Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR
01 Mart 2003
27 Mayıs sonrası çalkantılardan ve koalisyonlardan bıkmış olarak, 10 Ekim 1965’de sandık başına giden Türk halkı, istikrarı seçer. Seçime altı siyasî parti ve bağımsız adaylar katılmış olup 9 milyon 307 bin 563 geçerli oy kullanılmış, Demirel’in başında olduğu Adalet Partisi (AP) 4 milyon 921 bin 235 oy ile oyların yüzde 52.87’sini almıştır. Ardından gelen CHP’nin oy oranı sadece yüzde 28.75’dir. Türk halkı kalkınmadan, Demokrat Parti’nin getirdiği serbestlikten ve refahtan yana tercihini yaparak, Demokrat Parti’nin devamı saydığı, Adnan Menderes’in elinden 27 Mayıs’ta düşürülen kalkınma bayrağını yerden alan Demirel’i seçmiş, iktidarı tek başına AP’ye bırakmıştır. 450 milletvekili olan TBMM’nde Adalet Partisi artık 239 milletvekili ile yer almaktadır. Demirel’in eline hünerle kullanacağı bir büyük kulp geçmiştir.
Ülke hizmetine su mühendisi olarak başlayan, yapıcı bir enerji bürokratı ve teknisyeni olarak hizmetlerini sürdüren, her şeyden önce kalkınmanın mimarlığını üstlenen, o gün için siyaset sahnesinde genç kuşağı temsil eden Demirel ile Türkiye, sonraki dönemlere özgü şapka alıp gitmeli iniş çıkışlara rağmen, bir büyük devlet adamı kazanacağını hissetmiş görünüyordu. Seçim sonucu Meclis 22 Ekim’de toplanır, Başbakan Suat Hayri Ürgüplü istifa eder. Aynı gün istifayı kabul eden Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Isparta Milletvekili Süleyman Demirel’i hükûmeti kurmakla görevlendirir ve Birinci Demirel Hükümeti’nin Bakanlar Kurulu listesini 27 Ekim 1965’de onaylar.
Demirel’in birinci kabinesinde, başbakan yardımcısı yoktu. 5’i devlet bakanı olmak üzere 24 bakan yer almıştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 30’uncu ve Demirel’in bu ilk hükümeti 1969 seçimlerine, tarih olarak 3 Kasım 1969’a kadar sürecek, zaman zaman yapılan değişikliklerle, 42 kişi Demirel’in bakanı olacaktır. Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı’na İbrahim Deriner getirilmişti. Bugün adı Deriner Barajı’na verilen, enerjinin duayenlerinden ve ülkemizin yetiştirdiği nadir enerji uzmanlarından olan rahmetli Deriner, TBMM dışından görevlendirilmiş tek bakandı.
Hükümet programı 3 Kasım 1965’de Meclis’de Demirel tarafından okunur. Programdan önemli gördüğümüz bazı alıntılar yapalım:
“Biz; bir intikal devrinin mübalağalı, tezatlı, kırıcı hadiselerinin bütün tesirleri ve neticeleriyle kapanmış olduğuna yürekten inanmaktayız.
İktisadî kalkınmamızın ancak hürriyet içinde gerçekleştirilebileceğine inanıyoruz.
Bizim refah devleti anlayışımız kendi gerçeklerimizden ve tarihi tecrübelerimizden mülhem bir düşünce ve metoda dayanmaktadır. Modern Türk Devletinin yolu, 19’uncu yüzyıl kapitalizminin Batı aleminde bile çoktan terkedilmiş metotlarından tamamen farklı olacaktır. Bu yol, aynı zamanda, dogmatik sosyalizm ve komünizmin, milletlere neye mal olduğu bugün daha iyi görülen ve girift meseleleri çözümde yetersizliği tecrübelerle sabit katı inanç ve sisteminden de farklıdır. Bu sebepledir ki, toplumun hürriyetlerini, refah ve mutluluğunu her alanda geliştirmek arzusu ile hareket eden hükûmetlerin fertle devleti birbirinin karşısına koyarak değil, her ikisini birbirine yardımcı iki varlık olarak gören bir zihniyetle çalışmaların lüzumuna inanıyoruz.
Refah devleti anlayışımız, iktisadî bünyemizin karma ekonomi esasına dayanmasından ilham almaktadır. Karma ekonomiyi tam bir devletçilik veya kolektivizme geçişin bir safhası olarak kabul eden görüşün karşısındayız. Dünyada her ekonomi karmadır. Bizim karma ekonomi anlayışımıza göre, devlet faaliyeti ve kamu sektörü vatandaşın mutluluk ve refaha ulaşma çabasında ona yardımcı olmak, onu desteklemek zorunluluğundadır.
Plânlı Kalkınma; bir anayasa müessesesi olduğu gibi demokratik plân tekniğinin iktisadî kalkınmada çok müessir bir metot olduğu inancındayız. Plânı, rasyonel bir iktisadî politika takip edebilmenin en tesirli vasıtası olarak görüyoruz. Demokratik memleketlerdeki plânlama ile devletçilik arasında ne tatbikat, ne de mantık ve nazariye yönünde, herhangi bir bağ bulunmadığı kanaatindeyiz. Plânı, devletçiliğin tabiî bir sonucu olarak gören düşünce tarzı, millî hayatımız bakımından son derece faydalı ve zaruri bir mekanizma olan plân fikri için, zararlı bir görüştür.
Plân; biçildiği şekilde giyilmesi gereken bir dar ceket değildir. Plânı, sorumsuzluk, hareketsizlik ve vatandaş ihtiyaçlarına sırt çevirmenin bir bahanesi sayan görüşe katılmıyoruz.
Demokratik bir düzende ve piyasa mekanizmasına dayanan bir iktisadî bünye içinde plânlama, özel sektör için yol gösterici, aydınlatıcı ve teşvik edici olmalıdır. Emredici plânın, demokratik ilkeler ve anayasa düzeni ile bağdaşması mümkün değildir. Plân, ancak amme sektörü için bağlayıcı ve emredici bir nitelik kazanabilir. İktisadî plânlamayı ekonomimizin çeşitli sektörleri arasında karşılıklı münasebetleri daha iyi görmek ve takip edebilmek, çelişmeleri önlemek, bütün millî ekonomi için, rakam, istatistik ve hesaba dayanan ilmî tahlillerden faydalanmanın bir vasıtası olarak mütalâa ediyoruz.
Yabancı sermaye aleyhtarlığını, memleketin kalkınma hızını yavaşlatan, çeşitli alanlarda memleketimizde sanayinin süratli bir şekilde kurulmasını önleyen, Türkiye’nin batı dünyası ile iktisadî, ticarî ve teknik alanda daha sıkı bağlar kurmasını istemeyen bir davranış olarak mütalâa ediyoruz.”
1960 sonrası CHP’nin koalisyonlarla yer aldığı İnönü hükûmetleri döneminde, millî petrol mücadelesi diye yabancı petrol şirketlerine karşı bir politika oluşturulduğu görülüyordu. Bu politika sokak mitingleri ile destekleniyor, üniversitelerde tartışılıyor, sol basında bayraklaştırılıyordu. Öylesine ki, giderek antiemperyalist bir cepheye dönüştürülüyordu. Aslında yapılmak istenen, Bayar-Menderes ikilisinin görkemli eserlerinden biri olan, DP’nin var olduğu sürece övündüğü, bugün de ülkemiz hukukunda liberal bir anıt gibi duran, 1954 tarihli ve 6326 sayılı Petrol Kanunu’na karşı geçmişte CHP’nin yenilgisiyle sonuçlanan olayın rövanşını kazanabilmekti.
Oysa, 6326 sayılı Petrol Kanunu Türkiye’de petrol aramalarına hız getiriyor, California Asiatic Oil ve Texaco ortaklığı 1958 yılında Gaziantep Kahta’da, Mobil 1960’da Adana Bulgurdağ’da, Shell 1961’de Diyarbakır Karaköy’de petrol buluyor, her yıl bu buluşlara bir yenisi ekleniyordu. 1965 yılında yerli petrol üretimi bir milyon 532 bin 484 tona çıkmış ve bunun 831 bin 568 ton ile yüzde 54’ü özel sermayeli şirketler (Mobil, Shell, Ersan) tarafından gerçekleştirilmişti. O yıllarda, belli başlı meydanlarındaki Shell akaryakıt bayilerine, “Anadolu’dan çıkan petrolü yalnız biz satıyoruz” gibi pankartlar asılıyordu. Ancak, yabancı şirketlerin kapı dışarı edilmesini hedefleyen sözde millî petrol mücadelesi, millî çıkarlarımıza ters sonuç verecek, daha sonraki yıllarda yabancı şirketlerin Türkiye’deki arama çalışmalarından çekilmesine neden olacaktı.
Sözde millî, ama özde millî çıkarlarımıza ters biçimde yabancı petrol şirketi aleyhtarlığının sürdüğü, Petrol Kanunu’muzun, çıkmasında danışmanlık yapan Amerikalı Max Ball’ın adı ile Max Ball Kanunu diye karalandığı o günlerde, Demirel birinci hükûmetinin programını TBMM kürsüsünde okurken, petrol için şöyle diyordu:
“Petrol politikamızın temeli, memleketin petrol ve petrol ürünleri ihtiyacının bir an önce tamamen millî kaynaklarımızdan karşılanması, petrol ithalâtı yüzünden dışarıya ödenmekte olan büyük meblağların tasarrufu ve Türkiye’nin kısa zamanda ham ve işlenmiş petrol ile petrol ürünleri ihraç eden bir ülke haline gelmesidir.
Bu hedefleri gerçekleştirmek amacıyla, petrol kaynaklarımız; millî menfaatlerin gerektirdiği bütün tedbirler alınarak, geliştirilecektir.
Petrol rezervlerinin tespiti, aranması, üretimi, nakli, işlenmesi ve dağıtımı gibi faaliyet alanlarına yeterli ve verimli yatırımlar yapılması teşvik edilecektir.
İşlenmiş petrol ithal etmemek, ham petrolü ise menfaatlerimize en uygun, pazarlarda satın alabilmek için yeni bir millî rafineri kurulacaktır.
Petrol Kanunu’nun uygulanmasında, tespit edilen güçlükler giderilecek, vuzuhsuz noktalara açıklık verilecek, ekonomimize en yararlı hale getirilecektir.
Petrol Dairesi, görevini tam ve eksiksiz yapacak şekilde takviye edilecektir.
Yerli üretimimiz millî ihtiyaçları karşılayacak seviyeye ulaşıncaya kadar, ithal etmek zorunda kalacağımız ham petrol, mümkün olan en uygun fiyatlarla satın alınacaktır.
Petrol sanayii artıklarının değerlendirilmesi için petro- kimya ve sunî gübre endüstrisi yatırımlarına öncelik verilecektir. Petrol boru hattının inşaatı, kısa zamanda tamamlanarak, karayolu taşımasıyla sınırlanmış bulunan yerli petrol üretimimiz, süratle artırılacaktır.
İşletme ve satışta, Devletle özel teşebbüsün yan yana bulunduğu petrol sanayiindeki teşekküllere şart ve imkân eşitliği sağlanacaktır.”
1950 yılında Türkiye’nin 13 köyünde elektrik varken, 36 bin 197 köyünde olmadığını Demirel söylemişti. Birinci hükûmetinin yaptıklarını konuşurken de, bu dönem başında 300 köyde elektriğin bulunduğunu açıklamıştı. O gün birinci hükûmetinin programını Mecliste okurken söyle diyordu:
“Halen yüzde 90’ı yoldan, yüzde 60’ı içme suyundan ve yüzde 98’i elektrikten mahrum bulunan köylerimizin kısa zamanda bu durumdan kurtarılmalarını sağlayacak bütün tedbirleri alacağız. Bu amaca ulaşmak için lüzumlu malzeme, vasıta ve ekipmanın sağlanması yolunda iç ve dış kaynaklardan faydalanılacaktır.”
Demirel’in 3 Kasım 1965 günü Mecliste okuduğu hükûmet programının elektrik enerjisine ilişkin bölümü, ondan önceki 29 hükûmetin hiçbirinde görülmeyen zenginlikte idi. Demirel programı okuyarak şöyle diyordu:
“Memleketin sanayileşmesinin ana maddesini teşkil eden elektrik enerjisi politikasının esası istikrar ve emniyet olacaktır. Bu arada, elektrik enerjisi tarifeleri gözden geçirilecek ve ucuz elektrik isteyen sanayi kollarının, bu tarifelerin tespitinde durumu göz önünde tutulacaktır.
Zengin olan su potansiyelimizden elektrik istihsalinden faydalanmak esastır. Bu faydalanmada taşkınların önlenmesi, sulama suyu toplanması imkânları veren projelere öncelik verilecektir.
Memleketin muhtelif bölgelerinde birbirleriyle irtibatsız santraller yerine, daima büyük kapasiteli bölge santralleri inşası cihetine gidilecek ve bu santrallerin birbirlerine yüksek gerilimli enerji nakil hatları ile irtibatlandırılması sağlanacaktır.
Münferit projeler yerine, enterkonnekte sistemin genişletilmesi esas olarak alınacaktır. Ancak, sistemin kısa zamanda gidemeyeceği yerlerdeki elektrik ihtiyaçları için ileride sisteme bağlanabilecek nitelikteki termik ve hidrolik santraller de inşa olunacaktır.
Mahdut olan termik enerji kaynaklarımızın rasyonel bir şekilde kullanılması şarttır. Bu sebeple, katı yakıtın ticarî kıymeti olmayanlarla linyitlerimiz ve petrol artıklarının kullanılmasına önem verilecektir.
Elektrik enerjisinin üretim, nakil, dağıtım ve tüketimi ile ilgili sanayi kollarının memleket içinde yerleşmesine çalışılacaktır. Bu mevzuda özel teşebbüs ile işbirliği veya onun desteklenmesi ana prensibimiz olacaktır.
Birinci Beş Yıllık Planı’nın finansmanında karşılaşılan en mühim problem yeteri kadar ve istenilen evsafta proje bulunmaması olmuştur. Etüt ve proje ihzarı uzun çalışma isteyen bir karakterde olduğundan, bu imkânları kullanan teşekküllerin imkânları artırılacaktır.
Yatırımcı müesseseler arasında gerekli koordinasyonun sağlanması için yıllık programların tek elden hazırlanmasına önem verilecek, projelerin programa girmesinden sonra çalışmaların sebep olduğu gecikmelerin önlenmesine çalışılacaktır.
Dış kredi teminine ve karşılıklı müzakerelerin çabuklaştırılmasına çalışılacaktır.
Hazinece karşılanması derpiş olunan yatırım ödemeleri; miktar ve zaman olarak projenin isteğine uygun hale getirilecektir.
Plân ve programa alınmış bulunan bir tesisin finansmanı (icra mercii düşünülmeden) sağlanacaktır.
Yatırımların tahakkuku ne zaman ve nasıl faydalanılacağı, nükleer enerjiden ne zaman ve nasıl faydalanılacağı çalışmalarına titizlikle devam olunacaktır.
Memleketimizin ekonomik ve sosyal kalkınmasının bel kemiğini teşkil eden ve Beş Yıllık Plan’da ismen zikredilmiş bulunan Keban Barajı ve Hidroelektrik Santralının zamanında servise sokulmasına bilhassa önem verilecektir.
Yine memleket elektrifikasyonunun mühim projelerinden birisi olan Gökçekaya Barajı’nın servise girmesi tarihi ciddi olarak takip olunacak ve gecikeceği anlaşıldığı takdirde gerekli tedbirlere tevessül olunacaktır.
Köylerimizin elektriklenmesine önem verilecek, elektriğin zirai istihsalin değerlendirilmesinde ve istihsalin arttırılmasında kullanılması çareleri araştırılacaktır.”
Başbakan Demirel’in kabinesindeki ilk Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı’nın İbrahim Deriner olduğunu bu bölümün başında yazmıştım. Yaklaşık bir buçuk yıl sonra, TBMM dışından olan İbrahim Deriner’in ayrıldığını ve yerine Çanakkale Milletvekili Refet Sezgin’in Bakan olduğu görülüyor. Bir üstat olarak tanıdığım rahmetli Deriner’in enerji sektöründeki ağırlığını, çok sevilip sayılan kişiliğini bildiğimden, hayatta iken Deriner ile de defalarca konuşma mutluluğuna kavuştuğumdan, nedenine merak ediyordum. Bu bölüm için yaptığım röportaj sırasında Sayın Demirel’e sordum. Şöyle yanıtladı:
“İbrahim Deriner, dünyanın en tatlı adamıdır. İyi bir mühendistir, iyi bir yöneticidir. Uzun seneler Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nde, ta 1939’dan beri Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nde çalışmıştır, 65’e kadar. Yani, aşağı yukarı 26 sene orada çalışmıştır. Bizim de amirimizdi orada, Elektrik İşleri Etüt İdaresinde. Ben kendisini getirdim Enerji Bakanlığı’na. Mehmet Turgut’u da Sanayi Bakanlığı’na getirdim. Ama, iki sene içerisinde, siyasetten gelmediği için kürsüde bazı zorlukları oldu.
Tabiî milletvekili değildi, bir de siyasetten gelmediği için, iyi bir mühendis, ama kürsü ayrı bir şey. O kürsüde falan parlamentoda vaki saldırılara cevap vermekte bir miktar zayıf kaldı. Daha fazla onun bakan kalmasında ısrar etsek, grup içerisinde başka sıkıntılar olabilecekti. Onun için ben kendisinden rica ettim. Kendisi çekilmedi, ben rica ettim de çekildi.
Refet Sezgin Bey, bakın mühendis değildir, avukattır. Demek ki, bir avukat lâzımmış orada. Hadisenin nasılsa mühendislik kısmını yürütecek birçok insan var, her taraf mühendis orada, ama kürsüye çıkacak, kürsüde atılan lâflara cevap verebilecek birisi lâzımdı. Refet Sezgin çok iyi bir avukattı.”
Birinci Demirel Hükümeti’nin yaptığı önemli çalışmalardan biri, 1968-1972 dönemini kapsayan İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın hazırlanması olmuştur. Birincisine göre çok daha geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir çalışma yapılmıştı. Enerji Komisyonu’na bağlı olarak, yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarının (o gün için güneş ve jeotermal) ele alınması amacıyla, benim ilk defa plânlama için görevlendirildiğim bir alt komisyon bile kurulmuştu. Üniversiteden genç bir asistan olarak çağırıldığım o günlerde, MTA’daki bu komisyon toplantısına katılmam için dekanımızın ne kadar telaş ve titizlikle konuyu takip edip yardımcı olduğunu hatırlıyorum da, o gün için plânlamaya olan büyük saygı ve umudu şimdi daha iyi anlıyorum. Sanki ben değil, kendisi çağırılmışçasına çaba içine girmişti.
İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın onuncu bölümünde genel enerji; kok ve havagazı ile elektrik gibi iki ayrı bölümde ele alınmıştı. Kömür madenciliği ve ham petrol dokuzuncu bölümde ve madencilik sektörü içinde irdelenmişti. Petrol ürünlerine de aynı bölümde imalât sanayii sektöründe yer verilmişti. Şimdi plândan bazı alıntılara yer verelim:
İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda kömür madenciliği için hedef ve tahmin başlığı altında şu açıklama yer alıyordu:
“Dünya enerji tüketiminde maden kömürünün payı hızla azalmaktadır. Maden kömürü yataklarının eskisi kadar kolay üretime imkân vermemesi ve yüksek taşıma ücretleri bu yakıtı daha ucuz ve kullanım kolaylığı olan petrol ve tabiî gaz karşısında rekabet edemez duruma düşürmüştür. Türkiye’de tabiî gazın bulunamaması dolayısıyla fueloil sanayide ve konut ısıtmasında maden kömürünün yerini büyük ölçüde almaktadır. Tabiî gaz aramalarına da İkinci Beş Yıllık Plân döneminde büyük ağırlık verilecektir. Yine bu dönemde tüketim merkezlerine yakın olan maden kömürü yataklarının geliştirilmesine öncelik tanınacaktır.”
Bu açıklamadan görüleceği gibi kömür iteleniyordu, linyit için de hedef verilmiyordu, o gün ucuz olan petrole (fueloil’e) yöneliniyor, doğalgaz – o günkü adıyla tabii gaz – isteniyordu, ama ülkemizden çıkmadığı gibi, dışarıdan getirilmesi için somutlaştırılmış kesin bir proje de yoktu. İleride Sayın Demirel ile yaptığımız röportajda vereceğimiz gibi, ancak bazı girişimler bulunuyordu. Ucuz petrole bağımlı politika, 1970’lerin ilk petrol krizine kadar sürecekti.
Yerli petrol üretimi için plânda, “1967 yılında 2 milyon 400 bin ton ham petrol üretiminin, yılda ortalama yüzde 20.1 artış ile 1972 yılında 6 milyon tona ulaşması beklenmektedir. Bu miktarlara ulaşılabilmesi, sektörün sorunlarının hızla ele alınmasına ve bu konudaki bilgilerin hızla değerlendirilmesine bağlıdır” denilmekte idi. Daha sonra 1972 yılında üretim 3 milyon 388 bin 177 ton ile hedefin yüzde 56.5’inde kalacaktı. Millî petrol savaşı ters tepiyor, yabancı şirketler Türkiye yerine, o yıllarda Libya gibi Kuzey Afrika ülkelerine gitmeyi tercih ediyorlardı. Başbakan Demirel’in birinci hükûmeti de, bu konuda siyasî çatışmaların gerginliğinden ve ters kamuoyu oluşumundan ötürü Petrol Kanunu’na yeni teşvikler ekleyememişti.
Hatta bu nedenle, petrol ürünleri sanayii bölümünde rafineriler için, “Yeni kurulacak tesislerin kamu kuruluşları tarafından gerçekleştirilmesi sağlanacaktır” ilkesi konulmuştu. O gün için Türkiye’de, kapasitesi 1960’da 580 bin tona çıkarılmış olan 1955 kuruluşlu Batman Rafinerisi, 1961 kuruluşlu bir milyon ton kapasiteli İzmit Rafinerisi, 1962 kuruluşlu 3 milyon 200 bin ton kapasiteli Ataş Rafinerisi vardı. Ataş özel sermayeli petrol şirketleri ile yabancı sermayenin rafinerisi iken, Batman ve İzmit devletin rafinerileri idi. Daha sonra İzmit rafinerisinin kapasitesi 1967 yılında 2 milyon 200 bin tona yükseltildi. Ancak, 1969 yılında Ataş’ın kapasitesi İzmit’in iki katı olarak 4 milyon 400 bin tona çıkarılınca, millî petrolcüler yine tedirgin oldular.
İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın elektrik için birinci ilkesi; “Elektrik enerjisi talebinin karşılanmasında darboğaz yaratmamak için, üretim, iletim ve dağıtım imkânları mevcut talep seviyesinin üzerinde olacak şekilde geliştirilecektir” idi. Talebin üzerinde elektrik o gün çok kişi tarafından anlaşılamıyordu. Başbakan Demirel, enerjinin kendi pazarını kendisinin açtığını söylüyordu, ama muhalefetten, “Bu kadar elektriği ne yapacaksınız, toprağı mı vereceksiniz” teraneleri yükselmeye başlamıştı. Enterkonnekte şebekenin hızla geliştirilmesi, enerji ihtiyacının karşılanmasında önceliğin su kaynaklarına verilmesi, ikinci ve üçüncü ilkeler olarak sıralanmıştı.
Plân elektrik talebinin 1967 yılındaki 5 milyar 255 milyon kWh’ten yılda yüzde 14’lük artışla 1972 yılında 10 milyar 100 milyon kWh’e çıkacağını öngörüyordu. Bu değer 1972 yılında 9 milyar 781 milyon 100 bin kWh brüt tüketim biçiminde gerçekleşti. Brüt üretim de buna eşitti. Yani, ne kadar üretilmişse o kadar tüketilmiş, toprağa verilen olmamıştı. Kaldı ki, o yılların hızla kalkınan Türkiye’sinde 12 milyar kWh üretebilseniz, o da çok rahatlıkla tüketilirdi. Plân dönemi için elektrik sektörüne 8.7 milyar TL’lık yatırım öngörülmüştü. O gün için bir doların 9 TL’sı civarında olduğunu da anımsayalım.
1956 yılında 6821 sayılı kanunla Atom Enerjisi Komisyonu (AEK) kurulmuştu. Bu 1955 yılında Amerika ile imzalanan “Barış için Atom” anlaşmasının ikinci ürünü idi. İlk ürünü Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi (ÇNAEM) olmuştu. 1957 yılında da 7015 sayılı kanunla Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na (IAEA) üye olarak katılınmıştı. Türkiye’de elektrik üretimi için nükleer santral kurulması düşüncesi ilk olarak AEK bünyesinde oluşmuş, 1965 yılından itibaren Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nde kurulan bir çalışma grubunca ilk çalışmalara başlanmıştı. Amerika, İspanya ve İsviçre’den üç firmanın oluşturduğu bir konsorsiyum da danışmanlık hizmeti veriyordu.
İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’na da şu tedbir konuyordu: “Nükleer enerji kaynaklarından faydalanma imkânları araştırılacak ve nükleer enerji santralleri kurulmasına çalışılacaktır”.
Elektrik Etüt İdaresi’ndeki çalışmanın ilk sonuçları 1968 yılında yapılan Türkiye 2’nci Genel Enerji Kongresi’nde tartışılacak, 1969 yılında ortaya konulan son raporla, 1977 yılında işletmeye girecek 400 MW’lık nükleer santral önerilecekti.
Enerji açısından bu denli yüklü hükûmet programı ve kalkınma plânında olmayan konu var mı diye, baktığınızda, 1970 yılında kurulan Türkiye Elektrik Kurumu’na hiç değinilmediğini görüyorsunuz. Oysa, Enerji Kurumu kurulmasının 1953 yılında toplanan Türkiye 1’inci İstişarî Enerji Kongresi’nde önerildiği biliniyor.
1958 yılında da, sonradan kadük olan Türkiye Elektrik Kurumu Kanunu’nun, belediyelerin baskısı ile çıkarılamadığı bilinenler arasında. 1962 yılında devletin yeniden yapılandırılmasına yönelik MEHTAP projesi kapsamında da konu ele alınır. Bu konudaki anılarını Sayın Demirel şöyle anlatmıştı:
“1961 senesinde seçim yapılıp hükûmet kurulduktan sonra 62’de bir MEHTAP projesi söz konusu olmuştur. Yani, devleti yeniden yapılandırmak. Tahsin Bekir Balta’nın başkanlığında bir komite bunu yaptı. O komitenin bir üyesi de benim. Orada biz tavsiye ettik. Bir Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı kurulsun, bunun içinde bir TEK kurulsun. Yani, enerji işlerini tek elde toplamak. TEK oradan kalmadır, oradan gelmedir.”
1963 yılında TEK için hazırlanan bir tasarı Meclis’e sunulur. Komisyonlarda görüşülür, ama 1965 seçimlerine kadar yasalaştırılamaz. Sayın Demirel, TEK’i birinci hükûmetinin programına almamış, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda da yer vermemiştir. Bunun nedenini Sayın Demirel’in ağzından ileride alacağız. Ancak, bunda örnek alınan kanunların batıda hiç de liberal hükümetlerce hazırlanmamış olduğunun etkisi olduğu anlaşılıyor.
İngiltere’deki benzer kuruluş CE GB’nin kanununu 1945 yılında İşçi Partisi, Fransa’daki EDF kanunu da 1946 yılında komünist destekli sosyalist parti iktidarı çıkarmıştır. TEK ile elektrik işleri bir çatı altına toplanırken bir devlet tekeli oluşturuluyor, Dünya Bankası’nın önerisine uygun biçimde Seyhan Barajı ile başlayan ayrıcalıklı elektrik ortaklıkları gibi liberal uygulamaların önü de kapatılıyordu.
Üstelik, elektrik dağıtımında görev alan belediyeler, TEK’in kurulmasından tedirginlik duyuyorlardı. Yine de 1965 seçimlerinden sonra 25 milletvekili tarafından 1963 tasarısına benzer yeni bir tasarı Meclis’e sunulur, ama Genel Kurul gündemine hiçbir şekilde gelemez.
Türkiye 1’inci İstişarî Enerji Kongresi’nden 15 yıl sonra, 18-20 Kasım 1968 tarihlerinde Ankara’da Türk Standartları Enstitüsü Konferans Salonu’nda, Türkiye 2’nci Genel Enerji Kongresi toplanıyordu. Kongre’de tartışılmak üzere hazırlanmış plan “Türkiye Genel Enerji Raporu” vardı. Ayrıca, benim kırsal kesimde güneş enerjisinin kullanımı için yazdığım bildirimin de aralarında olduğu sınırlı sayıda bildiri yer alıyordu. Üç günlük tartışmalar bildirilerden çok genel enerji raporu üzerinde toplanmıştı.
Dünya Enerji Konferansı Türk Millî Komitesi tarafından düzenlenen bu kongreye katılırken, tarihî bir toplantıda yer aldığımın bilincinde olan, henüz doktorası bile bulunmayan, akademisyenliğe aday bir genç mühendistim. Konferans salonunun önüne, Türkiye 2. Genel Enerji Kongresi yazılmıştı. O yazının önünde ileride hatıra olur diye renkli slayt resmimi çektirirken, tarihe tanıklık etme heyecanı duyduğumu anımsıyorum. Siz değerli okurlarım, dizimizin bu bölümünde benim fotoğraf çektirdiğim yerde, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın ve Başbakan Demirel’in yan yana yürüdükleri fotoğrafı görüyorsunuz.
18 Kasım 1968 Sunay ve Demirel Türkiye 2. Genel Enerji Kongresi açılışından çıkarken
Başbakan Demirel’in salona neşe ile ve alkışlar arasında girdiğini hatırlıyorum. Ben arka sıralardan kendisini izliyordum. O gün elimde teybim yoktu, not alıyordum. Daha sonra böyle bir dizi yazacağım ise hiç aklıma gelmemişti. Şimdi, Kongre tutanağından Sayın Demirel’in 18 Kasım 1968’de yaptığı açış konuşmasının bazı bölümlerine birlikte bakalım. Başbakan Demirel şöyle diyordu:
“Enerji Kongresinde memleketimizin çeşitli enerjiye müteallik meselelerini görüşeceksiniz. Bu görüşmelerinizde tatbikatta ortaya koyduğunuz fikirlerden geniş çapta yararlanılacaktır. Bundan 15 sene evvel yapılmış bulunan bir kongreyi hatırlıyorum. O kongre ilk defa olarak Türkiye’de yapılmakta idi; enerji meselelerini büyük bir heyecanla dile getirmeye çalışmıştık. Türkiye’nin enerji ile uğraşan bütün uzmanları, bütün ilgilileri o kongrede fikirlerini serdetmişlerdi. Aradan yıllar geçtikten sonra o fikirlerin pek çoğunun gerilerde kaldığını, pek çoğunun da hâlâ tazeliğini muhafaza ettiğini görüyorum.
Bundan 15 sene evvel memleketimizin bir uçtan bir uca karanlıktan kurtulması, henüz endüstrileşmeye geçişte enerjinin rolü, enerji işlerimizin organizasyonu üzerinde uzun uzun tartışmalar vaki olmuştu. Bu kongrenin bundan senelerce sonra kıymet taşıyacak fikirleri ortaya koyacağına inanıyorum. Söylenen her şeyi yapmak imkânı yoktur. Ancak hedef başkadır, hedefi vazetmek başkadır, bu hedefe erişmek başkadır.
Hedefi vazederken medenî bir dünyanın içerisinde medenî Türkiye’ye lâyık hedefleri vazetmek lâzımdır. Bu hedeflere erişirken de gayet tabiî ki, medenî dünya içinde medenî Türkiye’nin tek meselesinin enerji meselesi olmadığını, bunun yanında, bundan ayrılamayacak birçok meselenin daha bulunduğunu, bu itibarla kaynaklarımızı dengeli bir kalkınmanın icaplarına göre kullanmamız zarureti olduğunu da gözden kaçırmamanız lâzımdır.
Yine 15 sene evvelki kongrenin havasına dönüyorum. O zaman Türkiye bir milyar kWh’e yakın elektrik üretiyor ve bunun 3 milyar kWh’e çıkarılması bahis konusudur. Bugün Türkiye 6 milyar kWh elektrik üretiyor, bu 6 milyarı 12 milyar kWh’e çıkaracak tesisler halihazırda inşada, hedef ise hiç olmazsa 30-40 milyar kWh elektriği bulmalıdır. Bu hedef üzerinde durmalısınız.
Şayet, Türkiye’ye 30 milyar kWh elektriği çok görürsek, bunun altından kalkamayız, bunlar hayalden ibarettir dersek, 30 milyar kWh elektriğe hiçbir zaman erişemeyiz. Onun içindir ki, evvelâ Türkiye’nin kalkınmasında vazife almış, her kademesinde vazife almış arkadaşlarımın Türkiye’nin medenî ihtiyaçlarına inanması lâzımdır. Şayet bu inancın içinde olmazsanız, işinizi zevkle yürütme imkânından mahrum olursunuz. Çünkü bir şeyin lüzumuna değil, lüzumsuzluğuna inanmakla şevkiniz kırılır.
Muhterem delegeler, Türkiye’ye daha uzun seneler ne yaparsanız çok değildir, ne yaparsanız lüzumsuz değildir. Elektrik tesisleri yapacaksınız, söylüyorum; bugün 1950’lerin adam başına 38 kWh’inden 200 kWh mertebesine yeni gelmişsiniz. Medenî dünya 6 bin kWh civarında dolaşıyor. Bunların çokluğu, lüzumsuzluğu bahis konusu olamaz. Mühim olan mesele, neyi ne zaman yapmak, hangi şeyi hangi şeyden evvel yapmak meselesidir. Bunun da münakaşası bir plânlı dönem içerisinde, bir plân disiplini içerisinde eksperler tarafından uzun uzun yapılıyor. Türkiye’de siyasî iktidarın şu veya bu arzusundan çok memleketin ihtiyaçlarının ve bu ihtiyaçların baskısının bugün memleketin plânlı kalkınmasında büyük bir yol gösterici olduğunu herkes kabul etmek mecburiyetindedir. Türkiye’nin enerjisiz kalmaması, Türkiye’nin istikbaline inanmakla başlar.
Enerji meselesi yeni bir çağa giriyor. Biz küçük santraller devrinden bugün enterkonnekte şebeke ile beslenen büyük santraller devrini, hiç olmazsa yarı yolda bile olsak, idrak etmiş bulunuyoruz. Yarı yolda derken, şunu kastediyorum: Türkiye’nin henüz bugün enterkonnekte şebekeye bağlanmamış birçok köşeleri mevcuttur. Bu gayretler devam ediyor. Türkiye’nin enerjiye olan ihtiyacını muayyen bölgeler ve muayyen şehirler içinde düşünmek devri de kapanmıştır.
Bundan 15 sene evvelki elektriğin istihlâk edildiği sahalara bakarsanız, durum şöyledir: Takriben yüzde 73’ü Kuzeybatı Anadolu’da, yüzde 7’si Ege bölgesinde, yüzde 3’ü de Çukurova bölgesinde, üç tane mihrak, geriye kalan yüzde 20’si Türkiye’nin diğer yerlerinde. Bu devir kapanmıştır. Bu nispetler ne kadar bugün yine ayrı veya buna yakın bir bünyeyi muhafaza etse de, bugün Türkiye’de nasıl bir yol şebekesi varsa, bu yol şebekesinin Edirne’mizden Hakkâri’mize kadar gitmesi bir vatan bütünlüğü meselesi ise, Türkiye’de bir enterkonnekte elektrik şebekesinin yurdun bir köşesinden diğer köşesine gitmesi ve yurdun her köşesini bir yol şebekesine bağlanır gibi bu enterkonnekte şebekeye bağlanması bir zarurettir.
Öyle bir zaruret ki, münakale ekonomisi ile uğraşan arkadaşlarımız nasıl ‘gidemediğin yer senin değildir’ düsturunu benimsemiş ise, enerji alanında çalışan arkadaşlarımız, topyekûn kalkınma işleriyle uğraşan arkadaşlarımız ‘ELEKTRİK GÖTÜREMEDİĞİN YER SENİN DEĞİLDİR’ düsturunu benimsemek mecburiyetindedirler.
İkinci bir noktaya temas etmek istiyorum. Atomun enerjiye tatbiki sahasına girmiş bulunuyoruz. Bugün enerji sahasında atom başarıya ulaşmıştır. Henüz konvansiyonel yollarla üretimde fiyat farkları hâlâ mevcut olabilir. Ama, konvansiyonel yollarla enerji üretimindeki fiyatlara çok yaklaşmış bulunmaktadır. Memleketimiz buhar devrinin çok gerisinde kalmış olmanın acılarını hâlâ çekiyor. Türkiye şayet bunların icadı ile başlayan yeni teknolojik devre bir asır sonra uymak gibi bir durumun içinde olmasaydı, bugün sırtımızda bu kadar problemimiz olmazdı. Atom yeni bir çağ açıyor. Bu çağın neticelerini görelim de sonra buna adapte oluruz demek çok yanlıştır.
Onun içindir ki, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Plânımızda bir atom santralının kurulması yer almış bulunuyor. Bu suretle bir atom santrali ile ne yapabilirsiniz diyeceksiniz. Ne yapabileceğimizin esbabı mucibesi şudur: Türkiye’de bir atom santralinin bulunması, bunun yapılması esnasında uzmanlarımızın yetişmesi ve daha doğrusu atom çağına uymamız, alışmamızın başlangıcı için bir atom santrali yapıyoruz; günler gelecektir, bunlardan daha çok yapılacaktır.
Bir hususa daha temas etmek istiyorum. Enerji meselesi sadece elektrikten ibaret değildir. Enerji meselesinin içerisinde kömür ve petrolü ve bunun yanında tabiî gazı çok yakından düşünmeye mecburuz. Bugün Türkiye’mizde yakıt olarak hâlâ memleketimizin büyük bir kısmı, köylerimiz toprağa verilmesi lâzım gelen çok değerli hayvan gübresini kullanıyor. Türkiye’de senelerdir bu konu da münakaşa edilir. Çareleri de şu yapılırsa bunun içinden çıkılır diye ortaya konur. Bunların hepsi bir iktisadî büyüme, genişleme meselesidir. Türk köylüsü diğer yakıtları makûl fiyatlar içinde alabilecek güce erişmedikçe, soğuktan kurtulmak için tezeği yakacaktır.
Mühim olan tezekten şikâyet değildir; mühim olan mesele Türk köylüsünün ekonomik gücünden şikayettir. Türk köylüsünün ekonomik gücünü linyit alabilir veya diğer yakıtları alabilir hale getirebilirsek, diğer yakıtları fiyat bakımından Türk köylüsünün ekonomik gücüne indirebilirsek, o zaman tezek zaten kendiliğinden ortadan kalkar. Tezek bir âdetin, alışkanlığın icabı değildir. Bir ekonomik zaruretin icabıdır.
Kömür meselesinde Türkiye’nin yeni kaynaklara sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Uzun seneler raporlara baktığınız zaman, Türkiye’nin ceman yekûn bir milyar ton kömürü var demişizdir. Ama, geçen sene ve evvelki seneki çalışmalar sadece Elbistan-Afşin mıntıkasında Türkiye’nin 2.5 milyar yeni kaynak bulmasını sağlamıştır. Türkiye, aslında binlerce senedir üstünde yaşadığımız bu aziz vatan keşfedilmemiştir. Bildiğimiz sadece kabukta ne varsa odur.
Petrol meselesi de öyledir. Türkiye bugün istihlâk ettiği petrolün yarısını kendisi üretiyor. Bu dahi mühim bir merhaledir. 6 milyon ton ham petrol tüketiyoruz, bunun yarısını 3 milyon tonunu kendi kaynaklarımızdan çıkarıyoruz. Türkiye’nin petrolü vardır, petrolü bulup çıkarmak ve memleketin istifadesine arz etmek lâzımdır.
Tabiî gaz meselesine gelince; Türkiye’de tabiî gaz mevcut değil. Tabiî gaz bugün kalkınmış memleketlerde büyük değer taşıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde, Sovyetler’de tabiî gazın endüstrideki rolü paha biçilmez şekildedir. Kimya sanayiinde tabiî gaz fevkalâde mühim bir hammadde haline gelmiştir. Yakıt olarak aynı şeydir, enerji üretiminde aynı şeydir. Belki yarın buluruz.
Bir gün belki biz de buluruz, ama bugün bir husus daha meydana çıkmıştır. Beynelmilel münasebetler sadece dostuz demekle bitmiyor. Memleketlerin birbirleri ile karşılıklı menfaate dayanan alışverişi, komşu olmanın da, dost olmanın da mühim şartını teşkil ediyor. Irak’ta bugün kullanılmayan, yakılan milyonlarca metremikap tabiî gaz mevcut.
Hollanda’da bulunan tabiî gazı, Hollanda bütün komşularıyla muayyen bir fiyat üzerinden alıp veriyor. Bildiğiniz gibi, Batı Avrupa bugün elektrik ihtiyacını bir memleketin kaynakları ve ihtiyacı olmaktan çıkarmış, bir enterkonnekte şebekeye bağlamıştır. Herkes birbirine enerji veriyor, alıyor. Bugün her memleket kendi kaynakları ile kendi sınırları içinde kalmak gibi bir durumdan çıkmış, kendi vatanını mamur hâle getirmenin beynelmilel işbirliği çerçevesi içerisindeki imkânlarını arıyor.
Basra’dan İstanbul’a kadar uzanan bir tabiî gaz borusu 200 milyon dolara çıkacaktır. Ankara’da tonunu 300 liraya mal edip 200 liraya satılan kok kömürünün aynı enerjisini, 40-50 liraya tabiî gazdan elde etmek mümkün.
Kalkınma sadece muayyen maddeler arkasında sübvansiyonlar yapmak suretiyle mümkün değildir. Kalkınma vatandaşın gelir seviyesini artırmakla da mümkün değildir. Artan gelir seviyesinin alım kabiliyetini artırmak lâzımdır. Teknoloji bugün müstehlik kitleye dünyanın her yerinde daha ucuz mamul vermenin çarelerini arıyor. Böylece alım kabiliyeti yükselen vatandaş daha çabuk refaha gitmenin yollarını bulabiliyor. Her memleket bunu düşünüyor. Komşumuz Irak ile bu meselede bugüne kadar büyük anlayışla karşılaştık.
Bu anlayış devam eder de, Basra’dan İstanbul’a kadar uzanan ve memleketimizi diyagonal istikamette geçen bir boru hattı yapılabilirse, bu boru hattına büyük şehirlerimiz, boru civarındaki kasabalarımız ve endüstrimiz bağlanabilirse, bu taktirde Türk endüstrileşmesi için yeni ufuklar açılıyor demektir. Söylediğim bir projedir, hayal değildir, ama üzerinde iki hükûmet fikir birliği etmiş, ortaya para koymuş, uzmanlar tutmuş, müşavir, mühendis tutmuş, proje tanzim ettirmiştir. Şayet böyle bir durum gerçekleşirse, Türkiye’nin endüstrileşmesine yeni bir hız gelecektir.
Konuşmamı bağlarken bir hususa daha işaret edeceğim: Enerji meselelerini mütalâa ederken, bilhassa elektrik enerjisinde mademki Türkiye’ye şamil bir şebekeye gidiyoruz, mademki Türkiye’ye şamil enerji kaynaklarının beraberce kullanılması mefhumunu benimsiyoruz, fiyat meselesinde Türkiye’ye şamil tek fiyatın, tek tarife meselesinin takip edilmesini de münakaşanıza açıyorum. Memleketin her köşesinde elektrik 20-25 kuruş, diğer bir köşesinde 1 lira, 1.5 lira. Binaenaleyh, memleketin kaynaklarından bütün yurda şamil şekilde faydalanırken, tek tarife meselesini, bundan kastım bütün yurda şamil tek tarife, tarife kendi içinde kademeleri ihtiva edecektir pek tabiî, münakaşa etmenizi rica ediyorum.
Yine 15 sene evvelki bir düşünceyi bugün tekrarlamakta fayda görüyorum. 15 sene evvel köy elektrifikasyonu mevzuu konuşulmaya başlanmıştı. O günkü rakamlara bakıyoruz. Türkiye’nin 34 bin köyü var, rakamlarda öyle görünüyor, aslında daha fazladır, 13 tane köy elektrikli. O 1953 senesinde akdedilen kongrenin zabıtlarına bakarsanız, bu rakam böyledir. 13 tane köy. 15 sene sonra huzurunuzda bine yakın köyün elektriğe kavuşmuş olduğunu söylerken bahtiyarlık içinde değilim. Ama, 1968 senesi içinde bin köye daha elektrik yapmaya çalıştığımızı söylerken bahtiyarlık içindeyim. Bununla biz geçen 15 senenin tenkidini yapmaya çalışmıyoruz. Söylemek istediğim şey, Türkiye’yi karanlıktan kurtarmış olmak hedef olarak alındığı taktirde kendi ifadesini bulacaktır.
Türkiye’nin endüstrileşmesi enerji meselemizin iktisadî sınırlar içinde, fakat Türkiye’nin gelişmesine takaddüm eder bir tarzda ele alınmasının yürütülmesine bağlıdır. Bugün fabrika yapacaksınız, elektrik yok. Enerji, artık bugün pazar olursa, öyle pazara gidilir şeklindeki düsturu değiştirmiştir. Elektrik olursa, enerji olursa, pazar olur, olmazsa hiçbir zaman bir pazar olmaz. Onun içindir ki, enerji kendi pazarını kendisi yaratır düsturu hâkim olmuştur. Elektrik meselesinde de bugün ucuz enerji meselesi yerini enerjinin varlığına terk etmiştir. Endüstrinin büyük bir kısmında enerjinin hissesi çok küçüktür; maliyete dahil olan hissesi, ama bu hisse olmayınca endüstri olmasına imkân yoktur.”
Sayın Demirel’in o günkü konuşmasının tamamına yakınını yukarıya aktarırken, bugün için ders alınacak o kadar çok şey söylemiş olduğu görülüyor ki. Dergimizi tüm enerji kesiminin dikkatle okuduğunu bilerek, Sayın Demirel’in bu sözlerinden, enerjiyi en iyi bilen devlet adamımızdan ders alınmasını diliyorum. Böylece dizimizin onuncu bölümünü geride bırakırken, gelecek ay kaldığımız yerden 12 Mart’a uzanan süreçte Demirel hükûmetlerinin yaptıklarını irdelemeye devam edeceğiz.