Osmanlı’da medreseler, mekteb-i şahaneler ve son olarak bir de Darülfünun vardı. Batı da ise 11. Yüzyıldan yani 1000’li yıllardan bu yana üniversiteler kuruluyordu, 1100’lü ve 1200’lü yıllarda bugünün önde gelen üniversiteleri peş peşe diziliyorlardı. Fenler Evi anlamına gelen Darülfünun, İstanbul’da 20. Yüzyılın başında, 1900 yılında kuruluyordu. Üniversite benzeri bir okuldu, fenler denirken pozitif bilimler kastedilmişti, ama gerçek üniversite sayılamazdı. Üniversite saysanız bile 900 yıl gecikmeyle İstanbul’a gelebilmişti. Matbaa Avrupa’dan 200-300 yıl sonra geldi sözü akıllara kazınmıştır da, üniversitenin 800-900 yıl sonra geldiği nedense hiç söylenmez ve az kişi tarafından bilinir. Osmanlı’nın aydınlanma çağını yaşamamış olması bu nedenledir.
Yaşamımızda en gerçek yol gösterici hiç kuşkusuz bilimdir.
Bilim ülkenin düşünen beyni olan üniversitelerinde üretilebilir.
Platformumuza Kasım 2017’de koyduğumuz “Medrese Üniversitelerinden Araştırma Üniversitelerine mi?” başlıklı Arayış ve Gündem makalemizde üniversitelerimize ve sorunlara değinmiştik. (1) Son iki yılda vadedilen olmadı, araştırma üniversitelerine gidilemedi, geriye dönüldü. Türkiye’nin üniversiteyle tanışması Cumhuriyet döneminde olmuştur. Darülfünun Cumhuriyet’in ilânından 10 yıl sonra, 1933 reformuyla İstanbul Üniversitesi oluyordu. 1770’lerin Mühendishanesinden gelen yapıyla İstanbul Teknik Üniversitesi 1944’de kuruldu. Cumhuriyetin Osmanlı’dan gelmeyen kendine özgün ilk üniversitesi Ankara Üniversitesi, Cumhuriyet döneminde kurulan Enstitü, Fakülte ve Yüksekokulları çatısı altına alarak 1946’da yani Cumhuriyet’in 23. yılında kurulabildi.
Ankara Üniversitesini de kuran 13.06.1946 tarihli ve 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’nun birinci maddesinde “Üniversiteler fakültelerden, enstitü, okul ve bilimsel kurumlardan oluşmuş özerkliği ve tüzel kişiliği olan yüksek bilim, araştırma ve öğretim birlikleridir” tanımı yer alıyordu. Bu tanımda bilim ve araştırmaya öğretimden önce yer verilmesi, üniversiteyi yüksekokuldan ayıran temel özelliktir. Üniversiteler ülkenin düşünebilen, araştırabilen beyinleri olmak zorundadır. 1946 yılından sonra eski üniversiteler yeni üniversitelere önderlik ettiler, kaynak oluşturdular. Bina inşa etmekle üniversite kurulamıyordu, tabanında bilim kuruluşları olmalıydı. Yeni üniversiteleri kurmak akademik yapı taşlarının oluşturulmasını, dolayısıyla zamanı gerektiriyordu.
Üniversite bilim üretilen yerdir ve bilim üniversaldır. Dolayısıyla dinlerden de etnik topluluklardan da bağımsızdır, onların üstündedir, özgür düşüncenin ürünüdür, tüm insanlık içindir. Ancak bir ülkenin varlığını sürdürebilmesi, doğruyu-yanlışı ayırt edebilmesi, çağdaş düzen oluşturabilmesi, ekonomisini büyütebilmesi, yenileşmesi, teknoloji oluşturması, refahı yakalaması hep araştırmaya dayalı bilime bağlıdır. 1960 yılında Türkiye’nin bilim üreten beş üniversitesi vardı, üniversal ve bilimsel karakterleri tartışılmazdı. Türkiye’nin büyümesini, sanayileşmesini, güçlenmesini, gelişmiş ülke olmasını istemeyen emperyalist odaklar, üniversitelerinin güçlenmesini de istemediler. İşte bu nedenle, Amerikan onaylı askerî darbelerde üniversiteler de vurulmuştur.
Türkiye’de Batı emperyalizmine ve Amerikan boyunduruğuna kitlesel tepki üniversite gençliğinde başlamıştır. O gençlik aldığı eğitimin hakkını vermiş, 1960 öncesi demokratik hak ve özgürlük için mücadele etmiştir. Bunların yapılabildiği dönemde üniversiteler özerk kuruluşlardı, polis rektörden izin almaksızın üniversiteye silahla giremiyordu. 27 Mayıs cuntası 147 öğretim üyesini üniversiteden atıyor, ayrıca “Ordinaryüs Profesörlük” kademesini kaldırıyordu. Nasıl orduda orgenerallik rütbesinin kaldırılması düşünülemezse, bilim ordusunda da ordinaryüslük kaldırılamazdı, ama darbeciler bunu anlayacak eğitim ve kültürden yoksundular. Dışardan aldıkları komutla olduğu kadar, üniversite kesiminden gelecek eleştirilerden korkarak baş kopardılar.
1960 darbesinin üniversitelere verdiği zarar, kalite düşmesiyle uzun dönemde ortaya çıkacaktı. Yetki ve etkileri sınırlanmış eski ordinaryüs profesörler 1970’lere doğru birer birer tükendiler. Akademik çalışmaların kalitesine darbe vurulmak istenmişti, ama hocaların hocası ordinaryüslerin yetiştirdikleri buna bir süre daha izin vermeyecekti. 1960 sonrası üniversite gençliğinin Amerikan emperyalizmine karşı mücadelesi artmıştı. Bu mücadele uğruna canını vermekten, boynunu ipe uzatmaktan çekinmeyen devrimci gençlik vardı. Amerikan güdümlü 12 Mart 1971 darbesiyle 1961 Özgürlükler Anayasası şal örtme aldatmacasıyla budanırken, üniversite özerkliği de nasibini alıyor, öncelikle anayasanın üniversitelerle ilgili 120. Maddesi değiştiriliyordu.
120. Maddenin ilk biçiminde yer alan özerkliğin boyutlarıyla ilgili “bilimsel ve idari” kelimeleri kaldırılarak, özerklik ifadesinin içi boşaltılırken, “…bu özerklik üniversite binalarında ve eklerinde suçların ve suçluların kovuşturulmasına engel olmaz” ifadesi eklenerek, geçmişte polisin izinsiz giremediği üniversite artık polisin eylem alanına dönüştürülüyordu. Maddeye eklenen bendler ve fıkralar ile üniversite öğretim üye ve yardımcılarının görevden alınmasına kapı aralanıyor, üniversiteler üzerine devletin denetim ve gözetim hakkı tanımı getiriliyor, öğretim ve öğrenim hürriyetinin tehlikeye düşmesi bahanesiyle Bakanlar Kurulu’na üniversite idaresine el koyma yetkisi veriliyordu. Kısacası, üniversitelere özel sıkı yönetim uygulanmasının yolu açılmıştı.
Bu değişikliğe dayanarak 20 Haziran 1973 tarihli 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılıyordu. Kanun 1. Maddesi’nde, “Yüksek öğretim bir bütündür. Üniversiteler bu kanun hükmüne tabidir” derken, amacını ve niteliğini ortaya koyuyordu. Bu maddeyle üniversiteye öğretim kurumu olarak bakılıyor, bilim üretme ve araştırma görevi gözardı ediliyor, üniversiteler zapturapt altına alınmak isteniyordu. Kanunun 2. Maddesi’nde “Üniversiteler, fakülte, bölüm, kürsü, yüksekokul, enstitü ve benzeri kuruluşlarla hizmet birimlerinden oluşan özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip yüksek bilim, araştırma, öğretim ve yayım birlikleridir” diye doğru tanım yapılmış olsa bile, özerkliği geçersiz kılacak “Yüksek Öğretim Kurulu” ve “Üniversite Denetleme Kurulu” getiriliyordu.
1750 sayılı kanunun 4. Maddesi, “Yüksek Öğretim Kurulu; Yüksek Öğretimin bütünlüğü anlayışı içinde çağdaş bilim ve teknolojinin gereklerine ve Devlet Kalkınma Plânının temel ilke ve politikalarına uygun olarak yüksek öğretim alanına yön vermek amacı ile, gerekli inceleme, araştırma ve değerlendirmeleri yapmak, yüksek öğretim kurumları arasında koordinasyonu sağlamak, uygulamaları izleyerek yetkili makam ve mercilere önerilerde bulunmakla görevli bir kuruldur” hükmüyle zapturaptın birinci ayağı oluşturulmuştu. Milli Eğitim Bakanı Kurulun Başkanı olacak, Kurulda üniversiteler temsilcisi kadar Bakanlar Kurulunca atanacak temsilciler yer alacaktı. Böylece iktidar üniversiteleri istediği gibi yönlendirip biçimlendirebilecekti.
Üniversitelerin zapturapt altına alınması için Yüksek Öğretim Kurulu ile yetinilmemişti. Kanunun 7. Maddesi, “Üniversite Denetleme Kurulu, üniversiteler üzerinde Devletin gözetim ve denetimini sağlamak üzere Başbakanlığa bağlı olarak çalışan bir kuruluştur” diyerek, bir de Denetleme Kurulu getiriyordu. Denetleme Kurulu’nda Başbakan, Milli Eğitim Bakanı, Adalet Bakanı, üniversiteler adına eski rektörlerden seçilecek üç üye, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı ve Milli Güvenlik Kurulu’nun eski dekanlardan seçeceği bir temsilcisi yer alacaktı. Bu kıskaç altında üniversiteler nefes alabilecek miydi? Büyük İskender’in Kılıcı gibi, üniversiteler üzerinde sürekli hükümet baskısı oluşturacak böyle bir ortamda elbette akademik nefes alınamazdı.
Neyse ki 1961 Anayasası’nın Türkiye’ye getirdiği Anayasa Mahkemesi ve yüce mahkemenin üniversitelerimizin yetiştirdiği hukukçulardan gelen hâkimleri bulunuyordu. Kısacası, Ankara’da saygın hâkimler vardı. Ana Muhalefet Partisi, 1750 sayılı kanunun çeşitli maddelerinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvuruyor, Yüce Mahkeme’nin Şubat 1975’de verdiği kararla, Yüksek Öğretim Kurulu ile ilgili 5. Madde, Denetleme Kurulu ile ilgili 7. Madde, ayrıca üniversite özerkliğiyle bağdaşmayan çeşitli maddelerinin ayıklanan bazı bendleri ve fıkraları iptal ediliyordu. Karar 3 Aralık 1975 günkü Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi, üniversitelerimiz 1981 yılına kadar akademik özerklikle nefes alma olanağına kavuştu.
Ülkemizde demokrasiye, Meclis’e anayasal hak ve özgürlüklere en büyük darbe, 12 Eylül 1980’de Evren Cuntası tarafından yapıldı. O tarihte Türkiye’de devlet tarafından kurulmuş 18 üniversite vardı. Askerî yönetim, Anayasa yapılıp kabul edilmeden, istim arkadan gelsin dercesine, 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu’nu yürürlükten kaldıran ve onun yerine geçen 4 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nu çıkarıyordu. Üniversiteler Kanunu tarihe gömülürken, yeni çıkarılan kanunun adından anlaşılacağı gibi, üniversite yükseköğretim kurumuna indirgeniyordu. Kendisine Milli Güvenlik Konseyi diyen beşli darbe korosu herhalde, “Doğramacı’nın sayesinde üniversitelere rütbe tenzili yaptık” sevinciyle ellerini ovuşturup birbirlerini kutlamışlardır.
2547 sayılı kanunun 3. Maddesinin (d) bendinde “Üniversite: Bilimsel özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip yüksek düzeyde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapan fakülte, enstitü, yüksekokul ve benzeri kuruluş ve birimlerden oluşan bir yükseköğretim kurumudur” diye tanımlanıyordu. Maddenin bunu takip eden e) Fakülte, f) Enstitü, g) Yüksekokul, h) Konservatuvar, i) Meslek Yüksekokulu, j) Uygulama ve Araştırma Merkezi bendlerindeki tanımlar da hep “yükseköğretim kurumudur” şeklinde yapılmıştı. Ancak kurumların olması gereken akademik hiyerarşik yapı farklılığı kaldırılmıştı. “Amaç” ve “Ana İlkeler” bölümünde gereken üniversal olma özelliğinin de kaldırıldığı, milli yükseköğretimin hedeflendiği görülüyordu.
Temelde yükseköğretim kurumu olarak tanımlanan üniversitelerin asli görevi eğitim-öğretim, tali görevi bilim üretimi, araştırma, danışmanlık, yayın yapmak şeklinde sıralanmıştı. Böylece araştırma üniversitelerine “elveda” deniliyordu. Üniversiteleri zapturapt altına almak için 1750 sayılı kanunla getirilmek istenen, ama uygulanamayan “Yükseköğretim Kurulu” yani YÖK ve “Yükseköğretim Denetleme Kurulu” getirilidi. Daha sonra kabul olunan 1982 Anayasası 130. Maddesinde üniversiteyi aynı biçimde yükseköğretim kurumu olarak tanımlıyor, Yüksek Öğretim Kurulu’nu da 131. Madde ile anayasal kurum olarak getiriyordu. Geçmişte olduğu gibi artık iptali de söz konusu olamazdı, ne iptal için başvuracak kuruluş ne de iptal edecek mahkeme vardı!...
Üniversiteleri yüksekokullara dönüştürecek süreç başlamıştı. 1982 Anayasası’nın 130. Maddesi ikinci bendinde, “Kanunda gösterilen usul ve esaslara göre, kazanç amacına yönelik olmamak şartı ile vakıflar tarafından, Devletin gözetim ve denetimine tâbi yükseköğretim kurumları kurulabilir” hükmü de getiriliyordu. Bugün kamuoyunca özel üniversiteler olarak tanınan vakıf üniversitelerinin yolu anayasayla açıldı. 1984 yılında ilk vakıf üniversitesini Yükseköğretim Kanunu’nun mucidi Doğramacı Hoca kurdu. Vakıf üniversitesinin ikincisi 1992 yılında kuruldu. 1994’den itibaren sayıları artıyor ve 2000 yılına 19 vakıf üniversitesiyle giriliyordu. 2000 yılında devlet üniversiteleri sayısı da 46’ya çıkmıştı. 2000 sonrasında üniversite enflasyonu yaşanacaktı.
Güçlü üniversiteler sadece güzel görünümlü binalarla değil, liyakatli ve güçlü akademik kadrolarla oluşturulabilir. Üniversiteler gelişme, çağdaşlaşma ve aydınlanma yolunu açtıklarından, emperyalistler el attıkları ülkelerde güçlü üniversiteler olsun istemezler.
YÖK listesine göre (2) 2019 yılı itibariyle Türkiye’de 129 devlet üniversitesi ve 77 vakıf üniversitesi olmak üzere toplam 206 üniversite var görünüyor. Ancak bu listede herhangi bir üniversiteye bağlı olmayan meslek yüksekokullarına da üniversite gibi numaralanıp yer verilmiş. Üniversiteye yenileşmeye yönelik araştırma ve öğretim gözüyle değil de yalnızca öğretim gözüyle bakılınca bu çarpıklığa şaşmamak gerek. YÖK verilerine göre, 2017 yılında 186 üniversite varken, iki yılda 20 üniversite artışı aslında 2000 sonrası yaşanan yükseköğretim kurumu enflasyonunun bir göstergesi. Hocası olmayan üniversitelerle, diploma ticaretine yönelmiş kazanç amaçlı yetersiz vakıf üniversiteleriyle, sistemin bütünüyle dejenere edildiğini gösteriyor.
Bugün için Türkiye’de tabelasında üniversite yazan 206 değil, ama 201 kurum var da, acaba gerçekte üniversite kavramına kaçı layık? Bu sorunun yanıtını, dünya genelinde üniversiteleri başarı derecesine göre sıralayan kuruluşların listelerinde aramak gerekir. Bu listelerde üniversite sıralama (university rankings) ve öğretim sıralama (teaching rankings) ayrı ayrı yer alabilmektedir. İki sıralamada kurumların yeri farklı olabilmektedir. Biz burada üniversite sıralama verilerine 2019 yılı açıklamalarıyla değinmek istiyoruz. Bu sıralamayı yapan THE, CWUR, QS, uniRank gibi değişik kuruluş listeleri var. Hangi listede olursa olsun, bırakınız en üst (top) 5 veya 10 sınırını, dünyanın en üst 300 üniversitesi arasında ne yazık ki bir Türk üniversitesi yok.
Peki bu sıralamayı neye göre yapıyorlar? İşte sıralanan göstergeler, kriterler ve katkı paylarına THE örneği: I) Ekonomik Göstergeler: İnovasyon (yenileşme)-Yüzde 60, Araştırma-Yüzde 30, Yayın-Yüzde 10. II) Sosyal Etkinlik Göstergeleri: Serbestlik (özgürlük)-Yüzde 15, Öğretim-Yüzde 30, İstihdam-Yüzde 40, Sosyal Sorumluluk-Yüzde15. Farklı listelerin göstergelerinde, kriterlerinde ve katkı paylarında değişiklik olabilmektedir, ama üniversiteler için inovasyon ve araştırma, öğretimden daha fazla ağırlığı olan kriterlerdir. Yukarıda sıraladığımız kriterlere göre THE World University Rankings 2019 listesinde, dünyanın 1258 üniversitesinin sıralaması var. Listeye Türkiye’den sadece 23 üniversite girebilmiş, ancak hangi sıralarda?
Dünya üniversiteleri sıralamasında 350. sıraya kadar Türk üniversitesi yok, ama büyük ülkeler bir yana, Yunanistan, İran, Malezya, Ürdün ve hatta Güney Kıbrıs gibi ülkelerin üniversiteleri var. Türkiye ilk önce 351-400 aralığında Sabancı üniversitesiyle görülüyor. 401-500 aralığında Koç, 501-600 aralığında Bilkent üniversiteleri var. Üçü de vakıf üniversitesi. Devlet üniversiteleri 501-600 aralığında Boğaziçi ve Hacettepe ile başlıyor, 601-800 aralığında İTÜ ve ODTÜ yer alıyor. 801-1000 aralığında bulunan üç üniversitemizden biri İstanbul Üniversitesi. Cumhuriyetin ilk üniversitesi Ankara Üniversitesi ise 1001. sıranın sonrasında. 23 üniversitemizin dışında kalan 178 üniversitenin ise adları listede hiç yok, çünkü onlar üniversite olarak yoklar. (3)
Açıkladığımız bu sonuç, Türk üniversiteleri adına olduğu kadar, Türkiye’nin yükseköğretim sistemi adına da üzüntü verici utanç kaynağı bir kara liste. Yok varsayılan üniversitelerin tabelasında, damgasında, kaşesinde üniversite yazsa da başında yönetici olarak atanmış bir rektör bulunsa da onlar aslında birer yüksekokul. Hem de çoğu gereken eğitimi bile tam veremeyen yüksekokullar. Üstelik dünya üniversiteleri sıralamasında üniversitelerimizin 2017 yılına göre iki yıl içinde tepeye yönelmek bir yana, geriye düştüğü görülüyor. Hani araştırma üniversitelerine gitmek için seçilen ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığı 10 üniversite vardı ya, onlar da geri sıralara düşmüş. Türkiye yükseköğretim sisteminin getirildiği yer ve düzey işte bu.
5 Mart 2019 günü basında Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Saraç’ın “Üniversitelere Karne” açıklaması vardı. Saraç, yükseköğretim sisteminde öğrenci sayısının 8 milyona, üniversite sayısının da 206’ya (!) ulaştığını belirterek, “sayısal büyümenin tamamlandığını, artık kalite ve nitelik üzerine odaklanılması gerektiğini” söylemiş. Sayın Saraç’ın söylediği 206 üniversite sayısı övünülecek bir rakam değil, nedenini yukarıda açıkladık. 8 milyon öğrenciye acımak gerekiyor, çünkü bugün için üniversite denilen çarpık kuruluşlardan “Diplomalı Cahil” mezunlar üretilmekte. Sözde üniversiteyi bitirdiği halde açıkta kalan kişilerin bilgi düzeylerini Sayın Saraç biliyor mu acaba? Üniversitelere karne verecekse, onların bilgi düzeylerini ölçerek vermeli.
Sayın Saraç, karne vermek için üniversiteleri değerlendiriken bakılacak kriterleri şöyle sıralamış: Mezunların KPSS ve ALES (4) gibi sınavlardaki başarıları, mezun olan doktora öğrenci sayısı, teknokent projelerine katılan öğrenci sayısı, doluluk oranı, ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde yayımlanmış makale sayısı, sonuçlanan patent sayısı, ödül sayısı vb. Bu kriterlerle sap samana karıştırılmış, anasına bakılması gerekirken danasına bakılmaya kalkışılmış. Kriterleri eleştirmeye bile gerek görmüyoruz. Bugün ne yazık ki üniversite bölümlerimiz çoğunlukla liyakatsiz hocaların elinde. Titri profesör, doçent olan onlarca hocanın bazılarının yurt dışında atıf almış, Science Citation Index (SCI) gibi uluslararası dizinlere girebilmiş bir yayını bile yok.
Akademik yükselmeler para karşılığı yazı kabul eden sözde hakemli, açıkçası rüşvetli hakemli dergilere konan yayınlarla değerlendirilmekte, SCI indeksine girebilmiş olanla eşdeğermiş gibi varsayılarak akademik yükseltmeler yapılmaktadır. Bilimin babası ordinaryüs profesörlük mazide kaldı, ama üniversitelerimizdeki gerçek profesörlerin sayıları da bu nedenle azalmakta. Akademik yeterliliği tartışmalı profesör veya doçent danışmanlığında yapılan master ve doktora tezlerinin bilimsel kalitesi ne olabilir ki? Ülkemizde bir avam söz var “Oksford vardı da okumadık mı?” diye. 1096-1167 yıllarından gelen Oxford Üniversitesi, dünya sıralamasında başta gelen araştırma üniversitesidir, oraya kolay hoca olunmaz, öğrenci olarak da herkes kabul edilmez.
Üniversitelerimizi yeniden var etmek istiyorsak, geniş kapsamlı ve köklü üniversite reformuna gerek var. Bunun için önce anayasanın yükseköğretimle ilgili maddelerinde değişiklik gerekiyor. Yükseköğretim Kanunu iptal edilip, üniversiteler ayrı bir kanun konusu olarak yeniden ve sil baştan düzenlenmek zorunda. Yükseköğretim Kurulu ve Yükseköğretim Denetleme Kurulu lağvedilip tarihe gömülmeli. Onların yerini Üniversitelerarası Kurul almalıdır. Çağdaş standartlarda yönetsel, bilimsel ve mali özerkliğe sahip üniversiteler oluşturulmalıdır. Üniversitelerin hoca kadroları Üniversitelerarası Kurul tarafından liyakat açısından yeniden değerlendirilmeli, bilimsel yeterliliği tartışmalı olanların üniversitelerle ilişkisi kesilmelidir.
Üniversitelerimiz kendileri tarafından seçilecek yöneticilerce yönetilmelidir. Rektör, Dekan, Yönetim Kurulu serbest seçimlerle belirlenmeli ve seçim sonucuna uyularak Cumhurbaşkanı dahil, herhangi bir makamın siyasi ve idari müdahalesi olmaksızın atanmalıdırlar. Nasıl ki ulus olarak Cumhurbaşkanımızı doğrudan seçme hakkımızla övünüyorsak, yeniden oluşturulacak üniversitelerin de kendi rektörlerini ve yönetim kadrolarını kendilerinin seçmeleri akademik özgürlüğün ve demokratik olarak ulusça gelinen yönetim anlayışının doğal sonucudur. Üniversitelerin beka sorunu ancak böyle çözümlenebilir. Çağdaş üniversite anlayışını ve üniversitelerin bekasını sağlamak, ülkenin bekasının sağlanması için de gerekli ve zorunludur.
Türkçemizin güzel deyimlerinden biridir, “yüz verince astar istemek” sözü, gereksiz yere şımartılanın, haddini bilmeyerek daha çok şey istemesi anlamındadır. Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras’ın Türkiye ziyareti en kısa biçimde bu deyimle özetlenebilir. Komşu ülkeler arasında diyalog ve siyasi ziyaretler elbette normaldir ve gerektikçe yapılmalıdır, ama aradaki sorunlar görmezden gelinerek değil.
Çipras 2016 Ağustos ayında “Türkiye-Yunanistan İşbirliği Konseyi” toplantısı için İzmir’e geliyor, o zamanki Başbakan Davutoğlu tarafından misafir ediliyordu. Küçük Asya fethine kalkışmış Yunanı, Mustafa Kemal Paşa’nın komutuyla Türk Ordusu’nun Akdeniz’e döktüğü yere 95 yıl sonra Yunan Başbakanı gelmişti. Ancak, adalarımıza ve kayalıklarımıza göz dikerek, Türkçe’de gerçek adı Adalar Denizi olan Ege Denizi’ni Yunan Denizi yapmaya çalışan ülkenin Başbakanı, hiçbir uyarıyla karşılaşmadan ağırlanıyordu. Ne yazık ki AK Parti iktidar sürecinde işgal ettikleri 18 ada için bir şey söylenmezken, yine 2016 Ağustos’unda Başbakan Davutoğlu yaz tatilini ailesiyle birlikte Yunan Adaları’nda (!) geçiriyor, işgal edilen adaları da geziyor, bu gezi fotoğraflı haberle Yunan basınında yer alıyordu. Çipras nasıl yüz bulmasın ki?
2017 Aralık ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan Yunanistan’ı ziyaret ediyor, Yunan Cumhurbaşkanı Pavlopulos ile bir araya geliyordu. Bu Celal Bayar’ın ziyaretinden 65 yıl sonra gerçekleşen üst düzey ziyaretti. Bu ziyarette Erdoğan, Çipras’ı da kabul edip görüşmüş, Türkiye’ye davet etmişti. O ziyarette Erdoğan ile Pavlopulos arasında Lozan tartışması yaşanmıştı. Pavlopulos’un konuşmasında Lozan Antlaşması’ndan söz etmesi üzerine, Erdoğan’ın “Lozan’da hâlâ anlaşılmayan bazı incelikler var” diyerek, siyaset hukukunda karşılıklı mutabakatla anlaşmaların güncellenmesinden söz etmesi, Yunan tarafında rahatsızlık oluşturmuştu. Güncellemeden neyin kastedildiği ortaya konmamış, Türkiye’de de tartışılmıştı. Oysa gereken Lozan’ın güncellenmesi değildi, bu zaten yapılamaz da Yunanistan’ın Lozan ihlallerine son vermesinin istenmesiydi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Pavlopulos ile görüşmesinde, Yunanistan’ın Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası NATO’dan çıkmasına değinerek, “Siz NATO’dan çıktınız, tekrar NATO’ya girmenizi biz sağladık. Eğer biz engel olaydık siz NATO’ya giremezdiniz. Çünkü bir ülkenin muhalefeti NATO’ya girmenizi engelleyebilirdi. Ama biz öyle bakmadık. Biz komşu diye baktık. Bugün de öyle bakıyoruz” diyerek, Yunanistan’ın kadirşinas olması gerektiğini hatırlatıyordu. Ne yazık ki Ecevit’in ve Demirel’in engelleme politikalarına karşın, Amerika’nın emriyle Kenan Evren Cuntası’nın onay vermesi sonucu NATO’ya dönebilmişti. ABD’nin 12 Eylül Darbesi’ni yaptırmasının nedenlerinden biri de budur. Ancak Yunanistan’ın kadirşinaslıkla ilgisi ve alâkası olmadığı, yıllardır Türkiye’ye karşı düşmanca izlediği politikalarla zaten ortada.
Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı Helenik Megali İdea saplantısının politikalarına yansıması sonucu; Lozan Antlaşması’na göre silahsız olması gereken adaları silahlandırması, Türkiye’nin Casus Belli (Savaş Nedeni) kabul ettiği karasularını 12 mile çıkarma isteği, kıta sahanlığı tecavüzleri, Türkiye’ye ait iskân edilmemiş küçük adalar ve kayalık işgalleri, Adalar Denizi dahil Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge ilânı hazırlıkları, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile kol kola, yanına Yahudi İsrail’i, İslâm ülkesi yaftası altında Müslümanlık karşıtı Mısır ve Suudi Arabistan’ı alarak, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin desteğiyle Doğu Akdeniz’de estirdiği düşmanlık ortada duruyor. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni sonlandırıp tarihe gömme oyunları da ortada.
Türkiye-Yunanistan arasında çatışma nedeni olabilecek sorunlar, Ültanır Platformu içinde “Çırpınıyor Akdeniz, Bakıp Türk’ün Bayrağına” başlıklı Arayış ve Gündem makalemizde, yine aynı başlıkla sitemizin Güncel Kitaplar kategorisi içindeki internet kitabımızda yer alıyor (http://www.ultanirplatformu.com/arayis-gundem.html). Kördüğüme dönüşmüş bu sorunlar, karşılıklı temaslarda nedense görmezden geliniyor. Hatta eskiden olduğu gibi nota konusu bile yapılmıyor. Kamuoyu önünde verilen demeçler ve açıklamalarla geçiştiriliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Çipras çeşitli uluslararası toplantılarda da karşılaşıp, kısa görüşebiliyorlar, ama bu sorunlara değinildiğine ilişkin bir haber bile yok. Yunanistan’ın attığı haksız adımlar yanına kâr kalırken, Çipras nasıl yüz bulmasın ki?
Yunanistan Türkiye’den haddini bildirecek nota almıyor, sert siyasi çıkışlarla karşılaşmıyor olsa bile, özellikle son yıllarda Türk Donanması’nın Adalar Denizi’nde ve Doğu Akdeniz’deki etkinliğinden tedirginlik duyuyor. Türk Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçaklarının arada bir olsa da adalar üzerinden uçuşu tedirginliğini artırıyor. Türk Donanması’nın Navtex ilânlarıyla Barbaros Hayrettin Paşa sismik araştırma gemimizin Kıbrıs yakınlarında yaptığı araştırmalardan çok rahatsızlar. Türk Donanması’nın tüm unsurlarının yanısıra, hava ve kara kuvvetlerinden bazı unsurlarının katılımıyla bu ay sonunda başlaması beklenen Mavi Vatan Tatbikatı kara basanları. Çipras sıkıntıların doruk noktasına ulaştığı zamanda kuzu postuna bürünmüş olarak, Avrupa Birliği havucu, enerji işbirliği gibi sözde aldatmacalarla Ankara’ya geldi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da izlediği Türk Deniz Kuvvetleri’nin tatbikatlarından endişe duyan Çipras, seçim dönemini fırsat görerek, davete icap edip Ankara’ya geliyordu.
Türkiye’nin seçim sürecinde gerginlik oluşturmaktan kaçınacağını düşünen Çipras’ın ziyaret için uygun zamanı seçtiği görülüyor. Diplomatik nezaket gereği olması gereken kravat uygarlığından yoksun Çipras, 5 Şubat 2019 günü akşamüstü bir heyetle birlikte Ankara’da idi. Türkiye Cumhuriyeti’ne saygısı olmadığını, Anıtkabir’e gitmeyerek hemen kanıtladı. Gitmeyişinin nedeni, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 19 Mayıs’ı Rum Soykırım Günü ilân etmeleri ve Atatürk’ü olmayan soykırımın sorumlusu olarak göstermek istemelerinden. Akşam, Beştepe Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde heyetler arası ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile de iki saati aşkın baş başa görüşme gerçekleşti. Uzlaşılan bir anlaşma olmadığı gibi, bir tartışma da yaşanmamıştı. Çipras’ın siyasi şovuna olanak tanınarak, bir kez daha yüz verilmişti.
Erdoğan ve Çipras ikilisi görüşme sonrası kameraların karşısına geçtiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan, iki ülke arasında arzu edilmeyen bazı durumlar hasıl olsa da bunların süratle telafi edildiğinden söz ediyordu!... Aramızdaki ticaret hacmini 3,5 milyar Avrodan yukarı çıkarmak gerektiğini söyleyerek, İpsala-Kipi Gümülcine kapısında ikinci köprü projesine değiniyor, İstanbul-Selanik arasında işleyecek hızlı tren projesinin ve İzmir-Selanik arasında yolcu ve yük taşıyacak deniz yolu seferinin kısa zamanda başlatılması konusunda uzlaştıklarını duyuruyordu. Kıbrıs sorunu üzerinde istişare sürecinin iyi değerlendirilmesini isterken, Kıbrıs Türklerinin siyasi eşitliğine vurgu yapıyordu. Fetöcü darbecilere sığınma hakkı verilmesi, Suriyeli sığınmacı ve göçmenlere Avrupa Birliği’nin yardımcı olmayışı şikâyet konuları idi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamasında, Yunanlıların haksız yere işgal ettiği 18 adamıza ilişkin şikâyet yoktu. Bir ay önce istifa eden Savunma Bakanları Kammenos’un görevini bırakmadan önce Kardak kayalıkları üzerine helikopterle giderek çelenk atma terbiyesizliğine dikkat çekmek de yoktu. Yunanlıların karasularını 12 mile çıkarma planlarına karşı uyarı da yoktu. Kıta sahanlığı ihlalleri, adalardaki askeri tahkimatları sanki yapılmamış gibi, görüşmede ele alınmamıştı. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ve Yunanlıların Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi’nde Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) iddiaları da görmezden gelinmişti. Türkiye’nin Kıbrıs’ta iki devletli veya konfederal çözüm isteği de dile getirilmemişti.
Çipras açıklamasına Adalar (Ege) Denizi’nde ve Kıbrıs’ta gerginliğin azaltılmasını desteklediklerini söyleyerek başlıyor, ama “Ege’de ihlaller arttı” diye de yakınıyordu. Mavi vatan tanımı da yakınma konusuydu. Uluslararası hukuka saygı çerçevesinde, savaş tehditlerinin olmadığı bir ortamda ve karşılıklı anlayışla ilişkilerin geliştirilmesini isterken, aslında üstü örtülü olarak Türkiye’yi suçluyor, ama suçlamasına yine de karşılık verilmiyordu.
Adalar Denizi’nde (Ege’de) gerginlikten şikâyet eden Çipras’ın arzuladığı barış, o denizin Yunan Denizi olma hayalinden başka bir şey değildir.
Çipras, Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuka saygı gösterilmesini istiyordu. Uluslararası hukuka saygı göstermeyenin kendileri olduğunu görmüyor, Türkçedeki tam deyimiyle, yaman hırsız olarak ev sahibini bastırıyordu. Kıbrıs için “Federal Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa Birliği’nin normal bir üyesi olarak var olmalı” diyordu. Avrupa Birliği üyeliği kılıfıyla Kıbrıs’ta örtülü Enosis peşinde olduklarını tekrar etmiş oluyordu. Bu çıkışına da gereken karşılık verilmedi.
Çipras’ın aldatma havucu da hazırdı; Avrupa Birliği ile Türkiye ilişkileri konusunda işbirliği mutabakatı, Gümrük Birliği Anlaşması’nın güncellenmesi. Yunanistan’a sığınan sekiz Fetöcü asker sanki tek sorunmuş gibi, hukuk devleti oldukları için mahkeme kararlarına müdahale edemediklerini söylerken, özür bile dilemiyordu. Aklı Adalar (Ege) Denizi’ndeki barış ortamını oluşturmakta idi. Onlar için barış ortamı, karasularını 12 mile çıkararak bu denizin yüzde 71,53’üne sahip olmak. Türk gemilerinin ve Türk savaş uçaklarının bu denize uzak durmasını sağlamak. Meydan öylesine boş bırakılırsa ister tabii. Yüz verilip şımartılınca astar istemesine şaşırılmamalı.
Görüşme sonrası yapılan açıklamalar yüz bulan Çipras’ın astar istediğini gösteriyordu.
Çipras, Yunanistan ile Türkiye arasında pozitif gündem istediklerini söyleyerek açıklamalarını sonlandırıyordu. Ancak onların pozitif gündemi, Türkiye için sorunların dile getirilmediği pasif gündemdir. İşte 5 Şubat 2019 görüşmesi onlar için pozitif, bizim için pasif geçti demek gerçek ve özlü değerlendirme olacaktır.
Çipras 6 Şubat günü Heybeliada Ruhban okuluna gitti ve burayı 48 yıl sonra ziyaret eden ilk Yunan Başbakanı oldu. Ateist Çipras’ın bu ziyareti bütünüyle siyasi amaçlıydı. Ateist Çipras burada Patrik Bartholomeos’un yönettiği ayine katılıyordu. Kendisine Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın eşlik ediyordu. Sayın Kalın ve Çipras, okulun bahçesine dostluk nişanesi olarak defne fidanı dikmişler. Çipras, burada “Dilerim bu okulun kapısını Erdoğan’la birlikte açarız” demiş. Hiç kuşkunuz olmasın, Çipras’ın ziyaretiyle birlikte Ruhban Okulu’nun açılması hızla gündeme gelecektir. Açılırsa, Sayın Erdoğan İmam Hatip Okulu öğrencisi iken gezdiğini söylediği o okulun otuz bin kitaplık kütüphanesinde bir tane Türk ve İslâm dostu kitap bulabilecek mi acaba?
Kendilerini Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapısında, nasıl oluyorsa kapalı okulun müdürü karşılıyordu. Müdür Lambriniadis, aynı zamanda Rum cemaati olmayan Bursa Metropoliti. Lambriniadis, yasadışı metropolit atanınca, Yunanca ve İngilizce broşürlerle Bizans dönemi Bursa haritası yayınlamış bir kişi. Kısacası, Türk toprakları üzerinde Bizans devleti arayan bir metropolit. Lozan Antlaşması’na göre Patrikhane’nin böyle bir metropolit atama hakkı yok.
Sayın Kalın, Patrik Bartholomeos, Çipras ve yasadışı metropolit Ruhban Okulu’nda.
Hadleri bildirilmediği için kendilerini uluslararası arenada Ekümeniklik olarak görüyorlar ve atıyorlar. Metropolit atamalarına en azından eşdeğer karşılık vermek gerekirdi. Örneğin, müftü seçimine izin vermedikleri Batı Trakya’ya ve Selanik’e bizim Diyanet İşleri Başkanlığı’nca müftü ataması yapılsaydı, acaba nasıl tepki göstereceklerdi? Ne de olsa Selanik tarihten gelen bir Türk kenti. Üstelik yasadışı metropolit Lambriniadis’in din eğitimi gördüğü Teoloji Fakültesi de Selanik’te. Anlamlı bir yanıt olurdu! Heybeliada Ruhban Okulu ziyaretine Selanik Müftüsü de katılarak gezi renklendirilirdi…
Yarınlarda Fener Patrikhanesi, broşürcü Lambriniadis’in tasarımıyla, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Sayın Kalın’ın da katıldığı Heybeliada gezi fotoğraflarını kullanarak, Cumhurbaşkanlığı Bursa Metropolitimizi tanıdı, bizi de Ekümeniklik olarak tanımış oluyor diye bir broşürü çıkarıp dağıtırsa kimse şaşırmasın. Rusya ile ilişkimize gölge düşüren Patrikhane bu fırsatı hiç kullanmaz olur mu?
Milli savunma Bakanlığı Genel Sekreterliği’nden emekli Albay Ümit Yalım, Heybeliada Ruhban Okulu ziyareti sonrası Ada’dan ayrılacağı sırada Çipras’a tam bir şok yaşatıyordu. Vapur iskelesinde kalabalığı yararak yanına sokulan emekli Albay Yalım, İngilizce olarak “Bay Çipras, size bir sorum var. Ege Denizi’nde işgal edilen Türk adalarını ne zaman boşaltacaksınız?” diye soruyordu. Çipras’ın suratı asılıyor, Yalım ise sorusuna açıklık getirerek, “Biliyorsunuz, 18 Türk Adası ve 1 Türk kayalığı Yunanistan tarafından işgal edildi” diye ekliyordu. Çipras biraz düşündükten sonra İngilizce olarak, “This is not sure” yanıtını verir. Yani “Bu kesin değil” demektedir (1). Bu yanıtı işgal sorununu, yukarıda atıf yaptığımız “Çırpınıyor Akdeniz, Bakıp Türkün Bayrağına” yazımızda açıkladığımız “gri bölgeler sorunu” olarak gördüğünün ifadesi.
Albay Yalım, Harp Okulu’nda ettiği vatan yemininin gereğini yerine getirmiştir. Bu değerli subayımızı Türk milletinin sözcülüğünü yaptığı için takdir ediyor, kutluyoruz. Askerlik ve siyaset tabii ki farklıdır, kullandıkları üslup da farklıdır, ama Çipras’a gezisinin sonunda Albay Yalım’ın yaşattığı şoka benzer bir sürprizi, Sayın Erdoğan’dan “Eyyy Çipras…” çıkışıyla gelebilecek uyarı yaşatırsa şaşırmasın. Çünkü, yöneticiler Türk milletinin sözcüsü olmak durumundadırlar. Türkiye’nin ne kara vatanında ne de mavi vatanında vazgeçeceği bir santimetrekaresi olmaz ve olamaz. Türkiye Ege diye çırpındıkları Adalar Denizi’ni onlara bırakmaz, bırakamaz. Hele hele Doğu Akdeniz’den ve Kıbrıs’tan asla vazgeçemez.
Çipras’a bugüne kadar bazı politik nedenlerle yüz verilmiş olsa da istediği astarı bulamayacaktır. Adalar Denizi’nde ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin kıta sahanlığına oturma emellerinden, karasular oyunuyla adaların çevresindeki deniz alanını işgal etme sevdasından vazgeçmeliler, adaların ve kayalıkların işgaline son vermeliler, Kıbrıs’ta iki devletli çözüme razı olmalılar. O zaman aramızdaki deniz, “Dostluk Denizi” olur, iki ülke barış içinde işbirliğini sürdürebilir. Rum soykırımı yalanları ve Megali İdea hayalleri ise, onları olsa olsa bir kez daha mavi vatanımızın derinliklerine götürür.
( 1) Ümit Albay Heybeliada’da Çipras’a hesap sordu, Yeniçağ Gazetesi, Adsız köşesi-Ahmet Takan, https://www.yenicaggazetesi.com.tr/umit-albay-heybeliadada-ciprasa-hesap-sordu-50697yy.htm , 8 Şubat 2019