EKOENERJİ Mayıs 2007 Sayı 5

Aylık Siyasi Ekonomi-Politik Enerji Dergisi

 

 

 

 

 

 

 

__________________________________________________________

 

ARAŞTIRMA DOSYASI

 

Kıbrıs Sorununa Petrol Boyutu Ekleniyor

 

“Konuya ilişkin Süleyman DEMİREL, Rauf R. DENKTAŞ, Mehmet Ali TALAT, Ahmet Faruk ÖNER ve Prof. Dr. Hüseyin PAZARCI röportajlarıyla”

 

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR

EkoENERJİ Genel Yönetmeni

 

 

Tarihi M.Ö. 4000 yıllarına kadar inen Kıbrıs, Doğu Akdeniz’de ticaret yolları üzerinde olduğundan her dönemde önemini korumuş bir ada. Akdeniz’in Sicilya ve Sardunya’dan sonra üçüncü büyük adası olan Kıbrıs, bugün de Doğu Akdeniz’in yine stratejik adası durumunda. Şimdi Hazar ve Ortadoğu petrollerinin Akdeniz’e açılma yolu üzerinde olduğundan güvenlik açısından yeni bir stratejik boyut kazanmış bulunuyor. Ayrıca, Doğu Akdeniz’de offshore hidrokarbon (petrol ve doğalgaz) kapanlarının bulunma olasılığı ise önemini artırıyor. Ancak, Doğu Akdeniz uluslararası siyaseten dünyanın sıcak bir bölgesi. Siyasi çözümden hâlâ çok uzak olan Kıbrıs da sıcak bir ada. Yakın zamanda Ada çevresindeki deniz alanları da petrol adına bu sıcaklıkla kaynayabilir.

 

1571- AVRUPA’NIN KOLU KESİLİYOR!...

 

Anadolu yarımadasından kopmuş olan ve Güney Anadolu’ya benzer yapıdaki Kıbrıs’ın M.Ö. 4000 yıllarındaki ilk sakinlerinin yine Anadolu’dan gittiğini tarihi araştırmalar kaydediyor. M.Ö. 1500’lerden M.S. 1571’e kadar uzanan süreçte Mısır, Hitit, Fenike, Asur, Pers, Makedonya, Roma İmparatorluğu, Bizans, Kudüs, Fransızlar, Cenevizliler ve 15’inci yüzyılın sonlarından başlayarak Venediklilerin hakimiyetinde kalmış bir ada.

 

Venedikliler döneminde ezilen ve horlanan Rum ahalinin Osmanlı Padişahından yardım istediği de tarihi kayıtlarda var. Venedikliler döneminde Hıristiyan korsanlara mekân olan ada, Doğu Akdeniz’de güvenliği sağlamak üzere Osmanlılar tarafından zorlu bir mücadeleden sonra 1571 yılında fethedilir. Böylece Ada’da Türk varlığı başlar.

 

Fetih öncesi Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından alınmasını Lala Mustafa Paşa savunurken, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın, yeni bir Haçlı Seferine yol açacağı kaygısıyla karşı olduğu biliniyor. Nitekim, bu kaygı haklı çıkıyor. Osmanlının 1570 Haziran’ında başlayan Kıbrıs seferi Avrupa’da büyük tepkilere neden oluyor. Sırasıyla Girne, Limasol, Larnaka ve Baf kaleleri alınıyor. Papa, İspanya kralı ve Venedik Dukası Osmanlı’ya karşı 20 Mayıs 1571’de Kutsal İttifak’a imza atıyorlar ve bir Haçlı Donanması yola çıkıyor. Magosa kalesinin de 1 Ağustos 1571’de teslim olmasıyla, Ada’da Kutsal İttifak egemenliği son buluyor.

 

Haçlı donanması Osmanlı karasularına doğru gelirken, Osmanlı Divanı’nda görüş ayrılıkları ve anlaşmazlıkların olması, Osmanlı donanmasının harekâtını ve komutasını olumsuz etkiler. İki donanma 7 Ekim 1571’de İnebahtı yakınlarında karşılaşır ve tarihin büyük deniz savaşlarından biri yaşanır. Yanlış komuta Osmanlı Donanması’nın 60 ile 142 arasında ifade edilen gemi ve 15-30 bin arasında insan kaybına neden olurken, Haçlıların kaybı 15 gemi 7-8 bin kişi kadardır. Osmanlı donanmasının kalan gemileri geri çekilir. Sokulu Mehmed Paşa hemen yeni bir donanma hazırlanmasını isteyerek, öne sürülen malzeme kıtlığı ve zaman kısalığı bahaneleri karşısında, “Bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabiliriz” diyerek, o günkü Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü ortaya koyar.

 

Haçlıların coşkuyla kutladıkları Türk yenilgisi kendilerine yarar sağlamaz. Sokullu Mehmed Paşa İnebahtı Deniz Savaşı üzerine kendisine gelen Venedik elçisine, “Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik. Siz İnebahtı’da bizim sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kolun yerine yenisi gelmez, fakat sakal daha gür çıkar” cevabını verir. Hıristiyan donanmaları büyük hasar gördüğü için Doğu Akdeniz’de etkinlik sürdüremez olurlar. Türkleri Akdeniz’den kovmak ve Kıbrıs’ı geri almak emellerine kavuşamazlar. İspanya’nın Doğu Akdeniz’de yerleşmesini istemeyen Venedikliler ise, Kıbrıs’tan vazgeçmeyi ve savaş tazminatı ödemeyi kabul ederek ayrı bir antlaşmaya imza atarlar.

 

1974-HELENİZMİN KOLU KESİLİYOR!...

 

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı Kıbrıs’ta yeni bir dönemi başlatır. Bu savaştan yenik çıkan Osmanlı, Çarlık Rusyası’nın yayılmacı emellerine karşı İngilizlerle işbirliğine gider ve bunun kefaleti olarak, adanın mülkiyetini değil, ama yönetimini İngiltere’ye bırakır. Ada Rumlarının Türklere karşı hareketi de bu dönemde başlar. Bizim yanlışlıkla tekili gösteren megola idea dediğimiz, doğrusu çoğulu gösteren megali idea olan “Helen emperyalizmi Yunan büyük ülküleri” ada üzerinde o dönemde yeşerir. Selanik, Trakya, Ege adaları, Girit, Rodos, Bozcaada, Gökçeada, Batı Anadolu, İstanbul, Karadeniz-Pontus gibi Kıbrıs da Yunan megali ideası’nın bir hedefidir. Bu hedefe ulaşmayı sağlayacak eyleme Kıbrıs’ta Enosis adı verilmiştir.

 

Ada’da 1878’den 1959’a kadar süren İngiliz yönetimi, Türkleri asimilasyon ile Enosis arasındaki bir cenderede ezen yönetim olmuştur. İngilizler Ada’da yönetimi devraldıklarında nüfusun üçte birini oluşturan Türk nüfus, 1960’da beşte bir seviyesine gerilemişti. Ada her geçen gün Türkler için yaşanamaz duruma sokulmuştu, ama Türkün direnişini kıramamıştı. 1923 yılında Lozan’da Kıbrıs İngiltere’ye bırakılırken, İngiltere’den başka bir ülkeye verilmeye kalkışılması durumunda Türkiye’nin söz hakkı olacağı kayıtlara sokuluyordu. 1950’lerde Enosis amacına ulaşmaya yaklaşmışken, Türkiye bu kaydı hatırlatarak ortaya çıkıyor, Şubat 1959’da imzalanan Zürih ve Londra Antlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temelleri atılıyordu. Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı için garantör oluyorlar, 15 Ağustos 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti kuruluyor, Türkiye garantörlük antlaşması gereği küçük bir askeri birliğini Kıbrıs’a yolluyordu.

 

Yasama meclisi üyelerinin yüzde 70’inin Rum, yüzde 30’unun Türk, Devlet Başkanının Rum, Başkan yardımcısının Türk, 10 bakanlı hükümetin yedi bakanının Rum, üç bakanının Türk olacağı, Rumların ve Türklerin ayrı mahkemelerinin bulunacağı, ama iki Rum ve bir Türk üyeli Adalet Divanı’nın kurulacağı, ordu ve polis teşkilatının yüzde 60’ının Rumlardan, yüzde 40’ının Türklerden oluşacağı bir Kıbrıs Cumhuriyeti modeli ortaya konmuş, Cumhurbaşkanlığına Papaz Makarios, yardımcılığına Dr. Fazıl Küçük seçilmişlerdi. Tüm antlaşmalara karşın, anayasayı uygulamak istemeyen Rumların Enosis hırsı yüzünden, Cumhuriyet üç yılda çıkmaza girdi. Yunanistan ve Rumların art niyetli yaklaşımları, anayasayı değiştirerek Türklere tanınan hakları yok etme gayretleri, Rum EOKA terörü ile desteklenerek, 1963 yılı Aralık ayı sonunda Türklere Kanlı Noel katliamını yaşattı. Başkent Lefkoşa’da iki cemaat arasına çekilen Yeşil Hat, Birleşmiş Milletler’in müdahalesine karşın kanlı olayları durduramadı.

 

Türkiye 1963-64 yıllarında Garantörlük Antlaşması gereği Ada’ya askeri müdahale için harekete geçtiyse de, ABD’nin ve bazı devletlerin araya girmesiyle, bu hareketlerini durdurmak zorunda kalmıştı. Ancak, Ada’daki Rum birlikler Türkleri yok etme savaşı başlatmışlardı, Türk Mukavemet Teşkilatı zor koşullarda bu saldırılara karşı koyuyordu. 1968 yılında toplumlararası görüşmeler başladı, ama bir uzlaşmaya gidilemeyince, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası hükümleri uygulamaya sokuluncaya kadar, Geçici Türk Yönetimi oluşturuldu. Rumlar ise Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kendi devletleri, Türkleri ise yok edilmesi gereken azınlık olarak görmeyi sürdürdüler.

 

1967 yılında Yunanistan’da Krala karşı yapılan askeri darbe, Kıbrıs’ta 1970’li yılların başında Rum-Yunan cephesinde parçalanmaya yol açmıştı. Yunanistan’daki Albaylar Cuntası, Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında varlığını sürdüren Cumhurbaşkanı Makarios yönetimine karşı, Rum Milli Muhafız Ordusu vasıtasıyla 15 Temmuz 1974’de darbe yaptırdı ve EOKA’cı terörist Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan ettiler. Bu oldu bittiyle 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti tamamen yıkılmış oluyor, Ada’nın Yunanistan’a bağlanmasının ön adımı atılmış bulunuyordu. Kıbrıs’ın egemenliğine toprak bütünlüğüne kasteden bu hareketi kabul etmeyen Türkiye, garantör devlet olarak İngilizlere birlikte müdahale etme talebinde bulundu, İngilizlerin çekimser kalması üzerine, sorumluluğu üstlenerek hem Türk kesimine ve hem de Rum kesimine barış getirmek amacıyla 20 Temmuz 1974’de tek taraflı olarak Barış Harekatı’nı başlattı.

 

Türk Barış Harekatının amacı; “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığına ve tüm Kıbrıs halklarının haklarına yönelik tehlikeyi bertaraf etmek, Kıbrıs’ın bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasanın temel maddeleriyle ihdas edilen düzeni yeniden kurmaktı. 403 yıl sonra Türk ordusu Kıbrıs’ta bu kez Helen emperyalistlerinin kolunu kesiyordu.

 

BİTİP TÜKENMEYEN SATRANÇ OYUNU

 

1974 sonrasında Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye, 1960 sonrası yaşanan gelişmeler karşısında tekrar sorunlarla karşılaşmamak için Ada’da iki toplumlu ve iki kesimli federasyon modelini benimsedi. Ağustos 1974’de Kıbrıs’a gelen Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin istemiyle başlatılan toplumlararası ikili görüşmelerdeki uzlaşma sonucu, Rumların güneye, Türklerin kuzeye geçip yerleşmesini sağlayan nüfus mübadelesi gerçekleşti. Böylece iki toplumlu, iki bölgeli federal yapı için uygun ortam da sağlandı. Muhtemel bir federasyonun Kıbrıs Türk kanadını oluşturmak üzere 13 Şubat 1975’de Kurucu Devlet Başkanı Dr. Fazıl Küçük, Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) kurulduğunu açıklıyordu.

 

Kıbrıs Cumhuriyeti adını kullanan ve bütün Kıbrıs’ın kendisine ait olduğunu Ada’nın kuzeyinin işgal altında bulunduğunu savunan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) uzlaşmaz tutumunu sürdürerek, yıllarca süren görüşmelere karşın federal bir Kıbrıs Devleti’nin oluşumunu engellediğinden, 15 Kasım 1983’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) kuruluyor, Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş yeni bir Türk Cumhuriyetinin kuruluş bildirgesini okuyordu. Kıbrıs Türkü, self-determinasyon (kendi kaderini tayin etme) hakkını kullanıyordu. Ayrıca, Rum tarafına da barış ve çözüm çağrısında bulunuyordu. Daha sonra yapılan referandum sonucu Kıbrıs Türk halkı KKTC Anayasası’na büyük bir çoğunlukla evet diyordu. Bu yeni Cumhuriyeti ilk tanıyan devlet Türkiye Cumhuriyeti oluyordu. Pakistan ve Bangladeş de tanıyan ilk üç arasında yer alıyorlardı, ama Avrupa’nın ve ABD’nin karşı tutumuna uyarak, daha sonra tanımalarını geri çektiler. Yine de 3355 km2’lik yeni bir ülke doğmuştu.

 

1984’de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri iki taraf arasında uzlaşma girişimi başlatıyor, taraflarca uzlaşılan konuları içeren bir metin olarak 1986’da “Taslak Çerçeve Anlaşması” ortaya çıkıyordu. Söz konusu anlaşma, Ada’da iki toplumlu bir federal devlet kurulmasını, Rum Cumhurbaşkanı ve Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısının veto yetkisi olmasını, Türk tarafı toprağının yüzde 29’un üzerinde bir oranla sınırlandırılmasını öngörüyordu. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş bu paketi bir bütün halinde kabul ettiğini, anlaşmaya hazır olduğunu açıklarken, GKRY Lideri Kipriyanu ise önerilere yanıt vermeyerek, uluslararası konferans çağrısında bulunuyor, sorun bir kez daha çözümsüzlüğe itiliyordu.

 

1990’da Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği bu kez “Fikirler Dizisi” (Set of Ideas) adını taşıyan gayri resmi nitelikte bir taslak anlaşma çerçevesi oluşturmuş, bu taslakta iki federe devletten oluşan bir federal yapı esas alınmıştı. 100 paragraflık Fikirler Dizisi’nin 91’i Türk tarafı tarafından kabul edilirken, Rum tarafı Türklerin federe ayrı bir yapıya sahip olmalarını ve Garanti Antlaşması’nın devamını reddederek, bu görüşmeleri de çıkmaza soktu.

 

Ardından Rumlar, Yunanistan’ın desteğiyle AB üyeliğine yöneliyorlar, Türkiye’nin garanti hakkına karşı, Yunanistan’ın içinde olduğu AB’yi kullanarak, Yunanistan ile dolaylı ENOSİS’i sağlamayı amaçlıyorlardı. Ayrıca, Yunanistan ile GKRY arasında 1993 yılında askeri amaçlı “Ortak Savunma Doktrini” uygulamaya konuluyordu. 1990’lı yıllarda Birleşmiş Milletler’in çabasıyla yapılan ikili görüşmelerden hiçbir sonuç çıkmıyordu. Rum tarafı federasyonu ister gibi gözükürken, böyle bir çözümden uzak, Kıbrıs Türklerini azınlık statüsüne indirgeyen, küçük anayasal değişikliklerle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamını amaçlayan bir tutum içindeydiler ve dönemin GKRY lideri Klerides, 2 Şubat 2000 tarihinde basına yaptığı yazılı açıklamada, hakkaniyetle ilgisi olmayan bu amaçlarını dünya kamuoyuna duyurmaktan çekinmiyordu. Buna karşın 12 Eylül 2000 tarihinde Bileşmiş Milletler Genel sekreteri Annan, “Ada’da yek diğerini temsil etmeyen siyaseten eşit iki tarafın varlığı”nı teyit eden bir açıklama yapıyordu.

 

KESİLEN KOL FOSİLLEŞTİ GERİ TAKILAMAZ Kİ!...

 

Kasım 2002’de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın gayretleriyle, “Kıbrıs Sorununa Kapsamlı Çözüm Temeli” adlı (sonradan kısaca Annan Planı diye adlandırılan) Birleşmiş Milletler Belgesi ortaya çıktı. Annan Planı, Kıbrıs Türk Kurucu Devleti ve Kıbrıs Rum Kurucu devleti için ayrı anayasalar öngörüyordu. 2003 yılı Annan Planı’nın tartışmaları ile geçiyordu. Plan toprak karşılığı barış esasına dayandırıldığından, 60 bin Rum’un Türk tarafına yerleşecek olmasından, Türkiye’nin önceki anlaşmalarla kazandığı hakları ortadan kaldırdığından, başta KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş olmak üzere Türk tarafından ağır eleştiriler alırken, Rum tarafı da egemenliğin paylaşımına neden olacağı için karşı çıkıyor, GKRY Lideri Papadopulus, “Çözüm değil, Annan Planı’nın bu versiyonuna karşıyız” diye demogoji yapıyordu. Rumların karşı olmalarını asıl nedeni, Avrupa Birliği görüşmelerinin olumlu seyri ile AB üyeliğini garantilemiş olmalarıydı.

 

Dönemin ABD Kıbrıs Büyükelçisi, köyleri gezerek Annan Planı’na “Evet” çağrısı yapıyor, AB ise Türkler “Evet” derse ekonomik yardım sözü veriyordu. Avrupa’nın 1571’de kesilen kolunun protezden kurtarılıp geri kazanılması için düğmeye basılmış, 21’inci yüzyıl dünyasına uygun tekniklerle yeni bir operasyon başlatılmıştı. O dönemde Türkiye açısından AB macerasının hüsranla bitip bitmeyeceği belli olmadığından, açıkçası siyasi test tamamlanmadığından, AK Parti iktidarı da AB sürecine gölge düşmemesi için Türk tarafının “Evet” oyu vermesini istiyordu. Bugün Kıbrıs’ta iktidarda olan Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) lideri Mehmet Ali Talat’ın başkanlığında KKTC’nin izolasyonlardan kurtulması, çözümsüzlüğe son verilmesi, batı dünyasına açılabilmesi adına “Evet” yanlısı kampanya yapılıyordu.

 

Annan Planı, 1959-1960 Kıbrıs antlaşmalarını yok edecek bir düzenlemeydi. Oysa, bu antlaşmalar bir taraftan Türkiye ve Yunanistan arasında Doğu Akdeniz’de dengeyi kurarken, bir taraftan da Ada’daki Rumlar ve Türkler arasındaki dengeyi kurmuştu. Annan Planı’nın KKTC’nin kazanımlarını yok edecek, Kıbrıs Türkünün Ada’da varlığını ve hatta birliğini aşamalı olarak ortadan kaldıracak düzenlemeler içerdiği gerçekti. Türkiye’nin uluslararası antlaşmalardan aldığı hakları ortadan kaldıracaktı.

 

Böylesine bir siyasi kaos içerisinde tozdan dumandan ferman okunamazken, gerçekler görülmek istenmiyor, maalesef o günlerin AB tutkusu ağır basıyordu. Rumların AB tutkusu kendi çıkarları adına gerçekçiydi. 16 Nisan 2003’de Katılım Anlaşmasını imzalamışlardı. AB’yi arkalarına alarak Kıbrıs’ta dolaylı ENOSİS Planı’nın ilk adımı başarıyla atılmıştı. Türk tarafının AB tutkusu ise, o zaman pek görülemeyen, aradan üç yıl gibi kısa bir süre geçmiş olmasına karşın şimdi apaçık görülebilen biçimde ulusal çıkarlarla çelişiyor, AB üyeliği sanal rüyası uğruna neredeyse Kıbrıs feda ediliyordu.

 

24 Nisan 2004’de Annan Planı için Ada’da referandum yapıldı. 480 bin Rum seçmenin dörtte üçü “Hayır” derken, 143 bin Türk seçmenin üçte ikisi “Evet” diyor, Annan Planı Rumların oylarıyla reddediliyor, KKTC varlığını sürdürür duruma Rumların oylarıyla geliyordu. “Evet” diyen Türk seçmenlerin yüzde 28’i Rumlarla birleşmek, yüzde 19’u kötü ekonomiye karşı çıkmak, yüzde 15’i Denktaş’ın gitmesini istemek, yüzde 38’i AB’ye girmek adına “evet” demişti. “Hayır” diyen Rumların yüzde 70’si ise Birleşmiş Milletler’in herhangi bir güvence vermemesi nedeniyle red oyu kullandıklarını söylüyorlardı.

 

Yabancı basın bu sonuçla Türkiye’nin AB’den alacağı müzakere tarihini garantilediğini, Denktaş’ın liderliğinin bittiğini yazıyordu. Görevinden istifa etmeyeceğini söyleyen Denktaş ise, halkı yeni gelişmeler ışığında birleşmeye çağırıyordu.

 

Referandumdan bir hafta sonra 1 Mayıs 2004’de Rum Yönetimi Ada’nın tamamı üzerinde hak iddia eden Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB’ye tam üye oldu. Yarı Başkanlık Sistemi’nin uygulandığı KKTC’de 17 Nisan 2005’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini ise, yeni lider olan Mehmet Ali Talat, daha ilk turda oyların yarısından fazlasını alarak ve rakiplerine fark atarak kazanıyordu. Talat yeni bir hedef gösteriyordu; “Birleşik Kıbrıs ve AB”. Türkiye ile ilişkilerin iyi olmasını da gerekli şart olarak ortaya koyuyordu.

 

ULUSLARARASI HUKUK İHLÂLİ

 

GKRY’nin Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB üyeliğine kabulü, aslında bir uluslararası hukuk ihlâliydi. Ancak Kıbrıs’ın AB üyeliği, AB Genişleme Antlaşması’na ek 10 No.lu Protokol nedeniyle öteki üyelerin statüsünden biraz farklıydı. Bu protokol, AB mevzuatının Kıbrıs’ın yalnızca güneyinde yürürlükte olacağını belirtiyor, AB Komisyonu’nun hazırladığı Yeşil Hat Tüzüğü Ada’nın fiilen bölünmüşlüğünü tescil ediyordu. Kısacası, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak Ada’nın tümü üzerinde hak iddia eden GKRY, AB mevzuatı uyarınca Ada’nın tümü üzerinde egemenlik hakkına sahip değildi. Zaten, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları ile de Kıbrıs, bir “Ara Bölge” ile ikiye bölünmüş durumdaydı.

 

Bununla beraber, kalıcı bir anlaşma sağlanmadan KKTC’deki Rum mülklerinin iade edilmeye başlanması, Annan Planı tartışmalarıyla başlayan ve günümüze kadar uzanan süreçte Türk askerinin adadaki varlığının tartışma konusu yapılması endişe verici gelişmelerdir. AB üyesi olarak uluslararası arenada söz hakkı artan Rum lider Papadopulos, kendi inisiyatifine kalmışçasına Türkiye’nin AB üyeliğini veto edeceğini söylemeye başladı ve AB ile olan Gümrük Birliği Antlaşması’nda pürüz oluşturur duruma geldi. Referandumda Türk tarafının Annan Planı’na “Evet” demesinin sağladığı olumlu gelişmeler de yok değil. Dünya kamuoyu, Rumları uzlaşmaya yanaşmayan taraf olarak tanıdı. KKTC Cumhurbaşkanı Talat önemli dünya liderleri ile görüşebilir konuma geldi.

 

KKTC’de ve Türkiye’de bazı çevrelerce “mükemmel olmasa da optimal çözüm” diye görülen Annan Planı artık öldü. Plana “Evet” diyen Kıbrıslı Türkler planın hâlâ masada olduğunu söyleseler de, Rumların dediği gibi, bulunduğu yer otopsi masası. Birleşmiş Milletler’de Annan’ın yerine gelen yeni Genel Sekreter Moon, yarınlarda Kıbrıs için yeni bir çözüm planı hazırlarsa, elbette Fikirler Dizisi ve Annan Planı’ndan esinlenecektir, ama onların niye sonuca gidemediğini iyi analiz etmek durumundadır. Bugün için Avrupa Kıbrıs’ta etkin ve söz sahibi konuma gelmek uğraşısında iken, “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi”ne bağlı olarak Irak müdahalesi ile “Ortadoğu Hidrokarbon Merkezi”ni istila etmeye kalkışan ABD de, Ada üzerinde etken olma çabasında. Bu çaba sahipleri, emellerine ulaşmanın engeli olarak Ada’daki Türk askerini görüyor ve çözümsüzlüğün nedeni diye Türk askerini hedef gösteriyorlar. Oysa, Türkiye için olduğu kadar, Kıbrıs Türkü için de çözüm Ada’yı başkalarına teslim etmek değildir, Türk askeri de bunun ve Ada’da barışın güvencesidir.

 

Aslında, KKTC’nin kuruluşundan gelen Türk tezi, Ada’da egemen, eşitliğe dayanan konfederal bir yapıdır. Zamanında iki toplum arasında sadece anayasal sorun değil, kanlı insan hakları sorunu yaşanmıştır. Bu sorunun yeniden yaşanmasını önleyecek model de federasyondan çok, konfederasyon modelidir. Kıbrıs sorunu, KKTC’nin egemenlik ve bağımsızlığını eşit haklar temelinde teminat altına alan bir formülle çözüme ulaşmadan, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti diye GKRY’yi tanıması söz konusu olmayacaktır.

 

DOĞU AKDENİZ VE PETROL

 

Doğu Akdeniz’de petrol denildiği zaman, başlangıçta da belirttiğimiz gibi, anımsanması gereken iki konu var. Bunlardan biri Akdeniz’deki petrol taşımacılığı, diğeri ise deniz tabanında (offshore) petrol bulunma olasılığı.

 

Uluslararası boru hatları ile bir petrol terminali olan Ceyhan’ın, doğalgaz boru hatları ile desteklenerek LNG terminali durumuna getirilmesi projeleri de var. Kurulmasına çalışılan rafineri tesisleriyle Ceyhan, ham petrol için olduğu kadar, petrol ürünleri için de giderek önemi artacak olan bir uluslararası terminal oluyor. Öte yandan, ABD’nin Irak işgalinin ardından ABD-Kürdistan-İsrail işbirliğiyle, İsrail’in Hayfa limanının da Ceyhan’a rakip uluslararası petrol terminaline dönüştürülmesi projesi söz konusu. Mısır’ın petrol ve gaz sahalarından yapılan üretimi de var. Doğu Akdeniz petrol tankerlerinin yoğun trafiğine sahne olacak görünüyor. Kıbrıs ise, Doğu Akdeniz’deki tüm petrol ve LNG tankerlerinin güzergâhları üzerinde doğal üs.

 

Petrol oluşum olasılığı ile ilgili olarak Doğu Akdeniz baseninde çeşitli offshore alanlarının bulunduğu görülüyor. Doğu Akdeniz baseni, jeolojik olarak eski Neo-Tethyan okyanusunun kapanışından arta kalan son kalıntı okyanus parçası olarak biliniyor. Neo-Tethys’in güney branşını oluşturuyor. Bu kesim hidrokarbon (petrol ve gaz) oluşumu bakımından hem yeterli derin deniz malzemesine ve hem de yeterli jeolojik yaşa ve örtü sağlayacak jeolojik yapıya sahip. Kıbrıs bir ada olarak bu jeolojik yapının ortasında oturuyor. Doğu Akdeniz’de yapılmış sismik taramalar hidrokarbon oluşumuna elverişli antiklinal yapıların varlığını gösteriyor.

 

Ancak, ilk etapta yeterli ekonomik hidrokarbon yataklarının bulunup bulunmadığının ayrıntılı sismik ve tektostratigrafik modellerle araştırılması gerekiyor. Bu basenin tektonik bakımdan etkin olduğu da bilinmekte. Bütün bunlar jeoekonomik maliyetleri etkileyecek unsurlar. Çok derin rezervlerle ve dengeli olmayan parçalanmış sistemlerle karşılaşma olasılığı da var. Petrolün bulunması sonuçta sondaja bağlı, ama gelişen sondaj teknikleri ve azalan sondaj maliyetleri göz önüne alınınca, bundan böyle Doğu Akdeniz’de petrol aramaların giderek artması beklenmeli.

 

Doğu Akdeniz’de petrol aramalarında 1970’li yıllara kadar inen çalışmalar olduğu biliniyor. Hatta 1960-1974 sürecinde bir ABD petrol şirketinin Kıbrıs’ın doğusunda kara ve deniz alanında petrol için arama sondajı yaptığı da bu bilgiler arasında. Kıbrıs açısından petrol konusu, 2005 yılında KKTC seçimleri ile siyasi gündeme oturdu. Annan Planı’nda doğal kaynakların ortak devletin denetimine verilmesini, Kıbrıs Rum kesiminin yanısıra, Kıbrıs Türk kesiminin de Annan Planı’nın kabul edilmesi koşuluyla uyum çalışmalarına bile gerek görülmeksizin AB’ye alınmak istenmesini Denktaş, Girne-İskenderun arasında ve ayrıca Kıbrıs-Suriye-Lübnan-Mısır arasında zengin petrol ve gaz yataklarının varlığına bağlıyor, gizli yürütülen çalışmalardan bahsediyordu.

 

Denktaş, Uluslararası Deniz Hukuku’na göre sorunlu alanlarda offshore çalışmalar yapılamayacağı AB ile bu engelin aşılmasının amaçlandığını iddia ediyordu.  “ABD ve İngiltere’nin Kıbrıs sorununa müdahil olmasının, GKRY’nin hızla AB üyesi yapılmasını altında petrolün yattığı aşikardır” diyordu. İngiltere’nin egemen üslerinin karasularını 3 milden 12 mile çıkarmak istemesini de petrolün varlığına bağlıyordu. Bu iddialar, o dönemde Türkiye’de gerekli yankıyı yaratmadı.

 

TÜRKİYE HELENİZMİN PETROL OYUNUNU BOZUYOR!...

 

Kıbrıs Rumlarının Akdeniz’de petrol hayallerinin 30 yıllık geçmişe dayandığı söyleniyor. Her seferinde de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin uyarısıyla geri adım attıkları belirtiliyor. Rum liderlerden önce Kipriyanu, sonra Klerides petrol için ortak arayışına girmişler.

 

2007 yılı ile birlikte Papadopulos yönetimi petrol konusunda yeni bir atılım başlatıyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında GKRY Ticaret, Sanayi ve Turizm Bakanlığı Enerji Servisi Direktörlüğü’nce hazırlanan 25 Ocak 2007 tarihli duyuruyla, Kıbrıs’ın çevresindeki offshore alanda petrol arama için “Birinci Lisans İhalesi” yapılacağı açıklanıyordu. Bu duyuruya ihale için resmi başvurunun 15 Şubat 2007’de başlayacağı, son başvuru tarihinin 16 Temmuz 2007 olduğu kaydedilmişti. Duyuruda harita üzerinde gösterilen offshore lisans alanları işaretlenmişti. 3 ve 13 nolu alanlar üç boyutlu sismik yapılmak üzere ikinci lisans ihalesi için ayrılmış, geri kalan ve iki boyutlu sismik yapılmış, toplam 60 bin km2’yi kapsayan 11 alanın ihalesine çıkılmıştı. Yaklaşık 70 bin km2’yi kapsayan 7000 km’lik 2D (iki boyutlu) sismik verilerin kendi bakanlıklarından satın alınabileceği 230-450 USD/km-hat fiyat tarifesiyle duyuruluyordu.

 

27 Ocak 2007’de Türk basını “Rumlarla Petrol Krizi” haberlerine yer veriyor, Norveç petrol arama şirketlerinin Ada çevresinde 400 milyar dolar değerinde 8 milyar varillik petrol rezervi saptadıklarını, Rum Yönetimi’nin petrol arama izni verebilmek için yeni bir yasa çıkardığını, 12 bölgede lisans vermeye kalkıştığını, Çin ve Norveç petrol şirketlerinin sırada beklediklerini duyuruyorlardı. Rumların tek başlarına Doğu Akdeniz’de petrol arama ve çıkarma izinleri vermesine, komşu ülkelerle anlaşmalar imzalamasına sert tepki gösteren KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin imzaladığı anlaşmalar geçersizdir. Kıbrıslı Türklerin de onayı gerekli. Bu anlaşmaları uygulamaya başlarsanız, gerginlik çıkar” dediği bu haberlerde yer alıyordu.

 

28 Ocak 2007 tarihli gazetelerde, Talat’ın uyarısını Rum lider Papadopulos’un, “Türkiye savaş tehdidinde bulundu” şeklinde yorumlamasına ilişkin haberler vardı. Bu gelişmelerden bir hafta önce Ada’yı ziyaret eden Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un da “KKTC’yi sonuna kadar savunacağız” açıklamasını Rum medyası petrolle bağlantılı olarak değerlendiriyordu.

 

Bu arada Türkiye’nin, Rumların Doğu Akdeniz’deki ülkelerle yaptığı denizin paylaşımına ilişkin anlaşmaları tanımadığı, tanımayacağına ve bunun yükünün ağır olacağına ilişkin açıklaması ve diplomatik yollardan ilgili ülkelerin dikkatini çekmesi etkisini gösteriyor ve Mısır, Rumlarla imzaladığı anlaşmayı üç yıllığına dondururken, Lübnan Hükümeti Ankara’ya, “Haklarınıza sadığız” açıklamasını yapıyor, Suriye ve İsrail ise Rumlarla anlaşma yapmayı reddediyordu. 31 Ocak 2007 tarihli gazetelerde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, “Doğu Akdeniz’de petrol aranmasına izin vermeyiz” açıklaması yer alıyordu.

 

KKTC Eski Dışişleri Bakanı Serdar Denktaş’ın, “Annan Planı’nın görüşüldüğü 2003 yılında denizde petrol arayan yabancı bir geminin Türk savaş gemileri tarafından Kıbrıs açıklarından kovulduğunu” söylediğine ilişkin haber, 1 Şubat 2007 tarihli gazetelerde manşet oluyordu. Aynı günkü gazetelerde diğer önemli bir haber, Rumların Amerikalı şirketlerle görüşüyor olmasıydı. Bunun için bir Rum heyeti Teksas’ta temaslarda bulunuyordu.

 

Öte yandan Rum Yönetimi, Türk Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı sert açıklamayı Birleşmiş Milletlere ve AB’ye raporla şikâyet edeceklerini açıklıyordu. Rum Yönetimi Mısır ve Lübnan ile anlaştığı münhasır ekonomik bölge sınırlamasına uluslararası hukuk bazında yasal statü kazandırma çabasına girmişti.

 

Ortam iyice gerginleşmiş, donanmamızın Güney Deniz Saha Komutanlığı emrindeki iki firkateyni, üç hücumbotu ve dört sahil güvenlik botu ile deniz helikopterleri devriye görevine başlamıştı. Manşetlere yansıdığı gibi, Kıbrıs göz hapsine alınmıştı. Akdeniz kalkanı konseptindeki gemiler, her zamanki rutin devriyeleri dışında, Kıbrıs’a, Lübnan’a ve diğer alanlara kaydırılarak devriye sahasını genişleterek değiştirmişlerdi. Bu nedenle 2 Şubat 2007 tarihli gazetelerde, “Akdeniz’de sıcak saatler” manşeti görülüyordu. Türkiye’nin sert ifadeli bir nota verdiği Lübnan’ın Ankara Büyükelçisi de Dışişleri Bakanlığı’na çağırılarak, bilgi isteniyordu.

 

7 Şubat 2007 tarihli Hürriyet gazetesinde Serdar Denktaş’ın, büyük bir Amerikalı petrol şirketinin üç yıl önce KKTC ile temasa geçtiğine, Karpaz açıklarında arama yapmak istediklerine, ancak Lefkoşa ve Ankara’nın konuyu ciddiye almadıklarına ilişkin bir açıklaması yayınlandı. 12 Şubat 2007 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan, “Türkiye-Kıbrıs arası petrol denizi” haberi, Yunan Elefterotipiya gazetesinin İngiliz petrol sektörü dergisi Rigzone’daki bir analize dayalı haberini kaynak alıyordu. 13 Şubat 2007’de basında “TPAO, Akdeniz’de sondaja başlıyor” gibi asılsız sansasyonel bir haber yayınlandı.

 

16 Şubat 2007 tarihinde gazetelerde, Rum Yönetimi Ticaret, Sanayi ve Turizm Bakanı ile Dışişleri Bakanı’nın davetiyle Lefkoşa Rum kesimindeki Hilton otelde yapılan petrol ihalesi törenine Mısır Petrol Bakanı’nın katıldığı, Mısır’ın işbirliğinden vazgeçmediği, Çin, Almanya ve Rus büyükelçilerinin törende hazır bulundukları, konuklara offshore alandaki çalışmalarla ilgili sinevizyon gösterisi sunulduğu anlatılıyordu. Büyükelçilerin yanısıra BP, Shell, Total, ExxonMobil, Petrobras şirketlerinin yetkilileri davetliler arasında yer almış, devlere petrol brifingi verilmişti. 17 Şubat 2007 tarihli bir basın haberinde ise, Yunanistan’ın petrol aramasından rahatsızlık duyduğu, Atina’ya göre Papadopulos’un başlattığı işin zamansız olduğu ve bu dönemde Türkiye’nin tedirgin edilmek istenmediği anlatılıyordu.

 

Bu haberler yayınlanırken bazı Türk petrol uzmanları da, “Kıbrıs’ın denizi 400 milyar dolarlık petrolü saklamakta” haberini sansasyonel bir haberden öte gerçeği yoktur diye değerlendiriyorlardı. Ancak, Doğu Akdeniz’in petrol potansiyeli üzerindeki görüşlerin teorilerden öte araştırma boyutunda geliştirilmesi gerektiği bir gerçek. Orada yeterince petrol ve/veya gaz yok, o derinlikten bu hidrokarbonlar çıkarılamaz deme zamanı değil, Türkiye’nin münhasır ekonomik bölge sınırına, KKTC’nin haklarına sahip çıkarak petrol aramalarımızı Doğu Akdeniz’de geliştirme zamanı çoktan gelmiş bulunmaktadır.

 

Bu araştırma dosyamız kapsamında, önce konuya ilişkin siyasi görüşlere, sonra uzman görüşlere yer vereceğiz. Siyasi görüşleri; T.C. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş ve KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’tan aldık. Uzman görüşlerini ise; TPAO Arama Daire Başkanı Ahmet F. Öner ve uluslararası hukuk uzmanı Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı ile yaptığımız röportajlarda bulacaksınız:

 

 

RUMLARLA İŞ YAPANIN AKLINA ŞAŞARIM!...

 

Süleyman DEMİREL

T.C. 9. Cumhurbaşkanı

 

 

Ültanır: Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Akdeniz’de tek taraflı münhasır ekonomik bölge hakkı iddiasına dayalı biçimde petrol aramak için ortaya çıktı, Mısır ve Lübnan ile anlaşma yaptı. Adanın çevresindeki denizde özellikle doğu ve güney kesimlerinde son 5-6 yıl içinde çeşitli sismik çalışmalar da yapılmış. KKTC’de son cumhurbaşkanlığı seçimi günlerinde bu konu gündeme getirilmek istenmişti, ama o zaman yankı bulmamıştı. Rumların girişimi, tabirim yerindeyse bombanın fitilini ateşledi. Bu yeni kriz, Kıbrıs sorununu daha bir çıkmaza da sokabilir görünüyor.  Bildiğiniz gibi, Türkiye 1974 ve sonrasında benzer Krizi Ege’de Yunanlıların kıta sahanlığımız üzerinde petrol aramaya kalkışmaları ile de yaşamıştı. O krizden edindiğimiz deneyimlerin ışığında, KKTC ve Türkiye’ye izlemesi gereken yol için ne önerirsiniz?

 

Demirel: Soğukkanlı, sakin olmak, haklı iken haksız duruma düşmemek için çaba göstermek ve haklarını koruyacak tedbirleri almak gerekiyor. Hadise uluslararası arenadadır. Uluslararası arenada haklarını aramaya devam etmelidirler.

 

Esasen buradaki durum henüz karada hallolmamış ki denizde hallolsun. Aslında Kıbrıs Cumhuriyeti diye bir cumhuriyeti dünya tanımış, ama bu cumhuriyet kendi böğründe başka bir cumhuriyeti de taşıyor. Evvela siz gelin de, Kıbrıs’ın deniz kısmında değil, kara kısmındaki sorunu bir halledin. Siz buna yenisini ekliyorsunuz, deniz kısmında da sorun çıkarıyorsunuz. Tabii ki, Türkiye bir olup bittiyi kabullenemez.

 

Böylesine ihtilaflı, sorunlu bir bölgeye Rumlarla, Kıbrıs adasının hükümeti bunlar diye anlaşma yapıp, araştırma yapmak için geleceklerin aklına şaşarım. Böyle bir şey olursa, “Demek ki dünyada epey akılsız adam var” derim.

 

PETROL KONUSU HASTALIK BELİRTİSİDİR!...

 

Rauf R. DENKTAŞ

KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı

 

Ültanır: Bildiğiniz gibi Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs çevresindeki deniz alanlarda petrol arama ihalesine çıkmakla yeni bir kriz başlatmış bulunmaktadır. KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı olarak, sizin bu konudaki görüşlerinizi EkoENERJİ adına almak istiyoruz. Rumların bu girişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Denktaş: ABD ve Garantör İngiltere ile diğerleri, işlerine öyle geliyor diye eli kanlı terörist bir idareyi, uluslararası hukuku ve insan haklarını çiğneyerek 1964’den bu yana “Meşru Hükümet” olarak tanımaktadırlar. Tüm siyasi ve hukuki itirazlarımıza rağmen, bu idareyi, Türkiye’nin de temel haklarını çiğneyerek, Kıbrıs Türklerinin varlığını bile kaale almaksızın AB üyesi de yaptılar. AB, Türkiye ile ucu açık müzakereleri başlatmak için Türk Hükümeti’ne Ek Protokolü imzalattı. AB ve ABD ile Garantör İngiltere şimdi Türkiye’ye, “Mükellefiyetini yerine getir, Meşru Kıbrıs Hükümeti’ne limanlarını aç” çağrısında bulunmakla kalmıyorlar, ABD adına, Dışişleri Müsteşar Yardımcısı Bryza, “Türk tarafı önerilerini Rumların kabul edebilecekleri duruma getirsin” çağrısı yapıyor. Bunlara göre meselenin halli, “Askerin Ada’dan çıkmasına ve mal mülk konusunun halline bağlı” diyorlar.

 

43 yıldır bilinçli bir şekilde sürdürülen hastalık budur!

 

Dolayısıyla, hastalıkla uğraşmak gerekir. Petrol konusu ve Papadopulos’un “Meşru Hükümet” olarak yaptıkları “sim tonlardır”, hastalığın belirtileridir. Hastalığın tedavisi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne dört elle sahip çıkmaktır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne sahip çıkmak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Türkiye arasındaki denizlere ve kıta sahanlığına sahip çıkmak anlamına gelecektir. Aynı zamanda Türkiye, denizlere açık bir ülke olmaya devam edecektir. Tek devlet esası üzerinde yapılacak bir anlaşma, Türkiye’nin sadece stratejik/güvenlik çıkarlarını zedelemekle kalmayacak, aynı zamanda ekonomik kaynaklarının da kaybına neden olacaktır.

 

Ültanır: Sayın Cumhurbaşkanım, bu petrol alanlarına ilişkin arama ihalesi girişiminin altında yatan siyasi oyunlar var mı, varsa nedir?

 

Denktaş: Shell Şirketi bundan 10-12 yıl önce uzaydan çektiği bir haritada Kıbrıs’ın etrafında petrol ve gaz kaynakları olduğunu kanıtlamıştı. O yıllarda Akdeniz’deki 2- 2½ mil derinlikten petrol çıkarmanın mümkün olmadığı ve/veya pek kârlı olmayacağı düşünüldüğünden olacak ki, kimse heyecanlanmamıştı. Ancak, teknoloji ilerledi. 5-6 yıl önce Rum İdaresi “Kıbrıs” olarak Mısırlılarla, sonradan da Suriye ve Lübnan’la sondaj anlaşması yapmaya kalkıştı. Bunlarla ilgili bir Amerikan şirketi bize bilgi verdi; “Yüzde 50 kaynak size aittir, anlaşma yapalım, sondaj hakkını bize veriniz” dedi. Durumu o günkü T.C. Hükümeti’ne duyurduk. Sanırım, “Bu hak TPAO’ya aittir” cevabı verildi. Anladığım kadarıyla, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti makamları bu konuda Türkiye’deki ilgililerle temas halindedir. Bence yapılması gereken şey, Papadopulos Hükümeti’nin her fiili adımına denk fiili adım atmak, haklarımıza sahip çıkacağımızı kanıtlamaktır.

 

Papadopulos’un petrol ile ilgili çıkışı siyasidir. Kıbrıs’ın üzerinde egemenliğini perçinlemek istiyor. Büyük ABD-İngiliz şirketleri ihaleye katılırlarsa, bu siyasi oyunun içinde bu devletlerin var olduğu görülecektir. O zaman Annan Planı’nın da yapımcısı olan bu devletlerin Türkiye’yi Ada’dan dışlamak istemelerinin nedenleri arasına “Petrol” de girmiş olacaktır.

 

BİR TAŞLA BİRÇOK KUŞ VURMAK AMACI

 

Mehmet Ali TALAT

KKTC Cumhurbaşkanı

 

Ültanır: Sayın Cumhurbaşkanı, Kıbrıs Rum Yönetimi Kıbrıs’ı çevreleyen denizlerde münhasır ekonomik bölge anlaşmaları yapmaya kalkışmanın ardından, şimdi de petrol arama ihalesi açarak yeni bir kriz başlattı. Rumların bu girişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Talat: Kıbrıs Rum Yönetimi, bir taşla birkaç kuş vurmak amacıyla petrol konusunu gündeme getirmiştir. Ancak, ulaşmak istediği esas hedef açıklamış olduğu petrole ulaşmak ve petrol elde etmekten ziyade, başka hedeflerdir. Öncelikle, adadaki egemenliğinin tüm Kıbrıs’ı kapsadığı iddiasına paralel olarak, Kıbrıs’ın kara suları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgelerine kadar yayıldığını kanıtlamak istemektedir. Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlama Anlaşması yaparak, uluslararası anlaşma yapma hak ve yetkisinin de kendisinde olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Böylece, esas amacı olan, Kıbrıs sorununda mevcut durumu, kendi amaçlarına hizmet edecek şekilde, kendi açısından avantajlı hale getirmek istemektedir. Bunun yanı sıra Papadopulos, Güney Kıbrıs’ta 2008 yılında yapılacak olan seçimlerde, Kıbrıs Rum halkına petrol ümidi pompalayarak ve ayrıca, yeniden adanın bütününde egemen olduğunu iddia ederek, halkın desteğini istemektedir. Böylece, bir taşla birçok kuş vurmak amacıyla petrol meselesini gündeme getirmiştir.

 

Ültanır: Bu girişiminin altında başka siyasi oyunlar da var mı, varsa nedir?

 

Talat: Elbette vardır. Zaten sözünü ettiğim gibi, birincisi seçim entrikasıdır. Güney Kıbrıs’ta bu alışkanlık haline gelmiştir. Daha önce bir seferinde S300 füzelerinin konuşlanmasıyla bir seçim yaşanmış ve konuşlandırmayı öngören aday seçimi kazanmıştı. Şimdi de benzeri bir şekilde petrol meselesi kullanılıyor. Bunun dışında, bir diğer amaç, Kıbrıs sorununda avantaj elde etmektir. “Bütün ülkenin yönetimi bendedir, otorite benim, egemenlik bendedir” demek. Bununla ilgili olarak, “Hem karada ve denizde hakimim, hem de uluslararası anlaşmalar yapacak kapasiteye sahibim. Mısır’la Lübnan’la anlaşmalar yapabiliyorum, üstelik Türkiye’nin karşı çıktığı şartlar altında bunu yapabiliyorum” gibi, bir egemenlik iddiası var ki, bu da tabii politik bir hedeftir.

 

Ültanır: Son bir sorum da petrolle ilgili olacak. Kıbrıs’ın çevresindeki deniz alanlarda petrol ve gaz gibi hidrokarbon oluşumlarına ilişkin duyumlarınız ve somut verilere dayalı bilgileriniz var mı?

 

Talat: Elimizde herhangi bir somut veri yok. Olması da zaten beklenemezdi. Çünkü, biz bir araştırma yaptırmadık. Ancak, tahminler var. Mısır’ın kuzey denizinde petrol olduğu, benzer bir jeolojik yapının bizim güney denizlerimizde de bulunduğu, bundan dolayı petrol olma ihtimalinin yüksek olduğu söylenmektedir. Bu arada yapılan uydu çalışmaları ve sismik çalışmalarda da bununu belirtilerinin görüldüğü ifade edilmektedir. Ortaya konan rakamlar da vardır tabii. Bunların doğruluğu hakkında, en azından benim elimde bir kanıt yoktur.

 

Yalnız kesin olan bir şey var ki, bu petrol çok derindedir. Hem deniz derindir, hem de yerkabuğunun altında derinde bulunan bu petrolün çıkarılması hem yüksek teknoloji gerektirmektedir ki, bundan dolayı bunu yapabilecek çok az sayıda firma olduğu söylenmektedir, hem de büyük masraf gerektirmektedir. Petrol fiyatlarının geçmişe göre arttığı bu dönemde kârlılığın söz konusu olabileceğine inanılmaktadır. Ancak, petrol konusunda herhangi bir uzmanlığım, derinlemesine bilgim olmadan söyleyebilirim ki, bugünün şartlarında, verimli, kârlı bir işletme olmasından ziyade bu girişimin esas nedeni siyasidir

 

Doğu Akdeniz’de Petrol Arama Faaliyetleri

 

Ahmet Faruk ÖNER

TPAO Arama Daire Başkanı

 

Ültanır: Sayın Öner, şimdi Kıbrıs çevresinde Doğu Akdeniz’de petrol arama konusunda bir gerginlik yaşıyoruz. Aslında yeni bir sorun da değil, geçmişi var, ama yeni bir aşama kaydetti, bildiğiniz gibi, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) tarafından 15 Şubat 2007’de süreci resmen başlatılmış olan, toplam 60 bin km2 deniz (offshore) alanını kapsayan, kendilerince ruhsatlandırılmış olsa da bizim uluslararası hukuk açısından geçerli saymadığımız 11 alanda petrol arama için giriştikleri, son teklif verme tarihini de başlangıçta 16 Temmuz 2007 diye belirledikleri bir uluslararası ihale söz konusu.

 

Öner: Geçtiğimiz haftalarda, Nisan içinde bir değişiklik yaptılar, şimdi o teklif verme süresini uzattılar, Ağustos sonuna kadar uzattıklarını ilan ettiler.

 

Ültanır: Türkiye haklı olarak bu ihaleye karşı çıkışta bulundu. Kamu kuruluşumuz TPAO Arama Dairesi Başkanı ve bu konuları çok iyi bilen değerli bir uzmanımız olduğunuz bilinciyle, sizin bu konuya ilişkin görüşlerinizi almak istiyorum.

 

Öner: Önce sunu söyleyeyim, bu süreyi uzatmasalardı istekli şirketler, almış oldukları sismik verilere ve tabii daha başka veriler varsa, onlara göre yapacakları değerlendirmeye bağlı olarak, bu alanlardan hangilerine, yoksa hepsine mi teklif vereceklerini kararlaştıracaklar, nasıl bir yatırım programı düşündüklerini hem iş programı olarak ve hem de o iş programının karşılığı maliyetler açısından gerekli bilgileri içeren biçimde nihai tekliflerini 16 Temmuz’a kadar vereceklerdi.

 

Burada Türkiye’nin karşı çıkışı teklif verecekleri etkiledi ve düşünmeye sevk etti. Süre de onun için uzatıldı diye düşünüyoruz. Tahminimiz şimdiden hemen bir teklif vereceklerini beklemiyoruz. Çünkü, bu süreci tam kullanacaklardır, ne tür siyasi gelişmeler oluyor, onlara bakacaklardır. Onun akabinde mümkün olduğu kadar son güne yakın bir zamanda da tekliflerini vermeye başlayacaklardı. Bu belki son hafta da olabilir.

 

Ültanır: Ahmet Bey, biz hemen teklif verme süresi ile konuya giriş yaptık, ama okuyucularımız için soruna ilişkin olarak sizden bir genel bakış rica edeyim.

 

Öner: Tabii, ben bu konuyu “Doğu Akdeniz Ülkelerinin Arama Faaliyetleri” konulu haritamız üzerinden anlatayım (Şekil 1) Önce Doğu Akdeniz’in paylaşımına ilişkin olarak, haritamızdaki düz kırmızı çizgiler anlaşma sağlanmış denilse de, Doğu Akdeniz’deki tüm ülkelerce kabul görmüş anlamına gelmeyen münhasır ekonomik bölge sınırını gösteriyor. Kesik kırmızı çizgiler teorik münhasır ekonomik bölge sınırı. Bir de “çizgi-iki nokta–çizgi” formatında çizilmiş, ülke tarafından tek taraflı ilan edilmiş ki, bu haritada sadece Mısır için söz konusu olan münhasır ekonomik bölge sınırı var. Tüm bu münhasır ekonomik bölge sınırları, ülkelerin kendi aralarında ilan ettikleri bilgilerden, biraz bizim kendi kanaatlerimizden yararlanılarak çizilmiştir. Bu kanaatten de şunu kastediyorum, ülkelerin arasında bu sınırların geçirilmesinde kabul edilen esas, aradaki mesafenin yarısı şeklinde düşünülüyor. “Eşit uzaklık” diye bir kavram var, o kullanılıyor.

 

Anlaşma sağlanmış münhasır ekonomik kalın çizgi görüleceği gibi iki yerde var. Bir tanesi Lübnan ile GKRY arasında. Bir de Mısır ile GKRY arasında bulunuyor. Fakat GKRY, Mısır ile arasında bulunan bu çizgiyi hayli uzatmış görünüyor. Çünkü, Türkiye’nin ilan etmiş olduğu 320 16’ 18’’ boylamının da bir miktar batısına geçmiş görünüyor. Bunu da 2003 yılında Mısır ile karşılıklı bir anlaşmayla bu sınırı oluşturuyorlar.  Daha sonra Mısır ile yaptıkları anlaşma Mısır Meclisi’nde geçiyor, ama o zaman Türkiye bunu kabul etmediğini belirtiyor. 17 Ocak 2007’de de Lübnan ile böyle bir anlaşma yapıyorlar. Fakat, bu anlaşma Lübnan Meclisi’nden henüz geçmedi, elimizde geçtiğine dair bir bilgi yok.

 

 Şekil 1- Kıbrıs çevresi Akdeniz sismik haritası ve EMB taslak sınırları

 

Ültanır: Ancak, Türkiye bunun için de bir karşı girişimde bulundu.

 

Öner: Evet, Türkiye bununla ilgili bir karşı girişimde bulundu, Lübnan Büyükelçisini Dışişlerine çağırdılar. Ayrıntılarını Dışişleri biliyor, ama biz de basından en azından bir ikaz yapıldığını biliyoruz. Haritadaki diğer kırmızı çizgiler üzerinde bir mutabakat ve anlaşma yok.

 

Şimdi haritadaki diğer renklerdeki çizgilere gelelim ve Suriye tarafından başlayalım. Harita’da sarı renkli görünen bölge. Bu bölge, Suriye’nin kendine göre Kıbrıs’ı ve komşusu olan Türkiye ile sınırlarını da dikkate alarak, olabildiğince çok problem oluşturmayacak bir çizginin güneyinde kalacak şekilde, biraz da bu ortay hattı kendince yorumlayarak oluşturduğu deniz alanını ifade ediyor. Kendine göre ekonomik alanını belirlemiş.  Bu alan üzerinde, yanılmıyorsam 2005 yılında burada bir sismik çalışma gerçekleştirdiler. Oradaki ince çizgiler sismikleri ifade ediyor. Yaklaşık 5000 km sismik yaptılar. Suriye de ortak petrol arama için bir ihale açacaktı, ama önce kendileri değerlendireceklerdi. Bu alan onu ifade ediyor.

 

Doğu Akdeniz haritasındaki ikinci sarı alan, Lübnan’ın ekonomik münhasır bölgesi olarak düşündükleri bölge. Onlar da 2000 yılından sonra hayli sismikler gerçekleştirdiler. Hatta bunun bir kısmında 3 boyutlu sismik diye tabir ettiğimiz (3D) sismikleri hem GKRY’ye aitmiş gibi gözüken mavi alan içinde, hemdi kendi sarı renkli alanı içerisinde aynı gemi ile gerçekleştirdiler.  Bunların hepsi 2006 sonu ve 2007’de gerçekleştirildi. Bakın, GKRY’nin 3 numaralı petrol alanı diye gösterdiği yerde hem GKRY’nin ve hem de Lübnan’ın üç boyutlu sismik çalışması var.

 

Ültanır: Şimdi okuyucularımıza Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin hazırladığı haritayı da (Şekil 2) sunalım. Bu haritada Rumlara ait olduğu iddia olunan 13 petrol alanı görünüyor. Bunların 11 tanesini ihaleye çıkardılar. Doğu’da kalan 3’üncü ve 13’üncü alanların ihalesini ikinci tura bıraktılar, daha sonra ihaleye çıkaracaklarını söylüyorlar. Belki de bunlar en umutlu buldukları alanlar. Çünkü, bu iki alanda 3 boyutlu sismik çalışması yapıyorlar.

 

 Şekil 2-GKRY’nin hak iddia edip ihaleye çıkarmaya başladığı hidrokarbon alanları

 

Öner: Bunun dışında Lübnan ile Mısır arasında kalan alan ise, İsrail’in diye düşünülen bölge. Ondan sonra da Mısır’ın ruhsat alanları görülüyor. Bu alanlardaki tüm çizgiler, yapılan sismikleri ifade ediyor. Doğu Akdeniz’de en eski sismikleri gerçekleştirenler Mısırlılar olmuştur. Öncelikle kıyı çizgisine yakın sığ derinliklerde yaptılar, ama özellikle 1995’den sonraki bir süreçte daha derin denizlerde yeni alanlarda çalıştılar ve yeni ruhsatlar oluşturdular. Bu derin sulardaki arama çalışmalarını ihaleye çıkarıp bazı büyük petrol şirketlerine verdiler.

 

Genelde burada BP ve Shell’in var olduğunu söyleyebiliriz. 2005 yılında Shell, Mısır’ın deniz alanında gaz keşfinde bulundu. Bu derin denizlerdeki ilk resmi gaz keşfidir. Daha önce de İsrail’in nispeten kıyıya daha yakın bir yerde, ama çok da sığ olmayan bir yerde, ancak göreceli olarak Mısır’ınkine göre sığ bir alanda bir gaz keşfi var. Onun dışında kalan alanda herhangi bir petrol ve doğalgaz keşfi yok.

 

Ültanır: Yani şu ana kadar Doğu Akdeniz offshore alanında iki hidrokarbon bulgusunun da gaz olduğunu söylüyorsunuz.

 

Öner: Evet, Doğu Akdeniz’de bulunmuş iki tane yer var. Bu iki yerin önemi de şuradan kaynaklanıyor, Doğu Akdeniz’in geriye kalan diğer alanları için gösterge anlamı taşıyor.

 

Şimdi Kıbrıs’ın güneyinde görülen kalın siyah çizgilerden bahsedelim. Bunlar 2000 yılında gelen ve GKRY ile anlaşan bir Norveç firmasının yaptığı sismikler. Buna petrolcülükte “spect data” deniliyor. Yanılmıyorsam o dönemde, 10 bin km’ye yakın sismik yapılmış. Aynı Norveç firması GKRY’den başka İsrail, Lübnan ile anlaşmış, Suriye’den müsaadeler almış ve bu hatları yapmışlar. Çok ilginç olan, bugün bizim diye tabir ettiğimiz veya resmen ilan edilen sınırların içinde kalacak yerlere yaptıkları sismiğin iznini dahi GKRY’den almışlar, Türkiye’den değil.

 

Ültanır: Haritada beyaz çizgilerle kesişen siyah çizgiler bunun göstergesi değil mi?

 

Öner: Evet. Beyazlar bizim planladığımız sismikler, henüz yapılmış sismikler değil.

 

Ültanır: Ancak, planlanan sismikler dediğiniz beyaz çizgiler, anladığım kadarıyla Türkiye’nin münhasır ekonomik bölge sınırı içinde kalıyor.

 

Öner: Aslında bu beyaz sismikler yok. Ama, bizler de bugün diyoruz ki, eğer buralarda bir varlık oluşturacaksak, bu denizde bizim de varlığımız söz konusu olacaksa, buraya yönelik olarak yerin altını bilmemiz lazım. Bunu bilmenin yolu da denizler için özellikle sismikten geçiyor, başka çare yok. Yerin altını en iyi onunla görebiliyoruz. Dolayısıyla, haritadaki beyaz çizgiler sadece programlanmış olan, bizim yapmak istediğimiz sismikleri ifade ediyor. Siyahlar da az önce de söylediğim gibi daha önce bizim dışımızda yapılmış sismikler.

 

Aslında bütün hikâye şu; özellikle 1999, hatta 2000’de diyebiliriz, 2000’den itibaren Doğu Akdeniz’de büyük bir hareketlilik görüyoruz ve yoğun bir sismik faaliyet var. Bunun en son ürünü de 2006’nın yazında GKRY’nin, sizin de az önce işaret ettiğiniz denizde ruhsatlandırdıkları bu alan içerisinde yaptıkları sismikler. İfade edildiğine göre 7000 km’lik bir sismik yaptılar, daha sonra da bu sismiklere bağlı olarak üstelik bunları ruhsatlandırdılar. Bunu yaparken de 13 parçaya ayırdılar.

 

Bu 13 parçanın iki tanesini bir kenara koydular, 11 tanesi için ise, “Biz ihale sürecimizi 15 Şubat 2007’de başlattık, 16 Temmuz’a kadar bu süreci açık tutuyoruz, gelin bu verileri alın, değerlendirin ve bize tekliflerinizi bildirin” dediler. Geçen ay yaptıkları son açıklamayla 16 Temmuz’u ki, biz onun özellikle bizim Dışişleri’nin ikazlarından sonra birtakım belirsizlikleri dikkate alarak, Ağustos sonuna çektiklerini düşünüyoruz. Oradaki asıl amaç, hem Türkiye’nin oluşturduğu baskı, Türkiye’nin bu konudaki görüşlerini Mısır’a aktarmış olması, Lübnan’a karşı izlenen yol ve tavır, Suriye ve İsrail ile olan görüşmeler, tüm bunların etkili ve de geciktirmenin sebebi olduğunu düşünüyoruz. Açıkçası davranışlarını, sular biraz daha durulsun şeklinde değerlendiriyoruz. Ancak, Ağustos sonu da olsa, nihayetinde teklif toplayacaklar.

 

Ültanır: Bu konuda başka yeni bilgi var mı?

 

Öner: Başka şöyle bir bilgi var: Bize göre önemli gördüğümüz birkaç petrol şirketinin, bu ihaleye en azından sismik verileri alarak ilgi duyduklarını öğrenmiş bulunuyoruz. ExxonMobil, Shell ve BP. Bunların hemen yanında Lukoil diye bir şirket.

 

Ültanır: Yani, üç tane batıdan bir tane de doğu’dan Rus şirketi ilgililer.

 

Öner: Lukoil’i biz de Rus şirketi olarak düşünüyorduk, fakat, sonradan yaptığımız araştırmalara göre yüzde 60’ı Hollanda menşeli bir şirkete ait. Geri kalan yüzde 40’ı da çok uluslu birkaç şirket arasında paylaşılmış. Onlardan bir tanesi de Rus, ama ağırlıklı olarak şirketin sahibi şu anda Hollanda görülüyor. Shell zaten Hollanda, İngiliz işbirliği. BP İngiliz, ExxonMobil Amerikalı. Bir de tabii ExxonMobil, BP, Shell gibi şirketler bir yerlerde varsa, biraz dikkatli olmakta da yarar var.

 

Ültanır: Maalesef bir zamanların yedi kız kardeşinin üç tanesi, şimdi birleşmiş olsalar da geçmişte ayrı olan Exxon ve Mobil’e göre yedi kız kardeşin dört tanesi girmiş. Belki bir ikisi de Lukoil ortaklığı içindedir.

 

Öner: Görünürde yedi kız kardeşin üç tanesi girmiş durumda. Bunlar Ağustos sonunda kesin teklif verecekler diye bir şey söylemek istemiyorum, ama vermeyecekleri anlamına da gelmez. Ancak, genelde petrol şirketleri belirsizlikleri sevmezler. Petrol şirketleri birtakım şeylerin belirlenmesinden yana tavır koyarlar.  Bunun için belki savaş da çıkartırlar, başka şeyler de yapabilirler, ama sonuçta resmin biraz daha netleşmesini isterler. Şu anda gözlemlediğimiz durum bu.

 

Ültanır: Tabii bu durum hiç iç açıcı değil, sıkıntı verici bir durum ve şu anda sessizliğe girmiş görünse de ortada bir kriz gerçeği var. Türkiye’nin diplomasinin tüm teknikleri ile çok planlı, politikalı, hesaplı adımlar atması gerekiyor. Tabii bu diplomatik atağın, üzerinde hak iddia ettiğimiz suların korunması ve bu sularda Türkiye’nin de petrol arama çalışmaları yapmasını gerektiren bir durum var. Sadece Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çıkarlarını tehdit eden yeni bir gelişme ile karşı karşıyayız. Çünkü 360 16’ 18’’ boylamının batısını münhasır ekonomik alanımız içinde görüyoruz.

 

Öner: Dışişleri onu tam bu şekilde ifade etmiyor. Diyor ki, “Bu boylamın batısına geçemezsiniz”. Bu ne demektir? “Bu alan içerisinde herhangi bir hareketlilik benim karşı koyacağım anlamına gelir” şeklinde ifade ediyorlar. Dolayısıyla, çizginin anlamı bu. Dikkat ettiklerini tahmin ettiğim bir husus da uluslararası hukuk karşısında da cevap alınabilecek, yahut kolay savunulabilecek birtakım tezlerin arkasında durulmasını da düşünüyorlar.

 

Ültanır: Tabii oradaki ekonomik münhasır bölge sınırı henüz kesinleşmiş değil, bu nedenle oraya tartışmalı bölge demek belki daha doğru olacak. Onun dışında GKRY tarafından ruhsatlandırılmış ve parçalara ayrılmış alanlardan; 1, 7 ve 11 nolu alanların bir parçası ile 4, 5, 6 ve 10 nolu alanlar da Türkiye’nin münhasır ekonomik sınırı açısından tartışmalı alanlar gözükmekte. Tabii bu alanları en doğru şekilde bizim Dışişlerimiz belirleyecek. Biz şu anda varsayım yapıyoruz, ama benim sormak istediğim, GKRY’nin bu alanlarda Mısır ile bir arama işbirliği var mı acaba?

 

Öner: Doğrusu, o kısımda da henüz çok net bilgiler yok. GKRY onları uluslararası hukuk alanında savunabilir mi savunamaz mı, bu bence uluslararası hukukçuların fikir beyan edebileceği bir konu.

 

Ültanır: Haklısınız da, Türkiye’nin münhasır ekonomik bölge sınırını bir yana bıraksak bile, eğer adada bir çözüm sağlanacaksa, ada tek başına Rumların adası değil ki! Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de bu çerçevede hak iddiaları olacaktır.

 

Öner: Tabii, o açıdan da bir kilitlenme var. Tek bir Kıbrıs gibi düşünülecek olursa, her iki taraf da bunu zaman zaman kullanıyor, KKTC de diyor ki, “Benim de güneyde hakkım var”. Eğer böyle bir mantık güdülürse, GKRY de kuzey için aynı şeyleri söyleyebilir.

 

Ültanır: Ancak, KKTC’nin konumu GKRY’den farklı görünüyor. O nedenle, GKRY ruhsat veremez, ama KKTC hukuka uygun ruhsat verebilir sanırım. Çünkü, biri kendi vatanı olan toprağında, öteki ise kendisine ait olmayan Kıbrıs’ın bütünü üzerinde egemenlik iddiası içinde.

 

Bizim şu anda KKTC ile aramızdaki ekonomik münhasır bölge sınırı da belirlenmiş değil. Ancak, KKTC Bakanlar Kurulu’nun TPAO’ya kendi alanından ruhsat verdiği de biliniyor. Karpas bölgesinde diye biliyorum.

 

Öner: Doğru, üç adet ruhsatımız var. Karpas’ın altına ve üstüne rast gelen yerlerde.

 

Ültanır: KKTC’nin Eski Dışişleri Bakanı Serdar Denktaş’ın da, Amerikalıları Karpas çevresinde arama yapma istekleri olduğuna ilişkin bir açıklaması gazetelerde yer alıyordu. TPAO’nun Doğu Akdeniz haritasında, Kıbrıs’ın etrafındaki karasularının sınırı çizilmiş, ama Türkiye’nin Akdeniz alanında TPAO ruhsatları işaretlenmişken, KKTC’nin TPAO’ya verdiği ruhsatların işaretlenmediği görünüyor. Neden acaba?

 

Öner: Burada göstermediğimizin sebebi şu, önce onun şekli ve koordinatları konusunda emin olmamız gerekiyor, bunu Dışişleri ile görüşüyoruz. Netleştirdikten sonra, KKTC’deki verilerle bizim elimizdeki veriler gerçekten birebir aynı mı, ondan emin değiliz. Dışişleri Bakanlığı bunu bize netleştirdikten sonra haritamıza geçireceğiz.

 

Ültanır: Bu alan Kıbrıs’ın Karpas’tan doğusuna uzanabilir. Kıbrıs’ın doğusunda, haritada sismik atılmamış bir alan görünüyor.

 

Öner: Evet, bir de burada Kıbrıs’ın doğu kısmındaki alanın üzerinde yapılabilecek çalışmalar da gelecek için birtakım şeylerin bilinmesi açısından önemli. Oralarda çalışma yapılması düşünülüyorsa, bugünden yapılmasında fayda var. Çünkü, ileride münhasır ekonomik bölge sınırının geçirilmesi söz konusu olacak. Bunun Suriye ile ilgili alanda nereden geçirileceğini anlamak için de muhtemel bazı sismik verilere ihtiyaç olacak.

 

Ültanır: Oralara da şimdiden beyaz çizgiler çekilip programlama yapılması gerekiyor demektir. GKRY’nin “1st Licensing Round Offshore Cyprus” broşüründe sismik yapılan ve ruhsatlara bölünen 60 bin km2’lik alandaki sismiklerden bir iki kesit örneği verilmiş. Hidrokarbon oluşumu için elverişli antiklinaller görünüyor. İlgilenen şirketler bu sismik verileri alıyorlar. Türkiye’nin elinde de bu sismik verilerle ilgili bilgiler var mı, verilere ulaşabildik mi? O sismiklerin ne olduğunu biliyor muyuz?

 

Öner: Şimdi biz o sismiklerin ne olduğunu bilmiyoruz. Çünkü, böyle bir talebimiz olmadı, gidip de ihale prosedürüne çıkarılan o bilgileri almamız zaten mümkün değil. Dünya petrol şirketleri ile bir rekabet için de olsak da bir taraftan devlet şirketi olmamız nedeniyle gidip, bütün politikalarımızın aksi yönünde bir davranışta bulunmamız söz konusu değil elbette.

 

Ültanır: Tabii ki hiçbir Türk şirketinin, hele bir kamu şirketinin bu bilgileri Rumlardan resmen satın alması düşünülemez. Ben soruyu o anlamda sormadım da, Norveçlilerin yaptığı sismikler belki çeşitli ülkeleri ilgilendirdiği için daha geniş bir dağılıma uğramış olabilir diye sormuştum.

 

Öner: Bizim 2006 yılında GKRY’nin yaptırdığı sismik verilere ilişkin bilgilerimiz sınırlı. Sadece açıklanan kısımları ve internetten ulaşabildiğimiz kadarıyla bazı bilgilerimiz var. Ancak, daha önce 2000 yılında yapılan, biraz önce harita üzerinde de zikrettiğim siyah renkli hatlara ilişkin sismikleri, o Norveç firması ile görüşerek biz önceden aldık. Hatta Suriye açıklarındakini de aldık. Onlarda yeni teknolojiyle güzel yapılmış sismikler ve yapıyı gösteriyor. Sadece 2006’da kaydedilen sıklıkta olmayabilir, ama birebir o da aynını gösterir. Sadece sıklığı değişiktir.

 

Biz bu verilerin bir kısmını aldık. Bunu alırken de gerekçemiz şuydu: Hem ileride bu tip hususlar, sorunlar karşımıza çıkacaktır, buna devlet şirketi olarak hazırlıklı olmak gerekir diye düşündük, hem de asıl görevimiz olan petrol aramacılığı açısından, yani Suriye’nin, Lübnan’ın Mısır’ın deniz alanlarına ilgimizin ne olacağını da önceden belirlemek adına yaptık. Çünkü, biz bugün hakikaten Suriye ve Lübnan deniz alanları ile ilgileniyoruz. Sonuçta oralarda olmamız da gerekiyor.

 

Ültanır: Tabii, çok doğal, TPAO Hazar yöresinde de, Libya’da da petrol arıyor da, niçin oralarda aramasın?

 

Öner: Aynen öyle.

 

Ültanır: Bizim kendi yerli olanaklarımızla Doğu Akdeniz’de bu sismikleri atmamız mümkün mü? Ben kendi olanaklarımızı sınırlı diye biliyorum, ama son yıllarda yeni bir gelişme sağlandı mı?

 

Öner: Yerli olanaklar açısından en son yaptığımız görüşme, Dokuz Eylül Üniversitesi’nin Piri Reis diye bir gemisi var. Onlar en son teknolojilerini bir miktar daha geliştirdiler. Biz de onları bu konuda biraz yönlendirdik. Artık, ellerindeki bu gemiyle olabilecek en iyi düzeye geldiler. Fakat, bu derin sular için biraz daha büyük ekipmana ve gemiye ihtiyaç var. Ama, bazı şeyleri görmek anlamında şu andaki gemi de bu bilgileri sağlayabilir. Ancak, ayrıntıya girme anlamında gücü yetmez.

 

Ültanır: O zaman Türkiye’nin sismik atan bir yabancı şirketle işbirliği yapması lazım.

 

Öner: Doğru, biz şimdi zaten onu yapıyoruz. Şu anda o süreci de başlattık. Önümüzdeki günlerde ihaleye çıkıyoruz. İki boyutlu sismik için bir gemi tutup bu çalışmaları gerçekleştirmeyi planlıyoruz.

 

Ültanır: Ahmet Bey, 1974 öncesinde Kıbrıs’ın kuzeyinde deniz alanında Shell’in bir petrol arama çalışması yaptığı söyleniyor. Doğru mu bu, öyle bir bilginiz var mı?

 

Öner: Hafızam beni yanıltmıyorsa 1974’de Mersin Körfezi’ni de içine alacak şekilde, çok regional boyutta sismikler yapılmış. Ancak, bunlar çok sık değil, tek tük 5-6 tane sismik hattı. Kıbrıs’a doğru uzatmışlar, denizin içinde o tabakalanmanın ne tarafa doğru kalınlaştığını görmek anlamında yapılmış. Ama, ne yazık ki o verileri biz bugün kullanamıyoruz. Çünkü, tam olarak yerlerinin nereden geçtiği bilinmiyor.  Navigation dediğimiz yeri konusunda biraz sıkıntılar var. O zamanki teknoloji ile ancak o kadar yapılabiliyordu. Ancak, şimdi elimizde daha yenileri var.

 

Ültanır: Şimdiye kadar Mersin Körfezi ve İskenderun Körfezi’nde çok çalışma yapıldı. Sondaj çalışmaları bile var. Türkiye’nin güneyi, Karpas’ın kuzeyi denildiği kadar umutlu bir alan mı? İp ucu olabilecek veriler var mı?

 

Öner: Bizim en son açtığımız kuyular İskenderun Körfezi’nde. Sadece bir tanesinde petrol keşfi söz konusu oldu (İskenderun Sea-1). Fakat, çok ekonomik değil. Dolayısıyla, onu geliştirmek için herhangi bir çalışmamız olmadı. Cüzi bir miktar petrol vardı, çıkartmaya değmiyordu. Bugün için de ekonomik görünmüyor. Mersin’de açılan bir-iki kuyu da çok sığ alanda, kıyıya çok yakın yerlerde. Biz haritada kırmızı gösterilen alanlardaki ruhsatlarımızda, bu Mayıs ayında ihaleden biraz farklı olarak, sahip olduğumuz ruhsatlara ortak arama ilanında bulunacağız. Antalya, Mersin, İskenderun ruhsatlarımıza ortak bulma arayışındayız. Bu da riski paylaşmak anlamındadır.

 

Ültanır: Ahmet Bey, biraz da deniz derinliği üzerinde konuşalım diyorum. Aramalar sığ alanlardan derin alanlara kadar uzanıyor. GKRY ihtilaflı alanda ihaleye çıkınca, Türkiye’de bazı kişiler, “Buralar derin deniz, hiç kapışmaya gerek yok, petrol zaten çıkarılamaz” gibi yanlış ve bir o kadar da anlamsız görüşleri internette yaymaya başladılar. Oysa, bu ruhsat alanlarındaki derinliği Rumlar 800 ilâ 3000 m arasında diye açıklıyorlar. Bugün dünyada sondaj alanlarında su derinliği çoktan 2000 m’nin çok üstüne çıktı. Ancak, 1000 m su derinliği üzerinde sondaj görmemiş petrol jeologlarının, ya da eski TPAO’luların yanılgısıyla ülkemizi ulusal çıkarlarından saptırmamak gerekir. Zaten açıkladığınız büyük petrol şirketlerinin ilgi göstermesi de, bu alanların üretim yapılabilir nitelikte derinliğe sahip olduğunu kanıtlıyor.

 

Öner: Bugün teknoloji 3000 m’nin üzerindeki su derinliği için sondaja imkân veriyor. 2400 m su derinliğinden de yapılan üretimler var. Bu bakımdan bir teknolojik sıkıntı yok. Akdeniz’in buraları çoğu 2000-3000 m arasında değişiyor, en derin yer Antalya’dan Rodos tarafına doğru olan dalma-batma zonu diye tabir edilen bir çukur vardır ki, 4400 m’ye ulaşıyor. Genellikle Doğu Akdeniz 2000 ile 3000 m arasında. Akdeniz’in çok büyük bir kısmı için derinlik sorunu yok. Sizin az önce sözünü ettiğiniz antiklinal yapı üzerindeki su derinliği, mesela 900 m. Bizim, Mısır’ın Nil deltası diye tabir ettiğimiz bu alan, bizce en ekonomik gibi görünen alan. Onun dışındaki alanlar için elimizde net kuyu verisi yok. Bu nedenle çok müspet bir şey söylemekten kaçınıyoruz. Ancak, aranması gereken, aramaya açık bir alan.

 

Biz TPAO olarak düşündüğümüz, planladığımız sismikleri yapmak, bu açık denizi görmek istiyoruz.  Böylece potansiyelini anlamak istiyoruz. Bu iş bir kere, bizim açık ve daha derin denizlerdeki pozisyonumuzu anlamak için bir veri oluşturacak. İkincisi, petrolcülük anlamında gerçekten bu alanlar aramaya değer midir, yoksa değil midir, bunu anlayacağız. Üçüncüsü ise, komşularımızın deniz alanlarındaki verileri ile de ilgileniyoruz, çünkü oralarda varlığımızı göstermemiz gerekiyor. Bu sadece denizler için değil, kara alanlarında da komşularımızla aynı etkinliği göstermenin faydalı olduğunu düşünüyoruz.

 

Ültanır: Doğru, kendi ülkemizde yeterince olmasa da, petrol coğrafyası üzerinde bulunuyoruz.

 

Öner: Açıkçası Türkiye şu andaki teknolojik gücü ve yapısıyla da çevre ülkelerde etkili olması gereken bir durumda. Şu anda ister Irak deyin, ister İran deyin, ister Suriye deyin, Lübnan ve Mısır deyin, bu alanlarda karada ve denizde etkin olmalıyız.

 

Ültanır: Tam bu noktada TPAO’nun yasal yapısından söz etmek istiyorum. 1954 tarihli 6326 sayılı Petrol Kanunu, zamanında haksız eleştirilere maruz kalmış ideal bir kanundu. TPAO’da 6327 sayılı kanunla, 6326’nın getirdiği liberal anlayışa uygun şekilde kurulmuş bir kamu şirketiydi. Bu çağdaş yapı, bazı muhalifler tarafından, “Niye klasik devlet kuruluşu değil?” diye eleştirildi. Bence görüş eksikliği.

 

Şimdi birkaç maddesi Meclis’e tekrar görüşülmek üzere gönderilen yeni petrol yasamız, 5574 sayılı Türk Petrol Kanunu var. Bugün haksız olarak royalty açısından eleştiriliyor. TPAO’nun ayrıcalıklarını kaldırmış olmasını da ben olumlu bulanlardanım. Çünkü, Türkiye kara alanında ve deniz alanında aramalarda rekabet olumlu sonuç getirir. Ancak, TPAO’nun kuruluş yasası 6327 gibi özerk biçimde, yeni kanuna ve yeni çağa uydurulmak zorunda. Haksız yasa eleştirenler bilmedikleri için olacak, bunu gündeme getiremiyorlar. Elbette, TPAO’ya ulusal çıkarlarımız açısından ihtiyaç var da, bu TPAO nasıl olmalı? Söyleşimizin sonunda ulusal çıkarlarımız açısından da önemli olan bu konuya kısaca değinelim istiyorum.

 

Öner: Ben de sözü bu noktaya getirmek istiyordum. TPAO bugün bir devlet şirketidir. Bu devlet şirketi rolünün iyi kullanılması gerektiğini düşünüyoruz. Bunu iki şekilde kullanmalı: 1) Sırf petrolcülük anlamında tıpkı uluslararası petrol şirketleri gibi aynı büyüklüklerde varlığını göstererek. 2) Ülke menfaatleri ile örtüşen bir strateji izleyerek de bunu göstermelidir diye düşünüyoruz. Bunu hemen yakın komşularınızda yapabilirsiniz, yahut dünyanın herhangi bir yerinde de yapabilirsiniz. Yapmalıdır diye de düşünüyoruz TPAO, bu iki rolü oynayabilecek kapasitede ve güçtedir.

 

Ültanır: Ancak, TPAO kâr etmesi gereken bir kuruluş. Türkiye’nin ulusal çıkarları ve dış politikası gereği bazı yerlerde bayrak gösterme çalışmaları yapacaksa, bu her zaman kârlı olmayabilir. O zaman da devlet tarafından bazı çalışmalarının subvanse edilmesi gerekmez mi? Yani devletin ayrıca mali desteklemesi gerekir. Katılır mısınız, bilemem?

 

Öner: Açıkçası bu görüşe hakikaten katılıyorum. Bugün yeni petrol kanununda o söylemiş olduğunuz hususlar, vergiler, devlet hisseleri vs., o kısımdan aslında bizim çok büyük bir rahatsızlığımız yok. Bizi rahatsız kılan şey şu: Bugün Türkiye Petrolleri’nin rolü, kuruluşundaki gibi bir tarzda değil. Zamanında daha özgür bir Türkiye Petrolleri kurulmuş. 1984’den bu tarafa maalesef o değiştirilmiş.

 

“Buradan ne anlam çıkarıyoruz?” derseniz, Türkiye Petrolleri’nin böyle bir rekabet ortamında baş edebilmesi için o özgürlüğünü almış olması lazımdı. Bu nedir? Tamamen gelirlerine hükmedebilen, onu zamanında ve yerinde alabileceği kararlarla uygulayıp yatırıma dönüştürebilen bir Türkiye Petrolleri olmalı. Özerk, ve elemanlarını rahat seçebilen bir yönetim. Eğer bunu tıpkı diğer devlet daireleri gibi klasik manada düşünecek olursak, Türkiye Petrolleri’nin bütün esnekliğini, bütün yeteneklerini elinden alıp, sadece el açan bir duruma getirdiğiniz zaman, bu rekabet adil bir rekabet olmaz diye düşünüyoruz.

 

Ültanır: O zaman TPAO bu tip milli işlere de giremez duruma gelir.

 

Öner: Ya da girmesi çok zor olur. Bizim kritik ettiğimiz kısım oydu. Hâlâ biz bugün devletten tek kuruş almış bir şirket değiliz, 2006 yılı gelirimiz 1.9 milyar dolar civarındadır. Geçmişte yaptığımız yatırımlarda olduğu gibi, yeni yapacağımız yatırımların tümünde kendi kazandığımız paraları kullanıyoruz. Ama düşünün ki, kendi paramızı kullanmak için gidip de devletten müsaade almak durumundayız. Bunun da doğru olmadığını düşünüyoruz.

 

Ültanır: Çok haklısınız, TPAO’nun Brezilya’nın Petrobras şirketinden bir farkı yok, onu geçebilir, ama mali özerklikle bütünleşmiş yönetimsel özerklik gerekiyor. O 1953’de, TPAO 1955’de kurulmuş, Petrobras’ın 2005 geliri 50 küsur milyar dolar. 50 yılı aşkın her iki şirketin ömrüne bakarsanız, diğeri güçlenirken TPAO, 6326 sayılı petrol kanunun gibi hep budanmış, özerklikten standart devlet kuruluşuna dönüştürülmeye çalışılmış. Dikey entegrasyonu gereksiz yere parçalanarak gelir kaynakları elinden alınmış vs. Türkiye’deki yanlış devletçilik politikasına bir örnek.

 

Öner: Yasal prosedürü bu biçime getirildiği için ne yazık ki, TPAO’nun şu anda böyle bir rekabet ortamı içerisinde başarı sağlaması çok zor.

 

Ültanır: Kuruluş yasasında yeni bir düzenleme yapmaya gerek var.

 

Öner: Kesinlikle. Ben hatta onu hep şöyle söylüyorum: Herkes yeni petrol kanununa sadece petrol kanunu olarak bakıyor. Ama, eski petrol kanunun önemli bir hususiyetini herkes gözden kaçırıyor. Bildiğiniz gibi eski petrol kanunun numarası 6326, TPAO’nun kuruluş kanunun numarası 6327. Onlar sadece peş peşe çıkartılmakla kalmamış, aile bağı gibi müthiş bir bağ ile birbirine bağlanmış kanunlardır. Oradaki mantık da şuydu: Özgür bırakılmış bir TPAO, ama arkasında da devletin gücü olan bir TPAO, dünyadaki bütün süper petrol güçleri ile rekabet edebilecek bir TPAO, istenerek ve bilinerek yapılmış yasal düzenlenmelerdi. 6327 Türkiye Petrolleri’ne özerklik sağlıyordu, ama bu özerklik hiçbir şekilde devletten bağımsız hareket etmek anlamında değildi. O bağımsızlık teknik anlamda, karar verme anlamında, sürat anlamında, parayı kullanma anlamında gereken bir özgürlüktü. Ayrıca önemli bir şey daha söylüyordu, alacağı her elemanı, tam manasıyla seçerek, özellikli, nitelikli insanları alıp istihdam edebileceğini söylüyordu. Bugün TPAO, önüne ne geliyorsa almak zorunda. Bu bizi çok üzüyor.

 

Şimdi petrol kanununu bugüne uyarlarken, TPAO’yu ayaklarının üçüne birden köstek vurarak, budanmış biçimde bu kanun ortamında yer almasını istediğimiz zaman, bu istek doğru olmuyor. Bizim asıl kritik ettiğimiz kısım bu. Bizim isteğimiz hem devlet kazansın, hem TPAO güçlü olsun, hem de dünyanın diğer petrol şirketleri ile rekabet gücünü elinde bulundurabilsin. Bu güç hem teknolojik imkânlar açısından, hem de stratejik açıdan olması gereken bir güçtür.

 

Birleşmiş Milletler’de veto hakkına sahip olan sadece birkaç ülke var, ama Türkiye de böyle bir hakka sahip olması gereken bir ülkedir. Bizim bir tarihi geçmişimiz var, bunu bir kenara itekleyemeyiz. Bu kadar büyük imparatorlukları yaşamış, bugünlere gelmiş bir ülkenin çocukları olarak, o ülkenin şirketi olarak bir BP’den, bir Shell’den farklı bir strateji izlememiz mümkün değildir diye düşünüyoruz. Örneğin biz BP’yi özel şirket olarak biliriz. BP, çalışma sistematiği ile özel bir şirkettir. Ama, gerisinde kocaman bir Britanya İmparatorluğu vardır. BP, Britanya İmparatorluğu menfaatleri dışında bir hareket yapmaz. Devlet şirketi olduğu resmen bir yerlerde görülmeyebilir, ama bir yerlerde devlet şirketi gibi hareket etme mecburiyeti vardır. Bugün ülkenin menfaatleri Endonezya açıklarındaki denizlerde petrol aramamızı gerektiriyorsa, gidip aramalıyız. Bizim tarihi geçmişimiz var. Kendimizi böyle bir geleceğe hazırlayabilmemiz için şirketlerimizi de güçlü kılmalıyız.

 

Ültanır: Biz Doğu Akdeniz’deki petrol aramalarına, tarihi geçmişimizden de gelen sorumluluk içinde bir strateji ile yaklaşmak zorundayız. Çok güzel ve keyif verici bir sohbet oldu. Bu olanağı tanıdığınız için teşekkür ediyorum.

 

Hukuken Rum Yönetimi Lisans Veremez,

Ama Türk Yönetimi Verebilir!...

 

Prof. Dr. Hüseyin PAZARCI

Uluslararası Hukuk Uzmanı

 

Ültanır: Sayın Hocam, bildiğiniz gibi Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Kıbrıs’ın güneyinde 60 bin km2’yi kapsayan deniz alanında offshore petrol aramacılığı için petrol şirketlerine lisans vermek üzere 15 Şubat 2007’de resmen bir ihale süreci başlattı. Tabii ki olayın geçmişi var. Geçmişte bu alanda iki boyutlu sismik çalışma yapılarak petrol ve/veya gaz yani hidrokarbon kapanlayabilecek uygun strüktürler saptanmış. Bu verileri de ihale dokümanlarını satın alanlara veriyorlar. Bu alan 13 parçaya ayrılmış, iki tanesini üç boyutlu sismik çalışma için kendilerine ayırırlarken 11 tanesi ihale konusu.

 

Ancak, bu alanların bazıları, Türkiye’nin muhtemel ekonomik münhasır bölge sınırının içine düşüyor görünmekte. GKRY’nin Mısır ile 2003’de aralarındaki münhasır ekonomik bölge sınırı için bir anlaşmaları var, ama Türkiye bunu tanımıyor. Lübnan ile de yine bizim tanımadığımız 2007’de yapılmış böyle bir anlaşması var. Ayrıca, Kıbrıs’ta çözüme gidilememiş olması da, yapılmak istenen ihalenin uluslararası hukuk açısından geçerliliğinin sorgulanmasını gerektiriyor. Ortada bir sorunlar yumağı var. Buna ilişkin görüşünüzü almak istiyorum.

 

Pazarcı: Şimdi olayın ilk verilerine baktığımız zaman hukuki açıdan iki sorun görünüyor. Bir tanesi teknik düzeydeki sorunlar. Yani, sınırlama oradan mı geçmesi lazımdı, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak, tabii onun adına Rumların yapabileceği bir sınırlandırma, yoksa şuradan mı geçmesi lazımdı? Türkiye’nin, Anadolu’nun bu alan üzerinde ne gibi etkisi var? Dolayısıyla, bize gelmesi gereken noktalar var mı? Bunlar üzerinde teknik ve hukuksal düzeyde bazı sorunlar ortaya çıkıyor. İşin birinci yanı bu.

 

İkincisi işin çok önemli bir başka siyasal ve hukuksal yanı var. O da Kıbrıs’ın bugünkü hukuki durumu. Hukuki durum itibariyle Kıbrıs’ta iki toplum olduğu zamanında kabul edilmiş, bu iki toplumun birlikte 1959’da Zürih, Londra ve 1960’da Lefkoşe antlaşmalarıyla bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin oluşturması kabul edilmişti. Ama bu durum Rumların Türkler üzerinde yaptığı baskılarla değişti. 1963 yılı sonunda, 1964 yılı başında iki toplumun birbirinden ayrışması ve Türklerin artık yönetime katılamaması gibi bir durumla karşılaşıldı. Bu durum yeni bir veriyi ortaya çıkardı.

 

Artık o ilk kurulduğu şekliyle Kıbrıs Cumhuriyeti yürümüyordu. Ondan sonra Rumlar, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni zaruret hali diye ifade ederek, hükümeti olarak temsile devam ettiler. Çünkü, karşılarında birliği oluşturabilen, coğrafi olarak bir bütün olan Kıbrıs Türkleri de yoktu. Türkler cepler halinde, parça parça ve örgütlenememiş bir durumdaydılar. Şimdi, böyle bir Kıbrıs, dolayısıyla bir süre uluslararası toplumda Rumların biraz da o diplomasi becerileri sayesinde, Rumlar tarafından temsil edilir şekilde yürüdü. Ama, iki toplumun bu konuda görüş birliğinde olmadığı çok kesin biçimde ortaya çıktı. Buna çözüm arayışları oldu, ama bir sonuca varılmadı.

 

Bu arada Yunanlılar yavuz hırsız formülüyle Sampson darbesini yaptırdılar. Sampson darbesiyle bütün Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal ve uluslararası antlaşmalarla oluşturulan sistemi çöktü. Bunun üzerine Türkiye Garanti Antlaşması’ndaki haklarını kullanarak müdahale etti. Normalde Garanti Antlaşması’ndaki müdahale, bir kuvvet kullanılması şeklinde açıkça öngörülmese bile, eski durumun getirilmesi konusunda garantörlerin her şeyi yapabileceği şeklinde yorumlamaya açıktı. Ama, o dönemde İngiltere buna ve Türkiye ile birlikte hareket etmeye yanaşmadı ve Kıbrıs’ın 1960’da oluşturulan statüsü değişikliğe uğradı. Türkiye’nin Barış Harekâtı çerçevesinde müdahalesi, durumu eskiye dönüştürmeye yönelik olduysa da, bu kez ortaya çıkan yeni durumda eski sistemim yürümeyeceği, müdahale sonunda daha ilk Cenevre görüşmelerinde anlaşılınca, bütün taraflar yeni bir düzenin kurulması yönünde görüş birliğine vardılar.

 

Dolayısıyla, artık hukuken o eski kurulan o sistem üzerinde yeni ve başka içerikli bir Kıbrıs’ın meydana gelmesi üzerinde anlaşıldı. Şimdi durum budur. Onun üzerine bir daha Kıbrıs’taki Rum ve Türk halkları anlaşamadılar. Her biri 60 sisteminde kendi self determinasyon hakkını o birliğe vermişti. Onun için iki toplumlu bir cumhuriyet oluşturacaklardı. Fakat, bunu oluşturamadıklarından ötürü, 74’den sonra da bunu sağlayamadıklarından ötürü bugünlere gelindi. Bu arada KTFD kuruldu, KKTC ayrı bağımsız devlet olarak çıktı, buna Birleşmiş Milletler’in itirazları oldu, Annan Planı falan çıktı, ama şimdi halen her haliyle Kıbrıs’ta sorun çözülmedi diye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi önünde sorun devam ediyor. Kıbrıs’ın düzeninin, rejiminin yeni bir yapısının oluşması gerekiyor.

 

Şimdi, bu çerçevedeki Kıbrıs gelişmeleri düzeni içinde Kıbrıs Rum Yönetimi, “Ben halihazırda fiilen hükümetim” dedi diye, Avrupa Birliği de kendisini birliğe katarken bunu hukukileştirdi, ama buna böyle yaklaşıldı diye, Kıbrıs sorunu hukuken ve siyaseten çözülmüş değil. Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs adası üzerinde tek başına, Türklerin görüşünü, rızasını, iradesini katmadan bir yaklaşımla, Kıbrıs’ın ülkesine ve onun denizdeki etkilerine ilişkin bir paylaştırmayı, sınırlandırmayı yapmaya da yetkili değildir. Dolayısıyla, işin ikinci yanı, o teknik hukuki sorun, Türkiye’nin bu bölgeye etkisi konusu dışında, Kıbrıs’ta Rum Yönetimi Kıbrıs’ın tümü adına adayla ilgili düzenleme yapamaz.

 

Bu petrol arama haritasına baktığınız zaman, Kıbrıs Rum Yönetimi sadece adanın güneyinde ve biraz güneybatısında, güneydoğusunda kalacak alanlarla ilgili düzenleme yapıyor. “Ben bu işin kuzeyine karışmadım”, yani “Kıbrıs’ta Türk kesimi ile olabilecek düzenlemeyi belki birlikte yaparız” mesajını verme şeklinde bir değerlendirmeye de açık olabilir. Ama, hiçbir zaman bir ülkenin üzerinde, siz tek başınıza yetkileri kullanma konusunda hukuken yetkilendirilmemişseniz kalkıp ada üzerinde, onun bir kısmıyla da ilgili olsa da böyle bir tasarrufta bulunmamanız gerekir. İkinci sorun genel bir şekilde, genel Kıbrıs sorunu çerçevesinde de ortaya çıkıyor.

 

Ültanır: Yaptığınız açıklamalara göre Mısır ile ve Lübnan ile denizdeki münhasır ekonomik bölge sınırı çizmeye ilişkin anlaşmalar yapmaya Rumların hakları yok. Bu anlaşmalar geçersiz oluyor diyebilir miyiz?

 

Pazarcı: Mısır ve Lübnan ile yaptıkları anlaşmaları yapmaya hakları yok. Çünkü, Kıbrıs ülkesi, ada bir bütün olarak alındığında iki toplumlu kurulmuş ve şimdi KKTC olarak ayrı bir devlet olduğunu iddia eden bir devlet var ve Kıbrıs sorunu bir bütün halinde çözülmeden, Kıbrıs’ın şu veya bu bölgesinin sınırlandırılmasının yapılmasına, Rum Yönetimi’nin tek başına girmemesi lazım. Ama, onun dışında mesela Mısır ile yaptığı anlaşmada, ayrıca o birinci sorun dediğim noktada da, Türkiye’nin müdahalesini gerektirebilecek durum var. Bu petrol lisans alanlarından özellikle 1, 4, 5, 6, 7, 10 ve 11 numaralı alanlar itibariyle, yani Kıbrıs’ın güneybatısında kalan bu alanlar Türkiye’nin müdahalesini gerektirebilecek alanlar.

 

Ültanır: Hocam, zaten Türkiye 320 16’ 18” boylamının batısına rezerv koymuş bulunuyor. Daha doğrusu bu kesim bizi ilgilendiren bölge diyoruz.

 

Pazarcı: Tabii, çünkü orası Anadolu’nun karşısında yer alan bir deniz alanı. Bu çerçevede baktığımızda, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bir bütün hesabıyla düşünürseniz de, bu batı kısmında bizim Mısır ile karşılaşabilecek noktalarımız olduğuna inanıyoruz. O çerçevede de bu lisans parsellerine ayrılmış alanlarda bizim daha güneye gitmemiz gerekir. Bu alanların bir kısmını, belki hepsini bize gelmesi gerekecek deniz alanı şeklinde değerlendirmemiz söz konusu. Bu değerlendirme afaki bir değerlendirme değil, kıyı uzunlukları, o kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınırlandırması yapılırken, bu kara kitlesinin deniz alanı üzerindeki etkileri hesaba katılıyor. Bu çerçevede Türkiye’nin, Mısır ile yaptıkları anlaşmaya ayrıca itirazı var, hukuki teknik sınırlandırmada ölçütleri kendi lehlerine kullandılar, Türkiye’nin haklarını hesaba katmadılar şeklinde.

 

Burada bir şeyi daha teknik açıdan söylemem de belki yarar var. Şimdi, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Mısır ile yaptığı anlaşma, Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırması Anlaşması. Halbuki, Türkiye’nin Akdeniz’de ilan ettiği bir münhasır ekonomik bölgesi yok. Uluslararası hukuka göre münhasır ekonomik bölgeye sahip olmak, ancak ilanla olanaklı. Bizim sadece Karadeniz’de münhasır ekonomik bölge ilanımız var. Onu da devrinde Sovyetler ile sınırlandırdık. Sonra Rusya ve onun halefleri, o bölgedeki devletlerle buna taraf oldular. Bulgaristan ile bir yan sınır vardı, onu da hallettik. Karadeniz’de münhasır ekonomik bölgemiz var, ama Akdeniz’de ve Ege’de belirlenmiş bir münhasır ekonomik bölgemiz yok.

 

Düşünülebilir ki Türkiye’nin münhasır ekonomik bölgesi yok, iki devlet veya devlet olduğunu iddia eden Rum Yönetimi tarafından nasıl bir münhasır ekonomik bölge sınırlandırması, bizim deniz alanımızı etkilemiş olabilir? Şöyle etkiliyor: Uluslararası hukukta deniz tabanı ile ilgili olarak bir de kıta sahanlığı kavramı var. Münhasır ekonomik bölge hem tabanı ve hem de su tabakasını kavrıyor. Kıta sahanlığı ise sadece tabanı kapsıyor. Münhasır ekonomik bölgeye ilanla sahip olunuyor, önünüzde engel yoksa kıyıdan 200 mile kadar gidilebiliyor, varsa gidemiyorsunuz. Ama, kıta sahanlığına sahip olmak bir ilan gerektirmiyor, kendi varlığını egemenliğinizi göstermek için üzerinde fiili bir faaliyet de gerektirmiyor.

 

Kıta sahanlığında devletler Latince deyimi ile “ipso facto” ve “ab initio”ya sahipler. Yani, hemen doğal olarak ve başından itibaren sahipler. Dolayısıyla, Türkiye’nin bu bölgede ilana gerek olmayan bir kıta sahanlığı var. Bunun sınırı nereye kadar gidiyor? O belirlenmemiş.

 

Bu bölgede münhasır ekonomik bölge çok geniş bir alan olmadığı için kıyılardan itibaren 200 mile kadar gidiyor. Anadolu ile Afrika kıyılarını alsanız, 200 mile kadar onu aşan bir durum söz konusu olmadığından, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge birbiri ile çakışıyor. Dolayısıyla, onların yaptığı münhasır ekonomik bölge sınırlandırması antlaşması, bizim kıta sahanlığımızı elimizden alma gibi bir sonuç doğuruyor. Bu değerlendirmeyi birlikte yapmadığımız sürece bunu kendilerinin yapma hakları yok. Türkiye zaten bunun için 2003 yılındaki antlaşmaya itiraz etmiştir. Zannettiğim kadarıyla onlar bunu Birleşmiş Milletler’e de kaydettirmişler. Türkiye buna itirazını belirtmiştir.

 

Onun dışında bir olay daha var: 2001 yılı sonlarına doğru bir Norveçli şirkete, söz konusu alanların bile biraz kuzeyinde kalan, yani Rum Yönetimi’nin ruhsat vermediği alanın dahi kuzeyinde kalan, ama adanın batısında olan bölgede bir sismik araştırma yaptırma yoluna gitmiş, Türkiye bunu protesto etmiştir ve bu araştırmaya Norveçli şirket son vermiştir. Yani, bu bölgede bizim hakkımızın olabileceği tam çizgi nereden geçiyor, bunun belirlenmesi gerekir.

 

Ültanır: Hocam, o tarihte Norveçli gemiyi bölgeden Türk donanmasına ait bir gemi mi çıkarmıştı?

 

Pazarcı: Norveç gemisini Türkiye protesto edince, anlaşılan onlar kendiliğinden vazgeçmiş. Donanmaya ait askeri bir geminin herhangi bir gösterisi oldu mu olmadı mı onu bilmiyorum. Ama, burada hukukun teslim edilmesi önemli, ayrıca Türkiye’nin teknik ve hukuki açıdan da hakkı.

 

Ültanır: Hocam benim sormayı düşündüğüm çeşitli sorular vardı, ama soruna yaklaşımınız onları gereksiz duruma getirdi. Çünkü, adada siyasi çözüm olmadan Rumların bunu yapmaya hukuki hakları olmadığını çok açık ortaya koydunuz. Benim araştırmalarıma göre de Norveç gemisinin oradan uzaklaşması, Türkiye’nin hukuki haklılığı yüzünde olmuş ve buna karşı hiçbir taraftan da tepki gelmemiş. Benim şimdi soracağım soru Kuzey Kıbrıs tarafına ilişkin. Karpas bölgesinin kuzeyinde ve güneyinde KKTC Bakanlar Kurulu kararı ile TPAO’ya verilmiş üç lisans olduğu biliniyor. Ancak, bu lisansların koordinatları konusunda tam bir kesinlik yok ve Dışişleri kanalından TPAO bunu kesinleştirmeye çalışıyor.

 

Bunun henüz açıklığa kavuşmamış olması, sizin öne sürdüğünüz hukuki gerekçeye bağlı olabilir mi? Yalnız, KKTC ile GKRY arasında bir fark var. GKRY, adanın tümü üzerinde hak iddia eden bir yönetim. KKTC ise sınırları belli, adanın tümü üzerinde hak iddiası olmayan, ama tanınma sorunu bulunan bir devlet. Şimdi sizin ortaya sürdüğünüz hukuki tez kapsamında KKTC’nin ruhsat verme yetkisi olabilir mi, böyle bir yetki kullanılırsa Rumlar da, Yunanistan ve belki İngiltere’yi de yanlarına alarak buna itiraz etmez mi? İtirazdan öte kendi davranışlarına bunu hukuki dayanak yapmaya kalkışmazlar mı?

 

Pazarcı: Normalde Kıbrıs’ın bir bütün olarak sorununu çözdükten sonra bu işlere gidilmesi, işin mantığının ve hukukun gereği diye görürüm. Ama, Rum Yönetimi bu tür ön girişimlerde bulunursa, ona bir tür misilleme olarak, o zaman KKTC de, “Ben de devletim” diyor, dolayısıyla aynı şeyi yapabilecektir. Zaten KKTC’nin devletliği devam ettiği sürece bunu yapma hakkı var. Rum yönetiminin hakkı yok, çünkü o bütünü üzerinde ısrar ediyor. Ama KKTC, “Ben ayrı devletim bunu yaptım” demenin hukuki dayanağına sahip. Rum Yönetimi birlik ve adanın tümü üzerinde hak iddia ettiği için yapamaması lazım.

 

Yani birincisi, KKTC’nin konumundan, Rum Yönetimininki biraz farklı oluyor, o genel Kıbrıs sorununun çözümü çerçevesinde. İkincisi, kendisiyle de çelişkili oluyor. Adanın bütünü üzerinde bir birliktelik oluşacaksa, o zaman öbürünün iradesini hiçe sayarak hareket etmesi hukuki olmaz.

 

Burada verilen ruhsatlarda, İngiliz üsleri Agratur ve Dikelya ile ilgili olarak, İngilizlerin yaptığı anlaşmalarda bu üslerin karasularına sahip olacağı belirtilmiştir. Onlar egemen üsler, İngiliz ülkesi, karasularına sahip olmak demek, normalde kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeyi de gerektirebilir.

 

Ültanır: İngilizlerin de kendi üslerine ait kıyılarda sismik araştırma yaptığı biliniyor.

 

Pazarcı: İngiltere münhasır ekonomik bölge ilan etmediğinden onların kıta sahanlığı olacak mı olmayacak mı sorusu da var. Bütün bunlarla ilgili değerlendirme de yapılmamış. Bu bölgede üstelik böyle bir oldu-bitti şeklinde, yani sorunların özünü çözmeden bazı alanları kendiniz için sahiplenmeye kalkarsanız, bu bölge kaynayan bir bölge, başka yeni durumlar ortaya çıkarıyorsunuz demektir. Mesela İsrail var, İsrail’in kıyıda Filistin’e ait Gazze şeridi var. Bu sefer onlarda da aynı tür sorunlar çıkacak. Onlar da çözmeden kalkıp İsrail tek başına, “Şöyle yaptım, böyle yaptım” derse, Gazze şeridi ile ilgili Filistin’in hakkı ne olacak? Bu bölgede böyle oynamaya girdiğiniz anda, çok başka yeni sorunlar ortaya çıkıyor. Çünkü, aynı hakları öbürleri de kullanma durumunda olacak.

 

İşin ya da sorunun bir başka siyasi tarafı, Rum Yönetiminin bu ruhsatlarına Çinlilerin çok ilgi duyduğu söyleniyor. Gerçeğin ne düzeyde olduğunu bilemem, ama basında çıkan haberlere göre Rusya Federasyonu’nun petrol şirketi ile de bazı temaslar olduğu belirtiliyor.

 

Ültanır: Sayın Hocam, o konuda TPAO’dan aldığım bilgiyi size de aktarayım: Rumların bu ihale şartnamelerini alan şirketler Amerikan şirketi ExxonMobil, İngiliz şirketi BP, Hollanda şirketi Shell, Rus şirketi olarak bilinen ve yüzde 60’nı Hollandalıların aldığı söylenen Lukoil. Aslında hepsinin sermaye yapısı çok uluslu ve Lukoil hariç diğerleri eskinin yedi kız kardeşlerinden bazıları.

 

Hocam şimdi bu şirketlerle de facto bir durum söz konusu. 15 Şubat’ta başlayan ve 15 Temmuz’da biteceği söylenen ihale süreci, Ağustos sonuna kadar Türkiye’nin itirazı nedeniyle uzatılmış.  Sonra tekrar uzatılır, ya da ihale ertelenir veya ihaleden caymaları söz konusu olabilir mi, bilemeyiz. Bu şirketler risk üstlenip ruhsat alıp bölgeye girecek olursa, sorun daha ağırlaşmayacak mı? Karşımıza Amerikan, İngiliz, Hollanda gibi şirketlerle, dolaylı biçimde onların devletleri çıkacak.

 

Pazarcı: Evet, çok teşekkür ederim, bu açıklamalarınız beni daha çok aydınlattı. Şimdi tabii ki şirketler bu ihalelere ve araştırmalara giriyorlar. Ondan sonra petrol bulurlarsa işletme konusunu da onlar yapacak. Bu açıdan şirketler şu devletin, bu devletin hukukuna bağlı veya çok uluslular. Tabii ki bağlı bulundukları ülkelerin devletlerince desteklenirler. Her ne kadar şirketler düzeyinde devreye girilirse de, o bölgedeki ihalelerle ruhsat alımı, arama ve işletme ruhsatları ile ilgili olarak, o şirketler aracılığıyla devletler de devreye giriyor.

 

Lukoil’in yüzde 60’ını Hollanda almış olsa bile, geri kalan yüzde 40’ın içinde Rusya var ve karar mekanizmasında Rusya muhtemelen temel siyasetine aykırı bir dünya oluşumu söz konusu ise devreye girecektir. Şirketini de bir şekilde zorlayacaktır. Dolayısıyla, bu şirketler aracılığıyla o devletler de buraya girmek istiyorlar. Lukoil’in bir kısmının Hollanda da olması, hatta Rusya’nın oraya girebilmesi için işini kolaylaştırır. Öbürlerine karşı, “Biz Rus şirketi değiliz” gibi bir argüman kullanacaktır. Rusya buraya girmek isteyecektir, Çin isteyecektir, ama o belki devreye girebilecek düzenlemenin belki henüz içinde değil.

 

Onlar bu bölgeye girdiklerinde, Ortadoğu Enerji Merkezi ve Enerji Taşıma Merkezi, yani sadece üretim değil, aynı zamanda taşıma merkezi ve Kıbrıs burada merkez stratejik önemine sahip. Bu çerçevede onların burada olması, acaba Ortadoğu petrolünün egemenliğini kendi elinde tutmak isteyen ABD ve biraz taşeronluk vermek suretiyle İngiltere ve belki Fransa gibi AB’nin bir iki ülkesi, bunlar da devreye girdiğinde, acaba ABD bundan memnun olacak mı? Çin’in veya Rusya’nın ilk önce Doğu Akdeniz bölgesi petrolleriyle devreye girip, o bölgeyi denetler hallere girmeye başlaması, çünkü gemileri gelecek, belki donanması gelecek vs., petrol üretiminin güvenliği açısından sorun yaratmaz mı? Muhtemelen ABD ve batı bunu çok istemeyecektir diye düşünüyorum.

 

İşte o zaman ABD’nin, İngiltere’nin şirketleri kendi menfaatlerini hesaba katarak işe gireceklerdir, ama onlar üzerinde yönlendirmede bulunması, bazı müdahalelerde bulunması ihtimali olduğunu düşünürüm. İsrail’in herhangi bir girişimde bulunup, o da bu bölgede “şurası İsrail’in münhasır ekonomik bölgesi veya kıta sahanlığıdır” iddiası ile devreye girdiğinde, o bölgenin çok karışacağı, petrol üretiminin yönlendirilmesinde sorunlar çıkaracağını düşünerek, Kıbrıs Rum Yönetimine bir şey demeleri lazım. “Dur, otur” gibi bir uyarıda bulunmaları gerekir gibime geliyor. Ama, bunu bugüne kadar niye yapmadılar, yoksa başka türlü bir senaryo mu öngörülüyor, işin bir de bu yanı var.

 

Ruhsatlarla ilgili olarak bakarsak, bunlar araştırma ruhsatı şeklinde. O araştırma ruhsatının özelliğini teknik elemanlar bilir, ama ilk önce hemen sondaj gibi işlemlere geçmeden jeolojik, jeomorfolojik araştırmalar, sismikler yapılacak.

 

Ültanır: Hocam, ana sismikler atılmış, tabii ki ara sismikler atılacak 2 boyutlu sismik bazı yerlerde üç boyutlu sismikle takviye edilecektir, ama petrolcülükte üretim kuyusu kavramı dışında bir de arama kuyusu kavramı vardır ve arama kuyusu sondajı yapılabilir.

 

Pazarcı: Sismik düzeyde kaldığı sürece, hukuken çok ağır bir durum ortaya çıktı gibi görünmüyor. Hatırlarsanız, Ege kıta sahanlığı meselesinde, biz 1976’da sismik yaptık, Yunanistan tek yanlı olarak Uluslararası Adalet Divanı’na başvurdu. Başvurusunda ilk istediği şey; durumun değişmesi bakımından geçici tedbir alınmasıydı. Sismik araştırmanın geriye dönük bir zarar vermesinin söz konusu olmaması nedeniyle, bu sismik araştırmalara ilişkin olarak bir tedbir kararı almayı Uluslararası Adalet Divanı gerekli görmedi ve böyle bir karar almadı.

 

Ültanır: Hocam, Ege’deki o sismikler iki boyutlu olsa da çok ayrıntılı değildi. Şimdi, Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ın lisans vermeye kalktığı alanda yapılmış ayrıntılı sismikler var. Açıklananlardan şahsen görebildiğim kadarıyla antiklinal yapılar gözüküyor. Ege’deki bu düzeyde değildi. Bazı yerlerde sismik çalışma yenilenebilir, ama bundan sonraki aşama olarak orada sondaja sıra gelmiş durumda görünüyor. Su derinliği vs. de sondaj, hatta bulunursa üretim yapmaya müsait. Bu ihaleye katılıp oraya girecek şirket, orayı delecek demektir.

 

Pazarcı: O zaman işte sismik araştırmalar daha ilkel veya ilkel demesek de genel düzeyde falan kalırsa sorun çıkarmıyor. Ama, o sismik araştırmanın bir adım ötesine gidildiğinde, yani sondaja vs. ye girilme gibi bir durumda, o zaman işte belki Türkiye’ye ait bir alanı delmiş olacaklar ki, hakkımızı gasbetme gibi bir durum söz konusu.

 

Bu alanlar üzerinde yetkili olan şirketler değil, devletlerdir. Uluslararası hukuk devletlere egemen haklar tanımaktadır. Kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge, kara sularının ötesindeki deniz alanı devletin ülkesinin parçasını oluşturmaz, onun territory’si (arazisi) değildir. Uluslararası alandır, ama bu uluslararası alanda o devletin doğal uzantısını oluşturan bölge olması dolayısıyla, hukuk egemen haklar tanıyor. Bunlar ekonomik alanda, çevre konusunda egemen haklar, her alanda da değil, münhasır bir egemenlik yetkisi tanımıyor, ama sorun devletlerde. Dolayısıyla, devletlerarasında bu iş çözülmeden devreye giren bir şirketin o devletlerin anlaşamadığı haklarının üzerine geçebilecek bir hak iddiasında bulunması olasılığı hukuken yoktur.

 

Ültanır: Hocam, uluslararası hukuk açısından yaptığınız aydınlatıcı açıklamalar için çok teşekkürler. Öyle görünüyor ki, Kıbrıs sorunu yeni gelişmelerle her geçen gün daha griftleşiyor. Uzun yıllar tartışılacak, Akdeniz’in sularını defalarca ısıtacak bir sorun karşımızda duruyor.

Kasim 29 2016 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Haklı İstemi

Kategoriler

DUYURULAR