http://www.ulugbay.com/blog_hikmet/?p=90
Published on 17 Ocak 2009 in Enerji &Konuşmalar / Söyleşiler.
Aşağıda okuyacağınız söyleşi EKOENERJİ Dergisi’nin 30 Aralık 2008 tarihli 24 üncü sayısında yayınlanmıştır. Söyleşi Dergi’nin Genel Yönetmeni Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır ile yapılmıştır.
Ültanır: Efendim, sizin üçüncü baskısını yapan kitabınız, kısaca Petropolitik ile başlamak istiyorum, müsaade ederseniz. Kitabınızın ilk baskısını da okumuştum, üçüncü baskısını da inceledim.
Uluğbay: Teşekkür ederim.
Ültanır: Çıkardığım dergilerde, yazdığım makalelerde savunduğum bir görüş var. Siz katılacak mısınız, bilmiyorum. Ben Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nı çılgın Türklerin bir askeri macerası olarak görmüyorum. Kaldı ki bir Türk olarak, Türkler için “çılgın” kelimesini de kabul etmiyorum. Kurtuluş savaşı çılgınca atılınmış bir serüven değil, her adımı akıllıca, en ince detayına kadar değerlendirerek atılmış, rasyonel davranışlara dayalı askeri ve siyasi harekettir, ama sözünü ettiğim görüşüm bu değil. Bize tarihimiz anlatılırken, ya da yazılırken, olayların ekonomik boyutuna bakılmıyor, dolayısıyla Kurtuluş Savaşımızı da ekonomik boyutu dışında okuduk. Oysa incelendiği zaman şu açıkça görülüyor ki, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nın temelinde İngiltere’nin petrol çıkarları yatıyor. Ben onun için diyorum ki, dünyanın petrol emperyalizmine karşı verilmiş ilk Kurtuluş Savaşı aslında bizim eski deyişle İstiklal Harbimiz yani Kurtuluş Savaşımızdır. Bir petrol savaşıydı, ama ulusumuz o gün bu gerçeği bilmiyordu. Bu görüşe katılır mısınız? Ya da Petropolitik’in yazarı olarak bu olguyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uluğbay: Gözlemleriniz doğrudur, yalnız o gözlemlere bir şey eklemek gerekir. Kurtuluş Savaşı’ndan önce de Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasını gerisinde yatan unsurların önde gelenlerinden bir tanesi de dünya enerji kaynaklarının, daha doğrusu petrol kaynaklarının paylaşımıdır. Bunu öylesine söylemiyorum. Sağ olun vakit ayırıp Petropolitik’i okumuşsunuz. Petropolitik’te de bunu belgeleriyle ortaya koyuyorum.
Şöyle bakarsanız, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından önce yoğun bir şekilde İngiltere önce İran petrollerini ele geçirmeye çalışır ve geçirir. O dönem itibariyle ve hatta Lord Curzon’un sözleriyle söylemek gerekirse, “İran’dan sıra dışı bir imtiyaz” elde eder. Aynı iştah Rus Çarlığı’nda da olduğu için Rus Çarlığı, İran ve İngiltere üçlüsünde bir fotoğraf ortaya çıkar. Çıkan bu fotoğrafta Rusya ve İngiltere İran’ı üç bölgeye ayırırlar. Kuzey bölümü Rus ekonomik çıkar bölgesi, güney bölümü İngiliz çıkar bölgesi, orta bölümü de tampon bölgedir. Dolayısıyla bu bölünmenin nihai şeklini almasında, yoğun bir biçimde enerji kaynakları üzerinde İngiltere’nin denetim arzusu vardır.
Onun arkasından yine Petropolitik’te belirttim, bu konuda yabancı dilde yazılmış pek çok güzel kitaplar da vardır, İngiltere’nin Basra Körfezi şeyhliklerini kendi nüfuzu altına alma girişimleri, aşağı yukarı 1870’li yıllardan itibaren başlamıştır. Oralarda kömür istasyonu kurmak, Kuveyt şeyhliği ile imzaladığı gizli anlaşmalar, onlardan Osmanlı devletinin bilgisi yoktur. Dolayısıyla, bu bölgelerin coğrafi yapısını İngiltere de, Almanya da bilmekteydi. Çünkü, doğanın bir azizliği olarak, o tarihlerde Irak toprakları gezildiği vakit görülen petrol pınarları vardır.
Ültanır: Kendiliğinden çıkan petrol sızıntıları
Uluğbay: Gazın basıncıyla kendiliğinden çıkıyor. Bütün bunları gözlemleyen tarihçiler var. Onun ötesinde İngiliz gezginler ve Alman gezginler var. Hatta şu kadarını söyleyeyim, Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Alman uzmanların hazırlayıp hükümetlerine verdiği, ve daha sonra Osmanlı İdaresine de verdikleri bir Rapor var. Orada Musul civarındaki petrollerin aşağı yukarı yeraltındaki boyutunun hesabı da vardır, 270 km boyunda ve 70 km enindeki bir havuz olarak tanımlanır. Bu boyutta bir bilginin olduğu yerde, ele geçirme arzusu da var, Irak’ın paylaşılmasına yönelik, zaten demiryolu yapımı ihtilafı ve yatırımından başlayan hesaplar vardır.
Ültanır: Berlin-İstanbul-Bağdat demiryolu projesini kastediyorsunuz değil mi?
Uluğbay: Tabii, Bağdat demiryolu, hatta ona Basra demiryolu demek daha doğru olur. Birinci Dünya savaşı başlamadan önce İngiltere ile Almanya arasında imzalanan bir gizli anlaşma vardır. Biraz evvel söylediğiniz gibi, tarih bizde sathi olarak okutuluyor, özellikle ekonomik çıkarlar boyutu ele alınmıyor. O boyutu ele aldığınız vakit, Almanya ile İngiltere arasındaki anlaşma Osmanlı’nın ekonomik çıkar bölgelerinin ve ekonomik imkânlarının bir anlamda paylaşım belgesidir. Kim neyi yapacak, kim neyi yapmayacak? Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında tümüyle enerji vardır.
O paylaşım Birinci Dünya Savaşı’nda geniş ölçüde tamamlanmış olmakla birlikte, Büyük Atatürk’ün büyük sürprizi bu hesapları bir ölçüde askıya almıştı. Anadolu’da bir bağımsızlık savaşının başlaması ve Misakı Milliye’ye Musul ve çevresinin dahil edilmiş olması, Fransızlarla da yapılan anlaşma da bu tür paylaşım anlaşmalarını askıda bırakmıştır.
Ültanır: Müsaadenizle Birinci Dünya Savaşı’nın sonu, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcına geldiniz. Ben 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihe ilişkin bir vurgulama yapmak istiyorum. Bildiğiniz gibi, 30 Ekim günü İngiliz kuvvetleri Musul’u ele geçirememişti, Musul’da İngiliz kuvvetleri yoktu. Ali İhsan (Sabis) Paşa komutasındaki 6’ncı Ordu Musul’un İngilizlerin eline geçmesini engellemişti.
Uluğbay: Yoktu doğru. Ateşkes Anlaşması’nın hükümlerine riayet etmeksizin Londra’dan aldığı emirle İngiliz Orduları Komutanı Musul’u ele geçirmeden ateşkesi uygulamamıştır.
Ültanır: 1 Kasım’da ahaliye zulüm yapıldığı iddiasıyla Musul’a 20 km kadar yaklaşıyorlar ve 2 Kasım’da Musul’u işgal için emir aldıklarını söyleyerek, Türk birliklerinin 5 mil geri çekilmesini istiyorlar.
Uluğbay: Daha da somut bir şekilde, “Ben ateşkes hükümlerini Musul ve ötesini aldıktan sonra uygularım” anlamında bir haberleşmeleri vardır. Sayın Ültanır, işin acı tarafı o boyut da değildir, işin acı tarafı Ali İhsan Paşa İstanbul’a Sadrazama sorar, Sadrazamın verdiği cevap da ateşkes sonrası için çok ilginçtir ve özetle, “Ülkeyi savunacak halimiz yoktur, mütareke koşulları altında İngiltere istediği yeri işgal edebilir. Çünkü bunu durduracak gücümüz, iktidarımız yoktur” der.
Ültanır: Tamam Efendim, şimdi şöyle bir bakarsak, maalesef 3 Kasım günü İngiliz kuvvetleri Musul’a girmişler, ama Türk birlikleri de Musul’da ve karşılıklı itirazlar vardır. İngiliz Komutan General Marshall, Ali İhsan Paşa’ya 15 Kasım öğlene kadar Osmanlı askeri Musul’u tamamen terk etmezse akacak kandan sorumlu olduğunu iletiyor. Sadrazam ile haberleşme de bu sırada olmuştur herhalde. 8 Kasım’da Musul Vilayet Konağı’ndaki Türk Bayrağı indiriliyor. Bence en acı sonuç bu. Ali İhsan Paşa 15 Kasım’a kadar orada kalmak üzere bir-iki subayla çok az bir asker bırakıyor ve daha sonra kendisi 9 Kasım’da Nusaybin’e çekiliyor.
Biliyorsunuz, İstanbul’a dönüşünde İngilizler tarafından yakalanıp Malta’ya sürülür, oradan dönüşünde 1921’de Kurtuluş Savaşı’na katıldığını görüyoruz, İsmet Paşa’yı kendisinden kıdemsiz görerek sorun çıkarır ve “Ordu’nun disiplinini ve genel yönetimini çıkmaza sokacak” hareketlerinden ötürü Divanı Harbe (Savaş Mahkemesine) verilir, daha sonra da emekli edilir. Atatürk, Nutuk’ta Musul olayından ve Ali İhsan Paşa’dan ayrıntılı biçimde söz etmiş, hatta Paşanın Musul’daki Kurmay Başkanının raporunu da kaynak olarak göstermiştir ki, burada paşanın Musul’un elden çıkmasındaki hatası anlatılmaktadır. Atatürk’ün de suçladığı, “Ne pahasına olursa olsun Musul’u terk etmeyecekti” dediği biliniyor. Nitekim incelenince görünüyor ki, Musul’un kaybı Ali İhsan Paşa’nın askeri hatası ve yanlış stratejisinden kaynaklanmıştır. Çünkü, İngilizler girdiği zaman Musul’da hâlâ ciddi bir Türk kuvveti vardır. Nusaybin’den sonra Halep’te İngiliz generalinden şahsı için özel tren istemesi de bence bir Türk Paşası adına acı duyulacak bir davranış. Siz ne diyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz bilmiyorum?
Uluğbay: Doğrudur, fakat unutmayın ki orada Ali İhsan (Sabis) Paşa’yı çok fazla eleştirmek mümkün değildir. Çünkü netice itibariyle şudur: Olayı büyük perspektifi içinde ele aldığınız vakit, daha ateşkes görüşmesinin başlama noktasına gelindiği sıralarda İngiliz uçakları bildiriler atar; “ateşkes görüşmeleri başlamıştır, dolayısıyla sebepsiz yere kan dökülmemesi için çatışmayın, geri çekilin, teslim olun” anlamında. Zaten ilk haberleşme de bu bildiriler üzerine başlar.
Öyle olduğu taktirde ordu komutanının ülkeyi savunma sorumluluğu olduğu kadar, bunu en az asker can bedeli ödeyerek savunmak mecburiyeti de var. Netice itibariyle, savaş sonrasında karşılaşacağınız sorunlara göre o askerlere ve silahlara hâlâ ihtiyacınız olacak. Dolayısıyla Ali İhsan Paşanın yapabileceği şey, hükümetin başındaki kişinin siyasi talimatını alma noktasında olmuştur. O nedenle Atatürk de Söylev’in de yerden göğe kadar haklıdır, çünkü her kaybettiğiniz toprağı geri almak için yeniden kan dökmek durumundasınız. Bazen öyle ikilemle karşılaşırsınız ki, iki doğrunuz vardır. O nedenle burada Atatürk’ün yaklaşımı da doğrudur. Çünkü kurtarabildiğiniz her silah, kurtarabildiğiniz her asker, kurtarabildiğiniz her türlü toprak sizin geleceğe yönelik mücadelenizde son derece önemlidir.
Yalnız burada şu ayırımı da yapmak lazım; Atatürk’ün ufku ile Ali İhsan Paşa’nın ufkunu aynı boyutta görmek mümkün değildir. Çünkü, Ali İhsan Paşa hâlâ daha Osmanlı Devleti’nin bir adamıdır. Buna mukabil Atatürk, Osmanlı Ordusunun bir komutanı olmanın ötesinde, Osmanlı’yı aşan boyutta düşünme yetenekleri olan bir insandır. Dolayısıyla, iki insanın ufku ve düşünce boyutu, ifade ettikleri düşünceler ve uygulamalar bakımından tabiatıyla önemli farklılıklar arz edecektir. Bahsettiğiniz olaydaki farklılık da, iki değerli askerin dünya ufuk farklılıkları, geleceği görme farkı da söz konusu.
Ültanır: Ali İhsan Paşa sevabıyla günahıyla tarihte yer almış, Osmanlı zihniyetli bir kişi. Efendim, 1 Mayıs 1920’de Atatürk Meclis’teki konuşmasında, “Milli hududumuz İskenderun’un güneyinden geçer, doğuya doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder” diyor. 26 Şubat 1921’de Public Ledger-Philadelphia’nın muhabiri Amerikalı bir gazeteci Atatürk’e Musul petrolleriyle ilgili görüşünü soruyor. Atatürk verdiği cevapta, önce bir milletin kaynaklarını kullanmak için köle haline sokulmak istenmesini asrın zihniyetine ve en basit insanlık prensiplerine aykırı olduğu söylüyor ve sonra diyor ki, “Misakı Milli hudutlarımız içinde bulunan Musul petrol zenginlikleri hiçbir şekilde inhisara ve istismara maruz bırakılmaksızın bölge halkının ve bütün insanlığın yararına serbestçe işletilmelidir”. Atatürk’ün bu görüşü 21’inci yüzyılın global dünya görüşü ile de uzlaşmakta. Burada altını çizmek istediğim, Kurtuluş Savaşı içinde petrolden söz ediliyor, Musul’un petrol için koparılmak istendiği vurgulanıyor. Şimdi ben müsaade edecek olursanız Lozan’a gelmek istiyorum. Lozan’daki müzakerelerde çözülemeyen sorun Musul sorunu.
Uluğbay: Ancak, Lozan’a geçmeden küçük bir ekleme yapalım ki, okuyucularımız tam anlayabilsinler. Birinci Dünya Savaşı devam ederken, gene Osmanlı topraklarındaki varlıkların paylaşılması bakımından Çarlık Rusyası, Fransa ve İngiltere arasında mektup teatisi suretiyle Osmanlı’nın parçalanmasına yönelik nihai yapılanma kararlaştırılmıştır. Ancak işin ilginç tarafı 1917’de Rus İhtilali olup da Çarlık Rusyası çöktükten sonra, Lenin yönetimi sırasında Lenin’in bu üç ülke arasındaki mektupları deşifre edip yayınlatmasıdır. Dolayısıyla, Osmanlı’nın böyle bir paylaşım planı olduğu daha savaş bitmeden önce İngilizlerin, Fransızların ve Çarlık Rusyası’nın bütün niyetleri olduğu gibi dünyanın bilgisi önüne geliyor. Tabii o bağlamda Osmanlı Devleti’ni yönetenlerin ve Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün de bu bilgileri yakından bildiği, bilgi sahibi olduğu, ülke üzerinde oynanan oyunların birebir farkına varan bir konumda olduğu da bir gerçektir.
Ültanır: Bir de şunu söyleyelim. Kurtuluş Savaşı’nda Türk orduları Batı’da savaşırken, İngilizlerin işgal ettiği Musul terk edilmiş de değildir. Orada Milis kuvvetlerin yaptığı bazı hareketler var. Örneğin, bugün Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin merkezi yapılan Erbil ile Revanduz arasındaki bize dost aşiretlere İngilizlerin saldırması üzerine, Atatürk’ün Milli Müdafaa Vekâlet’inden Revenduz’a asker gönderilmesini istediği, olanaklar sınırlı olduğu için asker gönderilmemekle birlikte, organize edilen milis kuvvetlerle İngilizlere karşı başarılar sağlandığı da biliniyor. Ordularımızın İzmir’e girişinden iki gün önce 7 Eylül 1922’de Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa’nın El-Cezire Cephesi Kumandanlığı’ndan Musul’a taarruz için gerekli hazırlıkların yapılmasını istediği de kayıtlara geçmiş bir gerçek. Ancak, Mudanya Mütarekesi ile barış sürecine girilmesi bu düşünceyi ortadan kaldıracaktır.
Uluğbay: Aslında Cumhuriyetimizin yetiştirdiği bunca akademisyen ve araştırmacımız varken; Irak cephesinin petropolitiğin ötesinde siyasi boyutuyla, kaldı ki bütün her boyutuyla, oradaki yerel isyanları, yerel isyanların nelere dayandığını, bu konuda yabancı devlet arşivlerinin açıklanmış belgeleri ışığında ne oyunlar oynandığının ayrı bir hikayesinin yazılması lazım. Aslında Türk tarihçilerinin önünde son derece zengin araştırma potansiyeli var.
Ültanır: Ve bu dediğiniz araştırma yapılırsa, bugünkü ayrılıkçı Kürt hareketinin PKK olayının nedenleri de ortaya çıkacaktır.
Uluğbay: Hem de nasıl.
Ültanır: Şimdi artık Lozan’a gelelim. Lozan’daki görüşmelerde, resmi görüşmeleri kastediyorum, biliyorsunuz Lozan’da bir resmi görüşmeler var, bir de onların dışında gayri resmi temaslar, görüşmeler oluyor, resmi görüşmelerde petrol konusu pek fazla dile getirilmiyor, hatta hemen hemen hiç dile getirilmiyor.
Uluğbay: Çok azdır, dediğiniz doğru.
Ültanır: İsmet Paşa Lozan’da tezimizi tamamen Türk-Kürt birlikteliğine dayandırır, oradaki halkın bizim ahalimiz olduğunu izah eder. Musul’un geleceğinin Urfa’nın, Antep’in hatta, İstanbul ve İzmir’in geleceğiyle aynı olması gerektiğini bu gerekçeyle açıklayarak, Arapları kastederek, Lord Curzon’a “toplam nüfusun dörtte biri bir kavme memleketin verilemeyeceğini” söyler. Aynı zamanda Atatürk ile haberleşmesinden ortaya çıkan şu bilgi de var. Misakı Milli hududumuz dışında, İngilizlerin cetvelle çizmek istedikleri coğrafi sınırın korunmasının güç olduğunu da belirtiyor. Güneydoğu’nun güvenliği için sınırın bugünkü Musul-Süleymaniye-Kerkük’ü içerecek biçimde geçmesi, yani Osmanlı’nın o günkü Musul vilayetini içermesi gerektiği bilinci askeri açıdan da var. Petrol konusu burada perde arkasında kalıyor. Ancak gayri resmi görüşmelerde, işbirliği kapsamında bile petrol konusunun konuşulduğu incelemelerimde rastladığım bir olgu. Mutlaka petrolü Batı’dan koparmak gibi bir strateji izlenmemiş, ama İngilizler Musul konusunda çok katı ve uzlaşmaz bir tutum sergilemişler. Eğer yanlış söylediysem lütfen düzeltiniz.
Uluğbay: Yok, doğrusunuz. Bahsettiğiniz konuya aslında değişik noktalardan da bakmak lazım. Bunlardan birincisi görüşmeler sırasında petrol konusu ağırlıkla resmi toplantılar dışında ikili temaslarda ele alınmıştır. Bu sadece İngiltere ile değil, Amerika ile yapılan temaslarda da gündeme gelmiştir. Çünkü Amerikalıların da geçmişte Osmanlı döneminde o bölgelere yönelik ayrıcalık elde etme girişimleri vardır.
Ültanır: Bu da Chester demiryolu projesi.
Uluğbay: Evet, Chester projesinden kaynaklanan böyle girişimleri vardır. Lozan görüşmelerinin devam ettiği sırada Ankara ile Amerika arasında Chester projesine yönelik görüşmeler de bir yandan devam etmektedir. Dolayısıyla o boyutu da ele almak lazım, Lozan’da o nedenle Amerikalılar ile de temas vardır. Tabii, İnönü iyi bir asker olduğu kadar iyi bir diplomat. O nedenle aslında görüşmeler sırasında petrolü gündeme getirip, yani petrol konusunda da işbirliği yapabiliriz girişimi müzakerelere kolaylık kazandırabilmek, bir de Musul’un havalisini kazandıktan sonra bu kaynakların işletilmesi gerekecek, Türkiye’nin bu konuda da ekonomik sorunları var.
Düşünün 1911’den beri Osmanlı Devleti ve daha sonrasında yeni Türkiye savaş içinde kalmış. Muazzam bir ekonomik yıkım içerisinde. Dolayısıyla, ekonomisini kalkındırabilmesi, artı tekrar güçlü bir devlet olabilmesi için ekonomik imkânlara ihtiyacı var. O dönemde ekonomik ihtiyacı, Sanayi Devrimi’ni yakalayamadığımız için sanayimiz yok, enerji kaynaklarının getireceği gelirlerle kalkınmanızı finanse etmeniz mümkün. Çünkü unutmayın, Lozan’da aynı zamanda kapitülasyonları da ortadan kaldırdığımız için dışarıdan borç alma söz konusu değil. Zaten başınıza gelenler nedeniyle borç almaya da bir anlamda tövbe etmiş durumdasınız. Tabii petrol çok ciddi bir ekonomik kaynak olacaktır.
O nedenle de İsmet Paşa, “bu ekonomik kaynağı beraber işletebiliriz, dolayısıyla bunun sizin için de bizim için de faydası” vardır şeklinde müzakereyi etkilemek istiyor. Tabii bu söylediğimiz boyutların arşivlerden çok iyi araştırılması lazım. İngiltere’nin de hesabı, altı asırlık imparatorluk yaşamış bir devletin, petrolünü işletememiş böyle bir devletin, İngiltere ile beraber işletmesinin vereceği imkânla petrol geliri, Türkiye’nin çok daha kolay toparlanması, toparlanmış bir Türkiye’nin de bölgede İngiliz çıkarları için bir tehdit olabileceği düşüncesiyle tahmin ediyorum, böyle bir teze yaklaşmak istememişlerdir.
Son boyutu da şudur: Hatırlarsanız, Makmahon mektupları diye bir mektup serisi vardır. O da bizim Güneydoğu sınırımızın çizilmesinde, Mekke Şerifi Hüseyin ile Kahire’deki İngiliz Yüksek Komiseri Makmahon (Askeri kökenli İngiliz diplomat, 1915-1917 Mısır Yüksek Komiseri Sir Arthur Henry McMahon) arasında teati edilen mektuplarla, Arapların Osmanlı’ya karşı isyan edip iç savaş çıkartmaları ve Osmanlı’ya destek olmaması için olabildiğince yoğun müzakereler olmuştur. Buna karşılık, Arapların bağımsızlığının tanınması ve artı Arapların topraklarının nereye kadar geleceğine ilişkin müzakereler vardır. O müzakereler tamamlandığında İngiltere kesin olarak, aşağı yukarı Lozan’da çizilen bugünkü sınıra yakın bir sınırı da Araplara ilke olarak vaat eder gibi görünmüştür. Çünkü, oraya kadar olan toprakların bir kısmında Fransız’ların da iddiası vardır. Dolayısıyla bu unsurlar nazarı itibare alındığı vakit, Lozan’da sınır çizmede karşılaştığımız, petrol kozunu oynamamıza rağmen neden lehimize çözülmediğini gösteren unsurlardır.
Bir başka unsur daha var, o da diğerleri kadar önemlidir. O da aynı dönemde Binbaşı Noel başta olmak suretiyle İngiliz İstihbarat Örgütü’nün adamları Güneydoğu’da isyan hareketleri çıkartırlar, artı Nesturilerin (yörede dağlık bölgede yaşayan Hıristiyanlar –Süryanilerin bir mezhebi) sorunları yaşanmaya başlanır, dolayısıyla Lozan’da siz müzakereyi yaparken, İngiltere’nin uyguladığı bir taktik de şudur; “Siz Güneydoğu’ya hakim değilsiniz, size karşı orada isyan var”. Bu biraz sonra konuşacağımız Lozan sonrasını da ilgilendirir. Milletler Cemiyeti görüşmeleri ve elemanlarının gidip yaptığı incelemeler sırasında da, gerek Nesturi olayları ve gerekse Güneydoğu’daki isyan girişimleri, belirli aşiretlerin ayaklanması gibi girişimlerin arkasında devamlı yabancı devletlerin istihbarat gücü vardır. Hatta ve hatta silah yardımından başka bu konuda Binbaşı Noel’i de “gelsin, bize destek olsun” diye talep ederler, bunlar Petropolitik’te ayrıntısı ile anlatılmaktadır.
Ültanır: Dediğiniz unsurlar ağır bastı ve Lozan’da bu sorun çözümlenemedi. Bildiğiniz gibi İngilizler çözümlenemeyen sorunu, kendilerinin hakim olduğu Milletler Cemiyeti’ne 1924 yılında götürdüler.
Uluğbay: Daha öncesi de var, biliyorsunuz, İstanbul görüşmeleri var.
Ültanır: Haklısınız, bir de çekişmeli geçen Mayıs 1924’deki Haliç Konferansı var. Buyurun o konuda da bir açıklamaya yer verelim.
Uluğbay: Evet, ona da kısaca değinelim. Lozan’da mutabakat sağlanamayınca, iki devletin bunu barışçıl yöntemlerle altı ay içinde görüşmeleri öngörülür. İstanbul’a gelindiği anda İngiliz heyeti ve Irak temsilcileri yeni bir strateji sergilerler. O da şu: Daha Musul görüşülmeye başlamadan önce, ek toprak talepleriyle gelirler. Hatta ve hatta daha önce kabul ettiklerinin ötesinde toprak talebini ortaya sürerler. Dolayısıyla daha Musul konusu görüşmeye gelinmeden müzakerelerin kopma noktasına gelmesini sağlarlar.
Ültanır: Bu toprak talebi Hakkari’nin de Irak’a bırakılmasıydı. Tam bir İngiliz oyunu. Musul, Süleymaniye Kerkük’ten vazgeçmezsen, Hakkari’yi de kaybedersin demek istedikleri anlaşılıyor. Az önce dediğiniz gibi bölgede, özellikle sınır yöresinde kalkışmalar da var. İşte bu ortamda Türkiye mecburen Lozan Antlaşması’nın “Anlaşmazlık halinde konunun Milletler Cemiyetine götürülmesi” hükmüne uyulmasına rıza göstermek durumunda kalıyor. İzninizle ben şöyle bir toparlama yapayım.
Nesturilerin ayaklanması, Şeyh Sait isyanı olmasaydı, Atatürk’ün Musul’a asker gönderme planını devreye sokması söz konusu olabilecekti diye biliyorum. Bunun için Yunanlıların Anadolu’dan kaçarken ele geçen silahlarının kullanılması da düşünülmüş, çünkü bayağı önemli miktarda. Bu arada İngiltere’de Lloyd George Hükümeti de istifa etmiş olduğu için bir dağınıklık var. Türk Ordusu karşısında direnmeleri pek mümkün görünmüyor. Ama, Musul’a gönderilecek askeri kuvvet içerdeki isyanları bastırmakta kullanılıyor.
Tüm bu olumsuzluklar karşısında Türkiye kendi aleyhine olacağı baştan bilinen ve öyle de olan Milletler Cemiyeti kararını kabul etmek durumunda kaldı. Brüksel Hattı denilen o hat Türkiye’nin coğrafi sınırı oldu. Petrolü yoğun bölgeler ile petrolü küçük kapanlar halinde olan bölgeler, cetvelle çizilen çizgiyle birbirinden ayrılmış. Nesturi ayaklanması ve Kürt isyanı Türkiye’ye Musul’u tamamen kaybettirdi. Geldik 1926 Ankara Antlaşması’na. Aslında Ankara Antlaşması da o zaman Türkiye’nin içinde tepkiler doğuran bir Antlaşma , ama Türkiye’nin ekonomik ve siyasi zorluklarını da göz önüne alırsanız, o gün yapabileceği fazla bir şey yok. Ancak, Musul sorunu adil ve gerçekçi olmayan bir şekilde çözülmüştür. Ankara Antlaşması’nın 14’üncü maddesiyle bölgedeki petrol gelirinin yüzde 10’unun 25 yıl süreyle Türkiye’ye bırakılması öngörülmüştür.
Ankara Antlaşması bence hâlâ geçerli bir anlaşma. Çünkü petrol dışında sınırı, iyi komşuluk ilişkileri ve genel hükümleri içeren bir anlaşma, ama Amerika Birleşik Devletleri Mart 2003’de Irak’ı işgalinden sonra geçmişteki anlaşmaların geçerli olmadığını bile söyledi. O zaman bizim tarafımızdan pek ses çıkmamakla birlikte, Kuzey Irak sorunu nedeniyle birkaç kez Ankara Antlaşmasının varlığı düşük tonda dile getirilmeye çalışıldı. Siz Ankara Antlaşmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Uluğbay: Benim bir diplomatik kariyer kökenim yok, ama Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni okumuş, orada da hukuk eğitimini bir parça almış insan olarak, Devletler Hukuku dersi görmüş bir insan olarak düşüncem şudur: Bir antlaşma ve anlaşma imzalandıktan sonra tarafların rızasıyla gözden geçirilip yeni şekil verilmediği sürece, aynen geçerliliğini sonsuza kadar sürdürür. Eğer anlaşmada, aynen Hong Kong’un statüsünü belirleyen antlaşmada olduğu gibi, bunun süresi 99 senedir, 50 senedir derseniz, o sürenin hitamında tarafların yeniden görüşüp yeni karar almaları gerekir veya görüşte mutabakata varılmıyorsa antlaşma sona erer. Ankara Antlaşması’nda böyle bir hüküm yok. Ankara Antlaşması Lozan kadar, dünyanın diğer anlaşma ve antlaşmaları kadar sonsuza dek geçerli antlaşmadır. İmzalayan üç taraf; İngiltere, Irak ve Türkiye. Oturup masaya bunu şu yönlerden tadil ediyoruz diye mutabakata varmadıkları sürece de, ebediyen var olmaya devam edecektir. Bu sadece Ankara Antlaşması değil, Türkiye’nin bütün antlaşma ve anlaşmaları, dünyadaki bütün antlaşma ve anlaşmalar bakımından da geçerlidir. Bunun tersini ileri sürmek hukuk tanımamaktır veya bu “fiili durum yaratıyorum” demek anlamına gelebilir.
Ültanır: AKP iktidarı Ankara Antlaşması’nı dile getirmek istemedi, ama Kuzey Irak’taki aleyhimize bir federal yapının oluşması Ankara Antlaşması ile çelişen bir durumdur. Sadece Kuzey Irak ile ilgili sıkışık bir durumda Gül, Dışişleri Bakanlığı koltuğunda otururken “gerekirse Ankara Antlaşması’nı masanın üstüne koyarız” diye bir şeyler söyledi, ama maalesef yüksek tonda değil. Bugün Cumhurbaşkanı olarak bu konudaki tutumu nedir, bilmiyoruz.
Şimdi efendim Ankara Antlaşması geçerli ve gelelim bugünkü duruma. İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik kitabınızda, Irak Petrol Şirketi’nin Irak Devleti’ne Royalty ödemeleri ile Türkiye’nin alması gereken ve aldığı tutarları bir tablo halinde koymuşsunuz. 1955’e kadar alınanlar gözüküyor. Aslında 1959’a kadar almamız gerekiyordu. Hatta bildiğiniz gibi, bu alacak bütçe kanunlarında gösteriliyordu. Ben bu konuyu Türkiye’nin Enerji Tarihi’ne ilişkin kitap çalışmamızda Sayın Demirel’e de sordum, tahsil edilemediği için bütçe kanunlarından çıkartıldığını söyledi. Bazı yazarlar ise, Menderes döneminde alınan 500 bin sterlin toplu para karşılığı bu alacaktan vazgeçildiğini söylerler, ama bana göre onun doğru olmadığı ortada. Siz bu konuda ne diyorsunuz?
Uluğbay: Şimdi, 1926 antlaşması yapıldığında, yüzde 10 Royalty hakkı tanındıktan sonra bunun ödenmesi için 25 yıl süre veriliyor, artı bir seçenek olarak da 500 bin sterlin toptan ödenmesi halinde bu haktan vazgeçilebileceği konusunda ek mektupta hüküm var. Uzun süre, “Türkiye 500 bin sterlini aldı ve bu hakkından vazgeçti” diye birçok yerde yayın yapıldı. Toplumda genel olarak o şekilde biliyordu. Petropolitik’in ilk versiyonunun yayınlanmasıyla birlikte bunun böyle olmadığı da ortaya çıkmış oldu. Çünkü, ben, bütçe kanunları üzerinde yaptığım çalışmaya dayalı olarak ilk tespitlerimi yapmıştım.
Ancak, ben o ilk tespitlerimi yaptığım sırada, 1932 yılında Nuri Said Paşa (1930-1958 arasında 14 kez Başbakanlık yapmış Irak devlet adamı) ile bizim İktisat vekilimiz Mustafa Şeref Bey (Mustafa Şeref Özkan) arasında teati edilen mektuplardan haberim yoktu. Bu mektuplar o tarihte hiçbir yerde de yayınlanmamıştı. Daha sonraki araştırmalarımda diğer kaynakları izleyerek böyle bir anlaşmanın olması gerektiği sonucuna vardım ve netice itibariyle bu metinleri Dışişleri Bakanlığı’na yazdığım bir yazı ile bilgi edinme çerçevesinde edindim.
Orada açık ve seçik olarak, ödemelerin başlangıcı 1931 yılıdır. 1931 yılına gelmeden önce de tediyeler konusunda kısa bir bilgi vermek isterim. 1926’da antlaşma imzalandığında henüz Irak petrollerinin işletilmesine başlanmamıştı. Dolayısıyla, işletilmeyen bir petrolün yüzde 10’unu alabilmeniz mümkün değil. Daha sonra Irak petrollerini işletecek olan şirketle Irak hükümeti arasında sözleşme tadilleri var. Bu bağlamda da iki boru hattının döşenmesi söz konusu. Dolayısıyla, o iki boru hattı döşendikten sonra ancak petrol sahalarının işletilmesi başlayabilecek durumda.
Ültanır: Hatlardan biri Hayfa’ya uzanıyordu…
Uluğbay: Bu boru hatları birisi Hayfa’ya, birisi de Lübnan’a giden hat. Bu boru hatları da 1934’de devreye girmiştir. Yani, Irak’ın royalty almaya başlaması 1934’de olacaktır. Bir ara düşüncemde de bunun 1934’den başlayarak hesaplanması gerekir sonucuna varmıştım. Ama, bahsettiğim Nuri Said Paşa ile 1932 anlaşması, bunu 1931’e çekiyor. Haklı olarak, 1934’den niye 1931’e çekiliyor sorusu akla gelebilir. Bunun da temel nedeni, Irak’ın o sırada gelişmesini sağlayabilmek, iç huzursuzlukları giderebilmek için kaynağa ihtiyacı var. Dolayısıyla tahmin ediyorum, bu bir tahmindir, İngiliz hükümetinin de telkiniyle şirket 1931 yılından itibaren avans vermeye başlıyor. Bu da aşağı yukarı 400 bin sterlin civarında bir avanstır. Irak o avansları almaya başlayınca bir kere kendisi rahatlıyor, ikincisi Türkiye’de o sırada, tahmin ettiğim kadarıyla görüşme halinde. Çünkü bunun belgelerine daha rastlamadım.
Ültanır: Efendim, tahmininizin gerçekçi oluşuna izninizle şöyle bir katkı yapmak isterim. Nuri Said Paşa, İngilizlerle iyi geçinebilen İngiliz yanlısı politika izleyen bir kişi. Hükümetini desteklemek için de bu avansı vermiş olabilirler. Şimdi siz o 400 bin sterlin dolaylarındaki avansın yüzde 10’unu da almamız gerektiğiniz söylüyorsunuz değil mi?
Uluğbay: Tabii. Çünkü bir anlamda üretilecek petrole karşılık olarak 1931 yılından itibaren ödeniyor. Dolayısıyla, bu durumda Türkiye de bu hakkın hâlâ ödenmediğinin farkında. Gerek Ankara’da ve tahmin ediyorum gerekse Bağdat’taki temaslar çerçevesinde talepte bulunuluyor. 1932 tarihli mektupta şöyle bir söz de geçiyor: “Bir sene dört ay sekiz günlük temdit müddetinin hükmü kalmadı.” Demek ki, arada bir temdit de yapılmış. Onun belgesine daha ulaşamadım, bir gün ulaşırsam onu yayınlamak niyetindeyim. 1932 anlaşması bütün daha önceki görüşmelerin ve imkân yaratma çabalarının bir anlamda bağlandığı ve nihai şeklini aldığı metin. Böylece 1931’den başlayarak hesap ettiğiniz taktirde 25 yıl 1955 yılına kadar gelir.
Ültanır: Şimdi bu süre içinde tahsil edilen ve edilemeyene ilişkin hesap sonucunuzu da rakam olarak ortaya koyalım ki, okuyucumuz büyüklüğünü değerlendirebilsin.
Uluğbay: Tabii, tahsil edilen miktar 3,5 milyon sterlin civarındadır. Bakiye de eskiden aşağı yukarı 2 küsur milyon sterlin görünüyordu. Oysa, benim 1955’e kadarki hesaplamalarım da Türkiye’nin alması gereken yüzde 10 payın en az 29 milyon sterlin tutarında olduğu ortaya çıkıyordu. Kesin Hesap Kanunları’nda tahsil edilmiş miktarların o yıllara ait sterlin/TL paritesine göre karşılıkları 3.5 milyon sterlin tutmaktadır. 1931 yılından başlanarak 25 yıllık royalty paylarından tahsil edilmemiş yaklaşık 26 milyon sterlin bir alacağın olduğu ortaya çıkmaktadır.
Şimdi, neden en az 29 milyon sterlin diye yazdım? Çünkü ben bu rakamları Irak Petrol Şirketlerinin bilançolarından veya ekonomik faaliyet raporlarından çıkartamadım. Çünkü, onlara ulaşmak için ya kalkıp Irak’a gideceksiniz ya da Londra’ya gideceksiniz ve şirketin arşivine gireceksiniz. Şirketler de kolay kolay arşivlerini açmazlar. Çeşitli ve eskiden çıkan birtakım yayınlardan istifade ederek, bu rakamları dökmüş olan bazı yazarların çıkarttığı tablolardan, üretim rakamlarından giderek ben bunu hesapladım.
Dolayısıyla bilançolar üzerinden gidilecek bir rakam ve Irak’a kendi bütçe çerçevesinde ödenen rakamlar üzerinden gidecek rakamlar, farklı rakamlar çıkartır. Neden? Çünkü 1932 anlaşmasına baktığınız vakit, alacak Irak’ın sadece bütün topraklarından çıkan petrolden değil, bunun ticaretinden, artı Irak’ın bu işlemlerden aldığı muamele vergilerinden dahi pay almak söz konusu. Bütün onların ayrıntılı hesabına girildiği vakit, bu 29 milyon sterlinin yukarıya doğru çıkması lazım. Tahsil edilen 3.5 milyon sterlini düştüğünüz vakit, aradaki fark da aşağı yukarı 26 milyon sterlin değil, daha yukarısında bir rakam olması lazım. Tahsilatta da aşağı yukarı dönemler itibariyle bir yıl hariç, 1945 yılı hariç, Irak Petrolleri belirli ödemeler yapıyor. Fakat, bu ödemeler her yıl Irak Devleti’nin aldığının yüzde 10’undan düşük miktarlar.
Ültanır: En son tahsil ettiğimiz yıl hangisi?
Uluğbay: En son tahsil ettiğimiz yıl, bir 1951’de bir tahsilat var, bir de 1954’de bir tahsilat var. Aradaki iki yıl boştur.
Şimdi burada benim düşünceme göre iki husus var. Irak daha önce ödediği yıllarda, petrol gelirleri zaten düşük. Dolayısıyla bunun yüzde 10’unu vermiş olması o kadar önemli değil, kendisini de sarsmıyor. Ancak, aynı tarihlerde çok ciddi bir olay meydana gelir. İran’da Musaddık başbakandır (Muhammed Musaddık).
Ültanır: Şimdi 1951-54 arasındaki gelişmelerden söz ediyorsunuz.
Uluğbay: Evet, İran’da Musaddık petrolleri millileştirme kararı aldı. Başta İngiltere olmak üzere İran’a ambargo uygulandı. İran petrollerinin dünya piyasalarına girişi bir anda durdu.
Ültanır: Musaddık, İran şahıyla da iktidar için çekişen bir kişi, ama dediğiniz millileştirme sonucu petrol satışı durunca, gelişen olaylar Musaddık iktidarının da sonunu getirdi ve İran’dan kaçmak zorunda kaldı.
Uluğbay: İran petrolü durunca dünya petrol talebini karşılayabilmek için Irak’ın petrol üretimi aniden yukarı doğru fırlar. İşte o dönemde baktığınız taktirde, Irak’ın üretiminin çok arttığı, çok fazla gelir elde etmeye başladığı görülür. Şimdi düşünün ki, siz 400 bin sterlin kazanırken 40 bin sterlin verebilirsiniz de, 40 milyon sterlin kazandığınız vakit 4 milyon sterlini vermek ağrınıza gider. Irak’ın petrol gelirleri büyük miktarlara çıkmaya başladığı an Irak, “ödemeyelim, bakalım Türkiye’nin reaksiyonu ne olacak?” yaklaşımına gitmiş olabilir. Bu bir varsayımdır, bir belgeye dayanmayan düşüncedir.
Buna mukabil aynı dönemde de Ortadoğu’da liderlik konusunda İran, Türkiye, Mısır arasında bir siyasi rekabet var, kim lider rolünde olacak? İran’da Musaddık nedeniyle sorun olduğu için İran geri plana düşmüş durumda, ama Mısır ön planda.
Ültanır: O dönemde Mısır’da Arapların liderliğine soyunan Nasır (Cemal Abdul Nasır) var.
Uluğbay: Evet, Nasır’ın olduğu dönem. Dolayısıyla o çekişme ortamında Ortadoğu’daki ilişkileri geliştirmek için bir Bağdat Paktı kurulmasına gidilir, bunun CENTO’ya kadar uzanan boyutu var.
Ültanır: Bunlar tabii tahsilat döneminin son yıllarına ilişkin gelişmeler.
Uluğbay: Dolayısıyla bu ilişkilerin gelişmesi çerçevesinde, Irak’ın ödememesine muhtemelen Ankara Hükümeti de ses çıkartmamış olabilir.
Ültanır: 1955 yılında Türkiye ile Irak arasında imzalan “Karşılıklı İşbirliği Antlaşması” var. Bu Bağdat Paktı’nın ilk adımını oluşturuyor. O dönemde Türkiye Başbakanı Menderes ile Irak Başbakanı Nuri Said Paşa’nın dostlukları da iyi. Hatta 1958’de Abdülkerim Kasım’ın önderliğinde yapılan Irak ihtilaline karşı Menderes’in askeri harekât düşündüğü ve istediği söylenir. Sonra Irak Bağdat Paktı’ndan çekilir, Paktın adı da CENTO’ya dönüşüp Merkezi Ankara’ya taşınır. Dolayısıyla Menderes 500 bin sterlin alarak değil, Nuri Said ve Bağdat Paktı hatırı için bu parayı tahsil etmekten vazgeçmiş görünüyor.
Şimdi sizin İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik kitabınızdan bir cümleye değinmek istiyorum. Diyorsunuz ki, “Irak’ın petrol gelirleri 1950’deki 276.8 milyon dolardan 1959 yılında 1.5 milyar dolara yükselmiştir”. Türkiye’nin tahsilatta ısrarlı olmadığı, hatta vazgeçtiği dönemde ne büyük gelir kaçırdığı ortada. Ayrıca siz de kitabınızda irdelemişsiniz, 1957 yılında Türk ekonomisi Demokrat Parti yönetiminin basiretsizliği ile krize sürükleniyor. Bu paralar tahsil edilebilse belki o kriz hiç yaşanmayacak. Çünkü o yıllarda 50, 100, 150 milyon dolarlar büyük para. Sayın Demirel bana Enerji Tarihi kitabımızda kullanmak üzere anlatmıştı, 1952’de ihalesi yapılan Seyhan Barajı için Dünya Bankası’ndan 25 milyon dolar kredinin alınması hiç de kolay olmamış.
Uluğbay: Bakın Ankara Hükümeti’nin tediyelere ses çıkarmadığı o dönemde, aynı zamanda bir başka olay var. Bütün bunların arasında ister istemez bir mantık bağı kurmak durumundayız, belgeler ortaya çıkmadığı sürece. O mantık bağı da nedir? Hatırlarsanız İkinci Dünya Harbi’nden sonra 1948-49’dan sonra Marshall yardımı başlamıştır.
Ültanır: Amerika’nın Marshall Yardım Planı, Türkiye’yi Üçüncü Sanayi Planı’ndan caydırıp tarım ülkesine dönüştürmeyi hedefleyen yardım.
Uluğbay: 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, bu Marshall yardımı ve diğer yardımlarda büyük artışlar vardır. Aynı dönemlerde Tanrı’nın bir lütfu olarak Türkiye’de tarımsal üretim sıra dışı bir artış gösterir.
Ültanır: O sıra dışı artışta Amerikan yardımı ile traktörün Türk tarımına girişi büyük rol oynamıştır. Çok miktarda traktör ve tarım aleti ilk defa öyle girdi. Köylü sabanla öküzün peşinde ekeceği sınırlı alandan, traktör pulluğu ile işlediği geniş alanlara geçebiliyordu artık. Sıra dışı artış da önemli faktör bence bu. Tabii periyodik iklim değişikliklerinin olumlu etkisi de olmuş olabilir.
Uluğbay: Sonuçta bir anda Türkiye kaynak bolluğu içine düşer, bu 1954-55’e kadar devam eder. Dolayısıyla böyle bir ortamda Türkiye de eski hassasiyetiyle rakamları takip etmemiş olabilir.
Ültanır: Belki Bağdat Paktı nedeniyle Amerika’nın “para alma” diye Türkiye’ye baskısı da olmuş olabilir.
Uluğbay: Bilemiyorum, o konuda belge olmadığı sürece bir şey söylemek pek olanaklı değil. Ama Amerika’nın da bir baskı yapmasına gerek yok, Irak’ın kaynağı artıyor. Burada önemli olan Türkiye’nin bu konuda sergileyeceği irade. Türkiye o iradeyi sergilese 1950’li yıllarda durum değişebilir. Belki Türkiye 1954’de öyle bir iradeyi sergiledi 517 bin sterlin tahsil etti. Dolayısıyla oturup, “Bu hesap nedir ne değildir, ne kadar ödediniz, ne kadar elde ettiniz? Getirin şu bilançolarınızı bir bakalım. Siz ne kadar aldınız?” diye ciddi bir şekilde masaya oturulsa, herhalde Irak’ın da anlaşmadan kaynaklanan yükümlülükleri nedeniyle bu bilgileri getirmesi lazım. Üstelik iki ülke arasında dostane ilişkiler var. Ancak, bütçede vergi gelirleri arasında Musul petrollerinden alacak diye yer alıyor.
Ültanır: Şimdi efendim ben de o noktaya gelelim istiyordum, ama önce müsaadenizle tahsil edilemeyen alacağın bugünkü değeri üzerinde kısaca duralım. Söyleşimizin teybi açmadan önceki özel bölümünde sözünü ettiğim Sayın Ferruh Demirmen’in hesabı belki hatalı olabilir, ama üretim miktarlarından giderek 1934-1958 dönemi için yapılmış bir hesaptı. Sizinle yaptığımız bu söyleşi 1931-1955 döneminin esas alınması gerektiğini ortaya çıkardı. 1931-34 arası miktarı kesin bilinmeyen bir avans var. Ferruh Bey hesabında 1934-58 dönemi için Türkiye’ye ödenmesi gereken payı 49.98 milyon sterlin hesaplamış. Siz de 29,5 milyon sterlinden fazla diyorsunuz. Bu bakımdan olabilir bir rakam. Tahsil edilen bedeli 3.47 milyon (yaklaşık 3.5 milyon) sterlin alıyor, siz de aynı rakamı veriyorsunuz zaten ve kalan borcu 46.5 milyon sterlin olarak çıkarıyor. Şimdi müsaadenizle burada 26 milyon ya da 46 milyon sterlin tartışması açmak istemiyorum. Vurgulamak istediğim başka. Ferruh Bey, o günkü 46 milyon sterlini 2003 reel değerine getirince, 740 milyon sterlin olduğunu ve bunun da yine 2003 yılı paritesiyle 1.2 milyar Amerikan dolarına karşılık geldiğini söylüyor. Büyük para ve vurgulamak istediğim bugünkü değeri. Kitabınızın son baskısında sizin de bugünkü değer hesabınızın var olduğunu gördüm. Onu burada aktaralım.
Uluğbay: 26 milyon sterlinin bugünkü değeri için Petropolitik’te de verilen farklı değerlendirme yöntemleri vardır. Bunlardan biri, 1955 yılındaki 26 milyon sterlinin bugünkü satın alma gücünü hesaplamaktır. İkinci bir yaklaşım, 26 milyon sterline İngiltere’deki faiz hadlerinden birini uygulayarak bugünkü değerini ortaya çıkarmaktır. Üçüncü bir yaklaşım ise, 26 milyon sterlin petrolden gelen bir alacak olduğu için değeri bunun karşılığı olan petrol üzerinden bulmaktır.
1955 yılındaki 26 milyon sterlin, o yıl için 72.8 milyon dolar ediyor. 1955 yılında Irak petrolünün Lübnan Trablus limanından ihraç fiyatı 2.41 dolar/varil. Dolayısıyla 72.8 milyon dolarlık petrol 30.2 milyon varil ediyor. Bu yıl petrol fiyatları çok çıktı sonra düştü, onu bir yana bırakırsak, 2007 yılındaki 90 dolar/varil fiyatıyla en az 2.7 milyar dolara karşılık. Şimdi petrolün daha da düşeceği söyleniyor, 2003 yılında varili 25 dolardı, o fiyattan da 755.2 milyon dolar ediyor. Petropolitikte bu hesaptan başka bir de faize göre yapılan hesaplamayı koydum. 72.8 milyon dolara; 1956-73 döneminde yüzde 4, 1974-80 döneminde petrol krizi yaşandığı için yüzde 8, 1981-89 döneminde yüzde 7 ve 1990-2002 döneminde yüzde 6 faiz uyguladığınızda, 2002 sonunda 991.7 milyon dolara ulaşıyor. Anılan dönemlere ilişkin faizleri birer puan, petrol krizinin olduğu 1974-80 dönemindeki faizi 2 puan yükseltirseniz, bu değer 2002 sonunda 1644.7 milyon dolara çıkıyor. Bunlar genel bir fikir verir. Ancak ben sonuç olarak 2007 sonu itibariyle tahsil edilmemiş miktarın 1.5-2.7 milyar dolar arasında bir meblağ olduğunu söyleyebilirim.
Ültanır: Ben kitabınızdan şöyle ilginç bir not da çıkarmıştım. Petropolitik’te diyorsunuz ki, “ 26 milyon sterlinin karşılığı olan 72.8 milyon dolar, Türkiye’nin 1954 yılında yaptığı 106 milyon dolarlık dış borç ödemesinin yüzde 68.7’sini karşılayacak boyuttadır”. Irak’a her ne sebeple olursa olsun, geçmiş iktidarların bıraktığı bu para hiç de az değil. Bence parayı bırakmaktan da önemlisi, petrol üzerindeki haktan vazgeçmiş oluyorlar. Bu alacak bütçe kanunlarında uzun yıllar yer almış diye biliyorum.
BÜTÇE MADDESİ HALİNDE KORUNAN ALACAK 1987’DE KALDIRILIYOR
Uluğbay: O da şöyle: çok uzun değildir, aslında kısadır. Irak’taki devrimle birlikte madde haline dönüşüyor. Bütçe gelir tahminleri içinden çıkar, doğrudan doğruya bütçenin maddeleri içine girer. İsterseniz onun nedenlerini de açıklayayım.
Ültanır: Memnun olurum, buyurun.
Uluğbay: Bütçenin gelir kalemleri içinde yüzlerce gelir kaleminden bir tanesi olarak görülür ve teknisyenlerin dışında onu kimse bilmez. Ama, bütçe maddeleri, madde madde Meclis’te müzakere edilir. Dolayısıyla oylanan maddelerden bir tanesidir. Irak’taki ihtilale karşı Türkiye’nin çok sert tepkisi vardır. Az önce siz de değindiniz, hatta hatırlarsanız, sizin de bahsettiğiniz müdahale niyetinin ötesinde, Türkiye askeri müdahale için ordularını dahi güneye kaydırmıştır. İşte o noktada Amerika ve İngiltere’nin, “askeri müdahalede bulunmayın” telkinleri üzerine Türkiye Irak’a girmekten vazgeçer. O bağlamda Irak ile çok ciddi bir siyasi gerilim yaşanmıştır. Türkiye de General Kasım rejimini en son tanıyanlardandır.
Ültanır: Peki burada şu konuda görüşünüzü sormak isterim. Türkiye’nin müdahale etmek istemesinin nedeni sizce, Ankara Antlaşması’na dayalı çıkarlarını korumak için miydi, yoksa Menderes’in Nuri Said Paşa ile dostluğuna dayalı kader birliğini korumak için miydi? Gerekçesi neydi?
Uluğbay: Açıkçasını söyleyeyim, ayrıntısını bilemiyorum. Olsa olsa bir tahmin söyleyebilirim. O da Irak’taki mevcut rejimle iyi ilişkiler devam ediyordu, dolayısıyla bir dosta sahip çıkma anlayışı hakim olmuş olabilir. İkincisi de yeni rejimin Türkiye bakımından özellikle Güneydoğu’da sorun yaratıp yaratmama bakımından, ne oyun oynayacağı bilinmediği için ona karşı bir ihtiyati tepki olabilir. Belki başka nedenler de vardır, onu bilemem. Irak’a ve daha sonraki Saddam yönetimine karşı, alacağı daha hukuken güçlü ifade edebilmek için bütçeye madde olarak konulmuştur.
Ültanır: Irak’ta 1958 darbesinden sonra 1968’de Baas’ın iktidara geldiği bir darbe daha var. Baas yönetiminde Saddam 1976’da Başbakanlığa, 1978’de devlet başkanlığına geliyor. Bizim alacağımız hâlâ bütçe kanununda bir madde olarak gündemde değil mi?
Uluğbay: O maddenin konulması da 1987 yılına kadar devam etmiştir. 1987 yılından itibaren de kalkmıştır.
Ültanır: 1987’de ANAP iktidarı, Özal Hükümeti var. Sayın Demirel, “Tahsil edilemediği için kaldırılmış olduğunu söylemişti, ama sizce kaldırılması doğru mu değil mi?
Uluğbay: Şimdi bir defa tahsil edilemedi diye kaldırıldığına ben pek ihtimal vermiyorum. Çünkü biraz evvel konuştuk, siz başlangıçta da ifade ettiniz, bir olaya dar açıdan bakmamak lazım. Çünkü, “siyaset” dediğimiz olgu birçok etkenin bileşkesi olarak ortaya çıkan bir unsurdur. Evet, yıllardır Irak bu bedelleri ödemiyor, ama biz ne kadar ciddi takip ediyoruz? Bir kere meselenin o boyutu var. İkincisi Irak ile 1980’li yıllardan itibaren, Turgut Özal’ın Ortadoğu’ya açılma, müteahhitlik sektörünün gelişmesi, yurtdışı ihalelerin ve ticaretin artması yolunda girişimleri var. Dolayısıyla bunun semereleri alınmaya başlanıyor. Öyle bir ortamda muhtemelen bu alacak meselesinin de çıban başı gibi ortada durduğu izlenimi de olabilir. O nedenle de ilgili birimlerle istişare etmek suretiyle, “bunun önemi var mı yok mu?” gibisinden değerlendirerek, “önemi yok, sorun da olmasın” değerlendirmesiyle, “hazır ticari ilişkilerimiz de gelişiyor, bunu kaldıralım” diyerek kaldırmış olabilirler. Ancak, “kaldıralım” denmiş olmasının arkasında yeteri kadar bilgi birikiminin canlı tutulmaması yatıyor. Çünkü, o tarihte siz bu alacağınızın 30 milyon varillik bir petrole eşdeğer olduğunu düşünürseniz, kolay kolay vazgeçemezsiniz. Çünkü 30 milyon varil, günümüzde bir günlük dünya üretiminin aşağı yukarı yüzde 35-40’ı kadardır.
Buna mukabil Saddam döneminde petrol boru hattına ilişkin bir alacak meselesinden dolayı Irak bir tarihte Türkiye’ye der ki, “Boru hattından petrolü kesiyorum. Şu kadar borcunuz birikti, hafızam beni yanıltmıyorsa da bu 270 milyon dolar civarında bir alacaktır, bu borcu ödemezseniz petrolü vermeyeceğim”. Dolayısıyla Türkiye o sıkışık döneminde bu parayı bulup buluşturur ve öder. Aslında bu fırsatlardan bir tanesidir, “Bir dakika dur, senin bana yıllardır ödemediğin alacak var ve üstelik bu uluslararası bir antlaşmadan kaynaklanan alacak. Evvela oturup onu konuşalım” denilecek bir noktaydı. Türkiye’nin önüne böyle birkaç fırsat düşmüştür.
Ültanır: Maalesef fırsatlar kullanılamamış.
Uluğbay: Dediğim gibi dosyalarımıza hâkim olmadığımız sürece, neyi nerede tam zamanında kullanacağımızı bilmediğimiz sürece de tabii o hakları geri almış olamayız.
Ültanır: Bu tip yayınların da, toplumun hafızasını canlı tutabilmek açısından bu bir faydası var.
Uluğbay: Toplum hafızasının birikimi sırası geldiğinde kullanılabilmeli.
Ültanır: Efendim, artık son döneme gelmek istiyorum. Biliyorsunuz, günümüzde dünya siyaset sahnesinde geçen yüzyılın başındaki İngilizlerin rolünü ve yerini bugün Amerika almış durumda. Gerçi İngilizler politika oluşturur, Amerikalılar uygular, ama dünkü İngiliz emperyalist siyaseti, bugün Amerika tarafından yürütülür durumda. Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında Amerika’da çizilen haritalar var. Bunlardan biri de Emekli Albay Ralph Peters imzası ile Amerikalıların ortaya sürdükleri harita. Bu haritada Kürdistan yer alıyor. Türkiye’nin Güneydoğu ve Doğu illerini kapsıyor. Harita Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin “Armed Forces Journal” adlı dergisinde 2006 yılında yayınlandı. Hatta NATO seminerlerinde de ortaya konuldu. Bu Kürdistan haritasını petropolitikle bağlantılı görüyor musunuz?
Uluğbay: Şimdi bakın, haritaya gelmeden önce bir bilgiyi paylaşırsak, o haritayı izah etme bakımından da yardımcı olur. Birincisi, şu anda bana göre dünya son petrol paylaşımının mücadelesini yapıyor. Neden son petrol paylaşımı diyorum, onu da açıklayayım. Sebebi, dünyada her fiziki maddenin olduğu gibi petrolün de sınırlı boyutu var. Petrol üretiminin 2010 yılına kadar tavan yapacağı, tavan yaptıktan sonra da düşmeye başlayacağı savı aşağı yukarı 10 senedir ağırlıklı olarak Amerikalı araştırmacılar olmak üzere, İngiltere gibi ülkelerde de yoğun bir şekilde işleniyor. Petrol üretiminin tavan yaptığı noktada dünyada Çin, Hindistan, Asya ülkelerinin süratle ekonomik büyümelerinin hızlandığı yerde enerjiye yönelik yoğun talepler var, ticari çekişmeler kadar, siyasi çekişmeler var. Bunların ayrıntısına girdiğimiz taktirde, en az daha üç saat konuşmamız gerekir, onu geçiyorum. Böyle bir ortamda petrol bulunan coğrafya olarak, dünya petrollerinin şu anda yüzde 65 boyutu bulunduğumuz coğrafyada. İkinci olarak da bulunduğumuz coğrafya dünya doğalgazının yüzde 35’ine sahip. Enerji kaynakları üzerinde çok ciddi monopol benzeri durum da var. Böyle bir durumda bu coğrafyayı denetlemek ileri sanayi ülkelerinin emellerinden birisi. Dolayısıyla Irak’ın işgali, renkli devrimlerin gerisinde bunlar rol oynuyor. Artı bu konudaki gelişmelere ilişkin olarak okuyucularınızın dünya fotoğrafını çok iyi algılayabilmeleri için bir de kitap önereceğim. Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası.
Ültanır: Konularımız içinde o kitaptan ve benzer daha başka kitaplardan okuyucularımıza çok söz ettik. Üstelik elit bir okuyucu kitlemiz vardır.
Uluğbay: Dolayısıyla bu kitap okunduğu vakit dünyadaki dengeler, o dengelerin gerisinde enerjinin çok önemli olduğu görülür. Şimdi böyle bir ortama gelmeden evvel yine bir şeyi söylemek istiyorum. Eğer dönüp bakarsak Sevr Antlaşması’na, Sevr Antlaşması’nda bir Kürdistan haritası da mevcuttur, bir Ermenistan haritası da. Dolayısıyla bu haritalar Sevr’de çizilmek suretiyle ortaya konulmuştur, dünya politikasını yönetenlerin beyinlerinin gerisinde bu vardır.
Şimdi dönüp Irak’a geldiğimizde Irak’ta şöyle bir boyut var. Irak’a Amerika alkışlarla gireceğini ve bağıra basılacağını bekliyordu. Saddam rejiminin baskıcılığı nedeniyle böyle bir beklentiyle girdi. Ancak, evdeki hesap çarşıya uymadı. Beş senedir orada çok yoğun bir kanlı çatışma yaşanıyor. Zaman zaman Amerikan basınında Irak’ın üçe bölünmesine karşı çıkmayalım, burada bu kadar kan dökülmesine neden olmayalım tarzında görüş savunanlar ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Irak’ın bütünlüğü bölge istikrarı açısından önemli olduğu kadar enerji kaynaklarının bir arada kullanılması bakımından da bir imkândır. Ayrıntılı düşünen devletlerin ve uzmanların kafasında daima bir B ve C planları vardır. Unutmayın ki savaş yaşandığı sırada, Amerikalıların bölgede en büyük destek aldıkları; birincisi İsrail, ikincisi Kuzey Irak Yerel Yönetimi, üçüncü olarak Türkiye’den destek almışlardır, malzeme sevkiyatı vs. bakımından.
Irak’taki Amerikan güçlerinin mücadelesinde Kuzey Irak’a yönelik bir bağımlılıkları vardır. Barzani yönetimi de Amerika’nın işgalini bağımsızlığa giden yolda büyük bir fırsat olarak görmüştür. Hatta ve hatta bu son SOFA Anlaşması (Irak ve ABD arasındaki Güvenlik Anlaşması) Irak Meclisi tarafından onaylanmadan önce, biliyorsunuz yoğun bir muhalefetle karşılaşılmıştı. O muhalefet sırasında Barzani yönetimi Washington’a, “Askerlerinizi konuşlandırmak için Irak’la bir mutabakata varamıyorsanız, buyurun gelin kuzeyde yerleşin” dedi ve bu Batı basınında da yer aldı. Amerika’nın askeri varlığını Kuzey Irak’a çekmek Barzani için de bir avantaj sağlayacaktı. Bunları da denkleme eklediğiniz vakit, Kürtlerin belirli bir konumu ortaya çıkıyor. Onlar olabildiğince siyasi nüfuzlarını genişletmeye çalışıyor. Hedefleri de bağımsızlıklarını elde etmek noktasında hareket etmeye çalışıyorlar. Böyle bir durumda Irak sorunu bulunduğumuz coğrafyada bitmiş değil, İran sorunu bitmiş değil.
Türkiye konusunda, 1 Mart Tezkeresi nedeniyle Amerika’nın kafasında tereddütler vardı. O tereddütlerin ne kadarı gitti, ne kadarı gitmedi, bilmiyoruz. En önemlisi de İran’a yapılacak bir müdahale konusunda Türkiye’nin tutumunun ne olacağından emin değil. İran’a bir müdahaleyi düşünüyorsa, İran müdahalesi nedeniyle de Kuzey Irak Yönetimi ile yakın işbirliğini daima düşünüyor olabilir, yahut planlarının bir parçası olabilir. Bunları yan yana koyduğunuz vakit, bölgedeki haritaların değişmesini düşünenler olabilir. Yani, bunu devlet düşünmüyor olabilir, Washington’daki siyasi rejimde bürokratlar düşünmüyor olabilir. Ama birtakım insanlar, stratejistler, masanın üzerinde bu seçeneği değerlendirebilir. Genelde, siyasetçiler konuştuklarında “Masada hiçbir seçenek noksan değildir” derler. Bu askeri müdahaleden diplomatik ilişkilere kadar bütün yelpazeyi kapsayan, ticari ilişkiler dahil bütün araçların kullanılabileceğini ifade eden bir anlatımdır. Böyle bir stratejinin sonucu çıkmış olabilir. Bir de Batı üslubunda bir yöntem vardır; Batı bir şeyi tartışmaya açacaksa, başbakanı vasıtasıyla söylemez, bunu uzmanlara söyletir, uzmanlar tartışmayı belirli bir noktaya kadar getirir, bu tartışmanın aldığı tepkilere göre siyasete mi dönüşecek, siyasetin geri planında mı işlenecek, açık politika mı olacak, gizli politika mı olacak, bütün bunlar yelpazesi içinde düşünülür. Burada da emekli albaya söyletiyor, tepki alınca, “onun kişisel görüşü” deyiveriyor. Bu tamamen bir strateji meselesidir. İşte Batı kültürü bu. Yoksa siz Osmanlı’da olduğu gibi bir sene öncesinden Viyana’ya gideceğinizi açıklarsanız, Viyana bir yıl hazırlanır.
Ültanır: Şimdi efendim, sizinle söyleşi çok zevkli de, dergimizde bu söyleşi için planladığımız yeri çok çok aştık. Son bir soru ile söyleşimizi tamamlayalım istiyorum. Amerika Irak’ı işgal etti, orada acımasızca kanlı bir savaş verdi, bir milyon Iraklının öldüğü söyleniyor, Amerika’nın beş bin asker kaybı var. Ancak, bu harekâtın mali yükü Amerikan ekonomisini sarsmaktan öte krize girmesine de bir neden oluşturdu. Amerika Irak bataklığına saplanmış durumda. Amerika Irak’tan çekilecek, şimdi 2011 yılı telaffuz ediliyor, yeni seçilen Başkan Obama’nın göreve başladıktan sonra bu tarihi öne çekmesi söz konusu olabilir mi, bilmiyoruz.
Kürtler Amerika’nın çekilecek olmasından tedirginler, Amerika da çekilmeden onları güvenceye almak istiyor. Kaldı ki Amerika’nın çekildikten sonra onlarla ilişkisini sürdüreceği de açık. Bu arada Amerika’nın Türkiye ile Kuzey Irak yönetimi arasında diyalog ve karşılıklı yumuşama için bazı girişimler görülüyor. Amerika’nın çekildikten sonra Kürtleri Türkiye’nin himayesinde korumaya almak istediği söyleniyor. Oradaki Kürtlerin koruyuculuğunu bize havale eder bir tutum içerisine girdiği zaten politikasından anlaşılmıyor değil. İşte hangi seviyede olursa olsun, Kuzey Irak Kürt Yönetimi ile Türkiye’yi arasında resmi diyalog başlaması bunun göstergesi. İleride bu ilişki Kürtlerin himayesine kadar uzanabilir mi bilmiyoruz, ama uzanırsa pazarlık konusu ortaya çıkacak demektir. Bunun karşılığı da olacaktır.
Kuzey Irak’a ilişkin yeni bir pazarlık yapılırken, 1926 Ankara Antlaşması yürürlükte olduğuna göre, böyle bir pazarlıkta eskiden kalan yüzde 10 değil de, tarihi bir hak olduğu iddiası ile en azından Kuzey Irak petrolleri, çünkü o petrollerin tamamı Osmanlı’nın Musul Vilayeti’ne aittir ve Türkiye’den haksızca koparılmıştır, halen siyasi değil, ama Misakı Milli sınırlarımız içinde kalan bu petrolün üzerinde yeni bir maddi hak sağlanabilir mi? Böyle bir siyasi strateji uygulanabilir mi?
Ayrıca, bölgeye dışarıdan çok yönlü ve çeşitli etkiler var, ama bölge devletleri ya da yönetimleri bu etkilerden soyutlanarak, Ortadoğu’da Ortadoğu’nun kalkınması için işbirliğine gidebilir mi? Böyle bir işbirliği, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi değil, bölgenin yani Ortadoğu’nun kendisini büyütme projesi olabilir, ama bu bir ütopyada kalmaya mahkûm mudur? Bu konularda görüşlerinizi almak istiyorum, buyurun.
Uluğbay: Şimdi bir defa küçük bir eklemeyle şöyle söyleyeyim; Amerika’nın yaşadığı ekonomik krizde yıllardır imkânlarının ötesinde yaşayıp, aşırı şekilde dış kaynak kullanmasının ve iç tasarruflarının ciddi düşüşünün çok önemli rolü vardır. Irak Savaşı’nın getirdiği maliyet de buna ilave bir unsurdur. Temel unsur değildir, tali unsurdur.
Ortadoğu’da yaşayan ülkeler bana göre zihni kapasitelerini yeteri kadar kullanmıyorlar. Bunun nedenini şöyle söyleyeyim; bakın dünya petrol rezervlerinin yüzde 65’ine, doğalgazın yüzde 35’ine sahip ülkelerin kişi başına milli gelirlerine baktığınız vakit, petrolü ve hiçbir doğal kaynağı olmayan bir Kore’den, 1950’lere kadar çok ciddi şekilde bölünmüşlük yaşamış bir ülkenin yarısına yakın. Suudi Arabistan bile kişi başına gelirde bugün Kore’yi yakalayabilmiş değil. Eğer iç ihtilaflarını, bölgesel ihtilaflarını halledebilmiş olsalar, ve bu kaynakları insanların refahı için 1950’lerden bu yana kullanmış olsalardı, hatta 1925’lerden bu yana böyle kullanmış olsalardı, Ortadoğu bugün Avrupa ile eşdeğer bir ekonomik güç haline gelmiş olurdu, artı bir de siyasi güç haline gelmiş olurdu.
Şimdi Irak’ın kuzeyindeki ve tamamındaki petrolün değerlendirilmesi için, eğer dışarıdan teşvik edilmeselerdi ve, “Biz bu coğrafyada 600 senedir barış içinde yaşıyoruz, bundan sonra da barış içinde yaşayacağız, ama sahip olduğumuz kaynakları da biz kendi refahımız için kullanacağız, o nedenle bizim aramıza girmeyin” deme basiretini sergileyip ve oturup, “Bizim Türkiye ile sorunumuz yok, bizim Irak rejimiyle sorunumuz yok, Suriye ve İran’la da sorunumuz yok, bazı ekonomik ve sosyal gelişme noktalarında noksanlarımız var, bu noksanların giderilmesi için de biz kendi insanlarımızı ve içinde bulunduğumuz devletlerin kaynaklarını harekete geçirmekte barışçıl bir yaklaşım içinde olacağız” diyebilselerdi, bugün bambaşka bir Ortadoğu olabilecekti. Bakın ta İstiklal Savaşı’na kadar giden o ayaklanmaların etkileri vardır. Suudi Arabistan’da dahi iç huzur tam olmadığı için sorunlar var. Diğer devletler aynı şekilde. Demokrasi geliştiremiyorlar. Demokratik hakların kullanılması, artı ekonomik imkânların dengeli ve israfsız bir şekilde kullanımı olsaydı, ben şunu iddia ediyorum; bugün Türkiye dahil Ortadoğu’daki hiçbir devletin kişi başına milli geliri 15-17 bin dolardan az olmazdı.
Diğer devletlerin kendilerine göre çıkar politikaları vardır. Çıkar politikalarının olmasını da gayet doğal karşılıyorum. Ama ben de kendi ülkemin, kendi vatandaşımın çıkarını düşündüğüm vakit, bana da saygı gösterilmesi gerekir. Karşılıklı çıkarlar uyuşabilir, ya da çatışabilir. Bunlar çatışırsa, ortak çıkarlarımız nerede buluşuyorsa, bana zarar vermeyen, ona zarar vermeyen orada mutabakata varmak lazım. O nedenle aslında Ortadoğu’da bulunan tüm insanların, özellikle eğitimlilerinin bir adım atmaları lazım. Demeleri lazım ki, “Biz ihtilaflar coğrafyası olmaktan çıktık. Biz etnik köken farklılıklarımızın siyasi emeller için kullanılmasından çok çektik . Dolayısıyla bunun yeniden kullanılmasına asla ve asla izin vermiyoruz. O nedenle de hiçbir terörist faaliyeti onaylamıyoruz, silah kullanan, insanın canını kastedenlerden biz desteğimizi çektik” dedikleri anda, çok geçmeden 10-15 yıl içinde bu coğrafya yine de bir Avrupa kadar barış bölgesi haline gelir ve refah bölgesi haline gelir. Ama insanlar iç siyasetleri için, klikler arası çekişmeler için farklılıkları kendilerinin kullanması veya başkalarının kullanmasına açık tutmaları halinde bu coğrafya her geçen gün bu zenginliğine rağmen fakirleşmeye devam edecektir. Tercih başkalarını elinde değil, bölgenin insanlarında, bölgenin siyasetçilerinde.
Ültanır: Efendim, bölgeye ilişkin genel görüşünüzü aldım, ama ben Irak’a yönelik soruma da cevap rica edeceğim. İsterseniz şöyle açayım. Irak’ta daha taşlar yerine oturmadı. Irak’ın çimentosu, harcı da bölgelerin petrol gelirleri, ama Irak’ta Petrol Yasası bir türlü çıkarılamıyor, çünkü kendi içlerinde uzlaşamadılar. Kuzey Irak-Türkiye ilişkilerinin ne boyut alacağını bilmiyoruz da masaya oturulursa, Türkiye Irak petrolleri üzerinde hak iddiasında bulunabilir mi?
Uluğbay: Evet, şimdi o sualinize yanıt vereyim. Bir defa 1926 Antlaşması bize Irak petrolleri üzerinde mutlak bir hak tanımaz. Sadece bir royalty hakkı tanır. Sınırlıdır, 25 yıllık alacağımızdır. Başka bir şey iddia etmek hukuken mümkün değil. Ama şu yapılabilir: Türkiye 1925’den sonra ve kuruluşuyla 1955’den bu yana Türkiye Petrolleri gibi bir kuruma sahip olmuş, büyük bir deneyim sahibi olmuştur. Artık Türkiye’de Kuzey Irak’ta petrol arayan özel sektör şirketleri de vardır, başka ülkelerde petrol arayan şirketlerimiz var. Türkiye bu kaynakların işlenmesinde bir bilgi birikimine de sahip. Dolayısıyla yapılacak şey, Irak’a tamamında açılacak petrol ihalelerine Türk petrol şirketlerinin, birlikte konsorsiyum halinde, yani kamu artı özel şirketler olarak, ayrıca yabancılarla da işbirliği yaparak katılıp buralara teklif vermeleri lazım. Burada çok ciddi ilişkiler içinde olmak lazım.
Dikkat edin bugün gerek Irak’ta ve gerekse Afrika’da, hatta ve hatta Kafkaslar ve Orta Asya dahil çeşitli yerlerde petrol sahalarına dikkat ederseniz, tek şirket, tek devlet girmiyor. Biraz evvel söylediğim son petrol paylaşımında, “Hayır burası benim münhasır bölgem” dediğiniz vakit, bunun savaşa kadar gitme ihtimali var. Dolayısıyla şu aşamada mevcut varlıkları, mevcut dengeleri olabildiğince koruyacak şekilde işletme stratejisi yaşanıyor. O nedenle Türkiye Irak’la, yerel yönetimlerle, merkezi yönetimle de görüşmek suretiyle, “Biz sizin petrol sahalarınızı işletmek için hazırız. Bunun için biz Amerika ile işbirliği yapabiliriz, İngiltere ile işbirliği yapabiliriz, Çin’le ve Rusya’yla da, Brezilya’yla da, Güney Kore’yle de işbirliği yapabiliriz. Bu yapacağımız işbirliklerinde, sizin dış ve iç siyaset bakımından belirli bir darboğazınız olma olasılığı varsa, onları bize telaffuz edin, biz oluşturacağımız konsorsiyumlara sizi rahatsız edecek unsurları dahil etmeyelim” diyebilirsiniz. Alacağınız cevaba göre de oturup işbirliği yapılabilecek ülkelerle bir araya gelmek suretiyle teklifinizi verirsiniz. Bu teklifler olumlu sonuç verip de oradaki petrol ve doğalgaz yataklarını işletmeye başladığınız andan itibaren de bu kaynaklar her iki ülkenin refahı, barış içinde bir arada yaşamasının sigortası haline gelir.
Ültanır: Efendim bu söyleşiye olanak tanıyıp, açıkladığınız görüşleriniz için çok teşekkür ediyorum.
Uluğbay: Estağfurullah, ben de teşekkür ederim.