http://www.dunya48.com/siyaset/30139-cevat-kulaksiz-kibris-ve-dogu-akdeniz-sorunu-paneli

 

Siyaset

Cevat KULAKSIZ – Kıbrıs Ve Doğu Akdeniz Sorunu Paneli..

 

 

Kıbrıs Ve Doğu Akdeniz Sorunu Paneli..

 

Ankara Ulusal Eğitim Derneği’nin her hafta cumartesi konferanslarından 03.06.2017 günkü etkinliğinde,

 

Ulusal Eğitim Derneği'nin merkez bina salonunda Emekli Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır [1] tarafından Kıbrıs ve Doğu Akdeniz konusunda konferans verilerek açıklamalarda bulunuldu.

Geçmiş yıllarda Rauf Denktaş’la Kıbrıs konusunda röportajlar yapmış, makaleler yazmış olan Prof. ÜLTANIR’ın konuşmasında zaman zaman duygulanıp ağladığı, kelimelerin boğazında düğümlendiği görüldü, açıklamalarında şunları söyledi:

 

KIBRISTA ÖĞRETMENLER SENDİKASI KIBRIS’I RUMLARA PEŞKEŞ ÇEKMEK İSTİYORDU.

 

“- Konuşacağımız Kıbrıs konusunda bir Öğretmenler Sendikası var, o aklıma geldi ki, o Öğretmenler Sendikası ki Kıbrıs’ın Rumlara peşkeş çekilmesini önderlik eden bir sendika.  Ve rahmetli Rauf Denktaş’a, her ay kendisiyle bir röportajımız oluyordu, bu konuyu sorduğum zaman, “hayret ediyorum” dedim, bu öğretmenleri hizaya çekemediniz mi?  Denktaş, “bazı şeyleri kontrol etmek olanaklı olmuyor” demişti. Böyle insanlar da var Kıbrıs’ta. Ama sizler gibi Atatürkçü, sağlam duruşlu öğretmenlerin olması ile Kıbrıs’ın öyle bir duruma yönlendirmesi mümkün olmaz.

 

KIBRIS KONUSUNDA ÇALIŞMALARIMA ENERJİ YÖNÜYLE BAŞLADIM. Çünkü ben bir enerjiciyim, enerji kaynakları bakımından konuya bakıyordum, fakat bu arada çıkardığım dergiler olmuştu. Dünya gazetesinde köşe yazarlığı yaptım. Dünya Enerji diye bir dergi çıkardım, ondan önce başka bir enerji dergisine bakıyordum.  Daha sonra Cenk arkadaşımızla birlikte Eko-Enerji diye siyasi, politik, ekonomik bir enerji dergisi çıkarttık, onun üçte biri (1/3) siyasetti, üçte biri (1/3) ekonomi, üçte biri (1/3) enerji idi. Kıbrıs konusuna o dönemde girdiğimizde Rauf Denktaş’la da sürekli röportajlara başladık ve Kıbrıs konusundaki bilgilerim büyük ölçüde gelişti. Köşe yazıları yazdım, ayrıca araştırma dosyaları düzenledim. Böyle bir konuşma istemi açıldığı zaman, internetteki siteme o günlerde gene Kıbrıs konusunda bir yazı koyuyordum. Çünkü Kıbrıs’ta adı sözde Akıncı olan ama “Akıncı” soyadıyla bağdaşmayan bir yönetici var şimdi, Rauf Denktaş’ın makamında maalesef. Anastasiadis ile birlikte Kıbrıs’ı pazarlama görüşmeleri içerisinde” diye değerlendiriyorum. O konuya değinen bir yazıyı internet siteme koymak istemiştim. Benim söyleyeceklerimi aslında siz zaten biliyorsunuz. Ama şöyle bir gözümüzün önünden geçirelim.

 

KIBRIS İÇİN YEMİN EDERDİK (konuşmacı ağlıyordu)

 

Aramızdan ayrılan Türk büyüğü Denktaş’ı saygı ile anmak istiyorum. 1960’larda ben üniversitede öğrenci idim. O yıllarda Kıbrıs için yemin ediyorduk, bir alıntıyı anmak istiyorum, “yüz binlerce Türk Kıbrıs için ant içti” diyor. Ben çok iyi hatırlarım Ziraat Fakültesi’nde öğrenci idim. Şimdi ağlayacağım geliyor Kıbrıs için (konuşmacı ağlıyordu) O zaman Kıbrıs için yemin ederdik. Nerede kaldı o günler? Rauf Denktaş’la bunu konuşurdum, en büyük acısı buydu. “Türkiye’nin duyarlılığı azaldı hocam, hiç kimse benimle temas etmiyor, röportaj yapmıyor, siz nerden çıktınız, Allah sizi nerden gönderdi” diye sitem etmişti. (Konuşmacı sesi kısılarak ağlıyordu). “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak” diyemiyoruz arkadaşlar.  Ben Genel Kurmayın stratejik araştırmalar merkezinde danışman olarak yıllarca çalıştım. Bu kumpas davaları sırasında, işte Genel Kurmay Başkanı Özel döneminde o birimi lağvettiler. Orada konuşurduk, Kıbrıs konusunu. Şu gündeme geliyordu, “Haçlı seferlerinin her birisinde Kıbrıs Anadolu’ya geçmek için sıçrama tahtası olarak kullanılmıştır” diye. Askeri bakımdan çok stratejik yeri olan bir ada Kıbrıs. Kıbrıs adasının tarihten gelen stratejik önemini biliyoruz. Haçlı ordularının, Haçlı donanmasının Anadolu’ya doğru, Müslümanlara doğru hangi yolu izlediğini, haritanın üzerinden görüyoruz, hatırlamakta fayda var.

 

Tabii askeri strateji hiç değişmedi. 15 Temmuz’daki kalkışmada Kıbrıs’a İngilizler on bin İngiliz askeri getirdiler, niye? Türkiye’de barışı sağlamak için, eğer Türkiye’de bir karışıklık çıksaydı, hiç kuşkunuz olmasın NATO marifetiyle İngiliz ve Amerikan askerleri Türkiye’yi işgal edecekler.  Güzel vatanımızı parçalayacaklardı, Kürdistan’a bir parçasını vereceklerdi. Bu günlerde Rumlar şimdi, “üzüntü” duyuyorlarmış. “Darbe gecesi Kıbrıs’taki Türk askerini esir almalıydık ve ondan sonra da gereğini yapmalıydık” gibi şeyler düşünüyorlarmış. Halen bu hayal bunların kafasında var.

 

Yine tarihten bilirsiniz, 1571 de Osmanlı Kıbrıs’ı aldığı zaman, Sokullu Mehmet Paşa, “biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik” diyordu. Ama o yıl yine maalesef Haçlı donanması ile Osmanlı donanması İnebahtı yöresinde karşılaştı, Osmanlı büyük bir yenilgi aldı, gemilerimiz yakıldı. “Siz gemilerimizi yakmakla bizim sakalımızı tıraş ettiniz, ama biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, sakal yerine gelebilir, ama kol yerine gelemez” diyordu.

 

1878’E BAKALIM: 93 Harbi dediğimiz (1877-1878) Osmanlının yenildiği savaş, Abdülhamit devri, şimdi Abdülhamit’i göğe çıkarmaya çalışıyorlar; o Osmanlı döneminde hem toprak veriyordu hem de ekonomimiz iflas etmişti. Duyunu Umumiye’nin temelleri o dönemde atılmıştı. Kıbrıs o dönemde İngiliz’in himayesini sağlayabilmek için İngilizlere bir üs olarak verildi. İngilizler Kıbrıs’a yerleştiler. Kıbrıs İngiliz adası oldu, ama İngilizler gizli siyaset oyunları peşindeydiler. Benim her ay röportaj yaptığım kişilerden biri de 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’di.  Bir görüşmemizde bana demişti ki, “hoca dünyanın siyasetini İngilizler planlar, Amerikalılar uygular”. Bu hiç değişmedi, bunun için her türlü hareketin altında bir İngiliz planı yatar” diyordu. Güneydoğu meselesini konuşuyorduk, Kürdistan falan. Hakikaten İngilizlerin plan yapmakta üstlerine yoktur, dünya derin devleti denilen Hindistan’daki İngiliz şirketi kökenli 300’ler komiteleri, onların tarihi çok eski, İngiliz örgütlenmesinin sonucudurlar.

 

Şimdi, adaya geldiler askerler top oynuyorlar. Aman aynı zamanda da kendi gizli planları için adayı kullanmaya başladılar. Rumlar ise ilk günden itibaren Girit gibi Kıbrıs’ı da alıp Yunanistan’a katma peşindedirler. Megali-Idea dediklerinin bir bölümüdür bu, bu Megali Idea Kıbrıs’ta EOKA olarak simgelenmiştir. Papazlarının Makarios’un simgesi oldu, onu tanıyoruz. Fakat öteki papazları da aynı şekilde, yöneticileri de aynı şekilde halen ENOSİS peşindeler.

 

Yine üzülerek söylüyorum ki, yakın zamanda hepimiz duyduk, Yunanistan’da askeri birliklerinin adını “Smyrna” yani Yunanca İzmir adını verdiler. Biz Ege ordusunu kurduğumuz zaman, itiraz ediyorlardı, “niye kurdunuz, bize karşı mı” diye. Onların şimdi “Smyrna” adında bir orduları var. Bir askeri birliklerine de “Pontus” adını verdiler. Çünkü akıllarından hiç çıkmadı İzmir de Karadeniz de tabii Kıbrıs da çıkmadı. Onları alma peşinde, hayali peşinde olan bir komşumuz Yunanistan.

 

İngiliz yönetiminde adada Türkler yok ediliyordu, 1950-1960 arasında ben gençtim ama hadiselerin bazılarını hatırlıyorum; devamlı olarak Türklerin katliam edildiğini duyuyorduk.

İngilizler ada yönetimini devraldıkları zaman ada nüfusunun üçte birini (1/3) Türk kesimi oluşturuyormuş. Ama 1960 gelindiğinde bu üçte bir beşte bire (1/5) inmiş durumda. Görüldüğü gibi orada da bir katliam uygulanmış, bir soykırım uygulamışlar ama biz neden “soykırımları” dile getirmiyoruz. Bizim aleyhimize olmayan soykırımları dile getirenler var, dile getirenler pek de fazla. “Pontus’da soykırım yapıldı”, diyor Yunanlılar; Ermeni soykırımını açmıyorum çünkü apayrı başka bir konu.

 

Rumların soy kırımları karşısında tabii Türkler savunmaya geçtiler, Rauf Denktaş, EOKA’ya karşı örgütlenen Türk Mukavemet Teşkilatı’nda yer aldı ve Türkler de kendilerini savunmaya geçti. Ama orada meşhur Grivas gibi, Makarios’un sağ kolu, Türk Soykırımını yöneten Yunan generaller de adadan hiç eksik olmuyorlardı.

 

LONDRA VE ZÜRİH ANTLAŞMALARI: Lisede öğrenci idim. Londra ve Zürih antlaşmamalarında Türkiye’nin koyduğu madde karşılığında adaya, diplomatik olarak müdahale hakkını kazandık ve soydaşlarımızı korumak için harekete geçildi. İşte 1 Şubat 1959 tarihinde Zürih’te, 19 Şubat 1959 tarihinde Londra’da anlaşma imzalandı ve 1 Ağustos 1959’da Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu ve Kıbrıs Türk Kuvvetleri alayı, 500 kişilik bir askeri birlik gitti ilk önce, adaya yerleşti.

 

Ama yetmedi, Rumlar, kurulan cumhuriyeti üç yıl içerisinde ortadan kaldırmayı becerdiler. Papaz Makarios, yine Cumhurbaşkanı idi. Yardımcısı olarak bizim Türk, Dr. Fazıl Küçük, Cumhurbaşkanı Yardımcısı idi. Rumlar üç yıl içerisinde Cumhuriyeti çalışamaz duruma getirdiler. Bizim bir askeri doktorumuz vardı, çocuklarını evin banyo küvetinde katlettiler. Kanlı fotoğrafları orada duruyor. Yine o dönemde İsmet Paşa, Başbakandı, 27 Mayıs sonrası kurulan hükümetlerde. Kıbrıs müdahale etmek için harekete geçiliyordu. İlk önce bir uçak göndermiştik, bizim pilotumuz maalesef vurularak düşürüldü. Askeri müzede üzerindeki elbiselerini gördüm. Oraya yazmışlar, damarındaki bütün kanı çekmişler, kanını çekerek öldürmüşler, acı duysun diye.

 

ABD Başkanı Johnson İsmet Paşa’ya bir mektup yazdı, şu kahrolası NATO elimizi kolumuzu bağlıyor, bugün de şu NATO bizi parçalamaya çalışıyor. Türkiye’nin en büyük hatası 1952 de NATO’ya girmesi olmuştu. Rusya’nın yanlış bir oyunu Türkiye’yi NATO’ya sürüklemişti.  Türkiye’nin NATO’ya girmesi, Amerikan mandası haline gelmesine neden oldu. Türkiye’yi geri bırakan bir örgüt haline dönüşmüştür. Johnson mektubunda yazıyordu, “silahlarımızı kullanamazsınız, Kıbrıs’a müdahale edemez siniz” diyerekten. İsmet Paşa cevap verdi, dedi ki, “yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır”.  İsmet Paşa o dünyayı göremedi. Şimdi o dünya yeni yeni kurulmak üzere. Avrasya’da yeniden, Türkiye’nin gelecekte orada yerini alması mümkün olacak mı? Biz görebilecek miyiz ama ben inanıyorum ki Türkiye hak ettiği yeri alacaktır.

 

Rumların oyunları devam etti.  1967 de Yunanistan’da bir darbeyle Kral yıkıldı, albaylar cuntası iktidar geçti. Albaylar cuntası, Kıbrıs’ta da gördük ki ve 1970 yılının başında da Kıbrıs’ta da 15 Temmuz’da harekete geçmişlerdi, 15 Temmuz 1974 bizim müdahalemizden önce, Kıbrıs’a da bir ihtilal yaptılar ve EOKA’cı Nikos Sampson yönetimi ele geçirdi. Nikos Sampson’un yönetimi ele geçirmesi üzerine, Türkiye güvenlik antlaşmalarına dayanarak, o zaman MSP ile CHP’nin, Erbakan’la Bülent Ecevit’in koalisyon hükümeti vardı. Hakkımızı kullanmaya karar verdik ve Türkiye 20 Temmuz 1974 de Temmuz darbesine cevap olaraktan tek taraflı olarak “Barış Harekâtını” gerçekleştiriyordu ve adaya çıktı ve Mehmetçik nihayet Kıbrıs’ta (konuşmacı ağlamaklı).

 

13 Şubat 1975’te bir Kıbrıs Federe Türk Devleti kuruldu. Kıbrıs Federe Türk Devleti’nin başına yine Dr. Fazıl Küçük geçmişti. Kıbrıs’ta kurulacak federasyona ön hazırlık olaraktan kurulmuştu.

 

Şimdi burada bir nokta koyup, slaytta olmayan bir anıma değinmek istiyorum.

 

Kendisiyle dergim adına görüştüğüm, Orgeneral Tuncer Kılınç, bir zaman Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri idi ve Türkiye’nin NATO’ya karşı İran’la Rusya’yla anlaşması gerektiğini söylüyordu. Nedenini kendisine sormuştum, “niçin böyle oldu” diyerekten, “ben”, dedi, “NATO’nun görevinin bittiğine inanıyorum. BERLİN DUVARININ BİTMESİYLE NATO’NUN GÖREVİ BİTMİŞTİR. NATO, ancak Birleşmiş Milletlerin bir barış ordusu olarak görev yapabilir.  Amerika artık bunu düşünmüyor, Amerika ancak onu emperyalist emelleri için kullanmak istiyor. O günü bana şunu da söyledi: “Ben Kıbrıs konusunda da farklı düşünüyorum, Kıbrıs’ta bir federasyona gidilmemeliydi, bir federatif devlet kurulmamalıydı, KKTC’de kurulmamalıydı, orada kimseyi, bakan, cumhurbaşkanı yapmamalıydık. Kıbrıs’ı madem kan dökerek aldık, Türkiye’ye bağlanması gerekiyordu. Yapmamız gereken buydu, ama siyasi irade bu kararı veremedi”. Artık komutanlar ne der, ama bu komutanımızın söylediği söz her zaman için aklımda kalmıştır. Nitekim Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu, ama Rumlar karşılıklı olarak anlaşmaya yanaşmadıkları için en sonunda 15 Kasım 1983 günü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edildi. Dr. Fazıl Küçük görevden ayrılmış, yerini Denktaş’a bırakmıştı. Denktaş’a bu soruyu sorduğum zaman dedi ki, “15 Kasım günü gittim Dr. Fazıl Küçük’ü evinden, hasta yatağından kaldırdım, sonra koluna girdim, Meclise getirdim, orada devletimizi ilan ettik, gözyaşları içinde izledik. Türkiye hemen bu devleti tanıdı.

 

Nitekim Pakistan gibi bir ülke de hemen tanıdı. Tanıyan ülkeler hızla artacaktı, İngilizler, Amerikalılar harekete geçti, KKTC’nin tanınmasının önüne ambargo koydular. KKTC tanınmadı. Türkiye’den başka tanıyan kalmadı, tanıyan iki devlet vardı onlar da tanımalarını gerisin geriye çektirler.

 

AKP İKTİDARI DENKTAŞ’IN TÜRKİYE’YE GELİP KONUŞMASINA İZİN VERMEDİ

 

Ondan sonra Kıbrıs’ta müzakereler başladı. Denktaş ve Klerides’in müzakereleri, bu işler yıllarca devam etti.

 

Birleşmiş Milletler (BM) Genel sekreteri değişti, liderler değişti, Türk tarafında da liderler değişti. Liderler değişse de aynı sahnelere devam edildi. Geldik 2002 yılına, Türkiye’de AKP iktidarı geldi. O yıllarda bir Annan Planı çıkardılar Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Annan. Annan Planı gereğince Kıbrıs’ta bir çözüm düşünüldü, bu çözüm aslında Türk varlığını ortadan kaldıracak nitelikte idi. Çünkü müdahaleden sonra, Kıbrıs Federe Türk Cumhuriyeti kurulurken BM’lerin katkılarıyla ada içerisinde bir göç sağlanmış, Türkler kuzeye, Rumlar güneye yerleşmiş ve her iki tarafın toprağı birbirinden ayrılmıştı, gerçi toprak konusunda görüş ayrılıkları olmakla birlikte. Her kesim birbirinden ayrılmış bulunuyordu. Bir kere iki kesimliliği yok eden bir plandı. Aynı zamanda Türkiye’nin garantisini ortadan kaldıracak bir plandı. Kıbrıs’ı bir bakımdan federatif yapıya sokuyordu, ama ENOSİS’e kapı açacak bir plandı. Rauf Denktaş’ın çok büyük sıkıntılara yaşadığını kendi ağzından duydum. Konuşmak istiyordu, Kıbrıs’ta konuşuyordu, ama Türkiye’ye gelip Türkiye’de de anlatmak destek almak istiyordu. Denktaş’ın gelip Türkiye’de konuşmasına müsaade etmedi bu iktidar ve dediler ki, “ne anlatacaksan Kıbrıs’ta anlat buraya gelme” Niye, güya biz AB ye giriyorduk, biz. AB’nin önünde engel olarak Kıbrıs görülüyordu. “Nasıl edersen et, şu Kıbrıs’ı başından def et de biz AB’ye girelim, Denktaş bir tarafa gitsin, zaten Denktaş bugüne kadar müzakerelerde hep anlaşma istemeyen adam oldu, çözümsüzlüğün nedeni Denktaş’tır, Denktaş’ı buradan temizleyelim”, planı başlamıştı.

 

24 Nisan 2014 de Annan Planı Kıbrıs’ta referanduma sunuldu. Ne hikmetse, Türk tarafına her türlü baskı yapıldığı, rüşvet yedirdi, şu yedirdi bu yedirdi diye yüzde 64,91 yani Türklerin yüzde 65 “evet” oyu verdiler bu kötü plana. Ama Kıbrıs’ı koruyan gizli bir güç mü vardır nedir? Rum Kesimi yüzde 75,83’le “hayır” dedi. Böylelikle Annan Planından kurtulmuş olduk. KKTC uçurumun kenarından Rumların kendi ret oylarıyla dönmüş oldu. Aslında Rumlar farkında olmadan Türklere büyük bir iyilik yapmış oldular. Onu şimdi şimdilerde anlamış bulunuyorlar da “bu hatayı nasıl yaptık” diyorlar. O zaman öyle bir hataya düşmüşlerdi. Tabi bu hatada da kendi yöneticilerin de katkıları var.

 

Şimdi Annan Planını geçersiz kılan oylamanın bir analizi yapılmış, ondan söz etmek isterim. Yapılan anketlere göre, Annan Planına referandumda “evet diyen Türklerin yüzde 28’i Rumlarla birleşmek için “evet” demiş. Demek ki adadaki seçmenlerin yüzde 28’i Rumlarla yan yana yaşamakta bir sakınca görmüyor, onlarla birleşmek istiyor; yüzde 19’u ise Kıbrıs’ın kötü ekonomisinden kurtulabilmek, refahı daha genişlemek için “evet” demiş; yüzde 15’i Denktaş’ın gitmesi için “evet” demiş; yüzde 38’i de AB’ye girmek için “evet” demiş.

 

Rumların “hayır” demesinin nedenine gelince, Papadopolus’un ölmeden önce bir “hayır”ı var, o çağrının büyük etkisi olduğunu söylüyorlar, aynı zamanda Türkleri azınlık olarak gördükleri için kendileriyle eşdeğer düzeyde görmedikleri için adaya tümüyle hâkim olmak hayallerini gerçekleştirmeye inandıklarından “hayır” diyorlar.

 

Ve 2005 yılında Denktaş Cumhurbaşkanlığını bırakıyordu ve Talat Cumhurbaşkanı oluyordu. Talat’la da benim röportajım oldu. Ama Talat’ın Cumhurbaşkanlığını alırken korkuyordu, ben Kıbrıs’a hâkim olabilir miyim, diyerekten. Kendisine güven veren, tabi ki Denktaş’ın elini kolunu bağladık diyen Ankara’daki destekçileri. Ve Talat Hıristofyas’la (o zamanki Rum lideri) çözüm müzakerelerine başlıyor.

 

ZORLAMA İLE BARIŞ OLMAZ.

 

O günlerde Rauf Denktaş’a ne düşündüğünü sorduğum zaman, bana şöyle bir cevap vermişti, 25 Şubat 2010 tarihli röportajdan: “Zorlamakla barış olmaz, iki milletten tek millet, iki devletten tek devlet çıkarma hokkabazlığına son verilmelidir, çünkü Kıbrıs’ta tek millet yoktu”. Böyle diyordu Denktaş. “İki ayrı toplum var, iki ayrı milletten tek millet çıkmaz”.  Bu iki devletten tek devlet çıkmaz onun savunduğu bu olmuştur.

 

İşte yaptığım röportajlardan bir tanesi, Denktaş’ın bana verdiği cevaplar. “İşte hakkaniyetli çözüm” diyor.

 

“Rumlar KKTC’yi tanımalı, iyi komşu olmalı, Çünkü Hristofyas, “Makarios’un izindeyim” diyor, EOKA dan ilham alıyorum” diyor. Rum tarafında yapılan araştırmalar sonucunda yüzde 90’ı aşan bir kitlenin garantileri ret etmesi, Türk askerinin adadan çıkması için. Yüzde 60’ın üzerindeki bir kitlenin birleşmeye “hayır” demesi herhangi bir anlaşmanın yapılamayacağını göstermektedir” diyor. Ve “Rum-Yunan ikilisinin Bizans oyunlarının bozulması gerektiğini” açıklıyordu.

 

 Ama hemen belirteyim ki, birleşmek için çok uğraştı Talat, fakat Kıbrıs’ı Rumlara veremedi. Cumhurbaşkanlığının süresi buna yetmedi. 18 Nisan 2010 da Cumhurbaşkanlığının seçiminde Talat kaybetti ve üçüncü Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu oldu, 2010 Aralık ayında Cumhurbaşkanı Eroğlu.

 

Derviş Eroğlu Denktaş çizgisinden gelen bir politikacıydı. Gerçi parti içi görüş ayrılıklarından dolayı Derviş-Denktaş arasında bazı kopukluklar vardı, ama Denktaş’la paraleldi, Denktaş çizgisindeki bir politikacıydı.

 

Derviş Eroğlu’ndan Talat’ın bıraktığı yerden görüşmeleri sürdürmesi istendi. Hem hükümet hem de Türkiye bunun böyle olmasını istedi. O zamanki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de ağırlığını koydu, üzerine baskı uyguladı. “Görüşmeleri Talat’ın kaldığı yerden devam ettireceksin” diye. Oysa kendisinin bir sözü var, “Rumların ayak oyunlarını engellemek gerek “diyerekten. Milliyetçi, orduda toplantılara katılmıştı, KKTC’nin çıkarlarını savunmuştu. Rumların bir hesabı olduğuna inanmıştık. Denktaş da bu hesap konusunda diyordu ki, “Kıbrıs’ın üzerinde herkesin bir hesabı var, ama, Türkiye’nin hakları var” diyordu, burası çok önemli. Çünkü adayı alan Türk askeridir.

 

Rumlar ise “hodri meydan” dercesine, 1963’deki EOKA çizgisinde ilerleme yönünde inat ediyorlardı. Rauf Denktaş, yine bir röportajımızda uyarmaya devam ediyor. “Kıbrıs’ta iki devlet iki halktan başka çözüm yok” diyor. “Yapılması gereken iki devletin birbirini tanıması, ikisin arasında bir saldırmazlık antlaşması imzalanması, ondan sonra ikili anlaşmalar imzalanabilir. Ancak böyle bir yolla çözüme ulaşılabilir”. Fakat hiçbir şekilde Birleşmiş Milletler’in, ABD’nin, İngiltere’nin baskısı Kıbrıs üzerinden kalkmadı. Dolayısıyla müzakerelerin devamı istendi. Ve nihayet 2015 yılında şimdi yeni bir cumhurbaşkanı geldi Mustafa Akıncı, soyadı Akıncı, ama bizim bildiğimiz Türk akıncılarından değil. Talat’ın çizgisinde olan bir politikacı, gene bu Yunan çizgisine yakın bir kişi. Ve bu günkü Güney Kıbrıs Rum kesiminin başkanı Anastasiadis ile gayet iyi anlaşabilen bir kişi. Kendisinin damadının Rum olduğunu biliyorsunuz, kızı bir Rum’la evli.

 

Her şeyden önce dedi ki, bu Mustafa Akıncı, “geçmiş kuşaklar Kıbrıs’ta acı çektiler, gelecek kuşaklar artık bu adanın nimetlerini paylaşsınlar, biz çözümü gerçekleştirelim”. Ama Akıncı’nın bir başka fikri var. Biz Kıbrıs’a “yavru vatan” diye bakıyoruz. Akıncı onu ret ediyor, “Kıbrıs ana vatan yavru vatan ilişkisini kabul etmiyoruz” diyor. “O yavru büyüdü” diye bazen demagoji (lafebeliği) yapıyor, ama bu ilişkiyi kabul etmiyor.

 

Nitekim Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, kendisini cumhurbaşkanı seçilince kutlama metninde “Yavru vatan” kelimesini kullandı, “yavru vatan” kelimesini kullanınca “iki kardeş ülkeyiz, Türkiye ile ana vatan baba vatan ilişkisi bitmeli” diyerekten beyanatta bulundu, Sayın Mustafa Akıncı. O günlerde gazeteler, “ne diyorsunuz” diye Cumhurbaşkanımıza sorduklarında verdiği cevap şu: “Sayın Akıncının ağzından çıkanı kulağının duyması lazım, Türkiye KKTC ne niye sahip çıkıyor” diyor. “Bunun bir esbab-ı mucibesi var, kardeş olarak bile çalışmanın bir yolu var, bir bedeli vardır bu ülke KKTC’ye bedel ödemiştir. Hâlâ ödüyoruz diyor, biz şehitler vermişiz, çünkü yavru vatanın bu bedeli hak ettiğine inanıyoruz” diyor. Ondan sonra, “hâlâ buranın imarı için yardım ediyoruz”.  Diyor. “Yıllık yardımımız bir milyarlar mertebesindedir” diyor. Acaba Sayın Akıncı bu kavgayı tek başına götürebilir mi, diyor. “Türkiye’yi arkasına almadan bir şey yapabilir mi? Ve Biz Akıncı gibi bakamayız Kıbrıs’a” diyor. “O ne derse desin Türkiye’nin Kıbrıs’a bakışı evet “Yavru Vatan’dır. Bundan sonra da yavru vatan olarak da bakmaya devam edecektir” diyor.

 

Hakikaten güzel bir nokta koymuş, onu da buraya aldım, kimsenin hakkını yememek lazım. Parantez yapamayan sözde Akıncı, en son Cenevre’de masaya bir harita koydu. Zaten Rumların bir haritası vardı. Bir harita da Akıncı’dan geldi, fakat haritanın gelişi şekli önemli. Böyle bir harita KKTC’deki hükümetin onayından geçmedi, hükümetin haberi yok haritadan, meclisin tasdikinden geçmedi. Akıncı bunu kendi danışmanlarıyla birlikte masanın üzerine koydu. Yüzde 29,2 Türklerde kalsın, şu anda yüzde 33 Türklerde, gerisini biz Rumlara verelim, işte Karpaz’ın bir ucundan da siz alın. Onlar tam Karpaz’ın burnunu istiyorlar, söyleyeceğim biraz sonra niye istediklerini. Akıncı daha içeriden bir yer vermiş, tam burnunu vermemiş.

 

Bu harita BM tarafından kasaya konuldu, haritayı kabul etmediler, bir kere Türklere yüzde 25’den başka toprak vermek istemediklerini beyan etmekten geri kalmıyorlar, zaten. Böyle bir harita ellerine geçince bundan sonraki müzakerelerde bu kaldıkları noktadan başlamak üzere müzakereyi devam ettireceklerine, isteklerinin bu olacağı beklenir, öyle olacağına da inanıyorum zaten. Onların eline bir fırsat verilmiş oldu, haritayla, toprak pazarlığı yapılmış oldu. Kıbrıs’ta toprak paylaşımı bir yapboz oyunu değildir. Kaldı yapmış olduğu hareket Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasasının 2. Maddesine de aykırı çünkü Anayasanın 1. Fıkrası şu ifadeyi taşıyor: “Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti ülkesi ve halkıyla bölünmez bir bütündür”. Kendi devletinin topraklarında pazarlık yapan, bunu pazarlık masasına yatıran bir cumhurbaşkanı, Meclisten bu yetkiyi almadan bunu pazarlık masasına yatıran bir cumhurbaşkanı, önce kendi ülkesinde anayasal bir suç işlemiş, demektir. Bunun hesabını vermesi gerekir, ama maalesef o hesap sorulamıyor.

 

Şimdi kan bedeli ile kurulan, KKTC diplomatik oyunlarla kurban edilebilir mi? Tabi ki kurban edilmesi düşünülemez.  Ama 1974’den bugüne kadar 43 yıldır Kıbrıs’ta bir silahlı çatışma yaşanmıyorsa, o küvetin içinde öldürülen doktorun çocukları gibi sokaklarda boğulup yere köpek leşi gibi atılmış olan şehitlerimiz gibi manzarayla karşılaşmıyorsak, iki devletin olmasıyla Türkiye’nin yapmış olduğu Barış Harekâtı’nın sonucuyla KKTC varlığıyla bu günleri yaşıyoruz. Bu sayede bir barış var Kıbrıs’ta. Ama Rumlar ENOSİS’ten vaz geçti mi? Asla vaz geçmediler. Adayı eninde sonunda Girit’leştirmek, Yunanistan’a bağlamak hayalleri devam ediyor. Cenevre konferansları bunun için sürdürülüyor.

 

Cenevre konferansları bitmeyen senfoni gibidir. Arkasında İngiltere, ABD, AB var, Rum Yunan ikilisi var. En sonunda Akıncı ile Anastasiadis arasındaki görüşmeler, biliyorsunuz, Nisan ayının başında kesilmişti. Dedim ki, Annan Planı gibi gene bir mucize oldu, görüşmeler kesildi derken tekrar görüşmeye başladılar, şimdi BM Genel sekreteri ikisini de New York’a çağırıyor. New York’ta kalındığı yerden devam edilsin, Türkiye, İngiltere, Yunanistan masaya oturtulsun, konferansla bu işi çözelim, diyerek.

 

Kıbrıs sorununa çözülmemesinin bir nedeni daha var. Kıbrıs’a eklenen bir Doğu Akdeniz sorunu var. Genel görünüm bakımından bakacak olursanız, Kıbrıs’la Türkiye arasında 80 mil uzaklık var. Yunanistan’la 400 mil uzaklık var, hiçbir şekilde Yunanistan’a bağlı değil, Yunanlılara uzak bir yerde. Türkiye’nin burnunun dibindeki bir ada.

Bugün için denizlerimiz kara alanlarımız kadar kıymetli, bu eskiden böyle bilinmiyordu. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nda bu toprağı kurtardığımızda kara ordumuz kuvvetliydi, Mareşal Fevzi Çakmak İlk Genel Kurmay Başkanıydı T.C.’nin kara ordusunu devamlı olarak güçlendirmişti, ama deniz kuvvetlerini ihmal ediyordu. Deniz Kuvvetleri T.C. için önemli değil deniyordu. TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK HATASI, OSMANLI’NIN EN BÜYÜK HATASI DENİZLERE YÖNELMEMESİ OLMUŞTUR. İngiltere eğer bir dünya imparatorluğu olabilmişse, dünyada söz sahibi ise, denizlere sahip olduğu için, donanmasının büyüklüğü iledir.

 

Kıbrıs’ı niye kaybettik, Osmanlı donanması o zamanki Abdülhamit’e darbe yapmasın diye kapatılıp, Haliç’te bekletildiği için, Ege’ye açılıp Girit’e gidemedik, Girit’i öyle kaybettik. Ancak Mustafa Kemal Atatürk Gambot diplomasisini ve Deniz kuvvetlerinin önemini gösterdiği için Yavuz zırhlısı ile birlikte, Yunanistan’a da gitmiş oralarda Türk bayrağını göstermiş, Türk Deniz Kuvvetlerine önem verdiği için deniz kuvvetlerimiz canlanmaya başladı.

 

Biz bir hata yaptık, Yunanlılar Ege’deki karasularını üç milden altı mile çıkardığı zaman, Türkiye önemli değil diye görmedi. Biz karşılığında bulunmadık, şimdi onu daha da geliştirmek istiyorlar. Ege’deki 18 adanın alınmasına değinmeyeceğim. Ben sadece Doğu Akdeniz kısmına bakacağım. Denizlerde münhasır ekonomik saha dediğimiz deniz tabanının altındaki, bugün için hidrokarbon, benim için ihtisas konusu buna niye bulaşmıştım, eğer petrol, doğal gaz, varsa bazı madenler vs.’lerin değerlendirilmesi söz konusu. Bir de bizim uluslararası ticarette önemli gördüğümüz noktalar vardır. Kıbrıs Akdeniz’e egemen olan bir adadır. Dünyada donanmaların, askeri bakımdan, ticaret gemilerinin hareketi açısından bazı boğum noktaları, dar boğazlar noktalar vardır. Mesela Hürmüz Boğazı, Malakka Boğazı, Danimarka geçidi gibi Atlas Okyanusu kıyısında bazı denizler de önem kazanmıştı. İşte Kıbrıs da Akdeniz’de bir boğma noktası niteliğindedir. Bilindiği gibi, şimdi bir Kürt koridoru açılmak isteniyor, Suriye üzerinden. Nereye çıkacak o Kürt koridoru? Akdeniz’e açılacak. Ne yapacak, petrol ve LNG’ye dönüştürülmüş doğalgazı veya boruları geçirecek. Ama Kıbrıs’a egemen olan burada ticareti istediği zaman kesip durdurabilir.

 

Yine Kıbrıs’a egemen olan güç orada ticaret üzerinde kısıtlamalar da koyabilir. Dolayısıyla adanın bu yöndeki konumu çok önemli. Bir boğaz değil, ama ada olaraktan da Kıbrıs bir boğum adası şeklinde değerlendirilebilir. Bir önemi buradan geliyor.

 

ŞİMDİ KIBRIS’TA BİZİM MÜNHASIR EKONOMİK SAHAMIZ NE KADARDIR?

 

Türkiye’nin münhasır ekonomik sahası sadece Karadeniz’de belirlidir. Rusya’yla sahildar ülkelerde anlaşmalar imzalanmış, tapusu alınmış gibi herkesin sınırları Karadeniz’de belirlidir. Ege’de böyle bir sınırlama yok, Doğu Akdeniz’de de yok. Ama gelişmeler ve deniz hukuk sözleşmesi diyor ki, bölge karasuların ötesine 200 mile kadar da gidebiliyor. Deniz tabanında her türlü hidrokarbon, hidrokarbon derken ben petrol ve doğal gazı kastediyorum, diğer doğal kaynaklar değerlendirilebilir. Denizin üzerinde yapay ada da kurabilirsiniz, şimdi denizin üzerinde rüzgâr santralleri kuruluyor. Bütün bunların yapabileceğiniz yer sizin ekonomik sahanızdır.

 

Türkiye’nin görüşüne göre münhasır ekonomik sahası, Akdeniz’in ekonomik sahası Türkiye ile Mısır arasında paylaşılıyor. Ama bu hakkaniyeti paylaşımı acaba Yunanlılar, Rumlar hatta AB kabul ediyor mu?

 

İlk önce Mısır Akdeniz’de petrol buldu, sonra da doğalgaz buldu. Mısır’ın arkasından İsrail bu bölgede aramalar yaptı, o da kendi sahillerinde bazı şeyler buldu. Bütün bunlar bulununca Rumlar da devreye girdiler, Rumların devreye girişi 2005 yılından sonradır. Haritadaki noktalı yerler Doğu Akdeniz’de sismik araştırmaları gösteriyor. TPAO’dan aldığım haritada, beyazlar bizim sismik attığımız yerlerdir. Orada deniz yapısını deniz yapısını biliyoruz. Diğer farklı renkli olanlar, diğer ülkelerin sismik yerlerini göstermekte.

 

Rumlar ise bu bölgede kendi münhasır ekonomik sahalarını belirlemek için önce Mısır’la, arkasından İsrail ve Lübnan’la Türkiye’nin karşı çıktığı anlaşmalar yapmışlar ve münhasır ekonomik sahalarını bu anlaşmalarla çizmişlerdir. Bu sahalarını çizdikten sonra da petrol, doğalgaz aramak için arama alanlarını parseller oluşturmuşlardır. ABD’nin Jeolojik Araştırmaları Kurumu, Doğu Akdeniz’de tahminen 122 trilyon feet küp yani 3,4 trilyon metre küp çıkarılabilir doğalgaz potansiyeli olduğunu bildiriyor. Fakat bu her zaman değişir yeni aramalarla. Bugün bunun 1325 milyar metre küpü yüzde 39’u ispatlanmış durumda. O da her an için gene geliştirilebilir şekilde.

 

Türkiye de kendi ekonomik münhasır sahası üzerinde kendi sismik gemileriyle Turgut Reis’le Barbaros, (şimdi Turgut Reis üniversitenin gemisi oldu) arama yapmaktadır. Ama bizim yapmış olduğumuz aramalar TPAO adına yapılan aramalar niteliğindedir. Bu konu ortaya çıktığı zaman, alanlarını genişletiyorlar diye 2007 yılında 13 tane bölgeyi parsellediler, ihaleye çıkaracakları zaman Denktaş’a bu konuyu sordum, ne diyorsunuz bu konuda sizin bilginiz var mı, görüşünüz, nedir diye sordum. Aynen şunları söyledi: “SHELL şirketi 10-12 yıl önce uzaydan çekilen bir haritada Kıbrıs’ın etrafında petrol ve gaz kaynakları olduğunu kanıtlamıştı” dedi. O yıllarda Akdeniz’de iki buçuk mil derinlikten Petro çıkarılmak mümkün olmadığı veya pek kârlı olmayacağı için kimse bu haber karşısında heyecanlanmamıştı. Ancak teknoloji ilerledi. Rumlar beş altı yıl öncesi aramalara giriştiler, bu sırada da bir Amerikan şirketi bize geldi, bana dedi ki “bu kaynakların yüzde 50’si size aittir, bize ruhsat verin biz burada araştırma yapalım”.

 

Denktaş bunu T.C. Hükümeti’ne bildiriyor, “o alan TPAO ya aittir” diye cevap alıyor. Ondan sonrası gelmiyor. Papadopolos’un bunu bu şekilde gündeme getirmesi seçim kazanmak stratejisi ile ilgili olabilir, orayı sadece siyasi bir durum çıkaracağı için kesin bir görüş yok, böyle bir görüşü vardı. Cumhurbaşkanlığı koltuğunda Talat oturuyordu, Talat’a da aynı soruyu sordum, Talat da bir iki işte gene teknolojinin yetersiz olduğundan bahsetti, “ama bu girişimin esas sebebi, siyasidir” diye o da görüşünü bildirdi. Şimdi görüş siyasi olsa da, 2007 yılında TPAO harekete geçti. Çünkü biz o zaman gerek deniz kuvvetleri vasıtasıyla gerekse görülen bilim adamlarımız vasıtasıyla Akdeniz’in 32 derece 16 dakika 18 saniye doğu, 27 derce 22 dakika boylamıyla 33 derece 40 dakika kuzey enlemi arasında kalan bölge şu saha ekonomik sahamız, TPAO’ya üç tane ruhsat verildi, “arama yapılabilir” diye.

 

Rumlar da parsellemişlerdi ruhsatları ya, bakın bizimkiler onlarla çakışıyor. Dolayısıyla bizim ruhsatlarımız 5 no.lu ruhsat yanındaki 6 ve 7 no.lu ruhsat alanları onların parselleriyle çakışır durumda. Rumlar 12. Blokta sondaja başlamaya kalktılar 2010 yılında, Cumhurbaşkanlığı koltuğunda Eroğlu oturuyor, Eroğlu dedi ki, “bir dakika bir şey yapmayın Türkiye de, biz de araştırmalarımızı durduralım siz de durdurun, bir anlaşma yapıldıktan sonra bu işe devam edelim. Ya da öyle bir şey yapalım ki, buradan elde olacak gelir eğer bir çözüm süreci gerçekleştirilecek olursa, çözüm süreci sonunda ortaya çıkacak sorunların giderilmesi için gerekli, mali kaynağın temininde kullanılsın, şu anda tek taraflı olarak bir değerlendirmeden kaçınalım”.

 

Rumlar tabi ellerinin tersiyle iter gibi bu teklifi itelediler. Ve bunu iteledikten sonra da Türkiye 19 Eylül 2011 yılında Rumlar sondaj işine başlayınca, Türkiye de iki gün sonra 21 Eylül’de KKTC’den Kıbrıs’ın kuzeyinde, Kıbrıs’ın doğusunda ve Rum parselleriyle örtüşür çakışır şekilde KKTC’den ruhsat alanlarını aldı. Böylelikle itilaflı bölge oldu orası. Artık orada askeri çatışma zemini hazırlanmış durumda oluştu.

 

Bu noktada, Genel Kurmayın SAREM toplantılarının birinde Kıbrıs’ı konuşuyorduk. Bu konu ortaya atılırken, ben arka sıralarda oturuyordum, elimi kaldırıp söz istedim, dedim ki: Bizim bir hatamız var, biz sadece TPAO’ya lisans veriyoruz, o burayı arasın”, diyoruz. Rumlar bizden farklı, onlar diğer dünya şirketlerine lisans veriyorlar ve o şirketlerin bağlı olduğu ülkeleri de arkalarına almak istiyorlar. Ön tarafta Genel Kurmay Başkanımız dâhil, kuvvet komutanları ve yüksek rütbeli subaylar vardı, rap diyerek başları bana doğru döndü, biz dedim, hatamızdan kurtulmalıyız. Ben burada Türklerin hakkı olduğuna inanıyorum, ama bunu sadece milli şirketimize yaptırma yoluna gidemeyiz, milli şirketimizin teknolojik olanakları yeterli olmayabilir, arkamıza başka devletleri de almalıyız, siyaseti kuralına göre oynamalıyız”.  Böyle demiştim, ama biz hiçbir zaman ruhsatlı alanları yabancılara bölgeye sokma yoluna gitmedik, gidemedik, niye yapamadık, o da ayrı bir tartışma konusudur.

 

Ve ondan 2010 yılının sonunda Afrodit dediğimiz 12. Bölgede Rumlar doğalgazı buldular. Onu bulunca diğer bölgelerde de ruhsat vermeye başladılar. Şimdi bunlardan birisi de altıncı bölge, bu altıncı bölge çok ilginç bir bölge; altıncı bölge için Davutoğlu Başbakan olduğu dönemde Anastasiadis’e diyor ki, “biz altıncı bölgede kırmızı çizgimizi kaldıralım, siz orayı ihaleye çıkartın, buna karşılık ikili görüşmelerde daha esnek davranın bir çözüme doğru gitsin”. Anastasiadis bunu kabul etmiyor. Ama o bölge hemen ihaleye çıkartılıyor, o bölgede yabancı şirketler hevesleniyor. Buna karşılık Türkiye ne yapıyor biliyor musunuz? Sadece Barbaros arama gemisini oraya gönderiyor. İşte bu senenin başında da yine gönderdik, Nisan ayının başında gemimiz ordaydı, sanki gambot projesi uyguluyoruz. Aynı anda Yunanlıların ne yaptığına bakacak olursak, Yunanlıları telaşa kaplıyor ve hemen bu yabancı şirketlere haber uçuruyorlar, diyorlar ki, “çatışma çıkabilir, personelinizi oradan çekin”. Bir taraftan da korku içerisindeler, diyorlar ki “Türkiye’nin münhasır sahası içerisindeyiz”. Bunun bilincindeler.

 

Şimdi bu çatışma nereden kaynaklandı? Avrupa Birliği (AB) nereden girdi? AB’nin bir Danışma Konseyi denilen bir birimi var. Bu bölgesel danışma konseyleri, bir harita hazırlamış, deniz yetki alanları için. Bu bir ekonomik saha sınırlaması değil. Denizdeki bu yetki alanları bu için kurtarma olabilir, başka deniz trafiği için vs. işlerin koordinasyonunda kullanabilmek için bir harita ortaya koymuşlar.

 

O haritanın tamamını münhasır ekonomik saha gibi kabul ederekten, Türkiye’ye sadece şu bölgeyi bırakacak şekilde, diğer tarafları Yunanistan’a bırakıyorlar, aşağıyı Mısır’a bırakıyorlar, şurayı kendileri alıyorlar, bir harita çizmişler. Arada çok büyük bir fark var. Bakın bizim iddia ettiğimiz münhasır ekonomik sahadaki alan 145 bin km kare, Rumların bize lütfedip sundukları saha 41 bin km kare, 104 bin km karelik mavi vatanı el koymaya çalışıyorlar. Türkiye bunu asla müsaade edemez. Buna müsaade etmeyecek, Türkiye’nin bunu yapmaya gücü var. Bizim devletimiz, donanmamız bunun üstesinden gelebilecek güçte.

 

Bu kumpaslarla içeri alınan deniz subaylarından bazılarını tanıyorum, onlarla birlikte genelkurmayda bunları konuşurken, “hocam sen merak etme” demişlerdi, bir tanesi şöyle demişti, “biz orada her gün eğitimler yapıyoruz, havadan paraşütle adam atıyoruz, kurtarma tatbikatları yapıyoruz, her an burunlarının dibindeyiz”. Ama Türk donanmasına kumpas boşu boşuna kurulmadı, buralara Rumlar vasıtasıyla AB el koyabilsin diye; Türkiye’nin gücü zayıflayabilsin diye. O yiğitler mavi vatanımızdan gerisin geriye çekildiler ve Rumlar at oynatmaya başladılar.

 

Şu harita, şu anda Rumların geçerli haritası, fakat ne yapmışlar, Kıbrıs’ın münhasır ekonomik sahasını kuzeye doğru uzataraktan parsel sayısını artırıp 24’e çıkararak kuzeyi de ellerine almış durumdalar. Şimdi demiştim ki size, Karpaz’ın ucunu niye istiyorlar, Karpaz’ın ucunu İskenderun’a kadar sokulabilmek için istiyorlar. Münhasır ekonomik sahaya tam olarak sahip olabilmek için, gereğinde oradan Türkiye’ye sıçrayabilmek için istiyorlar.

 

Peki, Rumlar bu gazı, bu petrolü buldu da bunları ne yapacaklar, nereye gidecek bu gaz, nasıl gidecek, Avrupa’ya gidecek. Bunun için ne yapıyorlar. Mısır’la anlaşalım, sıvılaştıralım, sıvılaştırılmış gaz şeklinde satalım. İsrail’le bu konuda anlaşma yapalım, dediler, sıvılaştırma teknolojisi bugün için pahalı. Şimdi bir boru hattı döşemeyi düşünüyorlar. Burada iki yol var Boru hattı, ama ikisi de boru hattı. İsrail bunun içinde, İsrail onlarla birlikte hareket ediyor. İlk ortaya konulan proje, karadan Ürdün, Suriye üzerinden Türkiye’ye uzanacak, İsrail’in gazını getirecek bir boru hattı idi. Türkiye üzerinden de Avrupa’ya doğru taşınacak ve hatla diyorlardı ki, “hemen anlaşma yapalım da biz, hani bizim Kıbrıs’a giden su boru hattımız var ya, “onun gibi direk olarak Anadolu’ya geçirelim, Anadolu üzerinden Avrupa’ya gidebilsin”.

 

Ben uluslararası ilişkilerde ders anlatırken, öğrencilere dedim ki, bu gaz Türkiye’nin üzerinden geçebilir”. Öğrenciler, “olur mu öyle şey” dediler. Geçer ben ne yanlışlıklar gördüm, geçmemesi için bir neden yok. Ve Obama hükümeti döneminde, Obama yönetimi bu İsrail hattının kabulü için Türkiye’ye baskı yaptı, İsrail boru hattı, Kıbrıs, İsrail, Türkiye’nin el birliği ile boru hattı gelsin, diyerekten. Ben bu boru hattına kendi dersimde bir isim koydum, “zehirli boru hattı” dedim.

 

Niçin zehirli bu boru hattı? Bu boru hatta Suriye’den veyahut da Irak’ın kuzeyinden çıkacak gaz, Kürtlerin eline geçecek olan gazı da taşıyacak, onun da taşınmasını istiyorlar. Ne olur? Kürtler ekonomik zenginliğe kavuşur, Rumlar ekonomik refaha kavuşur. Türkiye’nin düşmanları canlanır, Türkiye için “zehirli” bir boru hattı olur. Bu taraftan ne gelirse gelsin, almayalım ama Rusya’dan alabiliriz, Rusya ile bağımlılıktan bir şey olmaz, ama bunların bağımlılığı daha kötüdür, diye zehirlidir.

 

En son olarak da 3 Nisan 2017 de yeni bir anlaşma imzaladılar. Anlaşmada İsrail, Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan ve İtalya arasında imzalandı. Şöyle, denizden geçecek bir boru hattı yüzünü gördük, şöyle mi geçecek, böyle mi geçecek; peki bu boru hattı Türkiye’nin münhasır ekonomik sahasının içinden mi geçecek? Türkiye bunu onaylayacak mı?  Henüz belli değil, boru hattının 10 milyar metre küp kapasitede olması söyleniyor. Kapasitesi öyle büyük bir şey değil. Şimdi Rusya ile yapılacak Türk Akımı bunun beş katı. Ama onlar için bu çok önemli taviz koparma anlamına gelir. Böyle bir gaz boru hattının da geçmesi isteniyor”.

 

Bir saatlik konuşmadan sonra, dinleyenlerin katkıları ve soruları ile panel olgun bir hava içinde sona erdi.

 

Cevat KULAKSIZ – 14 Haziran 2017

 

ckulaksizster@gmail.com

 

Dipnotlar:

 

[1] Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır: Biri mühendislik biri iktisat olmak üzere birbirinden ayrı iki yüksek öğrenim görmüştür. Ankara Üniversitesi’nde 1965 yılında başladığı akademisyenlik yaşamını 45 yıl sonra emekli olarak tamamlamıştır. Emeklilik öncesi, termodinamik, ısı bilimi, enerji teknikleri üzerinde dersler okutmuştur. Emeklilik sonrası Ufuk Üniversitesi Siyaset bilimi uluslararası ilişkiler bölümüyle uluslararası ticaret bölümünde, ayrıca TOBB Üniversitesi iktisat bölümünde uluslararası enerji ve çevre politikalarıyla uluslararası enerji ticareti konularında dersler vererek akademisyenliğini sürdürmüştür.

 

Prof. Dr. Ültanır, yazılı basında gazete köşe yazarlığı, çıkardığı dergilerde yayın kurulu başkanlığı, yayın koordinatörlüğü ve genel yönetmenlik yapmış, çeşitli makaleleri, röportajları dergilerde yer almıştır. Ayrıca medyada TV’lerde pek çok programa konuşmacı olarak katılmıştır. Enerji ile ilgili alanlarda uluslararası, çeşitli sivil toplum kuruluşlarının yönetimlerine seçilerek uzun süre görev yapmıştır. Çok sayıda ulusal ve uluslararası kongre bildirileriyle konferansları olmuştur. Şimdi emekli.

 

 

 

 

 

Kategoriler

DUYURULAR