21 Şubat 2018
Mehmetçik el ele vermiş vatan için savaşını sürdürüyor. Öyle ki cephede yaralanan askerlerimiz ayrı sedyelerle taşınırken bile, fırsat bulup sıkıca el ele tutuşuyorlar. Kahraman askerlerimizin vatan için ele ele vermesi, milli bilinç ve birliğimizin sembolü olup göz yaşartıyor. 7/8 Şubat günleri görsel ve yazılı basında bu fotoğraf vardı. Harekâtın bir ayı geride kaldı ve 32’nci günde etkisiz hale getirilen terörist sayısı 20 Şubat’taki açıklamaya göre 1715’e ulaştı. Bu bir ayda 32 yiğit vatan evladımız da şehitlik mertebesine erişti.
19 Şubat’ta televizyonların flaş haberi, PKK-PYD/YPG unsurlarının Afrin merkezde rejim güçlerine silah bırakarak sığınma görüntüsüyle teslim olup korunacaklarına ilişkindi. Ayni gün Türkiye’de Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası yapılan açıklamada, “Suriye rejiminin PYD/YPG terör örgütlerini müdafaa için Afrin’e birlik sevk etme gibi bir düşünceye varması veya bu yönde atım atması, bölge bakımından büyük felaketlere yol açar” uyarısı yer alıyordu. Afrin’de oynanmak istenen kirli senaryo Türkiye’nin kararlı duruşu, Erdoğan’ın Putin ve Ruhani ile gerçekleştirdiği telefon diplomasisi sonucu engelleniyordu. PKK-PYD/YPG Mehmetçikten kaçamayacaktı. Esad’ın milislerinin Afrin’e sızamayacağı da 20 Şubat’ta görüldü.
Mehmetçik her koşulda el ele dayanışma içinde.
Türkiye 100 yıl önce vatan savaşı milli mücadelenin eşiğindeydi. Karşımızdaki düşman emperyalist Batı dünyasıydı. Atlantik yakasından Anglosakson ülkesi İngiltere, o dünyanın liderliğini yapıyordu. Bugün emperyalist dünyanın liderliğini Atlantik yakasından bir diğer Anglosakson ülkesi, ABD yapıyor. Şimdi Türkiye yine vatan savaşında ve karşımızdaki düşman bu kez ABD. PKK-PYD/YPG militanları ABD’nin Suriye’deki kara gücü olarak karşımızda.
Yanlış bir ilişki olan NATO bağlantısıyla müttefikimiz görünen, gerçekte sahte ve maskeli müttefik olan ABD, o militanları destekledi, silahlandırıp karşımıza çıkarttı. Türkiye’nin nabzını ölçen anketler, halkımızın Afrin’de gerçek düşman olarak ABD’yi gördüğünü, ABD karşıtlığının zirve yaptığını, ABD’ye güvensizliğin yüzde 95’lere çıktığını gösteriyor. Bugün için Türk toplumunun yüzde 70 kadarı ABD karşıtı.
ABD’nin kirli amacı, Büyük İsrail’e uzanacak yolda bir kilometre taşı olarak sözde Özgür Kürdistan’ı kurmak ve temelde Ortadoğu hidrokarbon yollarını emperyalizmin denetimine almak. PKK-PYD/YPG Kürt militanları arasında ABD’li subayların dışında İngiliz, Fransız ve 100 yıl önce karşımıza çıkmış olan hemen her milletten paralı lejyonerler var. Batı’nın sözde uygarlığı, dün olduğu gibi bugün de emperyalizmin hain pençesinden başka bir şey değil. O hain pençeye karşı Mehmetçiğin kılıcının keskin, silahının etkin olması dileğimizdir.
Yılın ilk araştırma ve gündem makalesinde değindiğimiz gibi, 2018 yılına adım atarken, Türkiye’nin karşısındaki tehditler biliniyordu (http://www.ultanirplatformu.com/08-01-2018-thdtlr-acmzlr.html). Ordumuzun Suriye’ye girmesi her an bekleniyordu, harekâtın başlatılmasında geç bile kalınmıştı. PKK-PYD/YPG’nin başının ezilmesi, Türkiye’nin bekasıyla bağlantılı olan Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması, emperyalist ABD ve İsrail projelerinin akamete uğratılması, Ortadoğu’da emperyalistlerle kol kola olmayı marifet sayan ve uşaklık eden bazı Arap ülkeleriyle, bazı Avrupa ülkelerinin Batı Asya coğrafyasında ve üzerimizdeki beklentilerinin boşa çıkarılması için Afrin ile başlayan, açıklanan biçimde Münbiç ve Fırat’ın doğusu ile sürdürülmesi gereken harekâtın yapılması zorunlu duruma gelmişti. 2018 yılı barışa ulaşmak için savaş yılı olacaktı. 23 Ocak tarihli duyurumuzda bu olguyu vurguluyor, “Afrin Zeytin Dalı Harekâtı bir barış operasyonudur” diyorduk (http://www.ultanirplatformu.com/duyurular.html).
O duyurumuzda vurguladığımız gibi, ülkemize yönelik tehdidi kaldırmak ve Batı Asya coğrafyasının barışa ulaşmasına katkı sağlayabilmek için tetiğe basmak şart olmuştu. ABD’nin “Suriye Demokratik Güçleri-SDG” diye kamufle etmeye çabaladığı PKK-PYD/YPG militanlarını ordu donatır şekilde silahlandırması, Türkiye’ye saldırılarını görmezden gelmesi, bu teröristlerle Türkiye sınırına yerleştirilmek üzere Kuzey Ordusu kurmaya kalkışması ve daha büyük saldırı hazırlıkları, harekâtı meşru müdafaa boyutuna taşımıştır. Bir ABD ve İsrail ortak projesi olan denize açık koridor üzerinde Kürdistan kurulması açısından Afrin harekâtı, deniz ayağının kırılması demektir. Ayrıca, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediği gibi, üç buçuk milyon Suriyeli mülteciyi ilanihaye ülkemizde barındıracak halimiz de yok, güvenli yaşam alanı oluşturarak onları da ülkelerine göndermek gerekiyor.
Türkiye’nin harekâtına karşı sahibinin sesi niteliğindeki bazı ülkeler ile Avrupa’nın Fransa gibi tescilli emperyalistleri, ABD paralelinde tutum takınmakta gecikmediler. Batı yakasından İngiltere ve Almanya’nın yanısıra Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü yani NATO, başlangıçta Türkiye’yi haklı bulduklarını açıkladılar, ama sözde kaygılarla sapkınlıklarını göstermekten de geri kalmadılar. Batı’nın bir bölümündeki göreceli destek giderek değişti ve kayboluyor. Batı medyası Türkiye karşıtı algı operasyonlarını başlattı. İlk günden beri operasyondan tedirgin olan Fransa, Erdoğan’ın verdiği Boeing ve Airbus siparişleriyle semirmiş olsa gerek, karşıt sesini daha fazla çıkarır oldu.
Avrupa Parlamentosu öldürülen teröristlerin yasını tutuyor. Akif’in medeniyetini “tek dişi kalmış canavar” diye tanımladığı Batı’nın hakça davranışı söz konusu olabilir mi? İki yüzlülük ve Türk düşmanlığı Avrupalıların genlerinde var. Bu yüzden şaşırmamak gerektiği gibi, ters davranışları önemli de değil. Önemli olan Türkiye’nin dışarıda Avrasya ve Batı Asya’daki dost ülkelerle dayanışmasının, içeride ise tüm kurum ve kuruluşlarıyla, milli birliğinin korunması.
Barış için yapılan Zeytin Dalı Harekâtı ile temizlenen yerlere şanlı bayrağımız dikiliyor.
Mehmetçik Afrin’de destan yazıyor. Sahada PKK-PYD/YPG’nin kökünü kazıyor. Bir sözü diğer sözünü tutmayan yalancı ABD ise, şöyle ya da böyle YPG’ye desteğini sürdürüyor. Burseya, Darmık, Şeyh Horoz dağları, Cenderes ve bu yöredeki köyler teröristlerden temizlenmiş bulunuyor. Temizlenen yerlere sonradan gerçekleşen sızmalar da etkisiz hale getiriliyor. Mehmetçiğin temizlediği yerlerdeki inşa edilmiş hendekler, betonarme tüneller ve kuleler, yöredeki askeri hazırlığın ciddi boyutlarda olduğunu gösteriyor. Terörist mevzilerini inceleyen askeri uzmanlar, bu yapıların NATO dokümanlarında yer alan ölçülere ve fiziki özelliklere sahip olduğunu ifade ediyorlar ki bu da Amerikalı uzmanların buralarda mühendislik hizmeti verdiğini gösteriyor.
Mehmetçik sivillere zarar vermeden, insanlığa yakışan davranışla dikkatlice hedefine ilerliyor. Örnek askerî başarıyla gerçekleşen bu ilerleyişi içlerine sindiremeyenler, içeride Mehmetçiğin Özel Suriye Ordusu (ÖSO) ile işbirliğini eleştiriyor, dışarıda sivil insanların öldürüldüğü iddiaları yayılıyor. Atlantik cephesi ve Batı medyası etkisiz hale getirilen teröristlere sivil insan görünümü vermek için yapılan giysi değişikliklerini görmezden geliyor. Mehmetçiğin sahadaki başarılarından panikleyen ABD, Türkiye’nin barış harekâtını kösteklemek, bölge ülkeleriyle dayanışmasını ve işbirliğini engellemek çabasında ve yeni arayışlar peşinde.
Maskeli müttefik ABD, Türkiye-Rusya arasında gelişen stratejik işbirliğinden sonsuz derecede rahatsız. Bu işbirliğini bozabilmek için her türlü komplonun peşinde. Terör örgütü Fetih El Şam’ın (El Nusra) elindeki bölgeden, ABD’nin gizli ve kirli planıyla vurularak 3 Şubat’ta İdlib’de düşürülen Rus uçağının, Türkiye’nin kontrolündeki bölgeden vurulduğu yalanının gerçek olmadığı hemen anlaşıldı. Uçağı vuran silah hiç kuşkusuz ABD yapımı, Rusya bunu kanıta bağlamak için Türkiye’den uçağın tüm parçalarının toplanmasını istedi. Paraşütle atlayıp kurtulan Rus pilotun ÖSO mensupları tarafından vahşice öldürüldüğü yalanı, Rusya Savunma Bakanlığı’nın pilotun teröristlere esir düşmemek için el bombasıyla intihar ettiği açıklamasıyla çöktü. Altı askerimizin şehit olduğu tankımızın da Rus yapımı anti-tank füzesiyle vurulduğu haberi yayıldı, ama Rus yapımı tank füzelerinin ABD’nin YPG’ye verdiği silahlara ilişkin Pentagon listesinde yer aldığı ortaya çıktı. ABD bu füzeleri eski Doğu Avrupa ülkelerinden elde etmişti.
Üç yıl önce de Türkiye’nin gündeminde Suriye’de Kürt koridoruna karşı önlem alınması vardı. 16 Kasım 2015’de Antalya’da G-20 zirvesinde gerçekleşen Erdoğan-Putin görüşmesinde Putin, Erdoğan’ın Suriye’nin kuzeyinde birlikte hareket etme önerisini reddetmiyor ve değerlendireceklerini söylüyordu. Bu görüşmede Putin, “Suriye’nin kuzeyinde oluşturulmak istenen Kürt koridoruna Türkiye’nin müdahalesine karşı çıkmayacağız” demişti. ABD ise o gün de Türkiye’yi “Böyle bir harekâtı sakın yapma” diye uyarıyordu. Uyarıyla yetinmeyen ABD komplo peşindeydi.
CIA-FETÖ ilişkisiyle harekete geçiliyor, 24 Kasım 2015’de aranılan bahane bulunuyor, yanlışlıkla 17 saniye Hatay üzerinde Türk hava sahasına giren Rus uçağı Türk jetleri tarafından vurularak, sınırın Suriye tarafına düşürülüyordu. Bu konuda siyasi kararı eski Başbakan Davutoğlu veriyordu. Rus uçağı vurularak, Türkiye’nin Suriye harekâtı engelleniyordu. Bu gerçeği ve bölgedeki koşulları bilen askeri uzmanlar, bugün için “ABD ve İsrail’e dikkat” deyip, “Türkiye ile Rusya’nın arasını bozmak için Suriye hava sahasında bu iki ülkeden hareket gelebilir” uyarısını yapıyorlar.
İlk üç haftada bin iki yüzü aşkın teröristin etkisiz hale getirilmesiyle çöken Afrin cephesine, Suriye’nin çeşitli yerlerinden PKK-PYD/YPG militanlarının takviyesi de ABD’lilerin himayesinde gerçekleşti. Rejim güçlerinin ana yolları tutmuş olmasına karşın, sözde dayanışma diye sivillerin arasında ilk partide 500 teröristin Afrin’e sızdığı anlaşıldı. Esad’ın da bu kuvvet kaydırılmasına göz yumduğu iddia ediliyor. Pentagon Şefi Savunma Bakanı Mattis SDG adını kullanarak, şöyle diyordu: “Şu anda Afrin’de devam etmekte olan dikkat dağıtan bir durum var. SDG içerisinde yüzde elli veya daha azı ya da daha çoğunun dikkatini dağıtıyor. Kürt arkadaşlarının Afrin’de saldırı altında olduğunu görüyorlar. Bu onların dikkatinin oraya kaymasına sebep oluyor. Bazı durumlarda ise bazı birlikler oraya kaydı”. Bu tür kaydırmalar ve göz yummalar Afrin’de sonucu değiştirmedi ve değiştiremez.
Öte yandan PKK-PYD/YPG’li teröristlerin Şeyh Horoz bölgesinde giriştikleri bir saldırıda, ÖSO güçlerine karşı zehirli gaz kullandıkları haberi basında yer aldı. Yerel kaynaklara göre kullanılan klor gazı. Birkaç gün önce de rejim uçaklarının İdlip’de klor gazı kullandıkları iddiası vardı. Bu olay iki seçeneği akla getiriyor. ÖSO güçlerine karşı yapılan harekâtta zehirli gaz kullanımının havadan değil de rejimi ve Esad’ı zora düşürmek adına karadan PKK-PYD/YPG militanlarının yapmış olabileceği olasılığı seçeneklerden biri. Diğeri ise Esad ile PKK-PYD/YPG ilişkilerinin teröristlere zehirli gaz silahı verecek düzeyde gelişmiş olması. Acaba hangisi doğru?
Mehmetçik Afrin bölgesinde destan yazmaya devam ediyor. Harekâtın dördüncü haftası dolarken etkisiz hale getirilen terörist sayısı çoktan 1500’ü aşmıştı. Yabancı basına yansıyan teröristlerin görüşleri de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin karşısında tutunamayacaklarını anladıkları doğrultusundaydı. PKK-PYD/YPG için tek çıkar yol silahlarıyla birlikte teslim olmak, ABD için çıkar yol ise silahlarını toplayıp Suriye’den çekilmek. Ancak yönlendirici emperyalist akıl bunu görmek istemiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan harekâtın yirminci gününde “Yaptıklarımız daha ısınma turları bile değildir” diyordu. Türkiye’nin Zeytin Dalı Barış Harekâtı’nda yol haritası belli. Afrin’den sonra hedefte Tel Rıfat ve en önemlisi Münbiç (Manbij-Menbic) var. Peşi sıra Tel Abyad, Ayn El Arab (Kobane-Kobani) ve sonrasıyla Suriye’nin Irak sınırına kadar uzanıyor. ABD’yi esas telaşlandıran Münbiç ve sonrası. ABD özellikle Fırat’ın doğusundan vazgeçmeye yanaşmayacaktır.
Afrin harekâtının başından beri Münbiç için pazarlık yapılıyor. Türkiye’nin harekât planı yöresinde ABD’nin 12 üssü ve iki bin askeri var. Fırat nehrinin 30 km batısında kalan Münbiç kenti yakınında da bir üssü bulunuyor. Obama tarafından Fırat’ın batısının PYD’den temizleneceği, teröristlerin Münbiç’ten çıkarılacağı sözü verilmişse de tutulmamıştı. Yoksa, Türkiye Fırat Kalkanı Harekâtı’nda El Bab’dan sonra Münbiç’i temizleyecekti. Geçen zaman içinde ABD Münbiç’i tahkim etti, yörede üs kurdu, müttefiki PYD’yi donattı. Hedefteki Münbiç ABD’yi ilk günden itibaren panikletti. Hemen “Münbiç’de durum farklı olur” propagandasına giriştiler.
Gölge CIA olarak bilinen Stratfor kuruluşu Münbiç’e müdahale durumunda ABD’nin Suriye stratejisinin çökeceğini açıkladı. ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı askerlerinin Münbiç’den çıkmayacağını söyledi. Türkiye’nin emekli komutanları ve strateji uzmanları ise ABD’nin restinin tutmayacağı görüşünde birleşiyorlardı ve ABD’ye “Çekilmezseniz altında kalırsınız” uyarısını yapıyorlardı. Yöredeki PKK-PYD/YPG’li teröristler Amerikan New York Times gazetesine yaptıkları açıklamada, “Amerikalılar Münbiç’de, onlara güvenebileceğimizi biliyoruz, bize söz verdiler” diyorlardı. 7 Şubat günü belli başlı bazı yabancı basın ajansları ve gazetecilerle birlikte Münbiç’e giden ABD’li bir General, ABD askerlerinin bölgeden ayrılmayacağını söylüyor, üstelik “Benim işim savaşmak” diyerek tehdit savuruyordu.
Harekâtın dördüncü haftası başlarken medya ve basın haberlerinde, ABD’nin Münbiç’de iki yeni askeri üs kurma girişimi yer alıyordu. Pentagon’un bütçe raporuna göre bu üslerde 30 bin PKK-PYD/YPG teröristinin eğitimini amaçlıyorlardı. Raporda ABD’nin eğittiği toplam PKK-PYD’li sayısının 12500 dolaylarında olduğu açıklanıyordu. Bu rapor, ABD’nin “ordu kurmuyoruz” yalanını bir kez daha açığa çıkarıyor, üstelik terörist ordusu planını 20 bin militandan 30 bin militana yükselttiğini gösteriyordu.
Pentagon’un yani ABD Savunma Bakanlığı’nın 2019 yılı için hazırlanan bütçe tasarısıyla, sözde DEAŞ (IŞİD) ile mücadele kapsamında SDG ismini kullanarak PKK-PYD/YPG’ye eğit-donat için 300 milyon dolar, DEAŞ karşıtı misyona ilişkin sınır güvenlik (!) ihtiyaçları için de 250 milyon dolar olmak üzere toplam 550 milyon dolar ayırdığı ortaya çıktı. Bir devletin bütçesinden terör örgütüne para ayırması dünyada ilk kez görülen bir olaydı. İşin gerçeği ABD terörü finanse ediyor.
Münbiç restleşmesi ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’un Ankara temaslarında yeni bir boyut kazandı. 16 Şubat’ta açıklandığına göre, Türkiye-ABD arasında Münbiç pazarlığı yeni oluşturulan ve Mart ayı ortasında işlerlik kazanacak mekanizmayla sürecek. Bu mekanizmanın oyalama taktiğinden öte geçmesi, ABD’nin Münbiç’ten vazgeçmesi beklenmemeli. Çünkü, Tillerson, “ABD, Münbiç’in bizim müttefik kuvvetlerimizin kontrolü altında olduğundan emin olmak istiyor” diye konuşmaktan geri kalmadı. Tillerson’un müttefikten kastettiği hiç kuşkusuz Türkiye değil, PYD.
Sırasını bekleyen Münbiç’de ABD komutanları ile teröristler el ele, Afrin ufkunu gözlüyorlar.
17 Şubat’ta medya ve basında Almanya Dışişleri Bakanı Gabriel’in Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşmasından yapılmış “Yakın müttefiklerimiz Suriye’de savaşın eşiğinde” alıntısı vardı. İsim vermeden Türkiye ile ABD’nin savaşın eşiğine geldiğini söylüyordu. Peki ne bekleniyor, metal fırtına mı? Metal fırtına, Türk-Amerikan savaşı kurgusuyla yazılmış bir romandı. 100 yıl önce yedi düvelin fırtınasına karşı koymuş Türkiye, Amerikan fırtınasından mı çekinecek?...
Kimse Türkiye’nin gücünü ve elindeki kozları küçümsemesin, yanlış hesap yapmasın. “ABD’nin sadece askeri harcamaları 850 milyar dolar, Türkiye’nin toplam gayrisafi hasılası bu kadar, ABD küçümsenmemeli” diyen diplomat eskisi(!) aydınlarımız da var. Elbette düşman küçümsenmez, Türklerin geleneğinde bu yoktur, ama biz kendimizden büyük varsayılan düşmanların sırtını yere getirmekle tarih yazmış bir ulusuz. Kimse bizi korkutarak caydırmaya kalkmasın, biz korkmayız, unutulmasın. Hem de dünkü gibi, bir dizi diplomasi ve siyaset hatasıyla ABD-NATO kapısını çalmış, 1950’lerin başındaki biçare Türkiye yok karşılarında. Yanı başımızda terör devleti kurulmasın diye, Münbiç’e girmek Fırat’ın doğusunu temizlemek zorundayız. ABD Kürdistan’ın yaşaması için Fırat’ın doğusundaki ‘Bereketli Hilal’ topraklarının ve hidrokarbon alanlarının PKK-PYD/YPG elinde kalmasını istiyor. ABD Münbiç’ten çekilse de Fırat’ın doğusunda yine karşı karşıya gelme riski var, Türkiye bunu göze almış bulunuyor.
Münbiç ile Fırat’ın batısı temizlenmiş olacak. Zeytin Dalı Harekâtı’nın ilk günlerinde rüşvet verir gibi 30 kilometre güvenlik şeridi vaadiyle Türkiye’yi durdurmak isteyen ABD, Münbiç’den vazgeçip “Fırat’ın doğusuna dokunmayın” diyebilir. ABD Münbiç’ten vazgeçmezse, askeri strateji değiştirilerek, Türk Silahlı Kuvvetleri Tel Abyad hedefini öne çekerek, oradan aşağıya inebilir. Harp oyunlarının daima alternatifi vardır. Türkiye Münbiç’de ve/veya Fırat’ın doğusunda ABD ile karşı karşıya gelir derken, ABD’nin Türkiye’ye saldırma riski de gözardı edilmemeli.
7 Şubat günü basınımızda “ABD askeri sınırımıza geldi, PKK’lı teröristlerle poz verdi” diye bir haber vardı. Haberin içeriğini okuyunca, konunun masum bir poz verme olayı olmadığını anlıyorsunuz. Yaklaşık 10 kadar ABD askeri, Şanlıurfa Akçakale ilçesinin karşısındaki Tel Abyad sınır hattında iki saat kadar inceleme yaparak çok sayıda fotoğraf çekmişlerdi. ABD’nin Tel Abyad’ın güneyinde havaalanı olarak kullandıkları bir üssün varlığı biliniyor. Yapılan inceleme, “ABD Türkiye’ye karşı bir saldırı planı hazırlığında mı?” sorusunu akla getiriyor.
ABD’nin risk oluşturan bir hamlesi daha var. Kuzey Irak’ta PKK’nın ini Kandil yakınında Duhok’ta askeri üs kurma çabasında. Duhok çevresi Türk jetlerinin teröristleri vurduğu bir yöre. ABD, kuracağı üs için sevkiyatı başlatmış bulunuyor. Stratejik önemi olan Duhok’tan Kandil’e direkt olarak destek sağlanması olanaklı. Bu üssün amacı Türkiye’nin Kandil harekâtlarını engellemek olabileceği gibi, teröristlerin hatta ABD’nin Türkiye’ye saldırısı için sıçrama tahtası olarak kullanılması da düşünülebilir. Son günlerde ABD’nin sürpriz önerisi “PYD’yi PKK ile savaştırabiliriz” oyunuyla, Kandil’in silinip yerine Sincar’ın geçirilmesi için başlatılan bir hazırlık da olabilir.
Zeytin Dalı Harekâtı başlarken, Dışişleri Bakanımız Irak’ta PKK’nın yerleştiği Sincar’a karşı ortaklaşa harekât gerçekleştirilmesi için temaslar yapıyordu. Irak yönetimi, Sincar bölgesinde Suriye sınırının güvenliğini bizzat ele alarak sınırı kontrol edeceklerini vadediyordu. Kandil’in de temizlenmesiyle İran sınırına kadar Kürdistan’a zemin olacak yer bırakmamak gerekiyor. Türkiye’nin bu niyetini anlayan ABD geçit vermemek için her yolu deneyecek de bu tehlikeli oyunun sonu nereye varacak?
ABD terörist dostu PKK-PYD için savaşacağını da kanıtladı. Deyrizor bölgesinde petrol kuyularının kontrolü için yapılan çatışmada, aralarında İranlıların da bulunduğu Esad’a bağlı özel güçlerle PKK-PYD/YPG militanları arasında çıkan çatışmada YPG’liler zor duruma düşünce, ABD uçakları Esad’ın özel birliğini vurdu. ABD saldırının gerekçesini de PKK-PYD karargahına operasyon düzenlenmesi olarak açıklamış bulunuyor. 8/9 Şubat’ta medyada ve basında “ABD, PKK için Suriye’de çatıştı” diye yer alan bu haber, ABD’nin zaman zaman sahaya ineceğinin bir göstergesi.
Bugün örtülü Türkiye-ABD savaşı yaşanıyor, ABD piyonlarını kullanıyor. Yarınlarda da ABD’nin Türkiye’nin karşısına kendi askeri ile çıkma olasılığı yok denecek kadar az. Çıksa bile değişen bir şey olmaz. Çünkü, Türkiye kılıcını kınından çıkardı, artık metal fırtına Türkiye’yi durduramaz. Ancak ABD, Türkiye’ye karşı kendi askeriyle savaş açmayı ne kendi kamuoyuna ne de NATO kamuoyuna anlatamaz. Üstelik böyle bir çıkış, NATO’da çok büyük çatlak oluşturur, ABD sadece Türkiye’deki üsleri değil, NATO’nun önemli bir bölümünü de kaybeder. Bu savaş ABD menşeili PKK-PYD/YPG ile devam edecek görünüyor, kendisi için ucuz harekât yöntemi de bu. ABD ancak, zaman zaman sahadaki desteğini dolaylı biçimde artırabilir.
Afrin’de şehit düşen Karabüklü yiğidimiz ailesine bıraktığı veda mektubunda, “Bu savaş haçla hilalin savaşı” diye doğru bir saptamasını yazmıştı. Biz ona bir ek yapalım “Bu savaş haç ve semitist yıldızın hilalle savaşı” diye. Nitekim, Türkiye’nin Afrin harekâtının üçüncü haftası tamamlanırken bölgede yeni bir gelişme yaşanıyor, sıkışan ABD Suriye satranç tahtasında müttefiki İsrail’i öne sürerek yeni bir hamle yapıyordu. İsrail jetleri Suriye’yi vuruyor, Suriye de İsrail’in bir jetini düşürüyordu. İsrail saldırısının Suriye’deki İran varlığı ile ilişkili gösterilmesi, İran’ı sahaya çekmek için atılan bir adımdı. Bu olay ABD’nin yanlış hesapla Suriye’de savaşı genişletmek isteyeceğinin göstergesi. İran resmen sahaya inerse, ABD Suudi Arabistan’ı ve Sisi’nin Mısır’ını da satranç tahtasına sürecektir. ABD savaşı genişletme stratejisiyle, Atlantik cephesini yanına çekme peşinde olabilir, ama Avrasya-Pasifik destekli Batı Asya cephesinin karşı harekâtıyla dünyada büyük bir çatışmayı ateşler.
Batı Asya’da ABD’nin ve Batı’nın oyunları engellenmeli. Bakın, Türkiye ve İran’ın destek vermesiyle Barzani yönetimi Irak tarafından yere serilmiş can çekişiyordu. Barzani şürekası kendi haline bakmadan, Türkiye’nin Afrin Zeytin Dalı Harekâtı’nı kınayarak inceleme heyeti bile gönderdi. ABD Kürdistan projesi adına can çekişen Barzani yönetimini komadan çıkarmaya çalışıyor. Irak merkezi yönetiminin ekonomik yaptırımlarını etkisizleştirmek için IMF kredisiyle destekleme çabasında. Çünkü, Batı Asya’da Kürdistan oyunundan vazgeçmiyor. Öte yandan, Alman Savunma Bakanı 11 Şubat’ta Erbil’i ziyaret ediverdi, neden? Almanların artık peşmergeyi eğitmeme, ama peşmergeyi rejim ordusu içine katma çabaları bir başka gizli oyun da ondan. Kürtler emperyalistler için kullanılabilecek ucuz piyonlar.
Mehmetçik Afrin’de Türk askerine yakışır davranış içinde emin adımlarla ilerliyor.
ABD Suriye’de bir Kürt yönetimi kurdurma kararında. Denize açılma ayağı kesilmiş olsa bile, Fırat’ın doğusunda PKK-PYD/YPG teröristlerinin varlığını sürdürme çabasında. Kurtarılmış bölge oluşturma adına, Kürtler dışındaki Suriye halkı oradan göç ettirilmiş bulunuyor. Bunda Türkiye yönetiminin geçmişteki hataları da etkili oldu, Süleyman Şah Türbesi’nin taşınması bunun simgesidir. Barzani bölgesinden ve Türkiye üzerinden peşmerge diye yollanan militanlarla PKK-PYD sözde DAEŞ ile mücadele için Ayn El Arab’a, onların deyişiyle Kobani’ye sokulunca, kanton oluşturma çabasıyla niyetlerini ortaya koymuşlardı. Suriye’nin kuzeyinde, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi gibi yönetim oluşturma projesi var.
Suriye’nin kuzeyindeki büyük bir bölgenin ABD desteğiyle PKK-PYD elinde tutulmasından Rusya’nın da endişeli olduğu görülüyor. Moskova’da düzenlediği basın toplantısında Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, “ABD’nin attığı adımların Fırat’ın doğusundan başlayıp Irak’a kadar devlet benzeri bir yapı oluşturmaya yönelik olduğunu düşünüyorum” diyordu. Lavrov’un sözünü ettiği yapı Suriye Kürdistanı’dır. Hiç kuşkusuz bu Irak’taki Kürt bölgesel yönetimiyle birleştirilerek Kürdistan devleti kurulmaya çalışılacaktır, sonra sıra Türkiye ve İran’dan toprak istemeye gelecektir.
Bugün Suriye’de iki süper güç var, ABD ve Rusya. Suriye devletinin davetiyle Birleşmiş Milletler Tüzüğü’nün kurallarına uygun olarak Suriye’yi korumak için girmiş olan Rusya meşru güç, ama ABD sözde ‘IŞİD Karşıtı Koalisyon’ yutturmacası ve kumpas oyunlarıyla Suriye’ye giren işgalci güç.
Türkiye, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51’inci maddesine dayanan meşru müdafaa hakkını kullanmak üzere Afrin’e girmeden önce Rusya ile temaslarında başarılı bir diplomasi uygulayarak harekâtın önündeki pürüzleri kaldırmış, gerekli güvenceleri vererek hava sahasının savaş uçaklarımıza açılmasını sağlamıştır. Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunmasının esas olduğunu belirterek, Suriye rejimini de bilgilendirmiş, barışı hedefleyen operasyonun bir işgal hareketi olmadığı, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından olmak üzere tüm yetkililer tarafından defalarca yinelenmiştir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu son yaptığı açıklamalarda, “YPG’nin Suriye’yi bölmek isteyen bir terör örgütü olduğu konusunda rejim ile aynı düşünüyoruz. YPG her iki ülke için de tehdit” diyerek bu gerçeği vurgulamıştır. Türkiye bugün meşru bir güç olarak Suriye’de bulunuyor.
Türkiye, ABD-İsrail piyonu PKK-PYD/YPG’ye karşı harekâtını kendi çıkarına olduğu kadar, Suriye’nin çıkarı için de yapıyor. Beşşar Esad’ın vatan haini ilan ettiği PYD/YPG militanlarını etkisiz hale getiriyor. Hal böyle olunca, Esad yönetiminin Türkiye’ye teşekkür etmesi, destek vermese bile gölge etmemesi gerekir. Gelin görün ki, Suriye’de çatışmaların başlangıcında ABD ile yan yana olan Türkiye’nin Davutoğlu’nun yanlış dış politikası sonucu atılan adımlarla, Suriye Devleti hasım alınmış, Erdoğan-Esad ikilisi arasına diplomaside yeri olmayan saplantılı bir ayrılık sokulmuştur. Şimdi Esad, Türk Ordusu’nu işgalci gibi göstermeye çalışıyor, Erdoğan da Esad’ı (kendi deyişiyle Esed’i) halkının katili bir lider olarak suçluyor. Her iki taraf birbirini anlamamak için adeta diretiyor. Bu dış politika sorunu iktidar-ana muhalefet, Erdoğan-Kılıçdaroğlu arasında da polemik konusu haline gelmiş bulunuyor.
Yine de Esad’ın bir milyon vatandaşının katili olup olmaması, kendi halkının ve Birleşmiş Milletler’in, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin vereceği karara bağlıdır. Şu an bir gerçek varsa, o da Esad’ın katil ve rejiminin meşru olmadığına ilişkin bir Birleşmiş Milletler kararının bulunmadığı. Hal böyle olunca Esad yönetimiyle liderler düzeyinde olmasa bile, örneğin Dışişleri Bakanları düzeyinde temas kurulmamasının anlamı var mı? Liderler arasında anlaşmazlık var diye Ankara ile Şam arasında diyalog kurmamak, diplomasinin rasyonel kurallarıyla bağdaşmaz ve her iki tarafa da bir yarar sağlamaz. Öte yandan Ankara ile Şam arasında diyalog kurmak Türkiye açısından gaflet sayılmaz ve böyle bir diyalogun kurulması, Esad’ın suçlarından aklanması ve güçlendirilmesi anlamına da gelmez.
Bu savaşta Suriye ile diplomatik temas, yönetimler arasında aracısız iletişim, üst düzeyde olmasa da uygun görülecek bir alt düzeyde sürdürülebilir biçimde sağlanmak zorundadır. Gereken bu temas dış politikanın, Rusya-İran-Türkiye işbirliğinin, Soçi ve Astana süreçlerinin gereğidir. İran, Suriye’nin kaygılarını dile getirerek bu temasın kurulmamış olmasını eleştiriyor. Rusya aracılığıyla yapılan temas, direkt temasın yerini tutamayacağı gibi, politik açıdan doğru da değildir. Türkiye-Suriye diplomatik temasının olmayışı, bugün karşımızdaki ABD-İsrail, PKK-PYD/YPG liderlerini sevindiriyor, sahada çarpışan askerimizin karşılaşacağı sıkıntı ve riskleri artırıyor. Üstelik Soçi’de masayı dağıtmak isteyenlerin, toplantıya aranan toplu katliam sorumlusu teröristi sokması gibi provokasyonlara da fırsat tanıyor.
Esad, PKK-PYD/YPG tarafından Afrin’i rejim güçlerine teslim etme teklifini kabul etmedi, ama Afrin’e giden yolları tutmuş olmasına rağmen, yüzlerce militanın çatışma alanına geçmesine engel de olmadı. Bunu da büyük bir olasılıkla diyalog bulunmadığı için kasıtlı mı yaptı, yoksa engelleyemedi mi? Kasıtlı yaptıysa Esad’a elbette bunun hesabını sormak gerekir, ama onun için de diyalog kurmak gerekiyor.
3 Şubat’ta Afrin’in altındaki İdlip’de Rus savaş uçağının düşürülmesi üzerine 5 Şubat’ta Rusya Türkiye’yi bilgilendirerek, yeni bir düzenlemeye kadar Afrin hava sahasını kapatmıştı. Hava sahasının beş gün kapalı kalması, dedikodu türü yorumlara neden olmuştu. Esad’ın İdlip’de ilerlemesi üzerine Türkiye’nin aşağıya inişini yavaşlatmak için hava sahasının kapatıldığı söyleniyordu. Böyle olmadığı 9 Şubat’ta hava sahasının yeniden açılmasıyla birlikte Türk Hava Kuvvetlerinin Afrin’deki terör mevzilerini bombardımana tutmasıyla görüldü. Üstelik Genel Kurmay Başkanı Akar ve kuvvet komutanları da ihbar kontrol uçağı ile havadan harekâtı gözleyip yönlendirdiler. Komutanların havadan izlemesi bu dedikodulara bir yanıttı. Suriye yönetimi ile kesintisiz direkt temas olsaydı, böyle yanlış anlamalar ortaya çıkmayacaktı.
Türkiye ve Suriye arasında aracılı diyalog yerine doğrudan diyalog gerekiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 8 Şubat’ta “Afrin olayını çözeceğiz, İdlib’i de aynı şekilde çözeceğiz” diyordu. Elbette yapılması gereken bu, ama İdlip’de Esad’ın güçleri de var. Nitekim, İngiliz Times gazetesi “Türkiye ile Suriye rejimi ülkenin kuzeybatısında karşı karşıya geldiler” diye yazıyordu. Anlaşılan Atlantik cephesinin üyeleri bir çatışma beklentisiyle avuçlarını ovalıyorlar, onları elbette sevindirmemek gerek. Rusya’nın koordinatörlüğü olsa da İdlip operasyonu rejimle diyaloğu gerektiriyor. Ayrıca, acil insani durumlar, kurtarma ve sivillerin korunması gibi sorunlar, harekâtın seyrini değiştirecek yanlış anlaşılmalar gibi konuların ortaya çıkmaması, çıkan sorunların da sıkıntı oluşmadan çözümlenmesi doğrudan doğruya temasla olabilir.
30 Ocak’taki Soçi Ulusal Diyalog Kongresi’nde, Anayasa Komitesi’nin kurulmasına karar verilmiş olması, Türkiye-Suriye diyaloğunu gerekli kılıyor. Anayasa konusunda Rusya’nın istekleri ile ABD’nin istekleri arasında uyuşmalar olabilir. Oysa, Suriye’nin Irak gibi federatif yapıya sokulmaması gerekiyor. Türkiye’de iktidar partisi içinde bile, ÖSO’ya kazandırabilmek adına federasyona sıcak bakanlar var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bazı danışmanlarına rağmen federasyona sıcak bakmadığı biliniyor. Irak’a yaptıklarına benzer bir anayasayı Suriye’ye kabul ettirmek isteyeceklere karşı, Türkiye-Suriye diyaloğunun üst düzeyde sağlanması gerekir.
Türkiye’nin Rusya ve İran diyaloğuna Suriye’yi eklemesi gerektiği gibi, Avrasya-Batı Asya eksenli bu işbirliğinden alacağı destekle, maskeli müttefik-gerçek düşman ABD’nin emperyalist politikasını çökertecek diplomasi uygulaması gerekiyor. ABD tarafından planlanan, Başkan Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı McMaster ile Dışişleri Bakanı Tillerson’un Ankara ziyaretlerine, ABD ilişkilerinin geleceği açısından önem veriliyordu, ABD yakınlığını hâlâ savunabilen çevreler umutla bekliyordu. Oysa söz konusu ziyaretlerden ABD’nin kendi sıkışıklığını gidermek, PYD’ye nefes aldırmak için yeni oyunlar peşinde olmasından başka bir şey çıkmadı.
Önce 11 Şubat’ta ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı McMaster ile Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın arasındaki görüşmeden sonra yapılan açıklamada; “Türkiye ve ABD’nin uzun vadeli stratejik ortaklık ilişkileri teyit ediliyor, iki ülkenin öncelik ve hassasiyetlerinin ele alındığı, bölgesel gelişmeler hakkında görüş alışverişinde bulunulduğu” vurgulanıyordu. Bu kadarlık bir açıklama bile, ABD için öncelikli olan İran konusunun konuşulmuş olduğunu ifadeye yeterliydi. Açıklamada yer alan “terörizmin her çeşidiyle ortak mücadelenin geliştirilmesinin yolları araştırılmıştır” cümlesi de ABD’nin pazarlık yollarını aradığının göstergesiydi.
Milli Savunma Bakanı Canikli’nin, 14 Şubat’ta Brüksel’de NATO toplantısında ABD Savunma Bakanı Mattis ile görüşmesine ilişkin açıklama ilginçti. Canikli PYD/YPG’nin PKK’nın organik bir parçası olduğunu belgeleriyle bir kez daha ortaya koyduktan sonra, bunlara her türlü desteğin sonlandırılmasını, PYD/YPG’nin SDG içinden çıkarılmasını isteyince Mattis’in yanıtı, “PYD/YPG’yi PKK’dan ayırabilecekleri ve YPG’yi PKK ile savaştırabilecekleri” olmuştu. Mattis’in teklifini Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bozdağ, “Artık ABD yöneticileri alemi kör, herkesi sersem sanmaktan vazgeçmeli. ABD’nin yaklaşımı son derece absürd (akılsızca-gülünç)” diyerek değerlendiriyordu. Oysa ABD’nin gizli hesabı başkaydı. Türkiye bu teklifi kabul ederse, PYD’yi kabul edip tanımış olacaktı. Ayrıca ABD Kandil’i çizerken, muhtemelen Sincar’da terörist yaftadan arındırılmış yeni bir PKK’yı PYD adıyla kuracaktı.
Yine 15 Şubat’ta temaslarda bulunmak üzere Lübnan üzerinden Türkiye’ye gelen ABD Dışişleri Bakanı Tillerson yola çıkmadan önce, “YPG’ye asla ağır silah vermedik, dolayısıyla geri alınacak bir şey yok. Türkiye ile ana hedefimiz ortak” diye akıllara ziyan bir açıklama yapıyordu. Böylesine gayri ciddi açıklamayla gelen Tillerson görüşmesinden aldatmaca ve boş vaatten başka sonuç çıkmayacağı baştan belliydi. Öte yandan Tillerson’u sadece ABD Dışişleri Bakanı olarak tanımak yetmez, Dışişleri Bakanlığı onun için küçük kalır.
Diplomalı diplomat değil de mühendis olan Tillerson, dünyanın en büyük petrol şirketlerinden Exxon’un üst düzey elemanı. Exxon ise dünyanın en zenginlerinden Rockefeller ailesinin şirketi. Rockefeller ailesi dünya derin devletinin temel taşlarından biri. Geçen yıl 101 yaşında ölen ailenin lideri Yahudi David Rockefeller, “Atatürk yüzünden planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık. Şu an yine uyguluyoruz” demişti. Exxon, Mobil petrol şirketini de bünyesine katıp ExxonMobil olduğunda, Tillerson şirketin başkan yardımcılığı koltuğuna oturmuştu.
Başkan Trump, Tillerson’u ABD Senatosu’ndan 10’a karşı 11 oyla zar- zor geçirerek Dışişleri Bakanı yaptı. “Niçin?” derseniz, elbette dünya petrol siyasetini biçimlendirmek, dünyada yeni petrol yolları açmak için. Kısaca Kürdistan projesini, Kürt koridorunu petrol yolu olarak gören bir adam. Onun için konu petroldür, petrolü anlamayanlar aptaldır. Şimdi tarihi kişilik diye yüceltilmeye çalışılan emperyalist İngiltere’nin ünlü politikacısı Churchill, “Bir damla petrol bir damla kandan daha kıymetlidir” demişti. Tillerson da bu anlayışta olan bir insan. O petrole ya da gaza kısaca hidrokarbona giden yolu açabilmek için yalanı da tehdidi de savaşı da mubah görebilen bir kişi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tillerson ve Çavuşoğlu, başka kimseyi yanlarına almadan 15 Şubat akşamı Beştepe Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde 3 saat 15 dakika baş başa görüştüler. Görüşmeye ilişkin resmi kayıt tutulmadığı açıklandı. Beştepe’den açıklandığı kadarıyla öncelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın örgüte verilen silahlar ve ayrılan ödeneklerden Türkiye’nin duyduğu rahatsızlığı dile getirdiği belirtiliyor. Tillerson’un ise çatışmalarda sivillerin korunmasına dikkat çektiği öne sürülüyor. Ayrıca başta Suriye ve Irak olmak üzere bölgesel gelişmelerin ele alındığı vurgulanıyor. Toplantı gizli olabilir, kararlar kamuoyuna açıklanmayabilir, bu olağandır. Ancak kayıt olmaması, toplantının tarih önünde de gizli kalması sonucunu doğuruyor ki, bu devlet geleneği ve diplomasisi açısından alışılmış bir durum değil.
16 Şubat sabahı da iki dışişleri bakanı Tillerson ve Çavuşoğlu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna tanıklık etmiş olan ilk Meclis’in karşısındaki devlet konukevi Ankara Palas’ta Atatürk’ün odasında 2 saat 30 dakika görüştüler. Görüşme sonrası yapılan açıklamada iki ülke arasındaki stratejik ortaklığa vurgu yapılarak, ilişkilerin normalleştirilmesi kararı alındığı ve bu doğrultuda mekanizmalar oluşturulacağı belirtiliyordu. Toplantı sonrasındaki basın toplantısında yapılan açıklamalara göre, ikili zirveye Münbiç konusunun damga vurduğu anlaşılıyor. Çavuşoğlu “YPG Münbiç’den çıktıktan sonra ABD ile güvene dayalı adam atabiliriz, önce YPG’nin buradan çıkması gerekir” derken, Tillerson “Münbiç ile ilgili olarak Türkiye’ye verilen sözler üzerinde çalışacaklarını” söylüyordu, ama “ABD askerini Münbiç’ten çekecek mi?” ve “PYD/YPG’ye silah desteğini kesecek misiniz?” gibi soruları geçiştiriyordu. Kısacası verilen söz de yoktu, atılan ya da atılacak adım da görünmüyordu.
Tillerson ile yapılan görüşmeden çıkan sonuç: Türkiye-ABD ilişkisi Reanimasyon Odasında.
Fırat’ın doğusunun ne olacağı ise tam bir muamma idi. ABD Münbiç’i bırakıp PYD/YPG’yi Fırat’ın doğusuna çekse bile, Türkiye burada kalmalarını kabul edemez. Çünkü böyle bir kabul PKK-PYD devletini kabul etmek gibi bir şey olur ki, düşünülemez bile. Kısacası, Suriye’nin kuzeyine kim egemen olacak tartışması görüşmelerin can alıcı yanıydı, ama tüm gizlilik herhalde bu konudaki görüşleri saklayabilmek için. O konuda ne denildi, ne istendi, ne verildi, bilinmiyor!...
Muammalarla dolu Tillerson görüşmeleri için dağ fare doğurdu demek de olanaklı. Beştepe’deki 3 saat 15 dakikalık konuşma acaba niye uzadı? Cumhurbaşkanı Erdoğan kamuoyu önünde ABD’ye seslendiği sert üslubu kullansaydı, 3 saate gerek kalmaz, herhalde 15 dakikada biterdi. Yine de ABD hak ettiği cevabı almış olurdu.
Ankara Palas’ta iki bakan arasında yapılan görüşmeden sonra ise, “İlişkiler ya düzelir ya tümüyle bozulur” diyen Çavuşoğlu’dan sanki eser yoktu, ama açıklamalarda ne düzelme ne bozulma emaresi vardı. Türkiye-ABD ilişkisi herhalde “Reanimasyon Ünitesi” içinde, yani diriltme operasyonunda, ama diriltilecek bir can kaldı mı ki? Tillerson’un Türkiye ziyaretinden çıkan somut bir şey yok denilebilir. Böyle olunca Türkiye kendi doğru gördüğü işleri yapmaya devam etmelidir.
Yeni mekanizmalar ve komisyonlar zaman kazanma bahanesi olarak görülebilir. ABD sıkıştı, PKK-PYD/YPG’yi Fırat’ı doğusunda toparlama çabasında, zamana ihtiyaç duyuyor. Fırat’ın doğusu için ABD’nin her çareye başvurabileceği teşhisi de var. Münbiç ile Fırat’ın batısındaki temizliği tamamlamak isteyen Türkiye’nin de Fırat’ın doğusuna yapılacak harekât için zamana ihtiyacı olabilir. Reanimasyon terapisinin kazandıracağı zaman kime yarayacak? Onu da yine zaman gösterecek…
Kurtuluş savaşında düşmanımız İngilizlere yakın olmayı marifet sayan bir kısım Osmanlı ileri geleni, gazetecileri İngiliz muhipleri olarak kendilerini tanıtıyorlardı ve bu isimle bir de dernek, o günkü adıyla cemiyet kurmuşlardı. Bugün “muhip” olarak yazılan kelime, aslında Osmanlıca “muhibb” olup, “sevgi besleyen ya da dost” anlamındadır. Osmanlı’nın 1919 yılında vatan haini Sait Molla tarafından kurulan İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Sevr anlaşmasına imza atan Damad Ferit gibi ünlü üyelere de sahipti. İngilizlerden yardım alan bu cemiyetin üyeleri kendi varlıkları ile çıkarlarının korunmasını amaçlıyorlar, ülkeye İngiliz mandası getirmeye çalışıyorlardı.
Bugün öyle bir dernekleri yok, ama basında, iş dünyasında, siyaset dünyasında onlara benzeyen Amerikan muhipleri var. İşte o Amerikan muhipleri, Afrin Harekâtı’nın dördüncü haftasında gerçekleşen McMaster, Mattis ve Tillerson görüşmelerine, Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceği, sözde stratejik ortaklığın sürdürülmesi, daha doğrusu göbeğinden ABD’ye ve Batı’ya bağlı olanların çıkarlarının korunması açısından büyük önem veriyorlardı. İstedikleri olmadı, beklediklerini bulamadılar.
ABD ile stratejik ortaklık için ABD ve muhiplerinin anladığı dilde söyleyelim, “Requiescat in Peace”. Bu sözcük “R.I.P” diye kısaltılmış biçimde onların mezar taşları üzerinde yer alır. Yani mevtanın arkasından söylenen “Huzur içinde yatsın” ifadesi. Bizim “Allah rahmet eylesin” sözümüze karşılık. Anlamaları gereken stratejik ortaklık ölmüş bulunuyor, Reanimasyon ünitesinde olsa da ölen tekrar dirilmez. Olması gereken işbirliği Türkiye’nin tavizkâr olmayacağı, eşitler arasındaki işbirliğidir.
Türk-Amerikan stratejik ortaklığının toprağı bol olsun.
ABD’nin karşısında, kuruluşunda Amerikan mandasını reddetmiş, artık NATO jandarmalığına boyun eğmeyecek, ABD’nin emperyalist tuzaklarına fırsat vermeyecek, ABD’nin yalancılığına pabuç bırakmayacak, her şeyden önemlisi ABD’den çekinmeyen bir Türkiye var. Hiç kimse Türkiye’yi gücüyle korkutamaz ve Türkiye’nin gücüyle baş edemez. Tarihe baksınlar diyeceğim, ama tarihi bilgi ve birikimleri ne yazık ki çok az.
ABD Türkiye-İran dayanışmasını bozmak istiyor. İran’ı hedef gösterirken, asıl hedefinin Türkiye olduğu gerçeğini de gizliyor. Yine de arka planda İran hesabının olması, ABD’nin Türkiye’ye Afrin harekâtının başlangıcında önerdiği 30 km’lik güvenlik kuşağı havucundan başka, Münbiç’i boşaltma tavizini verebileceğini de akla getiriyor. Kapalı kapılar ardında bölgesel gelişmeler diye ne konuşulduğunu bilmiyoruz, ama Türkiye hiçbir şey vermeden, İran’ı tedirgin edecek bir hareket yapmadan da kararlı duruşuyla Münbiç tavizini koparabilir. Unutulmamalı ki Türkiye-İran dayanışması ABD’nin sahte müttefikliği ile kıyaslanamayacak kadar kıymetlidir.
Türkiye bölge gerçekleriyle bağdaşan rasyonel ve tutarlı bir dış politika uygulamak zorundadır. Böyle bir politikada stratejik işbirliği ya da müttefiklik bağlamında hem ABD’nin, hem Rusya’nın, hem İran’ın ve hem Çin’in idare edilmesi diye bir şey olamaz. ABD ile geriye dönüş Rusya, İran, Çin ile dayanışma ve işbirliğinin çökmesiyle kalmaz, Türkiye’nin parçalanmasına, 100 yıl önce reddedilen ABD mandasının bir başka kılıfla ülkenin boynuna geçirilmesine neden olur. Afrin’den çıkmakla kalınmaz, Hatay da Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinin bir bölümü de Sevr haritasına bağlı biçimde elimizden çıkar. Türkiye’nin çıkarı ABD ile stratejik ortaklık adına sahte müttefiklik değil, bunun sonlandırılmasıdır. ABD bu coğrafyadan kolay kolay çekilmek istemeyecektir, ama dizginlenmesi Türkiye’nin kararlı duruşuna, Afrin harekâtının zaferle taçlandırılmasına bağlıdır.
Afrin bölgesinde süren Zeytin Dalı Harekâtı milli bir harekâttır. HDP hariç tüm siyasi partilerimiz bunu kabul ediyorlar, desteklediklerini söylüyorlar, ama iktidarı eleştirmek adına siyasi polemik konusu yapmaktan da geri durmuyorlar. Muhalefet partilerinin bu tutumlarının nedeni, iktidarın siyasi rant-kazanç elde edeceği endişeleridir. Bu Türkiye adına karar verilip yapılması gereken bir harekâttı, iktidar görevi gereği o kararı verdi. Tabii ki harekâtın başarısı için arkasında dik durması, kamuoyunu bilgilendirmesi, karşı siyasi çıkışları yanıtlaması gerekiyor. Herkesin polemikten uzak durması milli harekâta gösterilecek saygının gereğidir.
HDP ise ne yazık ki hâlâ TBMM çatısı altında varlığını sürdüren PKK partisi niteliğini koruyor. 11 Şubat’ta HDP Üçüncü Olağan Kongresi’nde eş genel başkanları harekâtı eleştiriyor, teröristlere sahip çıkıyordu. Kürsüye çıkan HDP’liler Apo’ya ve Afrin’deki teröristlere selam gönderdiler. Savcılık divan başkanı ve eş genel başkanları için takibat başlattı. Yapılması gereken ve Türk halkınca beklenen HDP’yi kapatma davasının açılmasıdır. HDP’nin kapatılması için daha beklenecek mi bilmiyoruz. Kaldı ki bugüne kadar kapatılmış olması gerekirdi. Bunun yapılmamış olması gizli bir başka siyasi hesap var mı sorusunu akla getiriyor.
Burada iç siyasete daha fazla girmeden CHP, daha doğrusu Kılıçdaroğlu’nun CHP’sine ya da “yeni” yani Y-CHP’ye değinmek istiyoruz. Y-CHP’nin Atatürk’ün CHP’siyle hiçbir benzerliği kalmamış bulunuyor. Atatürk gençliğe hitabesinde “aziz vatanın zaptedilmiş kalelerinden” söz ediyordu ya, ne yazık ki bugün için CHP işte o zaptedilmiş kalelerden biri. HDP’ye siyasi işbirliği için el uzatan bir CHP işgal edilmiş CHP demektir, “Cumhuriyet’in Kalesi” olamaz.
Türkiye’nin geleceği için CHP’nin kurtarılması gerekiyor. Kurtuluş CHP’nin kuruluş ayarlarına dönmesini gerektiriyor. Bunu da ancak kendisini Mustafa Kemal’in askeri olarak görenler yapabilir. Ne yazık ki CHP’nin 36’ncı Kurultay’ında 3 Şubat’ta yapılan Genel Başkanlık seçiminde “Mustafa Kemal’in askeriyim” diyen bir aday yoktu. Böyle bir adayın önü stepne adayla kesilerek, Kılıçdaroğlu’na başkanlık kapısı açılmıştı!... Kurultay sonuç bildirgesinde “Kürt sorunu eşit yurttaşlık temelinde çözülecektir” deniliyordu. Eşit yurttaşlık HDP’nin programında yer alan bir kavramdır. Türk milleti ve Türk vatandaşı ifadesini “Türkiyeli” olarak değiştirmek amacıyla getirilmiş bir kavram. Ne yazık ki “eşit yurttaşlık” kararı CHP Parti Meclisi’nde de kabul edilmiş bulunuyor. CHP Kürt tabanını kazanma adına Türk tabanını kaybeden bir parti…
Kendi memleketine Atatürk döneminde konan Tunceli adını reddedercesine, adeta devlete karşı çıkarcasına, “Ben Dersimli Kemal’im” diyen Kılıçdaroğlu’nun amacı sorgulanmalı. Yoksa amacı, Dersim Kürt isyanını anımsatarak sahiplenmek mi? Sorosvari adalet yürüyüşünde PKK’nın sözcüsü HDP’lilerle kol kola girmesi, Dersimli Kemal kisvesine uygun gövde gösterisiydi hiç kuşkusuz. Dersimli Kemal Afrin merkeze girilmemesi önerisini de yapmış bulunuyor.
Harekâtı yöneten komutanlar hedefe yürürken nereye girilip girilmeyeceği bilirler, bu karar siyasi önerilerle, hatta siyasi iradeyle verilecek bir karar değildir, çünkü askeri bir karardır. “Afrin merkezine girilmesin” demek, harekâtı orada durdurun demektir. Peki ne için, CHP ve HDP siyasi işbirliğini zemin kazandırmak, ayrılıkçı Kürt oylarını kazanmak için mi? Bakın, Afrin harekâtını kimler durdurmak istiyor? PKK-PYD/YPG, ABD ve Batı yakası emperyalistleri ile uşakları, bir de Dersimli Kemal’in CHP’si. Bu bakış açısı CHP’yi tarihi tabanından bütünüyle koparan büyük bir hatadır.
Ne mutlu ki Türk ulusu, ulus olmanın, tek millet olmanın bilinciyle, etnik kökeni ne olursa olsun vatan aşkıyla, bu vatan savaşında Mehmetçiğin yanında dimdik duruyor. Türk ulusu siyaset sahnesindeki oyunları görüyor, siyasi aktörlerin yaptıklarını görüyor, safını sapıtanların hesabını sandıkta kesecektir. Kimse hiçbir siyasi parti ya da kuruluş, sandığa oy aktarma niyetiyle Zeytin Dalı Harekâtını, Türkiye’nin bekası için şu anda Afrin’de verilen savaşı polemik konusu yapmaya kalkışmamalıdır…
Mehmetçik kararlı adımlarla Afrin merkezine ilerliyor, kimse saptıramaz, kimse durduramaz.
Zeytin Dalı Harekâtı’nın birinci ayını geride bırakırken, bir kirli senaryo oynanmak istendi. Verdiği kayıplarla, kaybettiği mevzilerle sıkışan PKK-PYD/YPG bir çıkış, daha doğrusu bir kaçış yolu arıyordu. Suriye güçlerine teslim oluyor görüntüsü altında, Afrin merkezine girecek rejim kuvvetlerinin himayesine sığınmak planladıkları senaryo idi. Oysa Esad’ın böyle bir senaryoyu oynaması, Türkiye-Suriye savaşı çıkaracak bir çılgınlık olurdu. Haber ortaya çıkar çıkmaz Türk jetleri Afrin-Halep yolunu bombalıyor, Esad’a “sakın ha bu tarafa geçme” mesajı veriliyordu. Esad için tek çare, kendi resmi haber ajansında bile yer alan haberi yalanlamaktı ve o da öyle yaptı. Peki ne olmuştu? Olayın perde arkasına ve gelişmelere yorumlayarak bakalım:
Afrin’e yönelik Zeytin Dalı Harekâtı başlayınca telaş ve korku ile PKK-PYD/YPG güçleri Esad ile anlaşmak isteyip, birlikte Türkiye’ye karşı savaşmayı teklif ettiler. Esad, onları vatan haini gördüğünden bu teklifi geri çevirmişti. Teröristlerin sıkışınca Türk Silahlı Kuvvetleri’ne esir düşmek yerine, Esad’ın rejim güçlerine teslim olmayı tartıştıkları haberleri vardı. Afrin’in içindeki siviller de PYD/YPG’lilere tepki gösteriyorlardı. Afrin’de çatışmak istemeyen sivillere karşı teröristlerin halkı silahlandırma ve vergi toplama eylemleri kent merkezinde huzursuzluk yaratmıştı. Harekâtın ikinci ayı başlarken, teröristlerin Esad’a teslimiyeti örtülü şekilde sığınmayla gerçekleştirme çabasına ilişkin haber ortaya çıktı. Esad, teröristlerin silahlarını bırakmasını istiyordu, fakat bu konuda uzlaşı sağlayamamışlardı.
19 Şubat’ta ajanslar önce Esad güçlerinin Afrin merkeze gireceğini duyuruyordu. Esad güçlerine ait öncü birliğin sabah saatlerinde beş otobüsle Halep’ten Afrin’e hareket ettiği iddia ediliyordu. Bunların Suriye Arap Cumhuriyeti birliği değil, Esad’a bağlı “Halk Güçleri” ya da “Hayalet Birliği” olduğu söylentisi yayılmıştı. Öğle saatlerinde haber geliştiriliyor, köşeye sıkışan PKK-PYD’nin, Suriye Ordusu’nun koşullarını kabul ederek beyaz bayrak çektiği, Afrin merkeze konuşlanacak ordu birliklerine sığınarak teslim olacakları söylentisi yayılıyordu.
17 Şubat’ı 18 Şubat’a bağlayan gece Suriye Hükümeti yetkilileri ve PYD’liler Lazkiye’deki Rus üssü Hmeymim’de görüşerek, Suriye Ordusu’nun Afrin’e girişini ve sığınma adı altında teslim olma koşullarını müzakere etmişlerdi. Toplantının Rus üssünde gerçekleşmesi, Rusların da görüşmeye aracılık ettiğini gösteriyordu. Rusya, Tillerson’un Ankara temaslarına karşılık olarak Suriye satranç tahtasında atını öne sürerek, ABD hamlesini engelleme çabasında mıydı? Zaten kafası karışık ABD bu satrançta kalesini bile yanlış yere oynamıştı.
Savaş, taşları doğru oynayabilenler için satranç gibidir.
Senaryo yoksa, Rusya’nın Esad’ı rahatlatmaya yönelik bir hamlesi miydi? Yıllarca kendi haritalarında Hatay’ı Suriye sınırı içinde göstermelerinden olsa gerek, Esad’da “Türkiye Afrin’e el koyar mı?” korkusu acaba nüksetmiş miydi? Türkiye’nin Suriye’nin bir karış toprağında gözü yok, ama defalarca söylenen bu güvence, herhalde aracısız diyalog eksikliğinden olsa gerek, Esad’ın korkusunu giderememiş olabilirdi. Esad’ın Afrin’e sokularak, Türkiye karşısında bölgeyi kaybetme korkusundan kurtarılması, onu Rusya’ya daha bağımlı hale getirebilirdi.
Reuters Haber Ajansı 19 Şubat’ta gelişmeyi “PYD/YPG ve Şam yönetimi, Suriye Ordusu’nun Afrin’e girmesi için anlaştılar” şeklinde servis etti. Anlaşma için Suriye Hükümeti beş şart öne sürmüştü. Bunlar:
• Afrin’deki bütün kurum ve kuruluşlar devlete teslim edilecek.
• Afrin merkez ve kırsalındaki PYD/YPG’nin konuşlu olduğu 52 kilit askerî nokta Suriye Ordusu’na devredilecek.
• Hafif ve ağır bütün silahlar Suriye Ordusu’na teslim edilecek.
• PYD/YPG’nin Afrin’de sivillere dağıttığı silahlar Suriye Ordusu’na teslim edilecek.
• 18 yaşını doldurmuş askerlik çağına gelmiş olan gençler Suriye Ordusu’na katılacak.
Haberlere göre, sivillere dağıtılan silahlar ile gençlerin askere alınması konusunda tam bir uzlaşının sağlanamadığı bildiriliyordu. Suriye Hükümeti yetkililerinin PYD/YPG’ye iki günlük süre vererek, şartları kabul edenlerin Afrin’de kalmasına, kabul etmeyenlerin Münbiç’e geçişine izin vereceği söyleniyordu.
Gelişmeyi önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Ürdün’deki basın toplantısında “Eğer rejim PYD/YPG’yi temizlemek için Afrin’e girerse problem yok. PYD/YPG’yi korumak için giriyorsa, Türk askerini hiç kimse durduramaz” diye değerlendirdi. Ayni gün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkanlığında Bakanlar Kurulu konuyu değerlendirilirken, Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile konuştu, Türkiye’nin tutumunu anlattı. Telefon diplomasisi sonuç veriyor, ajansların haberlerinin doğru olmadığı Suriye tarafından açıklanıyordu. Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında açıklama yapan Hükümet Sözcüsü Bozdağ, “Afrin Harekâtı hangi hedef ile başladıysa öyle devam edecektir. Rejim güçlerinin Afrin’e gireceği haberi gerçek dışıdır. Rejimin YPG’yi korumak için Afrin’e girmesi felakete yol açar” diyordu.
Bozdağ’ın açıklamasında, güvenlik kaynaklarımızdan alınan bilgiye göre, Suriye makamlarının birlik göndermesinin söz konusu olmadığı vurgulanıyordu. Suriye’nin resmi haber ajansı rejime bağlı bazı güçlerin Afrin’e gireceğine ilişkin haber vermiş olmasına karşın, kendi resmi makamlarınca doğrulanmayan bu haber yalanlanıyordu. Bozdağ, “Rejimin, ülkesini bölmek isteyen bir terör örgütünü korumak için adım atacağını düşünmüyoruz. Böyle bir hamle Suriye’nin bölünmesine yeşil ışık yakar” diye uyarı da eklemişti. Suriye yanlış adım atmadan durdurulmuştu.
Kısacası Suriye satrancında stratejik hayali bir oyun oynanmış, tasarlanan senaryo Türkiye’nin kararlı duruşuyla çökünce yalanlanmıştı. Satrancı Türkiye kazanmış bulunuyordu. Savaşta hayali oyunlar görülür. Yanıltmalar, algı operasyonları gibi hayali oyunlar da bu işin bir parçasıdır. Bu son hayali oyun, yanılmamak, aldanmamak için etkin ve güçlü bir istihbaratın önemini gösteriyor. Savaş güçlü istihbaratla yönlendirilir. Esad’ın için çıkış yolu ise, teröristlerin temizlenmesine yardımcı olması, Afrin’den çıkaracağı dersle artık Hatay hayalini silip atmasıdır.
Ancak 20 Şubat günü yine Reuters Ajansı tarafından yayınlanan bir haber, Esad’ın aklını başına pek de almak istemediğini gösteriyordu. Afrin’e girmek için yola çıkan milis güçleri vardı. Türkiye’nin uyarı amaçlı top atışıyla, kent merkezine 10 km kala geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Esad, Türkiye’nin blöf yapmayacağını anlamalı ve sınamaya kalkmamalı, zararlı çıkan kendisi olur!...
Türkiye Afrin’i temizleyecek Münbiç’e de yürüyecek. Bozdağ’a 19 Şubat’taki hükümet açıklamasının sonrasında basından, “Münbiç’e yönelik bir harekât gündemde mi?” sorusu geldi. Bozdağ’ın yanıtı netti, “ABD, oradan YPG’yi çekmezse son sözü biz söyleriz. Umarız ki harekâta gerek kalmadan diyalog yoluyla çözülür” diyordu. Yani, askerî harekât ve diplomasi ayni hedef için sonuna kadar birbirine paralel yürütülecek. Zaten başarıya giden yol için olması gereken de bu. Önümüzde Türkiye, Rusya, İran Dışişleri Bakanlarının Moskova ve Astana görüşmeleri ile Erdoğan-Putin-Ruhani zirvesi İstanbul görüşmesi var. Bunların arasında ABD ile de Münbiç mekanizmasının işleyişine ilişkin görüşme yapılacak. Bu görüşmelerden sağlanacak diplomatik kazançlar, sahadaki askeri kazançlar kadar önemli olacaktır.