/ VAKIF 2000
ENERJİ POLİTİKASI TOPLANTISI
TOBB EKONOMİ VE TEKNOLOJİ ÜNİVERSİTESİ
Ankara, 15.01.2015
Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR
Sürdürülebilirlik (Sustainability) kavramı 1980 öncesinde olmayan, hatta 20. yüzyılın sözlük ve ansiklopedilerinde pek de yer almayan, ama günümüzde uluslararası ve ulusal düzeyde çok önemsenen bir kavram olmuştur. Çünkü, çevresi ile birlikte insanlığın karşısında eski deyişle “daim olabilme”, yani sürekli kalabilmek, sürekli kılabilmek sorunu var.
Sürdürülebilirlik genel anlamıyla, zaman sınırı olmaksızın doğal kaynakların kullanımı gibi belli bir durumun veya belli bir sürecin sürdürülebilme kapasitesini ya da potansiyelini ifade eder.
Temelde ekoloji ve ekolojik sistemlerin fonksiyonlarının korunup sürdürülme yeteneği olarak da algılanmaktadır. Buna karşı bir tehdit olarak dünya kaynaklarının ve çevrenin insanlık aktiviteleri sonucu tükenme sınırına doğru ilerlediği konusunda bir görüş birliği vardır. Bu açıdan sürdürülebilirlik doğal kaynakların kendiliğinden yenilenebilmelerine olanak tanıyacak hızda kullanılmasıyla sağlanabilir.
Sosyal açıdan sürdürülebilirlik ise, bugünkü insan neslinin ihtiyaçlarının, gelecek kuşakların ihtiyaçlarını karşılama olanaklarını zedelemeden karşılamak olarak açıklanmaktadır. Kavram, ekonomi açıdan, sürdürülebilir kalkınma kavramıyla birlikte, üretim sürecinde yenilenebilir kaynaklara yönelmek ve üretim faaliyetinin çevreye olan etkilerinden sorumlu olmak anlamına gelmektedir.
Sürdürülebilirlik kavramı bunlarla da sınırlı değildir, kavram yaşamsal faaliyetlerin tümü içinde yer bulduğundan sürdürülebilir toplum, sürdürülebilir ekonomi, sürdürülebilir büyüme, sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir kentler, sürdürülebilir mimari, sürdürülebilir sanayi ve pek tabii sürdürülebilir enerji ve sürdürülebilir politika gibi kullanımlarla karmaşık bir hal de almaktadır. Dolayısıyla, her sürdürülebilirlik ayrı bir tanım ve ayrı bir strateji gerektirmektedir.
16 Haziran 1972’de Stockholm’de toplanan Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı (United Nations Conference on Human Environment), sürdürülebilirlik konusunda ilk büyük adımı oluşturuyordu. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (United Nations Environmental Program) “kısaca UNEP” başlatılıyor, merkezi oluşturuluyordu.
Türkiye bu adıma ayak uydurmak için 1983 yılında 2872 sayılı Çevre Kanunu’nu çıkarıyordu. Bu kanunda “sürdürülebilir çevre” şöyle tanımlanıyor:
Sürdürülebilir çevre: Gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini tehlikeye atmadan, hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda (sosyal, ekonomik, fizikî vb.) ıslahı, korunması ve geliştirilmesi süreci.
2872 sayılı Çevre Kanunu’nda ekonomik faaliyet olarak “sürdürülebilir kalkınma”da şu şekilde tanımlanmış bulunuyor:
Sürdürülebilir kalkınma: Bugünkü ve gelecek kuşakların, sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına alan çevresel, ekonomik ve sosyal hedefler arasında denge kurulması esasına dayalı kalkınma ve gelişme.
Yasamızdaki bu tanımlamaya benzer tanımlamalar çeşitli literatürlerde de yer almaktadır. Bu tanımlarda altı çizilmesi gereken sadece bugünkü kuşakların değil, gelecek kuşakların ihtiyaçlarının da karşılanması için gerekli kaynakları güvenceye alacak biçimde hem fiziksel ve hem de sosyal çevresel dengeyi koruyarak ekonomik büyüme ve refah düzeyi yükseltme çalışmalarının gerçekleştirilmesi gereğidir.
Burada sözü edilen kaynaklar, üretim fonksiyonunun doğal kaynaklarıdır. Ancak, bugün için üretim fonksiyonunda enerji, doğal kaynaklardan ayrı bir girdi olarak ele alınmaktadır. Peki bu koşulda “sürdürülebilir enerji” kavramını nasıl tanımlayacağız?
Sürdürülebilir Enerji: Sürdürülebilir kalkınmanın gerektirdiği genel enerji arzının güvenceye alınması, birincil kaynaklardan son tüketiciye uzanan kullanılabilir enerji arzı arasındaki enerji zincirinde (üretim, değişim, dönüşüm, çevrim, iletim, depolama, taşıma ve tüketicin yararlı enerjiyi kullanımında) olumsuz çevresel etkilere neden olmaksızın kesintisiz enerji sunumu’dur.
Birincil kaynaklardan son tüketiciye uzanan enerji zinciri de olumsuzluklara neden olmaksızın değil, hatta olumsuz etkileri minimize ederek bile değil, ciddi tersinmez (yani geri dönülmez olumsuzluklar) yaratarak enerji sunumunu yapabilmiştir.
Söz konusu tersinmez sadece tükenir kaynaklar için değil, yenilenebilir kaynaklar için de söz konusudur. Burada sırası gelmişken şunu vurgulamakta yarar var. Enerji kaynağının kirlisi temizi, çevre için zararlısı zararsızı olmaz, böyle bir ayrım yapmak yanlıştır. Enerji teknolojisinin kirlisi ve temizi, çevre tahribatı oluşturanı veya oluşturmayanı vardır. Sorun uygulanan teknolojidedir.
Bilindiği gibi teknoloji, insanın çevresini değiştirip geliştirmek için uyguladığı tekniklerin tümüdür, ama bu değişiklik ve gelişim çevresel dengeyi, çevresel değerleri tahrip etmeyecek, geliştirip iyileştirmeye yönelik olacaktır.
İnsanlık bunu yapabilmiş midir, şu an yapabilmekte midir? Maalesef “Hayır”.
Bugün için maalesef fiili olarak sürdürülebilir enerji kavramı, az önce tanımını yaptığım, enerji arz zincirinde olumsuz çevresel etkisi yaratmayacak sunum değil, sadece “herhangi bir koşula bağlanmayan kesintisiz enerji arzı yani arz güvenliği” olmuştur. Bugün enerji arz güvenliği Birleşmiş Milletlerden, dünyanın tüm ekonomik birlik ve kuruluşlarından öte NATO gibi askeri birlik ve kuruluşların da gündeminde ilk sıralarda yer almaktadır. Çünkü, dünyada artık teknolojik enerji tüketmeden hiçbir aktivite yapmak olanaklı değildir.
İşte yeni kural: Ne pahasına olursa olsun enerji arzı sürecektir. Bu kural için ünlü İngiliz Devlet Adamı Churchill’in Avam Kamarası’ndaki bir sözü arasında analoji yapabiliriz. Churchill 1936yılında şöyle diyordu; “Bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetlidir”.
ENERJİ TÜKETİMİNİN GETİRDİĞİ İKİ ÇEVRESEL OLUMSUZLUK
Bu çevresel olumsuzluklar (1) entropi artışı ve (2) global sıcaklık artışı ya da küresel ısınmadır. Her ikisi de birbirinden tamamen ayrı olaylardır. Her ikisinin ortak yanı tersinmez değişimler oluşudur. Tersinmezlik, dünyanın ve evrenin en önemli sorunudur, ama var oluşun getirdiği kaçınılamaz bir olgudur.
Evren içinde dünya kapalı bir sistem şeklinde ele alındığı taktirde, insan eliyle yapılan her enerji aktivitesi dünyada entropiyi artırdı. Entropi artışı düzensizliği getirdi, yararlı enerjisi azalttı, yararsız enerjiyi çoğalttı. Kaldı ki evrenin de entropisi sürekli artmaktadır. Entropi artışı tersinmez bir olaydır. Entropi artışı, evrenin baş aşağı gidişi olarak değerlendirilmektedir, geri dönüşü olmadığı gibi durdurulamaz. Ancak, ekserjitik verimliliği yüksek çevrimlerle ya da dönüşümlerle entropi artışı yavaşlatılabilir. Ne yazık ki dünya henüz bu konuda yeterli bilinçlenmeye ulaşmış değil, entropi artışı sorununu pozitif bilimlerle ve teknikle uğraşan bilim adamlarının dışında görebilen de maalesef yok. Çünkü enerji verimliliği ve ekserji verimliliği de farklı kavramlar. Enerji verimliliğini birinci basamak alınırsa, biz onun üzerine çıkıp ekserji verimliliğini arar duruma 21. yüzyılda da gelemeyiz.
20. yüzyılda dünya enerji tüketimi 8 kat artış gösterdi. Bu enerji tüketiminin %85den çoğu fosil yakıtlardan, yani karbonlu yakıtlardan sağlanmıştır. Karbonlu yakıtların çevre açısından sakıncalı yanma ürünü karbondioksit (CO2) olmaktadır. Artan enerji tüketimi bugün global iklim değişikliği ve global ısınmanın, dünya ortalama sıcaklık artışının baş sorumlusu gösterilen atmosferdeki sera gazı diye de tanımlanan CO2 yoğunluğunu (konsantrasyonunu) artırmıştır. Tabii ki atmosferde tek sera gazı CO2 değildir. Su buharı da bir sera gazıdır, ama olmazsa olmaz niteliğinden ötürü onu zararlı sera gazları arasında sayamıyoruz. Diğer sera gazları da etkileri itibariyle CO2 eşdeğeri düzeyinde hesaplanarak, atmosferdeki sera gazı yoğunluğunu CO2 eşdeğeri olarak ifade ediyoruz ya da yalın olarak sadece CO2 diyoruz.
Sera gazlarının global ısınma potansiyelleri
Sanayi devrimi öncesi dünya atmosferindeki CO2 konsantrasyonu 270 ppm (hacimsel olarak milyonda 270) olarak kestiriliyor. Gerçi, yaşları da ölçülebilen buzullardan (Güney Kutbu’nda Law Dome buzulundan) CO2 konsantrasyonu ölçülmektedir. Bu konsantrasyon 1950’den sonra 300 ppm düzeyini aşıp yükselişe geçiyor, 1980’lerde 330 ppm düzeyleri geçilirken global ısınma ve iklim değişikliği alarmları verilmeye başlanıyordu.
1988 yılında Birleşmiş Milletler’in iki kuruluşu olarak Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) ve Dünya Meteoroloji Organizasyonu (WMO) tarafından, insani faaliyetlerin neden olduğu iklim değişikliği risklerini değerlendirmek üzere, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (Intergovermental Panel on Climate Change) “kısaca IPCC” kurulmuştur. IPCC siyasi bir kuruluştur ve IPCC toplantıları her yıl yapılmaktadır.
3-14 Haziran 1992 Rio de Janeiro’da Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı (United Nations Conference on Environment and Development) “kısaca UNCED” ya da Rio Zirvesi, Rio Konferansı ve Dünya Zirvesi adları da verilen toplantı yapılmış olup, bu toplantıda iklim değişikliğine karşı ilk uluslararası çevre anlaşması sayılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (United Nations Framework Convention on Climate Change” “kısaca UNFCCC” imzaya açılmıştır.
Sözleşmenin başlıca amacı; iklim değişikliği üzerinde tehlikeli etkileri olduğu kabul olunan sera gazı oranlarını düşürmekti. Ancak, yaptırım gücü zayıf, tarafların iyi niyetine bağlı bir sözleşme olmuştur. Sözleşmeye 191 ülke ve Avrupa Birliği taraftır. Sözleşmenin yürürlüğe girdiği 1994 yılından sonra her yıl sözleşmeye imza atan ülkeler (taraflar) temsilcilerinin katılımıyla Taraflar Konferansları (Conferences of the Parties) “kısaca COP” yapılmaktadır.
COP-1 1995 yılında Almanya Berlin’de toplanmıştı. Bu seri Konferanslar arasında en önemlisi 1-10 Aralık 1997’de Kyoto’da toplanan Üçüncü Taraflar Konferansı COP-3 olmuştur. Bu konferans COP serisi içinde Taraflar Toplantısı (Meeting of Parties) MOP diye ayrılmaktadır. Bu toplantıyla Kyoto Protokolü oluşturulmuştur.
Protokol, CO2 başta olmak üzere her tür sera gazı salımlarının, 2012 yılında 1990 yılı seviyesinin %5.2 altına indirilmesini öngörüyordu. Protokol 1998’de imzaya açıldı, ama 2005 yılında yürürlüğe girebildi. Çünkü, yürürlüğe girebilmesi için imzalayan ülkelerin 1990'daki emisyonlarının global toplam emisyonun %55'i bulması gerekiyordu. Bu orana ancak yedinci yılın sonunda, 2004 yılında Rusya’nın imzalamasıyla ulaşılabilmiştir.
Protokolün oluşturulduğu dönemde dünyanın global sıcaklığının 0.7 derece arttığı, her bir derecelik artışın dünyada yer yer iklim kuşaklarını 160 km kaydırabileceği, Arktik kıtadaki buz ergimelerine, Antartika’daki buz ergimelerinin bile eşlik edebileceği vurgulanıyordu.
Kyoto Protokolü’nde, hedefe ulaşabilmesi için üç mekanizma bulunmaktaydı. Bunlar; (1) Temiz Kalkınma Mekanizması, (2) Ortak Yürütme Mekanizması, (3) Emisyon Ticareti Mekanizması ya da “Karbon Kredisi”, yani CO2 sertifikası ticareti. Bu mekanizmalardan asıl yürüyen de CO2 sertifikası ticareti olmuştur.
Protokolü 191 ülke imzaladı (Türkiye 184. ülke olarak 2009 yılında imzaladı). Ancak, emisyon yayımında ilk üç sıra ABD, Çin ve AB’ye ait, ardından Rusya, Japonya, Hindistan, Kanada vs. geliyor. ABD önce imzaladı, sonra caydı ve onaylamadı. Kanada imzasını geri çekti. Rusya ve Çin yükümlülük üstlenmekten kaçındı. Japonya bile uygulamayı gönüllü esasına bağladı. Kyoto Protokolü’nün cezai hükümleri ise hiç uygulanamadı. Ciddi uygulama bir tek AB ülkelerinde görüldü.
Dünyanın global sıcaklık artışının, evrenin doğal gelişim ve değişim süreci dışında, insanlığa ve dünya uygarlığına bağlanan bilimsel nedenleri iki noktada toplanabilir:
1) Artan enerji tüketimiyle serbest kalan (açığa çıkan) enerjinin neden olduğu ısınma (Aktif enerji kullanımından kaynaklanan direkt sıcaklık artışı).
2) Fosil yakıtlara dayalı birincil enerji tüketiminden atmosfere karbondioksit salımı ve atmosferde konsantrasyonu artan karbondioksitin sera etkisi sonucu dünya ışıma dengesini (radyasyon alışverişini) bozmasıyla ortaya çıkan ısınma (emisyonların etkisinden kaynaklanan indirekt sıcaklık artışı).
Ancak, dünyadaki yüzey sıcaklığı artışının ya da global ısınmanın arkasında, evrende bilmediğimiz bir kozmik dönüşümün yatabileceği de olasılık dışı değil elbette. Kaldı ki, dünyanın geçmişindeki buzul çağlar öncesi görülen CO2 artışları da bunu çağrıştırıyor. Şu anda dünya iki buzul çağı arasındaki bir süreci yaşıyor. Öte yandan kozmik radyasyon alışıyla global sıcaklık artışı arasında 2000 öncesinde paralellik görülen dönemler de bulunuyor, ama dünya enerji tüketiminin yaklaşık 1.4 kat arttığı 2000-2014 süreci için saptanabilmiş bir paralellik bulunmuyor. Buna karşın sıcaklık artışının bu son dönemde ivmelendiğini görüyoruz.
Global sıcaklık artışı ile enerji tüketimi arasında ilgi kurulunca, geleceğe yönelik enerji talebini ve enerji miksini (bileşimini) belirleyen modeller ortaya konularak, enerji sektörü yöneticilerinin ve politikacılarının, kısaca karar vericilerin önüne konmaya başlanmıştır.
Türkiye’nin de üyesi olduğu ve üye ülkelerde uygulanacak enerji politikalarına öneri niteliğinde de gösterilse, yönetimsel bir dış bağımlılık getiren OECD kuruluşu Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) ilk kez 2008 yılında referans senaryo ile 2030 yılına kadar dünya enerji talebini, coğrafi bölgeler ve ülkeler bazında ortaya koyuyordu.
Oluşturulan model, tüm ülkeleri kapsamakta idi, nüfus ve gayrisafi hasıla gelişimleri, büyüme oranları, mevcut ve beklenen enerji yatırımları, planlanan ve hatta beklenen teknolojik gelişmeler, önerilen yenilikler gibi değişkenlerle ilgi pek çok parametrenin yanına iklim parametresi de dahil edilmişti. Büyük bir değişken matriksine sahip böyle bir simülasyon modeli 2009 yılında üç senaryoya göre yenileniyordu. 2009’dan bu yana da her yıl yeni gelişmelere dayalı olarak yenilenmekte, coğrafi bölgeler, ülke grupları, büyük ülkeler bazında sonuçları her yıl IEA World Energy Outlook raporlarında yayınlanmaktadır.
Uluslararası Enerji Ajansı’nın kullandığı üç senaryo:
(1) Fiili Politikalar (Current Policies) Senaryosu
(2) Yeni Politikalar (New Policies) Senaryosu
(3) 450 Senaryosu
olarak sıralanmaktadır. Fiili Politikalar Senaryosu mevcut durumun devamı iken, Yeni Politikalar Senaryosu enerji politikalarında, enerji teknolojilerinde beklenen ve olması gereken yenilikler üzerine inşa edilmiştir. 450 senaryosu ise, bütünüyle global ısınma bazlı olup, atmosferdeki CO2 konsantrasyonunun 450 ppm düzeyinin üzerine çıkmaması, 450 ppm’de durdurulması kuralına dayanmaktadır. 450 ppm düzeyinin karşılığı sıcaklık artışı 2 derece olup, dünyanın daha fazla bir sıcaklık artışını kaldıramayacağı hesaplanmaktadır.
Atmosferdeki CO2 konsantrasyonu, ABD’de başta NASA, ayrıca Okyanus ve Atmosfer İdaresi Yer Sistemleri Araştırma Laboratuvarı ile Hawai Mauna Loa Güneş Gözlemevi tarafından sürekli olarak hassasiyetle ölçülmektedir. Ölçümlerin sonucu 2013 yılında 398 ppm düzeyine ulaşıldığını göstermektedir. Mauna Loa Gözlemevi’nde Nisan 2014’de 401.30 ppm görülmüşken, 21 Kasım 2014 tarihinde (55 gün önce) 396.92 ppm ölçülmüştür. Yani 450’ye varmaya artık sadece 50 ppm kalmış bulunuyor.
Uluslararası Enerji Ajansı, Fiili Politikalar Senaryosu’nun sürdürülmesine karşı çıkıyor, 450 Senaryosu’nu ekstrem buluyor, uygulamaların Yeni Politikalar Senaryosu kapsamında olmasını bekliyor ve öneriyordu. Ama, “Evdeki hesap çarşıya uymaz” atasözümüze benzer bir sonuçla karşılaşıldı. Senaryolara göre 2035 yılı birincil enerji talebi, antropojenik sera gazı emisyonu, bu emisyonun ppm karşılığı ve neden olabileceği sıcaklık artışı şöyle:
IEA senaryolarına göre 2035 yılı enerji-iklim indikatörleri
Kısacası gelinen yolun sonu 450 Senaryosu’ndan başka çıkış olmadığını gösteriyor. O senaryo ile bile 2035 yılında 2 derecelik artışa ulaşılıyor.
Bu noktada, 2035 yılında 450 Senaryosu’nun öngördüğü enerji miksine bakmakta yarar var. 14.9 milyar tep birincil enerjinin %64’ü fosil yakıtlardan sağlanırken, arta kalanı kaynaklar arasında nasıl paylaştırılmış?
Nükleer enerjiye ayrılan pay fiili politikalar senaryosundan %49 daha fazla, önerilen yeni politikalar senaryosundan da %36 daha fazla. Karbon ayak izini silebilmek için daha fazla nükleer enerji gerekli.
450 senaryosu ile 2035 global enerji talebinin;
%10.2’si nükleer
%3.6’sı hidrolik
%14.8’i geleneksel ve modern biyokütle ile biyoenerji
%7.8’nin diğer yenilenebilir (rüzgâr, güneş vs)
olması gerektiği planlanmış. Nükleerin payı rüzgâr, güneş, jeotermal, deniz enerjileri vs.’yi içeren diğer yenilenebilirlerin %30 daha üzerinde. Bu sonuç ülkemizde nükleer enerjiye karşı çıkan fanatiklere ithaf olunur. Türkiye’de karşı çıkılması gereken nükleer enerji değil, nükleer santrallerin hangi ayrıcalıklarla ve hangi yanlışlıklarla ihale edildiğidir.
Aslında bu sonuç, Kyoto Protokolü’nün akıbetiyle de ortaya çıkmıştı. 2012 yılı sonunda yıllık sera gazı emisyonu 1990 yılının altına indirilmesi hedeflenmişken, 2012 yılına gelindiğinde hedeften çok uzakta bulunulduğu açıklanıyordu. Çünkü, AB ülkeleri dışında, hele enerji obezleri ve CO2 devleri nezdinde dünyada yeterince uygulama bulamamıştı.
“Kyoto Protokolü öldü mü?” denilirken 2012 yılında Doha’da yapılan 18. Taraflar Konferansı’nda Kyoto Protokolü’ne hayat öpücüğü konduruluyor ve protokol 2020 yılına kadar uzatılıyordu. 1 Ocak 2013’ten 31 Aralık 2020’ye uzanan ikinci taahhüt dönemi için “Taraflar” açısından sera gazı listesi de revize edilmişti.
27-31 Ekim 2014’de Kopenhag’da yapılan 40. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) sonunda yayınlanan raporda; “İklim sistemindeki ısınma açıktır ve 1950’den bu yana gözlenen değişiklikler önceki on yıllar ve bin yılda görülmemiştir. Atmosfer ve okyanuslarla birlikte 0.85 derece sıcaklık artmış, kar ve buz miktarları azalmış, deniz seviyesi yükselmiş, sera gazı yoğunluğu artmıştır” deniliyordu. “Daha iyi bir gelecek için refah seviyesi ve sürdürülebilir kalkınma korunarak iklim değişikliğini sınırlandıracak araç ve seçenekler mevcuttur” vurgusuyla çözüm umudu korunuyordu, ama çözüm için bir başka adım gerekliydi.
O yeni adımın hazırlığı, 1-2 Aralık 2014’de 194 ülke temsilcisinin katılımıyla Lima’da toplanan 20. Taraflar Konferansı’nda yapıldı ve Aralık 2015’de Paris’te imzalanması planlanan, Kyoto Protokolü’nün yerine geçecek yeni anlaşmaya ilişkin olarak taslak metin hazırlandı. Bu anlaşmanın kaderi de Kyoto Protokolü’ne benzeyebilir, çünkü hazırlanan metin, ülkelerin fikir ayrılıkları nedeniyle zor ortaya çıkmış bulunuyor.
Gelişme sürecindeki ülkeler, Türkiye’nin de aralarında varsayıldığı gelişmiş ülkelerin, iklim değişikliği ile mücadelede daha fazla sorumluluk almalarını, bu mücadele için gerekli bir fon oluşturulmalarını öteden beri istemekteler. Lima’da, “farklılaştırılmış sorumluluklar ve öznel olanaklar” temelinde yükümlülükler üstlenilmesi koşulunu getiren bir taslak metin ortaya çıkmışsa da, uzmanlar tarafından yetersiz bulunuyor. Toplantıya başkanlık eden Peru Çevre Bakanı Vidal da uzlaşılan metni, “mükemmel değil, ama tarafların pozisyonlarını içeriyor” şeklinde nitelemiştir. Paris’te imzalanıncaya dek, metin üzerinde yeni değişiklikler beklenebilir, fakat güçlü bir adım atılması çok zor görünüyor..
Avrupa Birliği, “Sınırla ve Ticaret Yap” (Cap and Trade) stratejisiyle 2020 yılında emisyonlarını 2005’deki emisyon miktarına göre %21 oranında azaltılmasını hedef edinmişti, buna uygun politika uyguluyordu. Fakat, daha ileri bir adıma gerek görerek, 23-24 Ekim 2014 tarihli Avrupa Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi (Avrupa Konseyi) toplantısında, Avrupa Birliği liderleri tarihi bir uzlaşmaya imza attılar ve 2030 yılına kadar sera gazı emisyonlarını, 1990 yılına oranla “en az yüzde 40” oranında azaltmayı, EUCO 169/14 sayılı kararla direktife bağlamış bulunuyorlar ki; bu bağlayıcı karar gelişmiş sanayi ülkeleri arasında şimdiye kadar belirlenen en üst düzey ve en radikal iklim hedefi olarak kabul olunuyor.
Avrupa Konseyi bu radikal kararında emisyon sınırlamasına ilaveten, 2030’da yenilenebilir enerjilerin payının en az yüzde 27 olmasını, ayrıca 2030 yılına kadar enerji verimliliğinde de ek yüzde 27’lik artış sağlanmasını da kararlaştırmıştır. EUCO 169/14 sayılı kararda enerji güvenliği, iç enerji pazarının entegrasyonu ve tam fonksiyonlarına ulaştırılmasına ilişkin hükümler de yer almaktadır.
Öte yandan, Avrupa Birliği’nde Emisyon Ticaret Sistemi (EU-ETS), iklim değişikliği politikasının ana unsurudur. 2005-2007 yıllarında EU-ETS sisteminin birinci dönemi, 2008-2012 arasında ikinci dönemi geçirilmiş olup, şimdi 2013-2020 sürecini kapsayacak olan üçüncü dönemi içinde bulunulmaktadır. Artık 2020-2030 periyodu ile dördüncü dönem planlanmışken emisyon ticaret sisteminin konsolidasyonu kararı da alınmış bulunuyor.
Yalnız, ciddi bir sorun var: Avrupa Birliği 2030 yılına kadar kalabilecek mi?...
AB içinde yer almayan Türkiye’nin, AB’nin EUCO 169/14 direktifi gibi bir karara paralel yerli bir düzenlemeyi, öyle disiplinli uygulaması pek tabii ki beklenemez. Kaldı ki, Türkiye’nin uzun erimli ve alternatifli genel enerji plan, program, bunlara dayalı strateji ve politikaları da yoktur. Türkiye maalesef iyi yönetilmemektedir. Bileşik kaplar kuralı enerji sektörünün yönetimi de iyi değildir.
Türkiye’nin yenilenebilir enerji uygulamaları HES’ler, RES’ler, GES’ler şimdi yeni geliyor, ama tüm bunların çevresel etkilerinin felakete dönüştüğü, ÇED konusunun mahkemelik olduğu, yerel halkı sadece insanı değil, habitatın tüm canlılarını isyan çizgisine getirdiği, doğal zenginlik olan vahşi hayvanları bile orman içlerinden şehirlere indirdiği bir gerçek. Kömür santrallerine değinmeme gerek yok, ama onlarla ilgili projeler yenilenebilir enerji projelerinden daha büyük felaket çizgisinde.
2009 yılında Kyoto’ya hazır olmadan bilinçsizce imza atan Türkiye, 2015 yılında Paris Çevre Konvensiyonu’na da imza atar, ama tutarlı biçimde uygulayabilir mi?
Bugünkü politikalar ve yönetim anlayışıyla mümkün gözükmüyor!...
Bugün ABD-Suudi işbirliğine dayalı (bazılarının iddiasının aksine “zıtlaşmasına” demiyorum, altını çizerek söylüyorum birlikteliğine dayalı) düşük petrol fiyatları süreci yaşanıyor. Bilindiği gibi Ukrayna krizi, Batı ve özellikle ABD ile Rusya arasında bir kırılma çizgisi (fay hattı) oluşturdu.
Bu kırılma “Ekonomik Soğuk Savaş” dönemini başlatıyordu. Bu savaşın silahları uluslararası ticaret ve uluslararası finansman araçları olacaktı. ABD’nin stratejisi, Batı’nın ekonomik yaptırımları ve düşük petrol fiyatları ile Rusya’ya yıllık 140 milyar dolarlık bir ekonomik darbe olarak belirlenmişti.
Rusya’nın bütçe başabaş (Budget Breakeven) petrol fiyatı talebinin 100 USD/bbl olduğu biliniyor. Ancak, OPEC’in ortalama bütçe başabaş fiyatı da 2014 yılı için 105 USD/bbl olarak belirlenmişti. OPEC üyeleri için bütçe başabaş fiyatları 65 ilâ 149 USD/bbl arasında değişmektedir.
ABD Enerji Bakanlığı Energy Information and Administration kuruluşunun yayınlarında 2014-2015 yıllarında petrol fiyatlarının esasen 80-90 USD/bbl düzeyinde seyredecek şekilde gösterilmesi, ABD için 80 dolara kadar inecek petrol fiyatının Rusya’yı rahatsız etmeye yeteceği görüşünü ortaya çıkarıyordu. Altına inilmesi tabii ki darbeyi güçlendirecekti. ABD fiyat darbesinin sadece Rusya’yı vurmakla kalmayacağını, İran ve Venezuela gibi iki hasmına daha vuracağını öngörmüştü. Bir taşla birkaç kuş vurma hevesi.
ABD 2009-2011 yıllarında günde 7-8 milyon varil olan petrol üretimini 2012 yılında ortalama 8.8 milyon varil/gün ve 2013 yılında da 10 milyon varil gün düzeyine çıkarmıştı. Bu artışta şeyl (kaya) petrolünün payı önemli yer tutuyordu. Ancak, şeyl petrolü üretimi artsa da 2013 yılında ABD’nin günlük petrol ithali yine de ortalama 8.9 milyon varil olmuştur ve dünya petrol ticaretinde bir azalma görülmemişti. Şeyl kuyularının verimi ve ömrü klasik kuyular kadar da olmuyordu.
2013 yılı dünya petrol fiyatları ortalaması (WTI, Brent, Dubai Fateh ham petrollerinin 3’lü ortalaması) 104.04 USD/bbl, OPEC Sepeti 105.87 USD/bbl idi.
2014 yılında dünya petrol talebinin günlük 89-90 milyon varilin üzerine çıkmayarak durgunluk göstermesi, ABD senaryosunun sahnelenmesini kolaylaştırıyor, ama fiyatların düşmesi için petrol arzının talebe bakmayıp artırılması gerekiyordu. Bu da yapıldı.
“US under Saudi Arabia” (ABD’nin altı Suudi Arabistan) diye bir politik söz vardır. 1971 yılında Bretton-Woods Sistemi çöktüğünde, doların kurtuluşu “Yapay Petrol Krizi” arenası sayesinde ve OPEC içinde ABD’nin Truva Atı Suudi Arabistan’ın yardımıyla sağlanmış, petrol dolara bağlanmıştı. O günkü politikanın aktörleri Başkan Nixon - Dışişleri Bakanı Kissenger - Kral Faysal idi.
ABD yine Rusya’yı diz çöktüreceğine inandığı stratejisi için OPEC’teki Truva Atı’na gerek duymuştu. Bu kez aktörler; Başkan Obama - Dışişleri Bakanı Kerry - Kral Abdullah idi. İsimlerin değişikliğinden başka fark yoktu. Suudi Arabistan üzerine düşeni yapıyor, üretimini üst düzeyde tutuyor, OPEC üretiminin yüksek seyrini sağlayarak oyunu sahneliyordu. Perde 2014 yılının ikinci yarısında açılmıştı.
Haziran 2014’de üçlü ortalama petrol fiyat 108.37 USD/bbl ve OPEC Sepeti 107.89 USD/bbl idi, ama sahnelenen oyunla Temmuz’dan itibaren düşmeye başlamıştı. Ekim 2014’de 3’lü ortalama fiyat 86.13 USD/bbl, OPEC Sepeti 85.06 USD/bbl olmuştu. OPEC’ten çatlak sesler çıkmaya başlamıştı.
26 Kasım 2014 tarihinde, fiyat düşüşünün tartışacağı 166. OPEC Toplantısı’ndan bir gün önce 3’lü ortalama fiyat 75.81 USD/bbl, OPEC Sepeti 73.70 USD/bbl ile ABD’nin çizdiği kulvarın altına düşmüştü ve üretimin kısılması bekleniyordu. 27 Kasım günü Suudi Arabistan’ın dayatmasıyla OPEC tepetaklak oluyor, üretimi kısma kararı yerine, günde 30 milyon varil üretime devam kararı alınıyordu.
Suudi Arabistan bu tutumunu kamuoyuna, Petrol Bakanı Ali Al-Naimi’nin ağzından, ABD’de artan şeyl petrolü üretimini engellemek ve piyasa payını kaybetmemek için atılmış bir adım, sanki ABD’ye karşı alınmış zıtlaşma kararı gibi açıklıyordu, bu gerekçe gerçeklikten yoksundu. Öte yandan gelişme seyri tüm OPEC üyeleri için artık bütçe başabaş fiyatının altında kalınacağını gösteriyordu. OPEC’in 27 Kasım kararı fiyatları düşmesinde çığ etkisi yarattı.
31 Aralık 2014 tarihiyle 2014 yılını 3’lü ortalama fiyat 56.99 USD/bbl (Dubai Fateh 60.39 USD/bbl, Brent 57.33 USD/bbl, WTI 53.27 USD/bbl), OPEC Sepeti 54.44 USD/bbl, Rusya’nın Ural ya da REBCO petrolü 54.62 USD/bbl düzeyiyle tamamladı. Ham petrol fiyatları bir yıl öncesine göre %58 düşmüştü. 27 Kasım’dan sonraki düşüş ise %27’ye varmıştı. Morgan Stanley geçen Aralık ayında petrolün 43 dolara kadar düşeceğini öngörmüştü.
8 Ocak 2015’den sonra ise petrol 50 doların altını görüyordu. 13 Ocak 2014 itibariyle WTI 45.28 USD/bbl ve Brent 45.95 USD/bbl fiyatıyla günü kapattı. Bir gün sonra 14 Ocak 2015, yani dün %5.86 yükselişle WTI 48.57 USD/bbl ve %4.55 yükselişle Brent 48.68 USD/bbl ile günü kapattı. Henüz bir şey söylemek için çok erken, ama petrol fiyatları 45 dolarlık dibi gördükten sonra dönüşe mi geçiyor?
Yalnız burada yapmamız gereken bir tespit var 45-50 dolar fiyat bandı 2004/2005 yıllarının yani 10 yıl öncesinin bandıdır. Global ekonomide bugün için 10 yıl öncesinin dengeleri yok. Dolayısıyla bugünün ekonomisinde de 45-50 dolar petrol fiyatı bandının kalıcılığı yok. Çünkü, süreç ne stagflasyona ne de deflasyon-resesyon sarmalına dönüştürülmeden, normal kulvarına sokulmalıdır.
IMF Başkanı Lagarde, Aralık 2014 başında “petrol fiyatları düşmesini küresel ekonomi için iyi haber, gelişmiş ülke ekonomileri %0.8’lik ek büyüme sağlayacak diye yorumluyordu. ABD, 2015 büyüme beklentisini %3.1’den %3.5’e çekiyordu.
Petrol ihraç eden ülkelerin petro-dolar azlığının yaratacağı pazar daralması her nedense gündeme getirilmek istenmiyordu. Örneğin, Türkiye açısından petrol fiyatlarının 70 doların altına inmesi mal ve hizmet ihraç pazarını daraltıyordu. Oluşacak ihracat azalması, cari açıkta beklenen küçülmeye değecek mi?
2014 yıl Aralık ayında ilginç demeçler görüldü... BAE Enerji Bakanı Mazrouei, üç ay durumun gözleneceğini, sonra acil bir toplantının gündeme gelebileceğini 14 Aralık’ta Abu-Dhabi basınına söylüyordu. 16 Aralık’ta Kuveyt Petrol Bakanı Al-Omair, 2015’in ikinci yarısında yüksek maliyetler zoruyla fiyatların geri dönüş yapabileceği görüşünü dile getiriyordu. Suudi Arabistan Petrol Bakanı Al-Naimi, 21 Aralık’ta Middle East Economic Survey’e OPEC üretiminin %6.7’si kadar olan 2 milyon varillik arz fazlasının karar uyarınca devam edeceği görüşünü yineliyordu. Fiyatların yeniden tartışılacağı 167. OPEC Toplantısı’nın tarihi ise 5 Haziran 2015. Uluslararası Enerji Ajansı Başekonomisti değerli dostum Dr. Fatih Birol, 22 Aralık’ta, 2015 yılında ABD’nin şeyl petrolü yatırımlarının seri biçimde azalacağı görüşünü öne sürüyordu.
Kaldı ki, Amerikan kamuoyu da şeyl petrolü üretimi için uygulanan; yeraltı sularında ciddi kirlilik oluşturan, atmosfere ciddi metan kaçakları yapan, her şeyden önemlisi fay kırığı tetiklemesiyle küçük depremler oluşturduğu saptanan, olumsuz çevre etkileri çok olan yeraltı kayacındaki çatlatma (fracking) teknolojisine karşı çıkıyor, halk gösterilerde “Yeter artık çatlatma” diye haykırıyor. Öte yandan ABD’de kaya petrolü ve kaya gazı, 2008 yılında patlayan büyük emlak yatırımlarındaki gibi balon oluşturmuş durumda ve ciddi finansal sıkıntılar yaratabilir beklentisi de var. Bunlar ABD’nin petrol ithali talebinin artışı ile fiyat artışını getirecek nedenlerdir.
Petrolün 40 dolarlara düşmesinin sadece petrol upstream (arama ve üretim) sektöründe değil, öteki sektörde de yeni yatırımları engelleyeceği görüşü öne sürülüyor ki, haklı bir görüş. Avrasya İşletme ve Ekonomi Birliği’nin 8-10 Ocak’ta Lizbon’da yapılan 15. Konferansı’nda petrol fiyatlarındaki düşüşün enerji sektöründe iflaslar getireceği görüşü yankılanıyordu Değerli enerji bilim adamı Teksas Üniversitesi öğretim üyelerinden dostum Dr. Gürcan Gülen, petrol fiyatlarındaki düşüş sonucu çok sayıda petrol ve doğalgaz şirketinin 2015 bütçelerini kıstığını bu konferansa sunduğu bildiride açıklıyordu.
Düşük petrol fiyatları, sadece şeyl petrolü ve diğer alternatif konvansiyonel olmayan hidrokarbon üretimini engellemekle de kalmayarak, biyodizel, biyobenzin gibi biyoyakıt kullanımının önünde de engel oluşturacaktır. Ayrıca, tüm yeni ve yenilenebilir enerji kaynakları teknolojisinin uygulamalarını ve dolayısıyla gelişimini sınırlandıracaktır. Öte yandan ucuz petrolün yanında kömür fiyatlarında da düşme var ki, kısa süre içinde olsa zaten kritik eşikte bulunan dünya sonuçta daha çok fosil yakıt kullanımına yönlendirilerek, iklim değişikliğine karşı, global ısınmayı destekleyen karbonlu günler yaşanabilecektir.
Petrol fiyatları ve büyüme oranları arasındaki ilişki üzerine yapılmış bilimsel araştırma ve incelemelere göre, petrol fiyatları ile ekonomik aktivite arasında negatif korelasyon olduğunu kabul eden bir görüş vardır. Bu görüşe göre, petrol fiyat şokları ekonomik aktivitenin gerilemesine GSMH (GDP) büyüme oranın düşüşüne, toplu fiyat artışlarına, işsizliğe neden olmaktadır. Bu görüşün sonucu olarak, petrol fiyatları ile ekonomik büyüme arasında asimetrik bir ilişkinin varlığından söz edilir. Asimetrik ilişkinin anlamı da; petrol fiyatlarındaki artışın ekonomik aktivitede kesin azalışa yol açmasına karşın, petrol fiyatlarındaki düşüşün ekonomik aktivitede önemli bir etki yaratmayacağı görüşüdür. Bu görüş ABD, AB, Çin, Hindistan gibi ülkelere ait verilerin istatistik verilerinin değerlendirmesiyle ortaya konulmuştur. Şimdi yaşanan süreç, bu tür araştırmalara yeni boyutlar katabilir.
Günümüzde petrolden sonra en önemli hidrokarbon doğalgaz. Doğalgaz petrolün yerine ikame olunabilir bir yakıt. Politikacıların söylemlerinin aksine, petrolde Ceyhan Terminali bir Rotterdam olamadı. Akdeniz’deki bir petrol borsasının Ceyhan’da oluşmayacağı görüldü, ama doğalgazda ticaret merkezi (hub) olunabilir mi? Başta Nabucco olmak üzere onlarca proje, çöpe demeyelim, ama tozlu raflara atıldı. Gündemden düşen projelerin hepsi Türkiye’yi transit ülke olmaktan öte götürebilecek projeler değildi. Azerbaycan ile ortak olduğumuz TANAP Projesi de öyle, yani bir transit proje.
Ukrayna krizi Türkiye’ye hiç de beklemediği bir fırsat getirdi. Türkiye, Rusya’ya ait Güney Akım Projesi’nin Karadeniz’de kendi münhasır ekonomik sahasından geçmesine, hiçbir kazanımı olmaksızın bir jestle onay vermişti. Bir kayıp yaşadığının bilincinde bile değildi.
Rusya Devlet Başkanı Putin 1 Aralık 2014 tarihinde Ankara’ya yaptığı resmi ziyarette, özellikle AB’ye karşı önemli bir çıkış yaparak, gaz silahını ilk kez Güney Akım üzerinden kullanacağını gösterdi. Putin, Bulgaristan’ın Güney Akım için gerekli izinleri vermediğini bahane ederek, Güney Akım Projesi’nden vazgeçtiklerini, Karadeniz offshore kısmının inşaatını durdurduklarını açıklıyor, buna karşın Türkiye’ye Trakya Yunanistan sınırına uzanacak yeni bir boru hattıyla yılda 63 bcm, yani Güney Akım’ın throughput’u kadar gaz verecek yeni bir proje öneriyor, ayrıca Yunanistan sınırında yıllık 50 bcm kapasiteli doğalgaz dağıtım merkezi (hub) oluşturulması önerisini getiriyordu. Böylece BOTAŞ’ın da katılacağı Gazprom’un yeni projesi olan “Türk Akımı Projesi” ve Trakya Dağıtım Merkezi (Hub’ı) Batı’nın gündemine bomba gibi düştü.
Yeni proje arz güvenliği açısından Türkiye’nin gelecekteki talebinin karşılanmasını da güvenceye alabilecek, sürdürülebilir niteliktedir, ama projenin en önemli avantajı; Türkiye-Yunanistan sınırında kurulacak dağıtım merkeziyle, eğer Türkiye tarafından akıllı bir siyaset uygulanabilirse, Türkiye’nin doğalgazda transit değil, gerçek hub ülke statüsü kazanabilecek olmasıdır ki, başarılabilirse bu çok önemli bir gelişme olur. Avrupa önemli bir doğalgaz pazarıdır ve şu an için olduğu kadar, önümüzdeki uzun bir süreçte de Avrupa’yı besleyebilecek en önemli gaz arzının Rusya’nın elinde olduğu görülmektedir.
Avrupa’yı Rus gazının giriş yapacağı yerden çok, toplam arz miktarı ilgilendirmekle birlikte, Güney Akım’ın yerini Türk Akımı’nın almasıyla Avrupa için bir arz kaybı söz konusu olmasa da, Türkiye’nin devreye girmesinden kaynaklanan bir prestij ve politik kaybının oluşacağı kuşkusuz. İşte bunu hazmedemez görünüyorlar, yoksa Güney Akım Hattı’nın yapımına ortak olan Avrupa ülkelerinin, daha doğrusu o ülkelere ait şirketlerin ilk etapta 2.5 milyar Euro olarak açıklanan kayıpları, tedarikçi firmaların milyarlık zarar bilançoları bir şekilde giderilecektir.
Avrupa Rus gazı olmadan yapamaz ve bu nedenle de Türkiye’de Trakya’da kurulacak dağıtım merkezinden Avrupa’ya sürekli gaz akacağı, burada önemli bir ticaretin gerçekleşeceği kuşkusuzdur. Bu ticaret merkezi Rusya’nın Türkiye toprakları üzerinde kuracağı sadece Rus ticaret merkezi olmamalı. Rus-Türk ortak ticaret merkezi olabilmeli.
Bunun için Türkiye doğalgaz piyasasını yasasından yapısına kadar her şeyiyle yeniden düzenlemeli. BOTAŞ boru hattı taşımacılığına döndürülerek gaz arz piyasasından çıkarılmalı, doğalgaz arzı tamamen özelleştirilmeli, ithalât ve ihracatı serbest bırakılarak, gazın gazla rekabeti (gas to gas competition) için Avrupa ülkelerinde görülen finansal ticaret merkezi türünde gaz borsası oluşturulmalıdır. Çünkü, Türkiye’ye diğer komşu ülkelerden de Avrupa’ya akmak için gaz gelecektir. Tabii ki en önemlisi Türk Akımı’nın getireceği gazdır, çünkü onun throughput’u kadar olacak bir başka proje şu an ufukta görülmemektedir. Böylece Türkiye, jeostratejik konumunu jeoekonomik çıkara dönüştürebilmeli. Bunu başaracak bir Türkiye, doğalgazda hiç kuşkusuz sürdürülebilir bir ticaret merkezi (hub) olacaktır.
İlk etapta Türk Akımı’nın gerçekleşmesi önemli. Bu proje için sorun “olmak ya da olmamak” değil, çünkü olacak görünmektedir, sorun “hakkaniyetli ekonomik çıkarlar sağlayıp sağlayamayacağı”dır. Bu da izlenecek stratejilere ve politikalara bağlıdır. Bugün başarılı görülmeyen Türkiye yönetimi, bu işte başarı sağlayabilecek mi? Bugünkü yönetimle umutlu olmamak gerek.
Ancak, ortak çıkarlar açısından Türkiye-Rusya gaz ticaret merkezi gerçekleştirilmesi gereken bir proje. Proje, geleceğin Avrasya’sı için önemli sayılan Türkiye-Rusya arasında bir yakınlaşmayı da sağlayacaktır.
Türkiye’nin temel yapı taşlarına ve temel tercihlerine göre bugünün dünyasında Batı’nın yanında yer alan, ağırlığı Batı’ya kaydırmış bir Türkiye var. Türkiye’nin son yıllarda Ortadoğu bataklığındaki kararsız davranışlarını yokumsayarak bu saptamayı yapıyorum. Kısaca, bugün Batı’ya dayanan bir Türkiye bulunuyor. O batı ise yer yer, zaman zaman hiç çekinmeden Türkiye’yi dışlayabiliyor.
Peki, Batı sürdürülebilir bir dayanak mı? AB’nin ekonomik durgunluk içinde olması bir yana, geleceği tartışılıyor. Avrupa Birliği yaşlanmış ve hastalanmış bir birlik. ABD ekonomisi finansal balonlarla şişirilmiş bir ekonomi. Her sistemin bir iç enerjisi (internal energy) vardır. İç enerjisi tükenen sistemin yok olması doğanın kuralıdır. Bugün Batı ekonomik aktivitelerini kendi iç enerjisini tüketerek yapar duruma gelmiştir.
AB içinde İngiltere’nin birlikten ayrılabileceği beklenirken, Yunanistan’ın dışlanması konuşuluyor, İtalya ve İspanya’nın durumları kritik eşikte ve korkutuyor. Ekonomik sıkıntı nedeniyle Fransa, Rusya’ya uygulanan yaptırımların gevşetilmesini istiyor, bunun için ABD ile gerginlik yaşıyor. Öte yandan ABD finansal balonlarından kurtulabilmek, kendi finans kuruluşlarına Avrupa ülkelerini müşteri olarak bağlayabilmek için, Avrupa Merkez Bankası’nın güçlü parasal genişletme yaratmasını istiyor. Buna karşı çıkanlardan biri de yine Fransa. Fransa ile ABD arasında örtülmek istenen, ama örtülemeyen Paris’teki terör lanetleme yürüyüşüne bile yansıyan bir çekişme var. Fransa-ABD çekişmesi Batı’nın iç çekişmelerine sadece bir örnek.
Batı içinde bugün yaşanan çekişmeler azalmayacak, artacaktır. Öte yandan 2014 yılında ilk defa Çin ekonomisi paranın satın alma gücü paritesi ile dünyanın birinci ekonomisi olurken, ABD ikinciliğe itildi. Tekrar birinciliği yakalaması olanaklı da görülmüyor. Uluslararası ticaretin ödeme aracı doların tahtını yıkma tertipleri gelişme kaydediyor.
21. yüzyılın globalleşen dünyası artık tek kutuplu değil, çok kutuplu. Bugünün çok kutuplu dünyasında Türkiye sadece Batı’ya dayanmamalı ve dayanamaz, çünkü Batı gerileme dönemine girmiş durumda, ama Doğu yeni bir ufukla doğmakta. Gelişen dünya artık doğuda. Bu ortamda Türkiye, Batı Asya’da, Avrasya’da ve gelişen Doğu’da yeni birlikler ve ittifaklar içinde yer almak durumunda.
Türkiye var olmaya devam edecek, yani sürdürülecektir. Türkiye’nin sürdürülebilirliği için konuşlanacağı yer önemlidir. Bu yer artık Batı’dan çok, Batı Asya ve Avrasya’dadır.
Prof. Dr. ÜLTANIR 15 Ocak 2015’da TOBB-ETÜ’de konuşurken.