlığını ortaya koymasına özel bir önem vereceğim”.
24 Ekim’de Cumhuriyet Meclisi’nde yemin töreni vardı. Törene geçmişte bir ayağı içinde Mustafa Akıncı’nın da yer aldığı sol tandanslı Toplumcu Demokrasi Partisi milletvekilleri, “Kıbrıs Türk demokrasisine darbe vurulduğu ve darbe vuranların himayesinde düzenleme yapıldığı” açıklamasıyla katılmazken, ikinci turda Akıncı’yı destekleyen Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin bazı milletvekilleri de tepki göstererek katılmamışlardı. Rumlarla federasyon çatısında birleşmek isteyen, Türkiye karşıtı sol muhalefet ilk günden başlayarak, halkın birlik ve beraberlik görüntüsüne gölge düşürmek istedi, ama yeminin ardından yaptığı konuşmada Tatar, “Hedefimiz Kıbrıs Türk Halkı’nın birlik ve beraberliğini en üst düzeye çıkarmaktır. Herkesin Cumhurbaşkanı olacağım, toplumun tüm kesimlerini kucaklayacağım” diyordu.
Tatar konuşmasında, “Ulusal Kıbrıs davamızın müşterek olduğu bilinciyle kardeş Türkiye Cumhuriyeti Devlet ve Hükümet yetkilileriyle uyum içinde hareket edeceğiz” diye temel ilkesini açıklıyordu. Sorunun iki devletli çözüm gerektirdiğini vurgularken, “Türkiye’nin ortaya koyduğu beşli konferans fikrine egemen eşitlik temelinde iki devletli çözümün görüşme masasına gelmesi ve bir anlaşmanın mümkün olup olmayacağının belirlenmesi açısından son derece sıcak bakıyorum” diye ilk adım için görüşünü ortaya koydu. Beşli konferansın Kıbrıs Rum tarafı için samimiyet testi olacağını öne süren Tatar, “Yeter ki Ada’daki mevcut gerçekler göz önünde bulundurulsun ve egemen eşitliğimiz, bizim de bu topraklarda eşit statüde var olma hakkımızın olduğu gözardı edilmesin” diye beklentisini dile getirdi. Seçimden çıkan sonucun ifadesi, “Egemen Kıbrıs Türk Devleti” olduğu için bu beklentisinde çok haklı.
Ersin Tatar 24 Ekim’de Cumhuriyet Meclisi’nde Anayasa gereği yemin edip “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yüceltmek” için and içtikten sonra Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda yapılan törenle Mustafa Akıncı’dan görevi devraldı.
Geçmişte Annan Planı sürecinde yapılan yanlışlıklar, o yıllarda Avrupa Birliği hayaliyle AK Parti iktidarı tarafından dışlanan rahmetli Rauf Denktaş’a yapılan haksızlık, Rum’a taviz yanlısı Mehmet Ali Talat gibi bir kişinin sırtını sıvazlamak gibi hatalar bir daha tekrarlanmamalı, anavatan ve yavru vatan Türk halkının iradesi doğrultusunda tarihe gömülmelidir. O sıra Türkiye’de Rauf Denktaş’ın sesinin çıkması istenmiyordu. Genel Yönetmeni olduğum EkoENERJİ dergimizde, 2008 Haziran ayından itibaren rahmetli Rauf Denktaş ile başladığımız seri röportajlarımızın birincisinde, Denktaş’tan bazı cümleler aktarmak istiyorum. Türkiye gazetelerinin ve TV kanallarının ambargo uyguladığı Denktaş, röportaj talebime şöyle yanıt vermişti. “Sayın Ültanır, teşekkürler. ‘KKTC’nin bıçak üstünde olduğu bu günlerde’ mega basının ilgisizliği devam ederken, EkoENERJİ olarak ilgilenmiş olmanız, bizler çok memnun etmiştir”.
Bir zamanlar Avrupa Birliği hayali, AK Parti Hükümeti’nin gözlerini boyamıştı. Annan Planı KKTC’ye kabul ettirildi. Denktaş’ın tekrar aday olmaması sağlandı ve Mehmet Ali Talat desteklendi. Sonuçta ne KKTC ne de Türkiye Avrupa Birliği’ne üye yapıldı, çözüm diye bir şey olmadı. O sıra Türkiye’de medya Denktaş’a ambargo uyguluyordu. Denktaş’ın görüşlerinin Türkiye’de duyulması için EkoENERJİ dergimizde “Kıbrıs Dosyası” adlı sayfa açarak aylık seri röportajlarını yayınlamıştık. O görüşler bugüne ışık tutuyor.
Haziran 2008’de Denktaş genel manzarayı şöyle çizmişti: “Talat-Hristofyas temasları ve başlatılmış olan süreç T.C. Dışişleri Bakanı tarafından olumlu bir gelişme olarak karşılanmıştır. Bu sürecin bizi ‘Garanti Anlaşması’ndan soyutlanmış, askersizleştirilmiş, AB normlarına ve BM kararlarına tabi’ bir sonuca götüreceğini bilen herkesi hayal kırıklığına uğratmıştır. Rum tarafı ‘kırmızı çizgisini’ açıklamıştır. Türk tarafı ‘görüşmeye hazır olduğu masadan asla kalkmayacağını, iki toplumlu federasyonu görüşmeye hazır olduğunu. Cumhurbaşkanımız sayın Talat tanınma istemediğini beyan etmekte ve ‘Birleşik Kıbrıs’ için çalışmakta olduğunu vurgulamaktadır”. Bu manzara, Rum’un planına karşı Türk tarafının aymazlığı idi.
Bu manzaradan ve tehlikeli temaslardan üzüntü duyan Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, önemli bir çelişkiyi de şöyle vurgulamıştı. “Türkiye’nin son Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararı, Kıbrıs’ın gerçeklerini ve iki halkın varlığını temel almıştı. Sayın Talat bu kararın alındığı gün Ankara’daydı. Yaptığı beyanat ilginçti, ‘Türkiye ile ve özellikle Türk Hükümeti ile ayni konumdayız’ diyordu. Türkiye’nin MGK kararında iki eşit halktan ve Kıbrıs’ın gerçeklerinden bahsedilirken, biz Kıbrıs’ta tek halka dayalı toplumsal federasyon görüşüyoruz. Acaba, Türkiye’nin MGK kararını Kıbrıs’ta istediği şekilde yorumlamak hakkı mı verildi sayın Talat’a(?) diye düşünüyoruz” …
O günkü ve tüm geçmişteki yanlış strateji ve politikalardan ders çıkarmak gerekiyor. Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk devletinin yeni stratejisi, siyaseti hatasız oluşturulmalıdır. Hedef, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız devlet olarak dünyada hak ettiği yeri alması olduğundan, bu coğrafyanın lider devleti olan Türkiye Cumhuriyeti tüm gücüyle hedefe ulaşılması için gerekeni yapmalıdır. Hedefe ulaşmak adına izlenecek “strateji, siyaset, diplomasi” önemli olup, Kıbrıs Türk kesiminin egemenliğinin dünyaca kabulü bu üç aracın doğru belirlenip kullanılmasına bağlıdır. Kısacası, önümüzde mutlaka başarılı olunması gereken stratejik bir süreç var. Bundan böyle, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti’nin sıkı işbirliği içinde el ele yürümesi gerekiyor.
İzlenmesi gereken strateji, siyaset ve diplomasi; Cumhurbaşkanları Erdoğan ve Tatar’ın liderliğinde belirlenmekte olup, T.C. ve KKTC yetkililerince ortaklaşa uygulanacaktır. Hatasız bir strateji kapsamında, yine tam bir yetkinlikle sürdürülmesi gereken siyaset, hiç kuşkusuz başarılı diplomasi gerektiriyor. Batı Avrasya’nın, Doğu Akdeniz’in güçlü ülkesi Türkiye, uluslararası ortamdaki ağırlığını Kıbrıs’ta iki devletli çözümün kabul ettirilmesinden yana kullanarak, egemen Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin doğuşunu gerçekleştirecektir. Zaman yitirmeden harekete geçmek gerektiğinden, Cumhurbaşkanı Tatar işe 26 Ekim’de Ankara ziyaretiyle başladı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüş birliği içinde olduklarını gösterdi.
26 Ekim’de ilk yurtdışı ziyareti için Ankara’ya gelen KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, Anıtkabir’e Ata’nın huzuruna gidiyor ve Anıtkabir Anı Defteri’ne, “Kıbrıs Türk Halkı Anavatan Türkiye’nin büyük desteği ile özgürlük ve varoluş mücadelesini vermiş, sizin ilkeleriniz ışığında kendi Devleti’ni kurmuştur…” diye yazıyordu.
Ankara’da önce Anıtkabir’e giden Cumhurbaşkanı Tatar, Anı Defteri’ne yazdığı satırların arasında, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak bugün huzurunuza gelme onurunu yaşıyorsam, bunun verilmiş olan şanlı bir milli mücadelenin, fedakârlıkların ve çekilen acıların sayesinde olduğunun bilinci içerisindeyim. İçtiğim antta da ifade ettiğim üzere ilkelerinizden ayrılmadan görevimin başında ve halkımın hizmetinde olacağım” cümlelerine yer vermişti. Anıtkabir’den sonra Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne atlı merasim kıtasının eşliğinde makam arabasıyla gelen Tatar, Külliye’nin avlusunda arabadan inerken, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından askeri törenle karşılanıyor, İstiklâl Marşı okunduktan sonra Merasim Kıtası’nı denetleyerek, Türklüğün gururu askerimizi “Merhaba asker” diye selamlayıp, Erdoğan ile Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na giriyordu.
Anıtkabir ziyaretinden sonra Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne atlı merasim kıtasının eşliğinde arabayla gelen Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından görkemli bir askeri törenle karşılandı. Anavatan ve Yavru Vatan Cumhurbaşkanları Saray’ın kapısında yan yana durarak foto muhabirlerine poz verdiler.
Cumhurbaşkanları ikili görüşmelerinin ardından düzenlenen basın toplantısında kameraların karşısına geçtiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Rum tarafı kendi yönetimleri altında adeta bir azınlık olarak görmek istedikleri Kıbrıs Türkleri’nin haklarını gasp etmeyi sürdürüyor. Kıbrıs'ta iki ayrı halk ve onların kurduğu iki ayrı devlet şu anda zaten vardır. Gelinen noktada müzakereleri münhasıran federasyon temelinde başlatmanın zaman kaybı olacağını düşünüyoruz” diyerek, bundan böyle federasyon aramanın bittiği, çözümün sadece iki devletin varlığının kabulü olduğu mesajını veriyordu. Erdoğan, KKTC’nin ekonomik, diplomatik ve sosyal yönden gelişmesi için Türkiye’nin her türlü çabayı sürdüreceğini de söylüyordu.
Cumhurbaşkanları Erdoğan ve Tatar görüşmelerinin ardından kameraların karşısına geçerek görüşlerini açıkladılar. Erdoğan, “Gelinen noktada müzakereleri münhasıran federasyon temelinde başlatmanın zaman kaybı olacağını düşünüyoruz. Artık iki devletli çözümün de gerçekçi yaklaşımla masaya getirilmesi gerektiğine inanıyoruz.” diyerek federasyon arama sürecinin bittiğini vurguluyordu. Bundan sonraki müzakere için Tatar, “Türkiye’nin beşli konferans önerisi bize göre son şanstır. Doğu Akdeniz’deki gelişmelerin ele alınması için KKTC’nin de katılacağı bir konferans öneriniz bize göre gerçekçi ve yapıcıdır” diyordu.
“Türkiye bizim kardeş devletimiz olmasının yanısıra anavatanımızdır” diye sözlerine başlayan Cumhurbaşkanı Tatar, “Türkiye 1974’de Rum EOKA tarafından gerçekleştirilen darbe sonrasında Kıbrıs Helen Cumhuriyeti'ni kurduktan sonra tek başına harekete geçmeseydi, ne olurdu herkes düşünmelidir(!)” diye dünün unutulmamasını istiyordu. Türkiye’nin beşli konferans ve Doğu Akdeniz’de KKTC’nin de katılacağı konferans önerilerini desteklediklerini vurguluyordu. “Bizim kimsenin hakkında gözümüz yoktur, ama halkımızın hak ve hukukunun çiğnenmesine de göz yummayacağız” diyen Tatar, “Sizlerin desteği ile önümüzdeki dönemde daha fazla dış temas yaparak, tezlerimizi anlatmak ve uluslararası alanda çok daha fazla görünür olmak istiyoruz. Ve bunun Rum-Yunan ikilisinin oyunlarının bozulmasında etkili olacağının inancındayız” diye de yapacaklarını açıklıyordu.
Türkiye ve KKTC jeopolitik gücü, emperyalist planları altüst etti...
KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimini Rum yandaşlığından öte emperyalist devletlerin piyonluğuna soyunan Mustafa Akıncı’nın kaybetmesi, Türkiye ile birlikte olmayı ilke edinmiş federasyon karşıtı bağımsız devlet yanlısı milliyetçi Ersin Tatar’ın kazanması, Doğu Akdeniz denklemini değiştirmiştir. ABD, AB, Fransa, Almanya, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin tüm girişim ve çabalarına karşın Tatar’ın seçimi kazanması, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de oluşturduğu güç dengesi değişikliğini daha da somutlaştırdı. Artık, Doğu Akdeniz’de ve bölgemizdeki siyasi dengeler, Türkiye ve KKTC lehine ağır basmaktadır. Doğu Akdeniz’de Türkiye ve KKTC hâkim durumdadır. Emperyalist Batı’nın Kıbrıs ve Doğu Akdeniz senaryosu bozulmuştur.
Doğu Akdeniz’de hakimiyet ve egemenlik, Kıbrıs olmaksızın sağlanamaz. Bu nedenle emperyalistlerin senaryosuna göre, KKTC Cumhurbaşkanlığı seçiminde, AB yanlısı bir aday (Akıncı ya da Erhürman) desteklenecek ve kazanması sağlanacaktı, başaramadılar. BM tarafından kotarılan Kıbrıs müzakerelerinde, liderlere baskı yapılıp, zoraki bir birleşme anlaşması kabul ettirilip imzalatılacaktı. Karşılarında baskıya boyun eğmeyecek, emperyalist Batı’ya Güvenlik Konseyi Beşlisi’ne meydan okuyan Erdoğan ve dik duracağı bilinen Tatar ile bunu yapamayacaklarını gördüler. Kısacası, AB havucu işe yaramayacak, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti kurulamayacaktır. Ada’da Rumlara karşı eşit ve egemen haklara sahip bağımsız Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yer alacağı, 18 Ekim’deki seçim şafağının doğmasıyla görüldü.
Batılı emperyalistler, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz’i tümüyle kapsayacak Münhasır Ekonomik Bölgesi’nin ilân edilmesi ve BM tarafından alelacele tescil edilmesiyle, offshore hidrokarbon kapanlarına el koymanın hayali içindeydiler. Tasarladıkları Münhasır Ekonomik Bölge; Yunanistan, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti ve bir kısmı da AB’ye ait olmak üzere üçe bölünecekti. Türkiye’nin kıta sahanlığı olup olmasına bakılmaksızın, AB üyesi Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Yunanistan’ın ve AB’nin elindeki Münhasır Ekonomik Bölge’den Türkiye’nin çıkarılması için askerî müdahale seçeneği emperyalist senaryo içinde yer almaktaydı. Güney Kıbrıs’a Fransız ve ABD savaş gemileri bu hazırlıkla demir atıyorlardı. ABD bu nedenle Rumlara silah ambargosunu kaldırmıştı. Türkiye’ye karşı güçlendirilmiş, zenginleştirilmiş Yunanistan ve Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti ile “Batı Seti” çekmeyi planladılar, ama planları çöktü.
Sitemizin “Arayış ve Gündem” kategorisine 1 Mayıs 2019 tarihinde “KITA SAHANLIĞINA NEDEN 28 DERECE SINIRI? – Sakın Soros Sınırı Olmasın” başlıklı yazımızı koymuştuk. O güne kadar bu konuya hiçbir araştırmacı bilim adamımız ve konuyla ilgili komutanlarımız değinmemişlerdi. Biz de ilk kez kamuoyuna duyururken, özgün araştırmamızın yargısını soru şeklinde ifade etmeyi uygun bulmuştuk.
Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri, emekli kurmay subay olan, aynı zamanda siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler dalında bilimsel doktora çalışması yapan stratejist Sayın Ümit Yalım, “ORUÇ REİS SOROS SINIRINI NEDEN GEÇEMİYOR?” başlıklı ve 3 Eylül 2020 tarihli yazısında bizim çalışmamıza atıf yaparak dikkat çekmiş, değer katmış bulunuyor. Dostum Sayın Yalım’a teşekkür ediyor ve yazısını özet olarak aşağıda platform okuyucularımızın dikkatine sunuyorum.
Bu vesileyle tartışılması gereken yeni bir sorumu da gündeme getirmek istiyorum: Bugün Türkiye-Yunanistan arasında sürtüşme konusu olan Oruç Reis Sismik Araştırma gemimizin Doğu Akdeniz’deki çalışması, evet 28 derece doğu boylamına kadar uzanıyor. Yunanistan’ın Mısır ile imzaladığı anlaşma da 26 derece ile 28 derece doğu boylamları arasında sınır çiziyor. Acaba, ABD derin devleti ve yönetimi Türkiye ile Yunanistan için Doğu Akdeniz’deki yetki sınırını Mart-2012’de Soros eliyle 28 derece doğu boylamı diye çizdirerek, şimdi bu sınırı mı taraflara empoze etmek istiyor? NATO Genel Sekreteri’nin Türkiye ve Yunanistan’ı teknik hususların görüşülmesi diye masaya oturtmak istemesi, ABD’nin istemiyle bu amaca mı dayanıyor? Karşımıza yeni bir dayatma çıkabilir…
Özünde Türkiye’nin Yunanistan ile masaya oturarak müzakere edeceği hiçbir şey yok. Çünkü, bu müzakereler ödün koparma amaçlıdır. Yunanistan, Osmanlı’ya karşı savaş kazanarak değil, emperyalist Batı’nın müzakerelerle ödün koparması sonucu kurulmuş ve ardından yine Osmanlı’dan ve ne yazık ki daha sonra Türkiye’den de ödünlerle toprak kopararak büyümüştür. Artık, Türkiye’nin Yunanistan’a vereceği hiçbir şey yok. Doğu Akdeniz’de bugün 26 derece 19 dakika 11,64 saniye doğu boylamına kadar uzanan, aslında 23 derece 20 dakika doğu boylamına kadar uzanması gereken ve yarınlarda mutlaka uzatılacak olan kıta sahanlığımızdan vereceğimiz bir ödün olamaz.
Aksine Yunanistan’dan alacağımız var: Son zamanda işgal ettiği 18 ada, iki kayalık ile Antalya’dan 2 kilometre uzaklıkta karasuyu sınırlarımız içinde sayılması gereken Meis Adası’nın da içinde bulunduğu Menteşe Adaları denilen 14 ada (kısaca Oniki Ada diye anılan, doğru adı Onikili Adalar olan) almamız gereken ve Türkiye’nin hakkı olan yerler var. Kimse kuşku duymasın, bunlar da gün gelecek elbette geri alınacaktır!...
Ö z e t
Türkiye’nin 27 Şubat 2020’de, Birleşmiş Milletler’e deklare ettiği Doğu Akdeniz Kıta Sahanlığı Sınırı 26° 19’ 12’’ Doğu boylamından geçmesine rağmen başta Oruç Reis Gemisi olmak üzere Sismik Araştırma yapan gemilerimiz 28. boylamın batısına geçemiyor, ilân ettiğimiz kıta sahanlığında araştırma yapamıyor.
SOROS’un Uluslararası Kriz Grubu (International Crisis Group) örgütünce yayınlanan Mart 2012 tarihli haritada, Doğu Akdeniz Türk Kıta Sahanlığı batı sınırı 28. Boylamdan geçirildi. SOROS tarafından finanse edilen ve sözde Sivil Toplum Kuruluşu olarak faaliyet gösteren Uluslararası Kriz Grubu’nun İstanbul’da da Bölge Temsilciliği var. Uluslararası Kriz Grubu’nun, Türkiye’deki siyaset kurumu ile tanınmış kişileri etki altına aldığı ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği açık bir şekilde görülüyor.
Uluslararası Kriz Grubu’nun haritasının yayınlanmasından bir ay sonra Erdoğan ve AKP Hükümeti tarafından Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO)’ya Doğu Akdeniz’de petrol araması için ruhsat verildi. Bakanlar Kurulu tarafından yetki verilen ve Abdullah Gül tarafından onaylanan ruhsat sahaları 27 Nisan 2012 tarihli Resmî Gazete’de yayınlandı. TPAO’ya verilen ruhsat sahalarının sınırı 28. Boylamdan geçiyor. Erdoğan ve AKP Hükümetlerinin SOROS sınırını kullanması ve sınırın batısında Türk Kıta Sahanlığı’ndaki bölgelere ruhsat vermemesi dikkat çekiyor.
T.C. Dışişleri Bakanlığı, 18 Mart 2019’da Birleşmiş Milletler (BM)’e gönderdiği Resmi Mektup ile Türkiye’nin Akdeniz’deki Kıta Sahanlığı Sınırı’nın 28. Boylamdan geçtiğini bildirdi. Bakanlık, daha sonra 13 Kasım 2019’da BM’ye gönderdiği Resmi Mektup’ta da Türkiye-Mısır Orta Hattı batı sınırının 28. Boylamdan geçtiğini deklare etti. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve Bakanlık ta SOROS’un dayattığı sınırı uyguladı.
Türkiye, 1024/20 ve 1093/20 numaralı NAVTEX’leri yayınlayarak 10 Ağustos-12 Eylül 2020 tarihleri arasında Doğu Akdeniz’de iki ayrı bölgede sismik çalışma planladı ve çalışmalar devam ediyor. Ancak anılan sahalara göre, sismik araştırma gemilerimiz 28. Boylamın batısına geçemiyor, ilan ettiğimiz kıta sahanlığında araştırma yapamıyor. Yani gemilerimiz SOROS sınırını geçemiyor.
Enerji Uzmanı Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır, 2019’da yazdığı makalesinde, “28 derece eğer SOROS sınırı değilse yarınlarda batısına geçilecektir” demişti. Mevcut durum itibarıyla araştırma gemilerimiz 28 derece batısına geçemedi ve anılan sınırın SOROS sınırı olduğu tescillendi.
Bu yazımızda Adalar Denizi’nde, Doğu Akdeniz’de “Yükselen Barometre” ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde “Çalkalanan Siyaset” işleniyor. Yunan ve Rum ikilisinin tutumu nedeniyle gerek Adalar Denizi’nde ve gerekse Doğu Akdeniz’de gerginlik sürüyor. Kıbrıs Türk kesiminde yapılması gereken Cumhurbaşkanlığı seçimi siyaset kazanını iyice kaynattı ve Cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte Genel Seçime gidilmesi de gündemde. Türkiye’nin Libya’da ve Suriye’de sağlam durması, KKTC’de istikrarın sağlanması ve Mavi Vatanın suyunu bulandırmak isteyenlere, adalarına ve kayalıklarına göz dikenlere fırsat verilmemesi gerekiyor…
Haziran ayına Yunanistan’ın sataşmalarıyla girmiştik. Yunanistan Savunma Bakanı Panagiotopoulos, Türkiye’yi agresif davranmakla suçluyor, “Türkiye’ye karşı askerî bir müdahale de dahil olmak üzere her şeye hazır olduklarını” söylüyordu. Milli Savunma Bakanı Akar, “Yunanistan’ın Türkiye ile savaşmak isteyeceğini düşünmüyorum. Matematiksel olarak uygun olmayacağının altını çizmek istiyorum” diyerek bu akılsızca çıkışı yanıtlıyordu. Sayın Akar’ın tepkisinin ardından Yunanistan Başbakanı Miçotakis, “Bu yaz sıcak olayın yaşanması, Türkiye gibi Yunanistan’ın da en son istediği şey olur” diye çark ettiklerini açıklıyordu. Miçotakis, Türkiye ile ilişkilerin zor olduğunu vurgulayarak, “Yunanistan deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda diyaloğa her zaman açık” diyor, ama dış destekle kendi çıkarına çözüm bulabilmek umuduyla, Uluslararası Lahey Mahkemesi’ne gidilebileceğini belirtiyordu.
Yunanistan’ın Türkiye’ye sözde meydan okuması “akıllara ziyan” aptalca çıkış olup, sırtını Avrupa Birliği’ne (AB) ve Amerika’ya (ABD) dayama arayışıyla yaptığı palikaryalıktan öte geçmemektedir. Yunanistan Osmanlı döneminde de Cumhuriyet döneminde de bizim aleyhimize kazandıklarını hep dış destekle, özellikle Avrupa’nın desteğiyle elde etmiştir. Yunan papazların marifetiyle milliyetçilik kullanılarak başlatılan Mora İsyanı, İngiltere ve Fransa desteği sonucu Yunanistan’a bağımsızlık getirmiştir. Yoksa, Yunanistan Osmanlı karşısında savaş kazanmış değildir, hatta Ata kentimiz Selanik, neredeyse bir tek kurşun atılmadan Yunan’a yok yere teslim edilmiştir.
Yunanistan palikaryalıkla Türkiye’ye küstahça meydan okurken, bir Türk-Yunan savaşının kendisine getireceği yıkıcı sonucu olabilecek harita değişikliğini göz önüne almalı.
Mondros Mütarekesi ile Osmanlı teslim olurken, geri planda ABD, ön planda İngiltere desteğiyle İzmir’i işgal etmiş, Selanik’e çok benzeyen bu kentimizi alacağını, oradan Anadolu’ya uzanıp Türkü esir edeceğini, Batı Anadolu’dan süreceğini hayal etmiş, ama Türk süngüsünden kaçarak Adalar Denizi’nin İzmir Körfezi’nde Megali Idea düşünceleriyle birlikte boğulmuştur. Daha sonra Doğu Akdeniz’in ya da Adalar Denizi’nin 12’li adalarına (12 Ada) yine Batı’nın desteğiyle el koymuşsa da uluslararası hukuk açısından yasal mülk sahibi olamamıştır.
Ne yazık ki, Türkiye’de Yunan’ın “Aegeus Pontos” (Aegeus’un Denizi) dediği Adalar Denizi’ne onun adlandırmasına koşut biçimde 1940 sonrası “Ege Denizi” denilmekle kalınmamış, her birinin Türkçe isimleri olmasına karşın buradaki adalara da “Yunan Adaları” denilmiştir. Oysa, Yunan’ın olmayan bu adalar nedeniyle 1974’den sonra sürtüşme başlamıştı. 2004 yılında AK parti iktidarının AB sevdasıyla taviz verilerek, karasularımızın dibindeki iskân edilmemiş Türk adalarının aidiyeti belirsiz adalar statüsüyle Yunanistan tarafından işgaline göz yumulmuştur. Bugün için kanayan yara olan işgal altındaki 18 ada ve iki kayalık sorunu böyle doğmuştur. Türkiye’nin çıkarları açısından bunu oldu bitti diye kabullenmek olanaksızdır. Elbet gün gelecek, bu işgale karşı çıkılacak, hatta Adalar Denizi’ndeki statü yeniden düzenlenecektir.
Yunanistan Adalar Denizi’nde Türkiye’nin aleyhine elde ettiği bugünkü statüyü koruyacağını sanmamalı, elbette Türkiye kıta sahanlığını, adalarını, kayalıklarını korumasını bilir.
Yunanistan yetkilileri, haklarını korumaktan söz ederken, “Bu mücadelede yalnız değiliz” vurgusu yapıyorlar ve payandaları AB ile ABD. Başbakanları Miçotakis, AB Konsey Başkanı Michel’e ve AB Komisyon Başkanı Leyen’e yolladığı mektuplarla, Türkiye’yi tahrik edici yasa dışı davranışları nedeniyle şikâyet ediyor. Gerginliği tırmandırarak Türkiye-AB ilişkilerini krize sürüklemek istiyorlar, ama Türkiye-AB ilişkilerinin önemini yitirdiğini göremiyorlar. Öte yandan ABD Dışişleri Bakanlığı Avrupa ve Avrasya İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Palmer, Amerika’nın Doğu Akdeniz’deki varlığını devam ettireceğini, bölgede ciddi ve istikrarlı ittifaklar kuracağını açıkladı. Hiç kuşkusuz Yunanlılar ve Kıbrıs Rum kesimiyle ittifakı kastediyordu. Çünkü, açıklamasının devamında, Türkiye’ye Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) alanındaki sondaj çalışmalarını durdurma çağrısında bulundu.
AB Komisyonu Başkan Yardımcısı ve Dış İlişkiler Komiseri Borrell, Türkiye’nin Kıbrıs açıklarındaki doğalgaz arama ve sondaj çalışmalarını “yasa dışı” olarak nitelendiriyor. Kıbrıs Rum Yönetimi Savunma Bakanı Angelidis ve Yunanistan yetkilileri bu tür görüşlerden aldıkları cesaretle AB’ye, “Türkiye’nin faaliyetlerini engelleyecek bir AB donanması kurun” çağrısı yapıyorlar. Henüz NATO dışında bir Avrupa Ordusu kurmak için anlaşamayan ve adım atamayan AB ülkeleri, Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanistan istiyor diye AB Deniz Gücü kurarlar mı acaba? Yunanistan hayal aleminde yaşıyor herhalde. Yunan ve Rum bir yandan da silahlı çatışmadan korkuyor. Rum lider Anastasiadis, “Silahlı müdahale Kıbrıslı Rumların sonu olur” açıklamasıyla korkularını dile getirdi. Herhalde bu korkularını AB’ye sığınarak aşmaya çalışıyorlar.
AB ve ABD’den cüret alan Miçotakis, Türkiye’yi Akdeniz’deki davranışlarıyla “mahalle kabadayısı” olarak nitelendirme küstahlığı yapabiliyor. Oysa ortada bir mahalle kabadayısı varsa, o da kendisi ve palikarya Yunan devlet adamları. Türkiye-Libya Deniz Yetki Alanı Anlaşması’nı hazmedemeyen Yunanistan, TPAO’ya verilen yeni ruhsatlar ve sondaj çalışmalarına yeniden başlanacağının açıklanmasıyla çılgına döndü. Yunan basınında yer alan haberlere göre, Yunan hükümeti değişik karşı senaryolar belirlemiş. Türk sondaj gemilerine eşlik eden Türk savaş gemilerine karşı bölgeye aynı sayıda gemi göndereceklerini söylediler. Türk sismik araştırma gemilerinin çalışmalarına engel olmak için de kablolarını keseceklermiş ya da kabloların deniz dibine ulaşmasını engelleyeceklermiş. Türkiye’nin yüzer sondaj kulelerine karşı uyarı atışları da yapacaklarmış. Türk deniz ve hava kuvvetlerinin bu senaryolara izin vereceğini sanıyorlarsa aldanıyorlar.
Türkiye-Libya anlaşmasının acısını çıkarmak istercesine İtalya ile MEB anlaşmasına gitti, ama adaların ana karalar gibi hakkı olmadığını kabullenerek, kendi tezine karşı emsal oluşturan ciddi bir ödün vermiş oldu. İtalya ile MEB anlaşması imzalayabilmek için Adriyatik ile Akdeniz, İtalya ile Yunanistan arasında kalan İyon Denizi’ndeki Diapontia (Othonoi) adaları ile Strofadia (Stromphides) adalarının ana kara gibi deniz yetki alanı bulunmadığını kabul etti. Bu tabii ki Türkiye’nin kullanacağı bir koz ve emsal oluşturdu. Anlaşma Yunanistan’da aceleyle verilen ödün diye de eleştirildi. Yunanistan Türkiye’ye karşı adaların ana karalar gibi eşit deniz yetki alanı olduğu tezini savunuyordu. Şimdi bu haksız tezini kendisi çürüttü. Bu arada İtalya ile yapmış oldukları anlaşmayla Libya ve Arnavutluk’un hakkının yendiği görülüyor. Türkiye’nin bu konuda Libya ve Arnavutluk’u uyarması ve yanlarında olması dostluk gereğidir.
Yunanistan, İtalya ile anlaşmasının ardından Mısır’la anlaşmak için harekete geçti. Dışişleri Bakanları Dendias, “Mısır’la birlikte Yunanistan’ın Türkiye-Libya anlaşmasını feshedeceğini” iddia etti. Ancak iddiasının aksine, “Mısır ile anlaşmanın zor olduğunu, Mısır’ın Türkiye’nin nasırına basmak istemediğini” söyledi. Yunanistan, İtalya ile imzaladığı anlaşmada adaların yetki alanı olmadığını kabul etmişken, Meis Adası’nın yetki alanı iddiasıyla uluslararası hukuka aykırı anlaşmaya Mısır’ın yanaşması pek de olanaklı değil. Kaldı ki Türkiye yerine Yunanistan ile yapacağı bir MEB anlaşması Mısır’a 15 bin kilometrekarelik deniz yetki alanı kaybettirecek. Mısır, Güney Kıbrıs ile yaptığı anlaşmada da 11 bin 500 kilometrekarelik yetki alanı kaybetmişti. Ancak, Libya nedeniyle rahatsızlık duyan ve Türkiye’ye karşı olan Mısır’ın tavrını değiştirmesi mümkün. Türkiye bunu engellemeli ve Mısır’la yetki alanı anlaşması yapmalıdır.
Yunanistan’ın İtalya ile anlaşma imzaladığı, Mısır ile anlaşmak istediği Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırları. Mısır Yunanistan ile anlaşırsa 15 000 kilometrekare deniz yetki alanı kaybetmiş olacak. Daha önce Rumlarla anlaşmada 11 500 kilometrekare kaybetmişti.
Yeni seçilen Yunanistan Cumhurbaşkanı Katerina’nın göreve başlar başlamaz, ilk yurtdışı gezisini 16 yıl öce sahipsiz diye işgal ettikleri Aydın’ın Eşek Adası’na 29 Haziran’da yapacağı, dört saat adada kalacağı Yunan basınında 18 Haziran tarihinde açıklandı. 2004 sonrası 18 adamızın işgaline göz yuman Ak Parti iktidarının Dışişleri Bakanlığı bu haberi yine görmezden geldi. Haber, Millî Savunma Bakanlığı Eski Genel Sekreteri Ümit Yalım tarafından Türk basınına duyuruldu. 1943 tarihli İngiliz, 1951 tarihli ABD haritaları Eşek Adası’nı Türkiye’ye ait gösterirken, Türkiye tarafından iskân edilmediği için aidiyetsiz varsayılan ada 16 yıl önce işgal edilmekle kalınmamış, Yunanistan buraya askerî tahkimat da yapmıştır. Yunan Cumhurbaşkanı Aydın’a bağlı Eşek Adası’na gelmeye kalkınca, Türkiye’nin nasıl bir karşılama töreni yapacağı merak konusuydu. 1996 Kardak’ta olduğu gibi milli duruşla mı, yoksa bir buket çiçekle mi?...
29 Haziran sabahı Yunanistan Cumhurbaşkanı Katerina Sakelleropulu sınır ötesi ilk gezisi olarak Aydın’ın Eşek Adası’na davetsiz misafir olarak geldi. Ne yazık ki Rum Katerina’yı karşılayan hiçbir Türkiye Cumhuriyeti yetkilisi yoktu. Oysa 24 yıl önce 1996’da Kardak Kayalıkları için Tansu Çiller-Deniz Baykal Koalisyon Hükümeti’nin yaptığını, şimdi Sayın Erdoğan’ın Başkanlık Hükümeti’nin bir başka şekilde yapması gerekiyordu. Katerina’nın adaya çıkmasını engellemek için Deniz Kuvvetleri SAT Komandoları elbette gönderilemezdi, çünkü o fırsat 16 yıl önce kaçırılmıştı. Davetsiz misafir Rum Katerina’yı Türk mevkidaşı Sayın Erdoğan’ın karşılaması da olmazdı. Ancak, Gambot diplomasisiyle, yani deniz gücüne dayalı bayrak göstermeyle aşağıda açıkladığımız karşılama yapılabilirdi.
Deniz Kuvvetlerimizin bir helikopter gemisiyle adaya gidecek Cumhurbaşkanı temsilcisi elinde “Dikenler Tacı Çiçeği” ile “Türkiye’ye, Aydın ilimize hoş geldiniz” diye Katerina’yı karşılayabilirdi. Böyle anlamlı bir diplomatik barışçıl karşılama, dünyada büyük yankı uyandıracak, misafirperverliğimizi ve büyük-küçük demeden Adalar Denizi’ndeki her adamıza, kayalığımıza sahip çıktığımızı dosta düşmana açıkça gösterecekti. Ne yazık ki yapılmadı, yapılamadı. Davetsiz misafir Rum Katerina helikopter ile geldiği adada dört saat kaldı, biz değil o bayrak ve gövde gösterisi yaptı. Yunan mülteci hapishanesini, ilkokulunu, lisesini, belediyesini ziyaret etti, Ada’nın Rum sözde yöneticileriyle görüştü, işgal kuvveti Yunan deniz üssünü denetledi.
Yunan Cumhurbaşkanı Katerina Eşek Adası’na geldiğinde helikopterli Türk gemisinden bir yetkili “Dikenler Tacı Çiçeği” sunarak ve “Adamıza hoş geldiniz” diyerek karşılamalıydı…
Rum Katerina’ya Adalar Valisi Hatzimarkos ve Adalar Belediye Başkanı Kottoros eşlik edip, Eşek Adası hemşehrilik belgesi ve beze dokunmuş ada haritası hediye ettiler. Ne yazık ki bozkurtların olmadığı adada değneksiz gezen Yunan Cumhurbaşkanı Katerina Sakelleropulu, adanın anı defterine de şunları yazmış: “Adanın fahri hemşehrisi olma onuruna teşekkür ederim. Tarihin derinliklerindeki bu Ada, Yunanistan’ın ayrılmaz bir parçasıdır. Burada olmak benim görevim. Buraya sahip çıkacağız”.
Yunan Cumhurbaşkanı Katerina Eşek Adası’ndan Aydın kıyılarını seyretmiş, işgalci askerlerini denetlemiştir. Agathonisi dedikleri adamızın kumaşa dokunmuş haritasını, sözde yerel yöneticileri Katerina’ya hemşehrilikle birlikte hediye olarak armağan etmişlerdir.
Rum Katerina, Eşek Adası’nı tarihin derinliklerinde Yunan Adası olarak tanımlamış, acaba öyle mi? Önce şunu vurgulayalım; bugünkü Yunanistan’ın tarihin derinliklerindeki “Antik Yunanistan” ve “Roma İmparatorluğu” ile hiçbir ilgisi ve onlardan kalan mirası da yok. Doğu Roma’nın çöküşü ve Bizans’ın fethinden sonra bu coğrafyada kırsal alanlarda başıbozuk kalmış, Osmanlı egemenliğindeki Rumların kilise önderliğinde türlü entrikalarla harekete geçmeleri sonucu, emperyalist Batı’nın desteğiyle oluşturulmuş bir devlet. Onların Ege, bizim Adalar Denizi dediğimiz Doğu Akdeniz’deki adalar ise Osmanlı’dan önce tarihi Venedik Cumhuriyeti’nin ve şövalyelerinin elindeydi. Adalar Denizi’nin ve bu denizdeki adaların kadim geçmişten bu yana Yunan olduğunu söylemek, akıllara ziyan ya da insan aklıyla alay etmektir.
Eşek Adası, Menteşe Adaları içinde yer alan küçük bir adadır ve yaklaşık olarak İstanbul’daki Büyük Ada’nın 2,7 katı büyüklüktedir. Rodos Adası ile birlikte Menteşe Adaları’nın tümü 1522’de Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı’nın olmuştur. İşte tarihin derinliklerindeki gerçek böyle başlamıştı. Bizans’ın da Yunan değil Doğu Roma olduğu göz önüne alınırsa, Adalar Denizi’ndeki adaların 1800’lü yılların sonuna kadar Yunanlılarla bir ilgisinin bulunmadığı tarihi gerçek olarak ortaya çıkar. Daha sonrasına baktığımızda Adalar Denizi’nde aidiyeti antlaşmalarla belirtilmemiş adaların ve kayalıkların tümü, 100 yıl öncesine kadar Osmanlı’dan Türkiye’ye miras kalan Mavi Vatan topraklarıydı. Bunların Yunanistan’a verildiğine ilişkin bir antlaşma yoktur.
Tarihi kayıtlara göre orası Yunanistan’ın Agathonisi Adası değil, Türkiye’nin Eşek Adası.
Lozan Konferansı’nda adalar sorunu, daha önce Osmanlı döneminde büyük devletlerin belirlediği statükonun korunması şeklinde bir sonuca bağlanmıştı ve Yunanistan’da kalan adaların isimleri birer birer antlaşma metnine geçirilmişti. Lozan Antlaşması’nda bizim Eşek Adası, Yunanlıların Agathonisi dedikleri bir adanın ismi yok (Lozan Antlaşması Madde 12- Madde 16). Nitekim, Lozan Antlaşması’nın tarafı olan İngiltere’nin 1943 yılında yayınladığı haritada Eşek Adası Türkiye’ye ait gösterilmiştir. İkinci Dünya Savaşı Sonrası Adalar Denizi’nde Alman işgaline uğramış adaların durumunun belirlenmesi amacıyla 1947’de yapılan Paris Antlaşması’nda zikredilen adalar içinde yine Eşek Adası yok. Kaldı ki bu ada Alman işgaline de uğramış değildi, çünkü Almanlar bu küçük adanın Türkiye’ye ait olduğunu kabul ediyorlardı. Paris Antlaşması’na taraf olan ABD’nin 1947 yılında yayınladığı haritada da Eşek Adası, Yunanistan’a bırakılan adaların sınırları dışında, Türkiye’ye ait olarak gösterilmiştir.
Tarihin derinliklerindeki, tarih arşivlerindeki, bugün geçerliliğini koruyan ve devlet arşivlerinde saklanan antlaşma metinlerindeki gerçek; Eşek Adası’nın Yunanistan’a değil, Türkiye’ye ait olduğunu gösteriyor. Geçmişte Türkiye tarafından iskân edilmemiş olması, üzerinde herhangi bir yapı kurulmamış olması bu gerçeği değiştirmez ve Eşek Adası’nı aidiyeti belirsiz ada yapmaz. Yunan’ın aidiyeti belirsiz diye çöreklenmek istediği Kardak Kayaklıları için 1996 yılında gösterilen tepkinin 2004 yılında gösterilmemiş olması da bu gerçeği değiştirmez. Nitekim, Yunanistan’ın eski Savunma Bakanları’ndan Türk düşmanı Kammenos 2017 yılında Eşek Adası’nı ziyaret edince, Ankara-Atina arasında gerilim yaşanmıştı. Şimdi Cumhurbaşkanları Rum Katerina’nın küstah tahriki karşısında Türk Hükümeti’nin suskunluğunu anlamak mümkün değil.
Yunanistan Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’ye ait Eşek Adası’na yaptığı küstahça ziyaretin ertesinde Türk F-16 Savaş Uçakları Eşek ve Bulamaç adaları üzerinde uçuş yapıyordu. Yunanistan Genelkurmay Başkanlığı iki Türk jetinin 24 bin feet yüksekten Eşek Adası ve Bulamaç Adası üzerinden geçtiğini, 10 millik FIR Hattı sınırını ihlal ettiğini açıklıyordu. Türkiye zaten Yunanistan’ın 10 millik karasuyu isteğine koşut 10 millik FIR Hattı’nı tanımıyor. Rum Katerina’ya verilecek yanıtı, tanımadığımız FIR hattı sınırını delmenin ötesinde vermek gerekiyordu. AK Parti’nin karşılıksız AB aşkı nedeniyle mi, yoksa AB narkozuyla mı olsa bir türlü karşılık verilmiyor. Eşek Adası ile birlikte 18 ada işgal atında, ama Cumhurbaşkanı Erdoğan her nedense bu konuda hiç konuşmuyor. Milli Savunma Bakanı Akar, Yunan’a bırakılmış adaların haksız silahlandırılmasını gündeme getirirken, işgal edilen 18 ada için ayrı bir açıklama yapmıyor.
Davetsiz misafir Rum Katerina’dan bir gün sonra Türk jetleri Eşek Adası’nın üzerindeydi.
Yunan Cumhurbaşkanı Eşek Adası’na elini kolunu sallayarak gelebiliyor, egemenlik haklarımız çiğneniyor da karşılığını görmeyecek mi? Yunanistan, Eşek Adası’nda hem Türk toprağını ve hem de Mavi Vatanımızı çiğnemiş oluyor. Gösterilmeyen tepki nedeniyle cüret kazandığından, son olarak Eşek Adası’na liman yapılması için ihaleye çıkmış bulunuyorlar. Limandaki beton iskelenin 400 metre büyütülerek, askerî limana dönüştürülmesi amaçlanıyor. Anadolu kıyısından 8 deniz mili uzaklıkta yer alacak askerî liman sadece Mavi Vatan için değil, elbet Batı Anadolu için de bir tehdit ve çıban başı olacaktır. Amaçları tıpkı Antalya’nın burnunun dibindeki Meis Adası’nda olduğu gibi, Aydın’ın Eşek Adası’nda da devamlı hücumbot bulundurma planlarının sonucu olsa gerek. Türkiye’nin Yunanistan siyasetini yeniden ele alıp, sadece son 16 yılda işgal edilen 18 küçük adanın değil, Adalar Denizi’ndeki 12 Ada’nın da Yunanistan’a ait olmadığı teziyle, harekete geçmesi zamanı gelmiş bulunuyor.
Yunanistan, Lozan’da silahlandırmamak koşuluyla mülkiyetini değil de sadece intifa (kullanma) hakkını aldığı 12 Ada diye tanımlanan adaları ve son dönemde işgal ettiği 18 küçük adayı silahlandırmış, buralarda askerî tatbikatlar yapar olmuştur. Bu tecavüzkâr tutumunu NATO şemsiyesine sığınarak, üstelik NATO müttefiklerimizden aleyhimize destek alarak yapmıştır. Deniz sınırlarını Avrupa Birliği üyeliğini kullanarak genişletmeye cüret etmiştir. Adalar Denizi, Yunanistan ile Türkiye arasında dostluk değil, gerilim denizine dönüşmüştür. Emperyalist Megali Idea’sını bu denizde Türkiye’ye karşı yer kazanmak biçiminde izlemiştir. Atatürk ile dostluk kuran Venizelos döneminde bile Türkiye’nin aleyhine büyüme politikasını sürdürmüş, 1936 yılında karasularını 3 milden 6 mile çıkarmıştır. Şimdi 10 mile çıkarma çabasına paralel 10 millik FIR Hattı’nı egemenlik sınırı gibi göstermesinin doğru olmadığını, kendisinin eski deniz ve hava kuvvetleri komutanları bile itiraf etmiş bulunuyorlar.
Yunanistan’a haksız yere işgal ettiği 18 ada ve iki kayalıktan çekilmesi, Lozan sonrası değişen koşullar ile değişen hukuki statüden ötürü 12 Ada diye adlandırılan adaların durumunun görüşülmesi için nota verilerek, gerekli diplomatik girişim başlatılmalıdır. Bu arada Yunan’ın ABD ve AB desteğinde oldu bittilerle de-facto (fiili) durum yaratma çabalarına fırsat tanınmamalı, işgalci girişimleri için 1996’da Kardak’ta yapıldığı gibi karşılık verilmelidir. Ne Adalar Denizi ve ne de Doğu Akdeniz Yunan’ın serbestçe dolaşabileceği, çöreklenebileceği sahipsiz deniz alanlarıdır. Yunan savaş gemileri bu deniz alanlarında daima karşılarında Türk deniz kuvvetlerinin deniz üstü savaş gemilerini ve denizaltılarını görmelidirler. Diplomatik usule ve dile uygun olarak yapılacak, sağlam hukuki temellere dayandırılacak tezimizin yanısıra, askerî açıdan oluşturacağımız stratejiyle de elimiz güçlendirilmelidir.
Adalar egemenlik konusudur ve egemenlik konusu çözümü en zor sorundur. Devletler arasında çözülmeyen egemenlik sorunu, bekledikçe mevcut durumun kabullenilmesi gibi sonuç doğurmaz, aksine gerekli adımlar atılmayarak çözülmeyen egemenlik sorunu savaşla bitebilir. Böyle bir savaşı elbette iki ülke de bölge ülkeleri de istemez, ama geçmişten gelen bir ata sözümüz var: “Nasihat ile uslanmayanın hakkı kötektir", yani “dayaktır” diye. Yunan, Anadolu’ya uzanınca yediği dayakla İzmir Körfezi’nde boğulduğunu unutmuş görünüyor. O zaman Türk dayağından kaçanların torunlarına, dayak yiyeceklerini, Türkiye’nin savaştan çekinmeyeceğini en sert biçimde hatırlatmak gerekiyor. Türk denizaltıları, muhripleri ve savaş uçakları Adalar Denizi’ni, obüsleri Trakya’yı cehenneme çevirirlerse, ellerinde hiç ada kalır mı acaba?...
Yunanlıları Adalar Denizi’nde işgal ettikleri ve illegal biçimde çöreklendikleri adalardan temizlemek için “Vira Bismillah” deme zamanı gelmiş bulunuyor…
Ülkemizin acı bir gerçeği, Yunan tarafından haksız işgale uğramış adalar ve Yunan’ın elinde bulunan, ancak hukuken Türkiye’ye ait olması gereken ünlü 12 Ada, Türkiye’nin turizm şirketlerince ve Türk turistler tarafından “Yunan Adaları” diye adlandırılması, bu adalara turistik seyahatler düzenlenmesi, Yunan’a mükafat verircesine turizm geliri kazandırılmasıdır. Bu adaların en büyüğünden en küçüğüne kadar hepsinin Türkçe isimleri vardır. Yine bu adaların çoğunda Osmanlı’dan kalma Türk izlerini, Osmanlı öncesinden de Venedik izlerini görürsünüz, bu nedenle adaların İtalyanca isimleri de vardır, tarihten gelen bir Yunan izine rastlamazsınız, ama ne yazık ki ülkemizde Yunan adaları diye anılırlar. Ünlü köşe yazarlarımız dahil olmak üzere bu adalara geziye gidilmesi önerilir, Yunan’ın değirmenine su taşınmaya çalışılır.
Son 16 yılda Yunan’ın iskan edilmemesi nedeniyle aidiyeti belirsiz diye işgal ettiği 18 ada ve iki kayalık bağlı oldukları illerimize göre şöyle: (1) Koyun Adası (İzmir), (2) Hurşit Adası (Aydın), (3) Fornoz Adası (Aydın), (4) Eşek Adası (Aydın), (5) Bulamaç Adası (Aydın), (6) Nergizcik Adası (Aydın), (7) Gürmenli – Marathi Adası (Aydın), (8) Keçi Adası (Muğla), (9) Kalolimnoz Adası (Muğla), (10) Sakarcılar Adası (Muğla), (11) Koçbaba Adası (Muğla), (12) Ardıççık Adası (Muğla), (13) Ardacık Adası (Muğla). Geri kalan 5 ada Girit çevresinde olup, Osmanlı döneminde dörde bölünen Girit’ten, Sırbistan ve Karadağ haklarından feragat edip çekildikleri için Yunanistan dışında geri kalan dörtte üçü ve çevresindeki 14 ada aslına rücu ederek, Osmanlı mirasıyla Türkiye’ye kalmış bulunuyor.
Yunan’ın Girit çevresinde işgal ettiği beş ada, (14) Dhia Adası, (15) Dionisades Adası, (16) Gaidhouronisi Adası, (17) Koufonisi Adası ve (18) Gavdos Adası. Bunlardan Gavdos Adası Türk kıta sahanlığının batı ucunu oluşturmaktadır. İşgal altındaki iki kayalığa gelince İzmir’e ait Venedik Kayalıkları ve Muğla’ya ait Plati kayalığı. Plati kayalığını 1999’da İşgale kalkıştıklarında Başbakan Ecevit’in tepkisiyle geri çekilmişlerdi, ama sonra meydanı boş buldular. Imia dedikleri Kardak Kayalıkları’nı da Aralık 1995’de işgale yeltenmişlerdi, papazları eşliğinde askerleri bayrak çekmişti, ama Başbakan Çiller’in “O bayrak oradan inecek” talimatıyla Türk SAT komandoları gereğini yapmıştı ve Ocak 1996’da süpürüldüler. Fanatik devlet adamları arada bir Kardak üzerinden helikopterle geçip Kardak hasretiyle denize buket atıyorlar.
İşgal ettiği 18 ada ve iki kayalıktan çekilmeleri önce diplomatik yoldan gereğine uygun biçimde istenir ve adaları boşaltıp çekilmemeleri durumunda, Türk Silahlı Kuvvetleri gereğini yaparak boşaltır. Haddini bilmez Katerina gibi yöneticilerinin de bizim topraklarımız üzerinde şov yapması engellenir. Bu er geç yapılması gereken bir tahliyedir. Ak Parti iktidarı bunu yapamıyorsa, ortağı MHP ile birlikte milliyetçilikten ve ulusal çıkarları korumaktan söz edemezler. Kendilerinden sonra gelecek iktidar bunu yapmak zorunda kalır. Türkiye’nin Yunan’a vereceği bir çakıl taşı, bir tas deniz suyu yoktur. Karasal Vatanımıza da Mavi Vatanımıza da en küçük birimine kadar sahip çıkılacağından işgalci Yunan’ın kuşkusu olmaması gerekir, bedelini ağır öderler… Şimdi gelelim bugün için uluslararası hukuk açısından statüsü tartışmalı olan ve Yunanistan’ın illegal olarak üzerine oturduğu adalara.
Bilindiği gibi Lozan Antlaşması’nın 12’nci maddesinde isimleri yazılarak Yunanistan’a bırakılan adaların yanısıra, Antlaşma’nın 15’inci maddesiyle İtalya’nın işgali altında bulunan ve İtalya’ya bırakılan “12 Ada” vardır. Türkçe’de 12 Ada diye adlandırma, Osmanlı’da adaların 12’li yerel yönetimlerinden gelen bir isimlendirmedir ve ada sayısı değildir. Coğrafyada Menteşe Adaları da denilen 12 Ada adı altında toplanan adalar sayı bakımından 14 adadan oluşmaktadır. Bu adalar (1) Patmos (Batnoz), (2) Lipsos (Lipso), (3) Leros (İleriye), (4) Kalimnos (Kilimli), (5) Kos (İstanköy), (6) Stampalia (İstanbulya), (7) Nisyros (İncirli), (8) Symi (Sömbeki), (9) Tilos (İlyaki), (10) Chalki (Herke), (11) Rhodes (Rodos), (12) Scarpanto (Kerpe), (13) Kazos (Çoban), 14 Castellorizo (Meis) olarak sıralanmıştır. 1932 yılında Türk ve İtalyan subaylar tarafından imzalanmış ve bugün artık geçerliliği bulunmayan, bu adalara karşı Türkiye’nin karasularını 3 mil ile sınırlandıran bir mutabakat zaptı da vardır.
12 Ada İkinci Dünya Savaşı’nda önce Almanya, sonra İngiltere tarafından işgal edildi. Savaşın son yıllarında ve ardından adaların Türkiye’ye verilmesi gündeme geldi. Türkiye, Müttefik Devletler ile Mihver Devletler arasında kalmamak, adaları koşullu teslim almamak siyaseti güderek kenara çekildi. İnönü, İngiltere nezdinde nabız yoklamış, Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na katılmadığı için İngiltere’nin adaları Yunanistan’a vermek istediğini öğrenmişti. Türkiye adaların otonom olması görüşünü de dile getirmiştir, ama hem etkili ve hem de ısrarcı olamamıştır. Bu arada “Ada Temsilcileri” diye bir grup ABD’de Yunanistan lehine kulis faaliyeti yürütmüş, 1945 yılında ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği ve Fransa dışişleri bakanlarının oluşturduğu “Dışişleri Konseyi” iki yıl boyunca sekiz kez “12 Ada” konusunu görüşmüş, ama sonuca 1947 yılında Müttefik Devletler ile Mihver Devletler arasında barış için imzalanan Paris Antlaşması ile varılarak, adalar Yunanistan’a bırakılmıştır.
Türkiye, 12 Ada’nın kime bağlanacağının tartışılıp kesinleştirildiği Paris konferansına resmen çağrılmamış görünüyor. Ancak, Türkiye’nin katılıp katılmaması konusunda nabız yoklamaları yapılmış, hatta İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği Türkiye’nin davet edilmesi için bir çalışma yürütmüşse de İnönü iktidarı soruna bulaşmaktan kaçınarak katılım için ısrarcı davranmamış, davet fırsatını görmezden gelmiştir. İtalya’nın “Katılın ve en azından birkaç adayı alın” çağrılarına da kulak tıkamıştır. O gün için adalar kaybedilirken, yıllar sonra hukuk Türkiye’nin önüne yeni bir fırsat getiriyordu. Hukuk dinamik süreçte gelişir ve evrilir. 1969 yılında oluşturulan Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’ne göre çok taraflı antlaşma hükümlerinin değiştirilmesinde temel kural; antlaşma hükümlerinin oybirliği veya üçte iki çoğunluk ile değiştirilmesidir.
Türkiye ile birlikte 8 devletin taraf olduğu 1923 Lozan Antlaşması’nın 15’inci maddesi, 1947’de Paris’te Türkiye dışında Lozan’a taraf olan 5 devletin, taraf olmayan 16 devletin katılımıyla değiştirilmiştir, ama Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’ne aykırıdır. 1947 Paris Antlaşması’na Türkiye katılmadığı için taraf değildir ve o antlaşmanın Türkiye için bir bağlayıcılığı yoktur. Yeni hukuki durum 1969’dan bu yana geçen 51 yıl boyunca, hiçbir Türk hükümeti tarafından değerlendirilmemiş ve harekete geçilmemiştir. 1970’li yıllarda Yunanistan ile Adalar Denizi’ndeki sürtüşmeler nedeniyle gündeme gelebilirdi. Türkiye, NATO’dan çıkmış olan Yunanistan’ın dönüşüne “Hayır” diyordu. Ancak 12 Eylül Darbesi ve Kenan Evren’in ödün koparmadan Yunanistan’ın NATO’ya dönmesine ABD emriyle “Evet” demesi çok şeyleri kaybettiriyordu. 2000 öncesi siyasi istikrarın olmadığı yıllar, 2000 sonrası AK Parti iktidarı ve değişen bölgesel koşullar bu fırsatın görülmesini ne yazık ki engellemiştir.
Lozan Antlaşması’nın ekindeki harita üzerinde işaretlenen Yunanlıların işgal ettiği 18 ada ve 2 kayalık ile İtalyanlardan devraldıkları, ancak şu anda hukuki dayanağı kalmadığı için illegal olarak elde tuttukları “12 Ada” adı altında toplanan 14 ada. Bu adalar Türk topraklarıdır.
Geçmişteki antlaşmalara göre gayri askeri statüde olması gereken 14 adadan Herke ve Çoban adaları dışında kalan 12’si silahlandırılmış bulunuyor. İstanköy Adası’nda ve Rodos Adası’nda askeri havaalanları bulunuyor. Diğerlerinde de mekanize birlikler konuşlandırılmış durumda. Yunan bu Menteşe Adaları dışında, Lozan’da kendisine bırakılan Saruhan Adaları (Midilli, Sakız, Sisam, Ahikerya, İpsara) ve Boğaz Adaları (Semadirek, Limni, Taşoz, Bozbaba) adalarını da antlaşmaya aykırı silahlandırmış durumda. Milli Savunma Bakanı Akar’ın adaların silahsızlandırılması sorununu gündeme getirmesi, hem Türkiye’ye yönelik tehdidin önlenmesi açısından önemli, hem de kronikleşmiş “12 Ada” sorununun yeniden tartışmaya açılması açısından yerinde bir çıkış. Ödünsüzce devamının getirilmesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da bu konuya değinmesi gerekir. Yunanistan’ı 12 Ada için masaya oturtacak diplomatik girişimlerin ve gerekirse zorlamaların yapılması yoluna gidilmelidir.
12 Ada adı altında toplanan bu 14 ada, Türkiye’nin katılmadığı 1947 Paris Antlaşması’nda gerekli taraftar çoğunluğu sağlanmaksızın Lozan Antlaşması’nın tadiliyle Yunanistan’a devredilmişti. Şimdi bu devir işlemi 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’ne aykırı olduğundan hukuki geçerliliğini yitirmiş durumda bulunuyor ve Türkiye’de devri gerekiyor.
Temmuz başında Yunan Dışişleri Bakanı Dendias, mevkidaşı Kıbrıs Rum Dışişleri Bakanı Hristodulidis ile yaptığı görüşmenin ardından şöyle diyordu: “Türkiye Yunanistan’ı bir Türk denizi ya da gölü içinde adaya çevirmek istiyorsa bunu unutsun”. Dendias’ın söylediğinin eksik yanı var. Sadece Yunanistan değil, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi de Türk gölü içinde birer ada gibi. Bu coğrafik olduğu kadar jeostratejik ve jeopolitik bir gerçek. Öte yandan Dendias bu söylemiyle Yunanlıların, Rumların hatta Akdeniz coğrafyasındaki Hıristiyanların 500 yıl önce Oruç Reis ve Barbaros Hayrettin Paşa tarafından Akdeniz’in Türk gölü yapılışını korkuyla unutamadıklarını hatırlayarak bu tanımı kullanmış olmalı. Coğrafi konuşlanmayla değiştirilemez kaderleri bu. Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi’ndeki kıta sahanlığı Yunanistan’ı çevreliyor, çöreklendikleri pek çok ada Türk kıta sahanlığı üzerinde bulunuyor.
Doğu Akdeniz’de ve Adalar Denizi’nde Türk Kıta Sahanlığı üzerindeki deniz alanıyla Türk Gölü olarak değerlendirilirse, Yunan’ın ve Rum’un kaderi bu gölde hapsolmak.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi bölgesi de kuzeyinde Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve güneyinde Kıbrıs Türkü’nün sınırlarını çizdiği deniz yetki alanıyla kuşatılmış durumda. İllegal olarak belirledikleri Rum Yönetimine ait sözde MEB alanı ise, Türkiye’nin kıta sahanlığına tecavüz ettiği gibi, Kıbrıs Türkü’nün Türkiye Petrolleri’ne verdiği arama ruhsatı alanlarıyla çakışıyor. Çakışan o alanlarda ise Türkiye Petrolleri’ne ait sismik araştırma gemisi Barbaros Hayrettin Paşa, sondaj gemileri Fatih ve Yavuz derin sondajlarla hidrokarbon araması yapıyorlar. Bu gemilerle birlikte MTA’ya ait Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisi ve Türkiye Petrolleri’ne ait Kanuni derin sondaj gemisi Türkiye’nin kıta sahanlığının her yerinde, Mavi Vatan alanında arama faaliyetlerini sürdürmek için görevliler. Arama ve sondaj gemilerimizi Türk düşmanlarının taciz etmesine karşı Türk donanmasına ait gemiler de koruma görevi yapıyorlar.
Türkiye’nin kıta sahanlığı ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin deniz yetki alanı, Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin illegal MEB alanını çevreleyip sınırlandırıyor.
Haziran sonunda Güney Kıbrıs’ı ziyaret eden AB Dış İlişkiler Komiseri Borrell, Rum Yönetimi Savunma Bakanı Angelidis ile birlikte, Kıbrıs açıklarında sondaj çalışması yürüten Yavuz gemisini ve Türk Deniz Kuvvetleri’nin refakatçı gemisini helikopterle havadan izlemiş, “Sizin sorununuz bizim sorunumuz” diyerek Rumlara destek vaadinde bulunmuştur. Nitekim AB, Akdeniz’de Rumların bulguladığı gazı kendi gazı olarak görüyor. Daha sonra AB üyesi 27 ülkenin Dışişleri Bakanları’nın katıldığı toplantıda Borrell’in etkisiyle Türkiye’nin sondaj çalışmalarına karşı yaptırım uygulanabileceği sinyali çıkıyor ve Borrell, “Sondaj krizine ilişkin olarak AB’nin bazı yeni önlemler alabileceğin” açıklıyordu. Dışişleri Bakanlığımız Borrell’in bu açıklamasına haklı olarak sert tepki gösterdi.
AB Komiseri Borrell ve GKRY Savunma Bakanı Angelidis helikopterle Kıbrıs çevresinde sondaj yapan Türk gemisini izliyorlar ve Borrell Angelidis’e “sizinleyiz” desteği veriyor.
Rum Yönetimi illegal MEB alanında bulduğu doğalgaz rezervini değerlendirmek için AB’nin desteği ve ırkdaşı Yunanistan, İsrail, İtalya’nın katılımıyla Akdeniz tabanında Türk kıta sahanlığından geçecek East Med Boru Hattı projesine umut bağlamıştı, ama projeden İtalya imza aşamasında çekildi, İsrail imzalamış olsa bile olamayacağını gördüğünden vazgeçerek, Türkiye güzergâhlı boru hattı için gizli kulis çalışmaları yapıyor. İsrail kendi gazını Avrupa’ya Türkiye üzerinden geçecek boru hattıyla ulaştırma arayışında, ancak böyle bir projenin gerçekleşmesi de bugünkü siyasi koşullarda olanaksız görünüyor. Türkiye izin vermeden Türk kıta sahanlığından boru hattı geçiremeyecekleri gerçeğini Rum ve Yunan ikilisi de anlamış olmalı ki Güney Kıbrıs’ın ilk LNG terminalini kurma çabası sürdürülüyor.
Yunanistan Adalar Denizi’nde Taşoz Adası açıklarında offshore alandan, Türkiye’nin kıta sahanlığı üzerinde hakkı olan petrolü çalıyor. Bu sorun ancak adalar sorunuyla birlikte çözülebilir. Onun dışında gerek Adalar Denizi’nde ve gerekse Doğu Akdeniz’de başka hidrokarbon faaliyeti yapamadı. Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de Rodos’un ve Girit’in doğusunda, hatta Girit’in batı ucuna kadar uzanan kesimde, Türkiye’den izinsiz hidrokarbon yatakları araması ve ekonomik faaliyette bulunması olanaksız. Libya Anlaşması ile Doğu Akdeniz’in batısı adeta kilit altına alınmış durumda. Yunanistan’da Youtube kanalında bir Yunanlı amiralin, “Türkiye’nin gemileri Girit’in güneyine geldiğinde ne yapacağız, batıracak mıyız?” sorusuna verdiği yanıt, Yunanlıların açmazını ortaya koyuyordu. Yunan amirali diyor ki, “Bizim orada münhasır ekonomik bölgemiz yok. Herhangi bir münhasır ekonomik bölge belirlemedik. O halde hangi hakla onların gemisini batıracağız?”.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de konuşlanması, Yunanlılardan başka onları ve Rumları destekleyen Fransa’yı da rahatsız ediyor ve Akdeniz’e göz koyan ABD de tedirgin. Fransa rahatsızlığını, Akdeniz’de gemisinin taciz edildiği iftirasıyla NATO’ya taşıdı, ama aradığı karşılığı bulamadı. Fransa ve ABD Rum’a ve Yunan’a askeri destek peşinde. MİLGEM ve MİLDEN projeleriyle Türk Deniz Kuvvetleri’nin savaş gemisi ve denizaltı sayısının artarak güçlenmesi karşısında ABD Yunanistan’a gemi desteği vaadinde bulundu ve dört adet özel savaş gemisi hediye etti. Kıbrıs Rum Yönetimi’ne silah ambargosunu kaldıran ABD özel askeri eğitim vereceğini de açıkladı. Fransa ise Kıbrıs’ta deniz üssü kurmayı planlıyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri Doğu Akdeniz’de ve Adalar Denizi’nde teyakkuzunu sürdürüyor. Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri ortak tatbikatları firkateynler, korvetler, denizaltılar, savaş uçaklarıyla birbirini izliyor. Bunlar Yunanlıların başını döndürüyor olmalı ki Temmuz ayı başında Yunan Genelkurmay Başkanı Floros küstahlaşarak Türkiye’yi uyarmaya kalkıştı, “Türkiye’nin Ege ve Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerinin askerî açıdan bir kaza yaşanma riskini yükselttiğini ve bunun ciddi sonuçları olabileceğini” söyledi. Yunanistan böyle bir çatışmayı göze alabiliyorsa, kendisi açısından acı olacak sonuçlarına da katlanmak zorunda kalır. Türk Deniz Kuvvetleri tarafından 7 Temmuz tarihinde yayınlanan “Denizcilik Bildirimi” (Navtex) üç farklı sahada atışlı deniz eğitimleri gerçekleştirileceğini duyurdu.
Duyuruda enlem ve boylamları verilen tatbikat sahalarının isimleri ise Çakabey (Selçuklu komutanı ve denizcisi, tarihte ilk Türk donanmasını oluşturan Türk Amirali), Turgutreis (Trablusgarp Fatihi Türk Amirali) ve Barbaros (Osmanlı Kaptan-ı Deryası “Deniz Kuvvetleri Komutanı”, Akdeniz’i “Türk Gölü” yapan Türk Amirali) olarak belirlenmişti. Çakabey sahası Girit’in 25 mil açığında, Turgutreis ve Barbaros sahaları ise Libya-Bingazi açıklarında bulunuyor. Çakabey’in, Turgut Reis’in ve Barbaros’un torunları olan Türk denizcileri, Mavi Vatanımızın her bir zerresini korumak için kanlarını Akdeniz’e akıtmaktan çekinmeyecek, düşmanı ise o denizde boğacak güçte leventlerdir. Yunan Genelkurmay Başkanı Floros bunu göz önüne almalı, dedesinin İzmir Körfezi’nde Türk süngüsü zoruyla yaptığı soğuk banyoyu unutmamalı…
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki askerî tatbikatları birbirini izliyor…
Temmuz ortasında AB Konseyi zirvesinde Yunanistan Başbakanı Miçotakis ile görüşen Kıbrıs Rum lider Anastasiadis, AB’nin Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı “yatıştırma” siyaseti denediğini, ancak başarısız olduğunu ifade ediyordu. Basına yapılan açıklamada Rum ve Yunan liderlerin Türkiye’nin Ada çevresindeki faaliyetlerine tepkileri dile getirilerek, AB liderlerinden Türkiye’ye karşı sert tedbirler almaları, dayanışma mesajlarını fiiliyata dökmeleri isteniyordu. Açıklamada yer alan “Türkiye’nin provokasyonları devam ettiği sürece, AB Konseyi’nde bu tutumu destekleyenler olduğu sürece, herhangi bir oy birliği kararı çıkmaz” ifadesi dikkat çekiciydi. Konsey’deki Türkiye yandaşları açıklanmıyordu, ama Rum-Yunan ikilisi Konsey’den istediği kararı çıkartamayacağının karamsarlığı içinde görünüyordu.
Kovid-19 pandemisi olmasaydı, 26 Nisan’da KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmış olacaktı. Vatana ihanet çizgisinde bulunan Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı gider ve yerine federasyon karşıtı milliyetçi bir Cumhurbaşkanı seçilirse, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin önü açılacaktı. Rum yandaşı Akıncı veya federasyon yanlısı bir başkası seçilirse, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin üzerine karabulutlar çökecekti. Pandemi öncesi 8-9 isimle aday enflasyonu konuşuluyordu. Şu anda ortada beş aday var. 11 Ekim’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimine bağımsız aday Akıncı’nın dışında Başbakan ve Ulusal Birlik Partisi (UBP) Genel Başkanı Ersin Tatar, Eski Başbakan ve Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Genel Başkanı Tufan Erhürman, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı, Halkın Partisi (HP) kurucu lideri ve bağımsız aday Kudret Özersay, Yeniden Doğuş Partisi (YDP) Genel Başkanı Erhan Arıklı katılacaklar.
Bu seçim federal çözüm adı altında Rum’a teslimiyetçi ve Türkiye karşıtı cephe ile iki devletli çözüm cephesi arasında gerçekleşecek. Teslimiyetçi federatif çözüm yanlıları, Akıncı ve Erhürman. Aslında her ikisinin de birbirinden farkı yok. Akıncı, boş umutla Rum’a bağlanmış, Erhürman ise ideolojik saplantıyla Rum yörüngesinde kalmış siyasetçiler. Milliyetçi ya da ulusal duyarlılığı olan tüm kesimleri dışlayan Akıncı, Rumlarla empati kuran, “Yavru Vatan Kıbrıs” sözüne şiddetle karşı çıkan, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması için çalışmış Tayfur Sökmen’e benzememeyi marifet sayan, Türk karşıtı, kendi vatanına ihanet etme çizgisindeki bir cumhurbaşkanı. Bir daha seçilmesi KKTC ve Türkiye adına felaket olur. Erhürman’ın seçilmesi de KKTC’nin geleceğini karartır, Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının aleyhine olur.
İki devletli çözüm cephesine gelince, burada bağımsız iki devletin yanısıra AB içinde iki devlet ve hatta konfederasyon çatısı altında iki devlet görüşleri var. İster AB içinde isterse konfederasyon çatısı altında iki devlet olsun, böyle bir aldatmaca Yunan’ın ve Rum’un Enosis hayallerinin bir çatı altında gerçekleşmesine hizmet eder. İki devletli çözümde olması gereken bağımsız iki ayrı devlettir. Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin diğer devletlerce tanınması, Birleşmiş Milletler’in üyesi bir devlet olarak dünyadaki yerini almasıdır. KKTC’nin sıkıntılarını ortadan kaldıracak, Kıbrıs Türkü’nün, Türkiye’nin ve Türk dünyasının yararına olacak çözüm budur. İki devletli çözüm cephesinde Tatar, Özersay ve Arıklı yer alıyorlar. Aslında olması gereken tek aday üzerinde birleşmek, aklın gereği de bu, ama siyasi birlik yok, darmadağınık siyasi ortam var. Bağımsız devlet yanlılarının dağınıklığı Akıncı’ya umut oluyor.
Seçim çanları öncelikle, “Bağımsız Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için çalıyor ve ulusal tehlikeye dikkat çekiyor”. Konu başlığımızdaki “Çanlar kimin için çalıyor?” sorusunu “Cumhurbaşkanı adaylarından hangisi için çalıyor?” şeklinde de sorabiliriz. Bu sorunun yanıtı adayların oy potansiyeli ve partilerin siyasi çıkar ve tutumlarına bağlı. Kıbrıs Türk kesimini yakından izleyen siyasal bilimciler ve gözlemciler, seçimin ikinci turda sonuçlanacağını vurguluyorlar, ikinci tura beş adaydan hangilerinin kalabileceğini irdelerken de ürettikleri senaryolara dayanıyorlar. Senaryolar ise adayları destekleyen ve karşı görünen partilerin içindeki hiziplerin tutumuna bağlanıyor. Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin geleceğini belirleyecek böyle bir ulusal konunun siyasi oyunlara alet edilmesi, elbette sıkıntı verici bir durum. “Ne benle ve ne de bensiz siyaset” anlayışının aşılamamış olması, dileriz ulusal bir kazaya neden olmaz.
2019 Aralık ve 2020 Ocak aylarındaki kamuoyu yoklamaları Akıncı’nın yüzde 28, Tatar’ın yüzde 34, Erhürman’ın yüzde 17-20, Özersay’ın yüzde 8-10, Arıklı’nın yüzde 4-6 bandında olduğunu gösteriyordu. Pandemi öncesi sadece beş adayı değil, olası tüm adayları kapsayan Mart başındaki anket çalışması, birinci turda en yüksek oyu alacakları, neredeyse başa baş oranlarıyla, Tatar yüzde 28 ve Akıncı yüzde 26,8 olarak gösteriyordu. Erhürman yüzde 13,4 ile üçüncü sıradayken, Özersay ve Arıklı’nın oyları yüzde 10’un çok altında idi. Kararsız oylar ise yüzde 15’i aşkındı. KKTC siyasetini yakından izleyen uzmanlar bu anketlerinin doğru çıkmadığını vurguluyorlar. Pandemi süreciyle gelinen bugünkü son durumu gösteren anket çalışması da yok. Yapılsa bile yanıltıcı olacağı söylenebilir. Çünkü, siyaset kazanı fokurdayarak kaynıyor ya da Kuzey Kıbrıs’ta siyasi ortam çok karışık görünüyor.
Seçim Nisan’da yapılmış olsaydı, ikinci tura Akıncı’nın ve Tatar’ın kalmalarına kesin gözüyle bakılıyordu. Siyasi çevreler Ekim ayında yapılacak seçimde yine Akıncı’nın ikinci tura kalacağını, ama diğer adayın Tatar olmayabileceğini, ikinci adayın Özersay veya Erhürman olabileceğini dile getiriyorlar. Bu varsayımlar Tatar’ın Genel Başkanı olduğu UBP içindeki hizip gruplarına bağlanıyor. UBP, Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın kurduğu ve KKTC’yi kuran ve Ankara ile ilişkileri en gelişmiş olan siyasi parti. Denktaş’tan başka Derviş Eroğlu’nu cumhurbaşkanı çıkaran parti. Tatar, Ankara’ya yakın duran ve milliyetçiliği öne çıkmış bir politikacı. Ancak partide “Limasol ekibi” ve “istemezük grubu” gibi iki hizip oluşumundan söz ediliyor. Ayrıca, Lefkoşa milletvekili, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faiz Sucuoğlu’nun Tatar’a karşı Genel Başkanlığa talip olduğu, Eroğlu’ndan icazet aldığı, Ankara’nın desteğini kazanmaya çalıştığı iddia olunuyor. Kısaca, UBP içinde birlik sorunu var.
Siyasi çevrelere göre, seçim 26 Nisan’da yapılmış olsaydı, ikinci tura kalacak Akıncı’nın umudu, 2015 yılında Eroğlu’na ihanet eden Limasol ekibi ve istemezük grubunun Tatar’a ihanet etmesine, CTP içindeki Akel ekibinin kendisini desteklemesine dayanıyordu, çantada keklik gibi kolay kazanacağını sanıyordu. Pandemi nedeniyle olsa da anayasayla çelişen biçimde seçimin Ekim’e ertelenmesi sonucu Akıncı’nın koltukta kalma süresinin uzatılması, kendisine haksız bir ödül oldu, ama Nisan ayındaki gibi rahat ve umutlu olmadığı söyleniyor. Pandemi sürecinde KKTC’nin salgından başarıyla sıyrılan ülke olması Tatar’a kazandırmışsa da “UBP içindeki hiziplere ek olarak Sucuoğlu sorunun ortaya çıkması yine Akıncı’nın lehine sonuç verebilir” deniliyor. Yani, tüm sorunlara karşın Tatar’ın ikinci tura kalması, Akıncı’ya karşı zafer kazanması garanti değil. Ancak, ikinci tura Tatar yerine Özersay ya da Erhürman’ın kalması koşulunda Akıncı’nın kaybetmesine büyük olasılık gözüyle bakılıyor.
KKTC Seçim Gündemi sorusu: Bağımsız devlet yanlısı ve Türk milliyetçisi Tatar, Cumhurbaşkanlığını Rum yandaşı Akıncıdan devralabilecek mi, yoksa bir başkası mı?...
Akıncı için en korkunç seçenek, kendisi gibi federasyon yanlısı Erhürman’ın kalması diye gösteriliyor. Geçmişte Rauf Denktaş’a karşı federasyon çıkışıyla cumhurbaşkanı olan Mehmet Ali Talat’ın Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin bugünkü Genel Başkanı, hatta muhalefetin adayı diye gösterilen Erhürman, Talat’ın müzakere heyetinde görev yapmış deneyimli bir siyasetçi. 17 Aralık 2019 günü Cumhurbaşkanlığı Seçimi için partisinin aday belirleme toplantısında yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Masada iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitlik temelinde federasyon var. Konuşulmamış konu kalmadı. Oturalım, yalnız uzlaşamadıklarımızı konuşalım, bu işi zamana yaymayalım, bitirelim ve federasyonu kuralım diyoruz”. Bu görüşleriyle Akıncı’dan bir farkı olmadığı için Akıncı kesiminden ciddi oy çekme olasılığı bulunuyor.
Akıncı’nın karşısındaki ikinci aday Özersay olursa, Akıncı’nın işi yine zor. UBP’den mutsuzların ve umutsuzların oylarını çekmekle kalmayıp, UBP oyları tümüyle Özersay’a kayabilir ki bu çok büyük bir destek olur görüşü hâkim. İkinci tura kalması beklenmeyen Arıklı’nın YDP oylarının da Özersay’a gitmesi sürpriz olmaz. Hatta bu durumda, “CTP içindeki Akel grubunun dışında kalanların Akıncı’ya oy vermemeyi düşünmesi bile beklenebilir” deniliyor. Böylece, Akıncı karşısında Özersay’ın şansı yüksek oluyor. Bu açıklamalara dayanarak yaptığımız analiz, seçim çanlarının adaylardan Akıncı ve Tatar için çaldığını göstermekte. İkisi de şu anda bıçak sırtında bulunuyor. Ancak her ikisinin de karşı taktikleri ve hesapları var demek de yanlış olmaz. Siyasetin çarkları yeni koşullar ortaya çıkarabilir ve yapılan tahminler alt-üst olabilir.
Pandemi sürecinde Akıncı’nın ikizi Rum lider Anastasiadis ile gizli diyalog ve diplomasi sürdürdüğü iddiası var. Anastasiadis ve Akıncı gizli bir uzlaşmaya varmış olabilirler. Rumlar, Temmuz 2017’de Anastasiadis’in Crans Montana’da çözüme yaklaşılmışken masayı devirmiş olmasının pişmanlığı içindeler, o gün için koparıp yeterli görmedikleri tavizleri bugün arıyorlar ve o çerçevede bir federasyon anlaşması peşindeler. Bunu Akıncı’nın Cumhurbaşkanı kalmasıyla yapabileceklerini düşünüyorlar. Bu ay Kıbrıs için yayınlanan Birleşmiş Milletler İyi Niyet Misyonu raporunda, Genel Sekreter Guterres’in “kapsamlı çözüme ulaşma umudunu koruduğu” kaydediliyordu. Rapora göre Guterres, Crans Montana’da verilen aranın kapatılmasını ve geçen yıl Aralık ayında iki liderin Berlin’de mutabık kaldıkları biçimde müzakerelere en kısa zamanda başlamalarını istiyor. Guterres’in bununla da kalmayarak, üç garantör ülkenin katılımıyla gayri resmi konferans düzenlenmesi yollarını arayacağı vurgulanıyor.
Anastasiadis Haziran başında Politico Magazine adlı dergiye verdiği demeçte, “Ekim ayında Kıbrıslı Türkler sandık başına gidecek ve Mustafa Akıncı yeniden lider seçilirse, Adanın her iki kesimi arasında yeniden birleşme müzakereleri kesinlikle devam edebilir” diyerek, niyetlerini ve anlaştıklarını itiraf ediyor, Akıncı’ya destek çıkıyordu. Akıncı belki de Rum desteğiyle federasyon yanlılarının oyunu kazanarak seçilme şansı olabileceğini düşünüyor olmalı ki Haziran ortasında Bayrak Radyo Televizyonu’nda katıldığı canlı yayında, KKTC’de 61 gündür yeni bir koronavirüs vakası görülmediğini, halkın sağlığını tehlikeye atmadan ve 11 Ekim’i beklemeden seçimin erken bir tarihte yapılabileceğini söylüyor, “16 Ağustos’ta ilk tur, eğer ikinci tur olacaksa o da 23 Ağustos’ta yapılabilir” diyordu. Böylece karşı cephede yeni bir toparlanma olmadan seçimi kaptı-kaçtı bir sürprizle almayı ümit ediyor olabilir.
Kıbrıs Türk varlığına karşı komplo ve kumpasları bitmeyen ayrılmaz ikili Akıncı ve Anastasiadis, BM Genel Sekreteri Guterres’in desteğiyle yeni oyun peşindeler.
Akıncı seçimi öne çekmek isterken, seçimin daha ileri bir tarihe ötelenme olasılığı da söz konusu. UBP’deki liderlik yarışında Sucuoğlu’nun Ankara’nın desteğini almaya yaklaştığı kulaklara fısıldanırken, bir grup mevcut hükümetin bozularak UBP, YDP ve Serdar Denktaş’ın liderliğindeki Demokrat Parti (DP) ile yeni koalisyon hükümeti kurulması, cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte erken genel seçime gidilmesi hesabını yapmakta. Tatar Hükümeti’nin içindeki sürtüşmeler böyle bir gelişme getirebilir.
Şu an Serdar Denktaş DP milletvekili, ama partinin genel başkanı değil. Serdar Denktaş, babası Rauf Denktaş’ın siyasi mirasını ve misyonunu sürdüremediğinden, Kıbrıs’ta güçlü taraftar kitlesi ve yeterli tabanı da bulunmuyor. Mart ayında ortaya çıkan adayların çokluğu karşısında, “Benim diğer adaylardan farklı bir sorumluluğum var” diyerek, oyları bölmemek için aday olmaktan da vazgeçmişti. 14 Temmuz’da Gündem Kıbrıs gazetesine verdiği demeçte kendi adaylığı konusuna değinerek, “Ülkede ciddi ekonomik sorunlar var. Mart ayında ülke seçime müsait değil, erteleyelim dedik. Şartlar halen aynı… Böyle ortamda kaç kişi oy verecek, sonuç ne kadar sağlıklı olacak. Hangisi seçilirse seçilsin çekişme davam edecek. İhtiyacımız bu değil, dinletemedik. Böyle bir girdabın içinde yer almam bana çok doğru gelmiyor” diyordu. Serdar Denktaş, KKTC için başkanlık sisteminin gerekli olmaya devam ettiğini sözlerine eklemiş.
16 Temmuz’da KKTC’nin gündemine, “CTP-HP-TDP-DP hükümeti yeniden mi kuruluyor?” sorusu düştü. Söz konusu dört partili koalisyon hükümeti, Tatar Hükümeti öncesinde vardı, ama bu kez HP’nin cumhurbaşkanı adaylarının kabine dışında kalacağı bir formül üzerinde durduğu ve söz konusu partiler arasında görüşmelerin sürdüğü belirtiliyordu. Bu haberin ardından CTP Genel Başkanı Eski Başbakan Erhürman, sosyal medyada yaptığı açıklamada, “Böyle bir görüşme süreci içinde yar almadıklarını, yönetme kabiliyetini ve halkın güvenini yitirmiş olsa da mevcut bir hükümet varken böyle bir konuyu konuşmayı siyasi etik açısından doğru bulmadıklarını ve yapmadıklarını” söylüyordu. Ancak, “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diye bir ata sözümüz vardır. HP, Tatar’ın Başbakanlığında görev aldığı bugünkü koalisyon hükümetinden çekilmeyi göze almış görünüyor.
Cumhurbaşkanlığı koltuğuna Akıncı ve Tatar değil de Özersay (Bağımsız devlet yanlısı) veya Erhürman (Federasyon yanlısı) oturabilir mi? KKTC’de genel seçime gidilir mi?...
Hükümet değişikliği olur mu, KKTC Ekim’de Cumhurbaşkanlığı seçimi yerine yeni bir öteleme ile erken genel seçime gidebilir mi? Yeni hükümet arayışları sonuçlanırsa, olmayacak bir şey değil. Zaten siyasette olmayacak şey yoktur, tekeden süt sağmak dahil. Ancak, KKTC’de seçim sathı maili çok kaygan. Bu kayganlıkta kaybeden KKTC ve Türk tarafı olmamalı. Çünkü böyle bir kayıp, Doğu Akdeniz stratejisini, atılacak taktik adımları ve topyekûn Mavi Vatan politikasını olumsuz etkiler. Kıbrıs Türk kesiminde kaynayan siyaset kazanı sükunete sokulmalı ve aklıselimle, vatan sevgisiyle hareket edilmeli. Rum-Yunan ikilisinin işine yarayacak yanlış adımlardan kaçınılmalı. Bu arada Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan, Avrupa Birliği ve ABD’nin CIA ajanları, KKTC seçimini olumsuz etkilemek için ellerinden geleni yapacaklardır. Yabancı kumpaslara karşı Türkiye’nin burada oynayacağı rol ve KKTC yanında yer alması, takınacağı tavır çok önemli. Ankara, federasyona çizgi çekip, bunun çözüm olamayacağını açıklamalı.
Doğu Akdeniz’deki Mavi Vatanımızın doğu kıyısı Suriye’ye batı kıyısı Libya’ya dayanıyor. Gerek Suriye ve gerekse Libya, ABD ve Rusya’nın yanısıra Avrupalı emperyal güçlerin vekalet savaşları yürüttüğü terör çatışmalarının sürdüğü, Türk silahlı kuvvetlerinin de düzeni ve barışı sağlamak için görev yaptığı ülkeler. Her iki ülkenin arasında Doğu Akdeniz’in ortasında yer alan Kıbrıs ise güneyi ile emperyal güçlere üs olurken, kuzeyi bizim Yavru Vatanımız ve Türkiye’nin doğal üssü. Kıbrıs gibi, Libya ve Suriye politikası da Doğu Akdeniz’i etkiliyor ve Doğu Akdeniz’deki gelişmelerden de etkileniyor. Türkiye’nin Suriye’de Rusya ile birlikte hareket etmesine ve ABD’ye karşı tutum almasına karşın, Libya’da Rusya’ya karşı ABD ile birlikte hareket etmesine yönelik son gelişme, Doğu Akdeniz denkleminde çelişkili ikilem oluyor.
Rusya’nın Libya’da deniz üssü elde edebilmek için Birleşmiş Milletler’in meşru tanıdığı Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni devirmeye çalışan darbeci Hafter’e destek vermesi ne ise, ABD’nin Suriye’de Büyük Ortadoğu Projesi için PYD/YPG kartıyla Kürt devleti peşinde koşturması da aynı. Her ikisi de onlara göre doğru, bize göre yanlış, Türkiye’nin çıkarlarına, stratejisine ve politikasına ters tutumlar. Ancak, Suriye’de ABD’ye karşı Rusya ile işbirliği yaparken, Libya’da Rusya’ya karşı ABD ile işbirliği yapmak, Türkiye’nin çıkarları açısından doğru olabilir mi? Tarihten ders çıkarmak gerekirse, Abdülhamit’in büyük devletleri birbirine karşı kullanma siyaseti Osmanlı’ya bir şey kazandırmamış, bilakis çok toprak kaybına neden olmuştu. Rusya ve ABD arasında yalpalamanın Türkiye’ye kazanç sağlamayacağının da örnekleri bulunuyor.
Suriye’de İdlib sorununda İhvancı teröristler nedeniyle Türkiye-Rusya ilişkisi şekerrenge dönmüşken, akabinde Hafter sorunu da bu ilişkiye gölge düşürmüş oldu. Hafter’e diğer destek veren ülkeler Fransa, Sisi Mısırı, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi olunca, tüm bunlara karşı Türkiye ABD’yi yanına çekme stratejisiyle hareket etmiş, Erdoğan-Trump telefon diplomasisiyle ABD Libya’ya davet olunmuştur. ABD’nin Libya Mutabakat Hükümeti yanında yer alacağını açıklaması Rusya için soğuk duş, diğer Hafter yanlıları için darbe olmuş, Libya’ya müdahale tehdidinde bulunan Mısır’ı, örtülü hava saldırıları sorumlusu Birleşik Arap Emirlikleri ve Fransa’yı durup düşünmeye sevk etmiştir. Ancak, ABD’nin Libya’ya uzanması Türkiye için kazanç mı, yoksa ilerisi için sorun mu olacaktır?
ABD, Türkiye’nin Suriye’de etkin olmasını istemediği gibi, Doğu Akdeniz’de etkin olmasını da istememektedir. Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Rum Yönetimi’ni, Adalar Denizi’nde Yunanistan’ı desteklemektedir. Kısacası, ABD’nin izlediği politika bizim Mavi Vatanımıza karşıt bir politikadır. Irak’ta Barzanistan ve Suriye’de PYD/YPG yönetimiyle Türkiye karşıtı Kürdistan’ı inşa etme projesini adım adım geliştirmektedir. Sözde müttefik olmasına karşın, Türkiye’nin proje ortağı olduğu F-35 uçaklarını Türkiye’ye teslim etmemiş, peşin aldığı parayı da geri vermemiştir. Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400’ler için yaptırım tehdidini sürdürmektedir. FETÖ darbesine karşı verilen mücadelenin anısı olarak kutladığımız 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü’nün, aslında ABD’-İngiltere ikilisinin, NATO ayağıyla Türkiye’yi işgal planlarına karşı verilmiş mücadele günü olduğunu hiç unutmamamız gerekiyor.
Petrol kokusuyla Libya’ya eğilen Amerika’nın ve Avrupa Birliği’nin beklentisi aslında akbabaların beklentisinden farklı değil. Ne koparabilirsek kâr beklentisi…
Türkiye, ABD’ye elini uzatanın kolunu kurtaramadığını görmüş olması gereken bir ülke. ABD’nin Libya’ya sokulması, buna önayak olunması, Türkiye’nin Libya’da deniz ve hava üssü istemine, şu anda Mısrata donanma üssünü ve Vatiyye hava üssünü kullanmasına gelecekte engel bile oluşturabilir. Türkiye, Rusya ile anlaşmazlığını bir an önce gidermeli, ABD’ye el uzatarak boşuna beklemek yerine, dengelenmiş çıkarlar üzerinden Rusya ile Doğu Akdeniz’de işbirliği yapma gibi doğru yolu seçmelidir. Rusya’nın Türkiye’nin Mavi Vatan stratejisine dayalı politikalarını destekleyeceğini Rus stratejist Dugin söylemiş bulunuyor. Fransa ve AB’nin diğer emperyalist ülkeleri sömürgecilik geleneğiyle Libya’da, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı çıkıyorlar, ama sonuca ulaşmaları olanaksız. Türkiye, Libya politikasına İhvancı gölge düşürmezse, Mısır ile arasındaki gerginliği giderebilir ve bu Doğu Akdeniz açısından yararlı olur. İhvancı gölgeden kaçınmak, Rusya ilişkisini de güçlendirmek için önemlidir.
Tartışmalı Adalar Denizi ile Doğu Akdeniz’deki Mavi Vatanımıza ve 18 adamız ile iki kayalığımıza, uluslararası hukuk açısından bizde olması gereken 12 Ada’ya sahip çıkabilmek, Kıbrıs’ta Türk varlığını ilelebet daim kılmak için güçlü olmak kadar, kusursuz strateji ve taktiklerle, doğru politikalar izlemek de gerekmektedir.
Kısa adı “TENMAK”, açılımı “Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu” olan yeni bir kurum, 57 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile kamu tüzel kişiliğine haiz, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ilgili kuruluşu olarak oluşturuldu. Bu kuruma niteliğini vurgulayacak, tek kelimeyle tanıtacak sıfat bulmakta, aklımdan çeşitli kelimeler geçmiş olsa da zorlandım. “Ucube” ya da “Yanlış” deyip haksızlık yapmaktan, ön yargılı olmaktan kaçındım. Enerji sektörünü yıllarca bilimsel araştırmacı gözüyle incelemiş, sektörün içinde planlamacı ve danışman olarak yer almış, enerji piyasası yapılanma çalışmalarına katılmış bir akademisyen olarak beni şaşırttığından, en hafif ifadeyle “şaşırtan kurum” diyorum, çünkü yapılmış hatalarıyla şaşırtıyor.
Başkanlık sisteminin taşları döşenirken, 15 Temmuz 2018 günü Resmî Gazetede, kısaca “4 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” diye anılan “Bakanlıklara Bağlı, İlgili, İlişkili Kurum ve Kuruluşlar ile Diğer Kurum ve Kuruluşların Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” yayınlanmıştı. Kararnamenin Kırksekisizinci Bölümü (Madde 679-690), Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ilişkili kuruluşu olarak “Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü (BOREN)” kuruluşuna ayrılmıştı.
28 Mart 2020 günü ise Resmî Gazetede, “Bazı Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (57 Sayılı Kararname)” yayınlandı. Kararnamenin 3’üncüden 8’inci maddesine uzanan düzenlemeleriyle 4 Sayılı Kararnamenin Kırksekizinci Bölümü, “Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma” Kurumu (TENMAK)” diye değiştirilerek yapılandırıldı. Ancak TENMAK, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ilişkili değil, ilgili kuruluşu yapılmıştı. Bu statüsüyle EÜAŞ, TEİAŞ, TEDAŞ, BOTAŞ, TP, TKİ, TTK, ETİ MADEN ve TEMSAN ile aynı grupta yer almaktadır.
4 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin Kırksekizinci Bölümündeki BOREN’in yerini, değişiklik öngören 57 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile TENMAK alıyordu.
Geçmişin torba yasa alışkanlığına dayanan, Başkanlık döneminin torba kararname siyasetiyle yeni Kurumun adı başlıkta geçmiyor, içinde yer alıyordu. 2003 yılında 4865 sayılı yasayla kurulan, 2018 yılında yeniden düzenlenen BOREN kapatılmış ve TENMAK’ın içine monte edilmişti. BOREN ile birlikte kapatılan iki kurum daha vardı. Bunlardan biri, 2018 yılında 4 Sayılı Kararname ile kurulan “Nadir Toprak Elementleri Araştırma Enstitüsü (NATEN)” idi ve o da TANMEK’in içine yerleştirilmişti. Bu iki kuruluştan başka onlardan çok daha eski, köklü ve önemli bir kuruluş olan “Türkiye Atom Enerji Kurumu (TAEK)” aynı akıbete sürüklenmişti. TAEK, 1956 yılında 6821 sayılı yasayla kurulan Atom Enerjisi Komisyonu’na dayanıyordu. 1982 yılında 2690 sayılı yasayla Türkiye Atom Enerjisi Kurumu olarak yeniden düzenlenmişti. Şimdi TENMAK’ın içinde bir enstitüye indirgendi.
Belki sonda söylenmesi gereken sözü ya da yargıyı başta vurguladık; TENMAK yanlış oluşturulmuş bir kurum. Bir bakıma elmalarla armutlar toplanmış gibi. “Türkiye Enerji Kurumu” veya daha doğru deyişle “Türkiye Enerji Enstitüsü” gibi bir kuruma mutlaka ihtiyaç var, ama bu yapıda değil. Hele hele Türkiye Atom Enerji Kurumu (TAEK) enstitüye indirgenerek oluşturulacak bir kuruma hiç değil. TAEK’in kapatılması yanlıştır ve yanlışın üstüne doğru inşa edilemez. Türkiye’nin doğal zenginliği bor ve nadir toprak elementleri politikasının değişeceğinin göstergesi olan, BOREN ve NATEN gibi ayrı ve özgün enstitülerin kapatılması da yanlıştır. Bir diğer nedenle, kullanım alanlarından biri enerji sektörü diye TENMAK içine alınmış olmaları da yanlış.
28 Mart 2020 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanan 57 Sayılı Kararname ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ilgili kuruluşu olarak TENMAK adlı yeni bir kurum kuruldu. Bakanlığın BOREN ve NATEN adlı ilişkili kuruluşları kapatılıp TENMAK içine alındı. Bağlı kuruluşu TAEK de Enstitüye indirgenerek TENMAK çatışı altına sokuldu. Oysa TAEK, BOREN ve NATEN eski statüleriyle korunarak, TENMAK adlı bir ilgili kuruluş yine kurulabilir ve gereksinim de olabilir. Ancak, tasarlanan yapısındaki birimleri değiştirilmek koşuluyla yeniden düzenlenmeli…
TENMAK gibi bir kurum, kararnameyle değil, kuruluş yasasıyla da kurulabilirdi. Böyle bir kuruluş yasası hazırlanırken, olağan prosedürle meslek odalarından ve ilgili sivil toplum kuruluşlarından görüş alınsaydı, tasarı olarak parlamentoya getirilmiş olsaydı, Meclis’te tartışılarak, yanlış yapılmasının önü kesilebilirdi. Tartışmasız yapılan düzenlemeler, her zaman doğru sonuç getirmiyor ve yanlış olabiliyor. Bugün hayret verici olgu ise, şu anda konunun ilgili meslek odaları ve sivil toplum kuruluşlarınca eleştirilmemesi, tartışmaya açılmamış olması ki bunun nedenini anlamak kolay değil. Oysa yapıcı eleştiriler her zaman düzeltmeyle yarar sağlar. Bu doğrultuda yapacağımız değerlendirmemizin, hoş görüleceğini umarız. Tabii ki bizim değerlendirmemiz de eleştiriye açıktır ve tartışılabilir. Yeter ki eleştiri ulusal yarar amaçlı olsun.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ilgili kuruluşu ve özel bütçeli olması öngörülen TENMAK’ın kararnamesinde amacı; “enerji, maden, iyonlaştırıcı radyasyon, parçacık hızlandırıcıları ve nükleer teknoloji alanında hizmet etmek, Türkiye’nin rekabet gücünü artırmak, inovasyon (yenileşim) ihtiyacını karşılamak, yeni ürünlerin üretimini ve var olanların geliştirilmesini sağlamak, bilimsel araştırma yapmak ve yaptırmak, bu alanlarda işbirlikleri kurmak” gibi soyut biçimde açıklanmış. Sözü edilen “iyonlaştırıcı radyasyon, parçacık hızlandırıcıları ve nükleer teknoloji” TAEK’in amacı içindeydi, TAEK bunlardan daha geniş kapsamlı amaç içeriyordu. Araştırma ve Geliştirme (Ar-Ge) ve inovasyon faaliyeti ise TAEK’te, BOREN’de ve NATEN’de zaten vardı. Enerji Enstitüsü olmadığından sadece genel enerjide Ar-Ge ve inovasyon çalışması yoktu.
TENMAK ana yapısıyla, Yürütme Kurulu ve Başkanlık organlarının yanısıra, araştırma enstitüsü olarak yapılandırılan beş temel birimden oluşuyor. Kararnamede bunlar şöyle sıralanmış:
• Bor Araştırma Enstitüsü
• Nadir Toprak Elementleri Araştırma Enstitüsü
• Enerji Araştırma Enstitüsü
• Nükleer Enerji Araştırma Enstitüsü
• Temiz Enerji Araştırma Enstitüsü
İhtiyaca göre yeni enstitüler de eklenebilecek. Ayrıca kurumun görevlerini yerine getirebilmesi için gerek duyulan koordinatörlükler, laboratuvarlar, teknoloji transfer ofisleri, araştırma geliştirme merkezleri eğitim ve bilgilendirme merkezleri ve benzer diğer birimleri olacak. Enstitüler ve araştırma geliştirme merkezleri, Cumhurbaşkanlığı Bilim, Teknoloji ve Yenilik Politikaları Kurulu’nun görüşleri alınarak, TENMAK Yürütme Kurulu’nca kurulacağı veya kaldırılacağı esnekliği var. Burada TENMAK’ın beş ana birimini, kararnamesinin yukarıdaki sıralamasıyla değil, Kurum adındaki “Enerji-Nükleer-Maden” sıralamasıyla ele alıp değerlendireceğiz.
Kuruluş kararnamesinde, “Enerji Araştırma Enstitüsü” için yapı ve görev tanımı içeren bir düzenleme yok. Böyle bir düzenlemenin Bakanlığın görüşleri doğrultusunda Kurum Başkanlığı tarafından hazırlanacağı ve Yürütme Kurulu tarafından kararlaştırılarak yürürlüğe konulacağı, kararnamenin genel çerçevesinden anlaşılıyor. Ortada somut bir yapı ve görev açılımı olmadığından bu Enstitü nasıl olmalıdır sorusuna yanıt aramak gerekiyor. Yol göstermek adına geçmişte yapılan girişimlere, özellikle hazırladığımız Türkiye Enerji Enstitüsü yasa tasarısına öneri olarak değineceğiz.
Şimdi mülga olan yani kapatılmış bulunan, 1934 yılında Cumhuriyet döneminde elektrik sorunun çözümü için kurulmuş Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİE) diye bir kuruluş vardı. 1971 yılında Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) kurulunca, EİE’ye gerek kalmadı. TEK de 2001 yılında üçe ayrılarak parçalandığından bugün ortada yok. Kasım 1974 / Mart 1975 arasında Türkiye’de iktidar olmuş, güven oyu alamayarak yıkılmış üç buçuk aylık bir geçici hükümet (38. Hükümet) vardı. Siyasi partilere dayanmayan Sadi Irmak Hükümeti diye anılan bu hükümetin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı rahmetli Erhan Işıl, EİE’yi Enerji Enstitüsü’ne dönüştüren bir yasa tasarısı hazırlatmıştı, ama parlamentoya sevk edemedi ve ortadan kalktı.
Enerji Enstitüleri çeşitli ülkelerde üniversitelerden ayrı olarak kamu yönetimi içinde de görülen kurumlardır. Türkiye’de böyle bir kurumun olmayışı eksiklikti. TENMAK ile bu eksiklik kapatılabilir. Ancak yine kararnamesinde öngörülen biçimiyle değil, olması gereken biçimiyle.
Türkiye Enerji Enstitüsü kurulması için ikinci girişim, Ocak 1978 / Kasım 1979 arasında iktidar olan üçüncü Ecevit Hükümeti (42. Hükümet) döneminde gerçekleşti. Türkiye Enerji Enstitüsü kurulması gerektiğine inanarak hazırladığım bir raporu, Başbakan Bülent Ecevit ile dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Deniz Baykal’a sunmuştum. Sayın Baykal tarafından çağırılarak kuruluş için gerekli yasa tasarısının hazırlanmasıyla görevlendirildim. Bana yardımcı olmak üzere Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ünlü eski Müsteşarı rahmetli Tahsin Yalabık ile 16’ncı Dönem Antalya Milletvekili Dr. Hasan Ünal da görevlendirilmişlerdi. Başkanlığını ve koordinatörlüğünü yürüttüğüm çalışmayla, Yalabık ve Dr. Ünal’ın katkılarıyla Türkiye Enerji Enstitüsü yasa tasarısını hazırladık. Burada o tasarıda öngördüğümüz kuruluşu tanıtacağım ki Enerji Araştırma Enstitüsü oluşturulurken örnek alınabilsin diye…
Erhan Işıl tarafından EİE dönüştürülerek oluşturulacak Enstitü, aslında EİE idaresinin ismini değiştirmekten öte geçmiyordu. Biz ise tasarladığımız kuruluşun EİE’yi tamamen dışlayarak, yeniden farklı yapıda ve belirli bir özerkliği olacak biçimde oluşumunu amaçlamıştık. Türkiye Enerji Enstitüsü (TEE) kamu kurumu niteliğinde tüzel kişiliğe sahip, özel hukuk hükümlerine tabi bir kuruluş olarak tasarlanmıştı. TEE; Genel Müdür ve teknik işlerle görevli Genel Müdür Yardımcısı’nın doğal üye oldukları yedi kişilik Yönetim Kurulunca alınacak kararlara göre yönetilecekti. Yönetim Kurulu üyeleri Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Sanayi Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı tarafından gösterilecek adaylar arasından seçilecekti. Ekonomik planlamada önemli bir yeri olan enerji planlamasının TEE tarafından yapılması amaçlanmıştı. Kurulacak TEE örgütünün aşağıdaki kurul ve dairelerden oluşması kararlaştırılmıştı:
• Ulusal Enerji Danışma Kurulu
• Genel Enerji Planlama Dairesi
• Alışılmış Enerji Kaynakları Dairesi
• Yeni Enerji Kaynakları Dairesi
• Enerji-Çevre ve Toplum İlişkileri Dairesi
• Enerji Dokümantasyon Dairesi
• İdari ve Mali İşler Dairesi
Bu yapıda Ulusal Enerji Danışma Kurulu, demokratik bir enerji meclisi niteliğini taşıyordu. Bu ilkeye göre Ulusal Enerji Danışma Kurulu’nun geniş tabanlı olmak üzere, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı ve ilgili kuruluşların temsilcisinin yanısıra, diğer bakanlıkların, ilgili kamu ekonomik kuruluşlarının, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu’nun, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün, Türk Standartları Enstitüsü’nün, kamu üniversitelerinin, büyükşehir belediyelerinin, Türkiye Odalar Birliği’nin, Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği’nin, büyük işçi konfederasyonları temsilcilerinin katılımıyla oluşumu öngörülmüştü.
Yukarıda 1974’de düşünülen yapısıyla tanıtılan Kurulun, günümüz koşullarına uygun olarak elbette değişimi ve yenilenmesi gerekir. Ulusal Enerji Danışma Kurulu için önemli olan temelde yönetişimin (governance) kabulü, yani açık bir karar alma sürecine hükümetin, kamu kurum ve kuruluşları ile özel kuruluşların ve sivil toplum temsilcilerinin aktif olarak katılımının sağlanmasıdır. Kurulun ülkemizin enerji planlamasına yön verici, enerji konusundaki sorunların çözümüne ışık tutucu önerilerini bir raporla Enstitü Yönetim Kurulu’na sunması hükmü getirilmişti. Yılda bir kez Genel Müdürün çağrısı ile toplanacak Kurulun çalışma süresi 10 günle sınırlandırılmıştı.
TEE’nin Genel Enerji Planlama Dairesi’nin görevi; ulusal enerji kaynaklarının saptanması ve değerlendirilmesi amacıyla, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı kuruluşlarının görevlerinde ve Enstitünün diğer dairelerinin araştırmalarında eşgüdüm sağlamak, elde olunacak bilgi ve verilerle ülkemizin genel enerji planlamasını yaparak, kalkınma planlarının enerjiyle ilgili bölümlerinin hazırlanmasında gereken her türlü ön bilgiyi oluşturmak, çeşitli sektörler için enerji tüketim planlaması yaparak enerji savurganlığını önleyici önlemleri belirlemek, enerji yatırımlarının planlamaya uygunluğunu denetlemekti.
Alışılmış Enerji Kaynakları Dairesi konvansiyonel enerji kaynakları alanında, Yeni Enerji Kaynakları Dairesi de yenilebilir enerji kaynakları alanında görev yapacaktı. Enerji-Çevre ve Toplum ilişkileri Dairesi doğanın korunması, ekolojik dengenin oluşumu amacıyla enerji sistemlerinin sürdürülebilirlik (sustainability) ilkesiyle çevresel uyumun sağlanması üzerinde çalışacaktı. Enstitü her türlü enerji istatistiklerinin düzenlenmesi, enerjide veri (data) bankası oluşturulması, kongre, konferans ve eğitim seminerleri organizasyonu, ulusal ve uluslararası benzer ve ilgili kuruluşlarla işbirliği geliştirilmesi gibi pek çok görevi yerine getirecekti.
Enstitü’nün kurulmaya çalışıldığı o yıllar, Türkiye’de siyasi istikrarın olmadığı, sık sık değişen koalisyon hükümetleri süreci içinde kalıyordu. Tasarı hazırlanıp hükümete sunuldu, ama hükümetin düşmesi nedeniyle parlamentoya getirilemedi ve gerçekleşmedi. Tasarının tam metni yıllar sonra ve 1986 yılında toplanan, Türkiye 4. Enerji Kongresi’ne tarafımdan sunulan bildiri ile Teknik Oturum Tebliğleri kitabı içinde yayınlandı. 1997 yılında toplanan Türkiye 7. Enerji Kongresi’ne sunduğum, Türkiye’de enerji politikalarının oluşturulması için Enerji Enstitüsü’ne ve Enerji Şûrası’na gerek olduğuna ilişkin bildirimle de Kongre’nin Enerji Politikaları ve Planlama başlıklı bildiri kitabında genel özellikleriyle bir kez daha tanıtıldı.
Türkiye Enerji Enstitüsü kurulamadı, ama önerime uygun biçimde gerçekleşen, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından ve değerli dostum Bakan Cumhur Ersümer’in önderliğinde düzenlenen, organizasyonunda görev aldığım Türkiye 1. Enerji Şûrası Aralık 1998’de İstanbul’da toplandı. Ne yazık ki aradan geçen 22 yılda ikinci şûranın toplanmasını bugüne dek hiçbir bakan gerçekleştirmedi. Enstitü kurulmuş olsaydı, Türkiye Enerji Şûrası toplantıları da periyodik olarak sürdürülecek, Türkiye sağlıklı bir enerji politikasına ve ulusal enerji planlamasına sahip ülke olacaktı.
Kurulacak enerji araştırma enstitüsü hem alışılmış enerji kaynakları ve hem de yeni ve yenilenebilir enerji kaynakları üzerinde çalışma yapmalıdır. Enerji planlaması çalışması yapacağı için bir bütün olan genel enerjide her iki kaynak grubu birlikte ele alınmak zorundadır.
Kuruluş kararnamesinde Temiz Enerji Araştırma Enstitüsü için öngörülen yapı, çalışma alanı ve özel görev tanımı, Enerji Araştırma Enstitüsü için de olmadığı gibi yine yok. Hemen vurgulayalım ki “Temiz Enerji” adının seçimi de bilimsel bir tanıma dayanmıyor. “Hangi enerji kaynakları kirlidir, hangi enerji kaynakları temizdir?” konusu çok tartışmalıdır. Bir enerji bilim insanı olarak görüşüm; “enerji kaynağının kirlisi temizi yoktur, enerji teknolojisinin kirlisi ve temizi vardır”. Üniversitelerde de gerek lisans ve gerekse lisansüstü öğrencilerime hep bu düşünceyi aşılamaya özen gösterdim. Bu görüşümü Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın geçmişteki raporlarına da yansıtmışımdır. Resmi bir kuruluş olacak Enstitü için seçilen bu isim yanlıştır. Temiz enerji ismi medyatik, magazinsel ve politik bir ifade olabilir, ama bilimsel değildir.
1994 yılında kurulmuş olan Temiz Enerji Vakfı (TEMEV) kurucu üyesiyim, hem de en önceki iki kişiden biri olarak. Diğer kurucularla konuyu çok tartışmıştık. Ancak kurucu başkanın Vakfı kamuoyuna çekici gösterme isteği nedeniyle bu yanlış düzeltilemedi. TEMEV kurulmadan önce yabancı kuruluşların Türkiye şubeleri olarak EİE bünyesinde kurulan “Uluslararası Güneş Enerjisi Topluluğu Türkiye Bölümü (UGET-TB)” ve “Avrupa Rüzgâr Enerjisi Birliği Türkiye Şubesi (AREB-TŞ)” içinde yer alan kurucular olarak TEMEV’i oluştururken, temiz enerji diye daha çok güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisi üzerinde duruyorduk. Ancak diğer yeni ve yenilenebilir enerji kaynakları da bu kapsama sokulabilir, ama örneğin yenilenebilir jeotermal enerjiye itiraz her zaman vardır.
Öte yandan nükleer enerji, global karbon-dioksit salımının önlenmesi için başta gelen temiz enerji olmakla birlikte, nükleer enerjiye itiraz edilir. Kömür kirli enerji sayılırken, yeşil kömür teknolojisi (green coal technology) temiz enerjidir, ancak çoğu zaman dikkate alınmaz. Elektrikli otolar çıktıktan sonra gözden düşen hidrojenli otolar için gereken sentetik yakıt hidrojen de temiz enerjidir, ama üretimi aşamasında diğer enerji kaynakları kullanıldığından ciddi çevre kirlenmesine neden olunur. Biyokütle yakıtlar da temiz enerji diye sunulur, fakat yanma (combustion) işlemiyle değerlendirilmesi kirlenme sorunu oluşturur. Bu örnekler çoğaltılabilir ve başta vurguladığımız gibi temiz enerji değil, temiz enerji teknolojisi vardır.
Burada ayrı Temiz Enerji Araştırma Enstitüsü kurulmasından vazgeçilmeli, yeni ve yenilenebilir kaynaklar üzerinde çalışacak kuruluş olarak, adı da buna uygun biçimde değiştirilerek, enerjide bütünsellik kapsamında yukarıda açıklanan Enerji Araştırma Enstitüsü içindeki bir birim olarak yer almalıdır. Böyle bir birim, Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynaklarının ekonomik potansiyellerine koşut olarak üretim planlarının ve kapasitelerinin belirlenmesi, bu alanda ulusal teknolojinin geliştirilmesi, emisyon-karbon sertifikaları verilmesi ve sertifika üzerinden işlem yapacak emisyon ticaret borsasının işletimi gibi konularda da görev yapabilir.
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) kapatılarak çok büyük bir hata yapılmış oluyor. Büyük ülkelerin benzer kuruluşları varken, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) muhatabı ulusal kamu kuruluşunun kapatılmasını anlamak olanaklı değildir. Türkiye nükleer enerjinin her dalında yerli ve ulusal teknolojiye sahip olması ve nükleer enerji alanında ulusal çalışmalar yapması gereken ülke iken, acaba bundan rahatsız olan yabancı ülkelerin etkisi bu kapatmada etkili olmuş mudur? Böyle bir olasılığı düşünmek dahi istemiyoruz. O zaman ulusal çıkarlarımız açısından, “Türkiye’yi nükleer enerjiden kim ya da kimler uzaklaştırmak istiyor?” sorusunun yanıtlanması gerekir!...
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, kökeni 1956 yılına dayanan köklü bir kuruluş. Ne yazık ki güçlendirilmesi ihmal edilmiş bir kuruluş. Kapatılarak Enstitüye indirgenmesi çok büyük yanlış olur. Doğrusu, Türkiye nükleer santraller dönemine adım atarken güçlendirilmesi olacaktır.
1959-1961 yılları arasında Türkiye’nin ilk nükleer reaktörü TR-1 Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi’nde kurulmuş, nükleer teknolojinin hemen her alanında faaliyet gösterilmeye başlanmıştı. Bunu 1979’da İstanbul Teknik Üniversitesi’nin çalışmaları için kurulan TR-2 reaktörü izlemişti. Bu araştırma reaktörlerinde fisyon ürünü olarak ortaya çıkan uranyum-235 gibi patlayıcı maddelerin ABD’ye gönderildiği biliniyor. Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi (ÇNAEM), 15 Temmuz 2018 tarihinde 4 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle iki daire başkanlığına (Teknoloji Geliştirme Dairesi “TGD” ve Radyoaktif Atık Yönetimi Dairesi “RAYD”) dönüştürülerek kapatılmıştı. ÇNAEM’de yapılan bu dönüşüm de doğru olmamıştı.
Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nin sırasıyla TR-1 ve TR-2 reaktörleri.
Türkiye 1950’li yıllardan başlayarak nükleer elektrik üretimini gündemine almıştı, ama nükleer teknolojiye adım atamasın diye, santral ihalesi dış odaklarca hep kösteklendi. Yabancı engelleyicilere içteki nükleer karşıtları da bilinçsizce destek oldu. Bu süreç sitemizde 2018 yılında yayınlanan “53 Yıl Sonra Atılabilen Temel: NÜKLEER” başlıklı Arayış ve Gündem makalemizde açıklanmıştır. Bugün için Türkiye yerli ve milli nükleer reaktör yapmak istese, 5-6 yıl içinde bunu başarabilecek bilgi ve teknoloji potansiyeline sahiptir. Bu adım zamanında atılmalıydı, atılmadığı için Akkuyu Nükleer Santrali çok pahalıya Ruslara kurduruluyor. Türkiye’nin Anadol otomobilini montaj sanayisi ile yaptığı 1960’lı yıllarda, bunu bile yapabilecek teknolojik düzeyi olmayan Güney Kore ise, yarım asır sonra Türkiye’ye nükleer santral kurma teklifi vermiştir. Türkiye’nin nükleer teknolojide ne denli geri bırakıldığının bir örneğidir bu kıyaslama.
Türkiye’nin nükleer teknolojide ilerlemesini engelleyici çelmelemelere “Dur” deme zamanı çoktan gelip geçti. Dolayısıyla, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun kapatılması değil, güçlendirilmesi gerekir. Bu nedenle 57 Sayılı Kararname ile Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun kapatılma kararı, yeni çıkarılacak bir kararname ile iptal olunarak, yanlıştan vazgeçilmelidir. Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi (ÇNAEM) de eski haline döndürülerek, yeni ve daha büyük bir araştırma reaktörü ile teçhiz edilmelidir. Çekmece’de 2018 yılında kurulan Teknoloji Geliştirme Dairesi ve Radyoaktif Atık Yönetimi Dairesi TAEK organizasyonuna yeni daireler olarak eklenebilir. ÇNAEM yerinde kalmalı, Küçük Çekmece Yarımburgaz’da bulunan ve yoğun yapılaşma nedeniyle değer kazanan ÇNAEM arazisi ranta kurban edilmemelidir.
Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi (ÇNAEM) bugün çok değerli bir arazi parçası üzerinde oturuyor. Bu büyük arazi gelişen küçük Çekmece’de rant iştahını kabartmakta…
Burada bir güncel benzetme yaparsak, koronavirüs salgını Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün kapatılmasının ne kadar yanlış olduğunu gösterdi, yarınlarda başımıza gelebilecek bir nükleer sıkıntı da Türkiye Atom Enerji Kurumu’nun kapatılarak etkisizleştirilmesinin ne kadar yanlış olacağını gösterebilir. Dileriz, böyle bir sıkıntıyla karşılaşılmasın. Nükleer enerjide güvenlik sıkıntısı olmaması için olduğu kadar, lisanslama faaliyetlerine ilişkin gerek duyulacak ön çalışmaların ve araştırmaların yapılması için de TAEK çalışmalarını sürdürmelidir.
Başkanlığını değerli hocamız ve Türkiye’nin ilk atom mühendisi unvanını kazanan rahmetli Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin yaptığı, Türkiye 1. Enerji Şûrası’nın Nükleer Enerji Komisyonu, lisanslama konusunda Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun bile yeterli olamayacağını, 1991 yılında Viyana’da imzalanan Nükleer Güvenlik Sözleşmesi kurallarına uygun Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’ndan bağımsız bir lisanslama kurumunun vakit kaybedilmeksizin kurulmasını önermişti. 2018 yılında bu amaçla Nükleer Düzenleme Kurumu (NDK) kurulması önemli bir adım olmuştur. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ilişkili kuruluşu olan NDK’nın işbirliği yapacağı ve ihtiyaç duyacağı güçlü bir TAEK yine olmak zorundadır. Bugün için NDK’nın yetkinliği tartışmalıdır, güçlü bir TAEK bu açıdan da gereklidir.
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun yabancı kuruluşlarla ilişkileri, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan başka Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN) gibi önemli kuruluşlarla da sürüyordu. Kurumun statüsünün değiştirilmiş olması bu ilişkileri olumlu değil, olumsuz etkileyecektir. Türkiye 1. Enerji Şûrası Nükleer Enerji Komisyonu’nda Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı sıfatıyla üye olarak yer alan değerli bilim insanı Prof. Dr. Cengiz Yalçın hocamızla, geçmişte EkoEnerji dergimizde yaptığımız toplantılarda olduğu gibi konuyu tartışmak isterdim. Ne yazık ki o günler geçmişte kaldı, koronavirüs salgını nedeniyle buluşup yüz yüze konuşma olanağımız bile yok. Telefonla aramadan önce 29 Mart günü aşağıdaki e-mail mesajımı ve ekinde bir gün önce Resmî Gazete’de yayınlanan TENMAK ile ilgili kararnameyi yolladım:
“TAEK'in kapatılarak, yeni kurulan TENMAK içinde bir enstitüye indirgenmesini nasıl buluyorsunuz? Türkiye'nin nükleer enerji politikası bu yeni yapılanmayla nereye evrildi? Ya da kaldı mı? Ben huzursuz oldum. Sizi telefonla arayıp konuşmak istiyorum. Ya da siz konuyu etüt edince beni arayın. Konu hakkında mailleşebiliriz de”.
Dostum Cengiz hocamız, 30 Mart günü mailimi şöyle yanıtladı: “Sayın Ültanır, ben artık bu gibi konularla hiç ilgilenmiyorum; yazmasına yazıyorum, ancak roman yazıyorum 2012 senesinden itibaren beş romanım yayınlandı ilgilenirseniz Google taraması yapabilirsiniz, okuyup beğenirseniz sevinirim”. Benim romanlarını okuduğumu, hocamız geçen yaz yaptığımız bir telefon görüşmesinden zaten biliyordu ve başucumda, çölde patlatılan mikro atom bombası ile mikro nükleer sistemler konu edilerek kurgulanmış “Kod Adı DEVRİM” adlı romanı duruyordu. Akıcı üslubu ve yalın anlatımıyla edebiyatımız fizikçi bir yazar kazanmış bulunuyor. Değerli hocamızın e-mail yanıtını, yanlışlıklardan duyduğu bıkkınlıkla, değerlendirmeye bile gerek görmeyerek yaptığı bir “ironi (gülmece)” olarak algıladım.
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu kapatılmamalı, ama TENMAK’ın içindeki Nükleer Enerji Araştırma Enstitüsü birimi kaldırılmalıdır. TANMEK’in adındaki “Nükleer” kelimesi ise kalmalı, ancak kaldırılan nükleer biriminin adındaki “Nükleer” yerine “Toryum” kelimesi konularak, “Toryum Araştırma Enstitüsü” yeni birim olarak getirilmelidir. 57 Sayılı Kararname üzerinde yapılacak değişiklik bu yeni düzenlemeyi içermelidir.
Toryum Enerji Araştırma Enstitüsü, uranyum gibi bir nükleer hammadde olan toryum üzerinde yapılması gerekli araştırma-geliştirme çalışmalarını yürütecektir. Toryum rezervi açısından Türkiye 380 bin tonla dünyada ikinci sırada geliyor, hatta aramalarla birinci sıraya yükseleceği savlanıyor. Bu denli zengin doğal kaynağa sahip ülkemizde toryumdan enerji üretimine ilişkin çalışmalar, pahalı reaktörler gerektirse de yapılmalıdır. Hindistan, Çin, Japonya, Güney Kore ve Avrupa Birliği’nde toryum çalışmaları yapıldığı biliniyor. Türkiye’de bugüne kadar toryum için özel ve ayrı bir araştırma enstitüsü kurulmamış olması hayret verici bir eksikliktir.
AK Parti iktidarının ilk Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, 2002-2004 yılları arasında ülkemizin zengin toryum yatakları olduğunu vurgulayarak, Türkiye’de nükleer enerjiye toryumlu santrallerle geçmek istediklerini söylüyordu. Ancak bu tür santraller ticari değildi ve araştırma kademesindeydi. 2007 yılından sonra uranyum yakıtlı nükleer santrale dönüş yaparak, Akkuyu’ya giden yolu açtılar. AK Parti iktidara geldiğinde toryum santrallerine umut bağlayıp dikkat çektiğine göre, şimdi Toryum Enerji Araştırma Enstitüsü’nü kurarak, konu üzerinde ciddi bir adım atmalıdır. Bugün için nükleer enerjinin gelecekteki yakıtının toryum olacağı görüşü, enerji bilim insanlarının çoğunlukla paylaştığı ortak bir görüştür.
Nükleer enerjinin geleceğini füzyon santrallerinden daha çok, desteklenmiş fisyon reaksiyonlu toryum santrallerine bağlayan nükleer bilimciler çoğunlukta. Füzyon santrallerinin geliştirilmesinin çok uzun süreç gerektirmesi beklenirken, 21’inci yüzyılın ikinci yarısında dünyanın güvenle kullanacağı ticari nükleer santrallerin toryum santralleri olması bekleniyor. Bugün için toryumun uranyumdan daha güvenli ve temiz olduğunu iddia edenlerin yanısıra, az miktarda çok güçlü radyoaktif izotopların yayılmasıyla tehlikeli olacağı iddiası da var. Ancak, 50 yıllık bir geliştirme sürecinin sonunda riskli izotopların yayılmasının engelleneceği beklemektedir.
Nükleer enerjini geleceği olan toryum santralleri bugün deneme amaçlı kurulan santrallerdir.
Günümüzde kullanılan nükleer reaktörler, nükleer yakıtın fisyonu (parçalanması) ile açığa çıkan ısı enerjisi üretirler. Uranyum zincirleme fisyon reaksiyonuna uygun bir nükleer yakıttır, ama toryum zincirleme fisyon reaksiyonuna elverişli değildir. Toryumu nükleer santrallerde kullanmak ya başka nükleer yakıtla karıştırarak ya da doğrudan kullanımı için fisyonu sağlayıcı bir düzenle olanaklıdır. Bu amaçla ergimiş tuz (molten salt) reaktörler ve proton hızlandırıcı sürümlü sistemi olan toryum reaktörleri üzerinde de çalışılıyor. Konu üzerinde önemli teknoloji-geliştirme çalışmaları sürdürülmektedir.
Toryum reaktörlerini geliştirme çalışmaları yüzyılımızın ikinci yarısında sonuçlanacak görünüyor. Toryum araştırma reaktörleri klasik uranyum reaktörlerine göre pahalı olup, bugün için ticari kullanıma uygun değillerdir. Araştırmalarla güvenli ve ticari özel toryum reaktörlerinin ortaya konulması nükleer enerjide yeni bir çığır açacak, o zaman uranyum bırakılıp toryuma yönelinecektir. Türkiye gibi toryum yatakları zengin olan ve nükleer enerjiyi mutlaka kullanması gereken bir ülke bu gelişmenin seyircisi olmamalı, araştırma ve geliştirme çalışmalarının içinde yer almalıdır.
TENMAK’ın içine alınan Bor Araştırma Enstitüsü, 2003 yılında 4865 sayılı yasayla Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü (BOREN) adıyla ve büyük umutlarla kurulmuştu. 2018 yılında 4 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile yeniden düzenlenmiş olsa da statüsü korunmuştu. Şimdi bu kuruluş TENMAK’ın çatısı altına alınıyor. Bu düzenleme ister istemez, BOREN’in statüsünün indirgenmesi, yönetiminin pasifize edilmesi gibi olumsuz bir sonuç doğurur. BOREN dün olduğu gibi bugün de yetki kısıtlamasına uğramaksızın, özgürce çalışmalarını sürdürmeli ve geliştirilmelidir. Henüz 17 yaşındaki bir Enstitü gençlik dönemini yaşamakta demektir, gelişimini tamamlayıp olgunlaşması için özgürce bağımsız varlığını sürdürmesi doğru olandır, bir başka yönetim çatısı altında büyüme ve gelişimi baskılanmamalıdır.
Dünya bor rezervinin dörtte üçüne sahip olan Türkiye, en büyük madencilik gelirini bordan elde edebileceğinden, Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü mevcut statüsüyle korunmalı ve geliştirilmeli.
Eski Mısır’da mumyalama işinde, Eski Yunanlılar ve Romalılarca arena temizliğinde dokuzuncu yüzyılda Arapların ilaç yapımında kullandığı bor, bugün sanayide çok çeşitli ve değişik yerlerde girdisi olan sanayi tuzu konumunda. Cam ve seramik işlerinde, deterjan yapımında, yangın söndürücü tüplerde, tarımda sebze ve meyve yetiştiriciliğinde, metalürjide ve çimento sanayisinde kullanıldığı gibi, ayrıca stratejik olarak havacılıkta ve uzayda, enerji alanında, yakıt olarak yakıt pili (fuel cell) hücrelerinde, sentetik yakıt hidrojenin depolanması ve taşınmasında, güneş fotovoltaik pillerin yapımında, nükleer santrallerde kullanılan bir madde.
Türkiye’nin bor madeni toplam rezervi 3,3 milyar ton olarak bildirilmekte olup, dünya bor rezervinin yüzde 73’üne karşılık gelen bu değerle birinci sırada yer alan bir ülkeyiz. Türkiye’nin zengin bor yataklarına yabancı kartellerin el atmak istedikleri bilinmektedir. Osmanlı döneminde 1861 yılında bor yataklarına eğilinmiş, 1865 yılında bir Fransız şirketine imtiyaz verilmişti. Daha sonra 1927 yılına kadar 624 yabancı şirkete imtiyaz verildiği kaydediliyor. Bu şirketlerin bir kısmı 1944 yılında millileştirilmiş ve 24 yıl sonra bor madenlerimiz üzerindeki yabancı şirketlerin tüm imtiyazları 1968 yılında devlete devredilmiş, on yıl sonrasında 1978 yılında bor madenlerinin devletçe işletilmesi kararı yasaya bağlanmıştı. Devletçe işletilecek madenlere ilişkin bu yasada 1983 yılında değişiklik yapılırken, “Bor tuzları, uranyum ve toryum madenlerinin aranması ve işletilmesi devlet eliyle yapılır” hükmü korunmuştu.
Şimdi bir kuşku var! Çünkü, 2013 yılına gelindiğinde bu hükümde, “Bu madenlerin üretilmesi ve zenginleştirilmesi teknik, ticari ve ekonomik sebeplerle ürünün mülkiyeti ruhsat sahibinde kalmak üzere, Kamu İhale Kanunu hükümleri çerçevesinde ihale edilmek suretiyle üçüncü şahıslara gördürülebilir” değişikliğine gidilerek, örtülü özelleştirme gibi sonuç doğurucu taşeronlaştırma döneminin başlatılmasına kalkışılmıştır. Bugün daha cüretkâr bir adımla direkt özelleştirmeye gidilmesi söz konusu olabilir mi? O zaman kamu kurumunca yapılacak bor araştırma-geliştirme, yeni teknoloji ve ürünler oluşturmaya gerek kalmayacağından, BOREN gibi kuruluşa da gerek duyulmayarak küçültülmesi ve pasifleştirilmesi düşünülmüş olabilir mi?
Bu kuşkunun nedeni, bor yataklarının yabancıya açılması ya da satılmasıyla sağlanacak gelir ve rantta yatmaktadır. Dünyanın bor karteli olan Rio Tinto şirketinin Kuzey Amerika’daki bor yataklarının tükenmek üzere olduğu, uzun yıllardır Türkiye’nin bor alanlarına ilgi gösterdiği biliniyor. Ancak, bor yataklarının yabancılara açılması Türkiye’ye yarar değil, zarar getirir. İzmir Ekonomi Üniversitesi kurucularından, İzmirli işadamı ve 26’ncı dönem AK Parti İzmir Milletvekili, Sanayi Ticaret, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu Üyesi Necip Kalkan, “İddia ediyorum, borun işlenmişi veya yarı işlenmişinin toplamı, toplam maden ihracatından fazla Türkiye’ye gelir getirir” diyor. İşte bunun için BOREN ‘i korumaya ve geliştirmeye gerek var.
Devletin kurum ve kuruluşlarını Başkanlık Sistemine göre düzenlemek için çıkarılan ve 15 Temmuz 2018 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan 4 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin Elliikinci Bölümü’nde, “Nadir Toprak Elementleri Araştırma Enstitüsü” kurulduğu açıklanıyordu. Kısa adı NATEN olan bu kuruluş, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ilişkili kuruluşu olarak yer alıyordu. Enstitü, Nadir Toprak Elementleri (NTE) konusunda kısa, orta ve uzun dönem politika ve strateji kararları için gerekli bilgileri oluşturma, NTE üzerinde teknolojik Ar-Ge çalışmaları yapma, NTE ve diğer elementlere ilişkin ürünlerin çevre ve insan sağlığına etkileri üzerinde çalışma gibi görevler yüklenmişti. Henüz iki yaşını doldurmamış, kendi binası bile bulunmayan Enstitünün kuruluş aşamasında, 57 Sayılı Kararname ile bir başka çatı altına alınıyor olması, oluşumunu ve gelişimini olumsuz etkileyecektir.
Nadir Toprak Elementleri Araştırma Enstitüsü (NATEN), henüz kuruluşunu tamamlayamamış bir Enstitü. Bağımsız oluşumu korunarak kuruluşunu ve gelişimini tamamlayabilmelidir.
NTE denilen maddeler periyodik cetvelde “Lantanitler” olarak yer alan elementler ile bir-iki geçiş elementinden oluşmaktadır. Kendilerine özgü manyetik ve optik özellikleri vardır. Yer kabuğunda göreceli olarak çok görülen oksitler şeklinde bulunurlar, ama bu oksitlerin metale indirgenmesinin zorluğu ve bunun da ayrıcalıklı bir özellik olmasından ötürü, nadir toprak elementleri olarak adlandırılmışlardır. Uzay teknolojisinde, havacılıkta, yüksek enerji fiziği alanında, nükleer santrallerde kullanılırlar. Yeni bir Enstitü olarak NATEN, yeni teknolojik ürünlerin üretimi ve geliştirilmesi, bu alanda araştırma geliştirme çalışmalarının yürütülmesi, bu ürünleri kullanan ve bu konuda çalışmalar yapan kurum ve kuruluşlarla üniversiteler arasında koordinasyon sağlanması, NTE teknolojisinin ileri düzeye ulaştırılması amaçlarıyla kurulmuştu.
“BOREN ve NATEN hangi amaçla TENMAK içine alındı?” Bu sorunun yanıtı 57 Sayılı Kararnamenin içinde yok. BOREN ve NATEN doğru kararlarla kurulmuş Enstitülerdir ve bağımsız olarak gelişmelerini sürdürmelidirler. Yönetim kolaylığı için birbirinden ayrı ve bağımsız kuruluşları bir araya getirmek ya da kamuda tasarruf sağlamak amacı söz konusu ise, yapılan iş daha önce de vurguladığımız gibi elma ve armutları toplamaktır ki doğru sonuç vermez. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın bünyesinde 54 yıllık geçmişiyle çelişen bu tür toplama 2018’de de yapılmıştı. Örneğin, “Maden İşleri Genel Müdürlüğü” ile “Petrol İşleri Genel Müdürlüğü” birleştirilip, “Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü” oluşturuldu. Bilimsel açıdan üniversiteler örnek alınırsa, maden mühendisliği ayrı bir dal, petrol mühendisliği başka bir daldır, ikisi birbirinden farklıdır. Bugün o yanlış toplama ya da birleştirme bilimsel-teknik açıdan göze batıyor.
Bor ve Nadir Toprak Elementleri Türkiye’nin madenciliğinde önemli ve stratejik cevherlerdir.
57 Sayılı Kararname ile getirilen TENMAK, yani açılımıyla Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu adında yer alan “Maden” kelimesi BOREN ve NATEN için konulmuş görünüyor. BOREN ve NATEN bu kurumdan çıkarıldığında, kurumun adını değiştirmemek ve “Maden” kelimesinin altını boş bırakmamak için buraya gereken bir başka Enstitü var. Bu noktada önerdiğimiz, “Madencilik Araştırma Enstitüsü” kurulmalıdır. Madencilik alanındaki yenilikleri izleyerek maden kazalarına engel olunmasından, madencilikte stratejilerin ve politikaların belirlenmesine kadar çeşitli alanlarda faaliyet gösterecek böyle bir kuruluşa zaten gereksinim bulunuyor.
Çeşitli ülkelerde bakanlıklara ya da üniversitelere bağlı madencilik enstitüleri var. Türkiye’de de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı TENMAK kuruluşunda böyle bir enstitü yer alabilir.
Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu (TENMAK) ilginç bir yeni kurum olup, ilginçliği içerdiği hatalar ve yanlış kuruluşundan gelmekte, ama hatadan arındırılarak ilginçliği sürdürülmelidir. Özgün ve ayrı kuruluşlar olan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK), Bor Araştırma Enstitüsü (BOREN) ve Nadir Toprak Elementleri Araştırma Enstitüsü (NATEN) kapatılarak TENMAK’ın içine alınmaktadır. Bu yapılmaması gereken hatalı bir düzenlemedir, bundan vazgeçilmelidir.
Hatalı düzenleme sonucu TENMAK, 57 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 6’ncı maddesinin C bendinde sırasıyla; Bor Araştırma Enstitüsü, Nadir Toprak Elementleri Araştırma Enstitüsü, Enerji Araştırma Enstitüsü, Nükleer Enerji Araştırma Enstitüsü, Temiz Enerji Araştırma Enstitüsü birimleriyle oluşturulmuştur. Kurumun ismine göre olması gereken sistematik özenden bile yoksun bu sıralama, konunun yeterince olgunlaştırılmadan kararnameye bağlandığının kanıtı!...
Kurulmasına karar verilen Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu’nun birimleri üzerinde yukarıda yaptığımız değerlendirmeye bağlı olarak bu Kurum; Enerji Araştırma Enstitüsü, Toryum Araştırma Enstitüsü, Madencilik Araştırma Enstitüsü birimleriyle oluşturularak hatadan arındırılmalıdır. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Bor Araştırma Enstitüsü ve Nadir Toprak Araştırma Enstitüsü korunmalı, eskiden olduğu gibi TENMAK dışında ayrı ve özgün kuruluşlar olarak kalmalıdırlar. Son söz; 57 Sayılı Kararnameyi değiştirecek yeni bir kararnameye acilen gerek var…
5 Mart 2020 günü Moskova’da gerçekleşen Erdoğan-Putin Zirvesi’nden çıkan önemli olgu, “Rusya ile Stratejik Dostluğa Devam” olmuştur. “İdlib’de Ateşkes” kararı bu dostluğun sonucudur. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi, aramıza bir yerden kara kediler sokulmuş olsa bile arabozucular amaçlarına ulaşamamışlardır. Rusya Devlet Başkanı Putin’in dediği gibi de Suriye sorununda yer yer farklı görüşlere sahip olsak da Erdoğan ve Putin ikilisi sorunları aşarak stratejik dostluğu korumasını bilmişlerdir.
Türkiye’nin ve Rusya’nın çıkarları için olduğu kadar, Avrasya’nın geleceği için de bu stratejik dostluğu korumak ve sürdürmek önemlidir. İdlib kriziyle Türkiye-Rusya stratejik dostluğu test edildiği gibi, Türkiye’nin askerî gücü de bir kez daha sınanmıştır. Türkiye-Rusya dostluğu 100 yıl öncesinde Atatürk ve Lenin tarafından oluşturulmuştu. Bu dostluk oluşturulurken, Çarlık Rusya’sı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlıkları tarihe gömülmüştü. Bugün gelinen noktada, Avrasya’nın iki önemli ülkesinin dostluğunun süreceği kara kedilere karşın bir kez daha gösterilmiş oldu.
Türkiye ile Rusya’nın arasına giren kara kediler, Atlantik yakasından ve Batı cephesinden gönderilmektedir. Bu kez de Amerikan, Fransız ve Alman kedileri bir anda sahneye çıkıverdiler. İdlib’de çatışmalar başlayıp da ilk şehitlerimizi verdiğimizde, Türkiye’ye koşan Amerika’nın Suriye temsilcisi Jeffrey, “Şehidimiz var” diye boy gösterip kışkırtıcılığa başlamakta gecikmedi.
Türkiye ve Rusya aracısız her konuyu görüşüp tartışabilirken, Fransız Cumhurbaşkanı Macron ile Alman Şansölyesi Merkel, sanki üzerlerine vazifeymiş gibi, Putin ve Erdoğan’ı kendilerinin katılacağı dörtlü zirveye çağırarak pozisyon alma, inisiyatif kapma çabasına girişiverdiler. Emperyalist blokun oyunları ve kumpasları hiç bitmez, sadece mutasyona uğrayarak şekil değiştirir.
Türkiye, Astana sürecinde Soçi Mutabakatı ile İdlib’de çatışmasızlık bölgeleri oluşturma, teröristlerin elindeki ağır silahların bölgeden çıkarılmasını sağlama gibi çetrefilli bir görev üstlenmişti. Bu Türkiye’nin benim işim değil diyerek kenara çekilebileceği, vazgeçebileceği bir görev değildi. Çünkü, İdlib’deki terör cerahati temizlenmezse, yarınlarda o sorun Hatay sınırından Türkiye topraklarına taşınacak bir tehlikeydi. Kaldı ki İdlib’den Hatay sınırımıza ciddi bir göç tehlikesi de vardı.
İdlib’de bir düzine İslâmî terör örgütlerine bağlı teröristlerle iç içe dört milyon Suriyeli yaşıyordu. Teröristlerin üçte ikisi Heyeti Tahrir el-Şam (HTŞ) adlı Sünni Müslüman kardeşler örgütüne bağlıydı. Suriye rejimi ile aralarındaki mezhep farkı düşmanlığı körüklüyor, sorunu büyütüyordu. Türkiye bu tehlikeyi barışçıl yöntemlerle ve zamana yayarak çözmeye çalışıyordu. Rejim ve Rusya onları hızla etkisizleştirme çabasındaydı. Rusya Türkiye’yi üstlendiği görevi yerine getirmemekle eleştiriyor, rejim ise Sünni HTŞ gruplarına yardım yapmakla suçluyordu.
İdlib’de çatışmalar bir türlü bitmiyor, rejim ve radikal muhalifler arasında ateşkes uzlaşmalarına uyulmuyordu. Sonunda rejimin teröristleri etkisizleştirmek için başlattığı büyük harekâtı katliama dönüştüğünden, İdlib’den Türkiye sınırına ciddi göç akımı başlamıştı. Türkiye gözetleme kuleleriyle bölgede duruma hâkim olabilmek için önemli bir askeri gücü İdlib’e göndermek zorunda kaldı. Rejimden ve Rusya’dan Soçi mutabakatı sınırlarına uyulmasını istedi, ama isteği karşılık bulmadı. Türkiye’nin uyarısına karşın hava harekâtlarıyla gözetleme kulelerine ateş açıldı, Mehmetçiğimiz şehit edildi. Şiddetlenen çatışmalar, Türkiye sınırına yoğun bir göç akımını başlattı.
5 Mart 2020’de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Putin, Türkiye ve Rusya’nın Stratejik Dostluğunu korumasını bildiler. Putin “Stalin Hatası” yapmadı.
Her geçen gün şiddeti artan çatışmalar karşısında, Türkiye rejimin İdlip’deki bu harekâtını hemen durdurmasını isteyince, Rusya ile de görüş ayrılığına girmekle kalmadı, birdenbire ve gereksiz yere Türkiye-Rusya ilişkisi gerildi. Saldırılardan Rusya’nın birinci derecede sorumlu tutulması gerginliği artırıyordu. Türkiye’nin istekleri karşısında Rusya’nın pasif kalışı, çatışmaları terör mücadelesi diye desteklemeyi sürdürmesi Ankara-Moskova arasında soğuk rüzgârları estiriyor, Türkiye’de diplomatik karmaşa yaşanmasına neden oluyordu.
Türkiye bu kez Rusya’dan umudunu kesmişçesine Amerika’dan, NATO’dan ve Batı’dan yardım istiyordu. Amerika, Fransa ve Almanya bu fırsatı değerlendirerek, Türkiye-Rusya stratejik dostluğunu bozabilmek amacıyla, sözde Türkiye’yi destekler görünerek inisiyatif kapmak için sahneye fırlayıverdiler. Türkiye’nin Amerika’dan ve NATO’dan yardım istemesi onları, Türkiye dün olduğu gibi yeniden Atlantik cephesi ve Batı kampına dönecek diye umutlandırırken, Türkiye-Rusya ilişkisini de ister istemez gölgeliyordu. İçeride ve dışarıda “Rusya’ya güven olmaz” düşüncesi işleniyordu.
Böyle bir diplomatik karmaşa ortamında, Türkiye İdlib’de askeri önlemlerle sınırına yönelik göçü engelleme çabası içindeyken, Suriye rejim uçaklarının saldırısı sonucu bir günde 34 askerimiz birden şehit edilince, ülkemiz haklı olarak 27 Şubat’ta yasa bürünüyor, Türkiye İdlib’de Bahar Pınarı Harekâtı’nı başlatıyordu. Saldırıyı yapan rejim, Türkiye’nin misli ile ödetme kararı karşısında ciddi askerî kayıplar veriyordu. Akıttıkları Türk kanı yerde bırakılmadı. Ancak gerginlik bir anda zirve yapmış, Rusya’nın ve Türkiye’nin askerî olarak çatışma olasılığı tartışılır olmuştu.
Böylesine gergin bir ortamda, Erdoğan ve Putin ikilisi telefon görüşmesi yapıyorlardı, ama çözüm bulamıyorlardı. 5 Mart’ta yüz yüze görüşmeleri gündeme gelmişti, ancak Macron ve Merkel’in gereksiz ortaya çıkışı karşısında Putin tepki koyuyor, 5 Mart belirsizliğe iteleniyor, Kremlin’den o tarihin Putin için uygun olmadığı açıklanıyordu. Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD Başkanı Trump’dan ve NATO’dan yardım arayışındaydı, Patriot füzeleri istiyordu. Amerika ise bir şey vermeden önce Türkiye’den ödün koparmak, Türkiye’yi kapısına bir daha kopmayacak şekilde bağlamak isteğindeydi.
Sonuçta ABD ve NATO Türkiye’ye somut bir destek vermiyor, her zaman olduğu gibi oyalama uyguluyorlardı. Sorunun çözümü için Rusya’nın Türkiye ile Batı misyonerlerini ortak etmeden ikili görüşmenin gerektiği bir kez daha ortaya çıkıyordu. Stratejik dostluğun gereği de buydu. Kaldı ki ABD ve NATO’dan çok Rusya önemliydi. Suriye’de Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği biçimde yasal olarak bulunan Rusya ile uzlaşmadan, sürdürülen Astana sürecine uygun adım atmadan krizin çözülmesi olanaksızdı.
Platformumuzda yer alan “Kararsız Sapma Türkiye’ye Kaybettirir” ve “Amerika ile Birlikte Olmak ya da Olmamak” başlıklı Arayış ve Gündem makalelerimizde vurguladığımız gibi; Türkiye, Rusya ve Amerika arasında yalpalayarak sorunlarına çözüm bulamazdı. Nitekim bu kez de öyle oldu. Amerika, aynada kendine bakmayarak, “Rusya’dan güvenilir dost olmaz” öğüdünü vermekle yetindi. Talep ettiğimizde satmamasına bakmaksızın, “Rusya’dan S-400’leri aldığınız için bizden Patriot alamazsınız” demekten çekinmedi. NATO ise sözden öte hiçbir adım atmadı.
Atlantik yakası ve Batı Cephesi müttefiklerimizin, yani tescilli emperyalist dostların iki yüzlüğü bir kez daha ortaya çıkınca, Rusya 5 Mart tarihli Moskova Zirvesi’ne onay verdi. Zirveye kadar olan kısa süreçte Türk Silahlı Kuvvetleri rejim karşıtı ılımlı muhalifler ve Suriye Milli Ordusu ile işbirliği yaparak, masaya Türkiye’nin güçlü oturabilmesi için İdlib’de gereken askerî adımları attı. Zirve’nin yapılmasına ramak kalmışken, Atlantik Yakası ve Batı Cephesi’nin kışkırtmaları sürüyordu.
Zirveden bir gün önce Türkiye’ye gelen Jeffrey, Amerika’nın Türkiye’ye içeriği bilinmez mühimmat yardımı yapacağını söylüyordu, aslında “yeter ki savaşı sürdürün” demek istiyordu. 5 Mart zirve günü ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, “NATO ortağımız Türkiye’nin Esad, Ruslar ve İranlıların Suriye içinde yaptıklarının yarattığı riske karşı kendini savunma hakkına sahip olduğuna inanıyoruz… Türk Hükümeti bizden birkaç şey talep etti, taleplerini değerlendiriyoruz” diye sözde desteğini açıklıyordu. Onun amacı da Jeffrey’nin söylemek istediğinden farklı değildi.
Amerika’nın açık kışkırtmalarının yanısıra, Türkiye içinde de Amerikan yandaşlarının, sözde milliyetçi görünümle Rusya karşıtı kışkırtmaları görülüyordu. Boğazdan geçen Rus savaş gemilerinin adı ile 93 Türk-Rus Savaşı komutanları arasında bağlantı kuruluyordu. Rusya bu gemileri seçerken kasıtlı davranmadıysa, özen göstermeyerek hata yapmıştı. Çarlık Rusya’sı karşısında 93 Harbi’nde hezimete uğrayan Osmanlı İmparatorluğu bugün yoktu, Atatürk’ün kuruluşunda Lenin ile de işbirliği yaptığı Türkiye Cumhuriyeti vardı. Rusya’nın bu özensiz yanlış tutumu, Amerikan yandaşlarının “Moskof düşmanına güven olmaz” sözleriyle ortaya çıkmalarına neden oldu. 15 Temmuz sonrası başlayan Türkiye-Rusya yakınlaşması son mu bulacaktı?
5 Mart Zirvesi öncesi “Ateşkes çıkar mı çıkmaz mı, yoksa Türkiye ve Rusya çatışmaya mı sürüklenir?” endişesi tartışma konusuydu. Ancak iki ülke arasındaki stratejik dostluğa dayalı olarak, liderlerin aklıselimle konuyu masaya yatırmaları çözümü getirdi. Erdoğan-Putin ikilisi 5 Mart akşamı kameralar karşısında sonucu açıklarken, anlaşılıyordu ki Putin “Stalin Hatası” yapmaktan kaçınmıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Stalin’in Türkiye’ye karşı yanlış politikası, Türkiye’yi Amerika cenahına itmişti. Tarihten ders çıkaran liderler büyük devlet adamlarıdır. Putin, 15 Temmuz sonrasında olduğu gibi, 5 Mart’ta da Türkiye’nin yanında yer alarak, Amerika’ya meydanı bırakmadı.
5 Mart mutabakatı, tarafların dengeli çıkarlarına uygun bir anlaşma olarak görünüyor. Öncelikli hedef elbette çatışmanın önlenmesiydi. Radikal unsurlardan temizlenmiş M4 karayolunun 6 km güneyinde ve kuzeyinde güvenli bölge oluşturulması, Türkiye sınırına yönelik göçü önlemeye yarayacak bir önlemdir. Bu yol üzerinde Türk ve Rus askerleri ortak devriye görevi yapacaklardır. Rejimin yapacağı herhangi bir ilerleme ve saldırıya karşı Türkiye’nin müdahale hakkı kabul edilmiştir. Türkiye’nin gözlem noktaları da kalacaktır. Barışa gidebilmek için önemli bir adım olan bu ateşkes anlaşmasının, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından desteklenmesinin Amerika tarafından veto edilmesi ise düşündürücüdür.
Türkiye’nin Rusya ile stratejik dostluğunu bozamayan, kışkırtmaları boşa çıkan Amerika, 5 Mart mutabakatını olumlu ve umut verici bulduğunu söylerken riyakarlığını koruyordu. Çünkü, daha sonra Başkan Trump seçmenleri ile yaptığı görüşmede “Bırakalım Türkiye ve Suriye savaşsın” diyordu. Büyük İsrail’e yol açmak için Türkiye’nin ve Suriye’nin savaşarak birbirilerini zayıflatmaları, “Haçlı-Siyonist” ittifakının ortak arzusudur elbette. Atlantik yakasının ve Batı cephesinin beklentisi, İdlib’de sağlanan ateşkesin sürdürülebilir olmayacağı, yakın zamanda bozulacağı şeklinde sürüyor. Öte yandan Amerika böyle bir ateşkes sonucu, Esad güçlerinin Fırat’ın doğusuna yönelerek PYD/YPG üzerine harekât yapmalarından da endişeli.
İdlib’de korunması gereken ateşkes ve yeni bir statüko oluşturulmuş bulunuyor.
İdlib’de 5 Mart saat 0.01’den itibaren başlayan ateşkes sürdürülmelidir. Bunu sabote etmek isteyenler olacaktır. İdlib’deki İslâmî terör örgütlerinin ve başta HTŞ’nin içinde Amerika CIA örgütünün eli vardır. Oyunlarına gelinmemelidir. İdlib’de öncekinden farklı yeni bir statüko oluşmuştur, artık yeni statükonun korunması esastır. 5 Mart Moskova anlaşmasıyla varılan mutabakat Türkiye için kazançtır. Ateşkesin bozulmayarak sürdürülmesi, Türkiye’nin eksik kalan Barış Kalkanı Harekâtı’nın kilit noktalarının tamamlanarak, PYD/YPG güçlerini etkisizleştirmek için yeni fırsatlar doğurabilir.
Bundan sonra yapılması gereken, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı uyarınca, Suriye sorununa çözüm getirici siyasi sürece işlerlik kazandırmak olmalıdır. Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıdır ve bu sürece giden yolda, Rusya ve İran ile birlikte hareket etmenin yanısıra, Suriye yönetimi ile de diyaloğu geliştirmelidir. 5 Mart sonrası Esad’ın basına Türkiye ile ilgili olumlu demeçler vermesi, yeni bir kapı aralanmasına neden olabilir. Bu kapı aralanmadığı sürece, Suriye’de sözde Ermeni soykırımını tanımak, Libya’da Hafter ile işbirliği yapmak gibi Türkiye’yi rahatsız edici eylemlerin sonu gelmeyecektir.
İdlib’in radikal unsurlardan temizlenmesi sorunu varlığını koruyor. Ateşkesi tehdit eden en önemli sorun da bu. Rusya ve rejim Türkiye ile çatışarak değil, ancak anlaşarak bu temizliği yapabileceklerini 5 Mart öncesi yaşananlardan görmüş olmalılar. Yaşananlardan alınan dersle ateşkesin devam ettirilmesi, tansiyonun düşürülmesi, kısa bir süre sonra İdlib bölgesinden Türkiye sınırına göç eden Suriyelilerin geriye dönmesine neden olacaktır. Ancak taş taş üstünde kalmamış denilebilecek İdlib’in yeniden onarılması, ama öncesinde geçici yerleşim yerlerinin oluşturulması gerekiyor. Yıkılan yaşam ortamlarının onarılmasına yardımcı olunması, acı çeken o insanlara kolaylık sağlanması, bölge ülkelerinin işbirliğiyle gerçekleşecektir. Bu da Astana sürecinin yarınlardaki işleviyle olanaklıdır.
5 Mart’ta 5 saat 40 dakika süren Erdoğan-Putin Zirvesi’nde tartışılan sadece İdlib sorunu olmamış, Doğu Akdeniz ve Libya konusu da tartışılmıştır. Böyle olması da gerekiyordu. Çünkü İdlib’deki anlaşmazlık, olumsuz olarak Doğu Akdeniz’e ve Libya’ya yansıyacaktı. Türkiye Libya’da ve Doğu Akdeniz’de karşılıklı ve dengeli çıkarlar ilkesinde Rusya ile ortak hareket etmelidir. Rus Strateji uzmanı Dugin de buna işaret ediyor ve öneriyor. Doğu Akdeniz’de Türkiye ve Rusya ortak enerji projeleri gerçekleştirebilir. Libya’da ise Hafter virüsü etkisiz hale getirilip, petrol ve gaz kokusu peşinde koşarak Libya’yı karıştıran emperyalistlerin oyunları boşa çıkarılabilir. Stratejik dostluk böyle projelerin gerçekleştirilmesine olanak sağlayacaktır.
Buraya kadar Türkiye-Rusya stratejik dostluğunun önemini vurgulayıp, iki ülkenin Suriye’de, Libya’da Akdeniz’de barışa katkı yapacağına değindik. Tabii ki dostluk güven gerektirir. Güven de tarafların dikkatli davranışıyla sağlanır ve korunur. Türkiye ve Rusya aralarındaki güveni artırarak stratejik dostluğu sürdürmek zorundadırlar.
Türkiye açısından son İdlib krizini de göz önünde tutarak çıkarmamız gereken bir sonuç daha var. Türkiye ne Amerika’ya ve ne de Rusya’ya ya da Çin’e dayanarak sorunlarını ulusal çıkarlarına göre çözümleyebilir. Sorunlarını kendi gücüyle çözümlemek zorundadır. Bunun için güçlü Türkiye gerekir. Güçlü Türkiye ise, “Güçlü Devlet” ve “Güçlü Ordu” demektir. Milli ve yerli güç eksikliğini hiçbir ithal-yabancı güç karşılayamaz, o nedenle gücümüzü sürekli artırmak zorundayız. Ancak, güven duyacağımız stratejik ortaklıklara da her zaman ihtiyacımız olacağı bir gerçektir.
Rum yandaşı Akıncı, bundan böyle Türk lider sayılamaz, yaptığı Rum’a uşaklıktır ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Anayasası’nın 103’üncü maddesindeki tanımla vatan hainliğidir. Böyle bir kişiye KKTC Cumhurbaşkanı denilemez ve kimse de dememeli. Çünkü ona Cumhurbaşkanı demek, KKTC Cumhurbaşkanlığı koltuğuna ilk oturan devletin kurucusu, Rum’a karşı savaşmış Türk büyüğü Rauf Denktaş’ın anısına saygısızlık olur, Denktaş gibi rahmetli bir kahramanın ruhunu rencide eder.
Akıncı’ya Türk diye de bakılamaz, vatanına ve ulusuna ihanet yolunu seçmiş kişi Türk olamaz, hiçbir Türk ulusu böyle bir kişiyi lider diye başında taşıyamaz. Bu açıdan Kıbrıs Türklüğü adına silinmesi gereken kara bir lekedir Akıncı. Soyadı “Akıncı” bir Türk ismi, “Düşman ülkesine akın yapan savaşçı” demek, ama bu kişi taşıdığı isme de layık değil, düşmana teslim olup, ondan medet bekleyen akıncı olmaz.
Rum yandaşı Akıncı, İngiliz gazetesi The Guardian’da yayınlanan röportajında kendi yandaşlarını ve Rumları kast ederek, “Bizim aceleye ihtiyacımız var” (We need to hurry up) diyor. Peki, acelesi nedenmiş? “Federal çözüm içeren anlaşmaya tez zamanda ulaşılmazsa, Ada’daki bölünmüşlük kalıcı hale gelecekmiş. O zaman Kuzey Kıbrıs Ankara tarafından yutulacak, de-facto olarak Türkiye’nin bir iline dönüşecekmiş”. Söylediği korkusu bu da söylemediği korkusu, iki ayrı devlet oldukça, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ya da Akıncı’ya göre Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türk kesimini, Yunanistan’ın Enosis ile Kıbrıs’ı yutamayacak olması, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uluslararası ortamda bağımsız devlet olarak tanınacağını görmüş bulunması.
Akıncı’nın daha ilk günden ne olduğu belliydi, okuyucularımızın bildiği gibi sitemizde ondan hep Rum yandaşı diye söz ettik. Ancak, yandaşlık kelimesinin onu tanımlamak için hafif kaldığı son röportajıyla ortaya çıktı. Onu tanımlayacak başka sıfatı işgal ettiği makama saygımızdan kullanmadık. On gün önce sitemize koyduğumuz “Libya Anlaşması Sonrası Doğu Akdeniz, Girit ve Kıbrıs” başlıklı Arayış ve Gündem yazımızda (http://www.ultanirplatformu.com/25-04-02-2020.html), Mavi Vatan adına Ana Vatan ve Yavru Vatan ilişkisinde Akıncı sorununa, Kıbrıs’ta Nisan’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimine ve adayların seçilme olasılıklarına değinmiştik. O yazımızın hemen ertesinde Akıncı’nın İngiliz gazetesindeki küstah çıkışı yayınlandı.
The Guardian gazetesinin 6 Şubat 2020 tarihli uluslararası nüshasında yayınlanan “Kıbrıs Türk lideri Kıbrıs’ın kalıcı bölünme ile karşı karşıya olduğu konusunda uyarıyor” (Turkish Cypriot leader warns Cyprus is facing permanent partition) başlığıyla Mustafa Akıncı’nın röportajı yer alıyordu. Başlığın altında, “Mustafa Akıncı, Ada’nın iki kesimi arasındaki farklılıkların köklü hale geldiğini söyledi” saptaması bulunuyordu.
İngiltere’nin The Guardian gazetesinin uluslararası nüshasında çıkan röportaj Anastasiadis ve Akıncı fotoğrafı ile süslenmiş. Fotoğraf ikilinin anlaşmış olduğunu göstermek amacıyla seçilip konulmuş. Geri plandaki sarışın kadın, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres’in Kıbrıs için görevlendirdiği Geçici Özel Danışmanı Jane Holl Lute. Rum-Yunan ikilisinin çıkarına emperyal odakların istekleri doğrultusunda görüşmeleri kotarmış, oyunu tezgâhlamış olmanın mutluluğu içinde Mrs. Lute mutlu gülümsemeyle bakıyor (Berlin, 25 Kasım 2019).
Bu küstah çıkışında Akıncı, federal çözüme tez zamanda ulaşılmazsa bölünmüşlüğün kalıcı hale geleceğini söylemekle yetinmemiş, Kıbrıs Türklerinin de kendisi gibi düşündüğünü iddia edercesine, Kıbrıslı Türklerin laik, demokratik ve çoğulcu kimliğini koruma adına, Türkiye’ye bağlanma ihtimalini “korkunç” olarak nitelendirmiştir. Bu açıklamasıyla Kıbrıslı Türkleri töhmet altında bırakmakla kalmıyor, aslında onları kendi yanındaymış gibi göstererek hakaret etmiş oluyordu.
Türkiye’ye bağlanma ihtimalini korkunç bulan Akıncı, 1939’da referandumla Türkiye’ye bağlanan Hatay Devleti’nin tek ve son Cumhurbaşkanı olan Sökmen’e atıfla, “İkinci bir Tayfur Sökmen olmayacağım” demiş. Akıncı’nın Tayfur Sökmen’e benzeyen hiçbir yanı yok ki, Sökmen olabilsin. Sökmen, İskenderun sancağındaki Fransız işgaline karşı direniş hareketini örgütleyen bir istihbaratçı, gıyabında Fransızların idama mahkûm ettikleri bir Türk kahramanı, Atatürk ile birlikte Hatay’ın stratejisini çizmiş bir lider, Hatay 1939’da Türkiye’ye bağlanınca Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 1975 yılına dek Hatayı temsil etmiş değerli bir parlamenter ve Türk siyasetçi. Kısacası Sökmen bir Türk büyüğü, Akıncı ise Türk düşmanı ve Rum’a teslim olmayı kabul eden bir siyasetçi.
Türkiye-KKTC ilişkisinin Anavatan-Yavru Vatan diye tanımlanmasına koltuğa ilk oturduğu günden beri karşı çıkan Akıncı, hükümetin faturalarını ödeyen Türkiye’ye ekonomik bağımlılığın azaltılması için Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin desteğine ihtiyaç olduğunu da söylemiş. Rumlar Türklerin kara gözü için yardım yapmayacağına göre, Akıncı Türk kesiminin para karşılığında Rumlara satılmasını KKTC hükümetine öneriyor. Ancak, Kıbrıs’ta bugün kendisine taban tabana zıt vatansever Ersin Tatar’ın hükümeti var. Akıncı’nın bu önerisini Annan Planı yanlısı ve federasyoncu Mehmet Ali Talat’ın izinden yürüyen eski Başbakan Tufan Erhürman bile reddederdi.
Akıncı, Guardian röportajında Kıbrıs’ta anlaşmaya varılmasının, Doğu Akdeniz’de yükselen gerilimi yatıştırabileceğini söylemiş. Anlaşılan ona göre gerilim, Rumların sıkıntısı. Akıncı Yunan ve Rum ikilisinin istekleri doğrultusunda, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj faaliyetlerini sonlandırmasını istiyor ki, Rumlar rahatlasınlar.
Akıncının çözüm için umudu da İngiliz Başbakanı Johnson imiş. Akıncı, Osmanlı kökenli olan Britanya Başbakanı Boris Johnson’ın Ankara ile iyi ilişkilerini kullanarak Kıbrıs müzakerelerini yeniden canlandıracağı umudundaymış. Osmanlı kökenli Boris Johnson kim derseniz, Damat Ferit Paşa hükümetinin nazırı ve milli mücadele karşıtı, Atatürk düşmanı Osmanlı siyasetçi ve gazeteci vatan haini Ali Kemal’in torunu. İhanet yolundaki Akıncı çıkışı bir hainin torunun yapacağı yardımda görüyor!...
Kıbrıs’ta 46 yıldır sürdürülen federasyon görüşmeleri sonuç vermedi. Ancak, Annan Planı ile federal yapıdaki Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti az daha gerçek oluyordu. Annan Planı’na Nisan 2004 referandumunda Türk tarafı yüzde 65 oyla “Evet” demiş, ama, Rum tarafı yüzde 75 oyla “Hayır” dediğinden bu tehlike atlatılmıştı. Rumların gemlenemeyen hırsı, hep daha fazlasını istemeleri, Ada’daki Türk etkinliğini ve varlığını orta-uzun süreçte silebilecek planı böylece rafa kaldırmıştı. Oysa planın kabulü için Türkiye’ye ve Türk tarafına Atlantik cephesi ile Avrupa Birliği onca baskı uygulamış, Kıbrıs Türk kesiminde oy satın almak için rüşvetler dağıtılmıştı.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ABD, İngiltere Avrupa Birliği Kıbrıs sorununun çözümünü istiyor ve Türkiye’ye kırk yılda kırk bir türlü baskı uyguluyorlardı. Çözüm anlayışları da hep Rum yanlısı çözümdü. Annan Planı Rum yanlısıydı, ama Rumlar yetersiz bulmuşlardı. Annan Planı’nı reddettikleri halde Avrupa Birliği’ne üye yapılarak ödüllendirildiler. Ağabeyleri ve Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanlılar öyle olsun istemişti. Federasyonun bir türlü gerçekleşmemesinden ise, Nisan 2005’e kadar Rauf Denktaş sorumlu tutuldu ve “Denktaş ile bu iş olmaz” denildi.
AK Parti iktidarınca da dışlanan Denktaş, Nisan 2005’de Cumhurbaşkanlığını bıraktı, yerine ödün vermekten kaçınmayacak federasyon yanlısı Mehmet Ali Talat geldi. 2005-2010 arasında Talat, federasyona dayalı bir çözüm için Başbakan Erdoğan’ın ve AK Parti iktidarının tam desteğini almıştı. Türkiye için Avrupa Birliği önünde engel görülen Kıbrıs sorunu ne pahasına olursa olsun aşılmak isteniyordu. 2010 yılına kadar yapılan görüşmelerde, Rumlar ödün değil, Kıbrıs’ın tümünü istedikleri için yine sonuç çıkmadı. Nisan 2010’da milliyetçi tutumuyla bilenen Derviş Eroğlu koltuğa oturdu, 2015 yılına kadar Rumların çözüme endeksli haksız istekleri reddedildi.
Nisan 2015’de Akıncı geldi, masaya toprak ödün haritasını koydu, ama Rumlara yetmedi, Temmuz 2017’de Cenevre Crans Montana’da Rum lider Anastasiadis konferans masasını terk etti, çözüm umudu çöktü. Rumların ve Rum yandaşlarının beklentisi, Talat döneminde yapılamayanın Akıncı döneminde yapılacağıydı. Akıncı da gönülden bunu istiyordu. Rumlar ise Kıbrıs’ın tümü ile Enosis’i istediklerinden hırsları bir kez daha ayaklarına dolandı. Crans Montana’da devrilen masa Birleşmiş Milletler’in sözde çözüm sürecine nokta koydu, ancak bunu anlamak istemediler. Ne federasyon ne konfederasyon, iki ayrı devletten başka çözüm olamayacağı ortaya çıkmıştı.
Anastasiadis ve Akıncı, biri Rum diğeri sözde Türk, ama yok aslında birbirinden farkları ve ikisi de Türkiye ve Türklük karşıtı ruh ikizi kardeşler. Akıncı’nın yüzü kardeş sevgisiyle dolu.
Barışa temel olan gerçekçi tek çözümün iki ayrı devletli çözüm olarak ortaya çıkması, Enosis sevdalısı Rum ve Yunan ikilisinden başka onları destekleyen, Türk düşmanı emperyalistleri de rahatsız eden bir olgu oldu. Doğu Akdeniz’e hidrokarbon için üşüşen Atlantik ve Batı cephesinin emperyal güçleri, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den, Ortadoğu’dan ve Kuzey Afrika’dan uzak tutmak istiyorlar. Bu coğrafyadaki jeostratejik konumu nedeniyle Kıbrıs üzerinde çok yönlü oyun oynanıyor. Vatanına ihanet sürecine girmiş olan Akıncı’yı kolayca yanlarına çekerek, bu oyuna piyon olarak sokmak, Rum ve Yunan hamisi emperyalistler için herhalde zor olmamıştır.
Rum ve Yunan ikilisi Türkiye’yi Kıbrıs’ta işgalcilikle suçluyorlar ve dünya kamuoyunun olayı böyle görmesini istiyorlar. Akıncı’nın Barış Pınarı Harekâtı’nı bahane ederek 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nı kan döken bir harekât olarak göstermesi, Rum-Yunan yanlısı emperyalistlerin maşası olarak The Guardian’daki gibi tehlikeli çıkışlar yapacağının ilk işaretiydi. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın Kıbrıs’ta Rumların Türklere uyguladığı katliam karşısında yapıldığını, Kıbrıs’a barış ve demokrasi getirmekten öte, Yunanistan’da cunta yönetiminin yıkılmasıyla demokrasi dönemini başlattığı gibi gerçekler örtülmek ve planlı şekilde Türkiye karalanmak isteniyordu.
Kıbrıs Barış Harekâtı’nda ve sonrasında, Ada’nın taksimiyle bir parçasını Türkiye’ye bağlama niyeti olmamasına karşın, sanki gizli amaç varmışçasına Akıncı, “Türkiye’ye bağlanmak korkunç olur” diyor. Dünya kamuoyuna Türkiye’yi Kıbrıs Türk kesiminde baskı uygulayan ülke gibi göstermek istiyor. Oturduğu koltuğu, yaşadığı demokrasiyi Türkiye’ye borçlu oluşunu gözlerden kaçırıyor. Türkiye’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vereceği tepkiyi, “doğruyu söylediğim için beni etkisizleştirmek, ezmek istiyorlar” diye şikâyet konusu yapacağı aşikâr ve bu tepkileri dört gözle bekliyor. Rumların istekleri doğrultusunda Türk askerinin Kıbrıs’tan çıkarılması için dünya kamuoyundan destek arama oyunu oynanıyor, Akıncı da transfer edilen yeni oyuncu.
Türkiye’nin ekonomik yardımıyla ayakta durmasını, kursağındaki ekmekte Türkiye’nin parasının olmasını esaret bedeli gibi gösterme amacıyla Akıncı, Kıbrıs Rum kesiminin ekonomik yardımıyla Türkiye’nin Ada’daki etkinliğini kaldırma hayali güdüyor. Parayı veren Türkiye Kıbrıs’ta düdüğü çalıyor, bir ekmek parası veriyor, ama başımıza vuruyor havası yaratma çabasında. Akıncı, Türkiye’nin söz konusu bile olmayan esaretinden kurtulmak için emperyalistlerin yardımını isteyen mazlum rolünü oynuyor. Bunun bir sonraki aşaması, Türkiye’nin sözde işgaline emperyalist güçlerin Birleşmiş Milletler destekli askerî harekâtını istemek olacaktır.
Kıbrıs Adası Doğu Akdeniz’in batırılması olanaksız doğal uçak gemisi gibi. Kıbrıs üzerinde Türk askeri varlığının ve üslerinin bulunması, Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasındaki etkinliği için çok önemli olduğu kadar, Türkiye’nin savunması açısından da hayati önemde. Tarihi süreçte Haçlı Orduları Anadolu topraklarına Kıbrıs üzerinden gelmişlerdi. Türkiye dün olduğu gibi bugün de soydaşlarını korumanın yanısıra, kendi güvenliği ve çıkarları için Kıbrıs’ta bulunmak zorunda. Bu nedenle hangi aktörler oynarsa oynasın, ne tür hainlikler yapılırsa yapılsın, kimse Türkiye’nin Kıbrıs’tan ayağını kesemeyecektir.
Emperyalistler bir yandan da Kıbrıs Rum Yönetimi’ni silahlandırıyor. Amerika silah ambargosunu kaldırdı. Fransa Rumlara karadan ve havadan gemilere karşı kullanılan Exocet füzeleri ile Mistral uçaksavar füzeleri veriyor. Ayrıca, Fransız uçak gemisi De Gaulle harekât görünümü altında Limasol limanına demir attı vs. Fransa’nın Rum kesimiyle deniz üssü için anlaştığı haberleri var. İngilizler Kıbrıs üslerine F-35B uçağı yığınağı yapıyor. Bu askerî hareketler de birebir emperyalist destek. Bu gelişmeleri değerlendirerek önlem almak ve uyanık durmak gerekiyor.
Akıncı, seçildiği 2015 yılında da Türklükle sorunu olan bir siyasetçiydi. Birinci turda Eroğlu’nun yüzde 2 oyla gerisinde kalmıştı, ama federasyon yanlısı Erhürman’ın oyları kendisine kayınca seçimi kazandı. Kazanınca da Ana Vatan-Yavru Vatan ilişkisine karşı çıkarak niyetini ortaya koydu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan aldığı yanıtla, hak ettiği uyarıyla susmuştu. Koltuğa yerleşebilmek amacıyla içine sindirmese de Türkiye’nin güvencesinden yanaymış gibi göründü. 2020 yılındaki Akıncı ise, 2015’deki Akıncı’dan farklı ve Türk karşıtı cepheye transfer edilmiş bir siyasetçi. Vatanına ihaneti göze almış olduğundan, Rum-Yunan yanlısı emperyalist odaklar Akıncı’yı transfer etmekte zorlanmamış olmalılar. İhanetinin bir bedeli vadedilmiştir herhalde?...
Akıncı’nın The Guardian çıkışı Kıbrıs Rum basınında büyük yankı uyandırmış bulunuyor. İşte bir-iki örnek: Alithia gazetesi, “Mustafa Akıncı’nın cesur açıklamaları… Türkiye’ye bağlanmaya karşı mücadele ilân etti… Kıbrıslı Türk lider Mustafa Akıncı Türkiye’nin boyunduruğu altında olmayı kabul etmediklerini açıkladı… Linç kültürüne ilişkin mücadele başladı” diye yazdı. Fileleftheros gazetesi, “Akıncı çözüm veya Türkiye’ye bağımlılık ikilemini ortaya koydu” başlığını attı. Politis gazetesi. “Adil federal çözüm… Akıncı ertesi güne ilişkin vizyonunu açıkladı” vs.
Akıncı’nın Rumları ve Yunanlıları mutlu eden çıkışı, KKTC Cumhurbaşkanlığı koltuğuna Nisan 2015’de otururken ettiği Anayasa yeminine aykırı. KKTC Anayasası’nın 100’üncü maddesine göre şöyle yemin etmişti:
“Devletin varlığını ve bağımsızlığını, yurdun ve halkın bölünmez bütünlüğünü, halkın kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ve Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma; halkımın refah ve mutluluğu için çalışacağıma; her yurttaşın insan haklarından ve temel hak ve özgürlüklerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa ve yasalara bağlılıktan ayrılmayacağıma; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma; namusum ve şerefim üzerine and içerim”.
Devletinin varlığını, bağımsızlığını, bölünmez bütünlüğünü korumaktan cayan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yüceltmekten vazgeçen bir Cumhurbaşkanı ettiği yemini bozarak vatanına ihanet etmiş oluyor. KKTC Anayasası’nın 103’üncü maddesinin (2) no.lu fıkrası, “Cumhuriyet Meclisi, Cumhurbaşkanını vatan hainliğinden dolayı, üye tamsayısının en az üçte ikisinin vereceği kararla suçlayabilir” diyor.
Cumhuriyet Meclisi 50 milletvekilinden oluşuyor ve bu maddenin işletilmesi için 34 milletvekilinin oyu gerekli. Ersin Tatar’ın Genel Başkanı olduğu Ulusal Birlik Partisi’nin Meclis’teki sandalye sayısı 21, iktidardaki koalisyonun toplam sandalye sayısı 30, muhalefetin sandalye sayısı 20. Meclis aritmetiğine göre gereken 34 oyu bulmak şu an için olanaksız görünüyor. Akıncı’ya haddini bildirip susturmak için geriye bir tek yol kalıyor, o da cezayı seçmenin sandıkta kesmesi, kesebilecek mi acaba?...
Görev süresi Nisan ayında dolacak olan Akıncı, hak etmediği koltuktan kalkmaya hiç niyetli olmadığından, KKTC Cumhurbaşkanlığı seçiminde yine aday. 5 Şubat günü seçim kampanyasını başlattı, 6 Şubat’ta da The Guardian gazetesi Akıncı röportajını yayınladı. Durup dururken kendisini zor durumda bırakacak, oy kazanayım derken oylarını riske edecek bu çıkışı akıl tutulmasıyla yapmadı. Bu röportajı yalnızca oy hesabına dayalı görmek, Akıncı’nın seçim kampanyasına yönelik bir etkinlik olarak değerlendirmek yanıltıcı olur. Arka planda seçimden çok daha öte amaç içeren, hatta Akıncı’yı bile aşan emperyalist güce dayalı oyunun var olduğu kuşkusuz.
Akıncı’yı öne çıkaran Türkiye karşıtı ve Türk düşmanı güçler, KKTC Cumhurbaşkanlığı seçiminde Akıncı’nın tekrar kazanabilmesi için de karanlık tezgâhlarının başında olacaklardır. Vatansever Kıbrıs Türk seçmenlerin Akıncı’ya karşı aydınlatılması önem taşıyor. Çünkü Kıbrıs için asıl korkunç olan Akıncı’nın bir kez daha seçim kazanmasıdır. Böyle bir sonuç telafisi zor kayba kapı açabilecektir. Kıbrıs’ta iki devletli yapının yıkılması, Türkiye’nin Kıbrıs’tan ayağını çekmesi için diplomatik baskılar, ekonomik ve askeri önlemlerle desteklenmiş şekilde karşımıza çıkabilecektir.
Bu seçim için partiler arası uzlaşma olmaksızın her parti kendi adayını çıkardığından aday çokluğu var. Ancak adaylar içinde kamuoyu yoklamasına göre öne çıkan üç aday sırasıyla Başbakan Ersin Tatar, Eski Başbakan Tufan Erhürman ve Mustafa Akıncı. Anket yoklamasına göre bu üç adayın oy potansiyelleri toplamı yüzde 70 civarında. Geride yüzde 10 oy potansiyeli gözüken KKTC Dışişleri Bakanı Kudret Özersay var. Diğer adayların oy potansiyelleri yüzde 2-6 aralığında, ama toplamı yüzde 10’un üzerinde. Birinci turda hiçbir aday yüzde 50’yi aşacak konumda değil. Bu nedenle seçim ikinci tura kalacak ve adaylardan oy kaymaları sonucu belirleyecek.
Birinci turda Ersin Tatar’ın yüzde 30-35, Tufan Erhürman’ın yüzde 20-25 ve Akıncı’nın yüzde 15-20 aralığında oy alması bekleniyor. 2015 seçiminde de Akıncı, Eroğlu karşısında ikinci turda seçilmişti. Seçilmesinde o zaman Erhürman’a verilen oyların Akıncı’ya kaymış olması etkili olmuştu. Çünkü Erhürman da federatif çözümden yana, ustası Mehmet Ali Talat gibi Annan Planı yanlısı. Annan Planı mevta oldu, ne yazık ki Akıncı ve Erhürman gibi siyasetçiler sayesinde iki devletli gerçekçi çözüme karşı Türk kesiminde alternatif yol diye siyasi malzeme olarak halen kullanılıyor. Akıncı kendi oy potansiyeline, Erhürman’ın oylarını ekliyor ve geriye kalan yüzde 30’luk paydan yüzde 5-10 oy alıp seçilme umudunu taşıyor olmalı.
Akıncı’yı umutlandıran; arkasına aldığı Rum yanlısı emperyalist güçlerin kendisini bu seçimde akçeli olarak öyle ya da böyle destekleyecek olması, ayrıca Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası gibi federasyon yanlısı, solculuğu Türklük karşıtlığıyla karıştıran sivil toplum kuruluşlarının ve Batı hayranı genç seçmenlerin etkisi. Kıbrıs’ta her zaman İngiliz ve Rum hayranı sözde Kıbrıslı Türkler vardı, bugün onların uzantısı Batı hayranı, Avrupa Birliği yanlısı gençler var. Bu kitleden gelebilecek oylarla yüzde 50 barajını aşmak Akıncı’nın umudu.
Kurulan tezgâhla Akıncı’nın küstah çıkışı, Rumları ve Yunanlıları eteklerine zil takıp oynatacak duruma getirdi. Akıncı bir kez daha seçim kazanacak olursa, herhalde Yunanistan’ın zaten etekli olan efsun askerleri zil takıp Lefkoşa’nın ana caddesinde oynayarak geçit töreni yaparlar. Emperyalistlerin oyununun bozulması, Rum-Yunan ikilisinin sevincinin kursaklarında kalması için Başbakan Ersin Tatar’ın Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması gerekiyor. Peki kazanabilir mi?...
Akıncı’nın The Guardian çıkışı etki ve tepkisiyle oy oranlarında değişikliğe neden olmuşsa da henüz anketle ortaya konulabilmiş değil. Normal koşullardaki baz değerlere göre değerlendirme yapılacak olursa, Ersin Tatar’ın birinci turda önde çıkması ve yüzde 30’a yakın oy alması normal beklenti. İkinci turda işbirliğine dayalı iki devletli çözüm modelini destekleyen Özersay’ın yüzde 10 civarındaki oyunun da Tatar’ın oyuna eklenmesi beklenmekte. Adı geçen adayların dışında geriye kalan yüzde 30’luk oy kotasından Tatar’ın yüzde 10’u aşkın oy çekmesi gerekiyor. Elbette bunun başarılması olanaklı, ama iyi bir çalışma yapılmalı, temkinli olunmalı, Türkiye Tatar’ı en ufak bir tereddüt bırakmayacak şekilde desteklemelidir.
Emperyalist oyun, Türkiye’nin Suriye’de ve Doğu Akdeniz’de Libya gerginliğini yaşadığı zaman dilimine bilinçli şekilde sokulmuş görünüyor. Türkiye başka yerlerde meşgulken, Kıbrıs’ta ne yapabilirsek yapalım, burada da başına çorap örelim gibi anlayışla tezgâhlandığı ortada. Türkiye’nin Suriye’den, Libya’dan çok daha büyük bir önemle Kıbrıs’a eğilmesi, oyunu boşa çıkarması, Kıbrıs Türk kesiminin, Türkiye’nin ve Doğu Akdeniz’in geleceği açısından çok önemli. Teyakkuzda olmalıyız…
Fırat’ın doğusunun terörist PKK-PYD/YPG (kısaca YPG) unsurlarından temizlenmesi gerektiğini uzun bir süredir bu platformdaki yazılarımızda dile getirmiştik. Böyle bir temizliğin gerektiğini başta iktidar olmak üzere, HDP hariç siyasi partilerimiz de dile getiriyordu. Gerçi ana muhalefet Y-CHP’nin kafa karışıklığı sürüyordu. YPG gibi PKK’ya göbekten bağlı HDP ise, Fırat’ın doğusunda yapılması gereken temizliği karabasan gibi görüyor ve istemiyordu. İşgalci güç ABD’nin oyalama diplomasisiyle Türkiye aylarca engelleniyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan neredeyse bir yıldır, “Bir gece ansızın gelebiliriz” demeyi sürdürüyor, ama o gece bir türlü gelemiyordu. Yitirilen zaman Türkiye için kayıp oluyor, ABD teröristleri güçlendiriyordu.
ABD, özel müttefiki YPG’ye ağır silahları içeren 30 bin TIR yükü askerî malzeme vermiş, Türkiye’ye karşı sınırda tünellerle dolu mevziler oluşturulmuş ve tahkimat yapılmıştı. Türkiye Fırat’ın doğusunda 30-35 km (ortalama 32 km) derinlikte ve Irak sınırına kadar uzanacak 444 km uzunlukta Güvenli Bölge oluşturma projesinde kararlı olmakla birlikte, NATO müttefiki ABD’nin vesayetinden kurtulamıyor ve ekonomik yaptırım tehditlerine karşı Türkiye’deki ABD üslerini kapatma kartını öne süremiyor, oyalanma süreci uzuyordu. Milli Savunma Bakanı Akar ve ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey, günlerce havanda su dövdüler. Son olarak ABD askerleriyle karada ve havada göstermelik sözde ortak devriye kandırmacası bile yapıldı.
Türkiye’nin 444 km uzunlukta ortalama 32 km derinlikte Güvenli Bölge projesi alanı (haritada çizgili mavi alan) YPG’den temizlendikten sonra, Türkiye’ye iltica etmiş Suriyeli mültecilerin bir kısmının iskân edileceği kuşak olarak kullanılacaktır.
ABD, Türkiye’nin beka sorunu için gerek duyduğu Güvenli Bölge’yi, YPG’yi koruyacak bir kuşağa dönüştürme çabasındaydı. Türkiye hedefini Güvenli Bölge olarak açıklamıştı, ama söz konusu bölgeden YPG’yi temizlemek, ABD’nin hedefi Kürt garnizon devletini engellemek adına yeterli sayılamazdı. Güvenli Bölge birinci hedef olsa bile, ana hedef elbette terör devletini engellemek olduğundan, hedefin genişletilmesi ileriki aşamalarda kaçınılmazdı. Yoksa YPG güçleri geri ve içerilere çekilerek, ABD’nin desteğinde varlığını sürdürebilecektir. Bu da Türkiye’nin karşısındaki tehdidin gelecekte süreceği anlamına gelir. Türkiye bekasıyla ilgi bu sorun karşısında oyalama sürecini keserek harekât kararını veriyordu.
Harekât öncesi ABD Başkanı Trump, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a içeriği tam açıklanmayan telefon konuşmasında bazı kırmızı çizgiler koyarak, karşı çıkmayacaklarını ve karışmayacaklarını söylemişti. Yalnız bölgedeki DEAŞ militanları sorununu masaya sürmekten, Türkiye’ye yüklemekten geri kalmamıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan harekâtın başlamasından önce Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Putin’i de telefonla arayarak bilgilendirmişti. Birleşmiş Milletler kurallarına göre Suriye’deki yasal yabancı güç olan Rusya, Türkiye’nin harekâtına yeşil ışık yakmış görünmekle birlikte, Rus Dışişleri Bakanı Lavrov, “Suriye’nin kuzeyindeki tüm sorunların diyalog yoluyla çözülmesi” gerektiğini söylüyordu.
Türkiye, Suriye rejimiyle diyalog kurmadığından, Suriye’yi ve rejimi korumak adına bulunan Rusya ile harekâta ilişkin görüşmesi uluslararası hukuk açısından gerekliydi. Üstelik Rusya, Türkiye’nin Astana sürecindeki ortağıydı. Suriye’de işgalci güç ABD ile yanlış diplomasi zikzakları yapılırken, Rusya ile diplomasi doğru olanıdır. Türkiye’nin yanısıra YPG’yi terörist tanımlayan Suriye rejiminin meşru hükümetiyle doğrudan diplomatik ilişki kurulabilirdi, bu iş bakanlar düzeyini aşmadan yapılabilirdi. Türkiye’nin önü pürüzsüz açılır, YPG’li teröristlerin rejime sığınma seçeneği ortadan kaldırılır, ABD’nin Kürt devleti projesini tam anlamıyla çökertilirdi. Operasyonun temel dayanağı sayılan Adana Mutabakatı açısından da bu ilişki gerekliydi.
ABD’nin kontrolündeki YPG’nin sahada olduğu Suriye’nin kuzeyi ve Fırat’ın doğusunun temizlenmesi, vazgeçilemez ulusal stratejimizdir. Bunun için Cumhurbaşkanı ve Başkomutan Erdoğan’ın Milli Savunma Bakanı Akar’a Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nden telefonla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin harekâta başlaması için verdiği direktif sonucu, 9 Ekim 2019 saat 16.00’da Türk jetleri havadan, obüsler karadan vurmaya başlıyordu. Altı saat süren bombardımanın ardından gece Mehmetçik bölgeye giriyordu. Özgür Suriye Ordusu (Suriye Milli Ordusu) yine ordumuzun komutasında, Mehmetçiğin yanındaydı. Türk Ordusu bir kez daha destan yazmaya adım atmış, Türk ulusu Mehmetçiğin arkasında tek yumruk olmuştu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD oyalamasını 9 Ekim saat 16.00’da verdiği harekâtı başlatma komutuyla sonlandırıyor, Türk Ordusu karadan ve havadan bombardımana başlıyordu.
Kendi kamuoyuna ve dünyaya çelişkili twitter mesajları atmakla ünlü ABD Başkanı Trump, daha ilk anda “Operasyon kötü bir fikir. ABD Türkiye’nin Suriye operasyonunu onaylamıyor” diyordu. Trump’ın karşı çıkışı bu kadarla kalmamış, harekâtın başlayacağı 9 Ekim günü Beyaz Saray’dan hakaret içeren küstah bir mektubu Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yollamıştı. Trump’ın küstah mektubu 16 Ekim’de Amerikan medyasında yer alınca, Türk kamuoyu konuyu öğreniyordu. Yazılı yanıtlanmayan mektup için Cumhurbaşkanlığı kaynakları, “Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından reddedilerek çöpe atıldı” diyorlardı. Adalet Bakanı Gül’ün açıklamasına göre iktidar, verilen net yanıtı Barış Pınarı Harekâtı olarak kabul etmişti.
Kremlin Sözcüsü Peskov, “Bu tip bir dil kullanımına devlet liderlerinin yazışmalarında pek rastlamazsınız. Hiç alışık olunmayan türden bir mektup” diyordu. Konu mektubun çöpe atılmasıyla geçiştirilecek boyutta değildi. 1964 yılında Kıbrıs’ta Rumlar, Türkleri katletmek için hücuma geçtiklerinde, Türkiye müdahale kararı almıştı. O zamanın ABD Başkanı Johnson, Başbakan İnönü’ye diplomatik dille hakaret içermeyen baskı amaçlı bir mektup yollamış, NATO’da Türkiye ve Yunanistan’ın karşı karşıya gelmesinin sakıncası üzerinde durmuş, ABD’ye danışmadan Türkiye’nin harekât yapamayacağını, Amerika’dan aldığı silahları kullanamayacağını yazmıştı. İnönü mektubu yanıtlayarak, “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır” yanıtını vermişti.
Trump küstah mektubunda, “Binlerce kişinin katledilmesinden sorumlu olmak istemiyorsan, ben de Türkiye ekonomisini mahvetmekten sorumlu olmak istemem” diye tehdidini yapıyor, Türkiye’nin başına ödül koyduğu ve kırmızı bültenle aradığı YPG elebaşısının mektubunu ekleyerek, onunla görüşülmesini öneriyor, “Eğer iyi şeyler olmazsa seni sonsuza dek şeytan olarak göreceğim” diye hakaret ediyor, “Sert adam olma” diye uyarıyordu. Bırakınız diplomatik kuralları hiçbir etik kurala uymayan mektup, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kişisel hakaretle kalmıyor, Sayın Erdoğan anayasa gereği Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milleti’ni temsil ettiğinden, Cumhuriyetimize ve Türk Milleti’ne hakaret etmiş oluyordu. Bu hakaret yasal olarak yanıtsız bırakılamamalıydı.
Küstah mektubu ve Trump, çöpe atılan mektup yanıtsız kalmamalıydı.
120 km’lik sınır alanında Tel Abyad ve Resulayn temizleniyordu. Operasyonun başlamasıyla Türkiye’ye karşı atağa geçenlerin başında ABD vardı, onu İsrail, İngiltere, Fransa, Almanya, Mısır’ın ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap Birliği ve diğerleri ile Astana ortağımız İran’da bir grup, Erbil’in postal yalayıcısı Barzani, oturduğu koltuğu Türkiye’ye borçlu olan KKTC’nin Türkiye ve Türk karşıtı Cumhurbaşkanı Akıncı izliyordu. Akıncı’nın “1974’de biz adına Barış Harekâtı desek de savaştı ve akan kandı. Şimdi Barış Pınarı desek de akan su değil kandır” demesi esef vericidir. Rum yandaşı Akıncı Kanlı Noel’de, Erenköy’de ve Kıbrıs’ın diğer yerlerinde akıtılan Türk kanlarını herhalde su varsayıyor. Böyle bir kişi artık o koltukta oturamamalı.
Bu arada Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Barış Pınarı Harekâtı’nı durdurma çağrısı içeren ortak açıklamasını veto ederek engelliyordu. NATO da rahatsızlık duyuyor, ama daha temkinli davranıyordu. Harekâtın dördüncü gününde Suriye’nin doğusuyla batısını birbirine bağlayan, teröristlerin ikmal yolu M4 Türk askeri tarafından kesilmişti. İsrail, YPG’ye silah desteği vereceklerini açıklarken, Şansölye Merkel Türkiye’nin askerî operasyonu derhal durdurmasını istiyor, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin Türkiye’ye silah satmayacağı açıklanıyordu. Geçmişe takılı bu ülkeler Türkiye’nin kendi milli ve yerli silahlarıyla operasyonu yaptığını göremiyorlardı. Üstelik emperyalist Batı’ya karşı yeni dünya kurulurken, Türkiye yeni yerini seçmişti.
Barış Pınarı Harekâtı birinci haftasında başarılı biçimde ilerlerken, Atlantik yakası ve Batı telaş içindeydi. Avrupa Birliği, Operasyonun durdurulması çağrısında bulunurken, Brüksel’deki sözcüleri Türkiye’yi işgalcilikle suçluyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Operasyonun işgal olarak nitelendirilmesi durumunda 3,6 milyon mültecinin Avrupa’ya gidebilmesi için kapıları açarız” yanıtını veriyordu. ABD Kongresi’nde Türkiye karşıtı hava güçleniyor, Trump yaptırım kartını öne sürerek, “ateşkes” istiyor, gelişmelerin görüşülmesi için Başkan Yardımcısı Pence ve Dışişleri Bakanı Pompeo’yu heyetleri ile birlikte Ankara’ya gönderiyordu. Erdoğan ve Pence görüşmesi sonucu 17 Ekim 2019 tarihli 13 maddelik mutabakat metni ortaya çıktı ve harekât durduruldu.
Barış Pınarı Harekâtı başarılı şekilde ilerliyor, Tel Abyad ve Resulayn temizleniyor, teröristlere ikmal için kullanılan M4 karayolu Mehmetçik tarafından kesiliyordu. Teröristlerden yana çıkan ABD ve Avrupa Türkiye’den harekâtı durdurmasını istiyordu.
Türk-Amerikan mutabakat metninde; ABD’nin Türkiye’nin kaygılarını anladığından, ortak çıkarlar temelinde eşgüdüm gerektiğinden, NATO ilişkisinden, DEAŞ ile mücadeleden, harekâtın sadece terör unsurlarına yönelik olacağından, sivillerin ve sivil alt yapının zarar görmemesi için azami dikkat gösterileceğinden, Suriye’nin toprak bütünlüğünden ve Birleşmiş Milletler siyasi sürecine bağlı kalınacağından söz edildikten sonra, YPG’nin ağır silahlarının toplanarak, mevzi ve tahkimatlarının tahrip edilerek Güvenli Bölge’nin kurulmasında mutabık kalındığı vurgulanıyordu. Güvenli Bölge’nin Türkiye’nin kontrolünde olacağı, ancak uygulanmasında eşgüdümden söz ediliyordu. Mutabakatın 11’inci maddesiyle harekâta 120 saatlik ara verilmişti:
“11. Türk tarafı Barış Pınarı Harekâtı’na, Güvenli Bölge’den YPG’nin 120 saat içinde çekilmelerini teminen ara verecektir. Barış Pınarı Harekâtı bu geri çekilmenin tamamlanmasına müteakip durdurulacaktır”.
Bu maddenin ardından harekâta ara verildiğinde ABD tarafından yeni yaptırımlar getirilmemesi, konulan yaptırımların kaldırılması hükmü vardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Güvenli Bölge’nin teröristlerden arındırılması için 120 saatte mutabık kaldık. Çekilmezlerse harekâta kaldığı yerden devam edeceğiz” diyordu. Her iki taraf birlikte çalışmayı taahhüt etmişti. Ancak, ABD ile yapılan mutabakatın yanlış olduğu ortaya çıkacaktı. 120 saat ara başlarken Erdoğan, 22 Ekim’de Rusya’da Putin ile bu konuları görüşeceklerini açıklıyor, “Harekât bölgemizin bir kısmında malûm Rusya’nın koruması altındaki rejim güçleri bulunuyor. Bu meseleye bir hal çaresi bulmamız lâzım. Olmazsa kendi planlarımızı uygulamaya devam ederiz” diyordu.
YPG’yi koruyamama çaresizliğine düşen Trump, Yardımcısı Pence başkanlığında bir heyeti Ankara’ya yolluyor, YPG’nin bölgeyi terk etmesi için harekâta 120 saat ara veriliyordu.
ABD, silahlı gücü ve müttefiki kabul ettiği YPG’yi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önünden çekip kurtarma fırsatı yakalamış olsa da planları bozulduğundan hezimete uğramıştı. Tüm çabalarına rağmen Türkiye’nin karşısında tutunacak bir terör ordusu oluşturamamış, Irak’ın kuzeyi ile Suriye’nin kuzeyini Kürt koridoruyla birleştirme stratejisi sonuç vermemişti. 120 saatlik bekleyişin son gününde Cumhurbaşkanı Erdoğan Soçi’de Putin ile buluşuyordu. ABD-Rusya rekabetinde, Rusya diplomasiyle öne geçme fırsatı yakalamıştı. Her iki süper gücün elbette Suriye üzerinde çıkarlarına dayalı gizli planları vardı, ama Rusya ABD’ye kıyasla bu sahnede kazanan taraftı. Soçi’de yeni bir perde açılıyordu. Barış Pınarı ile bölgede dengeler değişiyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Putin heyetleriyle birlikte, 22 Ekim’de Soçi’de yaklaşık altı saat süren uzun bir görüşme yaptılar. Aynı gün saat 22.00’de ABD’ye verilen 120 saatlik süre doluyordu. Rusya ile 23 Ekim saat 12.00’de başlayacak 150 saatlik yeni bir sürede YPG’li teröristlerin Güvenli Bölge’den çekilmeleri için mutabakata varılıyordu. Rusya ile imzalanan mutabakat metni, Erdoğan-Putin ikilisinin basın açıklamasının ardından Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov tarafından Rusça, Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu tarafından Türkçe okunarak dünya kamuoyuna açıklandı. 10 maddeden oluşan mutabakatla anahattı aşağıda özetlenen anlaşma sağlanmıştı:
Suriye’nin toprak bütünlüğü ve Türkiye’nin milli güvenliğinin korunması teyit edilmiş, terörizmle mücadele etme, ayrılıkçı gündemleri boşa çıkarma amaçlanmıştı. Tel Abyad ve Resulayn’ı (Ras Al Ayn) içine alan 32 km derinliğinde statükonun korunması kararlaştırılmıştı. Türkiye-Suriye arasındaki Adana mutabakatının uygulanmasının kolaylaştırılmasını Rusya üstlenmişti. 23 Ekim öğlen 12.00’den itibaren Rus askeri polisi ile Suriye sınır muhafızları, Barış Pınarı harekât alanı dışında ve sınırın Suriye tarafında, YPG unsurlarının ve silahlarının sınırın 30 km dışına çıkartılmasını 150 saat içinde sağlayacaklardı. Sonrasında harekât alanı sınırlarının batısında ve doğusunda 10 km derinlikte, Kamışlı kenti dışında Türk-Rus ortak devriyesi başlayacaktı.
Fırat’ın batısında kalan Münbiç ve Tel Rıfat’tan da tüm YPG unsurları silahlarıyla birlikte çıkarılacaktı. Ayrıca her iki taraf terörist unsurların sızmalarının önlenmesini temin için gerekli tedbiri alacaktı. ABD ile yapılan mutabakatta hiç değinilmeyen, ama Türkiye’nin önemli bir amacı olan mültecilerin güvenli ve gönüllü şekilde temizlenen bölgeye geri dönüşlerini kolaylaştırmak için ortak çalışma yapılması kabul olunmuştu. Mutabakatın uygulanmasını gözetmek ve koordine etmek amacıyla ortak denetim ve doğrulama mekanizması oluşturulacaktı. Mutabakatın son hükmü, Suriye anlaşmazlığına çözüm bulmak için Astana sürecinin sürdürüleceğini ve Anayasa Komitesi’nin faaliyetlerinin destekleneceğini içeriyordu.
Güvenilmez ABD mutabakatının sonuç vermeyeceği bilindiğinden, Türkiye Rusya ile mutabakat sağlamaya yöneldi. Erdoğan-Putin görüşmesi doğru ve gerekli olanıydı.
Rusya’nın uygulanmasını kolaylaştıracağı Adana mutabakatına gelince, ilk şekliyle 1998’de imzalanan beş maddelik bir anlaşmaydı. Burada PKK kamplarının, üyelerinin ve elebaşısı Öcalan’ın faaliyetlerinin engellenmesine ilişkin maddeler yer alıyordu. 21 Aralık 2010 tarihinde Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması’na dönüştürülerek kapsamı genişletildi. PKK/KONTRA-GEL terör örgütü ve diğer terör örgütlerine karşı ortak mücadele tabanında yeni hükümler eklendi. Üç yıl yürürlükte kalması öngörülen 23 maddelik anlaşma, amaç ve kapsamıyla tarafların hiçbir terör örgütünü topraklarının kullanmasına izin vermeyeceğini hükme bağlıyordu. Üç yıl dolmadan halen 8 yıldır yaşanan Suriye iç savaşı 2011’de başladı.
Bu anlaşmaya karşın savaş sürecinde, PKK/YPG 2012’de Suriye’de ilk toprak kazanımını rejimin devri sayesinde elde etti. Böylelikle Afrin’de yuvalandı, Haseke’yi rejimle birlikte yönetti. Kamışlı da yine rejimin yanında yer aldı. Bu arada petrol kuyularının ve enerji barajlarının işletilmesinde rejimle birlikte çalıştı. Adana Mutabakatı’nın ya da Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması’nın uygulamasının kolaylaştırılması, öncelikle bu anlaşmanın günün koşullarına göre yenilenmesiyle olanaklıdır. Gerek yenileme ve gerekse uygulama, Türkiye ile Suriye arasında diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılmasını gerektirir. YPG’nin Suriye Ordusu saflarına katılma ve rejimle işbirliğinin gerçekleşmesi ise bu anlaşmayı çökertir.
Rusya ile sağlanan mutabakat Türkiye, Rusya ve Suriye için kazanımlar içeren tutarlı bir diplomatik başarının ürünü oluyor, bazı yorumcuların dediği gibi, ABD mutabakatını tamamlayıp onun üzerine oturmuyor, aksine ABD mutabakatını çöpe atıyordu. ABD’nin tepkisini ve değerlendirmesini Jeffrey dile getiriyor, “Kürtleri bu bölgeden çıkarmayı başarmaları mümkün değil” diyerek, Rusya’nın YPG’yi bölgeden çıkartamayacağını iddia ediyordu. Oysa asıl başarısızlığı gösteren iki yüzlü ABD olmuş, 120 saatlik ilk aranın sonunda Pompeo yazılı olarak YPG’nin bölgeden çekildiğini Çavuşoğlu’na bildirmişti, ama bölgeden çekilmemişlerdi. Çekilmenin tam olarak yapılmadığını Cumhurbaşkanı Erdoğan, Soçi görüşmesi sonrası Rusya’da açıkladı.
Güvenlik kaynakları 22 Ekim günü teröristlerin 120 km’lik bölgeden çekilmelerinin sürdüğünü, ancak 444 kilometre uzunluğunda ve 30 km derinliğindeki alanda 10-15 bin teröristin bulunduğunu, ABD’nin TIR’larla gönderdiği silah ve teçhizatın ise 35 bin kişilik güce yetecek büyüklükte olduğunu söylüyorlardı. Bölgeden çekilen YPG unsurları Amerikan askerleri tarafından Rakka’ya yönlendirilmişti. Trump bir kez daha Amerikan askerlerinin de Suriye’den çekileceğini belirtiyor, “Suriye’de petrolü koruma altına aldık, askerlerimizi eve getiriyoruz” diyordu. 22 Ekim öncesi Suriye’den çıkan Amerikalı askerler Irak’a geçiyordu. 120 saatlik süre içinde YPG’li teröristler 42 taciz ateşi açmışlardı ki, bu bölgede gizlenerek kalma niyetinin göstergesiydi.
Millî Savunma Bakanlığı’ndan yapılan resmî açıklamaya göre;120 saatlik süre sonu itibariyle 160 yerleşim yeri, 2200 kilometre karelik alan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kontrolüne girmiş, 775 terörist etkisiz hale getirilmiş, 7 Mehmetçik ve 84 Suriye Milli Ordusu mensubu şehit olmuştu. 136 aracın bölgeden çıkış yaptığı da açıklamada yer alıyordu. YPG’nin önemli bir bölümünün çıkış yapmadığı ortadaydı. 15 bine yakın teröristin silahları bir yana kendilerinin bile 136 araçla çıkarılması olanaklı değildi. Amerika bilerek ve isteyerek bölgede terörist gizlenmesine aracılık ediyor, Rusya’nın da başarmasını engellemeye çabalıyordu. Gizlenen teröristler 150 saatlik ikinci süre başladıktan sonra bölgede dört Mehmetçiği daha şehit ettiler.
Rusya, YPG’li teröristlere bölgeden çekilmeleri koşulunda Suriye rejimiyle aralarını bulma sözü vermişti. Rus askeri polisinin yönlendirmesiyle teröristlerin Kamışlı’nın güneyindeki Haseke’ye gittikleri söyleniyordu. 150 saatlik süre 29 Ekim saat 18.00’de dolmadan, Rusya Savunma Bakanı Şoygu, “Güvenlik Koridoru oluşturulacak bölgeden silahlı güçlerin çıkarılması planlanandan önce tamamlandı. Bu bölgeye Suriye sınır muhafızları ve Rus askeri polisi girdi” açıklamasını yaptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda, “Rusya terör örgütlerinin buradan tamamıyla çıkarıldığı bilgisini yetkili mercilerimize vermiş bulunuyor” diyordu. Daha sonra Millî Savunma Bakanlığı beş maddelik bir açıklama yaptı.
Millî Savunma Bakanlığı’nın açıklamasında; Soçi Mutabakatı kapsamında Türkiye’nin gerekli hassasiyeti gösterdiği, 150 saatlik süre sonunda Rusya tarafından YPG’nin ağır silahlarıyla birlikte Türkiye-Suriye sınırından 30 km dışına, ayrıca Münbiç ve Tel Rıfat’ın da dışına çıkarıldıklarının bildirildiği, Türk-Rus ortak devriyelerine başlanacağı, mayın ve el yapımı patlayıcı temizlik faaliyetleriyle keşif uçuşlarına başlandığı vurgulanıyordu. Türkiye’nin sınırlarının güneyinde terör koridoru oluşumuna izin vermeyeceği, DEAŞ ve PKK/YPG başta olmak üzere terör örgütleriyle mücadelenin sürdürüleceği, barış koridoru oluşturmak suretiyle yerlerinden edilmiş Suriyelilerin gönüllü ve güvenli şekilde geri dönüşlerinin sağlanacağına yer verilmişti.
Rusya Savunma Bakanlığı’nın Suriye’deki Tarafları Uzlaştırma Merkezi Direktörü Borenkov, “Rus tarafı 22 Ekim 2019 tarihli Türkiye-Rusya Mutabakatı’nda öngörülen önlemleri tamamen uygulamıştır. 29 Ekim saat 18.00 itibariyle 34 bin kişiden oluşan 68 YPG Birliği ile üç binden fazla silah ve askeri teçhizat Türk Silahlı Kuvvetler ile temas hattından 30 km uzağa çekilmiştir” açıklamasını yaptı. Borenkov, Suriye rejimine ait güçlerin sınırda 84 karakol kurduğunu, bunlardan 60’ının Kamışlı kentinde 24’ünün ise Ayn el-Arap (YPG’nin üssü Kobani) kentinde bulunduğunu söyledi. Harekât alanının batısında ve doğusunda, Kamışlı kenti hariç 10 km derinlikte yapılacak ortak devriyeler sahadaki durumun açıklamalara ne denli uyduğunu gösterecekti.
Borenkov’un açıklamasında önemli olan bir husus, 34 bin YPG’li teröristin Türkiye’nin Güvenli Bölge alanından çekilmiş olduğuydu. Bu ABD’nin teröristlerin çekildiğine ilişkin Pompeo imzasıyla verdiği yazılı metnin yalan ifade olduğunu gösteriyordu. Zaten ABD’nin bölgeye yaptığı yığınağın 35 bin kişilik silahlı güce yetecek büyüklükte olduğu biliniyordu. Demek ki ABD bölgeden 1000 kadar terörist çekerek, 34 bin teröristi uyuyan hücre olarak gizlemek istemiş. 30 Ekim günü Milli Savunma Bakanı Akar, beraberinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Güler ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Dündar olmak üzere sınırın sıfır noktasında askeri birlikleri denetleyip askerlere, “Burada bir şey bitmiş değil her an her şey olabilir” diye sesleniyordu.
1 Kasım’da ilk Türk-Rus devriyesi harekât alanının doğusunda, Resulayn’ın 40 km doğusu ile Kamışlı’nın 30 km batısında kalan bölgede bir insansız hava aracı da kullanılarak, sekiz zırhlı aracın katılımıyla yapıldı. Bu devriyede 400’den fazla mayın ve el yapımı patlayıcı madde ile bomba yüklü bir aracın tahrip edildiği, Tel Abyad’ta Türkiye’ye yönlendirilmiş 75 roketin saptandığı açıklandı. Sivil halk arasına karışmış olan teröristlerin ise terör faaliyetleri ne yazık ki sürüyor. ABD’nin desteğiyle aşırı silahlandırılmış ve eğitilmiş teröristleri temizlenmesi zaman alacaktır. Bundan sonraki devriyenin harekât alanının batısında Ayn el-Arab bölgesine yapılacağı açıklandı. Oralarda ağır ve daha fazla silah bulunması şaşırtıcı olmayacaktır.
Soçi Mutabakatı sonrası Güvenli Bölge’deki son durum.
Türkiye, ülke güvenliği için Güvenlik Koridoru’nu teröristlerden temizlemek isterken, gelecekte bu kuşağın tekrar teröristlerce kullanılamaması ve ülke içinde sorun oluşturan Suriyeli mültecilerin bir bölümünün burada iskân edilmesini planlamıştır. Pek tabii, Irak’ın kuzeyi ile Suriye’nin kuzeyini birleştirecek Kürt ya da Amerikan koridorunu engellemek ilk stratejik hedefti. Türkiye’nin bekası için ana hedefi ise, Atlantik yakası ve Batı’nın desteğiyle ABD-İsrail ikilisinin daha sonra Büyük İsrail’e dönüştürmek için kurmayı amaçladıkları Bağımsız Kürdistan projesinin önlenmesidir. Ralph Peters’in lanetli haritasında sınırları çizilen Bağımsız Kürdistan için Türkiye’den de toprak koparılmak istenmektedir. Türkiye bu projeye çomak sokmuştur.
Osmanlı’ya Sevr Antlaşması ile dayatılan Kürdistan, 21’inci yüzyılın başında Türkiye’nin karşısına Büyük Ortadoğu Projesi ile çıkarıldı. Bu lanetli proje için eşbaşkanlığına soyunanlar zamanında gerçeği göremiyor, ABD’yi demokrasi havârîsi varsayarak, vesayetinden medet umuyorlardı. ABD’li yöneticiler havârî değildi, Büyük İsrail sevdalısı evanjelistlerdi. Türkiye’de gözler ABD destekli 15 Temmuz FETÖ darbesiyle açılıyordu. ABD, 20’nci yüzyılın başında İngiliz ve Fransız işbirliğiyle ve düz çizgilerle çizilmiş Sykes-Picot sınırlarını Ralph Peters’in haritasıyla değiştirmek için ataktaydı. Eğer, Ortadoğu’da Sykes-Picot sınırları değiştirilecekse, bunun Ralph Peters haritasına göre değil, Türkün Mîsâkı Millî’sine göre olması gerekir.
ABD, İsrail ve Batı cephesi ile Türk düşmanlarının koruması altında olan PKK/YPG terörü, ne kadar ezilirse ezilsin kolay bitmeyecektir. Elbette bitirinceye kadar mücadele sürdürülecektir. Bugün Amerikalıların Rakka ve Deyrizor, Rusların Haseke çevresinde, topladıkları teröristler tehlike oluşturmaya devam ediyor. Güvenli Bölge sınırlarının 30 km dışına çıkarılarak terör kuşağının haritada yer değiştirmiş olması tehdidin bittiği anlamına gelmez. Bu ağır silahlı teröristler Türkiye’yi rahatsız etmeye devam edecektir. Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Gerekirse 30 km’nin altına ineriz” demektedir ve bunun gerekeceği de görülüyor. Ancak, daha aşağılarda yapılacak harekâtların Suriye rejimiyle diyalog ve işbirliği içinde gerçekleştirilmesi gerekir.
Türkiye-Rusya işbirliği sonucu Güvenli Bölge’nin ABD’nin müttefiki terörist YPG’den temizlenmesi, ABD için hezimettir. ABD, şimdi İngilizlerden miras devraldığı Anglosakson oyunlarıyla Türkiye’ye hücum ediyor. Avrupa’daki hava da buna uygun. Emperyalist Batı topyekûn Kürt teröristleri mazlum ve özgürlük savaşçısı, Türkiye’yi Kürt düşmanı ve işgalci görmeye, göstermeye çalışıyor. Böyle bir ortamda zaten diplomatik yalnızlık içinde olan Türkiye, ABD Temsilciler Meclisi’nce köşeye sıkıştırılmak istenmiştir. Kasıtlı olarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı günü, ABD Temsilciler Meclisi’nde ezici çoğunlukla kabul edilen Ermeni Soykırımı ve Yaptırım tasarıları bunun sonucudur. ABD Türkiye’nin sahte müttefiki, gerçek düşmanıdır.
Türkiye’ye karşı düşmanlığın ürünü olarak Temsilciler Meclisi’nden geçirdikleri her iki tasarının ABD Senatosu tarafından kabul edilmesi ve Trump tarafından imzalanması sürpriz olmayacaktır. Bu sayede bir yandan dünyada “Dün Ermenileri katledenler bugün Kürtleri katlediyor” algısı oluşturmaya çalışıyorlar, diğer yandan da Türkiye’yi ekonomik çökertme ile dize getirmeye çabalıyorlar. Oysa Trump daha dün diyebileceğimiz 120 saatlik aranın ardından yaptırımları kaldırdığını açıklamıştı. Ancak, ABD her zaman için iki yüzlü ve güvenilmez bir devlet. Yaptırımlarına misliyle karşılık verilmeli, her iki tasarı yasalaşınca ilk yanıt TBMM kararıyla, başta İncirlik ve Kürecik olmak üzere Türkiye’deki, ABD askeri üslerinin kapatılması olmalıdır.
ABD Suriye’nin kuzeyinde PKK/YPG garnizon devletçiği yani Suriye Demokratik Kürt Devleti kurma planını gerçekleştirme olanağını yitirdi, ama bundan vazgeçmiş değil, haritada yer değişimini kabul etmek zorunda kaldı. Çünkü bu silahlı gücü İran ve Türkiye’ye karşı kullanmayı planlıyor. Başarabilirse Rakka ve Haseke’yi içine alacak, her ne kadar çöl coğrafyasında kalsa da petrol bölgesi Deyrizor merkezi olacak garnizon devleti peşinde koşuyor. ABD’nin sözde Suriye petrolünü koruma isteğinin arkasındaki neden bu. 20 Ekim’de yaklaşık 170 araç ve 17 zırhlı araçla, helikopterler eşliğinde Deyrizor’a askerî sevkiyat yaptığı biliniyor. Suriye rejiminin kullanmasını engellediği petrolü terörist Kürt garnizon devletçiği adına koruyor.
Suriye, Ortadoğu’nun bir petrol ülkesi sayılamaz, çünkü ispatlanmış rezervi 2018 yıl sonu itibariyle 2,5 milyon varil (0,3 milyon ton) olup, Ortadoğu rezervinin binde üçü kadardır. 2010 yılında 18,5 milyon ton ham petrol üretimi olan Suriye’de bu üretim iç savaşla sürekli azalarak 2018 yılında 1,1 milyon ton düzeyine düşmüştür. Suriye’nin ispatlanmış doğalgaz rezervi 300 bcm (milyar metreküp) olup, Ortadoğu rezervinin yine binde üçü oranındadır. 2010 yılında 8,4 milyon metreküp doğalgaz üretilmişken, sürekli düşüşle 2018 yılında 3,6 milyon metreküpe düşmüştür. 2010 yılında petrol ve doğalgaz Suriye ihracatının yüzde 35’ini oluşturuyor, devlet gelirinin yüzde 20’sini sağlıyordu. Yine de Suriye ve hayal edilen garnizon devletçiği için önemli sayılacak bir kaynak.
Suriye’de rejimin kontrol alanı dışında kalan petrol ve doğalgaz yatakları; Deyrizor ve doğusunda Haseke çevresinde, Kamışlı ve güneyinde bulunuyor. 2020 yılı bütçesinde YPG’ye 550 milyon dolar ayıran ABD, bu parayı Suriye petrolüyle elde etme çabasında. Rusya Savunma Bakanlığı Sözcüsü Konaşenkov, Amerika’nın Suriye’den çıkarılan petrolü diğer ülkelere kaçak yoldan sattığını açıkladı. Dünya ham petrol fiyatları Brent petrolünde 60 US Dolar/varil, Batı Teksas petrolü için 56 US Dolar/varil düzeyinin üstünde iken, ABD’nin çalıp sattığı petrolün fiyatı, Konaşenkov’un açıklamasına göre 38 US Dolar/varil. Her ne kadar Suriye petrolü fazla kükürtlü ve kalitesiz olsa da fiyatının düşüklüğünün asıl nedeni hırsızlık malı olması.
Suriye’nin petrol alanlarına çöken Amerika, kaçak petrol ticaretiyle YPG’yi finanse ediyor.
Önce Suriye’den çekileceği yalanını söyleyen, bir birliğini Irak’a geçiren ve petrol bölgesi Deyrizor’a çöküp askeri birlik gönderen ABD, Türk-Rus ortak devriyesi başlarken tekrar Suriye’ye dönüyordu. Barış Pınarı Harekâtı ile birlikte Suriye’nin kuzeyinde YPG işgalindeki bölgelerde boşalttığı üslere geri dönüş sürüyor. Rakka’nın batısındaki üssünü boşaltmışken, çekilen teröristleri yolladığı Rakka’ya zırhlı araç ve askeri personel sevk ederek Cezre üssüne yeniden oluşturuyor. Daha önce de Ayn el-Arab’ın (Kobani’nin) güneyinde ve Türkiye sınırından 30 km uzaktaki Sırrin beldesinde yer alan ve kullanılmasın diye bombaladığı eski üssüne de dönüş yapmıştı. Irak’a geçen askerinin geri dönüş yaptıkları da belirtiliyor.
ABD’nin lanetli Suriye haritası, Suriye’yi eyaletlere ve Kürt kantonlarına bölmeyi hedefliyordu. Türkiye’nin güneyinde Akdeniz’den Irak sınırına kadar uzanacak Kürt koridoru üzerinde sırasıyla Afrin Kantonu, Şahba Kantonu, Kobani Kantonu ve Cezire Kantonu oluşturmaya çalıştılar. Türkiye’nin Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtları sıraladığımız bu kantonların yerleşeceği alanları temizlemiş bulunuyor. ABD ve YPG işbirlikçileri için büyük bir kayıp. Ancak, bunların dışında Rakka Kantonu ve Haseke merkez olmak üzere Şeddadi kantonu tasarlanmıştı. Şimdi yenilenen planları Rakka Kantonu, Şeddadi Kantonu ve Deyrizor bölgesini kapsayan Kürt garnizon devletini kurabilmek. Olabilirse bağımsız, olamazsa federasyon içinde.
ABD, Suriye’yi eyaletler ve kantonlarla böyle parçalamayı hayal ediyordu.
Bu oyunun bozulması için Astana sürecinin sürdürülmesi de yeterli olmayıp, ayrıca Suriye-Türkiye ve Irak bölgesel güvenlik işbirliğini gerektirmektedir. ABD Kürt devletine ekonomik güç katmak için Suriye petrolü üzerine çöktü. Deyrizor’a asker yollamakla yetinmedi, Haseke ve Kamışlı yakınındaki Rimelan petrol bölgelerinde de devriye faaliyeti başlattı. Kürtlerin çoğunlukta olduğu ve Soçi mutabakatının kapsamı dışında bırakılan Kamışlı’dan 40 km uzaklıkta Irak sınırına yakın Rimelan’daki üssünü koruyor. Kamışlı-Rimelan bölgesi tasarlanan Cezire kantonu sınırları içinde kalıyordu. Bunu şimdi bir yolunu bulup Şeddadi kantonu ile birleştirmek isteyebilir. Bu nedenle Kamışlı ve Irak sınırına kadar uzanan bölge de kesinlikte temizlenmelidir.
Suriye’de yasal olarak bulunan Rusya ile işgalci güç Amerika, Suriye sınırları içinde birbirlerinin ayağına basmamaya özen gösteriyorlar. Bu tutumları, Suriye üzerinde ortak gizli planları olup olmadığı kuşkusunu doğurdu ve tartışılır oldu. Her ikisi de farklı ve hatta birbirine zıt amaçlarla Suriye coğrafyasında etken ve var olma çabasında. Bu istekleri doğrultusunda sırası gelince kendi çıkarları uygun kullanabilecekleri bir Kürt yapılanması için anlaşmış olabilirler mi? Suriye devletinden koparılmış bağımsız bir Kürt devleti olmasa bile, anayasa sürecine Birleşmiş Milletler’in müdahalesiyle Suriye federasyon çizgisine çekilerek, Irak’takine benzer bir federatif yapı oluşturma konusunda anlaşmaya varmış olmaları olasılığı yok değil.
Omurgasını ve ezici çoğunluğunu PKK/YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) başkomutanı denilen, Türkiye’nin kırmızı bültenle aradığı Mazlum Kobani (Mazlum Abdi, Ferhat Abdi Şahin, Şahin Cilo) diye tanınan teröristbaşı, PKK kurucusu mahkûm Öcalan’ın “manevi oğlum” dediği bir kişi. ABD bu teröristi “general” olarak lanse ediyor. Oysa ne eğitimi ve ne de askerlik kariyeri olan bu kişinin sadece teröristlik kariyeri var. ABD Temsilciler Meclisi, Amerika’ya davet ediyor, Trump Beyaz Saray’da ağırlamaya hazırlanıyor. Trump, gönderdiği küstah mektubuna bu teröristin mektubunu ekleme terbiyesizliğini bile gösterdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, Trump’dan bu teröristbaşını istiyor, ama FETÖ’yü vermeyen bunu verir mi?
Trump, Türkiye’nin kırmızı bültenle aradığı teröristbaşı Mazlum Kobani’yi kahraman general sıfatıyla Beyaz Saray’da ağırlamak istiyor.
Amerikan kamuoyuna özgürlük savaşçısı, DEAŞ’a karşı savaşan kahraman diye tanıtılan Mazlum Kobani aşkıyla Trump, “Seni yakın zamanda görmek için can atıyorum” diye davet tweeti yollarken, Moskova’da PKK/YPG bürosunu kollayan Rusya da bu teröristbaşıyla konuşuyor. 22 Ekim’de Soçi’de Erdoğan-Putin görüşmesi sürerken Rusya Savunma Bakanı Şoygu, yanında Rusya Genelkurmay Başkanı Gerasimov da olmak üzere Mazlum Kobani ile internet üzerinden canlı görüşme yapıyordu. Bu görüşmeye ilişkin haber daha sonra Rus televizyonunda yer alıyor, dünya kamuoyuna biz de YPG ile bağlantı içindeyiz mesajı veriliyordu. Teröristbaşının Rus bayrağı önünde oturduğu görüşmede ne konuşulduğu açıklanmadı.
Rusya YPG’nin 30 km güneye çekilmesini, Haseke yöresine ve diğer yerlere geçişini bu görüşmeyle mi sağladı acaba? Teröristbaşına ne vaat edildi? Mazlum Kobani’nin Amerika’ya güveni sarsılmışken, Rus bayrağının önünde oturması, Rusya himayesine sığınmasının ifadesi mi? Bu tür sorular çoğaltılabilir. Kaldı ki ne konuşulduğu, ne vaat edildiği de o kadar önemli değil. Süper devletler kendi çıkarlarını ön planda tutarak her zaman ikili oynayabilirler. Belli hedeflere ulaşmak için terör örgütlerini de kullanırlar. Bu nedenle süper güçlerle ilişkide teyakkuzu elden bırakmamak gerekiyor. ABD kadar Rusya da SDG(YPG) kartı olsun ister. Gönül arzu ederdi ki Rusya ve ABD ile 120 ve 150 saatlik aralar verilmeden Barış Pınarı Harekâtı tam sonuca ulaştırılsaydı.
22 Ekim’de Erdoğan-Putin görüşürken, Rusya Savunma Bakanı Şoygu ve Genelkurmay Başkanı Gerasimov internet üzerinden teröristbaşı Mazlum Kobani ile canlı bağlantıda konuşuyorlardı. Rus bayrağı önünde oturan Kobani, büyük bir olasılıkla Rusya’nın himayesini isterken, Şoygu karşılığında Türkiye’nin Güvenli Bölgesi’nden çıkmalarını istemiştir.
ABD’nin çekilmediği, Kürt garnizon devleti projesini rafa kaldırmadığı ortada iken, Suriye’de yeni anayasal düzen oluşturma çalışmalarının nasıl sonuçlanacağı da belirsizliğini korurken, Türkiye’nin Suriye’de uzun süre kalması ve yeni operasyonlar yapma zorunluluğuyla karşılaşması olası. 30 Ekim’de Cenevre’de yapılan Suriye Anayasa Komitesi Toplantısı’na Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve İran Dışişleri Bakanı Zarif ile birlikte katılan Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, “Şam yönetimi Rusya, Türkiye ve İran’ın bu ülkedeki askeri varlıklarını kabul ediyor” diyordu. Bu çok önemli bir açıklamaydı. Esad yönetiminin Türkiye’ye ılımlı bakışının, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve terörü temizlemek için orada olduğunu kabul edişinin ifadesiydi.
Ilımlı bakışın devamı Esad’ın 31 Ekim’de Suriye devlet televizyonuna verdiği röportajda geliyordu. Esad, bugüne dek söylediklerinin aksine “Komşu ülke olan Türkiye’den bir düşman yaratmak istemiyorum” diyordu. BBC’nin Türkçe haberine göre, “ABD askerlerinin çekildiği Kürtlerin kontrolündeki bölgelerde devlet otoritesinin yeniden kurulacağını” açıklıyor, Suriye Ordusu’nun ülkenin kuzeydoğusuna geri dönüşünü “bu doğrultuda atılan ilk adım olarak” tanımlıyor, “sahada oluşan yeni gerçekliğe saygı duyacağını” vurguluyordu. Bu demeçle Moskova’nın, Şam’ı doğru çizgiye çekmiş olduğu anlaşılıyor. Rusya’nın uygulanmasını kolaylaştıracağı Adana mutabakatının yenilenmesiyle, gereken Ankara-Şam diplomatik ilişkisi başlayacak görünüyor.
Barış Pınarı Harekâtı ile yaşadığımız baş döndürücü süreç, ABD ve Avrupa, kısacası topyekûn Batı dersek abartmış sayılmayız, NATO müttefiki ve AB üyesi ülkelerin dost olmadığını, ABD’nin ise Türkiye düşmanlığında başı çektiğini gösterdi. Terör mücadelesinde yardımcı olmayan NATO, Türkiye karşıtı çatlak seslere karşın Türkiye’ye karşı konum alamıyor, Genel Sekreteri “Türkiye’nin en çok teröre maruz kalan ülke” olduğu gerçeğini söylemekten öte geçemiyor. AB ise açıkça Türkiye’yi düşman görüyor ve dışlıyor. Türkiye’nin NATO ve AB ilişkileri onarılamayacak, güven tazeleyemeyecek biçimde sarsılmış durumda. Türkiye’nin yerinin dün olduğu gibi artık Batı değil, bundan sonra Avrasya ve Asya olduğu açık bir jeopolitik gerçek.
ABD’nin eğitip donattığı, “kara gücüm” diyerek desteklediği PKK/YPG terör örgütünden vazgeçmeyeceği, onu Türkiye’ye karşı koruyacağı, bölgedeki Sykes-Picot sınırlarını Ralph Peters’in lanetli haritasına göre değiştirmek üzere elinin altında kolay kullanılabilir ucuz güç olarak tutacağı görülüyor. Bu da Kürt teröristlerin zaten olmayan kişiliklerine uygun bir strateji. ABD’nin Irak’tan çıkmadığı gibi, Suriye’den de çıkmayacağı, gerek Irak ve gerekse Suriye’deki askeri varlığını ve üslerini İran’ı kuşatmak, Türkiye üzerindeki baskıyı sürdürmek, İsrail’in güvenliğini tahkim etmek, Bağımsız Kürdistan’ı kurmak, petrol ve doğalgaz kaynak ve güzergâhlarını denetlemek için koruyacağı anlaşılıyor. Ne yazık ki emperyalist ABD’nin Türkiye’nin iç ve dış politikası, sivil ve asker bürokrasisi, ekonomisi ve iş alemi üzerindeki etkisi sürüyor.
Türkiye’nin ilk yapması gereken Amerikan etkisinden ve vesayetinden kendini soyutlamaktır. Bu soyutlanış Türkün kendine gelişi, Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’in güç bulduğu özbenliğine dönüşü olacaktır. İşte o zaman atılması gereken adımlar birbiri ardınca kolayca atılabilecektir. Uydurma ithamlarla Ermeni katliamı yasası çıkaranlar, yaptırım ve silah ambargosu uygulamaya kalkanlar gereken yanıtı o zaman alacaklardır. Türkiye’ye karşı güç konumlandıranların, İncirlik ve İsrail’in koruyucu gözcülüğünü yapan Kürecik gibi üsleriyle birlikte NATO’ya bağlı diğer askeri üsleri o zaman kapatılacaktır. Türkiye’yi kapısında el avuç açan ülke olarak görmek isteyen AB de o zaman hak ettiği tokatı yiyecektir.
Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, Türkiye’nin ekonomisini düzlüğe çıkarabilecek potansiyeli vardır, her türlü silahı yerli ve milli olarak yapabilecek teknolojik birikime ve teknik eleman potansiyeline de sahiptir, kahraman Mehmetçik sayesinde başaramayacağı harekât ve kahredemeyeceği düşman yoktur. Atlantik yakası ve Batı Cephesi, Atatürk sonrasında Türkiye’yi adeta afyonlamış, atılımını sanayileşmesinden ileri ve nükleer teknolojiye sahip olmasına kadar, hatta açık denizlere çıkmasını mavi vatanını korumasını bile engellemiştir. Atlantik yakasının ve Batı cephesinin bugünkü karşıt tutumu, Türkiye’nin Amerikan vesayeti ve Batı tutsaklığı zincirini koparması için olumlu bir fırsattır. Ancak, doğru değerlendirilerek yapılması koşuluyla.
Türkiye, diplomasi alanında dikkatli ve teyakkuzda olmalı, kendisine karşı yapılan haksız uygulamalara, terör saldırılarına karşı yaptığı gibi misliyle karşılık vermelidir. Bu ulusal birlik ve ulusça dik duruş gerektirir. Böyle bir duruş adına Cumhurbaşkanı Erdoğan, 13 Kasım’da Trump’ın davetine gitmemelidir. Eğer Trump Erdoğan ile görüşmek istiyorsa, Türkiye’yi temsil eden Erdoğan’ın ayağına Ankara’ya gelmelidir. ABD Wilson prensiplerine uygun Sevr haritasıyla Türkiye’yi parçalama hayalinin peşinde koşuyor. Türkiye 1919’da Amerikan mandasına hayır deyip, Kurtuluş Savaşı vererek o haritayı yırtmıştı, ama İkinci Dünya Savaşı sonrası yanlış siyasetle ABD vesayetine sokulmuştu. Şimdi o vesayetin de yırtılıp atılma zamanı geldi.
Böyle bir görüşme yapılmamalı, Cumhurbaşkanı Erdoğan Trump’ın davetine gitmemelidir. Trump görüşmeyi çok istiyorsa, Ankara’ya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ayağına gelmelidir.
ABD’nin Suriye ve Ortadoğu planları Doğu Akdeniz’i de içermektedir. ABD ile birlikte AB de Doğu Akdeniz’de egemenlik oluşturma, Türkün mavi vatanını gasp etme çabası içinde bulunuyor. Doğu Akdeniz’in en büyük adası Kıbrıs hedeflerinde. Kıbrıs’ta Türk varlığını silmek için kullanıma hazır Mustafa Akıncı gibi işbirlikçileri de var. BM Genel Sekreteri Guterres oyunun orkestra şefi. Türkiye, Suriye’de ve Ortadoğu coğrafyasında olduğu gibi, Doğu Akdeniz’de ve Kıbrıs’ta hiçbir ödün veremez. Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vazgeçilemez üssümüzdür. Bu konuda federasyon görüşmelerine set çekilmeli, 25 Kasım’da Berlin’de yapılacak Akıncı-Anastasiadis ve Guterres üçlü görüşmesinin legal olarak tanınmayacağı açıklanarak, hak ettikleri tokat atılmalıdır.
“Ne mutlu Türküm diyene” derken içiniz titriyorsa, genelde yapılması gerekenler olarak özetle sıraladıklarımızı onaylarsınız. Yakın zamanda “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü dağdan taştan silmeye kalkanlar olmadı değil, ama o söz damarlarımızdaki asil kanın dolaştığı öz benliğimizdeki genlerimizde varlığını koruyor.