http://www.ilhankesici.org/basindetay.asp?sc=0&c=1&bid=1406

Basın / ROPÖRTAJ, KÖŞE YAZILARI » EKONOMİ

 

 

 

Ekonomik Lale Devri Bitti-Nükleer Kış Geliyor

 

01.01.2009

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR  |Eko Enerji|

 

Sevgili okurlarımız hemen hatırlayacaklardır, Türkiye'de ekonomik krizin esamisi okunup yazılmazken, EkoENERJİ'nin Ekim 2007 sayısında CHP İstanbul Milletvekili, TBMM Dışişleri Komisyonu Üyesi İlhan Kesici ile 5 Ekim 2007 tarihinde yapılan "Türkiye Muhasebesi ve Politik Maliyeti üzerine..." başlıklı bir röportajımız yayınlanmıştı.

 

O röportajımızda AKP'nin politikaları sonucu oluşan borç felaketini açıklamış, "Yiğidi kamçılayan borç da var, itibar yıkan borç da" sloganını ortaya atmıştı. Borç bulabilmek adına son dört buçuk yılda ödenen faizin, büyük yatırımların yapıldığı 25 yılda ödenenden çok olduğunu göstermişti.

 

Kesici, Türkiye'de oluşan ekonomik krizin ötesinde "küresel tetikleyici ve "baloncuklardan bahsederken, o günlerde kimse Amerika'da daha sonra doğacak krizin ön belirtilerini Türk kamuoyuna duyurmaya çalışmıyordu. Taşıma suyla değirmen döndürme örneği, borçla ekonomiyi döndürmeye çalışan hükümete Kesici'den bir de uyarı vardı;

 

"Ey hükümet aklını başına topla bıçak kemiğe dayanıyor" diyordu. "Ekonomi yönetiminde sihir de yoktur sihirbaz da" diyen Kesici, borcun siyasi faturasına da değinirken, "Üretmeyeni yönetirler" kuralını hatırlatıyordu. O röportajımız geniş yankı uyandırmıştı.

 

Daha sonra İlhan Kesici bu açıklamaları TBMM'de de dile getirdi, başka basın kuruluşlarına da benzer demeçler verdi. Ancak usta eline aldığı istekayla bilardo topuna ilk vuruşu EkoENERJİ'de yapmıştı. O vuruşun impulsu o kadar yüksek olmasına karşın, Türkiye'de önümüzdeki tehlikeyi göremeyenlerin, görmek istemeyenlerin hakimiyeti sürüyordu.

 

Oysa dünyada yaşanan gelişmeler sanki uranyum atomuna çarpan nötron zerreciği gibi zincirleme reaksiyonu başlatmıştı. Artık kriz tartışılmaktan öte yaşanıyordu. Bunu suya atılan taşın yarattığı giderek çapları büyüyen halka hareketlerine benzetmek olanaklı da, sonunda halkalar söner, oysa burada sonunda patlama olacağı için fisyon reaksiyonu en iyi örnek.

 

İlhan Kesici ile ikinci röportajımızı ilkinden dört ay sonra 13 Şubat 2008 tarihinde yaptık. EkoENERJİ'nin Şubat 2008 sayısında yayınlanan bu röportajında İlhan Kesici, usta bilardoculara özgü bir davranışla, "Ekonomi ve siyaset üzerine bir pike vuruşu daha" yapıyor, ekonomik titreşimlerle sarsılan dünyadaki ilk gelişmelere değiniyordu.

 

Dünya ufak sanılan bir sıkıntıdan global krize doğru yönelmişti. İlhan kesici, "Kriz Avrupa ve Asya'yı sarıp bize uzanacak görünüyor" diyordu, piyasa ekonomisinin kutsal sayıldığı Amerika'da istenen devlet müdahalesinin yeterli bulunmadığını anlatıyor, herkes tedbirini alırken tedbir almayan tek ülkenin Türkiye olmasından yakınıyor, "Erciyes'ten çığ iniyor, aldırış etmiyorlar" diye hayıflanıyordu.

 

Bu röportajında Kesici, sanayinin açmazı üzerinde özellikle duruyor, ve "Türkiye'de yeni sanayi hamlesi için zincirler kırılmalı" önerisini getiriyordu.

 

Zincirleme reaksiyon geçen Şubat'tan sonra şiddetlendi, tüm dünyayı etkisi altına aldı, Türkiye neredeyse yıl sonuna kadar "teğet geçer" diye avutulmaya çalışılırken, tersaneler, fabrikalar kapandı ve işsizler ordusuna işini yeni kaybedenler, zorunlu izne çıkarılan kalifiye işçiler ekendi. İşsizliğin bir çığ gibi büyümesinden de korkulur oldu.

 

Düne kadar teğet geçeceğini söyleyenler, artık avutma söylemlerini değiştirdiler de onlara burada yer vermeyi gereksiz görüyoruz ve gerçekleri siz okurlarımıza aktarmak için mikrofonumuzu Sayın İlhan Kesici'ye uzatıp soruyoruz...

 

Ültanır: Sayın Kesici, 2008 yılını dünyayı sarıp sarmalayan global krizle tamamladık. Türkiye zaten çok daha önceden bir ekonomik krize girmişti. Dünya finans krizi Türkiye için kambur üzerine kambur eklemek gibi oldu.

 

Sizinle yaptığımız son röportajımızdan bu yana 11 ay geçti. Bayağı uzun bir süre, ama Türkiye'de bu 11 ay içinde başta hukuk kökenli olaylar olmak üzere o kadar çok gelişme yaşandı ki, zaman zaman basın ve medyada krize rağmen ekonomi ikinci plana itildi. Bu da tabii gerçekleri gözlerden saklamak isteyen iktidarın işine geldi.

 

Şimdi sizden içinde bulunduğumuz krize ilişkin görüşlerinizi almak istiyorum. Zorluklar yaşayacağımız 2009 bize ekonomide neler getiriyor, krizin hangi aşamasındayız diye sormak istiyorum, ama izninizle önce 2008'in sonuna kadar 6'ncı yılını tamamlayan AKP iktidarının bir genel değerlendirmesine yer vererek başlayabilir miyiz?

 

15 AY ÖNCE SÖYLEDİKLERİMİZ GELİŞMELERLE DOĞRULANDI

 

Kesici: Tabii, AKP hükümetlerinin bir genel değerlendirmesiyle başlayalım. Ondan sonra da 2009'a bakışımız ve 2009 sonrasına ilişkin öngörüşlerimize yer verelim.

 

Özellikle 2008'in ikinci yarısında bütün dünya bir krize girdi. Sizinle 2007'nin Ekim ayında yaptığımız röportajda temel parametreleri vermiştik, onlar geçerliliğini koruyorlar, şimdi onları da güncelleştireceğiz. Fakat, Türkiye olayın yeteri kadar farkında değildi ve 2008'in ortasında girilen krizi de anlayamadı.

 

Bir kere söylemek, bir mecra ile söylemek, bir kişiyle söylemek Türkiye’de meseleleri yeteri kadar idrak ettirmiyor, algılandırmıyor. Çok yerde, çok kişinin, çok sayıda söylemesi halinde ancak algılanma yapıyor. Ama söylemenin yine de bir etkisi de oluyor, havuza atılan taşla yaratılan dalga gibi, önce küçük bir çevre sonra giderek büyüyor, büyüyor ve bir de o süreç içerisinde hadiselerle test ediliyor.

 

Yani, "İlhan Bey bunu söylemişti, EkoENERJİ'de şöyle bir röportajı çıkmıştı" gibisinden netice itibariyle aklın bir tarafında kalmış oluyor. Sonra zaman içerisinde bazen bilinçli, bazen şuuraltı olmak üzere test ediliyor.

 

Şöyle bir yaklaşım çıkmıştı, hadiseler onu doğruladı mı, yoksa yalanladı mı? Hâdisat eğer doğrulamışsa, biraz daha dikkat çekici tarzda kulak kabartılıyor. Hâdisat yalanlıyorsa, o zaman başka söyleyecekleriniz falan da bir kenara itilmiş oluyor.

 

Şimdi benim gözlemlediğim kadarıyla ve rakamların gösterdiği kadarıyla, hâdisat olduğu gibi, bizi sizinle ta Ekim 2007'de yaptığımız, neredeyse bir buçuk seneye yakın bir süre geçmiş, orada söylediğimiz temel parametreleri gelişmeler hemen her gün doğrulayarak geldi.

 

TÜRKİYE'NİN KUCAĞINDAKİ EKONOMİK ATOM BOMBASI

 

2008'in başlarından itibaren dünyanın belirli merkezlerinde, 2008'in ortasından itibaren bütün dünyada, 2008'in sonbaharından itibaren, çok gecikmiş olarak geldiği için bu takvimi veriyorum, yani bir-iki ay öncesinden itibaren de Türkiye'de işlerin çok ciddiye gitmekte olduğuna dair bir kanaat belirmeye başladı.

 

O zaman bizim sizinle yaptığımız, daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu'nda yaptığımız konuşma, daha sonra bir-iki televizyon programında yaptığımız konuşmalara durmadan atıflar yapılmaya başlandı. "Haa bu işler söylenmişti", falan diye.

 

Değerli Hocam, bütün bunlar şunu gösterecek:

 

  1. Türkiye'nin kendi halinden kaynaklanan çok ciddi bir ekonomik resmi var, bunu söylüyorduk, gittikçe önemini artırıyordu.

  2. Dünyada da bir şeyler oldu, dünyadaki bu hal de gelip ilave olarak Türkiye'deki hali ve ekonomiyi etkileyecek. Bu ikisini birleştirdiğiniz zaman, nükleer bombaya yakın bir şey çıkmış olacak.

 

Zaten Türkiye'nin bir atom bombası vardı, atom bombasının pimi çekiliyor mu çekilmiyor mu bilmiyoruz, ama biz ona pimi çekilmiş atom bombası diyelim, pimi çekilmiş el bombası diyemeyiz çünkü o küçük olur, yani Türkiye'nin pimi çekilmiş atom bombası vardı ve elindeydi, kucağındaydı.

 

Ültanır: Atom bombasında tetikleme mekanizması var. Sizin ifadenize göre Türkiye'nin kucağında ya da elinde tetikleme mekanizması harekete geçirilmiş, tahrip gücü binlerce megatonluk bir ekonomik atom bombası zaten vardı. 2007 yılındaki röportajımızda biz bu atom bombasına dikkat çekiyorduk.

 

Kesici: Evet Hocam. Türkiye'nin kucağındaki atom bombasını tetikleyip ateşleyecek olan hal de dünyadaki ekonomik gelişmeler.

 

Ültanır: İlhan Bey şöyle benzetme de yapabiliriz. O atom bombası şimdi dünya finans krizi ile tahrip gücü yüksek termonükleer bomba olan hidrojen bombasına dönüşüyor. Bu krizin beklenen tahribatı dinamit patlamasına vs. benzetilerek herhalde anlatılamaz, dünyanın en güçlü bombası ile kıyaslayarak ona benzetmek çok daha anlamlı oluyor.

 

HÜKÜMETİN ÇOK YANLIŞ POZİSYONU

 

Kesici: Tehlike bu kadar büyük, ama şimdi burada Sayın Başbakan ve hükümet yetkililerinin yaptığı hadise şudur; "Ey Türk halkı, son 6 senedir, yani 2003, 2004, 2005, 2006, 2007, 2008 ekonomimiz çok iyi idi. Sen de rahattın, mutluydun, mesuttun, olağanüstü alımlar ve güzel işler yapıyordun, bu bizim sayemizde oldu, biz yaptık.

 

Yine biz bu işi çok iyi götürüyorduk, fakat dünyada enteresan bir şey oldu. Bütün dünyayı kasıp kavuracak olan bir ekonomik kriz geliyor. Bu gelip bizi de etkileyecek".

 

İlk tavırları, "bizi hiç etkilemeyecek, teğet geçecek" idi. Yani, ucu hafif göründü, değdi, bence teğetin de anlamı çok bilinmiyor, değip geçti filan olacaktı. Şimdi, "o kadar değip geçmeyecek, biraz etkileyecek, ama dünyada en az etkilenen ülke Türkiye olacak", hükümetin pozisyonu bu.

 

Bu doğru bir pozisyon mudur? Bu çok yanlış bir pozisyondur. Eğer hükümet bu söylediğine samimi olarak inanıyorsa, asıl o zaman "vay geldi başımıza" demek lazımdır. Yani 2009'u ve ertesinde gelecek yılları normal bir sıkıntının çok daha üzerinde sıkıntıyla atlatacağız demektir. Çünkü, burada müthiş bir algılama hatası vardır.

 

Hem Türkiye'nin içinde bulunduğu halin yanlış bir algılaması içindedirler, hem de dünyadaki hali algılamada yanlışları var demektir. Bu iki yanlış bir araya geldiğinde böyle dehşetengiz bir atom bombası yaratır.

 

6 YILDA BORCUNU 3 KAT ARTIRAN SIKINTIYA ADAY ÜLKE

 

Şimdi bugün, yani 2 Ocak'ta resmi veri olarak yayınlandı. Türkiye'nin dış borcu 289 milyar dolar diye resmen ilan edildi. Biz Türkiye'nin borcu olarak hükümetin 70 milyar dolar, en son verilerle özel kesimin borcunun 190 milyar dolar olduğunu da ben hep söylüyordum, bu ikisini topladığınız zaman 260 milyar dolar eder.

 

Muhtemelen belediyelerin bir miktar borcu vardır, onu da buna eklemek lazım. Ayrıca hem hükümetin ve hem de özel kesimin dış borç kalemlerinde bir artış olmalı ki, bugün için 289, yaklaşık 290 milyar dolarlık bir dış borcu var.

 

Bugün ilan edilen bu borç miktarı çok ciddi bir rakamdır. Tabii ki bu rakamı AKP iktidara gelmeden evvelki hali ile mukayese etmek lazımdır: 2003 yılının başında 6 sene önce bu rakam 60 milyar doları Merkezi İdare'nin, 44 milyar dolarlık bölümü de özel sektörün olmak üzere 104 milyar dolar idi.

 

İşin birinci yanı, demek ki Türkiye’nin AKP iktidarı başladığında 104 milyar dolar olan dış borcu 6 sene sonra bu rakam 290 milyar dolara çıkmış. Yüzde 300'lük bir artış gibidir ki, bu çok yüksektir. Hangi ülke 6 sene içinde dış borcunu yüzde 300 arttırmış ise, o ülke büyük bir sıkıntıya aday ülke demektir.

 

İkinci bölümü, kamudan ayrı olmak üzere özel sektörün dış borcu. Özel sektörün dış borcu 44 milyar dolar idi, şimdi ulaştığı nokta 190 milyar dolar, yaklaşık dört buçuk (4.3) kat artmış. Bu çok yüksek bir artış. Özel sektörün tamamını bir büyük müessese olarak alalım, 6 senede borcu dört buçuk kat artarsa, bu çok büyük bir olay.

 

Üçüncüsü, hane halkı yani "bizlerin" borcu. Sizin bizim borcumuz ne demek? İlerideki gelirlerimize mahsuben şimdiden harcama yapıyor olmamız demek. Daha henüz o geliri elde etmedik, fakat o parayı harcıyoruz.

 

Bu önümüzdeki bir ayın veya bir yılın gelirini harcamak açısından taksitlersek onu halledebiliriz de, miktarını çok büyütürsek, o zaman en ufak bir sarsıntıda, sözün gelişi ayağımızın en küçük bir taşa değmesi halinde tepetaklak gideriz.

 

Bu nedenle bir de bu rakama bakalım. 2003 yılının başında bu 6 küsur milyar TL idi, dolar eşdeğeri ile 4 milyar dolardı, Şimdi bu rakam 115-120 milyar TL, bunun dolar eşdeğeri de 80 milyar dolar. Yani insanlarımızın 4 milyar dolarlık borcu 6 sene içerisinde 80 milyar dolara çıkmış, 20 kat artmış.

 

ÇOK VAHİM TABLO

 

Şöyle bir bakıp toparlarsak, 6 sene içerisinde kamu artı özelin dış borcu üç kat artmış. Özel sektörün dış borcu dört buçuk kat artmış. Hane halkının, insanlarımızın borcu 20 kat artmış.  Bu çok vahim bir durumdur. Bunun mutlaka sonuçları olur.

 

Biz bu borcu neyle elde ettik? Bunun bir bedeli olacak. Biz bu borcu dünyanın en yüksek faiz nispetleriyle bulduk. Devlet de en yüksek faiz nispetleriyle buldu, özel kesim de kendine göre şimdi onun sıkıntılarını çekecek. Devletin çok büyük kaynakları bu borcu alabilmek için faiz olarak dışarıya net kaynak aktarımı tarzında tezahür etti ve biz bu işe 200 milyar dolardan fazla faiz ödedik.

 

HZ. HALİL-İBRAHİM BEREKETİ DEĞİL, BORÇ BOLLUĞU

 

Yani, ortada biraz bolluk, bereket varmış gibi göründü. Sayın Başbakan bizim kültürümüzde "sadaka vardır" dedi, doğru vardır. Ama, bizim kültürümüzde ayrıca iktisadi faaliyetlerle ilgili olmak üzere şöyle bir hal de vardır. Eğer gerçek bir bolluk, bereket varsa buna, "Hz. Halil-İbrahim bolluğu", "Hz. Halil-İbrahim bereketi" denir.

 

Eğer Türkiye'de vatandaşlar birkaç ay öncesi kendilerini iyi hissediyorlar idiyse, bu böyle bir Hz. Halil-İbrahim bolluğundan, Hz. Halil-İbrahim bereketinden kaynaklanmıyordu, söylediğimiz borç bereketinden kaynaklanıyordu. Şimdi Türkiye'yi cendere gibi sıkacak olan şey de budur.

 

Eğer Türkiye'nin bu borcu, harcı, dış kaynağa olan ihtiyacı makul, medeni seviyelerde tutmuş olsaydı, dünyadaki krizin gerçekten Türkiye'de bir büyük sıkıntı yaratması katiyen söz konusu değildi.

 

Muhtemelen Başbakan Sayın Erdoğan'a, ya kendisi öyle inandığı veya öyle inandırmaya çalıştıkları için gerçekten inanıyorsa, "Bu Türkiye'deki rahatlık ekonomisi bizim yarattığımız (kendilerinin yarattığı) bir rahatlıktır. O yüzden dünyada kriz olmuş ya da olmamış ne fark eder? Bizi hiç ilgilendirmez" diye samimi olarak düşünebilir.  Ondan dolayı da bu demeci vermiş olabilir. Ya da ekonomi bürokrasisi böyle inanıyordur. Halbuki işin aslı böyle değil.

Bu borç rakamlarına bir de 50 milyar dolarlık, adına özelleştirme denilen halin gelirini eklemek de gerekir. Ama işin doğrusu, özelleştirme bir iktisat politikası falan da değildir, yani bir kerelik uygulama imkânı olan halin adı iktisat politikası olmaz. Özelleştirme bir haldir, kamunun elinde olan varlıkların bir münasebetle dışarı satılmasıdır.  Bu hükümetin buradan elde ettiği rakam 50 milyar dolar.

 

Eğer hiç yoktan evdeki halıyı, kilimi, buzdolabını, çamaşır makinesini satarsanız bir gelir elde etmiş olursunuz, ama sonra bunu harcadığınız zaman kendiniz bir imkân yarattınız gibi zannedersiniz. Yanlışlardan bir tanesi de odur. O yüzden dünyada hiçbir şey olmasaydı da, bu hal gelip Türkiye'de bir büyük sıkıntıya kaçınılmaz bir şekilde neden olacaktı. Üzerine dünyadaki hal geldi.

 

EKONOMİK LALE DEVRİNDE GEREKEN BÜYÜME SAĞLANAMADI

 

Ültanır: İlhan Bey, müsaadenizle bu noktada bir soru sormak istiyorum. Türkiye'nin aşırı borçlanmasından söz ettiniz. Türkiye ekonomisini kırılgan yapan etkenlerden biri bu borç. Dış ticaret açığı, cari açık da kırılganlığı aşırı artırıyor.

 

Şimdi borç üzerinde durursak, Türkiye'nin dış borcu toplamda üç kat artmış da, peki bu dönemde GSYİH ya da mili gelir artışı ne düzeyde olmuş? Bir de onun üzerinde durur musunuz? Bu aşırı borçlanma Türkiye'ye kendisine koşut bir büyüme getirebilmiş mi, yoksa getirememiş mi?

 

Kesici: Memnuniyetle. Şimdi bu süreç içerisinde şöyle bir hal oldu. Milli gelir büyümesinin netice itibarıyla kendisini gösterdiği yer büyüme hızlarıdır. Tam bu noktada önce bir de şunu söyleyelim. Bu süreç 2000 ilâ 2007 dönemi, bütün dünyada "Ekonomik Lale Devri" olarak anılabilecek bir devirdir. Bütün dünyanın, bütün ülkelerin en büyük büyüme performanslarını gösterdiği bir devirdir. Adına da o nedenle rahatlıkla Ekonomide Lale Devri denilebilir. Onu ben söylüyorum.

 

Ültanır: Bu çok güzel bir adlandırma. O zaman AKP'liler de lale devri çocukları oluyor. Biliyorsunuz bunun bir şarkısı da var. Ama, ben Cumhuriyet çocuğu olarak o şarkıyı sevmiyorum, dinlemiyorum da...

 

Kesici: Ekonomide Lale Devri şimdi bitti, bitiyor. Bizim gibi borçlanmaktan ziyade başka sebeplerle bütün dünyada da böyle bir hal oldu.

 

Neden ekonomik lale devri? Çünkü ekonomilerde büyük büyümeler oldu.  Gelişmiş ekonomiler, bu 7-8 yılın ortalaması olmak üzere her yıl üst üste yüzde 5’ler civarında büyüdüler. Bu gelişmiş ekonomiler için olağanüstü yüksek bir büyüme hızıdır. Yani, tasavvuru bile zordur.

 

Gelişmekte olan ülkelerden orta gelir (middle income) seviyesindeki ülkelerin büyüme hızı yüzde 6’lar civarında oldu. O da çok büyük bir hızdır. Bunları Dünya Bankası sınıflandırmasına göre söylüyorum. Türkiye'nin de içinde bulunduğu "alt- orta gelirli ülkelerdeki büyüme hızı yüzde 7-8'ler civarında oldu. Bu da olağanüstü bir hızdır.

Şimdi dünyada böyle oldu da bizimki nasıl oldu?  Bizimkinin ortalaması 2003-2008, yani 6 yılın ortalama büyüme hızı en çok yüzde 5,5. Yani dünyanın bizim içinde bulunduğumuz kuşağının çok gerisinde diye nitelendirilebilecek olan bir büyüme hızıdır. O yüzden bizim milli gelir artışımız, dünyanın normal milli gelir artışının oldukça altında kaldı.

Bizde bu büyüme hızı AKP iktidarının başlangıç yıllarında makul gibi, dünya ile berabermiş gibi görünüyordu. Ama ondan sonra her yıl üst üste istikrarlı bir şekilde ve dramatik denilebilecek ölçüde inmeye başladı.

 

Şöyle örnek verelim; 2004 yılının büyüme hızı yüzde 9,4, 2005 yüzde 8,4, bu ikisi iyi, ama ondan sonra düşmeye başlamış, 2006 yılında yüzde 6,9 orta, 2007 yüzde 4,5 düşme devam ediyor ve ortalamanın altına inmeye başlamış, 2008'e gelince bundan bir ay önce bütçede söyledikleri, ekonomik Program rakamı olarak verdikleri rakam yüzde 4, ama benim hesabıma göre yüzde 0,5'e kadar düşebilir.

 

Ültanır: Çeşitli ekonomi yazarları ve profesörler de yüzde 1 civarında kalacak diyorlar.  Yüzde yarım ya da bir de fark etmiyor, dramatik bir düşüş var.

 

HORMONLU BÜYÜME RAKAMLARI

 

Kesici: Evet, yüzde yarım ile bir civarında olabilir. Biz benim hesabımı alalım, hükümetin verdiği rakam gerçekçi değil zaten, yüzde 1 diyelim.  Demek ki ne oldu? Küsurları bırakırsak; 9.5- 8.5- 7- 4- 1, dediğimiz gibi dramatik bir düşüş. Bu, işte dünyadan bağımsız. O yüzden Türkiye'nin milli gelir büyümesi, dünyanın böyle bir ikliminde, Ekonomik Lale Devri'nde olması icap edenin neredeyse yarısı civarında.

 

Yalnız son açıklamamıza bir ilave daha yapalım. Bizdeki bu büyüme rakamları ayrıca hormonlu rakamlardır. Sebebi de şudur, 6 senede iki kere milli gelir dizisiyle oynadılar.

 

Ültanır: Evet TÜİK, hesaplama şeklini tartışılır biçimde değiştirdi ve istatistiklere güven de kalmadı.

 

Kesici: Daha rasyonel hesap haline getirdiklerini iddia ettiler de, tamam, ama acaba eksiye düşen bir şey de var mı? Değiştirdikten sonra yeni hesap hep olumlu mu çıkıyor, yoksa inandırıcılığı olsun diye hani eksi falanı olumsuzu da var mı? Hayır, bir gecede Türkiye milli geliri yüzde 31 büyümüş oldu. Bu demin verdiğim yıllara ait büyüme hızlarını bir de bu çerçevede düşünmek lazımdır.

 

Şimdi dünyada bize benzeyen bazı ülkeler ara ara bu düzeltmeyi yaparlar. Birkaç sene evvel Yunanistan yaptı, Milli gelir seviyelerinin hesaplama yönteminde, parametrelerinde değişiklik yaptılar. Brezilya da böyle bir değişiklik yaptı falan. Brezilya yaptı, yüzde 6 çıktı, tamam, yani makul.

 

Yunanistan yaptı yüzde 30, büyük, aynı bizimkine benzeyen bir şey oldu. Fakat Yunanistan'ın tabi olduğu, bizimkilerin de göndermesi icap eden bir yer var, Eurostat, Avrupa Birliği'nin İstatistik Kurumu.  Yunanistan, "Ben milli gelir hesaplarımda revizyon yaptım, hem parametrelerini ve hem de hesaplama yöntemini Avrupa Birliği'nin en son uyguladığı yönteme göre değiştirdim, benim hesaplarımda yüzde 30'luk bir büyüme çıktı, lütfen bunu siz de kayıtlarınıza geçirin" diyerek Eurostat'a gönderdi.

 

Eurostat ayrıca bu hesapların üzerinden geçti ve "Sen bu işi çok şişirmişsin, bu iş olsa olsa en çok yüzde 11 olur" dedi ve yüzde 11'de kaldı. Şimdi bizimkiler de bir gecede milli geliri yüzde 31 büyüttüler. Benim kanaatim bizimkilerin de bunu Eurostat'a göndermeleri icap eder. Yani, işin icabı da odur. Şimdi bizimkiler gönderseler, benim kanaatim yüzde 10'a iner.

 

Fakat demin söylediğimiz şu rakamlar daha da aşağı inmiş olacak. Ama bu bile 5 sene evvel yüzde 9,5'dan başlayıp, içinde bulunduğumuz sene sıfıra gelir. Bu bütünüyle bir başarısızlık göstergesidir.

 

DÜNYA KRİZİ HENÜZ TÜRKİYEYE GELMEDİ

 

Ültanır: İlhan Bey, Türkiye'nin krizi ile dünyanın krizini ayırmak gerekiyor ve ben de kendi yazılarım da öyle yapıyorum. Türkiye'nin bir ekonomik krizi var, dünyanın krizi ise finansal kriz ve şu anda dünya likidite darlığına sürüklenmiş durumda. Şimdi iki kriz bizim için birleşecek, yani ekonomik krizimizin üzerine bir de dünya finans krizi binecek.

 

Bu birleşmeden sonra krizin ne biçim ve ne boyut alacağı konusunda nasıl bir tanımlama yaparsınız? Bir mali krize dönüşüp öyle mi sürecek, yoksa başka şekle mi? Ekonomi kuramına göre bir değerlendirme rica edebilir miyim?

 

Kesici: Hay hay. Şimdi dünyadaki halin şu ana kadarki adı Finans krizi. İşin çok önemli bir finans boyutunun olduğu belli, ama zaman geçtikçe işin içinden çıkılmasını zorlaştıran teorik yaklaşımlarda problem çıkıyor. O yüzden bana göre sadece finansla sınırlandırılamayacakmış gibi geliyor.

 

İlk başlarda bu bir mortgage krizidir denildi. Mortgage demek, bildiğiniz gibi taksitli ev satışları demek. Bir bankaya ya da ev kredisi veren bir müesseseye gidiyorsunuz, gelirinizi beyan ediyorsunuz, almak istediğiniz evi söylüyorsunuz, yüzde 100'ünü ipotek ediyorlar, 10-20 yıl vadelerle bu evi alıyorsunuz.

 

Bu bir müddet iyi gitti. Fakat sonra süreç içerisinde görüldü ki, hak etmeyen ya da yeterli geri ödeme kabiliyeti olmayan insanlara da çok kredi verilmiş, yüzde 1-5 firesi olsa bile bu idare edebilir görülmüş, "sistem iyidir" denilmiş. Fakat sonra bir de bakıldı ki, çürüklük yüzde 1, 3 ya da 5 değil, çok üzerinde.

 

Geri dönmeme, taksitlerin ödenmemesi durumunda bu kredileri veren bankalarla, bu kredileri veren finans kuruluşları ölür, yani onlar batarlar. Çünkü, bütün evlere el koyarak ev mezarlığı haline gelecekler. El koydukları evleri satmak isteyip satamayacak veya çok düşük fiyatla satabilecekler; işte böylece ev mezarlığı haline gelinir. O noktadan itibaren zaten alarm başladı.

 

Fakat bu çapta kalsaydı, onun aşağı yukarı hesabı belli, ilk hesaplara göre, "bu işin 30-40 milyar dolarlık bir riski olur, biz de bu işin üstesinden geliriz" demişti dünya.

 

Fakat sonra sonra anlaşıldı ki, çok çeşitli-çok kompleks, adına "türev finansal enstrümanlar" diyorlar, yani fonlar, bunun içerisinde çeşitli fonlar ve ayrıca hedge fonları var. Hedge fonları, yatırım bankacılıkları vs. Bunlar o kadar çok çeşitlenmiş, o kadar çok dal-budak salmış ve o kadar çok kağıtlar haline gelmiş ki, ucu-bucağı belli değil. Yani bir yün yumağını düşünün, yumak ortada, ama ucunu bulamıyorsunuz, ucunu çektikçe başka bir hal alıyor filan. Bu ikisini birleştirdiler, "finans krizi" denildi.

 

Fakat, bunun dışında da haller görülmeye başlandı. O yüzden ana hatları itibarıyla finans da dahil olmak üzere, Batı dünyasında önümüzdeki dönemde herhalde bir büyük ekonomik kriz olarak nitelendirilecek.

 

Biz de şu ana kadar bana sorarsanız dünyanın etkisi daha hemen hemen hiç görülmedi. Hiçe yakın, yüzde 1 filan civarında görüldü diyebiliriz. Çünkü sebebi ne?

 

1) Başlangıcı mortgage krizi idi. Biz de mortgage var mı? Hayır yok. O yüzden bizi ilgilendiren bölümü de yok. Onunla ilgili kağıtların alınıp satılması da yok.

 

2) Bu türev finansal enstrümanlar, çok çeşitli türevler, onlar var mı bizde? Hayır, bizde yine kredi piyasası bildiğimiz geleneksel bankacılık sisteme mahiyetiyledir. Biraz da bu sıcak para dolayısıyla kaynak ihtiyacını karşılamada fonlardan gelmiş olan bölümü. Ama ana hatlarıyla ekonomiyi çaktığımız parametrelerden biri de değil. O yüzden bu henüz bize gelmedi. Fakat gelecek.

 

KRİZ TÜRKİYE'Yİ İKİ YÖNDEN VURACAK

 

Şu sebepten dolayı gelecek: Dünyadaki bu kriz finans, ekonomi her neyse daralacak. Bunun bizi ilgilendiren bölümü var, hiç ilgilendirmeyecek bölümü var. Bizi ilgilendiren bölümünü açıklayalım. Gelişmekte olan piyasalara 2006-2007 yıllarında, yani dünyanın ekonomik iklimi iyi iken, tahsis edilen, gitmiş olan para yılda bir trilyon dolarmış.

 

Şimdi dünya ekonomisi daralıyor, fonlarda sıkıntılar falan oluyor da bu sıfırlanıyor mu? Hayır, sıfırlanmıyor. Bu yarıya inecekmiş. Yani 2009 yılında gelişmekte olan ekonomilere giden dış kaynak bir trilyon dolar olmayacak da 400-500 milyar dolar olacakmış.

 

Eğer dış kaynağa çok fazla ihtiyacınız yoksa, sizin bundan çok fazla olumlu ya da olumsuz etkilenmeniz söz konusu değil. Az etkilenirsiniz. Ama dış kaynağa bağımlılığınız çok ise, Türkiye işte en çoklardan birisi, o zaman bundan çok fazla etkilenecek değil mi? Türkiye'yi asıl vuracak olan şey de budur.

 

İkincisi, dünya ekonomik büyüme hızında bir daralma-azalma yaşayacak. Ekonomilerin büyümelerinde daralmalar demek, o ülkelere başka ülkelerden yapılan ihracatlarda azalma olması demektir. Amerikan ekonomisi daralır gibi olunca, Avrupa Birliği ekonomisi daralır gibi olunca, bunlar büyük ekonomiler, diğer ülkelerde belli bir oranda daralır gibi olunca, Türkiye'nin bu ülkelere ihracat yapma kabiliyeti de azalmış olacak.

 

2009'UN BİRİNCİ 6 AYINDA YÜZDE 10 KÜÇÜLME ÖNGÖRÜSÜ

 

Fakat, Aralık'ın 27'sinde, yılbaşından üç gün önce hükümetin dağıttığı 2008'e ait "Yıllık Ekonomik Rapor" kitabında, Maliye Bakanının bütçe konuşmasında, Başbakanın bütçe konuşmasında, oradaki rakamlara göre bizim ihracatımız 15 milyar dolar artıyor. Tamam, o halde bizim dünyadaki halden olumsuz etkilenmemiz diye bir şey kalmayacak.

 

2009 için verdikleri büyüme hızı yüzde artı 4, 2008 için de yüzde artı 4 vermişlerdi, ama ben onu yüzde 1 ve altı görüyorum. Şimdi zaten dördüncü çeyrekteki sonuçlar belli olunca, o zaten ortaya çıkacak, Şubat ya da Mart'ta kesinleşmiş olur.

 

Bırakın 2008'i az önce söyledim, 2009 için de yüzde 4 öngörüyor. Çünkü, kamunun gelirlerini yüzde 15 artırmışlar. İhracatı 15 milyar dolar artırmışlar. O da yaklaşık yüzde 15 artışa denk düşen bir haldir. O zaman hükümetin ve Türkiye'nin telaş etmesini icap ettiren hiçbir şey yoktur.

 

Demin 2008'in büyüme hızında kanaatimizi söyledik, 2009'un büyüme hızında da kanaatimizi söyleyelim. Ben birinci 6 ay için yüzde eksi 10 gibi bir rakam öngörüyorum. Bu Türkiye'de 2001 krizinin ekonomik büyüme hızı demektir. Yani, ekonomi o kadar darmadağın olacak, daralacak demek. Bunu da öyle havada kalacak tarzda söylemiyorum, yazılı olarak söylüyorum. Bu, Türkiye'yi çok ciddi durumlar bekliyor demektir.

 

ACZE DÜŞEN İŞÇİLERİN TEPKİSİ CİDDİ BİR HAL

 

1970'lerde Türkiye'de işçiler fabrikaları işgal ettiler. Bence o gün için çok ekonomik sebeplerden değildi, ideolojik sebeplerdendi, sendikalar vs. filan.

 

Son 30 senedir, Türkiye'de fabrikalar işçiler tarafından hiç işgal edilmedi.  Ama şimdi, aşını yedikleri, ekmeğini yedikleri fabrikaları işçiler yeniden işgal etmeye başladılar, değil mi? Daha ekonomide de dünyanın halinin olumsuz etkilerinin hiç görünmediği dediğimiz iklimde.

 

Ültanır: Dünya krizi henüz gelmedi, ama kendi krizimizi yaşıyoruz. Kendi krizimizde işlerini kaybetmemek için işgal var. Çünkü kitle halinde işçi çıkarmalar görülüyor.

 

Kesici: Evet kendi krizimizde işgal etmeye başladılar. Bu işçiler o iş yerlerinin düşmanı olan insanlar değiller. İşgal etmenin dertlerine bir çare olacağı kanaatinde de değillerdir bana göre.

 

Ültanır: İşten atılmamak için seslerini duyurmak istiyorlar.

 

Kesici: Evet, ama onun işten atılmaya mâni olacağı kanaatinde de değiller bence. Sadece, "acze düştük bu aczimizi bütün Türkiye'ye bir gösterelim" diyorlar. Yani, hükümete duyuralım, gösterelim. Gözleri olup da görmeyenler varsa, kulakları olup da duymayanlar varsa, burunları olup da kokusunu almayanlar varsa diye bunu yapıyorlar.

 

Tam böyle düşündüklerini bildiğim için söylüyor değilim, fakat sonuç itibarıyla yaptıkları budur. Ben böyle tercüme edip yorumluyorum. Şimdi bu hal, aslında önemsenecek çok ciddi bir haldir.

 

BAŞBAKANLARA BU KADAR ALGILAMA YANLIŞI YAKIŞMAZ

 

Burada hükümet için ne yapalım? Algılamıyor, dünyadaki hali de hafife alıyor.  Mesela 30 Kasım, işte üzerinden bir ay geçti, bütün dünyanın en büyük beyinleri bu işle meşgulken, bizim Başbakan Sayın Erdoğan'ın ayaküstü konuşmaları falan vardır, onunla bununla itişmesi kakışması filan vardır, hadi buna benzer hallerde bu siyasettir, şunlar ayaküstü söylenebilir gibisinden dersin, ama metinden okuduğu iki tane konuşması var:

 

1.Yerel seçimler münasebetiyle yaptıkları Kızılcahamam AKP kampında yazılı metinden okuduğu konuşma. Aslında oto-que ile okuyor, o da bir kopya çekmektir. Çünkü oto-que demek, sağınıza solunuza yerleştirilen iki özel camdan, başkalarının göremeyeceği sadece sizin görebileceğiniz tarzda yazılar geçiyor.

 

Buradan okurken millet zannediyor ki irticalen konuşuyor, halbuki yazılı metni okuyor, ha elindeki kâğıttan okumuş, ha oradaki camdan okumuş.

 

Ültanır: Aslında o cama halkımız ayna adını takmış. Yakından izleme fırsatını bulanlar Başbakan kürsüye çıkınca iki yanına iki cam yerleştirilmiş olduğunun farkında olmuyor değiller. Dıştan ne olduğu görünmeyen şekilde yazılar bu camlardan akınca, Başbakanın onları okuduğu biliniyorsa da, tabii yine kamufle edilmeye çalışılıyor, bilmeyen kişiler aldatılıyor.

 

Konuşmak, eski deyimiyle "belagat, natıka" vs. denilen bir sanattır aslında ve siyasetçi için çok önemlidir. Aynalı konuşma ya da hitabet sanatına da "selika yapıyor" diyorlar.

 

Yani vasıtalı güzel konuşma. Sayın Başbakan da hitabet yeteneği var da, selika yapmadan konuşunca söyledikleri bazen ortalığı karıştırıyor, "velev ki siyasi simge olsa ne olur" sözünden doğan kapatma davası gibi.

 

Kesici:

 

1) Kızılcahamam'da camdan okudu.

 

2) Ulusa sesleniş yaptı. Ulusa seslenişte de millet, kameraya bakar gibi konuştuğu için irticalen ezbere konuşuyor zannediyor, halbuki orada da yazılı metin okuyor.

 

Ültanır: Haber spikerlerinin her gün defalarca kullandığı yöntem.

 

Kesici: Evet. Aslında bu bir anlamda kopya çekmektir ve bence dürüst bir davranış da değildir. Bu her iki yazılı metinde de Sayın Erdoğan şunu söyledi.

 

Dedi ki, "Ekonomik kriz dünyada ulaşabileceği en yüksek noktasına ulaşmıştır. Bugünden (30 Kasım 2008) itibaren düşmeye başlamıştır. O yüzden Türkiye'de hiçbir kimse merak içinde olmasın. Türkiye'de işler müemmendir, düzgündür, derli topludur. Bizim endişe edecek hiçbir şeyimiz yoktur".

 

Bunu bir ay önce söyledi. Şimdi daha önceki beyanları da var. Başbakanlara bu kadar algılama yanlışı yakışmaz.

 

Siz algılama yanlışı yapabilirsiniz, ben de yapabilirim, başkaları da yapabilir. Ama, Başbakanın altında, etrafında Türkiye'nin Maliye Bakanlığı kadroları var, Devlet Planlama Teşkilatı kadroları var, Merkez Bankası kadroları var, dünyayı takip eden insan kadroları var. Orada algılama yanlışı yapmak yakışmaz. Elinizde bu kadar insanınız var. Eğer Başbakan'ın etrafındaki bu kadar insan da böyle düşünüyorsa, "Vay geldi Türkiye'nin başına"dır.

 

TÜRKİYE EKONOMİ YÖNETİMİ SAHİPSİZDİR

 

Türkiye'nin ekonomi yönetimi Maliye Bakanlığı mıdır? O bilinmiyor. Ekonomik işlerden sorumlu Başbakan Yardımcısı mıdır? Hiç görünmüyor. Eskiden işler iyi iken her gün televizyonlarda gazetelerde görünen Hazine'den sorumlu Devlet Bakanı vardı, şimdilerde hiç görünmüyor.  Sayın Başbakan mıdır? O da belli değil.

 

Dünya yanarken, yanmaya doğru gidecekken belediye başkanı seçimleri, üç-beş saatlik aday tanıtım programlarıyla meşgul.

 

Şimdi bir de Cumhurbaşkanı Sayın Gül çıktı, gitti TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısında konuştu. Doğrudan ekonomiyle ilgili konuşuyor.

 

Cumhurbaşkanları da elbette konuşur, konuşmalıdır filan, ama aynı şehirde Başbakan DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu) Genel Kurulu'nda konuşuyordu, aynı gün (19 Aralık 2008), aynı şehir, aynı saat, aynı saniyelerde de Sayın Gül TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu'nda konuşuyordu.

 

İkisi birbirine zıt şeyler söylüyorlar. İkisi de birbirine uyuyor değil, tutuyor değil, zıddına şeyler ifade ediyorlar. İlaveten Sayın Başbakan'ın algılama yanlışlığını söyledik.

 

GENÇ NÜFUS ÇOKLUĞU GERİ KALMIŞLIK GÖSTERGESİ, KRİZDE NASIL AVANTAJ OLUR?

 

Sayın Abdullah Gül’ün de orada söylediği laf şudur:

 

"1) Dünyada böyle bir kriz var (Başbakan yok diyor, o var diyor).

 

2) Ama biz bu krizi aşarız, merak etmeyin (Başbakanın üslubu gibi de, nasıl aşarmışız?)

Türkiye'nin genç nüfusu çok yüksek (yüksekmiş de zaten bu genç nüfus yüksekliği, dünyada ülkelerin gerilik seviyesi ne kadar ileri ise o kadar yüksektir). En geri ülkelerde en çok genç nüfus vardır.

 

Ültanır: Çünkü, az gelişmişlik ve işsizlik var.

 

Kesici: Değerli Hocam, Dünyanın en genç nüfusu Hindistan’da vardır. Ama 1,5 milyar insanı alırsanız, kalanıyla en geri, sonra Pakistan, sonra Bangladeş, buraya doğru gel Mısır, biz falan.

 

Ama Yunanistan'a doğru git, Avrupa Birliği'ne doğru git, Amerika'ya doğru git, genç nüfusun oranı gittikçe azalıyor. Bir kere o yüzden bu genç nüfusa sahip olmak demek, ülkelerin böyle ekonomik kriz gibi zamanlarında bir avantajı demek değildir.

 

Türkiye'de yüzde 10 civarında işsiz var, ben o rakamlara yine katılmıyorum ve inanmıyorum, ama yüzde 10 civarında diyorlar, genç işsizler yüzde 20. Büyük şehirlerdeki genç işsizler yüzde 27.

 

Ültanır: Hem de büyük şehirlerde üniversite mezunları işsiz. Daha iki-üç ay önce kömür madeninde işçi olarak çalışmak isteyen üniversite mezunları gazetelere konu oldu, kalem tutmayı bilip de kazma-kürek tutmayı bilemediklerinden, işçilikte seçme sınavını kazanamadılar.

 

Kesici: Evet, büyük şehirlerdeki eğitimli genç işsizler yüzde 34. Yani, lise okumuş, üniversite okumuş. Şimdi bu sizin ekonomik krizi durdurmanız istikametinde pozitif bir şey olabilir mi?

 

Ültanır: İlhan Bey, biliyorsunuz klasik üretim faktörleri olan emek, sermaye, doğal kaynaklar, eğer bir optimal bileşimde ise, ekonomi çarkı aksaksız döner. Birinin çokluğu, diğerleri yetersizken hiçbir anlam ifade etmez.  Kaldı ki artık çağdaş ekonomide teknoloji ve enerji de eklenen yeni üretim faktörleri, ama Türkiye'nin oralarda öyle açığı var ki, eğitilmiş ve eğitilmemiş işgücünün sayısal kabarıklığı bir anlam ifade etmiyor.

 

TÜRKİYE'DE ENGİN BİR ÇALIŞMA DÜZENİ Mİ VAR?

 

Kesici: Sayın Gül ayrıca diyor ki,

 

3) "Türkiye'de engin bir çalışma düzeni var".

 

Televizyondan bu konuşmayı duyunca çok garibime gitti ve ifadeyi hemen not ettim. Böyle bir engin çalışma düzeni ile nasıl oluyor ki, dünya çapında bir ekonomik krizle karşı karşıya geliyoruz.

 

Bunu söyleyen insan ülkenin Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan insan. Söylediği yer de herhangi bir ev sohbeti değil, kıraathane sohbeti değil, parti mitingi falan değil, açık hava toplantısı değil, Türkiye'nin en büyük işadamlarının bulunduğu bir yer: TÜSİAD'ın Yüksek İstişare Kurulu toplantısı.

 

O yüzden de diyorum ki, çok müthiş bir algılama hatası var.

 

BAŞBAKANIN EKONOMİ LİTERATÜRÜNE SON KATKISI KEFEN BİÇMEK OLDUĞUNA GÖRE EKONOMİ ÖLDÜ MÜ?

 

Fakat bazen aklıma da geliyor ki, özellikle Başbakan Sayın Erdoğan bakımından, bahsettiğim o DEİK toplantısında bir tabir kullandı, durmadan ekonomi literatürünü zenginleştiriyor.

 

Mesela "IMF ümük sıkıyor" diyor. İşte ümüğümü sıktırırım-sıktırmam tartışması.

 

İş dünyası, "bize biraz kredi imkânlarını açın" diyor. Cevap, "zuladaki paralarınızı çıkarın".

 

Dünyadaki kriz delip de geçecek deniliyor, esastan delip de geçecek, o "hayır teğet geçecek" filan diyor.

 

Bu DEİK toplantısında bir laf daha etti, "kefen". Dedi ki, "Ben ölüyü görmeden kefen biçmem".

 

Halbuki bunun bizim kültürümüzdeki doğru tabiri, "dere görülmeden paça sıvanmaz, doğmadan doğacağa don biçilmez" filan anlamında.

 

Ama Sayın Başbakanın şuuraltı, herhalde ekonominin diri değil de öldüğünü hissettirmiş olmalı ki, veya beyninin bir bölümü itibarıyla ölü gibi görüyor olmalı ki, ağzından "kefen" lafı çıktı. Bunu da ayrı bir anekdot olarak ifade edelim.

 

"ÖLMEK VE KEFEN" ACABA SİYASİ İNTİHAL VAR MI?

 

Ültanır: İlhan Bey, sizi dinlerken zihnimde bir şimşek çaktı sanki.

 

Çok iyi hatırlıyorum, 29 Kasım 2008 tarihli Vatan Gazetesi'nde Can Ataklı'nın köşesinde "Hepiniz öleceksiniz! Hepimiz öleceğiz!" başlıklı bir yazı vardı. Bu sözler size ait.

 

Bir dost evinde Sayın Ataklı ile karşılaşmışsınız ve oradaki sohbette, "iki kıyamet vardır, büyük kıyamet ölüm, küçük kıyamet işsiz kalmaktır" dedikten sonra sermaye sahiplerine seslenip, "hepiniz öleceksiniz" demişsiniz ve sonra da Enver Paşa'nın bir hikayesini anlatıp, "hepimiz öleceğiz, geldiğimiz nokta budur" diye krizi anlattığınız sözünüzü tamamlamışsınız.

 

Sayın Ataklı sizden izin aldığını söyleyip gazetede bunu anlattı. Özel bir nedenle tarihini çok iyi hatırlıyorum. Sözünü ettiğiniz DEİK ve TÜSİAD toplantıları sizin de belirttiğiniz gibi, 19 Aralık 2008'de yani tam 20 gün sonra. Başbakan kefenden ve ölümden söz ediyor.

 

Can Ataklı'nın köşesini okuyup sizin sözlerinizde etkilenmiş olabilir mi acaba? Öyle ise, o zaman burada siyasi intihal var demektir öyle mi?

 

Kesici: Evet ben bu sözü Sayın Başbakan'ın konuşmasından daha önce söyledim, yaklaşık bir ay önce. O aslında Enver Paşa'nın bir lafıdır.

 

Biliyorsunuz herhalde, Şevket Süreyya Aydemir'in "Suyu Arayan Adam" adlı bir kitabı var. Kitabın baş taraflarında bir yerde (s. 71-72), Şevket Süreyya askerdir ve önce Sarıkamış, sonra Kafkas cephesine gidecek. İçerenköy taraflarında bir yerde askerler toplanmıştır.

 

Enver Paşa bir konuşma yapacak. Ancak, Enver Paşa çok konuşan bir önder değildir. Şevket Süreyya'nın dediğine göre bütün söylediği birkaç cümledir. Askeri teftiş ederken kıtanın bir ucuna yürüyor ve önce askerlere;

 

-"Hepiniz öleceksiniz!" diyor.

Sonra bakıp düşünüyor, sıranın öbür ucuna gidiyor, eksik söyledik düşüncesiyle sözlerini;

 

-"Hepimiz öleceğiz!", diye tamamlıyor.

Ama laf yine eksik kaldı, diye düşünüyor olmalı ki, bir tur daha atıyor; bu defa sıranın ortasına geliyor ve ilave ediyor:

 

-"Vatan kurtulacaktır!"

 

Bütün nutku bu üç cümleden ibaret oluyor. Çok duygulu bir konuşmadır.

 

Bu kitap 1970'lerde çıkmıştı, benim de aklımda oradan kalmış bir şey. Bunu o dost toplantısında söyleyip yayınlanınca sonra yeniden tahkik ettim, acaba yanılıp yanlış bir şey mi söyledim diye. Tıpa tıp kitaptaki gibi söylemişim.

 

TÜSİAD DA SÖYLEM DEĞİŞTİRDİ

 

Ben başka bir şeye de hayret ediyorum. TÜSİAD'ın son üç aydır seslenişi değişti, daha önce öve öve bu hükümeti yere göğe sığdıramıyorlardı. Başka taraflarına kızıyorlardı. Diyelim laiklikte kızdıkları taraf vardır, kılık kıyafette, üniversitelerde filan vardır, ama ekonomide toz kondurmuyor idiler. Türkiye de bu nedenle yanılıyordu, yanıltılıyordu.

 

Biz eleştirince de diyorlardı ki, "Kardeşim siz böyle diyorsunuz, ama TÜSİAD bile ekonomide hükümete başarısı istikâmetinde toz kondurmuyor".

 

Asıl etkilenecek olanlar, asıl batacak olanlar, en çok darbeyi yiyecek olanlar Odalar Birliği'nin üyesi olan ekonomik organizasyonlar ile TÜSİAD'ın üyesi olan ekonomik organizasyonlardır. Buna rağmen seslerini yeteri kadar güçlü, kudretli çıkarmadıkları kanaatindeyim. Bu Türk demokrasisi bakımından da bir zafiyettir kanaatindeyim.

 

EKONOMİDE BAHARI GÖRÜNMEYEN KIŞ

 

Ültanır: Tabii TÜSİAD krizin soğuk yüzünü herkesten önce hissetti. Önlem alınsın diye çırpındı. Baktı ki kendisini dinleyen yok. Söylemini değiştirdi. TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısında Başbakanı ve Hükümeti, "sizin zamanınızdaki gibi değil" diye Cumhurbaşkanı Gül'e şikâyet etmişler.

 

Biz burada Ankara'nın kış soğuğunda bu söyleşiyi yapıyoruz da, ekonomi buz kesmiş durumda. Herkes bir an önce ekonomide bahar gelsin diye bekliyor.

 

Kesici: Hocam, şimdi kışın içindeyiz değil mi? Evet bu kıştır. Ama bir süre sonra Şubat, Mart ve Mart'tan sonra bahar gelecek diye beklenir.

 

Değerli Hoca, ekonomik krize benzetme yaparsak, bu kıştan sonra bahar görünmez, bu kıştan sonra yine karakış gelir. Yani kış bitecek, ama arkasından bahar gelmeyecek, karakışa dönecek.

 

O yüzden herkes hesabını, size bize inananlar, bizim sözlerimize kulak verenler hesabını iyi yapmalı. Sayın Başbakana kulak verenler gülsün, eğlensin, oynasınlar.

 

Sayın Cumhurbaşkanına kulak verenler de gülsün, eğlensin oynasınlar.

 

Ama biz bize kulak verenlere seslenelim; bu kıştan sonra bahar değil, karakış geleceğine göre hesap yapsınlar. Sonra da hesap yanlış çıkarsa bize kızsınlar. Desinler ki, "Senin yüzünden karakış hesabı yaptım bu olmadı".

 

İŞSİZLİKTE KARŞILAŞILACAK VAHİM TABLO

 

Dünyadaki bütün bu ekonomik halin, Türkiye'deki ekonomik halin gelip bizi vuracağı en önemli yer istihdam alanıdır. Demin söyledik resmi istatistiklere göre yüzde 10 civarında işsizimiz var. Bence bu aslında yüzde 20'ye yakın bir rakamdır. Çok büyük bir rakam da, büyüklüğü tarifi ile bağlantılı. Tarifi şöyle yaparsanız yüzde 10, böyle yaparsanız yüzde 20 çıkar.

 

Bizde aile dayanışması çok yüksektir. 10 milyona yakın işsizi Türkiye büyük gürültü patırtı olmadan idare edebiliyor. Bizim 15 milyon ailemiz var. Her aile bir işsizini bir münasebetle idare edebiliyor. Ama sıra geldi aile reislerinin işsizliğine.

 

Önümüzdeki süreç aile reislerinin işsizliğine gidiyor. Çok vahim bir şeydir.

 

Ben diyorum ki, bir insanın ömründe iki kıyamet vardır. Birisi "büyük kıyamet, insanın kendisinin vefatıdır. İkincisi, işi olan insanın işini kaybetmesidir, ki ben buna "küçük kıyamet diyorum.

 

Değerli Hocam, bunu çok ciddiye almak lazım. İşi olan insanlar işsiz kalmaya başlayacaklar. İşte bunun arkasından her türlü sıkıntı gelir.

 

ÇÖZÜM İÇİN İŞBİRLİĞİ ŞARTI

 

Peki, bu işleri hiç mi çözemeyiz? Ne yapsın hükümet? Hakiki çözümü bir sonraki röportajımıza bırakalım. Söyleşimizin devamı olacak diyelim, ama burada bir şeyi de söylemeden bırakmayalım. Hükümet kimseye kulak asmıyor.

 

Dünyada hiç kimseye kulak asmayan bir adam vardı, ABD Başkanı George W. Bush. 8 sene dünyada hiç kimseye kıymet vermedi ve dünyaya çok zararı oldu.

 

Ama ekonomi ile ilgili olarak, adamın giderayak bu 8 sene içinde yaptığı en doğru iş, ekonomik badirenin çapını öngörüp muhalefetle işbirliği yapmasıdır.

 

İki tane büyük kurtarma paketi ilan etti, birisi 150 milyar dolarlık ilk paket, ikincisi 700 milyar dolarlık ikinci paket. Her iki paketi de kendi partisinin senatörleri Kongre'de reddettiler.

 

Fakat muhalefetle işbirliği yaparak, sonra da kendi insanını yeniden ikna etmeye çalışarak, ama en önemlisi muhalefetle işbirliği yaparak bu paketleri çıkardı. Eğer muhalefetle işbirliği yapmayıp da o paketleri çıkaramamış olsaydı, dünya şimdiden çok büyük ekonomik badirelere girmişti.

 

HÜKÜMETE SESLENİŞ: GENİŞLETİLMİŞ EKONOMİK VE SOSYAL KONSEY TOPLANTILARI YAP!

 

Buradan bu hükümete seslenelim. 6 senedir burnundan kıl aldırmıyor. En doğru şeylerde bile, ister üniversiteden gelen seslere, ister devletin başka kurumlarından gelen seslere, ister yargıdan gelen seslere, ister muhalefet partilerinden gelen seslere beş kuruşluk kıymet vermiyor, kulak ardı ediyor. Kendi bilir.

 

Ama şu ekonomiyle ilgili olan hal, 70 milyonun tamamını doğrudan ilgilendirecek bir haldir. Bu münasebetle hiç olmazsa şu günden itibaren, eğer bizim dergimiz çıkıncaya kadar yapmadıysa derginin çıktığı birinci günden itibaren kulak versin.

 

Bizim ekonomi yönetiminde şöyle bir müessesemiz de vardır. Adı "Ekonomik ve Sosyal Konsey"dir. Benim Planlama Müsteşarlığımın, Cumhurbaşkanımız Sayın Demirel'in de Başbakanlığının son aylarında bizim ortaya çıkardığımız çok güzel bir kurumdur.

 

Hükümet bakımından söylüyorum, periyotlara bağlı olarak üç ayda bir de yaparsınız, altı ayda bir de yaparsınız, hiç olmazsa en kötü halde sene de bir defa toplantısını yapmanız lazımdır.

 

Bu konseyde bir yanda hükümet, masanın öbür yanında da iş dünyası, işçi dünyası, memur dünyası ve ziraat dünyası temsilcileri bir arada otururlar, Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik hali birlikte değerlendirirler. Bir kere öncelikle bunu yapsın. Sendikalara sorsun, "Niye fabrikaları işgal ediyorsunuz?". İş arayanlara, "Derdiniz nedir, niye işsiz kalıyorsunuz, iş bulamıyorsunuz?" desin.  Onlar da bir karşı cevap versinler.

 

Bence bu bile yetmez. Ben şimdi buna yeni bir tabir buldum. Bu tür dönemler için kullanılabilecek bir müessese olsun bu. Nasıl Başbakanın eş başkanı olduğu Büyük Ortadoğu, Genişletilmiş Ortadoğu projeleri varsa, bu da "GENİŞLETİLMİŞ" veya "BÜYÜK EKONOMİK SOSYAL KONSEY" olsun.

 

Bir yanda hükümet olsun, bir yanda Ekonomik ve Sosyal Konsey'in diğer üyeleri olsun. Yani TÜSİAD, Odalar Birliği, Ziraat Odaları, İşçi Sendikaları, Memur Sendikaları filan olsun. Bir de ya ana muhalefet partisi ya da Meclis'te grubu bulunan bütün muhalefet partileri olsun ki, Türkiye'de 70 milyon bir sıkıntıya doğru giderken, orada temsilcilerle sorunlar konuşulsun.

Bu aynı zamanda hükümetin çok lehine olacak bir şeydir. Orada konuşulsun, alınabiliyorsa kararlar müşterek alınsın, o toplantıdan çıkıldıktan sonra herkes kendi camiasına oradan çıkacak ekonomik paket anlatsın ve desin ki, "Aman çok fazla patırtı gürültü etmeyin, bu kararı beraber aldık. Çünkü, işin doğrusu budur".

 

ÖNCE YANGIN SÖNDÜRÜLMELİ, YENİ YAPILANMA ONDAN SONRAKİ İŞ

 

Bu sürecin ardından dünyada yeni bir ekonomik mimari, yeni bir finansal yapı ortaya çıkacaktır. Şimdi buna kafa yormanın fazla alemi yoktur. Çünkü bana göre orta yerde bir yangın var, yangından sonra yeni binayı şöyle mi yapalım, buna kafa yormak, bizim durumumuzdakiler ve Türkiye için şimdilik lükstür.

 

Önce yangını söndüreceğiz. Gelmediyse alınması gereken tedbirleri alacağız. Nasıl ki orman yangınında yangının bulaşmadığı yerlerden yollar açılır, ağaçlar kesilir, bir boşluk yaratılır ki, yangın oraya sıçramasın. Hükümetlerin işi; yangın sıçradı, sıçradı, sıçramadığı yerlere tedbir almaktır.

 

"BABA DEVLETİ” DÖNEMİYLE YENİDEN KEYNES EKONOMİSİ

 

Türkiye 1970'lerden 80'lerden itibaren bu "Devlet Baba" lafına uzun müddet itiraz etti. İşte, "Devletten de baba olur muymuş, bu eskidi", bilmem ne yaptı. Tam bir baba devlet dönemi geliyor. Devletin tam bir baba halinde olması lazımdır. İcap ediyorsa ekonomiye de bir baba şefkati, merhameti ve otoritesi ile müdahil olmalıdır.

 

Ültanır: Sözünüzü tamamlarken, çözüm ekonomi teorisi açısından kuvvetlendirilmiş bir Keynes ekonomisinde mi?

 

Tabii, kriz bizi pazar ekonomisini yıpratmadan Keynesyen uygulamalara yöneltiyor. Başka türlü ekonominin canlanmasına olanak yok. Amerika'da enerji sektörüne devletin yatırım yapması gündemde. Zaten Keynes ekonomisinde, 1930 buhranı için de devletin alt yapı yatırımlarını gerçekleştirmesi önerilmişti, ama şimdiki Keynesçilik biraz farklı olacak.

 

Kesici: Kuvvetlendirilmiş demeyelim, ama sanki dünyada yeni bir Keynesçilik dönemi başlayacağı ve dünyanın yeni mimarisinin de yeni Keynesçilik olacağı kanaatindeyim. Fakat bu yeninin nasıl bir yeni olması lazım geldiği henüz ortaya çıkmadı, ama bir Keynesçilik bacağı olacak.

 

Hatırlarsınız sizinle yaptığımız ikinci röportajda vardı, ben de Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu'nda yaptığım konuşmada kullandım ve dedim ki, "21'inci yüzyıl ekonomisi bellidir ki bir piyasa ekonomisi olacaktır (bunda şüphe yok), ama "devlet piyasa devleti olmaz". Bu yeni Keynesçilik de o demek. Ekonomi piyasa ekonomisi olabilir, ama devlet piyasa devleti olmayacak.

 

Ültanır: Piyasayı canlandırmak için devlete ihtiyaç var. Devlet bunu kapıya kömür çuvalı koyarak, bulgur-pirinç dağıtarak sadaka kültürü ile yapmayacak herhalde. AKP'nin anladığı iktidar rüşveti değil Keynesyen ekonomi.

 

Kesici: Devletin piyasayı canlandırması icap ettiği anda yapılacak bir müdahale. Şu anda Amerika'da gündemde olan da budur.

 

Ültanır: Altını çizelim; devlet bunu istihdam yaratıcı altyapı yatırımlarına kalkışarak da yapacak. Zora düşen sanayi kuruluşlarını kurtararak da yapacak. Yani hem çalışma kapısı açacak, hem de açılmış çalışma kapılarının kapanmasını önleyecek. Devletin babalığı da buradan gelecek.

 

Ben de önceki ay gündem makalemde diyordum ki "Çözüm, Adam Smith'in kuramını silmek isteyen Marx'ın Das Kapital'inde değil, ama gereğinde devletin ekonomiye müdahale etmesi görüşüne bağlı biçimde değişik bir Keynes, Samuelson versiyonunda".

 

Bunu da tartışmamız gerekir de daha sonraki röportajımıza bırakalım.

 

Kesici: Dördüncü röportajda da bu konular üzerinde dururuz.

 

KIŞTAN SONRA KARAKIŞI BİR ERKEN SEÇİM GETİREBİLİR Mİ?

 

Ültanır: İzninizle röportajımıza şöyle bir soruyla son verelim. "Kıştan sonra karakış gelecek" dediniz.

 

Kesici: Evet, ekonomide bu kıştan sonra karakış geliyor.

 

Ültanır: Bu çok önemli bir uyarı. Ayrıca siyaset için de çok önemli bir uyarı diye görüyorum.

 

Kesici: Aynen öyle.

 

Ültanır: Peki bu karakış, 29 Mart'ta yapılacak yerel seçimlerden sonra bir erken seçim getirebilir mi?

 

Kesici: Sevgili Hocam sen bunu sormuş ol. Ben de size böyle cevap vermiş olayım. Sorunuzu not etmiş oldum. Dışişleri camiasında "take the note" diyorlar ya, cevabım da öyle.

 

Ültanır: Teşekkür ediyorum İlhan Bey, ben de gelecekteki yeni röportajımızda not ettiğiniz soruyu hatırlatacağım. Bugünkü değerli ve tatlı sohbetiniz için de sonsuz teşekkürler.

 

Okuyucularımızın zevkle okuyacaklarına inandığım bir eko-söyleşi gerçekleştirmiş olduk. Bu ağır ekonomik krizin daha pek çok eko-söyleşimize yeni konular yaratacağı da kuşkusuz görünüyor...

 

 

Kasim 29 2016 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Haklı İstemi

Kategoriler

DUYURULAR