EKOENERJİ Nisan 2007 Sayı 4

Aylık Siyasi Ekonomi-Politik Enerji Dergisi

 

 

 

 

 

 

 

__________________________________________________________

 

ARAŞTIRMA DOSYASI

 

Sorun Yaratan Kuzey Irak ve Kanayan Yara Kerkük

 

“Prof. Dr. Ömer KÜRKÇÜOĞLU, Em. Tümgeneral Yaşar KARAGÖZ, Em. Tümgeneral Armağan KULUOĞLU, Sinan OĞAN, Av. Murat YAZICI, Gökhan YARDIM ve Süleyman DEMİREL röportajlarıyla”

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR

EkoENERJİ Genel Yönetmeni

 

UFUK TURU

 

Nereden başlayacağımı düşünürken, çalışma masamın üzerinde önümde ve yanımda duran kitaplara bakıyorum. Thomas E. Ricks’in “Fiasco, The Americas military adventure in Iraq” (Fiyasko-Bozgun, Amerika’nın Irak askeri macerası) adlı İngilizce kitabı bunlardan biri. İçinden hiçbir alıntı yapmayacağım, adından anlaşılan Amerika’nın macerasını eleştiren, başarısızlığını gösteren bir yapıt…

 

Michael R. Gordon ve Korgeneral Bernard E. Trainor tarafından müştereken yazılan, Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin cesur kadınlarına ve erkeklerine ithaf edilmiş “Kobra II, Irak İşgalinin Perde Arkası” adlı kitabın ilk sayfasında, “Temmuz 1944’te General George Patton 3. Ordu’nun Fransa’yı kurtaracak olan harekâtına komuta etmişti. Harekâtın adı Kobra’ydı. Yaklaşık 60 yıl sonra 3. Ordu’nun bir başka komutanı, Korgeneral David McKiernan o ünlü harekâtı anımsatmak istedi. Bağdat saldırısına Kobra II adını verdi” açıklaması var. McKiernan bizce kültürü kıt bir subaymış. 1944’ün Kobra’sı demokrasi adına emperyalist Hitler kuvvetlerine karşı yapılıyordu, 2003’ün Kobra II’sinde ise, komuta ettiği kendi kuvvetleri emperyalist kuvvetlerdi. Ne yazık ki 60 yıl Amerika’yı kötü yola düşürmeye yetmişti. Kobra II hakça bir harekât olmadığı için başarısızlıkla sonuçlandı. Yalnız bu başarısızlık, ABD’den çok Türkiye’ye pahalıya mal olacak görünüyor. Amerika ettiğini buluyor, ona maliyeti bizi hiç ilgilendirmez, ama Irak’ın kuzeyinde ortaya çıkan aşiret yönetimi, Türkiye’ye düşman kesiliyor ve Türkiye için tehdit oluşturuyor. Çatal dilli kobra Türkiye’ye başını uzatıyor.

 

Bir diğer kitap Kürt dostu ünlü ABD’li diplomat Peter Galbraith’in Türkçe’ye çevrilmiş, “Irak’ın Sonu Ulus Devletlerin Çöküşü mü?” adlı kitabı. Kitabın başlığındaki soru, ABD’nin 1991 kökenli BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ile öngördüğü ve 2004 yılında GOKAP (Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi) olarak yenilediği politikasının, ulus devletleri parçalamaya yönelik olduğu çağrışımını getiriyor. Irak’ın kuzeyindeki gelişmelere, orayı Güney Kürdistan diye tanımlayanlara ve oradan ülkemize yapılan terörist ve sözlü saldırılara, ülkemizin Güneydoğusu’nda ortaya çıkan olaylara bakınca, bundan sonraki hedef Suriye ve/veya İran denirken, yoksa Türkiye mi olacağı kaygısını yaratıyor. İç ve dış siyasetin manzarası göz önüne alınınca, ulusça en uyanık olunması gereken günleri yaşadığımızı görüyoruz. İşte bu bilinçle, ekonomi politik bir dergi olan EkoENERJİ, birinci sayısında Amerika’nın Kürdistan haritası ile açtığı pencereden sonra, bu araştırma dosyasıyla yeni bir pencere daha açıyor.

 

Masamın üzerindeki kitaplarla başladığımız ufuk turunu, Prof. Dr. Mahir Nakip’in “Kerkük’ün Kimliği” adlı kitabıyla tamamlayalım. Kerkük şehrinin Türk olan nüfus yapısı ABD işgali altında değiştiriliyor. Kerkük’e girince ilk önce Tapu Dairesi’ni talan eden Peşmerge yönetiminde, dün Saddam’ın oradan sürgün ettiği Türkmenlerin yerine yerleştirilen Araplar, bugün ABD dolarları ile Irak’ın başka bölgelerine yollanıp yerlerine Kürtler yerleştiriliyor. Mahir Nakip tarafından kimliği açıkça ortaya konulan Kerkük öyle bir şehir ki, tarihi ve kültürü, sivil yapısı, tarihi yapıları, evleri, onca katliama karşın yerli ahalisi ile Türk şehri olduğunu haykırıyor. Türkçülük düşüncesinin önderi, Büyük Türk Milliyetçisi Ziya Gökalp’i bağrından çıkaran Diyarbakır nasıl ki Türkiye’nin bir kenti ve sonsuzluğa kadar Türk kalacaksa, Kerkük de Türk kimliğiyle hep Türkmen kenti olarak kalacaktır. Bu Türkmen kentine, altındaki petrol zenginliği de eklenince, emperyalist güçler için hep çekici olmuştur. 20’nci yüzyılın başlarında Osmanlı’nın son günlerinde emperyalist İngiltere göz dikmişti. Lozan’da çözümlenemeyen Musul sorunu nedeniyle Irak’a bırakılınca, Arapların sömürüsüne uğradı. ABD’nin Irak’ı işgali petrol aşkı yüzündendi. Şimdi o petrolü ve güzelim kenti, sözde müttefiki Peşmerge yönetimine peşkeş çekme uğraşısı içinde.

 

TARİH TURU

 

Birinci Dünya Savaşı’nda, Kasım 1914’de Basra’yı alan İngilizler, Eylül 1915’de Bağdat için stratejik olan Kut’ül Ammare’yi ele geçirirler. Ancak, Osmanlı Birlikleri’nin yeniden düzenlenmesiyle, 7 Mart 1916’da başlayan çarpışmalar sonucu üç gün içinde İngilizler çok büyük kayıplar vererek yenilirler, kuşatma altında kalıp erzak temin edemezler, 29 Nisan 1916’da İngiliz kuvvetleri başta komutanları General Townshend olmak üzere kayıtsız şartsız teslim olur. Ne yazık ki Osmanlı, bu sonucu tam değerlendiremez, zafer sarhoşluğu altında Enver Paşa’nın emriyle az bir kuvveti Irak’ta bırakarak, İngilizleri yenen ordu parçalanır ve önemli bir kısmı İran Horasan’ına gönderilerek, Orta Asya’yı kurtarma hayaline koşulur. İngilizler ise doğan boşluğu iyi değerlendirerek, Basra’da beklettikleri Hindistan kuvvetleriyle birliklerini takviye edip, hiçbir direnişle karşılaşmadan 11 Mart 1917’de Bağdat’ı alırlar. Böylece dengeyi lehlerine çevirerek, Musul’a giden yolu açarlar. Irak’ın kuzeyinin kaderi de o günden sonra kararır.

 

Osmanlının Musul vilayeti, Musul sancağı, Süleymaniye Sancağı ve Kerkük Sancağı’ndan oluşmakta ve Irak’ın tüm kuzeyini kapsamaktadır. 30 Ekim 1918 tarihinde Mütareke imzalanıncaya kadar Ali İhsan Paşa (Sabis) komutasındaki 6. Ordu, Musul’un İngilizlerin eline geçmemesi için gereken çabayı gösterir. Mütareke anında Türk Ordusu Gayyare yakınlarındadır. İngiliz iddialarının aksine savaşın kesilmesi gereken saatte Kerkük de İngilizlerin eline geçmemiştir. VII. Türk Tarih Kongresi Kerkük işgalinin daha sonraki saatlerde olduğunu ortaya koymuştur. Mondros Mütarekesi’nin ardından uydurma gerekçeyle Osmanlı’nın işgaline Musul’dan başlanır. 1 Kasım 1918’de ahaliye zulüm yapıldığı iddiası ile İngilizler Musul’a 20 km kadar yaklaşırlar. 2 Kasım’da Musul’u işgal için emir aldıklarını ve Türk birliklerinin 5 mil geriye çekilmesini isterler. 3 Kasım günü başlattıkları ileri harekatla Musul’a girerler. Bütün bunlar çatışma olmaksızın, birlikler arasında karşılıklı itirazlara dayalı diyaloglar arasında gerçekleşir.

 

3 Kasım’da Musul’da hem Osmanlı ve hem de İngiliz birlikleri vardır. İngiliz kuvvetleri komutanı General Marshall, Ali İhsan Paşa'ya bir mektup göndererek, 15 Kasım öğlene kadar Osmanlı Ordusu Musul'u terk etmezse, akacak kanların sorumlusu olacağını ve savaş esiri sayılacağını bildirir. 8 Kasım’da İngilizler hükümet konağındaki Türk bayrağının indirirler. Önce teslim olmayı reddeden Ali İhsan Paşa, çatışmak yerine bir-iki subayı ile az bir askeri 15 Kasım’a kadar Musul’da kalmak üzere bırakıp, 9 Kasım 1918’de Nusaybin'e çekilir. Mustafa Kemal Paşa Misakı Milli ilân edilmeden önce Ankara'ya gelişinin ertesi günü Ziraat Mektebi’nde yaptığı 28 Aralık 1920 tarihli konuşmasında, haksız işgali dile getirerek, Musul'un Mütareke anında Türk Ordusu'nun hâkimiyetinde bulunduğunu ifade eder, İngiliz işgalini İstanbul'un işgalinde olduğu gibi haksız ve mütareke hükümlerine uymayan bir teşebbüs olarak değerlendirir.

 

Kurtuluş Savaşı sırasında 1. Ordu Komutanlığına da atanan Ali İhsan Paşa, Atatürk’ün Nutuk’taki ifadesiyle, “Ordunun disiplinini ve genel yönetimini çıkmaza sokacak şekilde hareket etmesi” nedeniyle Savaş Mahkemesi’ne (Divanı Harbe) verilir. Atatürk, Nutuk içine, Paşayla ilgili olarak hazırlanmış ve Batı Cephesi Komutanlığı’na teslim edilmiş, 20 Ocak 1922 tarihli resmi bir raporun bazı bölümlerini de açıklama olarak koyar. Ali İhsan Paşa’nın Kurmay Başkanı Yarbay Halit Bey tarafından hazırlanan raporda, Paşanın bencillik, ün yapma, aşırı kıskançlık, ast ve üstleri birbirine düşürücü davranışlarından, kamuoyunu aldatarak şöhret ve mevki kazanmak hırsından söz edilmekte ve Musul’un elden çıkmasındaki hata şöyle anlatılmaktadır:

 

“Dicle Grubu 7, 9, 43, 18 ve 22’nci alaylarla Avcı Alayı’ndan oluşmuştur. Bunlardan başka, ayrıca 5’inci Tümen’den 13 ve 14’üncü alaylarda parça parça esir verildi. Ateşkes Anlaşması’ndan bir gün önce 13 bin kişinin esir verilmesi, 50 kadar topun kaybı, gerçekte kendisinin şartlara ve duruma uygun olmayarak verdiği bir emir yüzündendir. İşte bu durum Musul ilinin kaybedilmesine yol açtı. Halbuki, ateşkes anlaşmasının yapılacağı belliydi. Gruba, Keyare (Gayyare) mevziine çekilmek için direktif verilseydi, İngilizler gruba tesir etmek şöyle dursun, yenemezlerdi bile. Bu gruba 5’inci Tümen de katılabilirdi. Ateşkes Anlaşması yapıldığı zaman esir olan sekiz piyade alayı elde bulunur ve Musul da bizde kalırdı. Fakat, sefil bir düşünce mantığa galebe çalmıştır…

 

General Marhall’ın; ‘Yarın öğleye kadar Musul’u terk ediniz, aksi halde savaş esirisiniz’ emrini aldığı zaman o büyüklük taslayan Paşa Hazretleri, Sincar çölünü geçerek Nusaybin’e gitmek için General Marshall’dan resmi bir yazıyla kendisini koruyacak iki zırhlı otomobil istedi ve bunların koruyuculuğunda, Âşir Bey ile beni Musul’da bırakarak Nusaybin’e gitti. Aşiretler arasında hükümetin manevi otoritesini de kırdı. Bu durumu görenlerin vicdanı sızladı. Zaho yoluyla koruyucusuz gidebilirdi veya süvari olarak çölden geçebilirdi. Halep’te İngiliz generalinden şahsı için özel tren istedi ve yolda hakarete uğramaması için muhafız bulundurulmasını istemeyi de unutmadı”( ).

 

Atatürk ünlü eseri Nutuk’taki açıklama, askerî açıdan Musul’un bir komutan hatasıyla yok yere kaybedildiğini ortaya koyuyor. İngiliz donanmasının topları Birinci Dünya Savaşı’nda Gelibolu’da ateş kusarken, İngiltere Bahriye Nazırı olan ünlü İngiliz devlet adamı Sir Winston Churchill’in bir sözü var, “Bir damla petrol, bir damla kandan kıymetlidir” diye. İşte böyle bir medeniyet petrol istiyordu. Birinci Dünya Savaşı’na kadar petrol merkezi Ortadoğu’yu elinde tutan Osmanlı, petrolün önemi anlaşılınca hedef seçilmişti.

 

MİLLİ SINIRIMIZ VE COĞRAFİ SINIRIMIZ

 

Mustafa Kemal Paşa, 1 Mayıs 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada, Musul konusundaki düşüncesini ve uygulanması gereken politikayı, “Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki de birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, milli hududumuz, İskenderun’un güneyinden geçer doğuya doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte milli hududumuz budur dedik” biçiminde açıklamıştır. Ne yazık ki milli sınırımız içindeki Türkmenlere 1920’de Telafer’de Kaçakaç Katliamı yapılır.

 

26 Şubat 1921’de Public Ledger-Philadelphia’nın muhabiri Amerikalı gazeteci Mustafa Kemal Paşa’ya Musul petrolleriyle ilgili görüşünü sorar. Mustafa Kemal Paşa, 21’inci yüzyılın global dünyasına özgü bir görüşü dile getirerek, “Bir milletin, ülkesinin tabii kaynaklarını kullanmak için köle haline konulması keyfiyetinin sadece asrın zihniyetine değil, ayrıca en basit insanlık prensiplerine de aykırı olduğu aşikârdır. Esasen Misakı Milli hudutlarımız içinde bulunan Musul petrol zenginlikleri, sanırım hiçbir şekilde bir inhisara ve istismara bakılmaksızın bölge halkının ve bütün insanlığın ortak yararı uğrunda serbestçe işletilmelidir” yanıtını verir( ).

 

Batı Cephesi’nde Ocak 1921’de Birinci İnönü Zaferi kazanılırken, Musul’a yerleşen İngilizlerin Erbil ve Revanduz arasında bulunan ve Türkleri destekleyen Sürücü Aşireti’ne saldırmaları üzerine, Mustafa Kemal Paşa, Milli Müdafaa Vekâlet’ine çektiği telgrafla Revanduz bölgesine asker gönderilmesini ister. Milis kuvvetlerle önemli başarılar sağlanır ve bunun üzerine Genelkurmay Musul’un kurtarılması için harekete geçer. Ancak, eldeki askeri olanaklar sınırlıdır. Buna rağmen, 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruzla Mustafa Kemal Paşa’nın “Ordular ilk hedefinizdir Akdeniz’dir, ileri” komutuyla ordularımız 9 Eylül 1922’de İzmir’e girmek için Yunan’ı kovalarken, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, 7 Eylül 1922 tarihli yazısıyla El-Cezire Cephesi Kumandanlığı’ndan Musul’a taarruz için gerekli hazırlıkların yapılmasını ister. Kısacası Ankara Hükümeti, Musul’un kurtarılması için İngilizlere karşı harekâtı göze almıştır. Ancak, orduların batıya kaydırılmış olması, Mudanya Mütarekesi ile barış sürecine girilmesi bu düşüncenin gerçekleştirilmesini engelleyecek, diplomasi savaşı verilecektir.

 

Asla çılgın Türklerin değil, akıllı ve rasyonel davranan Türklerin Kurtuluş Savaşı, aynı zamanda, Musul petrolleri nedeniyle petrol sömürücülerine karşı verilmiş bir petrol savaşıdır. Lozan’da İsmet Paşa, Türk-Kürt birlikteliğine dayanır ve Arapları kastederek, Lord Curzon’a, “Mevcudun dörtte biri kavme memleketin verilemeyeceğini” söyler. “Musul’un geleceğinin İzmir’in, İstanbul’un, Trakya’nın, Adana’nın, Urfa’nın ve Antep’in geleceğiyle aynı olduğunu, bu şehirlerin mevcut anlaşmalara aykırı olarak işgal edildiğini” savunur. Musul nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Türk ve Kürtlerin Arap ve diğer unsurlardan ayrı olarak aynı kökenden geldiklerini, İngiliz kaynaklarına dayanarak açıklar. Lord Curzon ise, Misakı Milli’nin kendilerine dayatılamayacağını belirtip, Kürt-Türk ayrımına geçer ve Ankara Meclisi’nde Revanduz ile Süleymaniye’den seçimle gelmiş milletvekilleri olup olmadığını sorar. Musul sorununun çözümü için hakem olarak Cemiyeti Akvam’a (Birleşmiş Milletler öncesindeki Milletler Cemiyeti’ne) gidilmesini önerir.

 

Lozan’da çözümlenmeyen sorunu, İngilizler 6 Ağustos 1924’de Milletler Cemiyeti’ne götürür. Milletler Cemiyeti’nin asli ve kurucu üyesi olan İngiltere karşısında, Cemiyet’in üyesi olmayan Türkiye yalnız kalır ve tezini kabul ettiremez. Milletler Cemiyeti Meclisi 28 Ekim 1924’de bir sınır tespiti yaparak, “Brüksel Hattı” denilen geçici hatla Türk-Irak sınırını saptar. İşte bu petrole göre cetvelle çizilmiş sınırdır. 1924’de Türkmenler, Kerkük’te Levi Katliamını yaşar. Şubat 1925’de Türkiye’de Şeyh Sait isyanı yaşanır. İngilizler Musul’u işgal ettikten sonra Kürt milliyetçiliğini teşvik ettiklerinden, bu Kürt isyanı Türkiye’nin Musul’daki Türk-Kürt birlikteliği iddiasını zayıflatır, Musul’un kaybedilmesine zemin hazırlar.

 

Türkiye için o günlerde uluslararası konjonktür ve koşullar, batının güçlü üyesi İngiltere ile yeniden savaşa girilmesine uygun değildir ve Milletler Cemiyeti Meclisi kararına uyularak, 5 Haziran 1926’da yapılan Ankara Antlaşması’yla Musul Irak’a bırakılır. Anlaşma, “Sınır”, “İyi komşuluk ilişkileri” ve Genel Hükümler” adı ile üç bölüm ve 18 maddeden oluşmaktadır. Musul petrolleri İngiltere’nin liderliğinde yedi kız kardeş de denilen petrol kartellerinin tekeline geçer. Ankara Antlaşması’nın 1’inci ve 2’nci maddeleri Türkiye-Irak sınırını tespit etmiş, 14’üncü maddesiyle bölgedeki petrol gelirinin yüzde 10’unun 25 yıl süreyle Türkiye’ye bırakılmasını öngörmüştür.

 

Ankara Antlaşması’nın uygulama sonuçlarına gelirsek, her şeyden önce Türkmenler üzerinde büyük baskı ve yapılan katliamları görüyoruz. 1946’da Kerkük’te Gâvurbağı Katliamı, 14-17 Temmuz 1959’da Kerkük Katliamı, 1979’da Birinci Tazehurmatu Katliamı, 1980’de Türkmen Liderleri Katliamı, 1991’de İkinci Tazehurmatu Katliamı, yine 1991’de Altunköprü Katliamı, 1996’da Erbil Katliamı kayıtlara geçen katliamların isimleri.

 

Ankara Antlaşmasıyla bölgedeki petrol gelirinin yüzde 10’unun 25 yıl süre ile Türkiye’ye bırakılmasına gelince, daha sonra bundan 500 bin Sterlin karşılığı vazgeçildiği söyleniyor. Üçlü antlaşmaya eklenmiş bir mektup, Türkiye’ye bu seçeneği tanımakta, ama kullanıldığı kuşkulu.

 

Hikmet Uluğbay, “İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik” adlı eserinde Irak’tan 5.5 milyon İngiliz sterlin alacağımıza karşın 3.5 milyon Sterlin tahsil edilmiş olduğunu, böylece 2 milyon Sterlin alacağımız kaldığını açıklıyor. Alacağın 25 yıl yerine 18 yıl ödenmiş olduğunu yazıyor. Uluğbay, devlet arşivlerinde 500 bin sterlinin alındığına dek bir belge bulamadığını da belirtiyor. Sayın Süleyman Demirel, bu konuya ilişkin bir görüşmemizde, tahsil edilemeyen alacağın uzun yıllar devlet bütçesi hesaplarında tutulduğunu, ama tahsil edilme olanağı görülmeyince bu kalemin silindiğini söylemişti.

 

Bu hak, Irak’ın Türk Petrol Şirketi (Turkish Petroleum Company) adlı şirketten aldığı gelirin (royalty) yüzde 10’u şeklinde belirlenmiş bulunuyor. Hak, antlaşmanın yürürlüğe girmesini izleyen 25 yıl süreyle geçerli ve bu süre içinde, Türk Petrol Şirketi 1929 yılında isim değiştirerek, Irak Petrol Şirketi adını alıyor. Daha sonraki yıllarda Irak’ta İngiliz Petrol Geliştirme Şirketi kuruluyor. Irak Petrol Şirketi, Musul Petrol Şirketi’ni kurarak, İngiliz Petrol Geliştirme Şirketi’nin bütün hisselerini satın alıyor. Irak Petrol Şirketi’nin yan kuruluşu olarak Basra Petrol Şirketi oluşturuluyor. Aslında Irak Petrol Şirketi, Irak petrollerini bir tekel olarak elinde tutan tek şirket. Dolayısıyla, diğer şirketlerin gelirlerinin de anlaşma kapsamına girmesi gerekiyor. Irak hükümeti 1931’den itibaren petrol şirketleriyle yeni anlaşmalar yapıyor ve bu royalty ile petrol geliri formülünü kendi çıkarı doğrultusunda değiştiriyor, bu Türkiye’ye yapılacak ödemeyi olumsuz etkileyen bir konu.

 

Türkiye’nin tahsil edilemeyen alacağının bugünkü gerçek değerinin bulunması için, 2003 yılında Dünya Enerji dergisi yazarlarından olan ve ABD Houston’da serbest petrol danışmanlığı yapan Dr. Ferruh Demirmen’den, özel bir çalışma talep etmiştim. Demirmen bu çalışmasında, yukarıda açıkladığım şirketleşmeleri açıkladıktan sonra, Uluğbay dahil bazı kimselerin 25 yıllık borç sürecini 1927-51 yılları dönemi olarak varsaymalarını ele alıyor, Türk Petrol Şirketi-Irak sözleşmesinin, royalty ödemelerinin petrol boru hattının yapımından sonra başlayacağını kaydettiğini belirterek, hat yapımının (Akdeniz’e çıkış olarak) 1934’de tamamlandığını, hattan dışsatımın Ağustos 1934’de başladığını açıklıyor. Kaldı ki Irak Petrol Şirketine dönüşen Türk Petrol Şirketi de 1934’den önce petrol üretimi yapamamıştır. Sayın Demirmen buna göre ödeme süresini, 1934-1958, hatta tam yılı içermesi bakımından 1935-1959 dönemi olarak kabul edip, çift alternatifli alarak alacağımızı hesaplamıştı( ).

 

Bu hesaplamaya göre, 1934-1958 döneminde 2.04 milyar varil petrol üretilmiş, Türkiye’ye ödenmesi gereken borç 49.98 milyon Sterlin, tahsil edilen sadece 3.47 milyon Sterlin, kalan 46.5 milyon Sterlin, bu da 2003 reel değeri ile 740 milyon Sterlin, yani yaklaşık 1.2 milyar dolar ediyor. 1935-1959 dönemi esas alınırsa, üretilen petrol 2.34 milyar varil, borcun miktarı 58.54 milyon Sterlin, tahsil edilen 3.47 milyon Sterlin, kalan borç 55.1 milyon Sterlin, kalan borcun 2003 reel değeri 858 milyon Sterlin, yani 1.4 milyar dolar. Görüleceği gibi hiç de az değil. Türkiye bu hakkını 2003 yılında ABD’nin Irak müdahalesi sırasında yapılan pazarlıklarda gündeme getirebilirdi, hatta basında söz konusu oldu, ama maalesef getirilemedi.

 

1 MART 2003 SONRASI KUZEY IRAK

 

Bir kere şunu vurgulayalım, Irak’ın kuzeyi Türkiye için herhangi bir toprak parçası, herhangi bir komşu bölge değil. Bizim için çok önemli olan arka bahçemiz. Türkiye için Irak’taki ve özellikle ülkenin kuzeyindeki gelişmeler yaşamsal önem taşıyor. Burada gerçekleşecek olumsuz gelişmeler, Türkiye’nin ülke ve ulus bütünlüğü dahil birçok iç dinamiğini tetikleyecek potansiyel tehlikelerdir. Sınırın her iki yanında da etnik kökeni Türk, Kürt, Arap olan insanlar yaşamaktadır ve bu insanlar arasında kardeşlik, akrabalık bağları mevcuttur.

 

Daha dün Saddam kuzeydeki Kürtleri etkisiz hale getirmek için üzerlerine yürüyünce, bu insanların sığındıkları yer, kendilerine yakın, hatta vatan gördükleri Türkiye olmuştur. Irak’ın kuzeyinde Türkçe konuşarak dolaşabilirsiniz, İlaçları, yiyecekleri, giyecekleri, ev eşyaları, aklınıza ne gelirse hemen her şeyi Türkiye’den giden bir yöre orası. Sınırın Irak tarafına sığınmış PKK teröristlerini ve işbirlikçisi Barzani’nin yönetimini bir yana koyarsanız, sınırın her iki tarafındaki halk arasında hiçbir düşmanlık yok, olması da söz konusu değil zaten. Unutulmamalı ki tarih boyunca savaşlara askeri hareketlere neden olanlar halklar değil, ihtiraslarına gem vuramayan, gerçekleri göremeyen yöneticilerdir.

 

ABD’nin Irak’ı işgali öncesine rastlayan 1 Mart 2003 Türkiye ve bölge açısından önemli bir tarihtir. 1 Mart 2003 öncesi Dünya gazetesinde yayınlanan köşe yazılarımda, Türkiye’nin Irak’a ABD kuvvetleri ile birlikte girmesi gerektiğini nedenleri ile savunuyordum. O gün TBMM’de 265 kabul oyuna karşılık, 250 red ve 19 çekimser oyla, nitelikli oy hesabı bakımından tezkerenin reddi, Türkiye’nin başına bugünkü Kuzey Irak sorununu açtı, PKK’nın sınır ötesinde güçlenerek konuşlanmasına neden oldu.

 

Tabii, öncesinde de Çekiç Güç (Provide Comfort) uygulaması ile 36’ıncı paralelin Kuzeyi’nin ABD’ye bırakılmış olması Peşmerge yönetiminin işine yaramıştı. Yine de Çekiç Güç uygulamasında kontrol sağlayan Türk subaylar vardı. 1 Mart Tezkeresi’nin reddi ile arka bahçemiz kontrolsüz biçimde ABD’nin inisiyatifine bırakılıyordu. O ABD ise Kürdistan haritalarını Pentagon’a çoktan asmıştı, hatta Türk yetkililer bile göstermişti. Böyle bir ABD’nin Kuzey Irak’ta yalnız bırakılması tarihi sorumluluk getiren büyük yanlışlık olmuştur.

 

Şimdi tezkerenin reddinin sorumluluğunu, Meclis’te çoğunluğu oluşturan AK Parti’nin sırtından atma girişiminde olan iktidar yanlısı gazetelerin köşe yazarları, ABD’nin bu sorumluluğu ordumuza yüklediğini TV ekranlarında bile söyler oldular. Oysa, o günler daha dün gibi hafızalarda. Milli Güvenlik Kurulu ve komutanlar tarafından gerekli uyarılar yapılmış, seçenekler sıralanmış, ancak karar siyasi otorite ve Meclis’e bırakılmıştı. Demokratik teamül de bunu gerektiriyordu. Sorumluluk, bağlayıcı grup kararı almayan iktidarın omuzlarındadır. Muhalefetin red oyu kullanmasına gelince, belki bu rüzgâr AK Parti iktidarını süpürür diye yanılgıya düşmüş olabilirler, ama yine de bu sonucun sorumlusu tutulamazlar.

 

EkoENERJİ’nin Şubat 2007 tarihli 2’nci sayısındaki Araştırma Dosyası’nda, “Çıkmaza Sokulan Türk-Amerikan Dostluğu” alt bölümünde (s. 66), 9’uncu Cumhurbaşkanımız Demirel’in bir sözü var. Demirel tezkerenin reddiyle ilgili olarak diyor ki, “… Kürt devleti geldi karşınıza. Hadi şimdi çıkın işin içinden. Halbuki bugün Türkiye’nin dağlarında kabul ettiğiniz kavgayı, orada kabul etseydiniz, Kandil dağında kabul etseydiniz, üç kolordu askeri götürseydiniz ne Kürt devleti olurdu, ne de PKK olurdu, ne de Kürt tartışması olurdu”.

 

Bugün Türkiye’nin karşısındaki en büyük tehdit, hiç kuşkusuz etnik esasa dayalı bölücülük. Bu bölücülük tehdidi Amerika Birleşik Devletleri’nden Avrupa Birliği’nden himaye ve destek gördüğü gibi, Irak’ın kuzeyinde üstlenerek içeri sızan ve içeride de gerek militan ve gerekse iç siyasette yandaşları bulunan PKK teröristlerince canlı tutuluyor. Irak’ın kuzeyindeki yönetim ayrılıkçı Kürtleri kışkırtmak için elinden geleni ardına koymuyor.

 

ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden sonra 2005 yılında aşiret lideri Barzani, Kürdistan Bölgesi Başbakanı, yine aşiret lideri Talabani ise Irak Cumhurbaşkanı olarak siyaset arenasında yer aldılar ve ne olduklarına şaşırdılar. Barzani ve Talabani, Saddam döneminde Türkiye’nin verdiği kırmızı pasaportla başka ülkelere gidebildiklerini ne çabuk unuttular. Kaldı ki, Barzani ve Talabani birbirleriyle uzun yıllar mücadele etmiş iki Kürt lider. Barzani’nin Başkanı olduğu Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ile Talabani’nin Başkanı olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) arasındaki karşılıklı mücadele, Irak’ın kuzeyindeki Kürt siyasi hayatının yaklaşık son 30 yılına damgasını vurmuştur. Şimdi Irak’ın kuzeyinde Federal Kürt Bölge Parlamentosu bu iki düşman kardeş Kürt partilerince oluşturulmuş durumda. Bu ittifak özellikle Türkmenlere ve Türkiye’ye karşı yapılmış işbirliği. Irak Parlamentosu’nun içinde de Kürt İttifakı Bloku var, arkalarında Amerika’yı görerek pervasızca hareket edip konuşabiliyorlar.

 

Türkiye’de, Birinci Körfez savasından, yani 1991’den bu yana Kuzey Irak politikası çelişki ve hatalarla dolu olmuştur. Öyle ki, bu hatalar orada Kürt yönetimin oluşmasına ve ekonomik güç kazanmasına fayda bile sağlamıştır. Irak’ta taşlar yerine oturmadan, Irak devleti kendi başına işler duruma gelmeden, ABD’den Irak’ın geleceğine ilişkin sağlam güvenceler alınmadan, Türk firmalarının kuzey Irak’a girmesi doğru olmamış, hatta ulusal çıkarlarımızla çelişir duruma gelmiştir. Türkiye’den Kuzey Irak’a yılda beş milyar dolarlık ticaret yapılıyor. İki milyar dolarlık müteahhitlik işi Türklerin elinde. Türkiye başlangıçta Irak’ın kuzeyindeki Kürt yapılanmayı tehdit algılamadığından olmalı ki, bölgedeki Türkmenleri yok etmeyi hedefleyen Kürtlere, Türkiye kökenli firmalar, bugüne kadar Türkiye’den gördükleri teşvikle iş yapmakta, Irak’ın kuzeyini inşa etmektedirler. Bu firmaların arasında Kürtlere yeni petrol üretim sahası kazandıranlar bile bulunuyor. Ancak, Kürtler bunun kıymetini anlayabilmiş değil.

 

Bütün Kürtlerin başına geçmek, yani Melik olmak amacındaki Mesut Barzani, Türkiye’nin Kerkük hassasiyeti karşısında, “Türkiye’nin Kerkük’e müdahale etmeye hakkı yok. Eğer yaparsa, o zaman biz de Diyarbakır ve diğer kentlere müdahale ederiz. Kerkük tarihsel ve coğrafi olarak bir Kürt kentidir ve Kürdistan’ın parçasıdır” diyebiliyor. Türkiye’yi tahrik ederek bir savaşa sokmak, “Metal Fırtına” senaryosunu başlatmak için bahane yaratmak gibi gizli ve hain bir plan yoksa, şuurunu yitirmiş olmalı ki, kendisine Türkiye’nin askeri gücü hatırlatıldığında, “Ben onların askeri gücünden korkmuyorum. Ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, Saddam’ınki kadar güçlü olamazlar. Türkler Kerkük’e müdahale etmekte ısrarcı olurlarsa, sonuçların sorumluluğunu üstüme alıyorum” diyor.

 

Türkiye’ye karşı sert ve açık tehditten çekinmeyen Barzani, kendisini Nevruz kutlamalarına davet eden, Güney Kürdistan kuruldu diye, kuzeyde de kurulur hayaline kapılarak, Büyük Kürdistan haritası şekilli park havuzları dizayn eden belediye başkanları ile burslu olarak kendi üniversitesine çektiği Kürt kökenli Türk öğrencilere güveniyor herhalde! Elbette Türkiye, haddini aşan Barzani’nin sırası geldiğinde sesini kesmesini bilir, ama yok yere Barzani’nin oyununa gelmemek için de akılcı davranmaya gerek var.

 

Türkiye 9 Nisan 2007 tarihinde Irak’a sert bir NOTA verdi. Siyasi kıvraklığı ile ün yapmış Talabani, üzgün olduğunu belirtip, Barzani adına özür diledi. Ancak, özür sorunu çözmüyor. 10 Nisan 2007 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında PKK’ya karşı yapılacak sınır ötesi operasyonla birlikte, Barzani’ye karşı ekonomik yaptırımlar da ele alınmış bulunuyor. Irak’ın kuzeyine ticaret zorlaşacak, Suriye üzerinden yeni bir sınır kapısı açılacak, Habur sınır kapısından giriş-çıkış sınırlanacak, Irak’ın kuzeyine elektrik satışı kesilecek. Kuzey Irak’ta iş yapan firmaların Türkiye’deki şirketleri de sıkı denetim altında tutulacak. Ulusal çıkarlarımız açısından bu kararlar kaçınılmazdı. Alınan kararlar doğru olmuştur.

 

Ancak, Türkiye, Irak’ın kuzeyine ekonomik yaptırım uygulamakta geç kalmıştır. Kürt yönetimi aklını başına devşirmedikçe, Türk firmaları eliyle Irak’ın kuzeyi daha fazla imar edilmemeli ve zenginleştirilmemeli, devletimiz buna müsaade etmemelidir.  Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün 11 Nisan 2007 tarihinde gazetelerde yer alan, “Bugün Kuzey Irak’ta yükselen binalar Türkiye sayesindedir. Türkiye’yi karşısına alırsa ne olur? Bunların rüyasını bile göremezler” demeci politikada bir dönüm noktasına işaret ediyor.

 

Irak’ın kuzeyi Türkiye’yi rahatsız etmeye devam edecektir. Kerkük nedeniyle bu rahatsızlığın giderek artması söz konusu. Türkiye’nin basına yansıyan Kerkük Planı da Kürt yönetimini tedirgin ediyor. Türkiye, Kerkük’ün özel statüsünün korunmasını, Irak Anayasası’nın 140’ıncı maddesine göre bu yıl sonuna kadar yapılması gereken referandumun ertelenmesini ve Irak Anayasası yeniden düzenlendikten sonra yapılmasını, referandum öncesi Kerkük’ün demografik yapısının ve tapu kayıtlarının uluslararası bir komisyon tarafından gözden geçirilmesini, alternatif olarak Kerkük’ün kaderini belirleyecek referandumun  yalnızca Kerkük’te değil, Irak genelinde yapılmasını, Kerkük’ün kaderi ve Irak’ın geleceği konusunda tüm bölge ülkelerinin katılacağı konferans toplanmasını istiyor. Gerekirse bazı önlemler alınmak koşuluyla Kerkük’ün yönetiminin 10 yıllık bir süre için Birleşmiş Milletler’e bırakılması da Türkiye’nin düşündükleri arasında. Ayrıca, Türkiye’nin Kerkük üzerindeki hakları konusunda hukuki alt yapı çalışmasına başlanması da gündeme alınmış bulunuyor.

 

Türkiyesiz Kerkük’te çözüm olamaz. Çünkü, Kerkük Türkiye’nin bir dış sorunu değil, coğrafi sınırları dışında olsa da, Misakı Milli sınırları içinde kalan bir milli ve iç sorunudur. Kerkük için bir referandum yapılacaksa ve barış isteniyorsa, Türkiye’nin katılacağı bir uzlaşma sonunda yapılmalıdır!

 

NE DİYORLAR?

 

Bu araştırma dosyamızı hazırlarken, Kuzey Irak ve Kerkük sorunu için 9’uncu Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel, Terörle Mücadele Özel Temsilci Yardımcısı Emekli Tümgeneral Yaşar Karagöz, Global Strateji Enstitüsü’nden Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ömer Kürkçüoğlu, TÜRKSAM Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi Başkanı Sinan Oğan, Yazıcı Hukuk Bürosu Başkanı Murat Yazıcı, BOTAŞ Eski Genel Müdürü Gökhan Yardım ile konulara ilişkin özel röportajlarımız oldu. Aşağıda sistematik sıralama içinde bu röportajları sunuyoruz:

 

 

Ortadoğu Labirentinde

Amerika Kürt ve İsrail Dayanışması Karşısında Kerkük

 

 

Prof. Dr. Ömer KÜRKÇÜOĞLU

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi

 

 

Ültanır: Sayın Hocam, Kuzey Irak’taki gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?

 

Kürkçüoğlu: 1970’lerde üçüncü dünyacılığın en güçlü olduğu dönemde, önde gelen isimlerden birisi, Cezayir’in o zamanki Dışişleri Bakanı Buteflika (Cezayir’in şu andaki Cumhurbaşkanı) dahil olmak üzere birçok Üçüncü Dünya Arap liderleri şunu diyorlardı; “Batıdan gelen her şeye karşıyız, karşı olabiliriz, ama sınırlara dokunmayalım. Çünkü, bu sınırlar çoğunlukla ne kadar suni çizilmiş olsalar da, bir kere düzeltilmeye kalkışıldı mı daha büyük sıkıntılarla sorun yaratır”. Bu görüş, çeşitli platformlarda, aralarında ortak bir kanaat oluşturmuştu.

 

Tabii dünya o zamandan bugüne değişti, ama şimdi son zamanlarda bolca kullanılan bir argüman var; “Efendim Ortadoğu’da haksızlıklar vs.” Tamam da bu bilinen bir şey. Dünyada pek çok sınır haksız oluşmuş, çünkü tarih boyunca kuvvet belirlemiş. Her sınırda olmasa da birçok sınırda bu böyle. Yalnız Ortadoğu’dakini ele alıp burada haksızlığı düzeltmeye kalkmak, ne ölçüde haklı olur?

 

Bütün dünyayı ele alıp en adil şekilde düzenleyebiliyor muyuz, buna imkân var mı? Üstelik, yaratacağı sorunlar açısından doğru da olabilir mi? Dolayısıyla, Ortadoğu için halen geçerli olduğunu düşündüğüm o değerlendirme, yani o sınırlara dokunmanın daha büyük sorunlar açacağı görüşü belki dünyanın başka pek çok yeri için de geçerli.

 

Bir süredir Ortadoğu’da bolca işlenen konu, “Dünya’da 25 milyon Kürt asıllıların devleti yok. Dünyada devleti olmayan en büyük kitle bu” oldu. Şimdi bizim gazetelerde görüyorum, rakam daha da büyütülmüş. Rakam 60’lara kadar çıkmış da, bunlar nasıl seçiliyor, sayılıyor ya da hesaplanıyor belli değil. Şunu demek istiyorum ki; bu nasıl belirlenmiş, doğru mu? Hakikaten dünyada devleti olmayan en büyük kitle bu mu, değil mi? Bilemiyorum. Kaldı ki öyle bile olsa, dünyada herkese devlet sağlama mümkün de değil, doğru da değil. Hele Ortadoğu’da bu sancıların üstünde.

 

İSRAİL’E YARAYACAK MI?

 

Ancak, bu argümanı bir süredir kullanıyorlar. Bir de bunun gerisinde şu unsur var. Adını koyalım. İsrail’in epey bir zamandır, hakikaten kendi çıkarları açısından belki de haklı olabileceği bir iddiası var; Saddam iş başındayken Irak, zaman zaman İsrail’e problem çıkarır, intihar saldırıları yapanların ailelerine önemli para ödeyerek onları teşvik ederdi. Belki bunların bir kısmı iddiadır, ama bu tür nedenlerle bir büyük Arap ülkesini bölmek, o bölgeden kopacak unsurun Irak’ın geriye kalanıyla, başka Arap ülkeleriyle, İran’la, Türkiye’yle onunla bununla ihtilafı olduğu taktirde, bu bir bakıma İsrail’in işine yarar, onu rahatlatır, ama böl-yönet politikası gibi bir şey.

 

Bu İsrail’in güvenliği açısından doğru olabilir, ama İsrail, “2000 sene evvel ben burada yaşıyordum, burası benim hakkımdır” diye geldi. İkinci Dünya Harbi öncesinde, esnasında Musevilerin yaşadıkları zulümler tabii ki acıydı, ondan sonra uluslararası konjonktür onlara yıllarca gösterdikleri çabaların sonucu olarak vaat edilmiş bu toprağı sağladı, ama tabiri caizse buraya bir manada paraşütle indi. Çektikleri zulüm ve sıkıntıdan dolayı şüphesiz bütün sempatimle söylüyorum, ama ne olursa olsun bu oluşum birçok bakımdan rahatsızlık yarattı.

 

Kendisini oraya benimsetecek yakın ırklar, akraba ırklar unsurunu ya da başka yolları da yeterince aradığı kanısında değilim. Daha çok, dünyanın birçok yerinden gelen kültür birikimi ve seçkin insanlarıyla “Ben daha güçlüyüm” havasına girdi. Gerçekten birçok alanda başarı gösterdiği gibi askeri alanda da üstünlük sağladılar. Ama, bununla birlikte hep bir düşmanlık devam edip gitti.

 

Bu çerçevede huzursuz ve güvensiz olduğu için, söylediğim daha güzel bağları kurmayı başaramadığı için Irak’ı bölmek kendi çıkarları açısından cazip görünebilir, görünmüştür de. Bu anlaşılabilir bir durum. Bunu reddediyorlar, ama böyle ilgileri olduğuna ilişkin çok şey okuduk, duyduk. Pekâlâ da tabloyu oluşturuyor. Yalnız Irak’ta böyle bir bölünmeyi düşünürken, bu 2003 Irak savaşından ya da 2001 New York’taki terör saldırısından da öncesine giden bir olay. Kimileri bunu 1960’lara kimileri de daha 1945’lere götürüyor. Yani, her halûkârda 2001’den epey öncesinden böyle bir geçmişi var.

 

Demin eleştirdiğim hususların dışında oradaki temel yanılgı şuydu: Irak bölünürse ki, ikiye bölünmüyor, hani bazı rakamlar belli sayılara tam bölünemez ya onun gibi, Çünkü Irak’ta Şii ve Sünni Arap, Kürt olgusu nedeniyle üçe bölünürse, Şii bölgesinde İran’ın etkisi apaçık, Lübnan’ı da göz önüne alırsak bir Şii hilali oluşacak. Aslında bu İsrail’e de sıkıntı yaratır, başka ülkelere de sıkıntı yaratır, Türkiye için de yaratabilir. Dolayısıyla, Irak’ı bütün halde tutmak aslında bir çok ülkenin ve hatta İsrail’in de işine gelmelidir diye gerçek anlamda düşünülebilir, ama İsrail bölme düşüncesine kendisini fazla kaptırdı.

 

Amerika’da Clinton döneminde de kendilerini hissettiren yeni muhafazakâr grup, Bush döneminde başkan yardımcılığı dahil iyice nüfuzlu yerlere ulaştığı için, İsrail’in bu politikasını kuvveden fiile çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar ve yapmaktalar. Bu yolda hakikaten çok önemli adımlar atıldı, bu adımların bir kısmı Baba Bush döneminde 1990’larda atılmıştı.

 

Amerika’da İsrail’e - Musevilerin etkisi nedeniyle - daha çok Demokratlar yakındır. Fakat, bugünkü Cumhuriyetçi dönemde bu kadar yakın, hatta bir Demokrat Başkandan daha yakın bir çizgiye yöneldiler. Çünkü, yeni muhafazakâr denilen Neocon’ların etkisiyle.

 

Bütün bunları yan yana koyduğumuz zaman Irak’ı bölme, parçalama ve burada bir Kürt devleti yaratma konusunda böylece epey yol alınmış oldu. Bir de orada garip bir şey, eleştiriye müstahak bir şey de şu: Dünyada başka ülkelerden, büyük ülkelerden destek alarak bağımsızlık elde etmiş olanlar tarihte var. İnsanlığın çok daha ileride olması gereken bir dönemde, 2000’lerin başlarında, tabiri caizse kendi bileğinin gücü ile değil de, dünyanın tek süper gücü sayılabilecek Amerika’nın müthiş desteğiyle, oradan alınan cesaretle bu konumlarına ulaştılar. Bu Ortadoğu değerlendirme standardında, Ortadoğu gözünde kolay kolay affedilecek, hazmedilecek bir şey değil.

 

Saddam döneminde kendi bileğinin gücüyle yapabilirler miydi? Saddam döneminde oradaki Kürt asıllılar bir hayli sıkıntı çektiler, Türkiye’ye de muhtaçtılar. Büyük bir ülkeden bu kadar destek bularak, bu kadar üstün konuma girmek, ondan sonra da bunu çeşitli şekillerde ortaya koymak, meydan okuyucu üsluplar takınmak, bunlar Ortadoğu’da kolay kolay unutulmayacak hususlar.  O açıdan bence büyük bir yanlış yaptılar. Benim başta söylediğim hususa dönecek olursak, gayet tabii sınır değişmesin, ama herkes de bulunduğu yerde insan gibi yaşasın.

 

TÜRKMENLER AZ SIKINTI ÇEKMEDİ

 

Iraklı Kürtlerin elbette sıkıntıları olmuştur, ama hatta onlardan daha fazla sıkıntı çeken başka unsurlar da olmuştur. Türkmenlerin çektiği sıkıntılar da az değil. Hatta 1959 yılında General Kasım yönetimi zamanında Kürtlere göz yumularak, oradaki Kürtlerin Türkmenlere karşı katliama girişmesine yeşil ışık yakıldığına ilişkin bilgilerimiz var. Kürtler şimdi bunu inkâr ediyorlar, “Araplar yaptılar, öyle gösterdiler” diyorlar, ama öyle öğrendik, yıllar yılı da öyle bildik. Şunu söylemek istiyorum, orada bazı sıkıntılar olmuştur, ama Kürtlerden başka bazıları da sıkıntılar çekti, belki daha fazla sıkıntı çekti.

 

Yani, dış destekle illâ kendi devletimi kurayım, ona doğru gidiş içinde şu anda görüldüğü gibi çeşitli baskılar uygulayayım demek çözüm değil. “Saddam bizi buradan sürmüştü, şimdi biz buraya geliriz, nüfus kayıtlarını değiştiririz, adeta bu sefer başkalarını sürgüne tabi tutarız” demek yanlıştır.

 

Tıpkı vaktiyle Nazilerden zulüm gören Musevilerin zaman zaman Filistinlilere uygulamaları gibi garip bir çelişki. Kendilerine yapılan kötü muamelenin benzerini başkalarına yapabiliyor. Buna benzer şeyleri şimdi Kuzey Irak’tan duyuyoruz, görüyoruz, okuyoruz. Kürtler yarın, öbür gün tamamen bağımsız olsalar iş hangi boyutlara gidecek acaba? Saddam ya da başkası kendilerine geçmişte zulüm yaptıysa, şimdi kendilerinin de aynı şeyi yapması mı gerekir? Bunlar kötü şeyler, garip çelişkiler. Bu tür düşmanlıklar geçmişte olduğu gibi, kendilerine ya da birbirlerine değil, başkalarına yarar.

 

AMERİKA’DA İNSANLAR RAHATSIZ

 

Kuzey Irak’ta bu oluşum böyle bir yol almış, ama beri yandan yine duyduğumuz, okuduğumuz ve görebildiğimiz kadarıyla Amerika’da da bu gelişmelerden tereddüt duyan insanlar var. Son seçimlerde yeni muhafazakarlara ve Bush’a karşı bir oy kayması olduğu, Demokratların öne geçtiği biliniyor. Görünen o ki, eğer iyi bir aday üzerinde anlaşırlarsa ve farklı bir gelişme olmazsa, 2008 Kasım’ındaki Başkanlık Seçimini Demokratların kazanması muhtemel. Demokratlar İsrail’e daha yakın olsa da, daha dikkatli bir politika izleyeceklerinin ciddi işaretleri var.

 

Irak’ta bu oluşumun yanısıra, zaten yıllardır özellikle Dışişleri Bakanlığında, hatta Pentagon’da, Neocon’ların dışındaki uzmanlar arasında, Irak’ın bölünmemesini, Amerika’nın uygun bir takvimde Irak’tan çekilmesinin gerektiğini, çekildikten sonra da Irak’ın bütünlüğünün korunmasına özen gösterilmesini, sağduyuyla gören insanlar var. Bunların etkisiyle, Neocon’larla aralarındaki tahterevalli oyunundan dolayıdır ki, Irak’taki istenmeyen gelişmeler tam bir sonuca ulaşmamış bulunuyor. Seçimlerde görülen oy kayması sonucu bu işin biraz daha zorlaşması mantıken beklenir.

 

KÜRT-YAHUDİ BİRLİKTELİĞİ

 

Ültanır: Sayın Hocam, maalesef orada bir Kürdistan devleti temeli atılmış görünüyor. Bunu başta bize ve komşu ülkelere, Ortadoğu ülkelerine kabul ettirmek istiyorlar. Bildiğiniz gibi Amerika Dışişleri Bakanı Condolleezza Rice, Türkiye-Irak sınırını Kürdistan sınırı diye tanımladı, sonra düzeltme yoluna gidildi, fakat işin en vahimi PKK’nın faaliyet gösterdiği alanı tanımlarken de “Kürdistan” ifadesini kullandı. Gerçi, bunu Kuzey Irak için söyledi, ama çok tehlikeli tanımlama. Amerika’da Demokratların güçlense de, Ermenistan konusu da dahil Türkiye ile ilişkilerin kopma noktasına gelmemesi için gayret gösterilse de, Kürdistan’dan vazgeçilmediği görülüyor.

 

Bu Kürdistan’ın, İsrail’in işine gelip gelmemesi konusu elbette çok önemli. Bizim için bir önemli konu daha var. O da Amerika, Kürdistan dediği gibi, Kürtleri kendisine daha yakın görüyor. Türkiye ile stratejik ortaklık sözde kalmış, stratejik ortaklık varsa, o Kürtlere kaymış durumda. Kürtler ile İsrail arasında, ki Barzani’nin aşiretinin Musevilere daha yakın olduğu da biliniyor, aralarında bir dayanışma, bir güç oluşturma, siyasi birlik oluşturma gibi bir gelişmeyi gözlemliyor musunuz? Barzani’nin Peşmerge kuvvetlerini İsrail’in eğittiği de söyleniyor. Bu arada, Neoconların görüşleriyle ya da Amerika’nın gizli politikasıyla acaba, Amerika’nın Ortadoğu’daki yeni platformu olarak, Amerika-İsrail-Kürdistan üçgeni mi oluşturulmak isteniyor?

 

Kürkçüoğlu: Yıllar öncesine gittiğimiz zaman Kürtler ile İsrail arasında o temaslar besbelli vardı. Mesela 1975’de, Irak’ın o zamanki, daha soldaki yönetimini zor duruma düşürmek için Irak’taki Barzani hareketi sırasında, İran Şahı, Amerika ile yakınlık içinde ona destek verdiler. Oraya birçok İsrail ajanının silah satışı, adamlarını eğitmek için gitmesi gibi şeyler, o zamanlarda da vardı. Bu tür ilişkiler muhakkak var. Bundan birkaç sene evvel, Kürtlerin Yahudilerle aynı ırktan geldiği yazılıp çizildi. Bundan 20-30 sene önce de Arthur Koestler’in “13’üncü Kabile” eseriyle Türklerin Yahudilerle ya da bir kısım Türklerin, Karaim Türkleri’nin Yahudi akrabalık bağından söz ediliyordu.

 

Ültanır: Evet, okuyucularımız için ekleyelim, Koestler’in kitabı günümüz Yahudilerinin gerçekten Sami ırkından mı, yoksa asimile olmuş Hazar Türklerinin torunları mı olduklarını sorguluyordu.

 

Kürkçüoğlu: O zaman o şekilde, şimdi Kürtler için kullanıldı vs. Demek ki İsrail, zamana ve konjonktüre göre bunları yedek tutup sırası geldikçe çıkarıyor.

 

Ültanır: Tabii ilginç, ama Türkler ile Kürtler için de bir soydaşlıktan söz edildiğinden, pek fark yok gibi.

 

Kürkçüoğlu: Aslında bir bakıma, belki de orada tarih içindeki iç içelik, kardeşlik ışığında, gayet tabii işin o boyutları da şüphesiz var. Şimdi İsrail’in resmi yetkililerinin, mesela buradaki Büyükelçisinin demeçlerini, İsrail’in Irak’ın bölünmesini istemediğine ilişkin sözlerini, son iki yıl içinde birkaç defa okudum. Ama, bunlar ne ölçüde gerçek niyettir? Fakat, bunu istedikleri şüphesiz.

 

Irak’ta neredeyse herkesten, Şiilerden de muhalefet gören, Amerika sayesinde bu konuma ulaştıkları için en yakın desteği yine ondan görüyorlar. Acaba, Amerika’ya olan sevgilerinden mi, yoksa ötekilere duydukları korkularından mı? Oluşmuş böyle bir ittifak var. Bu ölçüde birbirine kenetlenmiş görünen unsurlar, gerçek anlamda ne kadar kalıcı bir ittifak oluşturabilir?

 

Şunu demek istiyorum: Saddam’ın da Kürt unsurlarla yine yakın teması vardı. Hatta bazı petrol gelirlerinin bölünmesi, Ortadoğu’nun kendi içindeki entrikalar, çıkar ilişkileri vs. Yani orada çok kolaylıkla saf değiştirmeler, el altından temaslar, neler neler olabilen bir yerdir, bir manada bir labirenttir. Yani, bugün orada Amerikalılar, İsrailliler, Kürt unsurlarla bu kadar yakınlık içinde olur, yarın öbür gün bir bakarsınız ortam değişmiş, bir bakarsınız şaşırtıcı bir tablo çıkabilir!... Zaman zaman Talabani’nin Arap ülkelerine, bundan iki ay önce yaptığı konuşmalarda biraz daha sıcak mesajlar vermesi gibi.

 

Yarın öbür gün Amerika çekildiğinde, bunlarla ihtilaf çıkabileceğinden çok ciddi korkuları olduğunu tahmin edebilirim. Irak’ın kendi içinde de ciddi bir kavga çıkabilir. Bu bir bakıma belki İsrail’in istediği bir şey, birbirlerine düşerlerse o rahat eder. Ama, orada yangın çıkarsa, sana bulaşmayacağını kim garanti eder? Zaten İsrail de kendi içinde bir huzursuzluk yaşayabiliyor, civarı da karışırsa, İsrail’e bunun bulaşmayacağını kim garanti edebilir? Gerçekten barış isteniyorsa, biraz daha uzun dönemli bakmak gerekir.

 

Yıllardır bunu isteyen insanlar, tabii şimdi bunun iyice ortaya çıkmış olmasından memnunlardır. Bunun kalıcı olmasını istiyorlar, ama Talabani’nin kaygılarından da gördüğümüz gibi kim garanti edebilir o devletin yaşayabileceğini? Bugün kendi haline bırakılsa, Irak’ın bugünkü perişan ya da sıkıntılı haliyle bile oradaki Sünni Arap unsurlar, Irak’ın kuzeyine hiçbir Amerikan ve İsrail desteği olmadığı taktirde, bugün oralarda çok ciddi sorun yaratmaz mı acaba? Kendi bileğinin gücüyle orayı koruyamıyor, koruyamaz. Onun için bu yanlışın bedelini ödemesi bir gün belki mukadder olacak ve o zaman oradaki birçok insana yazık olacak. Hata yapan yöneticilerine acımak mümkün olmayabilir, oradaki halk da sıkıntı çeker, yoksulluk içinde boğuşan insanlar var. Bunları söylemek çok hoş şeyler değil elbette.

 

Dolayısıyla, toplumları yönetenlere düşen gerçekçi davranmak, ileride büyük bedel ödeyebilecekleri atılımlara girişmemektir. Bugünün fırsatlarından aşırı yararlanarak, gerçek gücünden çok daha üst konumlara ulaşmak, toplumu o anda sevindirebilir, fakat uzun vadede büyük felakete yol açabilir. O zaman yönetime düşen gerçekçi, gücüyle mütenasip hedeflere yönelmesidir.

 

1926 ANKARA ANTLAŞMASINA YENİ BAKIŞ

 

Ültanır: Sayın Hocam, bu güzel değerlendirmenize teşekkür ederim. Şimdi bir sorum olacak. Biliyorsunuz, Kuzey Irak dediğimiz yer Osmanlı Vilayeti Musul. O yapıda Musul’a bağlı Erbil ve Kerkük sancakları var. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, son Amerika gezisinde, “Biz Musul’u Irak’a bıraktık” dedi. Devamını getirmedi gerçi, ama devamını biz getirecek olursak, “Koşullar değişirse biz ona göre değerlendirmeye gideriz” anlamında bir söz. Lozan’da konu çözümlenemeyince, daha sonra Türkiye, Irak ve İngiltere arasında 1926’da yapılan Ankara Antlaşması’yla Irak’a bırakılmış. Şimdi Irak’ın kesin parçalandığını başka devletlerin kurulduğunu düşünelim. Türkiye’nin o zaman Ankara Antlaşması’na geri dönüp bu hesabı yeniden açması uluslararası hukukta yeri olan bir konu mudur? Yoksa sadece bir siyasi çıkış mı?

 

Kürkçüoğlu: Devletler hukuku okumuş, ama uluslararası hukukçu olmadığım için, siyasi tarihçi olarak şu anda bizimle ilgili en yakın bir örnek, belki de emsal olarak Kıbrıs’ı hatırlayabiliriz. Bu konuda özel bir araştırma yapmadım, ama bildiğim kadarıyla 1922-23 Lozan görüşmeleri sırasında İngiltere’ye bırakılan Kıbrıs’ın statüsünde bir değişiklik, İngiltere’den başka bir ülkeye verilmeye kalkışılması halinde, Türkiye’nin söz hakkı doğacağına ilişkin bir hususu heyetimiz tartışmalarda dile getirmişler, bir şekilde kayda sokmuşlar. Anlaşma metninde yok, ama tartışmalarda var. Daha sonra 1950’lerde Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması tehlikesi ortaya çıkınca, Türkiye bu hususu da hatırlatarak taraf olarak ortaya çıkıyor. Ondan sonra 1959-60 anlaşmaları ve gerisi biliniyor.

 

Yani, böyle bir olay var. Ama, yine bildiğim kadarıyla 1926 anlaşmasının görüşmelerinde, kayıtlarında veya deklarasyona geçmiş hususlarda, ek belgelerde, Kıbrıs için sözünü ettiğim tarzda bir kayıt yok. Ama, en azından siyaseten tabii ki Türkiye’yi ilgilendirir. Çünkü, konu yanı başındaki bir ülke ile anlaştığı sınır. O ülkede bir oluşum, o ülkenin değişmesi, parçalanması gibi bir oluşum ortaya çıkarsa, Türkiye’yi birçok bakımdan ilgilendirir, ama hukuki açıdan pek mümkün görmezken, tekrar vurguluyorum, hukukçu olmadığımı kaydederek söylüyorum. Siyasi açıdan komşu olarak, tarihsel, ekonomik, stratejik birçok açıdan, 1926 anlaşmasını yapmış bir ülke olarak, Türkiye’nin bu oluşumla ilgilenmesi gayet doğaldır. Tabii ki Türkiye, 1926’daki statünün devamından yana olacaktır. Yalnız, Kıbrıs gibi söz hakkı olduğundan emin değilim. Umarım ki, konuyu bilen bir hukukçu böyle bir hakkın olabileceğini söylesin. Öyleyse o zaman mesele kalmıyor.

 

Belki Türkiye şunu da yapabilir, Kıbrıs’ı bir nevi emsal göstererek hareket edebilir. İşte geçmişte etrafımızda bir barış denizi oluşsun diye, birçok hakkımızdan da vazgeçerek anlaşmalar yaptık. Kıbrıs’ta taviz verdik, Musul’da taviz verdik vs. Ama niye? Bir an evvel Türkiye barış dönemine girsin, çağdaş bir toplum yapısına kavuşsun diye. Onun için Birinci Savaş sonrasında yapılmış tek barış Türkiye ile olandı ve sonra gerçek barış da o oldu. Çünkü, oturup müzakere edilerek yapıldı, ötekiler tek taraflı olarak yenenlerin kararlaştırdığı metinlerdi. Birinci Savaş döneminin bitmesi insanlığın da beklentisiydi. Bölgenin ve dünyanın barışı için Türkiye, bu tür fedakârlıklar yaptı. Kıbrıs gibi, Musul gibi, Batı Trakya’dan, Ege adalarından da fedakârlıkları oldu.

 

Ültanır: Misakı Milli’ye göre en büyük fedakârlık Musul.

 

Kürkçüoğlu: Evet, büyük fedakârlık Musul’da, Türkiye o zaman burada plebisit yapılmasını istiyordu. Demek ki, Kürt asıllıların çoğunlukta olduğu yerlerde bile Türkiye’ye katılma yönünde bir havayı görüyordu ki, “Plebisit yapılsın” diyordu. Aynı şeyi istemeyen ise, Musul’u Türkiye’den koparmaya çalışan İngiltere idi. İngiltere, çok garip gerekçelerle karşı çıkıyor, “Plebisit bir kralın seçimi gibi konularda yapılır”, orada bir teknik hata da yapıyorlar, ona referandum demek lazım, “Ama bir ülkenin kaderiyle ilgili konuda yapılamaz” diyordu. Nasıl büyük bir yanlış!...

 

Ültanır: Üstelik, “Oradaki insanlar cahil” diyor.

 

Kürkçüoğlu: Yani, neresinden tutarsanız tutun, demokrat İngiltere’nin söylememesi gereken şeyler. Avrupa’nın bazı yerlerinde plebisitler yapılıyor, bazı toprakların kaderi belirleniyor. Dolayısıyla, o tarihte Türkiye bu tür anlaşmaları yaparak, onun da birtakım bedellerini ödeyerek, çünkü içeride pek çok muhalif unsurlar var. Cumhuriyet’in ilk yıllarının en büyük sıkıntıları yaşanıyor. Bütün bunun nedeni çağdaş bir Türkiye’yi yaratmak için yapılan fedakârlıklar. O zaman Atatürk bunları yaptı ve şunu da gösterdi: Batı istilasına karşı çıkıyor, ancak batılılaşmaya, çağdaşlaşmaya karşı olmuyor, bilakis onu sağlamak istiyor. “Bu ülkeyle dostluk sizin de lehinizedir” demeye de getiriyor. O yıllarda dünya bunu görmüş, güzel ilişkiler kurulmuş, Türkiye o yıllarda büyük itibar gören bir ülke olmuş.

 

Bugün Amerika’nın ve İsrail’in müttefik olarak Kürt unsurunu görmesini ve oluşumunu desteklemesini, ben o yıllarda Türkiye’nin verdiği güçlü görüntü ve mesaja benzetemiyorum. Az önce söylediğim gibi, kendi hallerine bırakıldığında biter. Nerede Atatürk çapındaki liderleri, nerede çağdaş bir ülke olmak? Petrol gelirleriyle ikiye bölünmüşlüğünün kavgasını bir süre unutmuş iki aşiretin, iki liderin (Barzani ve Talabani), her şeyi ikiye bölerek anlaştıkları bir Irak’ta yarın ya da öbür gün kendi aralarında yeni kavga çıkmaz mı? Hele hele Kürt olmayan unsurlara orada, bırakınız söz hakkını, hayat hakkı tanınır mı?

 

Bu, petrol gelirleriyle bina dikilerek olacak bir iş değil. Uzun bir birikimin sonucu olacak şeylerdir. Etkileşimin, dünyaya açık olmanın gerekli olduğu muazzam bir olgudur. Böyle bir ülkeye güvenip, “stratejik müttefikimiz böyle bir ülkedir” diye plan yapmak gerçekten çok büyük bir değerlendirme hatası olur. Oradaki Kürtlere de, İsrail’e de, Amerika’ya da, hepimize de yazık olur. Bunu söylemek, bir ırka ya da öbür ırka düşmanlık değil, ama aklın, bilimin yolu ve tarihin bize gösterdiği bu.

 

KERKÜK’E ULUSLARARASI STATÜ MÜ ÖZERK YAPI MI?

 

Ültanır: Sevgili Hocam, şimdi Musul’dan bizim için Musul’un sancağı olan Kerkük’e geçelim. Kerkük merkezi itibariyle bir Türkmen kenti. Kerkük’te 1959 katliamından siz de bahsettiniz. Daha sonra Kerkük’e Arapların yerleştirildiğini biliyoruz. Şimdi, Amerikalılar Kerkük’ün denetimini Kürtlere bıraktılar. Kürtlerin Saddam’dan gördükleri kötü muameleyi diğer etnik unsurlara yapma eyleminden de söz ettiniz. Bu yıl sonunda Kerkük’ün statüsünü belirleyecek referandumun yapılmasını isteyenler ve istemeyenler var. Kürtler isteyenlerin başında, Türkmenler de biz de istemiyoruz, Irak’taki Arap unsurlar da istemiyor.

 

Kürtler Kerkük’e girince ilk defa Tapu Dairesi’ni yağmaladılar. Şimdi oradaki Türkmenlere eziyet ediyorlar, evlerini yakıp yıkıyorlar. Orada bir baskı, yıldırma ve belki de gizli bir katliam hazırlığı devam ediyor. Referandumun sonucu Kürtler kazanırsa ki, her şey onun için tezgahlanıyor, katliam soykırıma dönüşür endişesi çok büyük. Bir referandum yapılacaksa, önce normal düzen gerekir, ama Kerkük’te düzen değil, korku, taciz, eziyet, sahtekârlık akla ne geliyorsa var. Nüfus yapısı da dışarıdan Kerkük’e taşınan Kürtlerle bozuluyor. Çünkü, Kerkük’te gözler yerüstünden yeraltındaki petrole çevrilmiş durumda. Zaten, Musul elimizden petrol varlığı nedeniyle koparılmadı mı? Türkmenlerin çektikleri bütün eziyet hep o petrolden kaynaklandı.

 

Şimdi Kerkük için görüşlerinizi almak istiyorum. Kerkük’ün statüsü ne olmalı? Uluslararası bir statü mü tanınmalı, Kerkük’e kendi başına muhtariyet mi verilmeli, yoksa sonu tehlike ve belki de savaş getirecek bir başka statü mü? Ne dersiniz?

 

Kürkçüoğlu: Amerikalıların çabuk sonuca ulaşmak için bir şeyi öbürüne benzetip hemen o ona eşittir gibi değerlendirme alışkanlıkları vardır. Şunun için söylüyorum: 1995 yılında Bosna-Hersek barışını sağlayan Hollbroke’un -“Demokrat yönetimde Dışişleri Bakanlığı için tekrar adı da geçiyor”- Clinton döneminde de geçip olmamıştı –“oradaki çözüm Kıbrıs’ta da niye olmasın?” gibi sözü vardı.

 

Ültanır: Evet, Richard Hollbroke, ABD Başkanının Kıbrıs Özel Danışmanı iken, Bosna-Hersek çözümünü Kıbrıs için öne sürmüştü, şimdi bunu Kerkük için öne sürmekle kalmayıp bastıracaklar mı diyorsunuz?

 

Kürkçüoğlu: Kıbrıs için garip olur, şartlar birbirinden ayrı tabii. Fakat, Hollbroke yakınlarda, “Irak’ta niye olmasın?” dedi. Bu bana makul geldi. Bence Kıbrıs ile Bosna-Hersek o kadar benzemiyor, fakat Kuzey Irak ve Kerkük’te benzerlik daha çok bulunabilir gibi. Nasıl ki orada Bosna-Hersek Federasyonu içinde Respublika Srpska (Sırp Cumhuriyeti) dedikleri küçük bir devletçik oluşturdular, ondan sonra o karışık yapı içerinde 1995’de Dayton Barış Antlaşması’nı yaptılar.

 

Tabii ki orada bulunan uluslararası güçlerin sayesinde hiç olmazsa iş, o kanlı aşamalardan kurtuldu. Gerçi Bosna-Hersek kalıcı bir çözüme ulaşmış değil, yine bazı sıkıntılar var, ama bir barış sağlanmış oldu. Bu model Kıbrıs için değil, ama Kuzey Irak’ta niye olmasın? Kerkük’ün uluslararası statüye konulması, bir zamanlar Kudüs için düşünüldüğü gibi yahut da Dayton Antlaşmasını andıran bir özerk yapı olabilir. Burada da bir farklı statü, özel bir statü oluşturmak niye mümkün olmasın?

 

Ültanır: Hocam hem uluslararası statü dediniz, hem de özerk bir yapıdan söz ettiniz. Olabilecek modelleri açıklıyorsunuz da, daha çok uluslararası statüyü mü benimsiyorsunuz. Onu açıklamanızı rica edebilir miyim?

 

Kürkçüoğlu: Kerkük için uluslararası statü derken, vaktiyle Kudüs için düşünülmüş statü iyi olur da, ne ölçüde pratik olur onu bilemiyorum. Emin olamıyorum, yapılabilirdi, ama Kudüs’te de olamadı. Hiç olmazsa Irak’ın bütünlüğü içinde özel bir statü düşünülebilir. Yine Irak’ın içinde kalsın, ama kuzeyi ya da güneyi ona buna bağlanmaksızın, bir bakıma hepsine eşit ölçüde bağlı, dolayısıyla merkeze Bağdat’a bağlı bir yapı düşünülebilir.

 

Kerkük’ün nüfus kompozisyonundaki hassasiyetin yanısıra, tabii ki petrol bakımından önemi apaçık. O petrol özelliğindendir ki, Irak’ın kuzeyindeki Kürt oluşumu burayı mutlaka kendisine katmak istiyor. Bugünlerde müzakeresi yapılan petrol kanunu taslağı hazırlanırken, doğru olarak merkezin, yani Bağdat’ın petrol gelirlerini toplayıp, ondan sonra nüfus oranlarına göre dağıtması öngörülüyor. Dolayısıyla, Irak’ın bütünlüğünü korumak gerekli ve bu sürdükçe, takvimler de bu yapıya göre işliyor. Bağdat’ın bu imkâna sahip olması doğru. Dolayısıyla, Kerkük’ün de Kuzey Irak’a Kürt bölgesine katılması, petrol gelirlerinin Kürtlere bırakılması yanlış olur. Zaten gelişmeler de bu doğrultuda değil.

 

Şimdi ne kadar kesindir bilmiyorum, ama Kerkük’teki referandumun iki yıl ertelenmesi konuşuluyor. Bütün bunlarla sağduyu galip gelip, oraya bir şekilde farklı bir statü kazandırmakta yarar var. Nüfus kompozisyonunu kendi lehlerine çevirterek, “illâ bizim olacak” demeleri doğru değil.

 

Sırası gelmişken, Bosna Hersek’te yapılan bir yanlışı da söyleyeyim, burada yapılmaması gerekir. Bosna-Hersek’teki mesele, Müslümanlar ile Sırplar arasında diye konuluyordu. Bir kargaşa vardı. Ayrımı etnik unsura göre yapacaksanız, o zaman ne demek lazımdı; Sırp, Hırvat, Boşnak. Dine göre yapacaksak, o zaman Hıristiyan, Müslüman. Şimdi böyle bir karışıklık Irak’ta yapılıyor; Sünniler, Şiiler ve Kürtler. Kürtlerin de büyük kısmı Sünni. Ya bunu etnik unsura göre yapalım, Araplar, Türkmenler, Kürtler falan yahut dinsel unsura göre yapalım, Müslümanlar, Hıristiyanlar. Müslümanları da Şiiler, Sünniler diye ayıralım. Ancak, Kürtlerin ve Türkmenlerin içinde de Şii unsurlar var. Bosna-Hersek’teki gibi etnik ve dini unsuru karıştırmak biraz da iyi niyetli değil.

 

Bosna-Hersek’te yapılmış, Irak’ta uygulanabilir olumlu şeyler varsa yapalım, ama orada yapılmış olumsuz şeyleri burada tekrarlamayalım. Benzer diye bazı şeyleri empoze edip zorlamayalım.  Kürtler işi inada da bindirdi. Amerika’dan aldıkları güçle, evvelce Türkiye’ye karşı çok daha saygılı üslup kullandıkları halde, özellikle Barzani meydan okuyucu bir üslupla, “Kerkük bizimdir, kimse karışamaz, Türkiye’nin müdahalesi dış müdahale olur” vs. Peki, Amerika’nın Irak’a müdahalesi dış müdahale olmuyor mu? O sayede üst konumlara geliniyor. Ama, Türkiye’nin haksızlıkları önlemek için söylediği sözler veya dile getirdiği müdahale ihtimali, içişlere karışmak oluyor. Bunlar çifte standarttır, tutarsızlıktır. Irak’ın içişi ise Amerika dahil herkese karşı bu argümanı kullan, kullanamıyorsan o zaman kimseye karşı da kullanamazsın, hakkın olmaz.  Sırası gelince yüzüne vururlar.  Bunu da dile getirmek lazım.

 

Barzani, mesela bir argüman daha kullanıyor; “Efendim İstanbul’da da PKK olayı oluyor, Türkiye de ondan sorumlu mu ki, ben de buradakinden sorumlu olayım?”. Nasıl bir demogoji? Arada çok büyük bir fark var. Türkiye onunla mücadele ediyor, ama sen etmiyorsun. 1926 antlaşmasının bir maddesi, her iki tarafın birbirlerinde, birbirleri aleyhine olacak faaliyetlere engel olacakları hükmünü taşır.

 

Irak hükümeti, Kürt yönetimi, Amerika, PKK ile mücadele konusunda topu birbirlerine atar durumdalar. Şimdi apaçık, sen orada devletsen, Irak’ın içinde Türkiye’ye karşı faaliyeti önlemek senin zaten görevin. Onu yapmıyorsun. Demagoji ile kandırmaca yapmaya çalışıyorsun. Bu çok büyük bir hukuki sorumluluk da yaratır. Maalesef hukukun gücünün zedelendiği bir uluslararası yapıda, bunları hukuki yoldan nereye götüreceksiniz? Nasıl sonuç alacaksınız? Irak’ta hâkim ya da yargı makamında oturacak kişiler suç işliyor durumda ise ilgili mercilere, Birleşmiş Milletler’e nasıl götüreceksiniz? Velhasıl içler acısı bir tablo.

 

Görevini yapmayıp, o unsuru “Türkiye’ye karşı koz olarak tutarım” dediği zaman, bir zamanlar Hafız Esat’ın Öcalan’ı Suriye’de tutarken koz olarak kullanma eylemine dönüşür. O zaman o olayın sonunda nasıl çözüldüğü, Türkiye’nin hangi tavrı aldıktan sonra çözüldüğü, ondan sonra Suriye’nin daha Hafız Esat hayatta iken Türkiye’ye karşı nasıl bir muhabbet tavrına yöneldiği biliniyor. Bu da bir gerçek. İşi hukuk yoluyla çözmek gerekir, ama hukukla çözülemiyorsa, iş sonuçta kuvvetle çözülüyorsa, el elden üstündür. Türkiye daha güçlü bir ülke olarak söz hakkına varır, kimsenin laf etmeye hakkı da olmaz. Onu önlemek istiyorlarsa, lütfen hukuka uygun davransınlar, bu kadar basit.

 

 

Kırmızı Çizgi Yok, Olaya Göre Hareket Var!

 

 

E. Tümgeneral Yaşar KARAGÖZ

Terörle Mücadele Özel Temsilci Yardımcısı

 

 

Ültanır: Sayın Paşam, Türkiye’nin gündeminde önemini hiç kaybetmeyen Kuzey Irak ve Kerkük konuları var. 1923’de Lozan’da çözümlenemeyen Musul sorunu için o zamanlar İsmet Paşa, Atatürk’e, “Türkiye’nin gelecekte başını ağrıtacak mesele” demiş. Bu sorun dün olduğu gibi bugün de belki yarınlarda da başımızı ağrıtmaya devam edecek. Siz bu konuyu ve tüm gelişmeleri stratejik boyutuyla yakından izleyen uzman bir kişisiniz. Biliyorsunuz Kerkük için TBMM özel bir gizli oturum da yaptı. Bu arada Sayın Genelkurmay Başkanımız Orgeneral Yaşar Büyükanıt Paşa Kürt yönetimi ile diyalog kurulmasını istemezken, hükümet bir bakıma diyalogdan yana. Tüm bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

İŞLER SAVAŞLA HALLEDİLMEMELİ

 

Karagöz: Şimdi uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde düşündüğümüz taktirde ve Türkiye’nin politikaları gereği, hep üzerinde durduğumuz birleşik bir Irak’tır. İlk düşüncelerimize göre, bildiğiniz gibi üniter Irak üzerinde duruldu. Ancak, üniter Irak yeni anayasa çerçevesinde federatif bir yapıya dönüştü. Biz her ne kadar federatif yapıyı içimizden benimsemiyorsak da bunu bir anlamda kabullenme durumundayız. Bu birinci husus.

 

İkinci husus, yapılan bütün çalışmalarda biz, Türkiye’de yaşayan Kürt asıllı kardeşlerimizi, Kuzey Irak’ta yaşayan ve PKK’ya destek vermeyen Kürt kardeşlerimizi, aynı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Türk kardeşlerimiz gibi, Irak vatandaşı Türkmen kardeşlerimizi hepsini kucaklıyor ve son derece benimsiyoruz. En başta bu bölgede işlerin savaşla halledilmemesini, birbirlerimizin ekonomik çıkarlarını da koruyarak güçlerimizin bir anlamda her yere karşı birleştirilmesini, bu sayede de gerek Irak’taki bu kardeşlerimizin gerek Türkiye’deki kardeşlerimizin huzur içinde yaşamasını diliyoruz.

 

Diğer bir husus, Atatürk’ün bize çizdiği “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikası ve çeşitli şekilde bugüne kadar gelen Türkiye politikalarıyla, hiçbir kimsenin toprağında yerinde gözümüz yok. Bizim toprağımız haritada çok iyi görebileceğiniz gibi bize yeter de artar bile. Yeter ki biz kendi kaynaklarımızı uygun şekilde kullanalım.

 

Şimdi haritada Kürt kardeşlerimizin yaşadığı dağlık araziye bakarsanız, Irak’ın içinde ne kadar küçük bir yer olduğunu ve Türkiye’ye kıyasla ne kadar küçücük bir yer olduğunu görebilirsiniz. Zaten verilen rakamlara göre burada 4-4.5 milyon civarında Kürt, 2-2.5 milyon civarında da Türkmen (Irak’ı Anlamak -William R. Polk) kardeşimiz var. Tabii kalan Irak nüfusunun yüzde 60-65’inin Şii, yüzde 20-25’inin de Sünni Arap olduğunu biliyoruz.

 

Ültanır: Bizi orada rahatsız eden etnik yapı değil de sırtını Amerika’ya dayamış Kürt yönetimini, geçmişte kendilerine arka çıkan Türkiye’ye karşı düşmanca tavrı ve PKK’yı himaye edişleri. Problem buradan kaynaklanmıyor mu?

 

SORUN OLAN PKK

 

Karagöz: Şimdi gelelim konuya, bizim problemimiz ne? Bizim problemimiz, kendi ülkemizde güvenliği bozan bu PKK ile mücadele. PKK ile mücadele konusunda bize destek vermeyen kuzey Irak yönetimiyle de Genelkurmay Başkanımız görüşmenin herhangi bir anlamının olmadığını ifade ediyor. Sayın komutanımızın düşüncesi bu, ama eğer bunlar tavırlarını değiştirir, Türkiye’ye karşı söylemlerini yumuşatır, geçmişte aynen Suriye’nin uyguladığı birtakım politikaları uygularlarsa, nasıl Suriye ile ilişkiler geliştirildiyse, hiç muhatap almadığımız insanların cenaze törenine bile Sayın Cumhurbaşkanımız gittiyse, benzer koşulda bunlarla da ilişki kurulmasında sakınca kalmayabilir. Ama, Kürt liderlerin bu olguyu iyice anlaması lazım. Hasmâne konuşma ve tavırlar hiçbir şekilde toplumların iyiliğine olmuyor.

 

Türkiye demokratik bir ülke. Herkesin kendisine göre değer yargıları var. Bizim oradaki halklarla zaten bir sorunumuz yok. Oradaki Türk asıllılarla nasıl ilgileniyorsak, Kürtlerle de ilgilendik. Kısa tarihi geçmişe bakarsanız, Saddam’ın darbesine maruz kaldıkları zaman Kürtleri koruyan ilk millet yine kardeşleri Türk milleti olmuştu. Bundan sonra da böyle olacağına ben eminim.

 

Şu haritada gördüğünüz gibi PKK’nın kampları o kadar sınırımıza yakın ki, bunların hepsinin yerleri ve her şey biliniyor. Bizim istediğimiz ve yapmak için gayret ettiğimiz bu kampların kapatılması. Baharla birlikte bunların başlayan aktiviteleriyle hem Kuzey Irak’a ve hem de Türkiye’ye çıban başı olmalarını istemiyoruz. İstediğimiz bu, yoksa bizim Kuzey Irak’tan toprak talebimiz yok.

 

Biraz sonra Kerkük’e de değineceğim, ama bizim onlardan petrol talebimiz de yok. Siz konunun uzmanısınız, benden çok daha iyi biliyorsunuz, petrol bugün için kıymetli. Önümüzdeki 50-100 sene içinde bu bölgedeki petrol bitecek. Dünya petrolün yerine mutlaka bir alternatif koymak zorunda kalacak. Ben bu söyleşimizde enerji konusu üzerinde durmayacağım.

 

Şimdi petrol kadar kıymetli, belki 10 sene sonra daha da kıymetli olacak bir başka maddemiz var, o da “su”. Bir sürü çalışmalar yapılıyor, belki petrolün yerine bir başka enerji kaynağı bulunacak, ama su çok önemli ve yerine başka bir maddeyi koymak mümkün değil. Arap yarımadasında Suudi Arabistan’a veya benzer ülkelere gittiğiniz zaman, bir litre benzin mi pahalı, bir litre su mu pahalı? Bir litre su daha pahalı.

 

Dolayısıyla, bizim hiçbir şekilde, “Gidelim de Kerkük’ün petrollerini alalım, ebediyen bizde kalsın” gibi bir talebimiz de yok. Biz sadece sınırımızın güvenliğini sağlamak istiyoruz. İleride bize düşmanca emeller besleyen yeni bir kuşak, yeni bir ülke sınırımızda olmasın istiyoruz. Bizim çabamız bu.

 

Kerkük, haritaya baktığınız zaman kuş uçuşu 250 km, Musul 130 km, şimdi buralara karayolu ile gitmeye kalkarsanız epey problemli bir konu ortaya çıkar. Kaldı ki, Irak’ta realitenin en büyük parçası Amerikan birlikleri. Bizim burada muhatap aldığımız bölgeye hâkim olan Amerikan varlığı.

 

ABD’NİN YANLIŞ YAKLAŞIMI

 

Ültanır: Türkiye’nin sorunu da Amerikalıların konuya yanlış yaklaşımı değil mi?

 

Karagöz: Amerikalıların aklında, kendilerince çizilmiş birtakım politikalar var. Yavaş yavaş temizlenmekte olan Neocon ekolü de artık eskisi gibi benimsenmiyor. Neoconcular hemen yeni bir Ortadoğu yaratacaklardı. Birkaç sene içinde hâkim olabileceklerini sanıyorlardı. Realiteyle karşılaştıklarında, bunu yapamayacakları da anlaşılmaya başlandı. Şimdi, Irak’ın yüzölçümü içinde küçük bir bölge sayılacak Bağdat’ı bile kontrol etmek için aşırı bir gayret sarf etmek durumundalar. Tabii dileriz bölgeyi kontrol etsinler, sulh ve sükûn sağlansın.

 

Amerika Birleşik Devletleri sulh sükûnu sağlamak için yapamadığı şeyleri güvendiği ülkelerden danışmak durumunda. Şimdiki yeni ekip bu danışmaya biraz daha açık. Terörle mücadele için özel temsilcilik kurulsun diye Amerika’nın Joseph Ralston Paşa ile önerisi geldiği zaman, biz buraya uluslararası ilişkiler konusunda uzmanlığı olan ünlü hocalarımızı, sosyolog hocalarımızı, Irak’ı ve Amerika’yı çok iyi bilen yetkili şahısları davet ettik. Onlara dedik ki, “Biz bu özel temsilciliği kişisel olarak üstleneceğiz, ama siz bu özel temsilciliğin faydalı olup, olmayacağı konusunda ne düşünüyorsunuz?”. Bunların tamamı bize çok faydalı olacağını, Ralston Paşa vasıtasıyla Amerikanın yönetim tabakasına kolaylıkla ulaşabileceğimizi, anlaşılmamış problemlerin iki asker arasında daha rahat konuşulabileceğini ifade ettiler ve bizi bu görev için teşvik ettiler. “Bu çok başarılı olacak” dediler.

 

Edip Başer Paşanın da çeşitli vesilelerle söylediği gibi, Ralston Paşa ile yapılan görüşmeler gayet iyi geçmiştir. Tabii ki olaylar çok istediğimiz hızda gelişmiyor, ama bazı şeyleri Ralston Paşa çok güzel anlıyor. Üstelik bizim görüşlerimizi benimsiyor. Ralston Paşa sorunları bizim anlatamayacağımız şekilde, bizim görüşlerimizi Amerikalı yetkililere anlatıyor. Savunma Bakanı, Dışişleri Bakanı ile görüşmelerinde, “PKK Türkiye için rahatsız edici boyuttadır, tehdittir, onun için bir şey yapmamız kesin gerekir” diye karar verildiğini de ifade etti. Bu bugüne kadar yapılmamış bir şeydi. Ancak, somut bir şey yapılmadıkça, bunu kamuoyunun önüne çıkıp nasıl anlatırsınız. Ancak zor gitse de gelişmeler oluyor.

 

Ültanır: Biraz önce Kerkük sorununa bir cümle ile değindiniz, ama ona azıcık daha geniş bakabilir miyiz?

 

Karagöz: Hocam, şimdi Kerkük konusunda ne yapabiliriz? Ona da bakalım. Uluslararası politika belli. Biz buraya hücum edip de Kerkük’ü ele geçirip, burada kalıcı olacağız diyemeyiz. Böyle bir hakkımız yok. Buraya gireceğiz, Türkmenleri organize edeceğiz, ondan sonra geri çıkacağız dersek, bu ortamda bence böyle bir operasyon da çok uygun olmaz.

 

KERKÜK SORUNU DÜNYA KAMUOYUNA ANLATILMALI

 

Peki ne olabilir? Biz oradaki Türkmen kardeşlerimizi teşvik etmek suretiyle, problemlerini dünya kamuoyuna daha iyi anlatmalarına yardımcı olabiliriz. Konunun Birleşmiş Milletler’e taşınmasına yardımcı oluruz. Herhangi bir olay çıktığında bunlara maddi, manevi destek verebiliriz. Olayı bu şekilde algılamak lazım. Yoksa, herkesin ağzında gereksiz bir söz, “Kerkük’te bir şey olursa taarruz edelim”. Hiçbir şeye böyle karar verilmez.

 

Bazı gelişmeler herhalde yanlış anlaşılıyor. Her kurmay hesaplarını çok iyi yapar, ulusal çıkarlarını hesaplar. Bir karar müessesesi çalışır ve ondan sonra karar verilir. Olaylar çok hızlı geliştiğinde, bu karar verme müessesesi tam çalışmadığında bir de bakıyorsunuz sayın Başbakanımız, sayın Komutanımız, Dışişleri Bakanımız ve hatta Özel Temsilcimiz Emekli Orgeneral Edip Başer Paşa da birbirinden nüans farkı ile benzer şeyleri söylüyorlar, ama o farktan ötürü yanlış anlaşılabiliyor. Burada medyanın tutumu da malûm. Ondan sonra herkes bir yana çekince, büyük ayrılıklar varmış gibi görünüyor. Kesinlikle öyle bir ayrılık olduğunu hiç zannetmiyorum.

 

Terörle mücadele zaman alıyor. Oradaki insanlarımız, Türkler de Kürtler de sıkıntı çekti. Bizim amacımız insanlar sıkıntı çekmesin, artık bu sıkıntılar bitsin. Kalkınma sağlansın, herkesin bir işi olsun. Biraz daha mutlu yaşasın, özgürlüğün de tadını çıkarsın. Kerkük için de Kuzey Irak’ın ve Irak’ın diğer yerleri için de isteğimiz bu.

 

Ültanır: Paşam tabii ki istenen gerginlik değildir, ama bugün bir gerginlik varsa onun sorumlusu da ne Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir ve ne de Türklerdir. Düne kadar bizden himaye görmüş, sırasında ekmeğimize ortak ettiğimiz, etnik kökenine bakmadan kardeşimiz dememize karşın, kendini bilmez bugünkü Türk ve Türkiye düşmanlarında sorumluluğu aramak gerekiyor. Benim sormak istediğim, hep silindi dediğimiz kırmızı çizgilerimizden acaba bir tane kaldı mı? Örneğin Musul, Kerkük için kırmızı çizgiden söz edebilir miyiz?

 

Karagöz: Kırmızı çizgi, bazı TV programlarında buna “casus belli” diyenler oldu.

 

Ültanır: “Casus belli” savaş nedeni demek, ama o anlamda almadan, ulusal hassasiyet gösterilen çizgiler olarak da bakabileceğimiz kanısındayım. Böyle bir kırmızı çizgimiz var mı?

 

Karagöz: Şimdi de birtakım kırmızı çizgilerden bahsedenler var, ama daha evvel de kırmızı çizgiler çizilmişti. O çizgilerle oynandı. Şimdi kırmızı çizgi-mizgi yok. Bizim çizgiye de ihtiyacımız yok. Zamanı gelince olayları değerlendirip o olaylara göre hareket edilmesi son derece doğal. Türkiye Cumhuriyeti’nin menfaatleri hangi istikamette ise, o istikamete doğru konular gündeme getirilir.

 

Ültanır: Bizim geçmişteki kırmızı çizgilerimiz buharlaştı ve bugün kırmızı çizgi siyasetinin doğru olmadığının da kabul olunduğu anlaşılıyor. Geçmişteki kırmızı çizgilerimizden bir tanesi Kürdistan’ın oluşumuna aitti. Buradan Kürdistan diye bir bağımsız devletin çıkması istenmiyor, ama federe Kürt devletinin çıktığı kesin de, Kürtlerin ve müttefiklerinin bununla yetinip yetinmeyecekleri bilinmiyor. Bu olgunun ülkemize sirayet etmesinden de devletçe ve ulusça kaygı duyuyoruz. Batı basınında yer alan yorumlarda, “Geçmişte Türkiye burada oluşacak federe veya başka şekilde bir Kürt devletine şiddetle ‘hayır’ derken, şimdi böyle bir yönetime daha yumuşak bakıyor” diyorlar. Türkiye’de bir politika değişikliği var mı acaba? Sizin bu yumuşak bakışa ilişkin gözleminizi öğrenmek istiyorum.

 

KÜRT DEVLETİNE KARŞI TAVIR

 

Karagöz: Bir politika değişikliği var mı, yok mu? Ben onu bilmiyorum. Ama realite şu; şimdi Irak Amerika’nın da desteği ile kendisine bir anayasa hazırladı. Bu anayasada, “üç vilayet bir araya gelirse, bir federasyon kurabilir” diye yetkiler verdi, böyle bir federasyon kuruldu. Şimdi biz bu oluşumu yok sayamayız, ama şunun üzerinde durabiliriz. Irak bölünür de, bu federe devlet ayrılır, ondan sonra burada bir Kürt devleti kurulursa, ona karşı tavrımızı belirlememiz lazım.

 

Ültanır: Bu tavır belirleme açısından soruyorum, biz Kuzey Irak’ı 1926 Ankara anlaşması ile Irak’ın bütününe bıraktığımıza göre, o zaman alternatiflerden biri de bu topraklarda hak iddiamız olmaz mı? Nitekim, Dışişleri Bakanı da Amerika’da biz Musul’u Irak’ın tamamına bıraktık derken, bu çağrışımı başlattı.

 

Karagöz: Bu hukuksal olarak kanıtlanır da bizim burada haklarımız olduğu çeşitli vesilelerle ispatlanırsa, bunu illâ savaş yolu ile alacağız, buraya kırmızı çizgi çizelim dememeliyiz. Kamuoyunda nedense terörle mücadele için, Kuzey Irak’taki teröristlere karşı yapılacak faaliyetler için sanki silahlı kuvvetlerden başka hiçbir şeyimiz yokmuş gibi davranıyoruz. Silahlı kuvvetlerin kullanılmasına gelene kadar elimizde o kadar çok güç var ki, siyasi güç var, ekonomik güç var, psiko-sosyal güç var ve bunları kullanmadan, biz her seferinde birdenbire silahlı gücü kullanacağız, böyle bir şey tasvip edilir gibi değil.

 

Liderlerini kastederek söylemiyorum, ama bizim oradaki bütün insanları benimseyerek kucaklamamız lazım. Bunları biz Arap kardeşlerimize de söylüyoruz. Bir kere temel öğemizin insan olduğu bilinmeli. Biz bunları 600 yıl yönetmiş, emir komuta etmişiz. Bugün emin olabilirsiniz ki, yönetici kadrolarının bile aile yapılarının bir tarafında Türklük var. Yani biz bu insanlarla et-tırnak olmuşuz. Bugüne kadar Kürtlerle hiçbir ayrı gayrımız olmadı. Osmanlı tarihi içinde de Kürtler Arapların yanında değil, bizim yanımızda yer aldılar. Ama, her zaman bilinip söylendiği gibi İngiliz altınları çok güzel hizmet etti. Bizim iyi günümüzü zehir etmek için İngilizler daima bahane çıkardılar. Şimdi PKK’nın varlığı için de kim diyebilir ki, sadece içeriden organize edilmiştir diye, çeşitli dış destekleri biliniyor.

 

Ültanır: Tabii ki Musul sorunu 20’nci yüzyılın ilk çeyreğindeki İngiliz politikasının ürünü de, Neocon ABD yönetimi bugün İngilizlerin o politikasına yeni boyutlarla Kürdistan’ı katma çabasında. PKK bu amaçla bize karşı kullanılıyor.

 

Karagöz: Bir örgütün zeminini sarsmanız gerekir. Orada yaşayamayacağını anlamalı, birinci konu bu zemin meselesi. Biz ABD’den, Irak ve Kuzey Irak yönetiminden bunu bekliyoruz. Ralston Paşanın bize çok büyük desteği de PKK’nın dış destekleri konusunda oldu. İkinci bir konu da mali kaynaklarının kesilmesi. Zemini yok, mali kaynağı yok, psikolojik desteği yok, manevi desteği yok, işte o zaman örgüt biter. Bakın, Fransa’da PKK’ya karşı yapılan operasyonlar. Kim ne derse desin, Fransa yapmıştır vs. denebilir, ama ben bunun Ralston Paşanın etkisi ile olduğuna canı gönülden inanıyorum.

 

Problemlerimizi iyi anlatabildiğimiz ölçüde bu insanlar olayı algılıyor. Avrupalı ülkeler problemlerimizi nereden öğreniyorlar, basından ya da dışişleri kanalıdan mı? Tam tersi mülteciler oralara gidip, “Türk Ordusu bizi şöyle böyle ezdi” diye anlattıkları hikayelerden olayları çarpık biçimde öğreniyorlar. Bazı ülkeler, İsveç, Norveç ve Danimarka gibileri bu anlatımlara prim veriyorlar, Fransa gibi bazılarının da kendilerine göre başka sebepleri var. Bilse de bilmese de zaten bunları teşvik ettikleri için koruyorlar. Dolayısıyla, o halklar tek taraflı öğrenmiş oluyorlar.

 

Türk Ordusu da kendini ifade etme fırsatını her zaman bulamıyor. General arkadaşlarımız iki de bir çıkıp, “Vatandaşımızı şöyle koruduk” derse, bunlar da nedense kamuoyunda itibar görmüyor. Tunceli Güvenlik Komutanlığım sırasında, halktan bir kişiye zarar vermemek için neler feda ettiğimizi, inanın anlatamam. Operasyon sırasında atacağımız bir mermiden bir kişinin ağılı yanacaksa, icabında operasyonu kestik.

 

Çünkü, biz Türk Ordusu olarak şu inançtayız: Biz oradaki, terör bölgesindeki insanımızı bir parçamız sayıyoruz. İster Kürt olsun ister Ermeni kökenli olsun, etnik kökeni ne olursa olsun, bizim insanımız dediğimiz için biz onların haklarını, hukuklarını kanunlar çerçevesinde korumak istedik. Hiçbir zaman da zarar vermedik. Terörist ile halkımızı karıştırmamak için çok üstün gayret gösterdik. O bölgedeki insanlar bunu gördü ve bize inandı. Ne var ki, bu terörist örgütün hukuk anlayışı, insanlık anlayışı olmadığı için kafasına silah dayanan insan ne yapar? Ekmeğini verir. Bir gün köylünün biri bana kızarak dedi ki, “Paşam senin kafana silah dayasalar ekmeğini ver deseler ne yaparsın” diye sordu. “Ekmeğimi veririm, ama ‘bu benim son yudumumdu haram olsun’ derim” diye cevaplayarak, onlara da yol gösterdim. Ama, o insana ekmeğini verdi diye de kızmadım.

 

Ültanır: Paşam, Amerika’nın terörle mücadelede özel temsilcisi ile konuşurken, terör olayları ve bağlantıları dışında Kuzey Irak’ın ekonomisine ilişkin konular da gündeme geliyor mu?

 

Karagöz: Tabii çeşitli konular gündeme geliyor. Ama, Kerkük konusunda bizim yetkimiz olmadığı için konuşmuyoruz ve o da konuşmak istemiyor. Resmi görüşmeler de konuşmalar sınırlı olsa da, özel görüşmelerimizde Edip Paşam da ben de görüşlerimizi, hissiyatımızı onlara anlatmaya çalışıyoruz. Bizim bir arada yaşamakta, bu insanları kardeş kabul etmekte hiçbir sorunumuz olmadığını ifade ediyoruz.

 

Ültanır: Şimdi Paşam ben yine Kerkük konusuna dönmek istiyorum. Kritik konu o. Yıl sonunda referandumun yapılıp yapılmayacağı, yapılırsa malûm bir sonucun ortaya çıkaracağı büyük kriz söz konusu. O malûm sonucu pekiştirmek adına, şimdi Araplara para verilerek Kerkük’ü terk etmeleri isteniyor.

 

Karagöz: Burada kişisel düşüncemi söyleyebilirim. Amerikalılar gidip gidip geliyor, nasıl Bremer (L. Paul Bremer, ABD’nin eski Irak valisi – ilk işgal hükümeti başkanı) konusunda yanıldılarsa, Halilzad (Zalmay Halilzad ABD’nin Irak Büyükelçisi) nasıl birtakım yanılgılar içine düştüyse, Neoconlar’ın hepsi aynı yanılgıya düştü, bunların arasında da şimdi yanılgı içinde bulunanlar olabilir. Ama, olaylar geliştikçe bunları mutlaka değerlendireceklerdir. Zaten Bağdat’ta bir kaos devam ediyor. İkinci kaosu Kerkük’te çıkarmanın uygun olup olmayacağını mutlaka değerlendireceklerdir. Ancak bunu bizim zorumuzla mı yapacaklar. Yok, hayır. Biz bunları onlara güzel güzel anlatmalıyız.

 

Kerkük’te referandum yapılıp da herkes birbirine girerse, sadece Türkmenler mi zarar görecek? Sünni Araplar, Şii Araplar da zarar görecek, Kerkük karmaşık bir yer. Haritadan da görüldüğü gibi, Türklerin yoğun yaşadığı bir bölgenin içinde. Oradan Saddam zamanında gönderilen Kürtler 16-17 bin, ama şimdi gelmiş 350 bin deniliyor, 600 bin Kürt’ün de geldiği söyleniyor. Buna göre oylamanın sonucu zaten belli, o zaman hiç referandum yapmaya gerek yok. Ancak, bunları Amerikalıların anlaması lazım.

 

Dışişleri Bakanlığımızda gerçekten çok ehil, çok çalışkan insanlar var. Uzun yıllar bir arada çalıştığımız insanlarla, şimdi yeniden birlikte çalışma fırsatı bulduk. Onlarla çalışmaktan gurur duyuyorum. Çok güzel öneriler yapıyorlar. Ancak, zaman sınırlaması soruna neden oluyor. Bu yılın sonu diye anayasaya konması sorun, illâ bu yılın sonunda yapılmak istenmesi sorun, tabii bu Neoconların anayasası. Şimdi belki yumuşarlar. Kerkük eski kıvamını bulunca yapılacak denilseydi, olabilirdi. O zaman belki referanduma da gerek kalmazdı. Bu da aynı Ermeni meselesine döndü. Nasıl ki diaspora kendi kendine bir şey yaratıp sonra ona inanıyorsa, burada da Amerikalılar bir şey yaratıyor, herkesi ona inandırmak istiyorlar.

 

KUZEY IRAK SORUN OLMAYA DEVAM EDECEK

 

Ültanır: Paşam şu anda Kuzey Irak’ta PKK kampları sorunu var, ama o kamplar temizlense de Kuzey Irak sorunu daha uzun yıllar Türkiye’nin başını ağrıtacak görünüyor.

 

Karagöz: Evet, öyle gözüküyor hocam.

 

Ültanır: Zaho’dan Rayat’a, Telafer, Musul ve Kerkük’e kadar olan alan bugünkü Türkmen bölgesi ve bu soydaşlarımızın geleceğinin güvencede olmasına karşı hassas olmamız da doğal. Kürt yönetimi, belki Saddam’ın Türkmenleri sürüp yerlerine getirdiği Arapları para karşılığı gönderebilir, ama Türkmenlerin elinden Amerikan’ın verdiği dolarlarla vatanlarını alamaz. Barış için birlikte yaşamak zorunda olduklarını görebilmeliler. Ama, oradaki Kürt liderler bunu göremiyorlar.

 

Karagöz: 1968’de ilk Siirt’e gittiğim zaman, orada Çılgın Türk Kenan Çoygun bizim tugay komutanımızdı. O zaman Devrimci Doğu Kültür Ocakları vardı, Kürtçülüğü onlar yaparlardı. Lisenin duvarlarına yazmışlardı, “Barzani’ye iltihak edeceğiz” şöyle yapacağız, böyle yapacağız vs. Yani biz bunun babasından da çektik, oğlundan da çekiyoruz.  O ayrı mesele, ama 40 sene kuramadılar, bir 40 sene daha uğraşırlar. Sonra da kuramayacaklarını anlarlar.

 

Kürtlerin Şiilerle bundan sonra dost olması imkânı var mı acaba? Yok. Sünnilerle bu imkân var mı? Yine yok. Ayrıca ne Suriye ile ne İran ile geçinmelerine de imkân yok. Gene bunların dönüp dolaşıp tarihsel olarak Türk Devleti ile geçinmeye ihtiyaçları olacak. O zaman yeni politikalar geliştirelim, bir şeyler yapalım, nasıl bugün Avrupa Birliği’nde sınırlar daha gevşekse, düşmanca tavır beslemeden, terörü ortadan kaldırıp dostluk sınırı oluşturalım. Bunu okuyacak olanlar, ütopik konuştuğumu düşünebilir, çünkü bunların Avrupa kültüründe olmaları söz konusu değil, rönesansı yaşamamış insanlardan zaten o beklenemez. Düşmanlık niye? Ben onun toprağını alacağım ya da o benden toprak talep edecek. Bu devirlerde artık bunlar söz konusu olmamalı, Avrupa’da adamlar sınırları kaldırdı. Biz daha makul çözümleri bulmalıyız.

 

Bu çözümleri bulmak için önce PKK’nın yok olması lazım. Sonra hasmane tutuma girmeden konuşabilmeliyiz. Bir de şunu söylemek istiyorum. PKK ile mücadele korkulacak bir şey değil, çok zor da değil, o kadar alt ettik ki, bin defa daha alt ederiz, ancak eylemlerin tarzı kötü. Suikast gibi, mayın koymak gibi şerefsizce, haince plan yapıyorlar. İşte Kürt kökenli içişleri bakanımıza suikast düzenleme gibi eylemler planlıyorlar ve açığa çıktı. Bu ihanet dolu eylemleri hazmedemeyiz. Bu eylemlere de sadece Türk Ordusu mu karşı koyacak? Hayır herkes kendine düşeni en iyi şekilde yapmak zorunda diye düşünüyorum.

 

 

 

Türkiye’nin Güvenliği Açısından Kuzey Irak ve Kerkük Sorunu

 

 

E. Tümgeneral Armağan KULOĞLU

GLOBAL Strateji Enstitüsü Başdanışmanı

 

 

 

Ültanır: Paşam, Türkiye’nin kırmızı çizgileri pembeleşip buharlaşmışken, Irak Anayasası’nın öngördüğü Kerkük referandumu ve Irak’ın kuzeyindeki Kürt yönetiminin Kerkük’e göz dikmesi nedeniyle, Türkmen kenti Kerkük de gündem de ağırlıklı bir yere sahip. TBMM’nin gizli oturumunda da tartışılmış bir konu. Geçmişte Kuzey Irak’a sadece PKK için konuşulan sınır ötesi operasyon, şimdi gerekirse Kerkük için bile yapılabilir görünüyor. Bunlara ilişkin görüşünüzü alabilir miyim?

 

KIRMIZI ÇİZGİ VE KERKÜK

 

Kuloğlu: Türkiye’nin Irak bağlamında kırmızı çizgilerinin pembeleştiği veya kaybolduğu gibi söylemlere rastlamak mümkünse de, “Türkiye’nin kırmızı çizgisi var mıydı?” diye sormamız lazım. Yani kim deklere etti. Ben görmedim, ben bilmiyorum. “Şöyle olursa bu benim kırmızı çizgimdir. Bu aşıldığı taktirde ben müdahale ederim” diye bir resmi görüş açıklandığını bugüne kadar hatırlamıyorum.

 

Kerkük’te referandum yapıldığında, Türkiye referandum oldu ve Kerkük kuzeydeki özerk Kürt yönetimine katıldı diye müdahale etme hakkına sahip değildir. Kerkük’te yapılacak referandum, biz kabul etsek de etmesek de, ABD ve Irak tarafından Irak’ın bir iç sorunu olarak kabul edilmektedir. Gerçi, Amerika’da ve Birleşmiş Milletler’de Kerkük’te yapılacak referandumun sıkıntı yaratacağı, referandum sonrası gerginlikler yaşanacağı, kaos oluşacağı, bunun ertelenerek daha uygun sonuç bulunması gerektiği konusunda yapılan açıklamalar da vardır. Bence mevcut sıkıntı, Kerkük’ün bu duruma gelinceye kadar geçen aşamada yeterli girişimleri yapmamızdan kaynaklanmaktadır.

 

Bir ülkenin bir konuyu kırmızı çizgi olarak değerlendirmesi ve bunu deklere etmesi, bu çizginin aşılmasına imkân yaratmayacak ve bunu önleyecek tedbirlerin mutlaka alınmasını gerektirir. Bu konuda bütün siyasi, ekonomik, sosyal ve psikolojik girişimlerin yapılmasına rağmen sonuç alınamamışsa, askeri güç kullanılarak sonuç alınması da kaçınılmaz olur. Zaten bu girişim yapılmazsa, bir daha o ülkeye güvenilmez, itibarı zedelenir, iç kamuoyunda moral çöküntüsü yaşanır, uluslararası ortamda da etkisiz ülke durumuna düşer.

 

Ültanır: Peki, Türkiye’nin kırmızı çizgisi yok mu?

 

Kuloğlu: Türkiye’nin kırmızı çizgisi, kendi varlığını ve bekasını ve hayati çıkarlarını tehlikeye düşürecek girişimlerdir. Nedir bunlar diye baktığımızda; bunlar deklere edilmemiştir, değerlendirme sonucunda ortaya çıkmıştır, Kırmızı çizgi diyebileceğimiz üç tane konu vardır: Bunlardan bir tanesi PKK konusu, bir tanesi Türkmen konusu, bir tanesi de bağımsız Kürt devleti konusu.

 

Ültanır: Kırmızı çizgi olarak değerlendirdiğiniz PKK’nın etkisiz hale getirilmemesi, Kuzey Irak’ta Türkmenlere karşı katliama girişilmesi ve Bağımsız Kürt Devleti kurulmaya kalkışılması durumunda Türkiye’nin yapabileceği sınır ötesi operasyonları biraz açar mısınız?

 

SINIR ÖTESİ OPERASYON KOŞULLARI

 

Kuloğlu: PKK Türkiye’ye zarar vermeye devam etmektedir. PKK konusunda yurtiçinde alınan tedbirler yeterli olmaz ki, olmuyor, finans kaynakları kesilemez, örgüt liderleri yakalanamaz, lojistik desteği işlemez hale getirilemez, örgüt mevcudiyetini ve etkinliğini muhafaza etmeye devam eder. Gerek ABD ve gerekse Irak nezdindeki girişimler somut sonuç vermezse, sınır ötesi operasyonlar için gerekli şartlar oluşmuş demektir. Bu durumda Türkiye meşru müdafaa hakkını kullanır.

 

Böyle bir operasyonun çok gizlilik içinde yürütülmesi, kısa süreli, önceleri kısa mesafeli ve nokta hedeflerine yönelik olması, Hava Kuvvetleri ile destekli uçar birlik harekâtı ile vur-kaç taktiği uygulanarak yapılması, hem siyasi ve hem de askerî açıdan tepki gösterilmesine imkân vermeyecektir. Bu tip operasyonlar özellikle ABD ve Irak yönetiminin “Operasyon yapılamaz, iç işlere müdahale edilemez, burası egemen ülkedir” şeklindeki direncini kıracak, Kürt Özerk Yönetimi’ne dikkatli davranması yönünde bir mesaj olacaktır.

 

İkinci kırmızı çizgi, Kerkük veya diğer Türkmen bölgelerinden biri veya birkaçında, Türkmenlere karşı bir katliama girilmiş olması durumudur. Böyle bir durumla karşılaşıldığında, Türkiye’nin başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası kuruluşları derhal göreve çağırması, işgal kuvveti ve Irak yönetimi nezdinde girişimde bulunması, ancak bir soykırımla karşılaşıldığı ve süratli davranılmazsa katliamın boyutlarının büyüyeceği ikazı ile göreve çağırdığı ve girişimde bulunduğu güçleri beklemeden, soydaşlarının canını kurtarmak maksadıyla askeri müdahalede bulunması gereklidir.

 

Üçüncü kırmızı çizgi ise Irak’ın kuzeyinde bağımsız Kürt Devleti ilan edilmesidir. Bu konu için de Türkiye’nin önceden diplomatik deklarasyon da bulunması gerekir. Böyle bir oluşumun Türkiye’nin güvenliğini menfi etkileyeceği, böyle bir sonucun kabul edilemeyeceği, vukuu halinde mutlaka müdahale edileceğini belirten resmi bir açıklamanın yapılması elzemdir.

 

Böyle bir deklarasyonun caydırıcı olması da beklenebilir. Diğer taraftan, Türkiye’nin bu durumu kabullenmesi için; Kürt devletine hamilik yapma ve onlarla iyi ilişkiler kurma gibi söylemlere itibar edilmemesi çok önemlidir. Bu konuda kamuoyunun hazırlanması da faydalı olacaktır. Bağımsız Kürt devletinin ilan edilmesi halinde ise, öncelikle bunu tanımadığımızın beyanı, akabinde de askeri müdahalenin yapılması ülkenin saygınlığı yönünden gereken davranıştır.

 

Ültanır: Peki, uluslararası hukuktan kaynaklanan hakla yapılacak sınır ötesi operasyonlarda Türkiye’nin karşısına Amerika askeri güç olarak çıkar mı? Ya da hangi güçler çıkabilir?

 

TÜRKİYE’NİN KARŞISINA KİM ÇIKACAK?

 

Kuloğlu: Karşı çıkabilecek üç güçten söz edilebilir. Bunlardan birincisi PKK terör örgütünün elemanlarıdır. Bu Türk Silahlı Kuvvetlerinin tercih edeceği, sınır ötesindeki militanların yok edilmesi imkânının elde edileceği bir durumdur. Bu imkânla teröristlerin önemli bir kısmı etkisiz hale getirilebilir.

 

İkinci muhtemel güç peşmergelerdir. Eğer peşmergenin Türk Silahlı Kuvvetleri ile çarpışabilme cesareti varsa, bu gücün de ortadan kaldırılması, savaş azim ve iradesinin yok edilmesi fırsatı doğar. Kuzey Irak Yönetiminin de artık Türkiye’ye tehdit oluşturan söylem ve eylemleri son bulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Kuzey Irak konusunda yaptığı gizli oturuma siyasi karşılık olarak, kendi yerel meclisinde toplantı yapma cesareti gösteremez.

 

Üçüncü muhtemel güç ise ABD Silahlı Kuvvetleri görülmektedir. Ancak, tarih boyunca her iki silahlı kuvvetin çatışmaya giriştikleri görülmemiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye karşı bazı dostane olmayan davranışları olmuşsa da, politika olarak Türkiye’yi kaybetmek istemediği bir gerçektir. Böyle bir ortamda askeri anlamda mutlaka geri adım atacaktır.

 

Dünyadaki dengeler de buna mecbur kılar. Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri karşılıklı çatışma ortamına girmesi durumunda, İran Türkiye ile işbirliği yapmak isteyebilir. Suriye destek çıkabilir. Pakistan ve Azerbaycan destek verebilir. Rusya ve Çin taraf olabilir. Bütün bu gelişmeler dünya dengelerini değiştirebilir. Bu nedenle Türk Silahlı Kuvvetleri ile ABD Silahlı Kuvvetleri arasında bir çatışma olması o kadar kolay bir hadise değildir.

 

Ültanır: Yani, Türkiye’ye karşı Amerikan silahlı kuvvetlerinin ve dolayısıyla Amerika’nın eli-kolu bağlı mı demek istiyorsunuz?

 

Kuloğlu: Bu siyasi ve ekonomik anlamda bir şey yapmayacağı anlamına gelmez. Fakat, Türkiye’nin menfaati söz konusu olduğunda, bazı gelişmeleri ve riskleri de göze almak gerekir. Özellikle Kerkük’ün statüsü konusunda, ABD ile Irak’ın ısrarlı davranması halinde, referandum sonrası olması muhtemel Türkmen direnişine karşı girişilebilecek bastırma harekatının bir katliama dönüşmesi ihtimali ve beklentisi, askeri müdahale için dikkate alınması gereken, bu nedenle önceden tedbirli bulunulması faydalı mütalaa edilen bir konudur diye düşünüyorum.

 

ERMENİ SORUNU MU KERKÜK SORUNU MU AĞIR BASAR?

 

Ültanır: Sayın Paşam, ABD Kongresi’ne sunulmuş bulunan Ermeni tasarısı henüz kabul edilmedi, ama bu tasarının kongreden geçmesi ile Kuzey Irak ve Kerkük üzerinde Türkiye’nin hassasiyetlerini ABD’nin görmezlikten gelmesi, ABD’nin desteği ile Kürt devleti oluşumu ve Kerkük’ün o Kürdistan’a bağlanması her ne kadar iki ayrı konu ise de, dış politikada başımızı ağrıtan bu iki konuyu teraziye koyduğumuz zaman, terazinin tartısı ne gösterir, ya da Ermeni sorunu mu, Kerkük ve Kürdistan sorunu mu, bu iki tehditten hangisi ağır basar?

 

Kuloğlu: Şimdi tabii ikisi ayrı ayrı konular. Bir tanesi Ermeni soykırım tasarısı, tamamen Türkiye’nin üzerine bir suç yüklemek, “soykırım yaptı” demek suretiyle, onu kabullenmesi, özür dileme safhasına kadar getirilmesi ve ondan sonra da hepimizin bildiği üzere tazminat talebinde bulunulması ve daha sonra, Ermenistan anayasasında bulunan hükme göre de toprak talebinde bulunmasına kadar giden bir yolun açılması. Tabii bu kısa değil, uzun vadeli bir konu. Türkiye’ye tehdit teşkil eden uzun vadeli bir konu olarak değerlendiriliyor.

 

Gerçi, şu anda Ermenistan bütün gücünü kullansa Türkiye’ye tehdit teşkil edemez, Rusya arkasında olmadıktan sonra. Ama, ülkelerin milli hedefleri vardır. Milli hedefler anayasanın içerisine girmişse, ortam ve şartlar müsait olduğu zaman, bunlar dile getirilecek olarak nitelendirilir. Ermeni soykırım tasarısını bu safhada kabul ettirmeye çalışmasının sebebi, Ermenistan’ın milli hedefinin birinci adımını bu durumunda iken atmak, daha sonra güçlenince diğer adımları atmak şeklinde mütalâa edilebilir.

 

Kerkük konusu ise, Kuzey Irak ve Kerkük birbiri ile ilintili konular, burada önemli olan Kerkük’ün statüsünün Irak’ın kuzeyindeki yönetim içine dahil olması konusu. Kerkük’ün buraya dahil olması, kuzey Irak’taki yönetimin ekonomik olarak güçlenmesini temin edecek bir husustur. Dolayısıyla, teşkiline çalışılan bağımsız Kürdistan’ı hem politik ve hem de ekonomik açıdan güçlendirecek bir konudur. Bu hususta Türkiye’ye tehdit teşkil etmektedir. Çünkü, bir Barzanileşme hareketi vardır. Barzani’de Güneydoğudaki halka karşı bir sempati toplama aşaması vardır. Şu anda kimlik dağıtmaktadır. Düğünlerde altın dağıtmaktadır. Kitaplarını dağıtmaktadır. Türkiye’ye tehditvari söylemlerde bulunmaktadır.

 

Kerkük’ü de almış bir Kürdistan olarak nitelendirilen bölgenin, Türkiye’ye tehdidinin daha büyük olacağı ve ondan sonraki dönem için de büyük Kürdistan adımının birinci ayağı olarak nitelendirileceği söz konusudur. Çünkü, kendisine Güney Kürdistan demektedir. Demek ki, bunun kuzeyi var, Türkiye toprakları var, İran’ı var, Suriye’si var. Haritalarda verilen Karadeniz çıkışına kadar uzanan “Büyük Kürdistan” diye bir konu ortada var. O bakımdan bu da Türkiye’ye tehdit teşkil eden bir konudur.

 

Fakat, iki konudan hangisi daha fazla tehdit derseniz, tehdidin niteliği farklı olduğu için bu ayrımı yapmak biraz zor. Ama, işin enteresan tarafı, her ikisi de ABD’nin kontrolü altında olan konulardır.

 

ABD iç kamuoyundan kaynaklanan, iç siyasetten kaynaklanan, Demokratların Ermenilerden oy kaybını kabullenemediği için vermiş oldukları bir sözü yerine getirmek üzere, şu anda Amerikan Kongresi’nde görüşülmekte olan bir konu ve bunun çıkma tehlikesi var.

 

Diğer taraftan Kerkük’ün statüsünün şu anda referandumla Irak’ın kuzeyindeki yönetime katılmasının yaratacağı gerginlikten dolayı, ABD bu referandumu erteleme niyetinde olduğunu ifade etse de, bu da Kürtleri memnun etmeyeceğinden bunun da kabulü ihtimali var.

 

Onun için Türk-Amerikan ilişkileri zaten bir güven bunalımına girmiş durumda, daha zor duruma da girecek görünüyor. ABD şu anda çıkış yolu arıyor, çıkış yolu olarak da bizim karşımıza, bizim hassas noktamız, yumuşak karnımız olan PKK konusunda birazcık yardım etmek suretiyle, “bunları acaba absorbe edebilir miyim?” diye bir düşünce içerisinde.

 

Ültanır: Paşam şunu sormak istiyorum, ABD’den kaynaklanan, hatta ABD’nin yarattığını söyleyebileceğimiz iki tehdide karşı, Türkiye’nin göstermesi gereken tepki ayni ağırlıkta mı olmalı? Tabii bu tehditlerin bir müttefikten geliyor olması, tepkinin şiddetini de artırabilir, ama ben iki konu açısından sonuca bakmak istiyorum. Varsayalım ki Ermeni tasarısı kabul edildi, yine varsayalım ki, Türkiye’ye meydan okurcasına Kerkük Barzani yönetimine bırakıldı ve Kürdistan kuruldu. Türkiye’nin siyasi tepkileri aynı şiddette mi olmalı?

 

Kuloğlu: Hangisi daha fazla tehdit konusunu tam olarak ortaya koyamadık. Şimdi “Tepki aynı ağırlıkta mı olmalı, yoksa farklı ağırlıkta mı olmalı?” diye soruyorsunuz. Soru yine aynı yere geliyor. Anlaşılıyor ki, dönüp dolaşıp hangisi daha önemli dedirtmeye çalışacaksınız.

 

Bence tabii yakın tehdit, Kuzey Irak ve Kerkük konusu. Ermeni konusu biraz daha onun ötesinde bir tehdit. Yakın tehdit bu olduğu için Kerkük ve Kuzey Irak konusundaki tepkimizin daha fazla ve daha yaptırıma yönelik olması lazım.

 

Ermeni konusuna gelince, bugün 18-19 Avrupa ülkesinde kabul edilmiş durumda. Amerika’nın birçok eyaletinde kabul edilmiş durumda. Federal meclis olan Kongre ve Senato’dan geçmemiş durumda. O bakımdan, onun etkisinin Kerkük kadar çok etkili olacağı düşüncesinde değilim. Ancak, konunun ABD tarafından kabul edilmesi de diğer ülkelerin yarattığı etkiden daha farklı mütalaa edilir. Onun için bizim, Amerika ile olan ilişkilerimizde mutlaka Kerkük konusunun ve Irak’ın kuzey konusunun daha ağırlıklı olması lazım.

 

İNCİRLİK KAPATILABİLİR Mİ?

 

Ültanır: O zaman Paşam bir sorum daha geliyor, izninizle. Geçenlerde ABD Ulaştırma Komutanı Orgeneral Norton Schwartz’ın, “ABD Kongresi’ndeki Ermeni tasarısının kabulünün, Amerikan silahlı kuvvetlerine büyük zarar vereceği, Irak’a giden kargonun yüzde 75’inin taşınmasına aracı olan İncirlik Hava Üssü’nün kullanımına kısıtlama gelebileceği” uyarısı basında yer aldı. İncirlik Üssü’nün önemini bir general olarak çok iyi takdir edersiniz. Türkiye eğer, Amerika’nın istihbaratı ve beklentisine uygun biçimde, Ermeni tasarısı için İncirlik Üssü’nü kapatmayı düşünüyorsa, aynı şey Kerkük için geçerli olmaz mı? Kerkük için İncirlik kozunu kullanmak gerekmez mi?

 

Kuloğlu: Şimdi, Türkiye İncirlik’i kapatır mı kapatmaz mı konusuna bakmamız lazım. İncirlik şu anda bir Amerikan Üssü. Ancak, Türk komutanın da orada etkisi ve kontrolü var. Zaman zaman dile getirilen bu konu ikili anlaşmayla şu anda yürütülüyor. İncirlik’i kapatmak konusuna Türkiye kolay kolay yanaşamaz. Ancak, bu konuyu gözden geçireceğini, ilişkileri biraz donduracağını, kullanımını biraz kısıtlayacağını ifade edebilir. Fakat, İncirlik’i kapatabilmesi için Türk-Amerikan ilişkilerinin kopma noktasına gelmesi lazım.

 

Şu anda da kopma noktasında olmadığı için ben İncirlik Üssü’nü kapatacağını düşünmüyorum. Ama, Irak’ın Kuzeyi ile ilgili olarak alınacak çok tedbir var. Habur sınır kapısını kapatsan, hem Irak’ın kuzeyini ve hem de Amerika’yı ayağa kaldırır. O bakımdan daha etkin tedbirler varken, Amerika ile ilişkileri koparacak tedbirlerin daha sonra düşünülmesi daha faydalı olur.

 

TERÖRLE MÜCADELEDE KOORDİANATÖRLÜK YARARLI OLDU MU?

 

Ültanır: Paşam, geçen yıl Eylül ayında ABD ve Türkiye, Kuzey Irak’ta yuvalanan PKK ile mücadele adına, Terörle Mücadele Özel Temsilcileri diye Ralston Paşa ile Başer Paşa’yı karşılıklı olarak temsilci seçip atadılar. Böylece Terörle Mücadele Koordinatörlüğü müessesesi ortaya çıktı. O zamandan beri altı ay geçti. Şimdi altı aylık gelişmelere baktığınız zaman, bu koordinatörlük olumlu sonuçlar verdi mi, faydalı olduğunu görüyor musunuz?

 

Kuloğlu: Şimdi bu koordinatörlük niye ortaya çıktı, önce ona bakmamız lazım. Temmuz 2006’da terör tırmandı, şehit adedi arttı ve Türkiye’de tansiyon yükseldi. Türk siyasileri birtakım demeçler vermek zorunda kaldılar. “Bu terör örgütüne karşı gereken her türlü tedbiri alacağız” demeye başladılar.

 

Bu tedbirlerin içerisinde sınır ötesi operasyonlar da görüşülmeye ve dile getirilmeye başlandı. Amerika ise böyle bir konuyu kesinlikle arzu etmiyor. Irak’ın kuzeyindeki istikrarlı durumu bozabileceği ve Kürtleri gücendireceği düşüncesiyle, Türkiye’nin böyle bir operasyonuna daima karşı çıkıyor. “Bu tansiyon yüksekliği, Türkiye’yi acaba kontrol dışı hareketlere, sınır ötesi operasyona götürür mü?” diye ABD endişelendi. Endişelenince bir şeyler yapma ihtiyacını duydu, işte bu koordinatörlük konusu oradan çıktı.

 

Ültanır: Bizim sınır ötesi harekâtımızı engelleyerek, PKK’ya ve Türk düşmanı bazı Kürtlere nefes aldırma mekanizması mı yoksa?

 

Kuloğlu: Yani, bu koordinatörlük Türkiye’nin kendi kontrolü dışında yapabileceği ve diğer hareketleri kontrol etmek maksadıyla ortaya atılmış bir mekanizma.

 

Ültanır: Bizim harekâtımızı engellediği kesinlikle ortada. Peki bu arada dolaylı etkisiyle PKK’nın kuvvetlenmesine yardımcı oldu mu, olmadı mı?

 

Kuloğlu: PKK’nın oradaki güçlenmesine tabii ki yardımcı oldu. PKK, “Türk askeri nasıl olsa buraya giremez. Sınır ötesi operasyonu yapamaz. Bunun karşısında ABD var” diye, PKK’ya bir güven geldi. Bu güven duygusu içerisinde lojistik desteğini, finans desteğini, eğitimini, personel teminin çok rahatlıkla yapar duruma geldi. Hatta, Irak’ın kuzeyindeki yönetim tarafından da himaye edildiğinden dolayı, elini kolunu sallayarak orada rahat hareket eden bir örgüt durumuna dönüştü.

 

Ültanır: Türk askeri gelemez diye cesaretlenen bir de küstah Barzani var. Bir zamanlar cebine Diplomatik Kırmızı Türk pasaportu verilmiş bu kişinin bugün olması gereken yer, aslında İmralı’daki terörist başının yanıdır, ama kendini ABD koruması altında gören bu ABD ve İsrail kuklası, Türkiye’ye bir gün hesabını vermek zorunda kalacağı tehditlerde bulunuyor. Hiç kuşkusuz bu saldırganlığı psikolojik rahatsızlığından kaynaklanıyor olmalı da, anlaşılan ABD’nin Terörle Mücadele Özel temsilcisi Ralston Paşa, Barzani’nin kulağını çekeceğine sırtını sıvazlıyor. Türk Milleti, “nereye kadar” diye bu gelişmeleri ibretle izliyor.

 

Kuloğlu: Terörle Mücadele Özel Temsilciliği bugüne kadar ne yaptı derseniz; pek fazla bir şey yaptığını görmüyoruz. Bir tek Mahmur kampı ile ilgili göstermelik bir operasyon var. Şimdi onun kapatılması söz konusu, ama uzun bir süreci alacak ve içindeki insanların nasıl istihdam edileceği, hangi ülkede kalacağı konusunda planlar yapılmaya başlandı. Uzun vadeli bir konu.

 

Avrupa ülkeleri nezdinde girişimde bulunarak, oradaki terörün finansal ve lojistik desteğini kesici yönde bazı Avrupa ülkelerinin harekete geçmesini sağladı. Ama, Avrupa’daki bu hareketlerin de sadece ABD telkinine bağlı olmaması lazım. Çünkü, uyuşturucu Avrupa gençliğini de perişan etti. Bu uyuşturucu işi büyük paralarla döndüğü için, kontrol dışı para da Avrupa’da problem olmaya başladı.

 

Türkiye’de Türk Silahlı Kuvvetlerin bir sürü ihaleleri var. Avrupa ülkelerinin bazıları, özellikle Fransa bundan dışlanıyordu. “Acaba buna dahil olurum, en azından dışlanmayı önler miyim?” diye bir girişim içerisine girdi. Öbür taraftan Avrupa Birliği ile ilişkiler bir donma noktasına geldi. “Acaba, Türkiye bu noktada kopar da kontrol dışına çıkar mı?” diye endişe ortaya çıktı. Bütün bu sıraladıklarımız bir araya geldi, biraz da Amerika telkin edince bu husus ortaya çıktı.

 

Dolayısıyla, Terörle Mücadele Özel Temsilciliği’nin zaten pek iş yapmayacağı, faydalı olmayacağı belliydi. Bir göstermelikti. Ancak, siyasi bir karardı. Bu karar alındı. Kaldırılır mı? Pek kolay kolay kaldırılmaz. Bu seviyede devam eder gider.

 

 Eğer bir başarı olacaksa, elle tutulur sonuçlar elde edilecekse, bu Özel Temsilcilikler kanalından olmuş bir konu değil, tamamen diplomatik temaslar, yani Dışişleri Bakanlığı, istihbarat örgütleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki irtibatın ve koordinasyonun sonucunda olacak hususlardır. Yoksa, Özel Temsilcilikler böyle güçlü bir mekanizma değildir.

 

KUZEY IRAK YÖNETİMİ İLE DİYALOG

 

Ültanır: Sayın Genelkurmay Başkanımız oradaki Kürt liderlerle, Kuzey Irak yönetimi ile her türlü temasın sonuç getirmesi bir yana gereksiz ve sakıncalı olduğunu anlaşılır bir şekilde beyan etti. Buna karşılık Hükümet, “Ben bildiğim temasları” yaparım” dedi. Şu anda kamuoyundan gizlenen temaslar var mı yok mu, bunu bilmiyoruz. Ancak, Hükümetin dolaylı yoldan da olsa Kuzey Irak Kürt yönetimi ile diyalog arayışını ve belki de gizli diyaloglarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Böyle bir diyalog hata mıdır, yoksa yapılması gereken bir iş midir?

 

Kuloğlu: Niye yapılıyor, ona bakmak lazım. Tamamen ABD’nin telkinleri sonucunda bu temaslar yapılıyor. Niçin? Onu da söyleyeyim. ABD Irak’ta bir çıkmazın içerisinde. Amerikan Parlamentosu’nda, özellikle Temsilciler Meclisi’nde oradaki askerlerinin bir-birbuçuk yıl içinde çekilmesi için karar dahi alındı. Bush, her ne kadar bunu veto edeceğini ifade etse de bir baskı var. Yani, Amerika artık burada bulunmak istemiyor, bir an evvel istikrarı sağlayıp, orada şöyle ya da böyle bir yönetim kurularak geri çekilmeyi arzu ediyor.

 

ABD’nin buradan topyekûn geri çekilmesi mümkün değil. Bu kadar emek sarf etmiş, bu kadar zayiat vermiş, bu kadar para harcamış, bu kadar prestij kaybetmiş, buradan çekilirse, prestijini daha çok kaybedecek. En azından kuzeye yaslanarak çekilmek istiyor. Kuzeye yaslanması ne demek? Kuzeydeki yönetimi güçlendirmesi demek. Burada güçlü bir yönetim, bağımsızlık hayalleri içerisinde yaşayan bir yönetimi orada bırakacak. Bir kısım güçleri de kalacak, merkezi yönetimde bazı etkileri kalacak.

 

Peki bu yönetim, ABD’nin güçlerinin çoğu giderse nasıl yaşayacak? Burada Türkiye var. Türkiye’nin desteği olmadan, Türkiye ile iletişim içerisinde olmadan o yönetimin yaşaması mümkün değil. Amerika onun için Türkiye’ye Türk siyasilerine diyor ki; “Bunlarla diyalog içerisinde olun, bunlar iyi çocuklardır, size zarar gelmez, onlar ne derse desin, bunların hatta hamiliğini bile yapabilirsiniz. PKK konusunda size yardımcı olurlar, diğer konularda size yardımcı olurlar, siz bunlarla diyaloğu mutlaka muhafaza edin. Böyle bir yol açın”.

 

Ültanır: Yani, “yarın sizi sokacak olsa da yılanı koynunuza alın” diyor.

 

Kuloğlu: Bizim siyasiler de bu işi Amerika istedi diye, PKK konusunda olsun, diğer konularda olsun bir diyalog içerisine girmek istiyorlar. Bugün PKK için diyaloga girersen, yarın Kerkük’ü konuşursun. Yarın, öbür gün burayı devlet yerine koyarsın. Türkiye’nin böyle bir konuya meyletmesi mümkün değil. Çünkü, bu Türkiye’nin, “Irak’ın siyasi bütünlüğü içerisinde toprak bütünlüğü” politikasına aykırı. Ayrıca, Türkiye’nin güvenliğine etki eden bir konu. O bakımdan görüşülmesi son derece mahzurlu. Orada Türk Hükümeti’nin muhatabı, işgal kuvveti olarak Amerika Birleşik Devletleri’dir. Eğer egemenliğine sahip olduğunu ifade ediyorsa ve bunun sorumluluğunu taşıyorsa merkezi Irak Hükümeti’dir.

 

Ültanır: Paşam size son bir sorum daha var. Bütün bu sıkıntılar aşılırsa, Kuzey Irak sınırı bir dostluk sınırına dönüşebilir mi? Hani Avrupa’da AB ülkeleri arasında görülen esnek sınırlar gibi bir sınır hayal edilebilir mi? Bunun önündeki tek engel bugün sınır boyunca tespih taneleri gibi dizilmiş PKK kampları mı? Yoksa, başka husumetler var mı? Varsa neler?

 

DOSTLUK SINIRINI ENGELLEYEN SADECE PKK DEĞİL

 

Kuloğlu: Konuya sadece PKK açısından bakarsak yanlış olur. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en önemli tehdit, “Etnik Esasa Dayalı Bölücülük”tür.  Terör bunun bir ayağı bir tarafıdır. Oradaki terör de etnik esasa dayalı bölücülük, Kürtçülük yaparak, Türk toprakları üzerinde etnik esasa dayalı bir bölge kurmak istemek, güneyle birleşmek istemektedir. Ama, terörle mücadelede karşınızda en azından bir terörist vardır. İster sınırın ötesinde ister sınırın berisinde bununla mücadele edebilirsiniz.

 

Esas buradaki tehlikeli durum siyasettir. Hangi siyasettir? ABD’nin PKK terör örgütü ile irtibatlı olmasından dolayı, onu himaye ettiği bir siyasettir. ABD’nin Irak’ın kuzeyinde bir Kürdistan yaratma modeli konusunda onlara verdiği destekle ilgili tehlikedir. Irak’ın kuzeyindeki yapının güçlenerek, Türkiye’yi güneyden yine etnik esasa dayalı bir bölücülükle tehdit etmesi söz konusudur.

 

Diğer taraftan AB’nin kolektif haklar çerçevesinde her türlü etnik grubu bir azınlık kabul edip, onlara sözde haklarının verilmesi hususunda yapmış olduğu baskılar ve kendilerinin büyük bir grubu tarafından dahi kabul edilmeyen Kürtleri ve Alevileri azınlık olarak kabul etmelerinin sonucunda bölücülüğe doğru götüren bir siyasi harekettir. Bütün bunların ötesinde bizim iç siyasetten kaynaklanan ve etnik esasa dayalı yegâne siyasi parti olan bir siyasi partinin bölücülük yaparak, Türkiye’yi bölmeye yönelik hareketidir. Dolayısıyla Türkiye, etnik esasa dayalı bölücülük konusunda beş yönden kuşatma altındadır. Terör bunlardan bir tanesidir, onu da PKK yapmaktadır. PKK’nın ortadan kalkması Irak sınırının dostluk sınırına dönüşmesi anlamını taşımaz. Mutlaka diğerlerinin de halledilmesi lazım.

 

 

 

Kuzey Irak ve Kerkük İçin Bir Stratejik Analiz

 

 

Sinan OĞAN

TÜRKSAM Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi Başkanı

 

 

 

 

Ültanır: Sinan Bey, Kuzey Irak ve Kerkük sorununa genelde nasıl bakıyorsunuz?

 

Oğan: Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’a müdahalesinden sonra Irak’ın kuzeyi özelde olmak üzere Irak, Türkiye için büyük bir tehdit haline geldi. O dönemde de çok sık konuşup, “Türkiye buna müdahil olmalı mıydı, olmamalı mıydı?” konusunu tartıştık. Kanaatime göre o dönemde Türkiye bu işin içinde olmalıydı.

 

Eğer uluslararası bir güç okyanusun ötesinden gelip sizin sınırınızın hemen yanıbaşında müdahil güç olarak Irak’a giriyorsa, sizin için beka sorunu olan Irak’ın kuzeyi ve Kürt meselesi konusunda kenarda kalmanız düşünülemezdi. Ben burada, özellikle Meclis’te Türkiye’nin stratejik bir yanılgıya düşürüldüğü kanaatindeyim. Artık olan olmuştur. Bundan sonra Türkiye’nin yeni stratejiler geliştirmesi lazım.

 

TÜRKİYE İÇİN TEHLİKELER

 

Şunlar çok konuşuluyor ve sanırım önümüzdeki dönemde yine konuşulacak: Kürtlerin, Türkiye’nin hamiliğine verilmesi. Bu aslında Türkiye için çok tehlikeli bir yem. Türkiye’ye denecektir ki, “Bu Kürtler kim oluyor, ne oluyor? Onlar zaten orada bir özerk bölge. Alın bunları kanadınızın altına!”. Zaten Neocon’ların önemli isimleri bunu yavaş yavaş Türkiye’ye telkin etmeye başladılar. Derginizin birinci sayısında siz de bunu çok detaylı ifade etmiştiniz. Oysa bunun, Türkiye’nin kendi eliyle kendi içerisinde bir saatli bombayı imal edip daha sonrada patlatması gibi bir şey olacağı kanaatindeyim.

 

Bir diğer husus da PKK’nın Irak’ın kuzeyinde kümelenmesi ve giderek orada güçlendirilmesi konusu. Bu da çok önemli bir konu, zira sanırım biraz da bilinçli yapılıyor.  ABD bir terörle mücadele koordinatörü atadı. Bu koordinatör adeta orada, “PKK’yı Kanatlarının Altına Alma Koordinatörü” gibi bir şey oldu. Çünkü, o vadiye siz müdahale edemiyorsunuz. İşte ABD diyor ki, “Biz bir adam atadık, o adamla görüşün”. Çözüm masada aranıyor. Başbakanımız da zaten açıkladı, “Biz masa dışında bir çözümü düşünmüyoruz” diye. Son derece tehlikeli ve Türk dış politikası açısından talihsiz bir cümle. Türkiye her türlü seçeneği masada tutmalıdır.

 

ABD bugün İran için nasıl ki, “Her türlü seçenek masada” diyorsa, Irak’ın kuzeyi için de her türlü seçenek masada olmalıdır.  Hele özellikle, artık önleyici vuruş hakkı, terörle mücadele gibi konuların bu kadar gündemde olduğu, Amerika’dan, İngiltere’den kalkıp Afganistan’ı vurdukları bir dönemde, bizim hemen yanı başımızdaki terör kamplarını bombalamamamız gibi bir şey söz konusu olamaz. Bunu baştan reddedercesine, “Siz orada istediğinizi yapın, biz sizinle ancak masada görüşürüz” demek gibi bir gaflete düşmek ve bunu ifade etmek, sanırım Türk dış politikasına uygun olmaz.

 

Kerkük tarihi Misakı Milli sınırları içerisinde olması açısından, oradaki petrol kaynakları açısından, Türkiye’nin sınır güvenliği açısından ve her şeyden önemlisi orada yaşayan Türkmenlerin selameti açısından Türkiye için son derece önemlidir.

 

Şimdi anladığım kadarıyla Türkiye’ye şöyle bir oyun oynanmak istenmektedir. Yapılmak istenen şudur kanaatindeyim; bir süre sonra orada belli bir aşamayla PKK, Kuzey Irak Yönetimi’nin ve Amerikan Ordusu’nun kanatları altında güçlendirilecek. İş o noktaya gelecek ki, Türkiye’ye ya o ya bu deme noktasına gelindiğinde, “Siz Kerkük’teki iddianızdan vazgeçin”, gerçi bugün gelinen noktada fazla bir iddiamız da kalmamıştır, ama mevcut iddialarımızdan vazgeçmemiz istenecek, konuyu “Kürtlerin Kerkük’te hâkim olmasına göz yumun, biz de bunun karşılığında size PKK ile mücadele izni verelim” demeye getirecekler. Sanırım, önümüzdeki süreç içinde en çok konuşacağımız konulardan birisidir.

 

Oysa Türkiye’nin “ya o ya da bu” gibi bir tercih karşısında kalmaması gerekiyor. Türkiye, sınır ötesi operasyonlarını sürekli gündemde tutmalı ve bunu bir an önce de uygulamalı diye düşünüyorum. Terörle Mücadele Koordinatörlüğü yerine, terörü yok etme koordinatörlüğü olmalıdır.

 

Ültanır: Terörün yok edilmesine karşı, teröre siyasi platform kazandırma çabalarının arttığı da gözleniyor. Kerkük ciddi biçimde Türkiye’nin gündemine alınınca, bundan rahatsızlık duyan sadece Kuzey Irak’taki Kürt unsurlar değil. Türkiye’nin içinde de meczup denemeyecek bazı yerel Kürt politikacıların, “Kerkük’e saldırmak Diyarbakır’a saldırmaktır” gibi aklın ve mantığın kabul edemeyeceği çıkışları oldu. Oysa, Kerkük Türkmen kentidir, Diyarbakır ise Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kentidir, Türk’tür ve Türk kalacaktır. Bunu anlamak istemeyen, hazmedemeyen kafalar var, ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücü o kafaları zararsız hale getirmeye yeterlidir. Burada önemli olan ve sorgulanması gereken, bu çıkışların bugünkü iktidarın tutumundan cesaret alıp almadığı.

 

Dağdakilerin ovaya inip siyaset yapmasından söz edenler, bundan yana olup bunu çözüm görenler de var. Oysa, teröristin yapacağı siyaset, terör eyleminden de tehlikelidir. Bunun için terör yapma, siyaset yap demek yanlış yaklaşımdır. Militan unsurların yapmak istedikleri siyaset, Anayasanın öngördüğü siyaset değil ki, terörün siyasallaştırılması. Bunda mesafe almadıklarını söylemek de zor. Bu gelişmelere bakınca, Türkiye’nin daha da uzun sürecek kolay kolay kapanmayacak bir sorunla karşı karşıya olduğu görülüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 

Oğan: Türkiye uzun vadeli ve maalesef giderek büyüyen, giderek tehlikeli hale gelen bir sorunla karşı karşıyadır. 1 Mart 2003’te başlayan bu süreç içerisinde olayın bir başka boyutu daha var. O da Türkiye’nin bir taraftan işgalci ile birlikte hareket etmek gibi bir pozisyona düşmek istememesi. Öbür taraftan da beraber olunmadığı zaman, bölgede Türkiye’nin alması gereken ana rolü İsrail’in ve Kürtlerin aldığını görüyoruz.

 

Şu anda ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki konumunda Kürtler görünüyor. Hatta zaman zaman Kürtler o kadar ileri gidiyor ve kendi siyasi güçlerini o kadar büyük görüyor ve kendilerinden de o kadar eminler ki, “Biz Amerika’ya İsrail’den daha fazlasını verebiliriz” diye açıklama bile yaptılar. Yani, Amerika’nın bugünkü stratejik müttefiki İsrail ile bile kendilerini kıyaslar duruma geldiler. Bunlar ileride yaşanacak bazı gelişmelerin işaretleri.

 

Bugün Irak’ın kuzeyindeki oluşum artık giderek resmi hale geliyor. ABD’nin oradan çekilmesi Irak’ın parçalanmasını hızlandıracak. Irak’ın parçalanması ise, güneyinin İran’la bütünleşmesi ve kuzeyinin de bir bağımsız Kürt devletine ev sahipliği yapması anlamına gelir. Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulması Türkiye’yi yakından ilgilendirir. Sünnilere de orta kesim bırakılıyor, ama aslında Irak giderek Şiileşiyor, Irak giderek İranlaşıyor. Zira Şiiler Bağdat’ta da güçlenmiş durumdalar.

 

2003 yılında çalıştığım bir düşünce kuruluşunda “Irak’taki Şiiler ile İran’daki Şiiler birbirinden farklı” deniliyordu ve ben sürekli karşı çıkıyordum. Bölgeyi ve Şiileri yakından tanımak lazım. Şiilere baktığınız zaman, Iraktaki Şiiler ile İran’daki Şiilerin her ne kadar taklit mercii farklı olsa da, aslında beraber hareket ettiklerini görüyoruz. Bugün Irak Şiileri ABD ile zaman zaman koalisyon halindeler.

 

İran’ın da Amerika ile bu kadar çatışmasına rağmen, Afganistan’da ve Irak’ta koalisyon halinde olduğunu gördük. Bütün bunlara, İran’ın can düşmanı Taliban’ın Afganistan’da devre dışı bırakılması, yine İran’ın Irak’taki can düşmanı Saddam’ın ve ha keza Sünnilerin saf dışı bırakılması olayına bakarsak, İran bölgede adeta Amerika’nın eliyle kendi düşmanlarını saf dışı bırakmış ve Irak’ta nüfus çoğunluğuyla etkinliğini sürdürmektedir. Bir süre sonra, Amerika’dan istediklerini tam aldıktan sonra, İran’ın Irak’ta ve Irak’taki Şiilerin Amerika’ya karşı çok daha radikal tedbirlere gideceğini düşünüyorum. Böyle bir durumda ise, Amerika’nın zaten zorlandığı Irak’ta kalma şansı hiç olmayacak.

 

Gidişat Irak’ın parçalanmasına doğru ilerliyor. Irak’ın parçalanması oradaki bir oluşumun devlet haline gelmesine sebep olur ki, Batı’da bunun alt yapısı hazır, ortaya çıkacak böyle bir oluşumun devletçiğini tanımaya hazır birçok ülke var. Bundandır ki, Türkiye’de bazı aykırı sesler işte, “Kerkük’ü bombalamak Diyarbakır’ı bombalamaktır” gibi, son derece gafil, son derece tehlikeli sözler ediyorlar. Yarın öbür gün orada Kerkük’ü de içine almış, petrol gelirlerine sahip bir devletçiğin Türkiye için ne kadar tehlike olacağını, Türkiye’deki bazı vatandaşlarımızı ayartmak için nelere girişebileceklerini görmek için herhalde kâhin olmaya gerek yok, bugünden bazı şeyler artık gözüküyor.

 

TÜRKMENLERİN KONUMU

 

Ültanır: Sinan Bey, siz Türk dünyasını yakından izleyen bir kişisiniz. Irak’taki Türkmenleri nasıl görüyorsunuz, Türkmenler arasında bir birlik var mı? Mesela Erbil Türkmenleri ile Kerkük Türkmenleri arsında uyuşmazlık olduğu söyleniyor. Mezhep farklılıklarından, hatta Türkmen, Türk ayrılığından söz ediliyor. Bunlar enformasyon kirliliği mi, dezenformasyon mu, yoksa gerçek mi?

 

Oğan: En çok Şii Türkmen, Sünni Türkmen ayrımı yapılıyor. Türk dünyasının genelinde olan sorunların, Irak Türkmenleri içinde de olduğunu görmekteyiz. Irak Türkmenleri maalesef bir birlik halinde değil.

 

Nüfusa kıyasladığınız zaman çıkardıkları milletvekili sayısı, temsil sayısı açısından da baktığınız zaman, Irak Türkmenlerinin son derece parçalanmış, dağınık halde olduklarını görmekteyiz. Fikir ayrılığı da var. “Kürtlerle beraber hareket edelim” diyenler de var. “Radikal dini unsurlarla hareket edelim” diyen de var. Bir kısmı da, Türkiye’nin onlara yardımını dışarıdan müdahale olarak algılamaktadır.

 

Bir diğer husus da Türkmenlerin şimdiye kadar silahlanmayıp, silahlı bir güç haline gelmemeleri de önemli bir sorun. Türkmenler bu sorunu daha çok masada çözme taraftarı. Türkmenler daha çok siyasi diyalog yoluyla bu işi çözme taraftarı. Ancak, Irak’ta sorunlar maalesef güçle çözülüyor. Türkiye gibi bir devlet Türkmenlerin arkasında, ama dediğim gibi silahlı güçleri yok. Türkmenler Irak’ta bir güç haline getirilemedi.

 

Ültanır: Türkmenlerin içinde, “Türkiye bizi yeterince desteklemiyor” diyenler de var. Şimdi Irak’ın sözcüleri ve Kürtler de bunu kullanıyor. “Saddam Türkmenleri katlederken neredeydiniz?” diyenler görülüyor.

 

Oğan: Belki bu desteğin doğru yönlendirilip yönlendirilemediği hususu tartışılabilir. Zira zaman zaman Türkmen politikasında stratejik hatalar yapıldığını düşünmekteyim. Türkmenlerin silahlı bir güç haline getirilemeyişi bu hatalardan birisidir mesela. “Türkiye yeterince arkamızda değil” diyenleri var, ama ben buna çok katılamıyorum. Çünkü, bunun bir adım ötesi, Türkiye’nin oraya askerini bir şekilde sokup Türkmen kılığını giydirip dolaştırmasıdır. Bunun bir adım ötesi odur. Türkiye Türkmenleri destekliyor.

 

Ültanır: Tabii ki, Türkiye bunu yapacak değil.

 

Oğan: Türkiye, Türkmenlere her türlü desteği veriyor, ama sanırım biraz politikasızlık söz konusu.

 

Ültanır: Az önce Kürtlerle işbirliği yapan Türkmenlerden de söz ettiğiniz, ama bu bence kuzunun saflık içinde çakal ile dostluğuna benziyor. Kürtlerin Amerikan desteğinde Kerkük’ü ele geçirmelerinden sonra ilk işleri tapu dairesi kayıtlarını yok etmek oldu. Kerkük ve çevresine 600 bin Kürt yerleştirildiği söyleniyor. Arada bir Türkmen evlerini yakıp yıkıyorlar. Türkmen temsilcisinin arabasına ateş ediliyor vs. Pek olacak görünmüyor, ama Kerkük’ün statüsü için referandum bu yıl sonu yapılsa, Kürtlerin nüfusu değiştirmeleri nedeniyle kendi lehlerine sonuç çıkacağından şüphe yok.

 

Böyle bir durumda Kürtlerin iyice haddini bilmez olmaları kaçınılmaz olur da, kendileri ile işbirliği yapan Türkmenler dışında kalanları sindirmek hatta yok etmek için katliama girişebilirler mi, soykırım başlatabilirler mi?

 

Oğan: Şimdi açıkçası, aleni bir katliamı yapma cesareti gösterebileceklerini sanmıyorum. Her ne kadar bölgeye gayri resmi yollardan 500 bin Kürt’ün yerleştirildiğini biliyoruz. Belki bu zaman içinde 600 bin oldu. Bunların tabii tam sayısını bilmek de söz konusu değil. Ancak, oradaki Kürtler dışında, Türkmenler ile Şii ve diğer unsurları bir bütün olarak aldığınız zaman aslında Kürtlerden daha fazlalar. Ama, Kürtler Amerika ile beraber hareket ettiklerinden, üstelik de kendi çıkarları doğrultusunda son derece başarılı bir politika uyguladıklarından öndeler ve bu nedenle de sizin söylediğiniz gibi ilk önce Tapu Dairesi’ni yaktılar. Aslında bu davranışları, bundan sonra hangi adımı atacaklarını gösteriyor. Oradaki tapu, mülkiyet ve nüfus yapısını değiştirmek için atılmış, kendi açılarından başarılı bir adımdı. Önümüzdeki süreç içerisinde bu tür adımları sıklaştırarak atacaklardır.

 

Referandum konusuna gelince, Türkiye’nin masada yapabileceği çok şey olduğunu düşünmüyorum. Masada bu konu çözülmeyecek. Çünkü, bu adamlar oraya peşmerge kuvvetleriyle, silahlı kuvvetleriyle girmişler. Amerika’nın askeri yardımını da alarak, oradaki üstünlüğü ele geçirmek için her türlü şeyi yapıyorlar. Türkmenleri ciddi bir katliam beklemese de Türkmenleri yavaş yavaş bezdirme usulüyle, bazen öldürme ve bazen de sürme usulüyle bölgeden çıkarılacaklarını ve bir süre sonra Kerkük’ün Erbil gibi, şimdi Kürt kenti dediğimiz, ama zamanında Osmanlı’nın Türkmen kentleri olan diğer kentler gibi bir yer olacağını maalesef üzülerek göreceğimiz anlaşılıyor. Tabii, eğer bir politika değişikliğine gidilemezse!...

 

KÜRDİSTAN-İSRAİL EKSENİ VE ENERJİ

 

Ültanır: Maalesef çok kötü görüntü olan Amerika, İsrail ve Kürt Yönetimi çıkar grubu, “Emperyalist Ortadoğu Triyosu” gibi görünmekten ve olmaktan kaçınmalı, ama bu triyonun karanlık amaçla Kürdistan-İsrail ekseni geliştirmeye çalıştığı görülüyor, buna ekonomik ve özellikle enerjiye dayalı bir destek sağlama peşindeler. Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının yerine Kerkük-Hayfa (İsrail) Petrol Boru Hattı’nın yapılması gündemde. Ne yazık ki, Türkiye’de hükümet bunu ya göremiyor ya doğru değerlendiremiyor, önlem alınmıyor.

 

Putin’in Mart 2007 gezisinde kesinleşen Burgaz-Dedeağaç (Bulgaristan-Yunanistan) hattından sonra yapılabilirse, başka baharlara kalan Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı’nın İsrail’in Eylat limanına ve İkinci Mavi Akım Hattı’nın da İsrail’e uzatılmasına ilişkin olarak bugünkü hükümetin çabaları var. Türkiye, yok yere İsrail’e güç ve stratejik önem kazandırmaya çabalıyor. Bunu da Ortadoğu’nun Müslüman halklarına yakın olma görünümüne bürünmüş bir hükümet yapıyor. Bu politikaların, Türkiye’nin çıkarları açısından Milli Güvenlik masasına yatırılması gerektiği kanısındayım. Siz bu konularda ne dersiniz?

 

Oğan: Son derece önemli ve sanırım önümüzdeki dönemde sıkça konuşacağımız bir konu. Zaten bölgedeki enerji haritasına ve enerji üzerinde oynanan oyunlara baktığımız zaman çatışma, çıkar ve rekabet alanlarını rahatlıkla görebiliyoruz. Türkiye uzun süreden beri “Doğu-Batı Enerji Koridoru”nu konuşuyordu. Bu konuda başarılı adımları da attı. Uzun bir rekabetten sonra Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı hayata geçirildi. Şahdeniz-Erzurum Doğalgaz Hattı hayata geçirilmiş sayılır. Bakü-Tiflis-Kars demiryolu yapılıyor. Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Hattı’na önümüzdeki dönem Kazakistan katılacak. Yeni Türkmen yönetimiyle belki Transhazar hattı gündeme gelecek. Nabucco projesi konuşuluyor.

 

Bütün bunlar Türkiye’nin doğudan batıya doğru enerji açılımını sağlayan önemli gelişmeler. Aynı zamanda Ceyhan’ın da önemli bir enerji merkezi olması için düşünülen ve atılan adımlardı. Ama, son dönemde Rusya’nın ve İsrail’in adımlarıyla Türkiye’nin Doğu-Batı’nın yanında Kuzey-Güney’in de enerji koridoru olması için bazı adımlar atıldı. Mavi Akım’ın ikincisinin yapılması, ya da Ankara’ya kadar gelen birinci Mavi-Akım’ın Ceyhan’a, ardından İsrail’e kadar uzatılması, boğazları bypass eden hatlar şu anda her ne kadar Bulgaristan-Yunanistan üzerinden geçiyorsa da, ikinci hattın Samsun-Ceyhan olması, oradan da aşağıya İsrail’e uzatılması gündemde görüşülen konular. Kuzey-Güney hatlarının, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden geçmesi kaydıyla İsrail’e uzanmasında ben bir sakınca görmüyorum. Ama, şartımı söylüyorum. Kuzey Kıbrıs’ı da içine alacak. Çünkü, bu uluslararası alanda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne bir statü kazandırır.

 

Ancak en önemlisi sizin de ifade ettiğiniz, Kerkük-Yumurtalık yerine Kerkük-Hayfa hattının önümüzdeki dönemde devreye alınması, son derece tehlikeli bir oyun. Böyle bir durum, Irak petrollerinin artık İsrail limanlarına akacağı anlamına gelir. Zaten şu anda Irak, mevcut yönetimi nedeniyle Türkiye üzerinden petrol gönderme konusunda isteksiz. Sizin de belirttiğiniz gibi maalesef, Hayfa limanı önümüzdeki süreçte Ceyhan’a rakip gibi gözüküyor. Bunun da tabii stratejik neticeleri, Türkiye’nin enerji köprüsü olması projesiyle çelişiyor.

 

1926 ANKARA ANTLAŞMASI KALDIRAÇ NOKTASI OLABİLİR Mİ?

 

Ültanır: Kuzey Irak’ı, aslında Musul’u biz 1926 Ankara Antlaşmasıyla Irak’a bırakmıştık. Siz Irak’ın parçalanmasını mukadder görüyorsunuz.  O zaman biz bu antlaşmaya dayanarak yeni bir hak talebin de bulunabilir miyiz? Dışişleri Bakanı Gül, bunu ABD gezisinde de ima etti. Uluslararası hukuk ve siyaset açısından nasıl değerlendirirsiniz?

 

Oğan: Ben Gül’ün o açıklamasını çok önemli buluyorum. Benim aklıma daha önce Kırım meselesi geliyor. Vladimir Jirinovski de Ukrayna’ya bırakılan Kırım ile ilgili olarak açıklama yapıp, “Belli bir tarih itibariyle bırakıldı, Kırım referandumu neticesinde ya Türkiye’ye ya da Rusya’ya geri verilmelidir” diye bir konuşma yapmıştı. Aynı şey Nahçıvan için 1921 Kars Antlaşması ile gündeme gelmişti. Bu demek ki, uluslararası alanda çok kullanılan bir argüman.

 

Fiili şartlara çok uygun olmasa bile politik açıdan değeri olan bir konu. Bir kere oraların mülk sahibi Türkiye idi, Irak’a oraları Türkiye bıraktı. Dolayısıyla da bunu zaman zaman hatırlatmak gerekiyor. Dışişleri Bakanımızın söylediği doğru bir söz. Musul’u Irak’a bırakmıştık, eğer Irak gibi bir devlet ortada kalmayacaksa, uluslararası ortamda Türkiye’ye Musul vilayetinin ve dolayısıyla da vilayete bağlı Kerkük ve diğer bölgeleri alma hakkı doğar. Bu argüman Türkiye’nin elini güçlendirir, karşı tarafın da bir nebze olsa gözünü korkutmaya yarar.

 

 

Kuzey Iraktaki Gelişmeler ve Türk Şirketleri

 

 

Murat YAZICI

Yazıcı Hukuk Bürosu Başkanı

 

 

Ültanır: Murat Bey, siz Kuzey Irak’ta iş yapan pek çok şirketin avukatlığını üstlenmiş bir kuruluşun başındasınız ve iş nedeniyle bu bölgeye çok sık gelip gidiyorsunuz. Önce çok genel bir soru ile söyleşimize başlayalım istiyorum. “Kuzey Irak’ı nasıl görüyorsunuz?” diyeceğim, ama sorumu açarsam ne gibi bir oluşum ortaya çıkmış durumda, hangi noktaya gelmiş bulunuyor orada hukuki ortam nasıl?

 

Yazıcı: Kuzey Irak’ta 1970’lerden başlayan otonom haklar yitirilmiş, ama asıl kritik olan nokta 1990’lara geldiğimiz zaman Körfez Krizi sonucu 1991’de Birinci Körfez Savaşı ile oluşan durum. Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Saddam yönetimindeki Irak Devleti ile Kürt bölgesi arasındaki münasebet tamamıyla kesilmiş. En önemlisi de Irak devletinin oradaki gücü yok olmuş. Buna mukabil ne oluşmuş?

 

Devletler hukuku prensiplerine göre, orada oluşan bir yeni yapılanma var. Bu yapılanma ölümü, doğumu, evliliği tescil ediyor. Mahkemeleri var, yargılıyor, insanları hapse atıyor, hatta idam ediyor. Kanunlar çıkarıyor ve kanunlara göre bir ordusu var, polisi var, tedavüldeki parası var. Irak devletinden ayrı kendi parasını kullanıyor. Böyle bir oluşum meydana gelmiş.

 

1990’lardaki görünümden bahsediyorum. Devlet olarak tanınmamış, ama Irak Devleti’nin de kendi gücünü kullanamadığı bir bölge olmuş. İsterseniz oraya İngilizce tabiriyle insurgent (isyankâr, asi, ihtilalci) deyin, bu isyankârlar nedeniyle devlet oraya müdahale edemiyor.

 

Ültanır: Ancak, bunlar o dönemde de koruma altındaki isyankârlardı. 1991 yılında 36’ncı paralel ile Amerika Saddam’a Kuzeye geçmemesi için sınır koydu.  Türkiye de bu 36’ncı paralele destek verdi. Uçuşa yasak bölgenin kontrolü Türkiye üzerinden, daha doğrusu İncirlik Üssü’nden kalkan devriye uçuşları ile sağlandı.

 

Yazıcı: İki tane belge var. İki belgeden bir tanesi Final Statement dediğimiz, eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright ile Barzani ve Talabani tarafından imzalanmış bir belge. Final Statement içinde Kuzey Irak’ta bir parlamento kurulacağı ve bu parlamentoda Barzani ve Talabani partilerinin temsil edileceği ve bu parlamento tarafından hükümet kurulacağı yazılı. İkinci bir belge daha var, ona Ankara Process diyoruz. Ankara Process belgesinde ise Türkiye, Amerika, İngiltere, Barzani ve Talabani tarafından imzalanmış. Bu belgede diyor ki, “PKK teröristlerinin Türkiye’ye sızmalarını önlemek için sınırı korur”. Yani, bir nevi tanıma hususu var.

 

Bu Birinci 1991 Körfez Savaşı ile 2003 Irak’ın işgali arasında oluşmuş durum. Bu durumda, devletler özel hukukuna göre diyoruz ki, Irak Devleti’nden ayrı orada oluşan tanınmamış bir yetki makamı olsa dahi, tanınmadığı sürece devlet yerine geçemez. Ne yapar? Mesela devletin sahibi olduğu bir binayı kullanır, ama sahibi değildir, mülkiyet yoktur. Bu acaba petrol için geçerli mi? Acaba diğer işler için geçerli mi? 2000’li yıllarda Barzani ve bilhassa Talabani belli yatırımları sağlamak için Türk müteahhitlerin oraya girmesine müsaade ettiler. Her yerde olduğu gibi bu alt yapı, yollar, köprüler gibi inşaatla başladı.

 

Bundan sonraki gelişmelere güzel bir örnek oluşturduğu için söylüyorum; Talabani kendi bölgesinde olan Taq Taq petrol sahasıyla ilgili olarak Türk şirketlerine, “Gelin bu sahayı geliştirelim” diye müracaat etmiş. Orada Talabani’nin Türkiye ile münasebetler kurma zihniyeti var, ama aynı zamanda Saddam’a karşı da ben burada mülkiyet iddia ediyorum davranışı var. Bunlardan sonra gelinen noktada İkinci Körfez Harekâtı başlamış. Bu harekattan sonra da bir anayasa yapılmış. Bu anayasa bir referandumdan geçti, yani tüm Irak halkı tarafından kabul edildi.

 

Ültanır: Öyle de o referandumda Sünnilerin çoğunlukta olduğu üç büyük yerde anayasaya yüksek oranda “Hayır” çıktığı da bir gerçek. Referanduma katılım yüzde 63 düzeyinde kalırken, açıklanan kabul oyları yüzde 82. Referanduma katılmayan nüfus ve “Hayır” oylarının oranı, karşı görüşün ve muhalefetin de az olmadığını gösteriyor. Oylama da hile yok diye açıklandı, ama ABD askerlerinin ve silahlarının gölgesinde yapılmış bir referandumu, tarih acaba ne kadar demokratik yazacak? Kaldı ki anayasayı da Iraklıların özgür iradesi değil, ABD şekillendirdi. Bu konu tartışılır. Sadece bunu okuyucularımız için vurgulamak istedim.

 

Yazıcı: Sonuç kabul edilmiş olması. Irak halkı tarafından kabul edilen bu anayasada bir tane bölge (region) tarifi var. Bu tarife uygun olarak var olan bölge şu anda Kuzey Irak Kürt Bölgesi. Orada bir yerel (local) yönetimin olduğu, bu yerel yönetimin Birinci Körfez Savaşı’ndan bu yana, yani Anayasa’nın kabulüne kadar yapmış olduğu anlaşmaların, alınmış mahkeme kararlarının geçerli olduğuna dair anayasada hüküm de var. Bu da 1991’den bu yana yapılmış tüm işlemleri hukuki (legal) ve bağlayıcı bir hale getirdi. Kuzey Irak’ta bugünkü yöntem ve orada Talabani ve Barzani partilerinin ortak oluşturduğu hükümet mevcut anayasaya uygun olarak yerel bir hükümettir. Bu yerel hükümet dolayısıyla da oradaki yönetimin anayasada tarif edilmiş belirli hakları var. Kuzey Irak’ta bugüne kadar geldiğimiz nokta bu.

 

Ültanır: Peki Murat Bey, Kuzey Irak’ta gelinen bu nokta bundan sonra sizce nereye doğru gider?

 

Yazıcı: Evet, bundan sonra nereye gideceğine de bakmak lazım. Bu anayasada bir husus daha var. “Disputed Territory” denilen tartışmalı bölgeler var. Bu tartışmalı bölgelerden en önemlisi Musul ve Kerkük. Tartışmalı bölge olan Musul ve Kerkük, daha önce de Saddam zamanında da Kürt bölgesinin içinde olmamış. Barzani ve Talabani’nin otonom yönetiminde Musul, Saddam tarafından kontrol edilmiş. Kerkük ve petrol sahası da öyle. Bunların kontrolü merkezi hükümetin elinde olmuş. Anayasaya göre 2007 yılının sonunda tartışmalı bölgeler için referandum yapılacak.

 

Ültanır: Murat Bey, Türkiye’nin savunduğu tezi ve isteği, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması. Bunun için biliyorsunuz Dışişleri Bakanı Gül, Amerika’da bir de uyarı yaptı. Musul’u biz Irak’a bıraktık diye. Varsayalım ki, istenmeyen sonuç ortaya çıktı. Referandumu Kürtler kazandı ve Irak parçalandı. Kuzey’de bağımsız bir Kürt devleti ortaya çıktı. Türkiye, Osmanlı’dan kalan, 1926 yılında Türkiye-Irak-İngiltere arasında imzalanan Ankara Antlaşması ile Irak’a bırakılan Musul üzerinde hak iddia edebilir mi? Uluslararası hukukta bunun yeri var mı?

 

Yazıcı: Var, şöyle var. Bu Kürt bölgesi hükümetinin bağımsızlığı ile ilintili. Biliyorsunuz iki tez var. Bu tezlerden bir tanesi Birleşik Irak diyor, yani Sünnisi, Şiisi ve Kürdü ile bir arada var olan Irak. İkinci tez ise parçalanmış Irak, Şiilerin, Sünnilerin ve Kürtlerin ayrı devletler kurması.

 

İşte eğer böyle parçalanmış bir Irak ortaya çıkarsa, kurulacak Kürt devleti Musul’da hak iddia ederse, Sayın Dışişleri Bakanının söylediğinin çok önemi var. Irak kendi içinde bazı bölgelere bölgesel olarak belli birtakım avantajlar sağlıyorsa, ama Irak devleti bir bütün olarak duruyorsa, o zaman bir şey yok. Federatifte olsa Irak aynen devam ediyor. O zaman kendi içindeki bölgesel otonomiden bahsediyoruz. Parçalanırsa yeniden değerlendirilmesi gerekir.

 

Ültanır: Şu anda oranın kendi parlamentosu var. Devletçilik oynuyor gibi.

 

Yazıcı: O da bölgesel, yani onu şu aşamada bir bağımsız devlet gibi düşünmek yanlış olur. Şu anda orası da Irak’ın parasını kullanıyor. Kabul olunan anayasa zaten merkezi hükümetin ve bölgesel hükümetin, yerel parlamentonun görev ve yetkilerini saymış. Oradaki Türk şirketleri de bölgesel hükümete anayasada tanınan yetkilerle ve onlardan aldıkları izinle çalışıyorlar.

 

Ültanır: Peki Murat Bey, Türkiye tarafından tanınmamış bir hükümetin izniyle iş yapmak, orada yatırımlara girişmek, o hükümetin çağrısı ile petrol aramak, üretmek gibi faaliyetler, kendi şirketlerimiz ve işadamlarımız için Türkiye cephesinde bir sorun yaratmaz mı?

 

Yazıcı: Tanımamak konusunda o kadar emin değilim. Neden? Irak Devleti’ni ve merkezi hükümeti tanıyor. Referandumdan geçmiş Irak Anayasası’nın varlığını kabul ediyoruz. Dolayısıyla, bizim elimizde şu aşamada Irak’ın yeni yapılanmasındaki bir parçasını, onu il özel idaresi gibi düşünüp, tanımamak gibi bir şey söz konusu değil. Ancak, tanımayacağımızı söylediğimiz, daha önce de vurguladığım gibi özerk hale gelmesi koşulu. Sadece Kuzey Irak’ta değil, Irak’ın her yerinde faaliyet gösteren Türk yatırımcıların, Türk Devleti tarafından teşvik edildiğini biliyoruz. Habur sınır kapısından belli geçişlerin olması, Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın getirdiği bir kısım avantajlar, bunların hepsini görüyoruz.

 

Anayasa’dan önce işler biraz karışıktı. O zaman için söylediğiniz endişeler vardı. O zaman Kuzey Irak, Irak’ın kontrol edemediği bir bölge idi. Ama, şu anda Irak bir bütün. Ne kadar devam eder bilmiyoruz, ama bugün için bütünlük var. Artık, tanımak, tanımamak şu aşamada söz konusu değil. Türk işadamları orada çok etkin. Enerjide elektrik satışı, petrol sahalarını geliştirilmesi, akaryakıt pazarında faaliyet gösteren Türk şirketleri var. Anayasa’nın kabulünden sonra Kuzey Irak’ta yabancı sermaye yatırımları çok daha fazla arttı. Büyük petrol şirketleri, inşaat şirketleri hemen herkes orada. Türk işadamlarının çoğunlukta bulunduğu bir dönemden sonra, diğer yabancı sermayenin etkinlik kazandığı bir döneme girildi. Ancak, pazarı Türkiye’ye bağlı, hiçbir şey yok, her şey buradan gidiyor.

 

Ültanır: Peki Kuzey Irak’taki asayiş nasıl? Türkiye sınırı kırsalında PKK etkin de, içeride kentlerde asayiş ne durumda? Türk işadamlarını tehdit eden bir terör söz konusu mu?

 

Yazıcı: Kuzey Irak, Irak’ın diğer bölgeleri gibi değil, çok daha güvenli. Kuzey Irak’taki Türk şirketlerine Türk yatırımcılarına şu ana kadar bildiğimiz bir saldırı, baskı, tehdit yok. Hatta şunu da söyleyebilirim, Güneydoğu Anadolu 1990’lı yıllarda biraz daha tehlikeli idi ve yatırımcılar gitmeye korkuyorlardı.

 

Ültanır: Şimdi biraz önce sözünü ettiğiniz tartışmalı bölgeler ve referandum konusuna tekrar dönelim. Irak’ta şu anda bütünlük var, ama parçalanacağına ilişkin endişeler de var. Yarın ne olacağı bilinmez. Federatif yapıda da olsa, Kürt yönetimi kendi gücünü artırmak için Türkmen kenti ve petrol yatağı olan Musul-Kerkük’te referandumu anayasanın öngördüğü tarihte yaptırıp, kazanmak amacında.

 

Oysa, anayasanın referandum öncesi öngördüğü hazırlıkların bitmemiş olduğu söyleniyor. Kürtlerin referandumu kazanması, Irak’ta sadece Türkmenler tarafından değil, Şiiler ve Sünniler tarafından da hoş karşılanmayacak bir durum. Çünkü, petrol bölgesi üzerinde yapılacak bir referandum. Bu referandumun petrol ilintisi üzerinde biraz durabilir miyiz?

 

Yazıcı: Tabii en önemli referandum Kerkük için yapılacak olan. Dolayısıyla, bu var olan bir petrol sahası ile ilintili bir referandum. Petrol sahası ile ilintili derken, Irak’ta Petrol Yasası, petrolün paylaşımı çok önemli bir nokta. Irak’ın en büyük zenginliği zaten petrol. Belli dönemlerde çok büyük rakamlarda ihracat yapıyordu. Şu anda o yarı miktarın da altına düşmüş durumda. Boru hatları da savaştan zarar görmüş bulunuyor. Irak petrol gelirlerini artırdığı müddetçe hem birlikteliğini koruyacak ve hem de terörist faaliyetleri daha azaltacaktır diye düşünüyorum. Bunun için yapılması gereken önemli bir iş var. Petrol sektörü nasıl düzenlenecek?

 

1990 yılına gelene kadar Iraklılar petrol sektöründe çok gelişmiş, çok iyi eğitim görmüş, teknik olarak çok vasıflı personele sahiptiler. Fakat 1990’dan sonra Saddam dönemindeki, o içe kapanıklık dolayısıyla hem dünyadaki teknolojik gelişmeleri aynı hızla takip edemediler, hem de yeni eleman yetiştirilmesinde problemleri olduğu için geri kaldılar. Kanaatimce Irak’ın petrol sektörünü geliştirebilmesi için yabancı sermaye ile gelecek teknoloji transferine ihtiyacı var. Bunu genel olarak Irak için söylüyorum. Bütün Arap yarımadasına baktığınız zaman, Irak Arap yarımadası içinde en az aranmış olan ülkelerden bir tanesi. Onun için de Kürt bölgesi hiç aranmamış.

 

Ültanır: Kürt bölgesi değil, Kuzey Irak diyelim. Aramaya gerek kalmamış ki, Türkmen bölgesi Kerkük’te olduğu gibi kendiliğinden çıkabiliyor. Açılan kuyulardan artezyenle fışkırıyor.

 

Yazıcı: Ama, yani o bölge aranmamış. Modern tekniklerle aranırsa başka sahalarda bulunabilecek vaziyette. Belki de eskiden beri var olan siyasi sebeplerle arama yapılmamış. Irak için ortak bir Petrol Yasası, bu Petrol Yasası’nın getireceği zenginliğin paylaşımı, Irak’ın bütünlüğünü sağlayacak en önemli silahtır.

 

Ültanır: Hazırlanan böyle bir yasa tasarısı var, ama henüz Irak Parlamentosu’nun onayından geçmemiş durumda, önümüzdeki aylarda yasalaşması bekleniyor. Bu tasarının getirdiği sistemi nasıl görüyorsunuz?

 

Yazıcı: Şimdi bu yasa tasarısıyla ne yapmaya çalışıyorlar? Birinci önemli nokra, Irak Petrol Şirketi kuruluyor, eskiden güney ve kuzey petrolü için oluşturdukları kuruluşları birleştiriyorlar. İkincisi, bütün boru hatlarını yine tek bir şirket çatısı altında topluyorlar. Tek şirket boru hatlarını yönetip işletecek. Dolayısıyla, ihracatı tek elden yapacaklar.

 

Bunun haricinde Bakanlar Kurulu’nun petrol konusundaki yetkilerini tarif etmenin yanında, petrol ve gaz için ortak bir komite kuruyorlar. Başbakanın başkanlığında, çeşitli bakanlar, Merkez Bankası Başkanı, bölgelerin temsilcileri ve uzmanlardan oluşan bir komite. Yabancı şirketlerle Irak Petrol Şirketi’nin ortak çalışmaları mümkün olacak. Yabancı yatırımların yapılabilmesi için model üretim-paylaşım anlaşmaları hazırlıyorlar.  Bütün bunlar güzel tarafı.

 

Peki burada aksayan ne? Aksayan üç tane nokta var. Bu üç noktadan bir tanesi petrol gelirleri nasıl paylaşılacak? Petrol gelirinin paylaşılmasının arkasında, Kuzey Irak dahil bütün Irak’tan çıkarılacak petrol tek elden satılacak, elde olunan para “Irak Geliştirme Fonu”nda toplanacak. Oradan coğrafi yapılarına, nüfusa ve gelişmişlik düzeyine göre bölgeler arasında paylaştırılacak.

 

Burada kriter olarak, biliyorsunuz Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Irak Birleşmiş Milletler’in izni ile sınırlı petrol ihracı yapıyordu ve Birleşmiş Milletler’in koyduğu kriterlere göre elde olunan gelir bölgelere dağıtılıyordu. Burada da o kriterlerin kullanılacağını tahmin ediyorum. Burada anlaşmazlık yaratacak bir problem yok.

 

Anlaşmazlık yaratacak problem yeni getirilen bir kavramdan kaynaklanıyor. Bu kavram, “İstikbaldeki faaliyetler için bir fon ayrılması”. Yani, Irak Geliştirme Fonu’na gelen bütün petrol gelirinin bir kısmı merkezi hükümetin denetiminde kalmak üzere ayrılacak, kalan bölgelere paylaştırılacak. Bunun tabii yüzdesi çok önemli. Anladığım kadarıyla orada bir problem var.

 

İkinci çözülememiş problem, tek elden satılacak, ama satış anından itibaren paylaşımın sağlanması. Bunun için de bölgelerin kendi hesaplarına beklemeksizin aktarılması. Üçüncü ve çözümü zor olan problem de yönetim (management) problemi, yani bölgelerin içindeki sahalara ilişkin anlaşmaları kimin yapacağına ve o anlaşmaları kimin yürüteceğine ilişkin problem. Tabii, Kürt yönetimi, “kendi bölgemde ben yaparım” diyor. Merkez bunu bırakmak istemiyor. Dolayısıyla, burada bir şekilde bir denge oluşturulacak, hem merkezin ve hem de yerel yönetimin söz hakkının olacağı bir denge sağlanması lazım, ama bu henüz sağlanamadı. Bu sağlanamadığı için Petrol Kanunu’na ilişkin birtakım taslaklar ortada dolaşıyor, ama hangisinin doğru olduğu konusunda tereddütlerimiz var. Bu üç konu çözülürse, hakikaten Irak’ta yeniden yapılanma başlar.

 

Ültanır: Peki, bu sorunları Kuzey Irak açısından yorumlarsak, sorunlara bakış açısı değişir mi?

 

Yazıcı: Şu anda Kuzey Irak’ın petrol geliri Kerkük hariç hiçbir şey değil. Daha önce söz ettiğim gibi, Irak’ın tümünden pay alırsa daha iyi bir durumda olabilir.  Peki, bir bağımsızlık ihtimali düşünelim! Kuzey Irak’ta bir bağımsız devlet, ama Kerkük dışında.  Çok zor durumda kalırlar. Kerkük dahil olursa, toplamdan alacakları paya yakın bir gelir sağlayabilirler. Ama, onu nasıl kapacaklar? Kuzeyde Türkiye, batıda Kerkük’ten pay alamayacak Sünniler, güneyde yine Kerkük’ten pay alamayacak Şiiler, doğuda Kürtlere karşı İran varken, o petrolü hangi güzergâhtan kime satacak? Tam bir politik çıkmaza girer.

 

Ültanır: Benden de bir politik soru. O petrol İsrail’e satılamaz mı? Bunun için ABD desteği ile bir boru hattı yapılamaz mı? İşte, gündemdeki Kerkük-Hayfa Boru Hattı.

 

Yazıcı: Çok incelendi, ama gerek Sünni ve gerekse Şii bölgesinden geçmesi lazım. Şimdi Türkiye’den geçmeyen, Akdeniz’e çıkacak bir hat arayışı olabilir. İsrail’in dahil olmadığı, Suriye üzerinden de olabilir.

 

Ültanır: Son zamanlarda İsrail’in Suriye’yi işgali bile konuşuluyor, nedeni herhalde bu olsa gerek. Uluslararası coğrafyada sınırlarla oynanmaya kalkışılınca bunlara da şaşırmamak gerek.

 

Yazıcı: Her şey olabilir.

 

Ültanır: Ben Kürdistan-İsrail ekseninin oluşturulmak istendiğini, hatta Türkiye’den, Ceyhan’dan İsrail’e uzatılacak boru hatları ile İsrail’e petrol ve doğalgaz satma projesinin, aslında öyle olmayıp Ceyhan yerine İsrail’in bir liman kentinin enerji terminali yapılmasına hizmet edeceğini ve bunun tezgahlanmak istendiğini söylüyorum. Bu nedenle Kerkük petrollerinin Suriye veya Ürdün üzerinden İsrail’e götürülmesi projesi, aslında Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir alt projesi.

 

Yazıcı: Ben de buna karşı diyorum ki, eğer Irak devleti kendi bütünlüğünü korumak için de bu petrol paylaşımını bir sonuca bağlar, Kerkük ve yöreden çıkacak diğer Irak petrollerinin kapasitesini artırarak Ceyhan’a akmasını sağlarsa, Bakü-Ceyhan, Kerkük-Ceyhan ve Samsun-Ceyhan muazzam olur.

 

Ültanır: Muazzam olur da, biliyorsunuz coğrafi-stratejik dengeler önemli. Rusya, Yunanistan ve Bulgaristan arasındaki anlaşmayla, Burgaz-Dedeağaç arasında inşa edilmesi kesinleşen hat, Samsun-Ceyhan’ı ötelemiş görünüyor. Ceyhan’ın önemini koruması, Bakü-Ceyhan’dan başka, Kerkük-Ceyhan’ın işlemesine bağlı.

 

Yazıcı: Parçalanmış bir Irak’ın Türkiye’ye faydası yok, zararı olabilir.  Parçalanmamış bir Irak ise hakikaten Türkiye açısından çok önemli. Ben Irak’a iş nedeniyle çok gidip geliyorum. Türk şirketlerinin Irak’ta, Kuzey Irak’ta faaliyet göstermesi de çok önemli. Bu faaliyetler hiçbir şekilde engellenmemeli, desteklenmeli. Ekonomik bakımdan ben orada varsam, o bana bağımlı demektir. Kuzey Irak’ın hiçbir şekilde kendine yeterli olma durumu yok. Siz orada şirketlerinizle faaliyet gösteriyorsanız Türkiye’nin menfaatleri korunuyor demektir.

 

 

 

Hazar ve Ortadoğu Boru Hatları Stratejisi Kapsamında

Kuzey Irak ve İsrail

 

 

Gökhan YARDIM

BOTAŞ Eski Genel Müdürü

 

 

Ültanır: Gökhan Bey, Hazar ve Ortadoğu hidrokarbon boru hatları kapsamında Kerkük çıkışlı boru hatlarının akıbetini sizinle konuşmak istiyorum. Söyleşimiz, Ortadoğu ağırlıklı olacak, ama boru hattı projelerimize genel olarak bakmamız gerekiyor.

 

Yardım: Sovyetler Birliği’nin parçalanmasından sonra dünyadaki birçok ülke Hazar bölgesi hidrokarbon kaynaklarına dikkatini yoğunlaştırdı. Uzunca bir süreden beri de bu konuda çalışılıyor, biz de Türkiye olarak çalışıyoruz. Bir doğalgazın bir de ham petrolün taşınması var. Ham petrol ile ilgili dört tane temel proje geliştirildi. Bunlardan bir tanesi Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattıydı, gayet başarılı bir şekilde çalışıyor, 100’üncü tankeri de törenle yüklendi.

 

Onun dışında geçmişte yapılan bir başka proje vardı. Ceyhan’dan Samsun’a uzanacak petrol boru hattı projesi. Bu Ukrayna’nın petrol ihtiyacı için geliştirilmişti. Projenin anlaşmaları, mühendislik çalışmaları yapılmıştı. Fakat, Ukrayna parlamentosu bu anlaşmayı onaylamayınca kaldı. Karadeniz’e de çok fazla miktarda petrol çıkacağı görülünce, Ceyhan-Samsun projesi bu defa ters yönde, Samsun-Ceyhan olarak özel sektör tarafından geliştirildi.

 

CEYHAN İSRAİL’E Mİ TAŞINIYOR?

 

Ültanır: Mart ayında Putin’in Yunanistan ziyareti sırasında Burgaz-Alexandroupolis (Bulgaristan-Yunanistan) projesinin yapımı kesinleştiğinden, en azından Samsun-Ceyhan ötelenecek. Buna rağmen Enerji Bakanı Güler, biz Samsun-Ceyhan projesini yapacağız diyerek ısrarlı tutum sergiliyor. Doluluk oranı (throughput) sağlanmadan bu hat yapılsa bile, İsrail’e kadar uzatılması düşünülen bu proje kime yarayacak? Türkiye’ye mi yoksa İsrail’e mi?

 

Çünkü, Ceyhan’a gelen petrolün İsrail’in Kızıldeniz’deki limanı Eylat’a (Eilat) boru hattıyla taşınması, yine Mavi Akım I veya II’den Ceyhan’a ulaştırılacak doğalgazın İsrail’e boru hattıyla götürülmesi için bu hükümet döneminde iki ülke Enerji Bakanlarınca imzalanmış porotokoller var. Bu konuda siz ne diyorsunuz?

 

Yardım: Türkiye bir Enerji Köprüsü veya Enerji Terminali olma yolunda hızla ilerlerken, söylediğiniz gibi karşımıza birdenbire Karadeniz-Kızıldeniz diye bir proje çıktı. Bu projenin de dünyada bir ilk olarak ham petrol, doğalgaz, su ve elektrik taşıyacağı söylendi. Karadeniz-Kızıldeniz projesinde, Ceyhan’dan sonra hattın İsrail’in Akdeniz’deki Aşkelon (Ashkelon) limanına, Aşkelon limanından da Kızıldeniz’in köşesindeki Eylat limanına uzanması ve buradan tankerlerle ham petrolün taşınmak istendiğini gördük.

 

Bu yeni çıkan ve Samsun-Ceyhan’ın devamı olarak lanse edilen boru hattının, bizim projelerimizle, yani Türkiye’nin bir Enerji Terminali olma projesiyle nasıl bağdaştırılacağını ben anlayamadım, düşündüm, ama bir türlü bağdaştıramadım. Biz, “Ceyhan’a petrolü getireceğiz” diyorduk.

 

Ceyhan’a şimdi Irak-Türkiye (Kerkük-Yumurtalık) Ham Petrol Boru Hattı tam kapasitede çalışınca yılda 70 milyon ton ki, bu geçmişte kimyasallar eklenerek 83 milyon tona çıkarılmıştı, ancak, Irak’taki olaylar nedeniyle bu kesildiyse de, yine bir miktar başladı. Uzun bir süre çalışmadı, ama şu an düşük kapasiteyle çalışıyor.

 

Şimdi yılda 70 milyon ton Irak’tan, 50 milyon ton Bakü-Tiflis-Ceyhan’dan olmak üzere Ceyhan’a gelebilecek kapasite 120 milyon ton. Samsun-Ceyhan da yılda 70 milyon ton (günde 1.5 milyon varil) olarak projelendiğinden, orada 190 milyon tonluk gelebilecek petrol potansiyeli bulunuyor. Böylece Ceyhan’ı Rotterdam haline getirecektik. Orada bir petrokimya kompleksi kurulacaktı, Ceyhan’da bir rafineri kurulacaktı, rafineri için yapılmış müracaatlar vardı, hatta bu nedenle arazi spekülasyonunun önüne geçecek tedbirler alınmıştı.

 

Ültanır: Şimdi bunları İsrail’e mi kaptırıyoruz, ya da şöyle diyeyim, bu fırsatı altın tabak içinde İsrail’e mi sunuyoruz?

 

Yardım: Şimdi petrolü Ceyhan’dan alıyoruz, Eylat’a götürüyoruz. Eylat’a götürünce, belki petrolün hepsi gitmese bile, bir kısmı Eylat’a gitse de buradaki Ceyhan’ın stratejik önemini biz Eylat’a taşımış oluyoruz. Yani, bunun gerekçesinin ne olduğunu, neden böyle bir proje yapıldığını ben hâlâ kavrayabilmiş değilim. Kamuoyu da bu konudaki açıklamalarla tam tatmin olabilmiş değil.

 

Bu projeyle petrolden başka Ceyhan’dan suyun taşınacağı, bu suyun Aşkelon’a gittikten sonra oradan Ürdün’e, Filistin’e ve hatta Lübnan’a verileceği, bunun barışa hizmet edeceği söyleniyor, ancak sonuçta suyun vanası İsrail’in elinde olacak. Biz Türkiye olarak tabii ki İsrail’e su satabiliriz, ülkeye kazanç sağlar buna itirazımız olamaz, ama İsrail üzerinde Filistin’e, Ürdün’e vereceğiz dersek, o zaman inisiyatif İsrail’in eline geçmiş oluyor. Tabii ki biz İsrail’e de, Ürdün’e de ayrıca taşıyabiliriz.

 

Elektrik satışı da düşünülüyor. Benim bu konuda söyleyeceğim hiçbir itirazım yok, eğer elektriğimiz fazla varsa satılabilir, halbuki öyle gözükmüyor. Hesaplar 2008’den itibaren bir elektrik sıkıntısının olacağını gösteriyor, yeni bir yatırım olmadığına göre, belki de bu elektrik sıkıntısı gündeme getirilip elektrik ithalatı özendirilecek, ama İsrail’in de öyle bir elektrik üretimi yok.

 

İsrail’e bir de doğalgaz götürülecek. Şimdi ilk Mavi Akım projesi 1996’nın sonunda gündeme geldiğinde, bu projenin uzatılıp İsrail’e yılda 3 milyar metreküp doğalgaz verilmesi konusu o zaman da vardı. Çok iyi hatırlıyorum, 1997 yılında Gazprom Başkanı Viyakhirav, BOTAŞ’ın Dış İlişkiler Başkanı ile İsrail’e gittiler ve temaslar da bulundular, ama İsrail bunu kabul etmedi. Projenin İsrail’e uzatılması kaldı, zaten 3 milyar metreküp de o kadar önemli bir miktar değildi.

 

Daha sonra yapım aşamasında Birinci Mavi Akım’a itiraz edenlerin başında İsrail geldi. Neden İsrail itiraz etti? Çünkü, ABD ve İsrail Mavi Akımı, Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nı öldürecek bir proje olarak görüyorlardı. Hatta bir kısım spekülasyonlar vardı; Samsun-Ankara boru hattı yapılacak, ama deniz geçişi yapılamayacak, o yüzden de Bakü-Tiflis-Ceyhan yerine Karadeniz’deki petrol Samsun’a getirilecek, Ceyhan’a kadar Samsun-Ankara gaz boru hattıyla taşınacak, bu da Bakü-Tiflis-Ceyhan’ın olumsuz akıbeti olacak diye itiraz ettiler.

 

Şimdi görüyoruz ki Gazprom Türkiye’nin ihtiyacının ötesinde Avrupa’ya Türkiye üzerinden bir üçüncü ihraç koridoru açmak istiyor. Güvenilir ortak gördüğünden Türkiye üzerinden Avrupa’ya doğalgazını götürmek istiyor. Bunun kendisi için çeşitli avantajları var. Tabii en başında Azerbaycan’dan, belki ileride Türkmenistan’dan, İran’dan, Mısır’dan, Irak’tan hatta Suriye’den gelebilecek doğalgazın önünü de kesmiş olacak. Türkiye’nin önünde iki proje var.

 

Bunlar TGI (Türkiye – İtalya – Yunanistan) ve Nabucco projeleri ki bu iki projede Azeri gazı başta olmak üzere Rus gazı dışındaki kaynaklarla yapılması kaydıyla Avrupa Birliği tarafından destekleniyor. Ruslar diğer gazların önünü keserek, kendi gazlarını göndermek isterler. Ruslar bu projeyi yapmak isterken, ABD şiddetle karşı çıkıyor. Ruslar da İsrail’e doğrudan gaz götürmek için İkinci Mavi Akım projesini yapmak istiyorlar.

 

Ültanır: İsrail’e gidecek Mavi Akım Projesi, Avrupa’ya gönderilmek istenen Rus gazının önünü mü açacak?

 

Yardım: Evet. Neden önünü açacak? “Bu proje İsrail’e doğalgaz götürüyor” diye lanse edilince, ABD’nin karşı çıkması engellenmiş olacak. Bana göre düşünülen strateji böyle. Bunun dışında İsrail’e petrol açısından, petrol ihracatında enerji terminali olması yolunda büyük bir adım atılacak. Başlangıçta da söylediğim gibi, Ceyhan’a gelen petrol daha sonra İsrail’in Elyat limanına gelecek. Bunun karşılığı olarak da Ruslar Avrupa’ya doğalgaz götürmüş olacaklar.

 

Ültanır: Gökhan Bey, Amerika Kürtleri kendine müttefik seçtikten sonra, Ortadoğu’da bir Kürdistan-İsrail ekseni oluşturma çabasında. Bu, Büyük Ortadoğu Projesi’nin önemli bir parçası olabilir. Ben Kerkük-Yumurtalık Hattı’nın yerine yeni yapılacak Kerkük-Hayfa Hattı’nın konulmasından eskiden beri kuşku duyuyordum, şimdi bu proje artık su yüzüne çıktı. Kerkük-Yumurtalık yarınlarda çalışamaz duruma gelebilir. Bu tabii ki, Ceyhan’a büyük bir darbe vurur.

 

Kerkük-Hayfa hattından çok endişe duyuyorum. Kürt yönetiminin de, Amerikanın da, İsrail’in de bu konuya öncelik vereceğini düşünüyorum. Başlangıçta, “petrol çok, tek hat yetmez, çoklu hatlar gerekiyor” diyeceklerdir, ama Kerkük-Yumurtalık Hattı kısa zamanda boş kalacaktır, daha doğrusu boşa çıkarılacaktır ve Ceyhan’ın petrol borsası olması da engellenecektir. Bakü-Tiflis-Ceyhan’dan gelen ve yapılırsa Samsun-Ceyhan’dan gelecek olan petrol de İsrail’e akıtılırsa, Türkiye sadece transit ülke konumuna indirgenir ve Rotterdam gibi olması düşlenen Ceyhan Petrol Borsası rüya olur. Bu konuda görüşünüzü almak istiyorum.

 

Yardım: Teşhisiniz çok doğru ve endişenizde haklısınız, bu görüşünüze tamamıyla katılıyorum. Ortadoğu’daki gelişmeler ilginç bir yol alıyor. Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nın güzergâhının tespiti sırasında da benim endişelerim oldu. Çünkü, boru hattının güzergâhı, hem jeolojik ve hem de coğrafi açıdan daha uygun olan güney güzergâhı yerine, yatırımcıların isteği doğrultusunda ve güvenlik sebebiyle kuzeye kaydırıldı. Bu da maliyetleri yüzde 20 artırdı, ama bundan daha önemlisi, Madrid’deki bir merkezde bulunan bir harita gazetelerde yayınlandığında, ben o haritadaki ülke sınırları ile boru hattı güzergâhı, o haritadaki Kürdistan sınırları ile çakışıyordu. Bu konu sizin derginizin birinci sayısında, Amerika’nın Kürdistan Haritası konulu Araştırma Dosyası’nda da açıklandı. Boru hattı ile Kürdistan sınırlarının çizildiğini çok üzülerek gördüm.

 

Ayrıca, bu Irak-Türkiye (Kerkük-Yumurtalık) Boru Hattı’nı da, Kerkük-Hayfa arasındaki boru hattına kaydırma ihtimalleri var. Bu konu ABD’nin Irak harekâtından sonra daha bir gündeme gelmeye başladı. Şu anda fazla gündeme getirilmiyor. Ancak, ikinci aşamada, yani Ceyhan’dan Aşkelon’a ve Eylat’a uzanacak boru hattının sonuçlandırılmasından sonra, kesin olarak Kerkük-Ürdün-Hayfa arasındaki boru hattı gündeme getirilecek, gündeme getirilmekle kalmayıp gerçekleştirilecektir. Kerkük petrollerinin İsrail üzerinden dünya piyasalarına verilmesi sağlanacaktır. Sizin bu konulardaki tespitiniz tamamiyle doğru.

 

Bu arada biz ne yapıyoruz diye baktığımızda, Amerika’ya karşı politikalar geliştiriyoruz. O politikalardan bir tanesi de İran kartını kullanmak. İşte son geliştirilen politikalardan biri İran doğalgazının Avrupa’ya taşınması. İran’dan 10 bcm’in dışında ilave yılda 5 bcm gaz alıp bunu Avrupa’ya ortak bir şirket vasıtasıyla pazarlamak. Onun dışında da İran’a Türkiye üzerinden geçecek 40 bcm gaz için koridor vermek. İran’ın bu hattan Avrupa’ya gaz satmasını sağlamak.

 

Son gündeme gelen konulardan bir tanesi de petrokimya tesisleri kurması için PETKİM ile birlikte bir fizibilite yapmak, eğer uygunsa İran ile ortak şirketle bir petrokimya tesisi kurmak. Türkiye Petrolleri’ne de İran’da petrol ve doğalgaz aranması için ihaleye girme imkânı sağlamak.

 

Ültanır: Burada İran’ın kendi üzerinden Türkiye’ye gelecek Türkmen gazı için koridor vermediğini hatırlayalım. İran gaz satıcı olarak güvenilir olmadığından, Avrupa bu gazı istemeyebilir de. Mısır gazı da Türkiye üzerinden ya da Türkiye dışından, belki de her iki güzergâhtan Avrupa’ya ulaşacaktır. Bu arada Irak’taki gazın da Türkiye üzerinden Avrupa’ya gitmesi yerine, onun da İsrail’e ve İsrail’de kurulacak LNG tesislerine yönelmesi, oradan dünya LNG pazarına sunulması olasılığı güçlü görülmeli. Ne dersiniz?

 

Yardım: Tabii ki görüşünüzün haklı yanları var. Nabucco projesi için İran gazının da adı geçmekle birlikte, son zamanda daha çok Rus gazı ile doldurulmasına çalışılıyor. Nabucco projesinde özellikle Macaristan, Rus Gazprom’un da projeye ortak olmasını istiyor. Nabucco için Azeri gazının da adı geçiyordu. Türkiye’ye gelecek Azerbaycan gazının anlaşmalarını ben genel müdürken yapmıştım, Türkiye için fiyat açısından çok avantajlı bir gaz. Ancak, Azerbaycan gazı ortada yok. 2006’nın sonunda gelecekti, gelmedi, şimdi bu yıl geleceği söyleniyor. Kuyularda sorun olduğu söyleniyor, onun nedenini anlayamıyorum. Ben bu olayın politik olduğunu düşünüyorum. Azerbaycan üzerinde Rusya baskısı oluştu.

 

Çünkü, yaptığımız anlaşmaya göre fiyat bakımından çok avantajlı olduğundan, bu avantajlı konumuyla hem Türkiye ve hem de Avrupa için çok büyük bir alternatif. Bu kadar ucuz bir gazın gelecek olması Rusya’yı rahatsız ediyor. Azerbaycan da bu gazın fiyatından sanırım biraz rahatsızlık duyuyor. Gelmemesine, gecikmesine neden olan bazı gizli anlaşmalar var mıdır. Ancak Azerbaycan’ın Şahdeniz gazını Türkiye’ye çeşitli nedenler ileri sürerek vermemesi, Türkiye’yi ve mevcut yöneticileri çok zor durumda bırakmıştır sanırım.

 

İran gazının şu an itibariyle güvenilir olmadığı fikrine ben de katılıyorum. Rusya’nın gaz arzında kesinti olmamasının bir nedeni de Ukrayna’daki çok büyük yeraltı depoları, ama İran’ın böyle depoları yok. Türkiye’ye gelen gazı İran kestiği zaman, Mavi Akım’dan alım artırılarak açık kapatılıyor. İran gazı şu anda Avrupa için de güvenli gözükmüyor. İran ile Türkiye gaz fiyatının pahalı olması nedeniyle mahkemelik durumda, tahkime götürülmüş bir konu. Mahkemelik olduğunuz bir ülkeyle yeni bir işbirliğine girmenin takdirini nasıl açıklayacağız, bu da zor ve tartışmalı bir konu.

 

Bu arada Türkmenistan gazından söz ettiniz, doğalgaz potansiyeli açısından Türkmenistan önemli bir ülke. Bu gazın gelememesindeki temel neden, aslında Türkmenistan-Azerbaycan arasındaki sorunlardı. İran, Türkmen gazını getirmeye talip, ama transit ülke olarak değil, Türkmen gazını alıp Türkiye’ye satmak şeklinde düşüncesi var. Bu da İran’ın çok büyük ticari kârlar elde etmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla bu da kabul edilemez. Ancak Türkmen gazının Hazar üzerinden geçirilerek getirilmesine çalışılıyor ki, doğrusu da bu. Ama ABD burada eski politikalarını terk etmeli ve açık seçik elini taşın altına koymalı. Mevcut projeler arasında Mısır gazı da çok çekici bir proje. Gerçekleşseydi çok iyi olacaktı. Azerbaycan gazından bile daha avantajlı bir konumda idi. Bu proje şu anda beklemede.

 

Ültanır: Gökhan Bey, Kuzey Irak gazı için Saddam döneminde BOTAŞ, TPAO ve TEKFEN’in, Irak şirketi ile geliştirdikleri bir ortak proje vardı. Gaz bulunup çıkarılacak, Türkiye’ye getirilecekti, tabii ki Avrupa’ya da satılabilir. Birinci Körfez Savaşı sonrası Amerikan Ambargosu nedeniyle proje askıya alınmıştı. 2003 yılında Irak’ın işgali ile de projeye imza atan Irak tarafı tarihe karıştı. Şimdi, bu proje yeniden canlandırılmak isteniyor da, canlanabilir mi? Yoksa, Kuzey Irak gazı İsrail’e ve orada kurulacak LNG tesislerine kesinlikle yönelir mi?

 

Yardım: Eğer İsrail uygun siyasi ortam bulursa, bu gazı haklı olarak almak ister. Kerkük-Hayfa petrol ve gaz hattı ve LNG tesisi daha kolay gerçekleşebilir gözüküyor. Biz Türkiye olarak Irak gazında işin peşini bırakmayacağız, bizim ülkemizden Avrupa’ya gidebilir.  Bizim en önemli kozumuz, hatta fırsatımız, ortamda uygun Avrupa Topluluğu’nun Gaz HUB’ı olmak. Türkmenistan, Azerbaycan, Mısır, Irak, Suriye gazlarını toplayıp Avrupa’ya ulaştırmalıyız. Avrupa topluluğunda bu yönde siyasi iradede var. Ancak AB de bizi üye yapma konusunda daha gerçekçi politikalar uygulaması gerekiyor.

 

 

 

Bağdat ve Kerkük’ü Irak Şehri Saymayan Politika Sorun Çıkarır

 

 

Süleyman DEMİREL

T.C. 9’uncu Cumhurbaşkanı

 

 

Ültanır: Sayın Cumhurbaşkanım, Kerkük konusunda devletimizin ve milletimizin hassasiyeti söz konusu. Kuzey Irak ile ilgili PKK sorununa Kerkük’ün statüsü sorunu da eklenince, olayın boyutları değişmiş bulunuyor. AK Parti iktidarının 1 Mart 2003’de tezkere krizi aşamasında yeterince düşünmediği bu hassasiyet, bugün sorun olarak karşımızda.  Buradan Türkiye’yi tehlikeli uç noktalara götürecek bir sonuç çıkabilir mi? Sizin bu konudaki görüşünüzü alabilir miyim?

 

TÜRKİYE KUZEY IRAKTA HALK TERCİHİ YAPAMAZ

 

Demirel: Şimdi hadiseye bakalım. Türkmenler bizim soydaşımızdır. Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtler ve Araplar da bizim kardeşlerimiz ve akrabalarımızdır. Türkiye’de de gerek Arapça konuşan, gerek Kürt etnik menşeinden gelen milyonlar vardır. Biz Kuzey Irak’ta bu üç unsurdan Kürtler, Araplar ve Türkmenlerden birisini tercih edip öbür ikisi aleyhine iş göremeyiz. Bizim arayacağımız şey, bu üç kardeş halkı beraberce ve bunların menfaatlerini beraberce düşünmemizdir.

 

Esasen hududun bu tarafındaki insanlarla hududun o tarafındaki insanlar aynı insanlardır. Bizim vatandaşımız olanla Irak’ın vatandaşı olanlar aynı insanlardır. Ve Irak’ın sınırı içerisinde bulunan bize akraba veya soydaş, yani yakınlığı olan bu halkların biz hepsini birden kucaklamak zorundayız. Türkiye, Kuzey Irak’taki halklardan birisinin aleyhine, diğerinin lehine iş göremez.

 

Eğer 1 Mart tezkeresi kabul edilmiş olsaydı, böyle bir durum olmazdı. Çünkü, orada Türkiye hâkim durumda olurdu. Kendi rolünü kendisi oynardı. Ama, şimdi şartlar tamamen değişmiştir. Kuzey Irak’ta daha çok Kürt aşiretlerinin hâkim olduğu ve federatif Irak devletinin bir parçası olma durumu meydana gelmiştir. Türkiye kuvvet kullanmak suretiyle Kuzey Irak’ta bir şey yapmayı denememelidir.

 

Kerkük meselesine gelince, aslında Kerkük’ün şu anda Kürtlerin mi, Arapların mı, Türkmenlerin mi olduğu tartışmasına bence gerek yoktur. Kerkük her üç halkındır. Bunlardan bir tanesi Kerkük’ü sahiplenmeye kalkarsa, diğer ikisi ile ihtilafa düşer. Her üç kardeş halka birden sesleniyorum: Bir uzlaşmaya varın, Kerkük, Bağdat gibi bir Irak şehri olsun. Bağdat ile Kerkük’ü Irak şehri saymayan politika sorun çıkarır.

 

Ültanır: Kerkük’ün statüsünün belirlenmesi için bir halk oylaması yapılmak istenmesini nasıl görüyorsunuz?

 

Demirel: Ben öyle bir halk oylamasını kesinlikle yanlış buluyorum. Böyle bir halk oylamasının neticesi bugünden bellidir. Oylamayı yaptıktan sonra bunu uygulamazsanız sıkıntı çıkar, uygularsanız yine sıkıntı çıkar. Kerkük, ikinci bir Kudüs olmamalıdır.

 

KUZEY IRAK, İSRAİL VE PETROL

 

Ültanır: Sayın Cumhurbaşkanım, Türkiye’nin Doğu’dan Batıya uzanacak petrol ve doğalgaz yani hidrokarbon hatları ile “Enerji Koridoru” olma projesi ilerleme kaydetmiş bir proje, giderek gelişmesi de bekleniyor. Şimdi bir de Samsun-Ceyhan petrol boru hattı ve ikinci Mavi Akım hattı projesi ile gündeme gelen Kuzey’den Güney’e İsrail’e uzanacak hidrokarbon hatları projesi geliştirildi. Ceyhan’dan İsrail’in Kızıldeniz’e açılan Akabe Körfezi’ndeki Eylat limanına petrol boru hattı ile petrol nakli projesi var. Rusya, ülkesindeki Yahudi lobisiyle bunu destekliyor.

 

Öte yandan Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin Kerkük-Yumurtalık hattı yerine İsrail’e uzanan Kerkük-Hayfa hattı projesi var. ABD’de kendi Yahudi lobisiyle bunu destekliyor. Yarınlarda BTC petrolünden de İsrail’e petrol vermemiz istenebilir. Bu gelişmeler karşısında, “Türkiye’de Ceyhan’ın Rotterdam gibi petrol borsası olması projesi ortadan kalkıyor da, bu fonksiyon İsrail’e mi devrediliyor?” sorusu ortaya çıkıyor. Kısacası ne oluyor, birileri Kürdistan-İsrail eksenine güç katmaya mı çalışıyor? Bu konuda ne dersiniz?

 

Demirel: Ben meseleye şöyle bakarım. Petrol coğrafyası dediğimiz bu coğrafyada, dünya petrolünün yüzde 80’i var. Yüzde 66’sı Basra Körfezi ülkelerinde ve yüzde 16’sı da Hazar ülkelerinde. Dünyada bir trilyon varil petrol var, günde 80 milyon varil kullanılıyor. Aşağı yukarı da 43 yıl ispatlanmış petrol rezervinin dünyaya yeteceği varsayılıyor, ama daha uzun süre yetmesi için de birtakım tedbirler aranıyor.

 

Petrol olayı da artık sadece enerji olayı olmaktan da çıktı, iklim ve kirlenme olayı haline de geldi. Dünya bugün kıvranıyor, dün enerji diye kıvranıyordu, bugün enerjimiz iyi, ama iklimi ne yapacağız kıvranması içine girdi, 2007 senesinde bu çok bariz hale de geldi.

 

Şimdi bölgemizdeki boru hatları veya ülkemizin bir enerji terminali olma hadisesi, siyasi sebeplerden dolayı değildir. Yani, bunlar siyasi projeler değildir, ekonomik projelerdir. Ekonomik projelerin yerlerine yeni ekonomik projelerin ikame edilmesi gibi bir gelişme hasıl olursa, değerlerini yitirirler. Buna kimse mâni olamaz. Ama, ekonomik projelerin en önemli vasfı rekabet güçleridir.

 

Ben umuyorum ki, bizim bölgemizdeki, yani gerek Bakü-Ceyhan hattı, gerekse Kerkük-Yumurtalık hattı, yeni yapılacak hatlardan Samsun-Ceyhan hattı, Mısır’dan gelecek gaz hattı, belki ileride Irak’tan gelecek gaz hattı, Katar’dan gelecek gaz hattı, bu hatların hepsinin Türkiye üzerinden Avrupa pazarlarına intikali hayatiyetini koruyacak bir projedir. Burada birçok sebepler var; coğrafi ve stratejik sebep birincisi. Bir başka sebep de, daha bugünden bilhassa Rusya Federasyonu’nun Beyaz Rusya dolayısıyla, daha sonra Almanya’ya giden hattından Avrupa Birliği telaş halindedir. Avrupa Birliği, Rusya’dan direkt gelen enerjiye alternatif pazar aramakla meşgul. Bu alternatif hazırlama kaygısı, Türkiye’nin ekonomik terminal olma niteliğini daha da güçlendirecektir.

 

Yani bunlar siyasi ittifaklara dayanan projeler değildir. Hele bir rekabet çağında, rekabet dünyasında, bu sistemin ayakta durabileceği kanaatindeyim. Petrol ve gaz hatları İsrail’e de götürülürse, bu sistem kendisinden beklenen fonksiyonu, kendisinden beklendiği kadar yapacaktır. Yani bizim yerimizi alamaz.

 

Ültanır: Biliyorsunuz Genelkurmay Başkanı PKK’nın baş destekçiklerinin ve himaye edenlerin Barzani ve Talabani olduğunu söyledi ve bu konunun sözde Kürt yönetimi ile tartışılamayacağını belirtti. Hükümet kanadında ise, askerden farklı bir düşünce olarak, “düşmanımla da görüşürüm” düşüncesi seslendirildi ve diplomatik temas yapılacağı açıklandı. Talabani ve Barzani’nin PKK ilişkisi ve himayesi sürdüğü sürece, onlar muhatap alınıp resmi görüşme yapılabilir mi, yapılırsa doğru olur mu?

 

Demirel: Barzani ve Talabani’nin Türkiye’ye karşı bir hareket içinde olabileceğini varsaymıyorum. Çünkü Barzani ve Talabani’nin, Irak bütünlüğünü muhafaza etse de etmese de, Türkiye’den başka yaklaşabilecekleri bir ülke olmadığı gibi, Barzani ve Talabani’nin Türkiye düşmanlığını üzerlerine çekebileceklerini, buna cesaret ve cüret edebileceklerini de sanmıyorum. Üstelik buna cesaret ve cüret etmeyecek kadar akıllı oldukları kanaatindeyim. Siyasi konjonktür değişiyor. Daha önce de söylediğim gibi, Kuzey Irak’taki halkı bizim kucaklamamız lazım.

 

Lozan’da Kerkük şehrinin nüfusu söz konusu oluyor, 92 bin Kürt, 79 bin Türkmen, 20-25 bin Arap. Musul’da ve Süleymaniye’de de aynı şeyler oluyor. Kuzey Irak’taki halk, Musul vilayeti dediğimiz Kerkük, Süleymaniye ve Erbil’i içine alan yöredeki halk için İsmet Paşa karşısındaki İngilizlere diyor ki, “Bakın burada Kürtler ve Türkler çoğunlukta, bunlar bizim halkımız”. Türkiye, bunlara bizim halkımız demekten vazgeçemez. Türkiye, bu halkı bence kendisine düşman yapmamalıdır. Politikasını ona göre ayarlamalıdır.

 

Türkiye’nin Kuzey Irak’ta kanla halledebileceği bir meselesi yoktur. Mutlaka barışçı yollardan halletmelidir. Bunları daha önce de söyledim. Bunlar yankı da buldu. Aslında şuna dikkat etmek lazım. Bu PKK denilen bela ve PKK’nın Kuzey Irak’taki gücünü biz silahlı mücadele ile ortadan kaldıramayız. Nedenini söyleyeyim, çünkü hedef bulamazsınız. Biz kendi topraklarımız içindeki PKK’yı ortadan kaldırabiliyor muyuz? Bütün gayretlerimize rağmen Tunceli de 300-500 PKK mensubu bulunur. Terör örgütü, ama bir nevi gerilla haline gelmiş. Terörle mücadele fevkalade güç. Sıfırlayamıyorsunuz, sizi rahatsız etmeye devam ediyor. Gerçi bir şey yapamıyor, elinizden bir şey alamıyor, ne toprağını, ne şehrini, ne de insanını alabilir, ama sizi rahatsız etmeye devam ediyor.

 

Kuzey Irak’a bizim kuvvet kullanmak suretiyle girmek ve orada bu safhada PKK meselesini çözmemiz, imkânsız değilse de fevkalade güçtür. Şimdi Barzani ve Talabani’ye gelirsek bunlar Kürttür, PKK da Kürttür. Bunlar aralarında dövüşürler, fakat başka birisi ile mücadele için birbirlerini incitmezler. Bunlardan çok fazla bir şey de bekleyemezsiniz. Barzani ve Talabani’ye, “Hadi şu PKK’yı ortadan kaldırın” deseniz, onların da elleri bağlıdır. Kullanacakları kuvvetler, kendilerinin kardeş saydığı insanlara karşı olacaktır. Bu kolay bir şey değildir. Ama, burada yapılacak iş yüksek diplomasi. Bu hadiseye bakışı değiştirmek mecburiyeti vardır. Bu mecburiyet de 1 Mart 2003 tarihli Tezkere’den dolayı geliyor. Eğer, 1 Mart 2003 tarihli Tezkere kabul edilmiş olsaydı, bunların hiçbirine lüzum olmazdı. Şimdi onun meydana getirdiği yeni bir değişik bir durum var.

 

 

Kasim 29 2016 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Haklı İstemi

Kategoriler

DUYURULAR