“Eğer birisi bir çakıl taşı istiyorsa Türkiye’den, gelsin de alsın görelim. Anasından doğduğuna pişman ederiz. Haritayı çizenlere selamlar…”
Süleyman DEMİREL
T.C. 9. Cumhurbaşkanı
LANETLİ HARİTALAR VE BOP
Kurtuluş savaşı öncesinde önümüze lanetli Sevr haritası konmuştu. Mustafa Kemal’in liderliğinde bu ulus o dayatmayı yok etmeyi ve lanetli haritayı yırtmayı bildi. Ancak, lanetli harita tasarımcıları emellerini bir süre gizleseler de, şimdi Kürdistan haritaları diye yeni versiyonlarını karşımıza çıkarıyorlar. Bunların en sonuncusu, Amerika’nın Kürdistan Haritası. Bu harita Amerika’nın başlangıçta Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) denilen, sonra Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP) diye isimlendirilen tasarımıyla ortaya çıktı.
Amerika’nın tamamen askeri planı olduğu anlaşılan bu projeleri içinde, parçalanmak istenen Irak’ın sınırları dışına taşan büyük bir Özgür Kürdistan planının saklı olduğu böylece görüldü. Başlangıçta demokrasi projesi diye destek bulan, BOP ya da GOKAP, ne yazık ki demokrasi ile ilgisi olmayan, dünyanın bir bölümünde ulusal sınırların değiştirilmesini hedefleyen proje olarak ortada.
Bu doğal iklim değişimiyle beklenen çevre felaketinden çok daha tehlikeli ve üzücü bir gerçek. Peki, bu tehlikeli girişim Üçüncü Dünya Savaşı’na davetiye çıkarmaz mı? Yoksa, kapalı kapılar ardında G8’ler ya da başkaları dünyada yeni paylaşım planı mı oluşturdular? Tasarlanan böyle bir paylaşım varsa, hiç kuşkusuz enerji kaynakları temel konudur.
Amerika’nın Lanetli Büyük Ortadoğu (Kürdistan) haritası, haritada adı kırmızı yazılan ülkelerin sınırlarının toprak kaybıyla, adı siyah yazılan ülkelerin sınırlarının toprak kazancıyla değişmesi öngörülüyor. Adı gri ülkelerin sınırları korunuyor.
“Kanla çizme” sözünü yiğitlik adına değil, gerçeği vurgulamak için söylüyoruz. Tarihte hiçbir zaman kendisine ilişkin haritaları masa başında çizmeyen ve başkasına da çizdirtmeyen, haritaları er meydanında kanla çizen bir ulus olduğumuzu kimse asla unutmasın diye hatırlatıyoruz!...
Türkiye, bu vatanın sınırlarını tanımlayan Misakı Milli’de (Ulusal Uzlaşmada) belirlenen ve Lozan’da çizilen sınırlar dışında toprak emelleri olan bir ülke değil, ama ulusu ve devletiyle bir bütün olarak, bir çakıl taşını bile kimseye vermeme iradesine ve gücüne sahip bir ülke. Ancak, Türkiye’nin üzerinde oyun oynayanların ve bunlara çanak tutanların oyunlarının bozulması için ulusun bilinçli olması gerekiyor. Bu oyunlar ve tasarımlar karşısında kanı donup bekleyecek bir ulus değiliz.
Bu nedenle, etnik kökeni ne olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan ve ihaneti düşünmeyen tüm vatandaşlarımızın, “Ne mutlu Türküm” diyebilenlerin nefretini çeken, damarlarımızdaki asil kanın hızlı pompalanmasıyla karşı tepki için milliyetçilik duygularımızı canlandıran bu gelişmeler karşısında akılcı davranmak ve karşı önlemlerimizi almak zorundayız.
Sözlerimiz yanlış anlaşılmasın diye açıklayalım, vatandaşlarımızın hepsinin üst kimliği Türk’tür, ayrım yoktur, alt kimliklere saygılıyız. Kin, nefret ve düşmanlık duyguları alt kimliği Kürt olan kardeşlerimize karşı değil, Türkiye’yi parçalamak isteyenlere karşı. Söylenişini Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nden alan “asil kan” deyimi ise ırka özgü değil, etnik kökenine bakılmaksızın bu ülkenin vatandaşı olma onuruna özgü. Kaldı ki, Türk milliyetçiliği ırkçılığa dayalı bir milliyetçilik değil, kökeninde Anadolu milliyetçiliği yatan, vatan sevgisinden kaynaklanan bir milliyetçilik.
Türkiye’nin üzerine Kürdistan haritası çizilemez!... Biz sınırlarımızı korumasını biliriz. Ancak, yurtta ve dünyada barışı korumayı da Atamızdan aldığımız görev sayıyoruz. Tepkimizi ortaya koyarken, alınması gereken önlemleri tartışırken, bu ilkeleri göz önünde tutmak zorundayız.
Bu topraklar bizden niçin koparılmak isteniyor diye bakarken, artık geçerliliği kalmamış etnik nüfus yoğunluğundan öte, altında ve üstünde hangi doğal kaynakların olduğuna dikkat etmemiz gerekiyor. EKOENERJİ bu bilinçle ve görev anlayışıyla, Türkiye’nin ayrılmaz parçası olan bu yöremizin enerji açısından önemini vurgulamayı gerekli görüyor.
Internette Google arama motoru ile “Kurdish Maps” diye bir arama yapacak olursanız, çeşitli sanal Kürdistan haritalarıyla karşılaşıyorsunuz. Bunlardan biri Türkiye’nin Güneydoğu sınırları dışında Irak’ın kuzeyinde Dohuk, Erbil, Süleymaniye kentlerini kapsayan Barzani ve Talabani partilerinin yönetiminde bulunan Kürdistan. Bugün ayrı bir devlet değil elbette, ayrı bir devlete dönüştürülmeye çalışılıyor.
Internette Kuzey Irak’taki Kürdistan haritasından başka, Türkiyemizin coğrafi sınırları içine, Anadolumuzun Güneydoğusuna ve Doğusuna uzanan çeşitli haritalarla karşılaşıyorsunuz. Bunlardan bazıları Kürt nüfusun yüzde dağılımını gösteriyor ki, sosyolojik araştırma bile denilebilir. Bu tür haritalarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan başka Adana, Yozgat, Çorum, Ankara gibi kentlerimizdeki dağılımlar da işaretlenmiş. Biz onlara bir eklenti yapalım. 9’uncu Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel, Isparta’da Süleyman Demirel Üniversitesi’nin 2006-2007 öğretim yılı açılışında verdiği ilk derste, İstanbul’un Kürt şehri olduğunu söyledi (Hürriyet- 05.11.2006). Haritalarına Ankara’dan öte İstanbul’u da eklemeleri gerekecek.
Nüfus yoğunluğu ile ilişkili sosyolojik ve bilimsel amaçlı gibi görülen bu tür haritaların altında, ırk ayrımına ve bölücülüğe zemin oluşturma kastının yattığından kuşku duyulmamalı. Sayın Demirel’in açılış dersinde, Türkiye’de hiçbir şekilde ırkçılık yapılmadığını vurgulayarak, “İstanbul dünyanın en büyük Kürt şehri, bir milyon Kürt yaşıyor” diye örnek göstermesi, alt kimlik ayrımı yapılmaksızın Türk ile Kürt’ün birlikte kaynaştığını vurgulaması, bu tür kasta karşı güzel bir yanıt.
Internette bulacağınız haritalar içinde bir de Kürdistan sınırlarını çizen, değişik Kürt gruplarının etki alanlarını gösteren haritalar var. Bunlarda Kürtlerin yerleşimleri ile 1919-98 sürecindeki toprak talepleri gruplandırarak işaretlenmiş.
Böylece Adana’nın doğusundan başlayan, kuzeyde Erzincan, Erzurum Ardahan’ı çevreleyen bir çizgiyle, Türkiye’nin Doğu’sunun ve Güneydoğu’sunun Kürdistan diye kapsandığını görüyorsunuz. Şanlı Urfa, Gazi Antep, Kahraman Maraş gibi Türkün destan yazdığı kentlerde bu çizginin içine sokulmuş. Diyarbakır, Tunceli, Muş, Ağrı, Van, Siirt, Şırnak, Mardin Kürdistan’a katılmak istenmiş. Oysa bunların hepsi öz be öz Türk kentleri. Türk kanı ile sulanarak Türkiye’ye bağlanmış bu topraklara, Suriye’den ve İran’dan birer parça ile Kuzey Irak katılarak bir Kürdistan ortaya konulmuş. Bölücülerin hayali ya da sanal Kürdistan haritaları bunlar.
Made in U.S.A. damgalı Pandora Kutusu’nu ABD Başkanı George W. Bush açtı. Amerika’nın senaryosunda Epimetheus’un yerini BOP ve GOKAP ülkeleri almıştı. Kutudan çıkan alımlı dişi yaratığın üzerinde demokrasi kisvesi vardı. Elbette o dişi yaratık BOP ya da GOKAP denilen projeydi. 21’inci yüzyıl uyarlamasıyla mitoloji vizyona konulmuştu. Demokrasi denilence akan sular durduğundan, önce içi değil dış kisvesi belli olduğundan desteklenmemesi elde değildi. Irak’a giden Amerikan askerleri demokrasi havarileri olarak çiçekle karşılanmayı bekliyorlardı. Söylenenler başka, niyet başka olunca, havariler umduklarını değil, hak ettiklerini buluyorlar.
ABD projesindeki sınır değişikliği tasarılarının bizce sadece bir bölümü, Amerikalı emekli Albay Ralph Peters’in “Never Quit the Fight – (Savaş Asla Bırakılamaz)” adlı kitabında yayınlandı. Bu kitaptaki tartışmalı harita, ABD’nin silahlı kuvvetler dergisi Armed Forces Journal’in Haziran 2006 sayısında yine Ralph Peters tarafından yazılan “Blood Borders – (Kan sınırları)” adlı makalede de yer aldı. Ralph Peters’in makalesi, “Uluslararası sınırlar asla tam değil” cümlesiyle başlıyor. Her ne kadar bu derginin resmi yayın organı olmadığı ABD yönetimi tarafından söylense de, hiçbir ülkede silahlı kuvvetler adını taşıyan bir dergi, silahlı kuvvetlerin görüşü olmayan bir tezi ortaya süremez.
ABD yönetimi kendilerini bağlamadığını söylese de, Ralph Peters’in haritası; önce (before) diyerek bugünkü sınırları, sonra (after) diyerek tasarlanan sınırları gösteriyor. Sonraki haritada yer alan sınır değişiklikleri sadece Kurdistan ile bitmiyor. Irak’tan başka Suriye’yi, İran’ı, Suudi Arabistan’ı parçalayan, Arapları ve Suudileri ayıran, Vatikan’ı andıran biçimde Mekke ve Medine’de Kutsal İslam Devleti kuran, Ürdün’ü, Yemen’i, Ermenistan’ı büyüten, bu fırsatla Ağrı Dağı’nı Ermenistan’a aktaran, Pakistan’dan Özgür Belücistan’ı çıkaran bir harita taslağı var ortada.
Bu harita ile birlikte kuşkusuz sadece sınırlar değil, bu yeni sınırlar içinde yer alacak devletlerin oluşturacakları askeri ve ekonomik işbirlikleri de düşünülmüş olmalı. Böyle bir haritanın altında, 1967 öncesi sınırlarına çektiği İsrail’in güvenliğinin garanti altına alınması amacının yattığını söyleyenler varsa da, temel amaç; dünyanın büyük hidrokarbon (petrol ve doğalgaz) kaynaklarına el atma ve bunların ulaşım yollarını kontrol altında tutma isteğidir.
Önce emekli Albay Ralph Peters’in imzasıyla yayınlanan haritada, Irak’ta oluşturulan Kürdistan’a Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’su eklenerek, Bağımsız Kürdistan (Free Kurdistan) ortaya konulmuş. “Amerikanın Kürdistan haritası daha önce sözünü ettiğimiz internetteki diğer haritalardan farklı mı?” derseniz, biraz daha fazlası var.
Diğer haritalarda, hatta nüfus dağılım haritalarında bile Kürt nüfus olmadığı için çizginin içine sokulmayan Artvin üzerinden Karadeniz’e çıkılarak, Amerika’nın hayali Bağımsız Kürdistan’a bir de deniz kapısı açılmış. Bu sanal haritada toplam 18 ilimizin Kürdistan’ın sözde sınırları içine sokulduğu belirtiliyor. İşte bu lanetlediğimiz Büyük Kürdistan Projesi’dir.
Amerika’nın Kürdistan haritası, Türkiye’yi Avrasya ülkelerinden uzaklaştırıyor ve coğrafi olarak Avrasya ile Türkiye arasına “Kürdistan Seddi” çekmek istiyor. Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı bir özerk cumhuriyet olan komşumuz Nahçıvan ile Azerbaycan arasına bugün Dağlık Karabağ ile Ermenistan girmişken, tasarlanan bir de Kürdistan’ın girmesi. Böylece Orta Asya ve Hazar kaynaklı petrol ve doğalgazın batıya taşınmasında Türkiye’nin geçiş ülkesi olma özelliği büyük ölçüde yitirilecek.
Amerika’nın Kürdistan haritası son kez Eylül ayında Roma’da NATO Savunma Koleji’nde, yine bir Amerikalı albayın Ortadoğu’daki son gelişmeler konulu brifinginde ortaya çıktı. Brifingi veren, haritayı çizdiği söylenen emekli Albay Ralph Peters değil, üzerinde üniforması bulunan ABD ordusunda teori, strateji ve doktrin uzmanı olduğu söylenen görev başındaki Albay Peter Faber idi.
Olay, toplantıya katılan Türk subayların tepkisine neden oluyor, topluca salonu terk eden subaylarımız durumu Ankara’ya bildirince, Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, ABD Genelkurmay Başkanı Org. Pace’i arayıp olayı protesto ediyordu. Protesto bu kadarla kalmıyor, Genelkurmay ikinci başkanı, kara, hava, deniz kuvvetleri komutanları da muhataplarını protesto ediyorlardı.
ABD yetkilileri ise “yanlışlık oldu” diye özür dilemekle olayı kapatmaya çalışıyorlardı. NATO Savunma Koleji’nin Belçikalı Komutanı Marc Vankeirsbilck, ABD’li albaya, “Bu hareketinizden derin hayal kırıklığı duydum” mesajı gönderiyordu.
Türk tarafının, “Bu harita bu sefer emekli biri tarafından değil, Pentagon’da görevli albay tarafından kullanıldı. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?” sorusuna ABD tarafının yanıtı; “Bölünmüş Türkiye ABD’nin resmi politikasını yansıtmıyor. Türkiye’nin toprak bütünlüğünü savunuyoruz. Ancak, bu tür toplantılarda akademik özgürlük vardır ve herkes görüşlerini dile getirir. Albayın konuşması ve hareketi de bu çerçevededir” oluyordu (Sabah-9.09.2006, Milliyet–30.09.2006). Peki, üzerinde üniforması bulunan bir asker kendi ordusunun görüşü olmayan bir tezi savunur mu?
Aramızda stratejik ortaklık ilişkisi bulunan ülkeden, böyle bir harita çıkmasına, NATO toplantısı gibi bir toplantıda akademik özgürlük kisvesi altında çarpık davranış sergilenmesine, ne demeli? İki ülke arasındaki ilişkileri yıpratan Amerika’nın Kürdistan Haritası nefretin ötesinde, üzüntü yaratmış bulunuyor.
Ekim ayı sonunda Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, o günkü ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ile bir araya geldiğinde, Rumsfeld, “O harita bizi de üzdü” demiş (Hürriyet-31.10.2006). Irak yüzünden Türkiye’yi sürekli suçlayan, 2003 Temmuz’undaki Çuval Krizi’nin de sorumlusu Rumsfeld’in üzüntüsü timsahın gözyaşlarına benzemiyor mu?
Emekli Albay Ralph Peters’e ve Pentagon’un teori, strateji, doktrin uzmanı Albay Peter Faber’e meczup kişiler denilebilir mi? Bizce her iki subay de karanlık bir tezin savunuculuğunu yapacak kadar da cüretkâr kişiler. Bugün olmayacak görünen haritaları ortaya atanlar, aslında karanlık umutların tohumlarını ekiyorlar. Ulus devletimize en büyük tehdit, artık öyle anlaşılıyor ki, Amerika’nın gizli Kürdistan projesidir. Akademik özgürlük kisvesiyle korudukları harita Türkiye’ye yönelik Sevr emellerini yeniden canlandıran bir haritadır. İşte bu nedenle, 21’inci yüzyıl Türkiye’si büyük ve güçlü olmak zorunda.
Akla şöyle bir soru gelebilir. Amerikan’ın Kürt haritası yerine Bush Yönetiminin Kürt Haritası demek daha mı doğru acaba? Bu sorunun yanıtı, bir başka sorunun yanıtında aranmalı. Amerika’nın sınır değişiklikleri amaçlayan BOP ya da GOKAP projelerini Bush yönetiminin politikasına indirgemek, Amerika’ya haksızlık olmaz mı?
Bush yönetimi, hezimete uğradığı 7 Kasım 2006 seçimlerinde Amerikan seçmeninden hak ettiği tepkiyi aldı ve parlamentoda çoğunluğunu kaybederek, topal ördek konumuna düştü. Peki BOP, GOKAP ve Bağımsız Kürdistan Projesi suya düştü mü? Başkan Bush bir yenilgi aldıysa da, Rumsfeld gittiyse de, Pentagon’da yeni liderlik dönemi başladıysa da, Amerika’nın petrol kokulu Irak ve Ortadoğu politikalarını tamamen ters-yüz edeceği düşünülebilir mi?
Bush’un seçim yenilgisinden sonra “Yeni Pentagon Yönetimi” sanal haritalara nasıl bakacak? Elinin tersi ile kenara itecek mi? Yoksa yine böyle resmi harita olmadığı söylense de, akademik özgürlük diye tanıtımı sürdürülecek mi? Yanıtı bilinmeyen, güven bunalımını artıran çok soru var.
EKOENERJİ’nin gelecek sayısında, 9’uncu Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel ile yaptığımız “Dünyadaki değişim Süreci; Şanghay İşbirliği Örgütü ve Türkiye” konulu bir söyleşi yayınlanacak. Bu söyleşide Sayın Demirel, “Türk-Amerikan dostluğu, hem Türkiye için ve hem de Amerika için dünden çok daha lazım… Avrupa Türkiye’ye dost değil…” diyor. Sayın Demirel haklı, ama iki ülke arasındaki güven bunalımı giderilebilir mi?
Güven bunalımları çözülemez bunalımlar değildir. Siyasi yöneticilerin görevi bu bunalımları gidermektir. Türkiye ile Amerika arasında Kuzey Irak için önce at pazarlığıyla başlayan, çuvalla intikama dönüşen, Kürdistan haritası ile derinleşen bunalım elbette çözülmeli.
Ne yazık ki, Türkiye’de AK Parti yönetiminin, Amerika’da Bush yönetiminin hatalı politikaları, ABD-Türkiye stratejik ortaklığı gölgelenmekle kalmadı, Türkiye’de Amerikan karşıtlığı canlandırıldı ve giderek güçlendiriliyor. Böylesi bir ortamda Dışişleri Bakanları Gül ile Rice arasında imzalanan “Stratejik Vizyon Belgesi”, güvensizliği gidermeye yeterli görülmüyor. Kaldı ki belgenin içeriği kuşkulu görünüyor ve bilinmiyor. Her iki taraf için güvensizlik yönetimlerin kimliğine bağlı görünüyor. Öyle olunca da çözümü bunalım yaratan yönetimler değil, yeni yönetimler bulacaktır.
İşte bu görüşe hak kazandıran bir çıkış ABD’den geldi. Henüz Bush yönetimi gitmedi, ama Bush’un Savunma Bakanı gitti ve yerine muhalefetin desteklediği kişi geldi. Donald Rumsfeld’in halefi ABD’nin yeni Savunma Bakanı Robert Gates, 6 Aralık 2006 tarihinde Senato Komitesi önünde yaptığı konuşmada, Irak’ta “ABD şu anda savaşı kazanmıyor” diyerek gerçekçi davrandı ve yenilgiyi ifade etti, Türkiye’ye haksızlık yapıldığını dile getirdi. Kısaca taze bir bakış açısı sundu. Gates diyor ki; “Türkler bize hem Orta Asya’da hem de Ortadoğu’da, aynı zamanda NATO müttefiki olarak çok şey sunmalarına karşın değerleri yeterince takdir edilmedi… Türkler, Irak’ın parçalara ayrılmaya başladığını gördükleri taktirde hiçbir şey yapmadan oturmayacaktır.”
Robert Gates’in açtığı yeni ufuktan sadece kendisi değil, Bush’lu ABD yönetimi bakabilecek mi?. Tarihte hiç devletsiz kalmamış, bölgesi için istikrar unsuru olmuş Türkler ile tarihte hiç devlet kuramamış, terörden öte bir şey yapmamış Kürtleri aynı kefeye koyacak mı? ABD Ortadoğu, Avrasya ve Asya coğrafyasında Kürt’lere güvenerek ve onlarla işbirliği yaparak adım atamayacağını görebilmeli.
Ne yazık ki, Kürtlerle işbirliği yapan ABD, bölgedeki tüm devletlerin nefretini kazanmaktan öte geçemediğini hâlâ göremiyor. Kaldı ki, Kuzey Irak’ta federe bile olsa güdümlü bir Kürt devleti kurulması, Irak’ın petrol gelirlerine göz diken Kürtler yüzünden, yeni Irak’ı oluşturacak Sünniler ve Şiilerce hakça paylaşılamayacak petrol gelirleri nedeniyle, Irak kaynayan kazan olmaya devam edecektir.
ABD artık geçerliliği kalmamış Wilson prensiplerini aşabilmeli ve Kürtler adına Ortadoğu’yu kan çanağına dönüştürmemeli. Öyle bir Ortadoğu’da İsrail’in de rahat edemeyeceğini görebilmeli. Bunu bilen ABD devlet adamlar yok değil. Eski ABD Dışişleri Bakanı James Baker, “Irak’ta çözüme Türkiye’de katılmalı” diyor. Bu görüşünü geçen ay bir raporla Bush yönetimine sundu.
Bizden koparılmak istenen yöredeki enerji kaynaklarımız olarak hidrolik enerji, kömür ve petrol üzerinde duracağız. Yine bu yöredeki önemli enerji olanakları da yapılmış ve yapılmakta olan ve Asya’dan uzanan boru hatlarıdır.
Hidrokarbon Boru Hatları
Yılda 50 milyon ton, günde bir milyon varil ham petrol taşıma kapasiteli Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Ham Petrol Boru Hattı, Amerika’nın Kürdistan haritasının sınırı içinden geçiyor ve hatta güneybatı ucunda bitiyor. Bugün Hazar’ın petrolünü Türkiye’ye taşıyor ve yarınlarda da taşımaya devam edecek. BTC hattı, Türkiye’nin Avrupa’ya karşı önemli bir enerji kozu.
Şimdi çalıştırılmayan, Kürtlerce sabote edilen yılda 70 milyon ton ham petrol taşıma kapasiteli Kerkük-Yumurtalık Ham Petrol Boru Hattı yine bu yörenin içinde kalan önemli bir hidrokarbon hattı.
İran’dan gelen ve yılda 10 milyar metreküp doğal gaz taşıma kapasitesi olan ve bugün kullanılan İran -Türkiye Doğalgaz Boru Hattı da Amerika’nın sanal Kürdistan haritası içinden geçiyor.
İnşası süren ve 2007 yılı içinde işletmeye girmesi beklenen yılda 2 milyar metre küple başlayıp 6.6 milyar metre küpe kadar çıkacak kapasitedeki Azerbaycan-Türkiye (Şah Deniz) Doğalgaz Boru Hattı güzergahı da, Amerika’nın Kürdistan haritası içinde.
Hazar ve Ortadoğu’nun gazını taşımak için girişilen Nabucco projesinin güzergahı da doğal olarak bu yöreden geçiyor. Yarınlarda Hazar’dan, Türkmenistan’dan, Kazakistan’dan, Türki cumhuriyetlerden gelecek hidrokarbonların geçiş yolu hep bu yöre olacak.
Hidrolik Enerji
Lanetli haritanın bu yöresinde, Türkiye’nin yıllık su potansiyelinin yüzde 17’sini içeren Fırat, yüzde 11.5’ni içeren Dicle vadisi bulunmaktadır. Ayrıca, lanetli harita sınırlarının Artvin’i kapsamasıyla, potansiyelinin yüzde 3.4’ünü içeren Çoruh vadisi de göz dikilen kaynaklarımız kapsamına sokulmuş. Böylece Türkiye su potansiyelinin yüzde 31.9’u, bir başka anlatımla 59.24 milyar metre küplük yıllık akış, Amerika’nın Kürdistan haritasının Türkiye bölümünde yer alıyor.
Bilindiği gibi, Fırat ve Dicle AB ve BM gündeminde bulunuyor. AB, üstüne görev olmayan Fırat ve Dicle için öneriler getirirken, BM de Türkiye’yi adaletsiz su kullanıcısı gösteriyor!... Su, Ortadoğu’nun değişmez gizli gündemindedir. Amerika’nın projesi mutlaka su kaynaklarının paylaşımını içermekte, ama Türkiye dışında hangi müttefiklerinin yararına?
Fırat Havzası’nın 6391 MW (megavat) kurulu güç, 25 milyar 442 milyon kWh (kilovat-saat) hidroelektrik enerji potansiyeli var. Atatürk’ün vasiyeti olan kaskat hidroelektrik projelerin en büyüğü Fırat üzerine inşa edilmiş durumda. 1330 MW’lık Keban, 1800 MW’lık Karakaya, 2405 MW’lık Atatürk, 672 MW’lık Birecik, 189 MW’lık Karkamış, Fırat vadisinde 472 km’lik bir çizgi üzerine dizilmiş. Bu santrallerimizin baraj göllerinde bugün için 90 milyar metreküp su enerji üretimi ve GAP tarım alanımızın sulanması için bekliyor. Bu potansiyel Türkiye ekonomisine katma değer yaratmak için her yıl yenileniyor ve bu böyle sürüp gidecek.
Dicle Havzası’nın da 2172 MW güç, 7 milyar 247 milyon kWh’lik hidroelektrik enerji potansiyeli bulunuyor. Burada da 275 km’lik bir çizgi üzerinde oluşturulmaya çalışılan kaskat var. İşletmede olan 94.5 MW’lık Kralkızı ile başlayan, bundan sonra 110 MW’lık Dicle, 198 MW’lık Batman barajlarının ve hidroelektrik santrallerinin yer aldığı kaskat, yapılmasına çalışılan 1200 MW’lık Ilısu ve 240 MW’lık Cizre projeleri ile devam ediyor. Hemen vurgulayalım, yurt dışındaki ayrılıkçı nitelikli sözde sivil toplum kuruluşları, Ilısu projesine Hasankeyf adına çıkıştan öte, Kürt köylerinin su altında kalacak olması nedeniyle karşı çıktıklarını Londra’da açıkça dile getirmişlerdir. Dicle kaskatında toplanacak 15 milyar metreküp su da enerji üretiminin yanısıra, sulama amacıyla da kullanılarak Türkiye’ye katma değerler yaratacak.
Çoruh Havzası’ndaki baraj ve hidroelektrik santrallere gelince, nehrin en yukarı kısmında Erzurum İspir’deki Laleli ile başlayan, nehrin en alt kısmında Artvin Borçka’daki Muratlı ile son bulan 10 projenin toplamı 2538 MW güç ve 8 milyar 322 milyon kWh hidroelektrik enerji demektir. Bu projeler yukarıdan aşağıya doğru Yukarı Çoruh Projeleri 99 MW’lık Laleli, 54 MW’lık İspir, 84 MW’lık Güllübağ, 10 MW’lık Aksu-Aralık, 222 MW’lık Arkun, Orta Çoruh Projeleri 540 MW’lık Yusufeli, 332 MW’lık Artvin, Aşağı Çoruh Projeleri 670 MW’lık Deriner, 300 MW’lık Borçka, 115 MW’lık Muratlı barajları ve hidroelektrik santrallerinden oluşmaktadır.
Muratlı tamamlanmış, Deriner ve Borçka inşa halindedir. Yusufeli’nin inşasına yeni başlanacak. Diğerlerinin kati projesi hazır. Bu projelerle yapılacak barajların tamamında toplanacak 6 milyar 585 milyon metreküp su yalnızca elektrik üretiminde kullanılacak. Elektrik üretim kapasitesi en yüksek olanlar 2118 GWh (gigavat-saat=milyon kWh) ile Deriner, 1705 GWh ile Yusufeli ve 1025 GWh ile Artvin hidroelektrik santral projeleridir.
Türkiye’nin şu anda barajlı toplam hidroelektrik kurulu gücü 11967 MW olup, bunun 6793 MW ile yüzde 57’si Türk ulusunun malı olan en büyük barajlarımızla Güneydoğu Anadolu’da bulunuyor. DSİ, Türkiye’nin 130 milyar kWh/yıl kabul ettiği ekonomik hidroelektrik potansiyeli için 36855 MW kurulu güç gerektiğini hesaplıyor. Bu kurulu gücün büyüklü küçüklü hidroelektrikli santrallerle 19017 MW’ı yani yüzde 51.6’sı Amerika’nın Kürdistan haritasıyla kapsanan yöremizde. Bu projelerin toplam üretim kapasitesi yılda 68 milyar kWh düzeyinde. Bir damlası da, bir kilovat-saati de vazgeçilemez, bu kaynaklarımız elbette Türk ulusunundur.
Kömür
Bölgede çeşitli linyit oluşumları, asfaltit gibi katı fosil yakıt rezervleri varsa da, Türkiye’nin en büyük linyit havzası Afşin-Elbistan’da bulunuyor. Türkiye’nin bilinen linyit rezervinin yüzde 40’ı Afşin-Elbistan’da. Düşük ısıl değerli bu kömür termik elektrik üretimine uygun. Türkiye’nin büyük linyit santralleri de Afşin-Elbistan’da kurulu. 1355 MW’lık Afşin-Elbistan A ve 1440 MW’lık Afşin-Elbistan B şu an işletmede olanlar. En az 1200’er MW’lık olması istenen Afşin-Elbistan C ve D santrallerinin ihalesi de 2007’nin başında yapılacak ve bu yöreden yılda 30 milyar kWh elektrik üretilmesi hedeflenmiş durumda. Afşin-Elbistan havzasından çıkarılabilecek kömür rezervi 2 milyar 776 milyon ton olarak belirtilmekte ve bu rezerv ile 6800 MW termik elektrik kurulu gücün çalıştırılabileceği hesaplanmış bulunmakta.
Ancak, toplam rezervi 4 milyar 300 milyon ton olan bu linyit havzamızdaki rezerv geliştirme çalışmaları sürdürülmekte. İlk yapılan Afşin-Elbistan A santraline bağlı olarak açılan Elbistan A (Kışlaköy) kömür sektörü dışında 3 milyar 440 milyon ton işletilebilir linyit rezervinin varlığı biliniyor. A sektörü dışındaki bu rezerv 8050 MW kurulu termik elektrik gücü besleyebilecek büyüklükte. Şimdi ihalesi konuşulan C ve D santrallerinden sonra E ve F gibi başka santrallerin de gelecekte kurulacağı kuşkusuz. Afşin-Elbistan kömür havzası bugün olduğu gibi yarınlarda da Türk ulusunun gönenci için katma değer yaratmaya devam edecek
Petrol
Türkiye’de cumhuriyet döneminde petrol ilk kez 1940 yılında Güneydoğu Anadolu’da Siirt Maymune Boğazı’nda bulunmuştu. Güneydoğu Anadolu bugün en büyük petrol rezervimizin bulunduğu yer. Ayrıca Muş baseni, Erzurum baseni arama bekleyen yörelerimiz. Güneydoğu Anadolu petrol baseni, Ortadoğu’daki verimli ve ümitli petrol basenleri uç uca. Burada iki cins petrol var. Jeolojik adıyla silürien tabakalarda kükürtsüz kaliteli ince petrol bulunurken, kretase tabakalarda kükürtü fazla kısmen ağır petrole rast geliniyor.
Bölgede petrol aramalarına 1800’lü yılların son çeyreğinde II. Abdülhamit zamanında başlanmış. Misakı Milli sınırları içinde yer alan, ama bugün Kuzey Irak’ta kalıp oradaki Kürtlerin göz diktikleri Musul ve Kerkük gibi Türkmen kentleri ile birlikte 65 yerde petrol olduğunu işaretleyen Sultan II. Abdülhamit’in Petrol Haritası Devlet Arşivleri’nde. Diyarbakır, Mardin, Siirt, Batman, Bitlis, Hakkâri haritada işaretli yerlerden. Dicle ve Fırat arasında önemli petrol yataklarının bulunabileceği belirtilmiş. Güneydoğu Anadolu’nun tamamını ve Doğu Anadolu’nun bir kısmını kapsayan bu haritada işaretli çok yerden şimdi petrol çıkartılıyor.
Petrol İşleri Genel Müdürü A. Erdal Gülderen’in çalışmamıza gösterdiği ilgi ve verdiği destek sonucu elde ettiğimiz verilere göre, 1942-2005 döneminde Türkiye’de yerinde rezerv olarak 961 736 042 ton petrol saptanmış. Bunun 957 265 406 ton ile yüzde 99.54’ü Güneydoğu Anadolu’da olmuş. Yerindeki bu rezerve karşın, aynı dönemde, yani 63 yılda Türkiye’de saptanan üretilebilir rezerv 165 352 222 ton ve bunun yüzde 99.34’ü ya da bir diğer deyişle 164 265 947 tonu Güneydoğu’da. 63 yılda bölgeden 123 276 848 ton kümülatif petrol üretilmiş Türkiye’nin 63 yıllık petrol üretiminin yüzde 99.26’sına denk geliyor. Güneydoğu Anadolu’da kalan üretilebilir rezerv 40 989 099 ton, ya da Türkiye’nin 41 152 059 ton olan üretilebilir rezervinin yüzde 99.06’sı. Ancak, aramalar sürdükçe Güneydoğu’da yeni petrol bulguları devam ediyor. Bölgeden 40 bin varil dolaylarında günlük petrol üretimi sürüyor.
Bu yıl Haziran ayı başlarında basın, Suriye sınırındaki Nusaybin’de mayınlı arazide Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) tarafından petrol bulunduğunu duyuruyordu. Haberde, “Güneydoğu’da petrol kaynaklarının varlığından haberi olan ABD ve yandaşlarının PKK’yı neden desteklediği şimdi daha net anlaşılıyor” diye bir de yorum yapılmıştı.
TPAO Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü Osman Saim Dinç, 19 Kasım 2006’da basındaki açıklamasında, “Suriye sınırında 10 sondaj gerçekleştirdik, 10’unda da petrol bulduk. Önümüzdeki günlerde Diyarbakır’da çok ilginç ve umutlu bir yerde sondaj yapacağız” diyordu. Suriye sınırında açılan 10 kuyunun, mayınlı arazi temizlendikten sonra çalışma yapılabilen, Suriye’deki petrol sahasını uzantısı üzerinde olduğu da biliniyor. Ancak, TPAO’nun Güneydoğu’da Suriye sınırı ve Diyarbakır’ın yanısıra Siirt’te de arama çalışmaları devam ediyor.
Kasım ayının başında ulusal sermayeli özel sektör petrol şirketi Aladdin Middle East ve Güney Yıldızı Adıyaman’da Nemrut 2 kuyusunda kaliteli petrol buldu. Kısacası, Güneydoğu’dan arandıkça petrol çıkıyordu. Bu aramaya bağlı olarak Güneydoğu Anadolu’nun petrol bakımından ne ifade ettiğini sergilemek için Aladdin Middle East Ltd. şirketinin Başkan Yardımcısı Cem Sayer ile 29 Kasım 2006 tarihinde bir röportajımız oldu:
Ültanır: Güneydoğu Anadolu Türkiye için petrol bakımından ne ifade ediyor, gelecekte petrol açısından nasıl gelişebilir?
Sayer: Direkt kendi şirketimizden örnek vererek arz edeyim. Biz Güneydoğu’da 15 gün kadar önce yeni bir keşif yaptık. O bile Güneydoğu için o kadar güzel bir gösterge ki! Adıyaman’da Nemrut sahasını keşfettik, üretime geçtik Aladdin Middle East ve Güney Yıldızı ortaklığındaki bir sahamız bu, bizim Zeynel sahamızın hemen yanı başındaki bir saha. Yaklaşık 15 yıldır üzerinde çalıştığımız bir bölgede keşif yaptık. Yani orası bizim için çok bakir bir bölge değildi. Bu bile gösteriyor ki Türkiye’de, Güneydoğu’da çok detaylı arama yapmak lazım. Çok aranmış yerlerde bile daha yeni keşfedilmeyi bekleyen potansiyel mevcut. Detaylı arama gerekiyor ve bu çok önemli.
Ültanır: Peki, şimdiye kadar yapılan aramalar detaylı değil miydi?
Sayer: Güneydoğu’da bırakın bu kadar detaylı arama yapılmasını, aramalar çok regional yapılmıştır. İşte 1954’de Petrol Kanunu çıktı, ardından gelen furyayla ve 60’lı yıllarda daha çok yüzey indikasyonları olan büyük yapılar, antiklinallerin tepesinde delinen tek bir kuyu ile tespitler yapılmıştır. Bugün o tespitleri bile kendi içinde daha detaylı olarak çalışıp incelemek, yeniden testlere tabi tutmak lazım. Bir kere eski yapılmış her aramanın sağlıklı yapıldığı ve layıkıyla o yapının tespit edildiği doğru değil. Bu açıdan da konuya yaklaşmak lazım.
Ültanır: Şimdi daha gelişmiş yeni modern arama teknikleri ile sahaların tekrar elden geçirilmesini öneriyorsunuz herhalde?
Sayer: Modern sismikle taranması çok önemli. Güneydoğu’daki basenin yarısından fazlası daha modern sismikle taranmadı. Taranmamış bölümde birçok yeni yapılar mevcut. Mesela biz şu anda Amerika’dan bir firma ile yeni bir ortaklık yaptık, onlar daha çok NASA kökenli ve kendi geliştirdikleri teknolojilerle remote sensing (uzaktan algılama) ile bazı verileri de proses ederek yeni imkânlar buluyorlar. Uydu verilerinden istifade ediyorlar.
Ültanır: NASA kökenli Amerikalıların şirketinin çalışmalarını uydu verileri ile yapması, bence doğal. Ancak, tek başına uydu verileri yeterli olabiliyor mu? Siz tam bir petrolcüsünüz ve petrolcülükte, “petrol matkabın ucunda” sözüne rağbet edilir diye biliyorum. Yeni teknikler bu kuralı değiştiriyor mu?
Sayer: Bakın biz de bazı uydu verilerini petrol aramacılığında bir enstrüman olarak yıllardır kullanıyoruz, ama biz hiçbir zaman bunları petrol aramacılığında tek başına yeterli bir araç olarak görüp kullanmadık. Fakat o firma, aldığı verileri tek başına petrol arama amacıyla kullanabiliyor ve geliştirdikleri yöntemle değerlendiriyor. Biz şimdi onların teknolojisi ile de Güneydoğu’da birkaç kuyuya başlıyoruz.
Şimdi Adıyaman bölgesinde bu konseptle geliştirilmiş üç tane yeni arama kuyusuna başlıyoruz. Bu teknolojinin Türkiye’de ne kadar işleyip işlemediğini de test edeceğiz, ama bizi sevindiren yönü şu oldu; onların bize vermiş olduğu delinebilir noktalar, hakikaten şimdiye kadar yeterince taranmamış noktalar. O yerler için geçmişten elde veri yok, ama yapısal konfigürasyonuna baktığımız zaman, orada bir şeylerin mevcudiyetini destekleyen veriler var. Dolayısıyla buraların delinmesi bizden de kabul ve teşvik gördü.
Ültanır: Türkiye’nin en çok aranan bölgesi Güneydoğu, yeni umutlara kapı açıyor diyebilir miyiz?
Sayer: Güneydoğu Anadolu’nun büyük potansiyeli olduğuna inanıyoruz. Güneydoğu Anadolu’nun potansiyeli kesinlikle keşfedilmiş olanlarla sınırlı değil. Biz buna yürekten inanıyoruz, çok daha fazla arama yapılması gerekiyor. Güneydoğu önemli, üzerinde dikkatle çalışmak lazım. Ama bölgenin şartları ağır. Hâlâ bölgede terör ortamı mevcut. Dolayısıyla potansiyeline rağmen, operasyon açısından da çok zor. Bu açıdan bölgede ciddi tehdit var. Özel Güvenlik teşkilatı Kanunu çıktığından beri, önlemleri kendimiz almak zorunda kalıyoruz.
Ültanır: Cem Bey, tam bu noktada bir sorum olacak. Bildiğiniz gibi, Türkiye’nin güney sınırının geçmişte İngilizlerin etkisiyle petrole göre çizildiği, büyük petrol kapanlarının Irak tarafında, küçük lokasyonların Türkiye tarafında kaldığı söylenir. Siz Güneydoğu’yu petrol açısından tanıyan birisiniz. Uzun zamandır bu bölgede aramalar yapıyorsunuz. Acaba, bizim tarafımızda da büyük kapanlara rastlanabilir mi?
Sayer: Bence rastlanılabilir. Bence o tanım cümlesini şöyle söylersek daha doğru olur. İyisi onlara, kötüsü bize, ya da büyükler onlara küçükler bize demek yerine, kolay keşfedilebilen sahalar onlara, zorlar bize bırakılmış diye söylemek doğru olur.
Bildiğiniz gibi, Birinci Dünya Savaşı öncesinde petrol sınırları belirlenirken, daha çok yüzey indikasyonları olan yapılar dikkate alınarak aramalar yapılıyordu. Irak tarafında yüzeyde akış bile görüldüğü bilinir. Bize zor olanı kaldı. Bizim tarafımız tektonik açıdan çok daha fazla kırılmalara maruz kalmış. Dolayısıyla, daha fazla ve modern sismik etüt gerektiriyor. Bizim tarafımızdaki daha teferruatlı yapılar ancak günümüzün modern sismik etütleri ile keşfedilebilir. Batı Raman, Raman, Kahta gibi yüzey indikasyonları gösteren sahaların dışındakilerin hepsi zor sahalardır. Keşfedilmesi kolay sahalar değildir.
Arabistan ve Irak ölçeğinde büyük sahaları beklenemez. Ancak, bugünün koşullarında bir petrol keşfinin bu kadar büyük ölçekte olmasını beklemeye de gerek yok. Petrol fiyatları artınca, rezervlere bakış açısı değişiyor.
Varil başına fiyatın 15-20 dolar olduğu zamanlarda zor işleyen sahalar, bugün 50-60 dolarlarda yeri geliyor 70 dolarlarda kolay işleyebiliyor. Şu anda bu işin ekonomisi değişti ve varilin 100 dolar olması da bekleniyor. Bir varil içme suyu 40 dolara yakınsa, petrol için bu fiyat fazla değil denilebilir. Çünkü, onu üretmenin ve bulmanın maliyet suyla eşdeğer olabilir mi? Mümkün değil.
Ültanır: Cem Bey, son yıllarda arama teknolojileri geliştikçe, yabancı petrol şirketlerinin bizim tarafımıza ilgilerinde bir artış oldu mu?
Sayer: Şu sıralarda bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de petrol aramaya ilgi arttı. 80’li yıllardaki gibi ruhsat başvurularında artış görülüyor. Ülkemizde aramalarda bir artış olması beklenmelidir diye düşünüyorum.
20 Ekim 2006 tarihli gazetelerde, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın Güneydoğu’daki enerji kaynaklarının yerel yönetimlere devredilmesini isteyen Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’i ağır dille suçladığına ilişkin bir haber yer alıyordu (Akşam ve Milliyet). Haber TV kanalları ile görsel medyaya da taşınmıştı.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, 19 Ekim 2006 günü Türk-İş’e bağlı bazı sendika başkanlarını kabulünde, Türkiye’nin ciddi terör sorunu yaşadığını, bu sorunu görmezlikten gelmenin, örtbas etmenin, ya da bunu saptırmanın yanlış olacağını vurgulayarak, herhangi bir kişi ismi vermeden şöyle demişti:
“Avrupa Parlamentosu’nda dün (18 Ekim 2006) çok önemli bir açıklama yapıldı. İlk kez Türkiye’nin bir belediye başkanı bir Avrupa platformunda, ‘Güneydoğu Anadolu’nun, Batman’ın petrol zenginlikleri ve hidro enerji kaynakları oradaki yerel yönetimin kontrolünde olmalı ve yerel yönetim oranın kaynaklarını kendi kullanmalıdır’ diye bir açıklama yaptı. Bunu dile getiren bir siyasetçidir, dağdaki terörist değil. Bir kez daha ortaya çıkmıştır ki, dağdaki teröristle kentteki siyasetçi aynı siyasi projenin etrafında çalışmaktadır. Bu temel gerçeği görmezlikten gelip olayı başka zeminlere yöneltmeye çalışmak doğru bir yaklaşım değildir.”
Kürt kimliğini öne çıkararak siyaset yapan bir kişi, Avrupa Parlamentosu’nda böyle bir istekte bulunabildiğine göre, hele bir gün dağdakiler silah bırakıp siyaset için ovaya inecek olurlarsa, ulusal doğal kaynakların ayrımcılıkla bölgesel çıkarlar için kullanılmasını istemeyecekler mi? Oysa Türkiye ulus devlet, federe devlet değil ve olmayacak da!... Ama, Türkiye’yi federe devlet tuzağına çekmek isteyenler var.
Türkiye’ye hem içte ve hem de dışta kurulmak istenen federasyon tuzakları var. Kasım ayının sonunda Ankara’da Kürt Demokrasi Forumu ve Akademik Araştırmalar Derneği’nce düzenlenen “Kürtler Kürt Sorununa Nasıl Bakıyor?” konulu konferansta, kendilerine Kürt aydını dedirten konuşmacıların Güneydoğu’dan Kürdistan diye söz ettikleri, federasyonu savundukları basında yer alıyordu. (Milliyet–26.11.2006) Toplantıyı ABD Büyükelçiliği yetkisi Jeffrey S. Collins de izlemişti.
Türkiye’ye dışarıda da federasyon tuzakları kurulmuyor değil. Önce, Kuzey Irak’ta kurulacak Kürdistan’ın Türkiye’ye pazarlanmasını, daha doğrusu federasyon ve gizli amaçları Büyük Kürdistan için yem olarak kullanılmasını düşleyenler var. “Bir koyup üç almak”, 1991’de Baba Busch’un yönlendirdiği Amerika’nın Birinci Irak Harekatı’nda yine Kuzey Irak için Turgut Özal adına ortaya atılan bir yakıştırma sözdü. O günlerde Türkiye’nin bir koyup üç almasından söz ediliyordu. Şimdi ise tam tersi, Amerika ve Kürt müttefiklerinin Türkiye’ye karşı bir koyup üç almalarını kapsayan bir komplo teorisi ve tuzak söz konusu.
Kürt liderlere danışmanlık yapan ABD’li uzmanlardan Peter Galbraith, 20 Kasım 2006 tarihinde Akşam gazetesinde yayınlanan röportajında, “Haritada Irak diye adlandırılan bir bölge var, evet ama artık böyle bir ülke yok. Kürdistan kendi ordu ve bayrağına sahip, bağımsız Kürt devleti beş yıl içinde kurulabilir” diyor. Röportajında Türkiye’den toprak talebi olmadığını vurgulayarak, Irak sınırları içinde bir yapılanmadan söz ediyor. Galbraith şöyle devam etmiş; “Türkiye’nin güttüğü politika çok pragmatik. Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürdistan istemiyor, ancak oluştuğunu idrak ediyor. Onunla iyi ilişkiler içinde. Kürdistan Türkiye’nin düşmanı değil, müttefiki”. Bu komplo teorisine güç katan, Türkiye’yi tuzağa çekmeyi hedefleyen bir ön söz gibi.
Galbraith, şu anda Türkiye’den bir toprak talebinin olmadığı söylese de, Amerika’nın Büyük Kürdistan Projesi, haritasıyla NATO da bile ortaya çıkıyor. Üstelik şimdi Türkiye Kuzey Irak’ta PKK için askeri operasyon yapamasın, hassasiyeti olan Musul ve Kerkük’ün statüsü için harekete geçemesin diye, NATO gücü yerleştirme planı var.
ABD’nin eski BM Daimî Temsilcisi Richard Holbrooke, Kuzey Irak’ta Türkiye’ye karşı NATO kuvveti konuşlandırılmasını öneriyor (Hürriyet – 21.11.2006). 29 Kasım 2006 tarihli NATO Riga Zirvesi’nde NATO’nun küresel güç haline gelmesi benimsenmiş görülüyor. Bunun altında yatan neden, Amerika’nın dünya enerji kaynakları ve enerji yolları üzerindeki operasyonlarda başarısız kalan kendi ordusu yerine NATO gücünü kullanmak istemesidir.
Irak’ta koruma altında kurulacak Kürdistan, Amerikan ve batı yatırımları ile çekici hale getirilecektir. Bu çekiciliğin yöredeki büyük petrol zenginliğinden güç alacağı kuşkusuz. Üstelik üzerinde tarihi hakkımız olan bir petrol. Misakı Milli sınırlarımız içinde olsa da, sonraki siyasi gelişmelerle bizden koparılan ve ulusal sınırlarımız dışında kalan Musul petrolleri nedeniyle, tarih kitaplarına geçen yüzde 10’luk pay hakkımız biliniyor. Osmanlı yönetimindeki Musul vilayeti tüm Kuzey Irak’ı kapsıyordu. Türkiye, Irak ve İngiltere arasında 5 Haziran 1926’da Ankara’da imzalanan üçlü anlaşmaya dayalı bu hak, Lozan Konferansı’nda çözülemeyen Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nin kararı ile Türkiye’nin aleyhine sonuçlanmasının ardından yapılan “İyi Komşuluk Antlaşması”nın 14’üncü maddesinde yer alıyor.
Antlaşma, Musul vilayetinin elden çıkmasına karşılık Türkiye’ye Irak petrolleri ile ilgili bir hak tanıyor. Hak başlangıçta Musul petrolleri ile sınırlı görülse de, o tarihten sonra Irak’taki petrol organizasyonuna bakılınca, hukuken tüm Irak petrollerini kapsayan bir hak olarak karşımıza çıkıyor. Bununla beraber, sadece Musul petrollerinden yüzde 10 hak karşılığı diye 1959 yılına kadar eksik de olsa yapılan bir tahsilat var. Tahsil edilemeyen gelir, bütçe kanunlarımızda 1980’li yılların ortasına kadar yer alıyor, ama bu tahsilatın sürdürülemeyeceği görüldüğünden, birikmiş tahsil edilemeyen önemli miktar göz ardı edilerek alacaktan vazgeçiliyor.
Türkiye’nin bugünkü Musul ve Kerkük hassasiyetini bilenler tarihi motifleri de kendi tuzak politikalarını süslemek için kullanacaklardır. Ayrıca, şimdi Türk şirketleri yabancılarla ortak olarak orada petrol çıkarıyor, yatırımlar yapıyor. İşte Türk şirketi Genel Enerji ile ortağı Addax Petroleum tarafından Kerkük’ün 60 km kuzeydoğusunda açılan TT-04 kuyusundan günde 30 bin varile yakın petrol çıkarılması, yitirdiğimiz yüzde 10 hakkımızı, şirketlerimizin yatırımlarıyla bir başka yoldan kazanıyor olmamız açısından övgüye değer. Kuzey Irak, Türkiye için bir pazar konumunda. Türkçe konuşabilen önemli bir topluluk var.
Böyle bir olgu karşısında, Irak’ta kurulacak Kürdistan’ın, sürgit Amerikan ve NATO kuvveti ile korunması sorun olacağından, daha sonra Türkiye’ye pazarlanmak istenmesi olasılığı var da, bu Türkiye için bir tuzak olur, bir komplo olur. Ama komployu hazırlayanlar, “Bunlar artık Araplar ile bir araya gelemezler, isterseniz federasyon çatısı altında sizinle birleşirler, siz de bu zenginlikten yararlanabilirsiniz” diyeceklerdir. Bunu elbette Türkiye kazançlı çıksın diye değil, Kürdistan olarak gördükleri, ama ulus devletten koparmaları olanaksız toprakları, federasyondan koparabilecekleri inancıyla yapacaklardır. Tehlikeyi görüp bilirsek, o tehlike bizim için tehdit olmaktan çıkar, çünkü tuzağa düşmeyiz.
Türkiye için Kürdistan tehdidini yok etme fırsatı, Meclis’in 1 Mart 2003 tarihli oturumunda Irak’a asker yollama iznini içeren tezkeresinin 264 kabul oyuna karşılık, 250 ret ve 19 çekimser oyla kabul edilmemesi sonucu elden kaçırılmıştır.
1 Mart tezkeresi aksi yönde gerçekleşseydi, Amerika’nın müdahale fırsatından yararlanılarak bazı askeri önlemler alınabilseydi, bugün Kuzey Irak’ta Türkiye için tehdit unsuru bir oluşumla karşılaşılmazdı. Kaldı ki, Kuzey Irak bugün olduğu gibi, Irak’ın bütünlüğüne karşı bir çıban başı da olmazdı. Amerika ile Kürtlerin ittifakı da böyle oluşamazdı. Türkiye bölgeyi sınırlarına katmayacaktı, ama Musul ve dolayısıyla Irak petrolüne ilişkin hakkı üzerinde güçlü söz sahibi olacaktı. Amerikan askeri Kuzey Irak’a ancak Türk askerinin yanında girebilmeliydi. Bu yapılamamıştır.
9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel ile Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulması ve topraklarının Türkiye’nin Güneydoğu ve Doğu’sunu kapsayacak biçimde genişletilmesi planları üzerinde şöyle bir söyleşimiz oldu:
Ültanır: Sayın Cumhurbaşkanım Irak parçalanma sürecine sokuldu, Kuzeyde oluşturulan Kürt yönetiminin Kürdistan devletine dönüştürülmesi çabaları var. Maalesef müttefikimiz dediğimiz Amerika bu işin mimarı, şimdi Kuzey Irak’a Türkiye’nin müdahale olasılığına karşı NATO kuvveti yerleştirilmesi konusu bile tartışılıyor.
Bunlar üzüntü ve sıkıntı verici, ama daha üzücü olanı, ulusça nefretimizi çekeni ABD’li albayların çeşitli platformlarda ortaya çıkardıkları Bağımsız Kürdistan haritası. Türkiye’nin Doğusu ve Güneydoğusu, Kürdistan sınırları içine sokulmuş. Bu bölgede Türkiye’nin önemli akarsuları ve diğer enerji olanakları da var. Türkiye’den kopartılamayacak bir bölge, ama lanetli haritalar, senaryolar ve tuzaklar hazırlandığı kuşkusuz. Bu konudaki görüşlerinizi EkoENERJİ dergimiz için rica edebilir miyiz?
Demirel: Evvela Irak’ın parçalanmasının bir büyük vahim olay olduğunu ifade etmeliyim. Irak’ın parçalanması Ortadoğu’da hangi neticeleri doğuracağı pek belli olmayan fevkalade karmaşık bir olayı teşkil edecektir.
Geçmişte birçok kere ifade ettik ki, Irak’ın parçalanmasından doğabilecek sıkıntılar, aslında çözümü seneler alacak belki de hiç çözülemeyecek sıkıntılar olacaktır. Ve işte Filistin sorunu 50 senedir sürüyor, 50 senede bir uzlaşmaya gelinmişti, maalesef o da bugün karmakarışık oldu. Ama, Irak sorununu 100 senede 150 senede çözemezsiniz. Onun için Irak’taki birliği, Irak devletinin bütünlüğünü bozmayın.
Irak, oldum olası idaresi zor bir bölgedir. 400 sene Osmanlı idaresinde kalmıştır. O zamanlarda da idaresi zor ülkeydi ve hatta denilir ki, Bağdat’a Osmanlı vali tayin edermiş, vali iki atla gidermiş, atın bir tanesi onu oraya götürecek, diğeri de bekleyip getirecek.
Bölgemizdeki dünya devletleri Osmanlı İmparatorluğu ve Fars (İran) İmparatorluğu iken, İran ile Osmanlı İmparatorluğu arasında çok büyük sıkıntılara sebep olmuştur. Bağdat o kadar çok el değiştirmiştir. Bunların hepsi şunu gösteriyor ki, Irak oldum olası bölge için bir istikrarsızlık kaynağı olmuştur.
Osmanlı dağılırken, Musul vilayetinin Türkiye’nin güvenliği üzerindeki etkisi biliniyordu. Nitekim, Lozan Antlaşması yapıldığı zaman Atatürk ile İnönü arasında şöyle bir konuşmanın geçtiği söylenir: İnönü Atatürk’e demiştir ki, “Kuzey Irak, yani Musul vilayetinin Türkiye sınırları dışında kalması, Türkiye için bir güvenlik meselesi olacaktır”.
Aslında o zaman için petrol birinci derecede değildir. Birinci derecede olan halktır. O zaman petrolün dünyanın büyük bölümü ve Türkiye’deki önemi daha çok gazyağından ibaret. O zaman, niçin güvenlik meselesi olacaktır? Çünkü, Lozan sonrasında çizilmiş ve plebisitle kabul edilmiş bulunan sınırın Türkiye tarafında kalan halkı ile Irak tarafında kalan halkı aynı halktır. Bunların her ikisi de Türkçe konuşan haktır, Kürtçe konuşan halktır ve Arapça konuşan halktır. Bunların bir kısmını Türkiye sınırları içinde, bir kısmını Irak sınırları içinde tuttunuz mu, daima bir sürtünme olabilecektir.
Kuzey Irak’ta yeni bir devlet teşekkül etmesi halinde, bunun Türkiye’nin güvenlik politikaları üzerinde önemli etkileri olacaktır. Bu etkileri bizim devletimiz bilir. Yalnız, 1 Mart tezkeresinin reddiyle, aslında Türkiye Kuzey Irak’taki bir oluşuma da yeşil ışık yakmıştır. Bu çok büyük hata idi. Aslında Amerika’nın Irak’a müdahalesi yanlıştı. Fakat, madem ki Amerika Irak’a müdahale etmişti, Amerika’yı Kuzey Irak’a getirip yerleştirmemek lazımdı. Şimdi Amerika, Irak harekâtı sırasında sadece Kürtlerden destek gördü. Binaenaleyh Kürtleri incitecek bir şey yapamaz, kendisini bu duruma soktu.
Şimdi Amerika büyük sıkıntılar içinde kıvranıyor. Bir taraftan Türkiye’yi incitecek bir şey yapmak istemiyor, öbür taraftan Kuzey Irak’ta meydana gelebilecek oluşuma zaten Amerika’nın çok eskiden vaadi vardır, Wilson prensiplerinde vaadi vardır ve böyle bir oluşuma karşı çıkma müşkülatı da vardır.
Böyle bir oluşum karşısında Türkiye ne yapacaktır? Türkiye’nin de müşkülatı vardır. Fiili durum bu. Yani, Türkiye böyle bir oluşuma karşı çıktığı taktirde, fiili müdahale etmeye kalktığı taktirde, dünya ile karşı karşıya kalır. Kendi içinde sıkıntılara sebep olur. Etmediği taktirde, yine kendi içinde sıkıntılara sebep olur. Velhasıl Irak’ta meydana gelen istikrarsızlık Türkiye’nin başına iş açmıştır.
Aslında bu Kıbrıs’tan çok daha önemli bir meseledir. Kıbrıs daha belirli bir meseledir, orada hatlar belirlidir. Zaman içinde Kuzey Irak’ta meydana getirilecek bir cazibe merkezi bizim içimizde sıkıntılara sebep olacaktır. Daha bugünden bu sıkıntılar başlamıştır. Güneydoğu’dan bir kısım öğrencilerin orada kurulmuş üniversitelere gitmesi vs. bugünden başlayan sıkıntılardır. Ve Kuzey Irak’taki yöneticilerin, Barzani’nin verdiği beyanatlar Türkiye’yi rahatsız edici cinstendir. Fakat, böyle de-facto, yani fiili bir durumla Türkiye karşı karşıyadır.
Türkiye ne yapacaktır? Türkiye, bugün onu düşünmek bile istemiyor. Hele bir yarın olsun diyor. Kaldı ki Türkiye’de bir de kanlı hadise, terör devam ediyor. Terörün de sığındığı yer Kuzey Iraktır. Şimdi Türkiye, beraber mücadele etsin diye Amerika ile konuşuyor.
Burada Türkiye’nin içine sürüklendiği çok garip bir olay daha var. Terör, büyük bir uluslararası meseledir. Türkiye’deki terör siyasi hedefi olan bir terördür, bölücülük. Irk milliyetçiliğine dayan bölücülük. Bağımsızlık mücadelesi verdiğini söyleyen bir terördür bu.
Bu terörün etkisiz hale getirilmesi için gayet tabiidir ki, Türkiye uluslararası destek isteyecektir. Yalnız, bu uluslararası desteğe birtakım yabancı ülkelerin direkt olarak karışması, Türkiye’nin çok önemli bir iç meselesini uluslararası sahneye çıkarmak gibi bir olaydır ki, bu da çok yanlış olmuştur.
Ne yapsaydı denildiği zaman, cevabı bunu yapmasaydı demek gerekiyor. Velhasıl Türkiye burada bir çıkmazdadır. Bir olay daha söyleyeceğim. Birleşik Amerika Devletlerine terörü ihale edemez, Irak’a ihale edemez. Zaten Irak’ın kendi merhemi olsa, kendi başına sürecek. Irak ne halde, dün daha 200 kişi öldü. Irak’ta devlet şeklen var.
Birleşik Amerika Devletleri Türkiye adına Kürtlerle kötü kişi olmayı göze alarak PKK terörünü veya Kürtlerle ilgili başka bir hadiseyi Irak’ta bizim adımıza çözmez. Buradan da Anti Amerikanizm çıkacak. Bir de şu çıkacak, bizim hükümet Türkiye içindeki terörü Kuzey Irak’taki PKK’ya bağlamak suretiyle, orada Amerika’nın etkisiz hale getirilmesini taahhüt ettiğini yaymak suretiyle, yarın yapılamadığı taktirde, “Amerika yapmadı” deyip, Amerikan düşmanlığına sebep olacak bir durum daha ortaya çıkmıştır.
Bütün bunların yanında haritalar meselesi geliyor. Haritalar zaten bütün bu sebeplerle rahatsız edici oluyor. Bu tür haritalar yeni çiziliyor değil. Esasen şunu da söyleyeyim, Türkiye’nin güney sınırı petrole göre çizilmiştir. İngiliz jeologlar, petrolün göl halinde olduğu kısmı Irak’ta bırakmışlardır, küçük paketler halinde olabilecek kısmı, serpintileri de da bu tarafta bırakmışlardır. Aslında bu tarafta öyle petrol falan yok, petrol öbür tarafta. Bu zamana kadar bulunan da o, oran da o.
Şimdi söyleyeceğimi çok önemsiyorum. Türkiye, Irak devletini İngiliz mandasından sonra, 1932’den sonra kurulanı tanırken, şart koymuştur. Bu şartlardan bir tanesi Kuzey Irak’ın Türkiye için bir güvenlik sorunu haline gelmemesidir. İkinci şart, Kuzey Irak’taki halk, Kürtler, Türkler ve Araplar rahatsız edilmeyecek, üçüncüsü Türkiye ile ticarete kimse mâni olmayacak. Bu üç şartı koymuş. Fakat, bugün bu üç şarttan her üçü de aşağı yukarı belirsiz, karışık hale gelmiş.
Haritaları çizenlerin aslında elleri kırılsın, diyeceğim bu. Yalnız bir ülkenin topraklarını, bir harita üzerinde alıp başka birisine vermek, sadece bizi rahatsız eder. Türkiye’nin bir çakıl taşını kimse bir yere veremez. Bizim bu haritalardan rahatsız olmamız kadar doğal bir şey olmaz. Yalnız biz bunlardan korkmayız. Biz kendisine güvenen insanlarız, geleceğine güvenen insanlarız. Eğer birisi bir çakıl taşı istiyorsa Türkiye’den, gelsin de alsın görelim. Anasından doğduğuna pişman ederiz. Haritayı çizenlere selamlar.
Ültanır: Sayın Cumhurbaşkanım, müsaadenizle burada bir soru soracağım. Irak’ta oluşacak Kürdistan’ı Türkiye’ye pazarlamak, orayı çekici hale getirip Türkiye’ye federasyon modeliyle bağlamak, daha sonra da bu federe yapıyı Türkiye’den büyük parçayı kopartmak için kullanmak şeklinde bir tuzak ya da komplo teorisinden de söz ediliyor. Geçmişteki bir koyup üç almanın bize göre tersi bir senaryo yazılıyor. Türkiye ulus devletten vazgeçmez, ama bu komplo teorileri için ne dersiniz?
Demirel: Bugünkü şartlarda o bölgede de ne de başka bölgelerde sınırlar değişmez. Ve toprak alacağım diye giden, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olur. Türkiye büyük bir devlet. Türkiye’nin mevcut topraklarına toprak ekleme gibi bir talebi yoktur. Türkiye bugün vatan edindiği mevcut toprakları üzerinde, yani bu vatan üzerinde uygarlığı, çağdaşlığı, yeniliği sağlasın.
Onun için Türkiye yeni topraklar, yeni genişlemeler, bunların peşinde değil. Türkiye Avrupa’nın en büyük ülkelerinden biri. Dünyada da toprak bakımından 36’ncı, nüfus bakımından 16’ncı bir ülke, ekonomi bakımından 20’nci ülke. Türkiye’nin hedefi; ekonomi bakımından ilk 10’un içine girme olmalıdır. Kâfi toprağı da var, kâfi nüfusu da var, her şeyi var. Bugünkü sınırlar dışında kalmış kimsenin toprağında gözü yoktur.
Global Strateji Araştırma Enstitüsü’nden Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu’nun görüşleri şöyle:
Ültanır: Sayın Paşam, siz stratejik araştırmalar üzerindeki yorumlarıyla tanınan, bu konuda uzmanlaşmış bir kişisiniz. Bildiğiniz gibi, önce Amerika’da Silahlı Kuvvetler dergisinde yayınlanan, sonra NATO Savunma Koleji’nde ortaya çıkarılan, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunu kapsayan bir Bağımsız Kürdistan haritası var.
Burası Türkiye’nin enerji olanakları bakımından da zengin bölgesi. Bu harita ve dolayısıyla Kuzey Irak’ta uygulamaya konulan, bir sonraki adım için bizim topraklarımıza da göz diktiği anlaşılan bir Bağımsız Kürdistan projesi var. Aslında Amerika’nın ünlü Büyük Ortadoğu Projesi’nin kapsamı içinde olan bir proje. Bu konudaki görüşlerinizi EKOENERJİ dergimiz adına almak istiyoruz.
Kuloğlu: Amerika Birleşik Devletleri’nde dünyanın geleceğine ilişkin çeşitli etütler, çeşitli araştırmalar yapılıyor. Bu araştırmaların ve etütlerin sonucunda da bazı dokümanlar ortaya çıkıyor. Çıkan bu dokümanlar, resmi dokümanlar değil. Düşünce kuruluşlarının etütler ve araştırmalar sonucunda oluşturdukları dokümanlar.
Amerika Birleşik Devletleri tek kutuplu dünya düzeninin hâkimi olarak, dünyaya hâkim olmak istiyor. Dünyaya hâkim olmanın birkaç şartı var. Bunlardan en önemlisi enerjiye hâkim olmaktır. Enerjiyi kontrol etmektir. Enerjinin kontrol edileceği bölgeler dünyada malum yerler.
Şimdi bu bölgelerin içerisinde ortaya çıkan, Irak’ın kuzeyinde oluşan Kürdistan’ı genişletmek suretiyle ortaya yeni bir devlet çıkartmak, Amerika Birleşik Devletleri’nin bu politikasına hizmet edecek bir anlayış. Bunun ne faydası var diye düşündüğünüzde, birincisi enerjinin büyük bir bölümüne veya önemli bir bölümüne hâkim olacak bir sahayı içine alıyor. Bu saha içerisinde hem petrol var, hem akarsu kaynakları var, hem kömür kaynakları var. Üstelik de ortaya çıkacak bu devletin denizle bağlantısını kurmak suretiyle kendisine nefes alacak bir yeri de yaratıyor.
Bu devlet ne işe yarayacak? Birincisi, bu devlet, Amerika Birleşik Devletleri’nin enerjiyi kontrol edecek mekanizmalarından birisi olarak kullanılacak. İkincisi, İran’ı dengeleyecek bir ülke olarak ortaya çıkaracak. Üçüncüsü, Türkiye’ye müttefik olarak fazla bağımlı olmayacak, bir yeni devleti ortaya çıkararak, Ortadoğu ve enerji bölgesi üzerinde kontrolü Türkiyesiz sağlamanın bir yolu ortaya çıkacak. Dördüncüsü, İsrail’in güvenliğini daha garanti altına almak için İran ve diğer ülkelere karşı aradaki bir toprak parçası olarak tampon bölge ortaya çıkmış olacak.
İşte bu konu biraz önce de ifade ettiğim gibi, düşünce kuruluşlarının çalışmaları sonucunda ortaya çıkarılmış bir haritadır. Bu gerçekleşir mi gerçekleşmez mi? Ama, en azından Amerika Birleşik Devletleri’ndeki düşünce kuruluşlarının, fikir adamlarının, analistlerin, stratejistlerin kafalarında dünya hakimiyetini sağlayabilmek için ortaya çıkaracakları mekanizmalardan bir tanesinin bu Kürdistan olduğunu kanıtlayan bir olgudur.
Bu her ne kadar Armed Forces Journal dergisinde bir emekli albay tarafından yazılmışsa da, o emekli albay sıradan bir emekli albay değildir. Bu konuda çok uzun süre çalışmış, çok büyük araştırmalar yapmış, makaleleri olan, kitapları olan ve bu konu üzerinde kafa yormuş, düşüncelerine değer verilen bir kişi.
İkincisi, Armed Forces Journal dergisi her ne kadar silahlı kuvvetlerin organik kuruluşu içindeki bir dergi değil, ama adı en azından “Armed Forces Journal” olan bir dergi, özerk durumu varsa da, bu çevreler tarafından okunan ve böyle bir şey de varmış diye algılanan ve silahlı kuvvetler içindeki beyinleri bu yöne doğru yönlendirebilecek bir dergi olarak nitelendirmek gerekir.
Üçüncüsü de, bunun NATO Savunma Koleji’nde, yazar tarafından değil de başka Amerikalı subaylar tarafından araştırma ve öğretim maksadıyla ortaya çıkarılması ise, sadece Amerika Birleşik Devletleri’nin değil, NATO Savunma Koleji içerisinde bulunan bütün ülke subaylarının da bu yönde düşünmelerine sevk edebilecek bir anlam taşımaktadır.
Yani bu konu çok fazla ciddiye alınmayacak bir konu değildir. Oldukça ciddiyeti bulunan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya hakimiyeti uğruna Türkiye’yi parçalamaya kadar yönelik bir düşünce içerisinde olduğunu da ifade eden ve Amerikan menfaatlerini ön planda tutarken, bölgedeki Kürtleri Türklerin yerine bir müttefik olarak seçebilen ve bunun da çıkışlarını, nefes alma borularını sağlamak suretiyle, hayatta kalmasının imkânlarını da yaratmak suretiyle bölge üzerinde etkili olmaya çalışan bir düşüncenin ürünüdür diye değerlendiriyorum.
Ültanır: Paşam, NATO Koleji’nde ortaya çıkan haritaya karşı askeri kesimden çok ciddi bir tepki geldi. Sivil kesimden aynı şekilde bir tepki geldiğini söylemek mümkün değil. Ulusça topyekûn tepki gerekmez mi? Bu konuda ne dersiniz?
Kuloğlu: Bunu sadece bir harita konusunda tepki olarak algılamamak lazım. Dikkat buyurursanız Avrupa Birliği’nin Türkiye üzerinde bir sürü dayatmaları var. Bu dayatmalar karşısında Türkiye ne tepki veriyor? Ona bakmak lazım ve sağda solda devlet adamlarımızın karşılanmasında uğurlanmasında, üstlerinin aranmasına kadar varan ve bu konuda tepki göstermeyen, sanki zavallı konumuna düşme durumunda olan devlet adamlarımız var. Buna ne demek lazım?
Haritaya karşı tabii ki sivillerin tepkili olması lazım, politikacıların tepkili olması lazım. Bu sadece askerin konusu değil. Bu milli güvenliği ilgilendiren ve Türkiye üzerindeki emelleri açık seçik ortaya koyan bir oluşumdur. Bu resmi görüş değildir deyip, bunun arkasına sığınıp ses çıkarmama konusu, Amerika Birleşik Devletleri’ni gücendirmemek, Avrupa Birliği’ne karşı hoş görünmek politikalarının ötesinde bir durum değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, özellikle politikacıları, siyasi adamları milli menfaatlerimizin gerektirdiği her yerde Türkün onurunu koruyacak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gururunu koruyacak davranışlarda bulunması elzemdir diye değerlendiriyorum.
Ültanır: Efendim, değerlendirmenizi istediğim bir konuda, ister istemez Kuzey Irak’ta kurulacak görünen Kürdistan’ın çekici bir şekilde Türkiye’ye pazarlanmasına yönelik komplo teorisi. Türkiye’yi oradaki petrol zenginliği ile federasyona çekmek için kullanılacak olta yemi senaryosu. Oltanın yutulması ile büyük parçanın koparılması için ortam yaratılması tehlikesi. Gelecekte Türkiye’nin karşısına böyle bir tehlike de çıkabilir. Ne dersiniz?
Kuloğlu: Son derece tehlikeli bir senaryo. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, üniter devlet anlayışına göre kurulmuş, ulus devlet anlayışı felsefesi ile oluşturulmuş ve böyle yaşayan bir ülkedir. Ulus devlet anlayışı ile üniter devlet yapısını bozacak düzen federasyondur. Bizim Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içerisinde bir federasyon söz konusu değilken, dışarıdan bir federasyonun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne eklenmesi, Türkiye içerisindeki diğer federatif düşünceleri de körükleyecektir, canlandıracaktır. Belki de bu federasyonlar daha da genişlemek, nüfuz alanlarını daha da artırmak isteyeceklerdir ve o zaman Amerikalıların ortaya koyduğu harita gibi bir Kürdistan haritası da ortaya çıkabilecektir. Bu bakımdan bu tür düşünceler ve senaryolar bekamız açısından son derece tehlikelidir.
Subaylığı döneminde Washington Kara Ataşeliği dahil olmak üzere çeşitli görevlerde bulunan ve ordu komutanlıkları yapmış olan emekli Orgeneral Hurşit Tolon Paşanın konuya ilişkin görüşlerini de aldık:
Ültanır: Sayın Paşam, son olarak NATO Savunma Koleji’nde karşımıza çıkan lanetli bir harita var, Amerika’nın Kürdistan haritası. Türkiye’nin bütünlüğüne karşı bir niyeti göstermesi bakımından önemli olan bir belge. Sizi çok değerli bir strateji uzmanımız olarak tanıyoruz. Büyü Ortadoğu Projesi’nin bir parçası olduğu anlaşılan bu harita, enerji kaynakları ile ilgili görünüyor. Bir stratejist gözüyle Kürdistan ve Amerika’nın Kürt haritası hakkında görüşlerinizi almak istiyoruz.
Tolon: Teşekkür ederim hocam, önce şunu söyleyeyim. Ben mesleğim dolayısıyla tabii geniş manada ülkemize ve ülkemizin çevresindeki oluşumlara stratejist anlamda değerlendirmeler yapan kişilerden bir tanesiyim. Yani, tek başına bir stratejist uzmanı olduğum şeklindeki nazik düşüncenizi böyle ifade etmek istiyorum.
Şimdi bu harita aslında benim için çok yeni bir harita değildir. Bu harita bundan takriben bir asır önce 1915-17 yıllarında, Birinci Dünya Savaşı sırasında o zamanın emperyalist ülkelerinin yine aynı amaçla, yani dünya ekonomisinde hegemonyayı tesis etme ve o sömürü düzenini kendi ellerinde bulundurmaya yönelik oluşumun bir parçasıdır, ancak aktörleri değişmiş ve zaman aşımına uğramış yeni bir versiyonudur. 1915-16’daki Osmanlı devleti’ni parçalamaya yönelik gizli anlaşmaların odak noktası Ortadoğu’dur. O gün bugün devam eden bir konudur. O tarihteki ABD Cumhurbaşkanı Wilson prensipleriyle ortaya konan Osmanlı Devleti’nin parçalanma sürecindeki oluşumlara ilişkin olgulardan biri Kürdistan’dır. Kürdistan’ın kurulması için oluşturulacak yeni bir komisyon çalışmalarının talep edildiği bir gerçektir.
Buradan asırlık bir atlama yapalım, şu meşhur 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kuleleri’ne yapılan menfur saldırıya gelelim. Bu saldırı hakkında çeşitli komplo teorileri üretildi, ama o kısmı beni enterese etmiyor. Bu saldırının öncesinde dünyada birtakım gelişmeler var.
Dünyada 90 sonrası küresel ekonomide değişim başladı. Küresel gayrisafi hasılanın 2001’lerin başından başlayıp 2025’e kadar çeyrek asırda nasıl gelişeceğine ilişkin trend incelendiğinde, ABD’nin tek kutuplu güç olmasına karşın, yeni güç merkezleri de oluştuğu gözlenmektedir. Başta Çin, sonra yeniden Rusya Federasyonu, Avrupa Birliği, Hindistan, Japonya ve Güneydoğu Asya gibi. Bütün bu oluşumların imkânları enerjiye dayalı.
Kullanılan enerjide fosil kökenli enerjiler, daha açık olarak hidrokarbon kaynakları. Dünya şu anda kullandığı enerjinin, 2005 itibariyle yüzde 36’sını petrolden, yüzde 28’ini kömürden, yüzde 24’ünü de doğalgazdan kullanıyor. Geriye kalanı hidrolik, nükleer ve diğerleridir. Bu enerji perspektifini 2030’lara taşıdığımızda beklenen büyük bir değişiklik yok. Önümüzde 2015’e kadar olan süreçte dünyanın gayrisafi küresel hasılasında yüzde 3.8 gibi büyüme olması bekleniyor.
Çok çarpıcı olan ise, Çin’in son üç yıldır ortalama yüzde 9 ile devam eden büyümesinin, 2025’e kadar yüzde 6 olacağı, 2020’lerde muhtemelen Amerika Birleşik Devletleri’ni yakalayacağı ifade ediliyor. Öyle olunca, Çin dikkate alınması gereken en büyük stratejik bir güç. Putin dönemindeki Rusya Federasyonu da öyle. Asırlardır birbirine düşman olan bu iki ülke 1992 yılında bir anlaşma yaptılar ve bunu 2001 yılı 11 Eylül’ünden bir ay öncesinde Şanghay Beşlisi olarak ekonomik ve siyasi bir işbirliği oluşturdular. Ve dediler ki, “Dünyanın kalpgâhını (canevini) biz kontrol ederiz”.
Dünyanın kalpgâhı Orta Asya, şimdi Orta Asya Cumhuriyetlerinin bulunduğu yer. Tüm enerji kaynaklarının olduğu, halen el atılmamış bilinmeyenleri de dahil, belki de bilinip de kamuoyun açıklanmayan rezervlerin olduğu yer, bu bir. İkincisi, bu gelişme içinde çok büyük önemi olan Hazar Havzası dikkate alınmak zorunda. Ve üçüncüsü biraz önce arz ettiğim Ortadoğu.
Ortadoğu, petrolün yüzde 70’e yakınını üreten ve rezervleri itibariyle de halen Irak, Basra Körfezi çevresi, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt benim okuduğum dokümanlara göre, bugünkü tüketim hızıyla 100 yıllık bir rezerve sahip. Ama, dünyanın en büyük ithalatçısı ve dünyanın en çok petrol kullanan ülkesi Amerika Birleşik Devletleri tüm dünya üretiminin yüzde 25’ini tüketiyor.
Böyle olunca, onun hem dünya hakimiyetini tesis etmesi, hem de bu kaynakları kontrol etmesi zorunluluğu var. Niçin var? Bu çok sık konuşulur. Amerika Birleşik Devletleri süper güç olduğu için, tek kutuplu bir dünya hakimiyetini sürdürmesi için mi? Bu cümle doğrudur. Ama esas olan, Amerika Birleşik Devletleri’nde yazılı olmamakla birlikte, Amerikan halkının bir numaralı ulusal çıkarı diye bütün yönetimlerce vazgeçilmeksizin ve değiştirilmeksizin takip edilen çok önemli bir kural var: Amerikan halkının refah düzeyi, tüm dünya halklarının refah düzeyinin üstünde tutulacaktır. Bunu gerçekleştirebilmek için tüm dünya ekonomisinde söz sahibi olmak lazım. Bunu gerçekleştirebilmeniz için de enerjiyi kontrol ediyor olmak lazım. Oysa, karşı tarafta yeni rakipler doğmuştur.
Biraz önce ifade ettiğim gibi bu rakipler Çin, Rusya Federasyonu, Hindistan üçgeni ve onların oluşturduğu Şanghay Beşlisi’nin diğer üyeleri. Bunlar bir bölgeye el atmıştır. Kala kala ortada sahipsiz bir Ortadoğu vardır. Neden sahipsizdir? Bildiğiniz gibi onun sahipli dönemi İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Zira dünya dengeleri kurulurken bir anda Ortadoğu bir boşluk içinde kalmıştır. Bir tarafta NATO oluşturulmuştur. Sovyetler Birliği Varşova Paktı’nı oluşturmuştur. Ortadoğu’ya Sovyet nüfuzu artmıştır. Bana göre Ortadoğu tahterevallinin mesnet noktasında duruyordu. Sovyetler Birliği buradan nüfuzunu çekince, Afganistan’da olduğu gibi, Kafkaslar’da olduğu gibi enerjiyi kontrol etmek konusu ortaya çıktı.
Enerjiyi kontrol etmek derken, yalnız enerji kaynaklarının bulunduğu yeri kontrol etmek değil. En azından kendisine rakip olacakların elinde olmasını engellemek isteyen ve bununla beraber günlük olarak sadece Ortadoğu bölgesinden günlük olarak 4-7 milyon varil petrol sevk ediliyor. Bunun da ulaştırma yollarını kontrol etmek isteyen Amerika Birleşik Devletleri, kendi çıkarı için bir şekilde burada bulunmalıydı ve Ortadoğu’ya gelmiştir.
Ültanır: Sayın Paşam, burada izninizle bir sorum olacak. ABD Ortadoğu’ya gelirken, burada müttefiki olan Türkiye’den aradığı desteği başlangıçta bulamadı, ama Türkiye ile arasındaki müttefiklik bağı bozulmadı. İlişki şekerrenge dönüştüyse de, son zamanda bir de Stratejik Vizyon Belgesi imzalandı. ABD askeri Irak’tan çekilecek olsa bile Kuzey Irak’tan çekilmeyeceği söyleniyor. ABD sanki kiracı komşumuz gibi. Ama şimdi araya Kürdistan’ı koymak istiyor. Bu Kürdistan’a neden ihtiyaç duyduğu konusu üzerinde ne söylersiniz?
Tolon: ABD’nin eski Savunma Bakanı yardımcısı, bugünkü Dünya Bankası Başkanı, Paul Wolfowitz’in 1993 yılında New York Times’a verdiği bir demeç var. Diyor ki; “Bu yeni dünya oluşumunda ABD dünya hakimiyetini tesis etmelidir”. Bunu tesis ederken yapması gereken ve vazgeçemeyeceği altı tane konunun olduğunu söylüyor. Bunları şöyle bir özetlersek, yeni bir dünya gücünün oluşması engellenmelidir. Birbirine yakın güç odaklarının birleşerek yeni bir potansiyel güç oluşturmasına engel olunmalıdır. Petrol kaynakları ve ulaşım yolları kontrol altında bulunmalıdır. Nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların üretimine ve dağılımına engel olunmalıdır. Hep bunlar bugünü hazırlayan kararlar. Ama, altıncısı çok önemli. Altıncısı, “Bölgedeki dost ve müttefik ülkeler de ihmal edilmemeli, onların hak ve hukuku tarafımızdan korunmalıdır” diyor. Bunu söyleyen Paul Wolfowitz, Neo-con’ların önde gelen liderlerinden.
Birinci Körfez Harekatı’nı ele alırsanız, o günden bugüne kadar planlanmış, programlanmış bir çalışmanın sonucudur bu harita. Amerika Birleşik Devletleri resmi makamlarının, “Bu tamamen akademik bir çalışmadır, kişinin özgür düşüncesiyle üretimidir, bu yönetimi bağlamaz” tarzındaki açıklama Amerika’yı bilenler için, bendeniz orada üç yıl askeri ataşelik yaptım, sadece tebessümle karşılanır. Buna kimseyi inandıramazlar.
Hele hele Amerikan Silahlı Kuvvetleri Dergisi’nde yer alan Ralph Peters’in hazırlamış olduğu harita Silahlı Kuvvetlerin bu işle iştigal eden bölümlerinin kontrolünden geçer. Dünyanın hiçbir ülkesinde silahlı kuvvetler dergileri, o silahlı kuvvetlerin kontrolü olmaksızın, en azından onların konseptine aykırı bir tarzda yayınlanamaz.
Şimdi bunu ne kadar tevil (başka anlam vermek) ederlerse etsinler, ama asla tevil edemeyecekleri bir şey var. NATO Savunma Koleji, NATO’da hizmet gören tüm NATO üyesi ülkelerin diplomatları, sivil personeli ile orada görev almış veya alacak personeli NATO’nun güncel faaliyetleri yanında stratejik amaçları, çalışma usulleri gibi, tamamen NATO hizmetlerine yönelik tüm faaliyetlerini işin başında tanımaları için akademik eğitim aldıkları bir yerdir.
NATO Savunma Koleji, NATO’nun akademisidir, ama oraya gönderilen kişi kişisel görüşünü arz edemez. Orada ancak kabul edilmiş ulusal politikalar, istikbale matuf projeksiyonlar sunulur. Oraya çıkan zat üniformasıyla çıkmıştır. Üniformasıyla çıkan zat kendi duygu ve düşüncelerini söyleyemez, böyle bir şey olmaz. Kendi ordusunu, devletini temsil eder. Dolayısıyla bu harita kafalarındaki haritadır.
Şimdi bununla aslında bir demokratikleşme, insan haklarını koruma, daha özgür bir dünya yaratma görüntüsü vermek istemektedirler. Tabii etnisiteye dayalı bir bölünmedir. Bütün bunların altında bölgedeki enerji rezervlerinin, yani petrol rezervlerinin kontrol altında tutulması, buradan dünyaya yayılım, yani ulaştırma yollarının da kontrol edilmesi stratejisi yatmaktadır.
Ültanır: Paşam, bir de Türkiye ile Hazar Havzası ve Türki Cumhuriyetler arasına Ermenistan ve İran dışında yeni bir suni devlet konulmak, adeta set çekilmek istenmiyor mu?
Tolon: Ben de şimdi onu izah edeceğim. Bu plan zaten tek başına Ortadoğu değil. Bana kalırsa Orta Asya Cumhuriyetlerinin oluşturduğu o güç merkezinin yanına, hemen Kafkasya, Hazar Havzası’nı Ortadoğu ile birleştirerek görmek lazım.
Yanlış hatırlamıyorsam, daha 1860’larda ya da 70’lerde Gülbenkyan ailesinin de dahil olduğu girişimle yağlı sıvının Bakü çevresinde ortaya çıkması sonrasında, ilk kez 1898’lerde Irak bölgesinde petrol toprak üstünde falan bulunmuştu. Bu işe ilk gelen de İngiliz’dir. O zamandan beri hem Ortadoğu hem Hazar Havzası birlikte mütalaa edilmektedir.
Nitekim, başlangıçta “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) olan ifade zamanla “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” ve sonra “Geliştirilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi” olmuştur. Bunun içine Kafkas Cumhuriyetleri de dahil edilmiştir. Nitekim, başlangıçta Bayan Rice Dışişleri Danışmanı iken kendisine sorulduğunda; “Fas’tan Çin hududuna kadar 22 ülkeyi içine alan ülkelerin ekonomik ve siyasi sınırların değişim projesi” dedi. Ekonomik sınırlar her zaman değişebilir. Ama, siyasi sınırlar derseniz, ilkokul üçüncü sınıfta okuyan çocuklar bile manasını net biçimde anlarlar.
Bütün bunları yan yana getirdiğimizde, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’da oluşturmak istediği yeni bir yapılanma var. Maksat, en az 2030’lara kadar varacak süreçte bu yeni dünya güç merkezlerinin oluşumunu bir ölçüde kontrol altında tutabilmek amacıyla, enerjide en çok ihtiyaç duyulan petrol rezervlerine ve bunların dağılım yollarına, bunun içerisinde tabii Bakü, Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı da var, çünkü çok enteresan o da bir sınır oluşturuyor, bu yollara hakimiyet arzusu var. Bunu gerçekleştirebilir mi gerçekleştiremez mi? O ayrı bir konu.
Ellerinde olmayan bir şey oldu. Bölgenin tarihini, ekonomik yapısını, sosyolojik yapısını çok iyi biliyorlar, ama Arap toplumunun ya da Ortadoğu halklarının psikososyal yapısını yeterince inceleyemediler, inceleseler bile algılayamadılar. Hani Irak’ın toprak bütünlüğü deniliyor ya, bu bana göre aldatmaca bir ifade. Buranın toprak bütünlüğü Birinci Körfez Harekatı’nda korunmamıştır. 36’ncı, 33’üncü paralellerin çizilmesi, bugün fiilen bölünmüş Irak’ı zaten o zaman üçe bölmüştür.
Türkiye’deki yöneticilerin de şu ifadesi beni son derece düşündürüyor: “Biz Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız”. Siz Irak’ın toprak bütünlüğünden yanaysanız, 36’ncı paralelin kuzeyine kimse giremez kararını destekleyerek, bu konuda gerekli yardımı Amerika Birleşik Devletleri’ne sağlayarak, orada müstakil bir Kürdistan’ın kurulacağı, bir Kürdistan’ın temellerinin atıldığı gerçeğini önceden göremiyorsanız, o zaman Peter Draker’ın şu sözü akla gelir: “Bugünün sorunları dünün çözümleridir”. O zaman doğru karar veremediniz. Şimdi toprak bütünlüğü ne demek? Toprak bütünlüğü, kuzeyde Kürt, ortada Sünni ve Arap, güneyde Şii olacak şekilde bölünmemiş miydi?
Bu bölünmenin öncesinde de 10 yıl süren İran-Irak savaşı var. Hangi maksada matuf olarak bu savaş 10 yıl sürdürülmüştür. Bu savaş güçlerin zafiyete uğraması ve de gücün mahiyetinin anlaşılması için izlenmiştir. Onu takip eden dönemde ortaya yeni bir projeksiyon getirilmiştir. İşte bunların hepsi ile yeni bir Ortadoğu modeli oluşturulmuştur. Bu Ortadoğu modeli içerisinde ABD için sadık bir müttefik, bağımlı bir müttefik, yeni stratejik ortak Kürtlerdir. Türkiye’ye stratejik vizyon, Kürtlere yeni stratejik ortaklık. Güvenilir biçimde en az 30 yıl ABD’ye biat edecek, güvenliğini koruyacak ve de ABD’nin Ortadoğu’da bulunmasına imkân sağlayacak ortaklık.
ABD askeri gücü bir ayağı ile Afganistan’da bulunurken, diğer ayağı ile de Ortadoğu’ya basmaktadır. Tek amacı vardır. Kendi halkının refah düzeyini yüksek tutmak, tek kutuplu dünya düzenini sürdürmek. 2006 yılında ABD yeni stratejik hedeflerini açıklarken de bunu söylediler zaten, “ABD savaş içindedir ve bu savaş Amerikan halkının güvenliği içindir”. Uluslararası terör ön planda gösteriliyor, ama bu ekonomik menfaatlerin korumasıdır. Bu harita bunun sonucudur.
Kürdistan da Amerika Birleşik Devletleri’nin kafasında zaten oluşmuştur. Hatta şu anda bildiğiniz gibi Birleşmiş Milletler’in desteği ile Kürdistan’ın anayasası hazırlanmaktadır. Onun bir deklarasyonu kalmıştır. Deklare eder, “Ben devlet oldum” der. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni dünya tanımadı, bir tek Türkiye tanıdı, ama devletler hukukuna göre devlettir. Bunu da ABD, “Ben tanıdım” der, ortaya bir Kürdistan çıkar. Müstakbel Kürdistan’ın oluşumunun birinci aşaması böyle gerçekleşmektedir. Müteakip aşamalarına yavaş yavaş dünyanın zihni hazırlansın diye de bu haritalar böyle peyderpey gündeme getirilmektedir.
Ültanır: Paşam, Türkiye’de 1 Mart tezkeresi aksi şekilde sonuçlansa ve Türk askeri Irak’a girseydi, sonuç aynı mı olurdu?
Tolon: Ben bu konuda devletin yürüttüğü politikadan farklı, hatta muhalefetin yürüttüğü politikadan farklı bir görüşe sahibim. Bu görüşümü o tarihte bana tevdi edilen sual içerisinde resmi sıfatımla ilgili mercilere ve makamlara ilettim. Türkiye’nin menfaatleri, ulusal çıkarları Ankara’dan demeç vererek bu coğrafyada gerçekleştirilemez. Bu coğrafyada gücün orada bulundurulmasıyla gerçekleştirilir. Şimdi sizin hem kırmızı çizgileriniz olacak ve hem de siz buradan “kırmızı çizgilerim” diye feryat edeceksiniz. Herkes size tebessümle “merak etme” der. Bunun karşısında bana söylenenleri de size arz edeyim. Onların karşısında da ben tebessüm ediyorum. Bunu da her platformda net söylüyorum.
“Ülkenin belli bir kesimi ABD’ye mi teslim etseydik?” Kim dedi ki, nereden çıkardınız ki? “Öyle istiyorlardı”. Size verin diyen mi var? Siz pazarlık denilen şeyi bilmiyor musunuz? Bilmiyorsanız, nasıl diplomasi yürütüyorsunuz? Sadece para pazarlığı mı yapılır. Siz ulusal menfaatlerinizi koruyacak, ama Amerika Birleşik Devletleri’nin bayrağının sallanacağı üsleri de Türkiye’de kurdurmayan yeni bir takım hareket tarzları üretmekten aciz misiniz? Ama, siz mutlaka Kuzey Irak’ta bulunmak zorundaydınız. Şimdi ağlayarak, hatta “Affedersiniz aman Amerika Birleşik Devletleri” diyerek o günkü hatanızı bugün tamir etme şansınız yok.
Ültanır: Paşam, Türkiye’ye karşı cazip hale getirilecek petrol zengini diye Irak Kürdistan’ın Türkiye’ye federasyon tuzağı ile pazarlanmasına ilişkin komplo teorisi için ne dersiniz?
Tolon: Komplo teorisi bir yana, şu anda bu proje yürürlükte, yani uygulama safhasında. Bu adım adım gidiyor. Federasyonu konuşanlar var. Bunu söylediğiniz an Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü, milli beraberliğini yok ediyorsunuz. Anayasa suçu. Eskiden bu suçu işleyen idam ediliyordu. Şimdi buna kulakları alıştırıyorlar.
Ültanır: Paşam şu anda Türkiye’nin karşısındaki en büyük tehditlerden biri Kürdistan sorunu mudur?
Tolon: 15 Ağustos 2000 tarihinden başlayarak, size tarih veriyorum, Türkiyemizin karşısındaki bir numaralı tehdit ve tehlike ülke bütünlüğünün muhafazasıdır. Hemen bunun arkasından irticai tehdit gelir. Bu tarihte bölücülük Cumhuriyet tarihi boyunca gelen irtica tehdidinin de önüne geçmiştir. Bugün Türkiye’nin ülke bütünlüğü tehdit edilmektedir. Kamuoyuna yeterince aksetmemiştir.
Ültanır: Paşam herhalde, Avrupa Birliği yol haritası kapsamında, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Siyasi ve Kişisel Haklar Konvansiyonu ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Konvansiyonu’nun Türkiye tarafından imzalanmasının getirdiği tehlikeden söz ediyorsunuz.
Tolon: Evet, bugün Türkiye’deki oluşumlar Avrupa Parlamentosu’nda, Avrupa Birliği ilerleme raporlarında, değerlendirme raporlarında yer alan bütün söylemler, ifadeler ve baskılar, 15 Ağustos 200’de atılan iki imzadan kaynaklanıyor. Bu imzalar, Anayasamızın 90’ıncı maddesine yapılan bir ilave doğrultusunda, 4 Haziran 2003 tarihinde mevcut hükümet tarafından onaylanarak, hatta hukuk hiyerarşisinde Anayasamızın da bir katre üstündeki bir yaptırım olarak aksetmiştir.
Nedir bunlar? 1) Uluslararası Sosyal, Kültürel, Ekonomik Haklar Sözleşmesi, 2) Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi. Bu sözleşmeler 1966 yılında Birleşmiş Milletlerce kabul edildi. Ancak, 1966 yılından 2000 yılına kadar hiçbir Türk Hükümeti, 1966 yılında Süleyman Demirel’in Başkanlığındaki 19’uncu hükümet vardı, rahmetli Ecevit’in Başkanlığı’ndaki 57’nci Hükümet’e kadar geçen 34 yılda hiçbir Türk Hükümeti, bu teklif her yıl yenilenmesine rağmen, bu sözleşmeleri imzalamadılar.
Zira her iki sözleşmenin de birinci maddesi aynıdır. Şimdi ben size onu arz ediyorum: “Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Bu hakkı kullanacak olan halklar kendi geleceklerini ve siyasal statülerini serbestçe tayin edebilirler. Bu halkın yaşadığı coğrafi alanın yerüstü ve yer altı zenginlikleri izinleri olmaksızın hiçbir kişi veya kuruluş tarafından kullanılamaz”. Diyarbakır Belediye Başkanı neden bahsediyor? Barajların enerji üretiminden söz ediyor.
Bunu ilk imzalayan 15 Ağustos 2000 tarihinde buradan verilen bir talimatla, o zamanki Dışişleri Bakanı İsmail Cem’dir, Sayın Ecevit de Verhaugen hazretlerinin baskısıyla önce bunlar imzalandı. Medeni Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 27’nci maddesi de ulusal azınlıkları ifade eder.
Oysa, Birleşmiş Milletler bize “Sizde ulusal azınlık var” derken, açık açık hiç tereddütsüz söylüyorum, örneğin 6 Ekim 2004’de bizim yöneticilerimiz de, bu ülkede Dışişleri Bakanlığı yapmış köşe yazarları bile, “Bundan niye endişe ediyorsunuz efendim, bizdeki ulusal azınlıklar çok iyi bildiğiniz gibi 24 Temmuz 1923’teki Lozan Antlaşması hükümlerindeki ulusal azınlıklardır” dediler. Öyle olmadığı bir senede ortaya çıktı. Yoksa, üç raporun toplamında 96 kez ulusal azınlıklar terennüm edilmezdi.
Şimdi hem ortada bir ulusal azınlığın etnik bakımdan varlığı, hem onun ekonomik hakları, hem kendi kaderini tayin etme hakkından söz ediliyor. Bu harita ile yan yana getiriliyor, birlikte mütalaa ediliyor. İşte kafalarında yatan resim budur.
Bu neye sebebiyet verir? Sınırlar kanla çizilmiştir. Öyle, Birleşmiş Milletler’in kararıyla ya da efendim Loyd Goerge’un düşüncesiyle, Churchill’in bastonu ile çizilmedi, çizilemez. O çizilen sınırlarımız da Lozan’a kadar, Lozan’daki gün de dahil Türk halkının atalarının kanıyla çizilmiştir. Kanıyla çizilmeyen hiçbir yeni sınır Türkiye’ye dikte ettirilemez.
Bu dosyamızı hazırlarken TURKSAM Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi Başkanı Sinan Oğan yurt dışındaydı. Kendisinden yazılı bir demeç talep ettik. Bize yollamış olduğu demeci şöyle:
Oğan: Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki, Amerika ve Avrupa’da zaman zaman rastladığımız bu türden Türkiye’yi bölen ve onun topraklarını sözde Ermenistan ve Kürdistan toprakları içinde gösteren haritalar yeni ortaya çıkmış değildir. Sevr’den beri ve hatta daha da öncesine dayanan bu türden haritalarla Türkiye kâğıt üstünde bölünmekte onun topraklarında sözde Kürdistan ve Ermenistan kurulmaktadır. Hatta bazı haritalarda bu iki devletçiğin toprak iddialarının çakıştığı dahi görülmektedir.
Çizilen bu sözde haritaların sınırlarına baktığımız vakit, iki stratejik nokta göze çarpmaktadır. Birincisi bu haritalarda Türkiye ile ona jeopolitik derinlik veren Türk dünyası ve Ortadoğu arasında tampon, Türkiye`ye düşman ve fakat ABD ile AB’nin mandasını kabul etmiş devletler yerleştirilmekte ve kısa vadede olmasa bile orta vadede kaçınılmaz olan Türkiye-Batı hesaplaşmasında Türkiye`nin köklerine ve tarihsel misyon alanına dönmesinin önü adeta şimdiden kesilmek istenmektedir.
Diğer bir nokta da, bu haritaların enerji güzergâhlarına paralel gitmesidir. Gerek Türkiye`nin Misakı Milli sınırları içinde olmasına rağmen bugün sınırlarımız dışında kalmış olan zengin petrol yataklarına olan olası ilgisinin kesilmesi ve gerekse de bu çizilen haritaların Hazar petrollerinin Batı pazarlarına aktarımını sağlayacak olan Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı güzergâhı ile Türkiye sınırları içerisinde adeta dans ederek başta BP olmak üzere Batılı şirketlerce belirlenen güzergâhların geçiş noktalarının kıvrımları ile bugün Batıda çıkan haritalar üst üste konulduğunda ortaya şaşırtıcı tesadüfler çıkmaktadır.
Bugün Ankara’nın adeta tepkilerini ölçen, sinir uçlarını törpüleyen bu haritaların sayısında ve niteliğinde olan artışların tesadüfi olmadığı düşünülmektedir. Adeta Neo-con diktasında yönetilen bugünkü ABD`nin Yeni Dünya Düzeninde medeniyetlerin çatışmasının kaçınılmaz olacağı hesaplanmaktadır.
Orta ve uzun vadede yükselen güçlerden birisi olacağı hesaplanan ve imparatorluk geleneğinin her an canlanması potansiyeli olduğu düşünülen Türkiye’nin şimdiden önünün kesilmesi, keza ayni şekilde Rusya ve Çin’e yönelik de sınır sorunlarının ortaya çıkarılması bugünkü ABD yönetiminin öncelikli hedefleri arasındadır. Bugün ABD`nin bölgeye yönelik iki ana politikası vardır. Bunlardan birisi Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve diğeri ise Avrasya’nın Dönüşümü Projesidir (ADP). BOP ve ADP ile ABD bölgeye yönelik 5 temel stratejik hedef gütmektedir.
1- Enerji kaynakları üzerinde güvenlik denetimi ve kesintisiz erişimin sağlanması.
2- Bölgenin ABD denetiminde demokratik dönüşümünün sağlanması.
3- Çin ve Rusya’nın baskı altına alınarak kontrolü.
4- Bölgede ABD`nin dünya hakimiyetini sağlamaya yönelik yeni ve kalıcı askeri üsler edinilmesi.
5- Bölgedeki radikal unsurların kontrollü bir şekilde eritilmesi ve İsrail`in bölgesel güvenliğinin sağlanması olarak sıralanabilir.
Elbette ki, ABD’nin bütün bu politikaları hayata geçirebilmesi için bölgede Türkiye gibi kendisine direnç gösterebilecek ülkelerin direncinin kırılması ve onların bölünerek bu coğrafyada ABD ile müttefik onun mandasını kabul etmiş kukla devletlerin ortaya çıkarılması gerekmektedir. Bugün için planlanan ana hedefler bunlar olmakla beraber, Irak savaşı yenilgisinden sonra neo-con ekibinin iktidardan uzaklaşması olasılığı yüksektir. Bu sebeple önümüzdeki süreçte ABD`de demokratların iktidarının daha yakın olması bölgemizde bugün neo-con'ların izlediği hard power (sert güç) yöntemlerinin yerini yavaş yavaş soft power (yumuşak güç) unsurlarına bırakacağı ve yeni dünya düzeninde turuncu devrimlere daha ağırlık verileceği düşünülmektedir.