/    UFUK ÜNİVERSİTESİ

İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ

SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ

Ders No: SİBU 315

 

 

Uluslararası

ENERJİ ve ÇEVRE

Politikaları

 

Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR

 

 

 

Ankara

2011

 

 

 

 

İçerik

 

1- Kavramlar, Enerji ve Çevreyle İlgili Teknik Tanımlar, Global Aktörler

 

 

2- Enerji Kaynakları ve Enerji Çevrim Teknolojileri

 

 

3- Sürdürülebilir Enerji, Çevre ve İklim Değişikliği İlişkisi

 

 

4- Dünya Enerji Kaynaklar Rezerv ve Potansiyelleri ile Dağılımı

 

 

5- Bölgelere, Ülkelere, Ülke Gruplarına Göre Enerji Üretimi

    ve Tüketiminin Analizi

 

 

6- 2030 Sonrasına Yönelik Enerji ve İklim Politikaları Senaryoları ile

    Yarının Dünyasına OECD (IEA) Bakışı

 

 

7- Dünyanın Elektrik Sektörünün Geleceği ile Nükleer Enerji

    ve Yenilenebilir Enerjilerin Karşılaştırılması

 

 

8-  Milenyumun Bir Global Çarpıklığı Olarak Dünya Enerji Yoksulluğu

 

 

9- AB, ABD, Rusya ve Çin Enerji Politikaları ile Türkiye’yi Etkileyen

    Bölgesel Enerji Politikaları

 

Kaynakça

 

 

 

Konu 1

 

Kavramlar, Enerji ve Çevreyle İlgili Teknik Tanımlar, Global Aktörler

 

Enerji Politikası: Ulusal ve/veya yabancı kaynaklardan toplam genel ya da özel enerji talebinin karşılanması amacıyla yararlı enerjinin son tüketiciye arzı için çevreyle uyumlu biçimde üretimi, dönüşümü, değişimi ya da çevrimi, iletilmesi veya taşınması, depolanması, dağıtımı, pazarlanması kapsamında gerekli tedbirlerin belirlenmesine yönelik enerji işlerini düzenleme ve yürütme eylemlerini kapsar. Bir ülkenin enerji politikasının ana  dayanakları, ekonomi politikaları, mali politikalar, enerji planları ya da programları ulusal enerji stratejileri olmaktadır.

 

Çevre Politikası: Çevrenin korunması, çevre kalitesinin yükseltilmesi, doğanın ve doğal kaynakların ekolojik dengeye zarar verici şekilde işletilmesinden sakınılması, bunların akılcı bir şekilde yönetilmelerinin sağlanması, kirliliğin kaynakta önlenmesi, çevreye ciddi etkileri olma olasılığı bulunan kamu ve özel projelerin onaylanmadan önce potansiyel etkileri konusunda değerlendirilmesi, yaşamın korunması amacıyla havanın, suyun, ekolojik dengenin korunması eylemlerini kapsar.

 

Enerji Politikası ve Çevre Politikası Uyumu: 20. Yüzyılın son çeyreğine kadar enerji politikaları çevre politikalarından ayrı yürütülmekteydi. Dünya enerji tüketiminin yüzde 80’den çoğunun fosil yakıtlardan (kömür, petrol ve doğalgaz) karşılanması, bu hammaddelerin içerdiği enerjinin yanma soncu çıkarılması ve yanmadan sera gazı diye bilinen CO2 salımı ve bunun iklim değişikliği gibi küresel bir soruna neden olduğu iddiaları enerji ve çevre politikalarının uyumunu zorunlu kılmıştır. Önce enerji sonra çevre denilemediği gibi, önce çevre sonra enerji denilememekte, iki politikanın çatışması değil, bir optimalde uyuşması esas olmaktadır. Bu çözüm;

 

Sürdürülebilir enerji  Sürdürülebilir çevre

 

özdeşliğinin sağlanmasına bağlıdır.

 

Üretim Fonksiyonu:  Klasik ekonomistlere göre:

Üretim = f (Emek, Sermaye, Doğal Kaynaklar)

Günümüzde

 Üretim = f (Emek, Sermaye, Doğal Kaynaklar, Enerji, Teknoloji)

 

GSMH (veya GSYH) = f (Genel Enerji Tüketimi)

 

Enerji Ekonomisi: Enerji problemlerinin uygulama alanı olan ekonomi dalıdır. Bu dal, ulusal alanda olduğu gibi uluslararası alanda da  enerji ihtiyaçlarının sağlanması konusunda  enerji arz ve taleplerine ilişkin  mali analizleri kapsamına alır.

 

Enerji ekonomisinin en önemli sorunu, ülkede bulunan kıt kaynakların tam kullanımını (full-employment) sağlamak, yani boş duran ya da yetersiz kullanılan kaynak bırakmamaktır.Ancak burada kıtlık, halk dilinde kullanılan anlamda olmayıp, bulunabilen kolay veya zor elde olunabilen, fakat bütün insanların tüm gereksinimlerini karşılayacak kadar bulunmayan, dolayısıyla bir fiyatı bulunan meta anlamındadır.

 

Enerjinin Önemi: Dünyada sanayileşme ve teknolojik insanın yaşam biçiminin getirdiği enerji tüketimi, ekonomik büyüme ve yaşamın konfor içinde sürdürülmesi koşulları enerjinin önemini giderek artırmış, günümüzde enerji demek ekonomi, dış ticaret, siyaset, diplomasi ve savunma demek noktasına gelmiştir.

 

Enerji ve özellikle petrol ve doğalgaz gibi hidrokarbonlar, üzerinde savaşın göze alındığı kaynaklar durumundadır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında, son olarak Körfez Savaşı’nda hidrokarbon yatakları önemli faktörlerdir. Günümüzde Arap Baharı’nın görünen, daha doğrusu gösterilmek istenen üst yüzü demokrasi(!) olsa da saklanan arka planda hidrokarbon yataklarına hakim olma isteği yatmaktadır, halen süren Libya Savaşı’nda olduğu gibi.

 

Enerji: Aristo, enerji için “hareketsiz hareket ettirici” demiştir. Ünlü atom fizikçisi Einstein Tanrı’yı enerji olarak tanımlamıştır.

 

Türk Dil Kurumu Latince energia, Eski Yunanca’da energeia kökenli olan, “aktif iş” anlamına gelen ve dilimize Fransızca’dan giren, kısacası Batı kökenli enerji kelimesinin anlamını, “Gücünü harcama isteği ve yeteneği” veya “bir cisimde taşınan iş yapabilme yetisi” ya da “maddede var olan iş çıkarmaya yarayan güç” şeklinde tanımlamaktadır. Türkçe karşılığını da  “erk” veya “erke” olarak vermektedir.

 

Çeşitli ansiklopedilerde enerji, “Eyleme geçmeyi veya tepki göstermeyi olanaklı kılan güç” veya “Bir cisim veya sistemin iş yapabilme yeteneği” şeklinde tanımlanmaktadır. Yine ansiklopedik bilgilere göre, dünyanın motoru olan enerjiye her yerde rastlarız. Uzay ve evren olaylarında, insan bedeninde, bitkisel organizmalarda, teknolojinin ortaya koyduğu araç ve gereçlerde, sonsuz küçük maddelerde ve sonsuz büyük maddelerde. Ancak, biraz da felsefe yaparsak, her yerde var olmakla birlikte, enerji somut olarak hiçbir yerde durmaz, hatta bulunmaz, çünkü onun varlığı, ortaya koyduğu etkilerle görülebilir.

 

Dünya Enerji Konseyi  tarafından İngilizce, Fransızca, Almanca ve İspanyolca dilerlinde hazırlanan ve dilimize de çevrilmiş bulunan Enerji Terminolojisi kitabında enerji “Bir sistemin kendisi dışında etkinlik üretme yeteneğidir” diye ifade edilmiştir (Max Planck tanımı). Bu tanımın peşi sıra enerjinin biçimleri; mekanik enerji (potansiyel ve kinetik enerji), termik (ısıl) enerji, kimyasal enerji, fiziksel enerji, elektromagnetik enerji, elektrik enerjisi şeklinde sıralanmıştır.

 

Bu tanımlamalardan sonuç olarak enerji; yapma, yaratma, üretme yeteneği, daha doğrusu gücüdür. Enerjisiz değil, ama kullanılabilir enerjisiz  yaşamın sürdürülmesi olanaksızdır. Enerjide kullanılabilirlik (availability) en önemli faktördür.

 

Bir maddenin veya maddeler sisteminin iş yapabilme yeteneği olan enerji, çeşitli kaynaklardan üretilmekte ve yararlı enerji biçimine dönüştürülmektedir. Enerji kaynaklarının çok çeşitli ve bol olmasına karşın, insanlık kontrol altına alabildiği kaynaklardan yararlanmaktadır. Enerji kaynakları birincil, ikincil ve kullanılabilir şekillerde olur. Kullanılabilir enerji ısı, mekanik, ışık, elektrik vs. şeklinde karşımıza çıkar, ama bu enerjilerin hepsi birbirine dönüşebilir. Kullanılabilir enerjilerin geçmişten bu yana en çok tanınanı ısıdır.

 

Ekserji: Yararlı Enerji. Son dönüşümden sonra tüketicinin yararlanabileceği enerjidir.  Yararlı enerji bir başka biçime dönüştürülebilen enerjidir ve enerji dönüşebilirliğinin büyüklüğünü de ifade eder.

 

Anerji:  Kullanılamayan yararsız enerji. Diğer bir enerji biçimine dönüştürülemeyen enerji.

 

Termodinamiğin Birinci Yasası: Enerji yoktan var edilemez, yok edilemediği gibi parçalanamaz, ama bir biçimden ötekine dönüştürülebilir. Dolayısıyla bir sistemin çevriminde sisteme giren enerji ile sistemden çıkan iş birbirlerine eşit olması gerekir.

 

Termodinamiğin İkinci Yasası: Hiçbir enerji dönüşümü kayıpsız olamaz, enerji bir biçimden diğerine dönüşürken yararlı enerjinin yanısıra, kayıp dediğimiz bir miktar  yararsız enerji (anerji) ortaya çıkar. Sistemden elde olunan yararlı enerjinin, sisteme giren toplam enerjiye oranı, o dönüşümün verimini ifade eder.

 

Tersinirlik: Bütün enerji dönüşümleri, tüm termodinamik işlemlerde olduğu gibi “tersinir olanlar” ve “tersinir olamayanlar” diye ikiye ayrılır. Tersinirlik geriye dönüşü ifade eder. Ancak, tersinir işlemler idealdir ve evren için ütopyadır. Çünkü, doğadaki tüm işlemler tersinir olmayan, yani tersinmez karakterlidir. Bir kere gerçekleşti mi, bir daha geriye, başlangıç noktasına yani geriye dönüş yoktur. Doğada enerji çevrim ve dönüşümlerinde oluşan her tersinmezlik, yararsız enerjinin artmasına neden olmaktadır. Kısacası milyarlarca yıldır insanlık doğanın yararlı enerjisini azaltıyor, yararsız enerjisini artırıyor.

 

Enerji bilimcilerinin temel amacı, ekserji dediğimiz yararlı enerjiyi maksimum yapabilmektir. Yararsız enerjinin yani anerjinin ortaya çıkan miktarı entropi değişimindeki artışla ifade edilir ki, dünyada insan yaşamı ile birlikte entropi artmaya başlamıştır, ama kuşkusuz en büyük artışı sanayi devrimi ile başlayan yoğun enerji kullanım sürecinde olmuştur. Entropi artışı doğal enerji sistemlerindeki dengesizliği gösterir. Termodinamik bilimciler, felsefik görüşle entropi artışını evrenin baş aşağı gidişi şeklinde yorumlarlar. Dünyada yoğun enerji kullanımı, dünyayı yalıtılmış bir sistem varsaydığımızda dünyanın entropisini artırmakla kalmamakta, aynı zamanda dünyanın global sıcaklığını da olumsuz biçimde yükseltmektedir. Ancak, iklim değişiminin sadece buna dayanıp dayanmadığı bilimsel tartışma konusudur

 

Enerji Sistemleri:

Fiziksel yönden; direkt olarak kendisi ya da bir girdiyle enerji vere teknolojik düzenekler.

 

Enerji ekonomisi yönünden; ekonomik faaliyetlerin  enerji taleplerinin karşılanmasına olanak tanıyan teknik ve ekonomik yapılar.

 

Enerji Teknolojisi: Genel anlamda teknoloji, insanlığın belli bir amaçla çevresini değiştirmek için uyguladığı tekniklerin tümüdür. Enerji teknolojisi ise; enerjinin üretim, dönüştürme, depolama ve kullanımıyla ilgili dalıdır. Enerjinin kirlisi ve temizi yoktur, ama enerji teknolojisinin kirlisi ve temizi vardır.

 

Enerjinin Değiştirilmesi: Belli biçimdeki enerjinin fiziksel durumu aynı kalmak koşuluyla üretimi ya da yeniden elde olunması (kömürden kok).

 

Enerjinin Dönüştürülmesi: Belli biçimdeki enerjinin farklı fiziksel duruma uğrayarak üretimi ya da yeniden elde olunması (LNG, kömür gazı).

 

Enerji çevrimi: Enerjini farklı durum değişiklikleri ile bir başka enerji şekline dönüştürülmesi (ısıdan mekanik enerji-motor).

 

Birincil (Primer) Enerji: Enerjinin doğada bulunduğu şekilde ve herhangi bir değişim ya da dönüşüme uğramamış biçimi (ham petrol).

 

Genel Enerji: Birincil enerjilerin aynı ölçü birimiyle toplamı.

 

İkincil (Sekonder) Enerji: Türetilen enerji, primer enerjinin ya da bir başka sekonder enerjinin dönüşümünden elde olunan enerji.

 

Nihai Enerji: Son dönüşümden önce tüketiciye verilen enerji.

 

Enerji Kaynakları: Doğrudan değiştirme ya da dönüştürme yoluyla yararlı enerji üretilebilen tüm kaynaklar.

 

Doğal Enerji Kaynakları: Teknik ya da ekonomik kullanım olanakları göz önüne alınmaksızın, yani fizibıl olup olmadıklarına bakılmaksızın doğada bulunan tüm enerji kaynakları.

 

Enerji Rezervleri: Hammadde şeklinde doğada bulunan enerji kaynaklarının varlıkları, toplam büyüklüğünden başka teknik ve ekonomik fizibilite şeklinde ayrılır.

 

Tükenebilir Enerji Kaynakları: Yeryüzünde belli rezervleri olan ve bilinen rezervlerine yıllık kullanım miktarlarına göre ömür biçilen enerji kaynakları (Petrolün 40 yıllık, doğalgazın 70 yıllık, kömürün 200 yıllık ömrü var gibi).

 

Enerji Potansiyelleri: Doğal döngü içinde varlıklarını sürdüren enerji kaynaklarından yılda elde olunabilecek enerji büyüklükleri.

 

Yenilenebilir Enerji Kaynakları (Tükenmez Enerji Kaynakları): Doğal dönü içinde sürekli yenilenen enerji kaynakları (akarsu-hidrolik enerji, güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi, deniz dalga enerjisi gibi).

 

Mineral ve Fosil Yakıtlar: Fiziksel (veya nükleer)( ve/veya kimyasal işlemlerle doğadan elde edilen ya da kazanılabilen enerji üretilebilecek mineral ve fosil kökenli enerji hammaddeleri.

 

Enerji Sunumu (Arzı): Mevcut ekonomik koşullarda enerji talebinin karşılanması için  tükenir ve yenilenebilir kaynaklardan nihai tüketiciye enerji akışının sağlanması.

 

Enerji Güvenliği: Ulusal ve uluslararası düzeyde enerji arzının kesintisiz sağlanması.

 

Enerji Yoğunluğu: Birim GSMH (veya GSYH) üretimi için harcanan toplam genel enerji.

 

Enerji Piyasası: Bir meta olarak enerjinin arz ve talebe göre alınıp satıldığı piyasa.

 

Enerji Borsası: Enerji ticaretine ilişkin borsa.

 

Çevre Korunması: Doğanın ve ekosistemin korunması.

 

Ekosistem: Canlı bir topluluk ile bunun içinde yaşadığı fizikokimyasal çevredir.

 

Ekolojik Etki: Ekosistem üzerindeki değişikliklerin etkisi.

 

Biosfer: Canlı küre. Mikroorganizmalar dahil, tüm canlıların yaşamını sürdürdüğü yer küre bölümü, atmosferin alt bölümü ile hidrosfer (yerkürenin suları) ve litosferin (yer kürenin üst kabuğu)  bir bölümünü kapsar.

 

Çevre Uyum Etüdü (Çevre Etki Değerlendirmesi-ÇED): Planlanan / projelenen bir tesisin çevreye uyum düzeyinin incelenmesi.

 

Çevre Uyumu: Öngörülen ya da uygulanan bir önlemin  çevre üzerinde beklenen kaçınılmaz etkilerinin belirlenmesi.

 

Enerjide Birimler:

Enerji

Uluslararası Sistem (IS.) birimi jul (Joule)’dur (J  kg m2 s2).

1 jul (J)  0.2388 cal

1 kalori (cal)  4.1868 J

1 Btu (British Termal Unit)  0.252 cal  1.0551 J

1 ton petrol eşdeğeri (1 TEP)  42.1 GJ (42.1 x 109 J)

1 ton eşdeğer taşkömürü (1 TET)   29.3 GJ

1 kWh  860 kcal  3600 kJ, 1000 kWh  3600 MJ  3.6 GJ (%38.46’lık dönüşüm verimiyle)

1000 kWh (birincil enerji)  9.36 GJ

1 TET  0.7 TEP

1 TEP  1.429 TET

Güç

IS birimi Watt’dır (W  kg m2 s3  J s1). Watt, gücün veya enerjinin tüm biçimleri için anlık değerinin ölçü birimidir.

1 kW  1000 W

1 MW  1000 kW  1 000 000 W  106 W

 

Çevre kirliliği  ile ilgili büyüklükler

 

ppm: (parts per million) milyonda bir birime verilen isimdir. Herhangi bir karışımda toplam madde miktarının milyonda 1 birimlik maddesine 1 ppm denir. Konsantrasyon büyüklüğü olarak kullanılır. Çok düşük değerleri ifade etmek için kullanılır ve orantı ifade ettiği için boyutsuz olarak verilir.

 

Ton CO2: Ton karbondioksit, tam ve/veya eksik yanma sonucu ortaya çıkan emisyon ürünü (karbonlu besinlerin metabolize edilmesi sonucu canlılardan, volkanik aktivitelerden vs. de çıkar). 1 atm basınç ve 298 K (25 oC) de 1.98 kg/m3 gaz veya 0.505 m3/kg olup bu koşullarda 1 tonu 505 m3 hacim kapsar. 1.45 kg/m3 suda çözünür, suyla reaksiyonu sonucu zayıf bir asit olan karbonik asit meydana gelir. Dondurulmuş şekilde kuru buz olarak sanayide kullanılır (Erime noktası 195 K)

 

    Birimlerin katları

 

Üssü

 

Adı

Simge

1018 Eksa E

1015 Peta P

1012 Tera T

109 Giga G

106 Mega M

103 kilo k

 

 

HAM PETROL VE PETROL ÜRÜNLERİ İÇİN ÖZEL ÇEVRİM FAKTÖRLERİ

1 varil ham petrol  0.1364 ton, 1 ton ham petrol  7.33 varil

1 ton LPG  11.6 varil, 1 ton benzin  8.5 varil

1 ton motorin  7.5 varil, 1 ton fuel-oil  6.7 varil

 

DOĞALGAZ İÇİN ÖZEL ÇEVRİM FAKTÖRLERİ

1 milyar metreküp doğal gaz (1 bcm)  0.73 ton LNG  0.90 MTEP

1 milyon ton LNG  1.38 bcm  1.23 Mtep

1 milyon varil petrol eşdeğeri  0.16 bcm  0.14 MTEP

 

Enerji Aktörleri: Ulusal ve uluslararası düzeyde aktörler söz konusudur.

 

Örneğin, 1963 yılında kurulan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (ETKB), 2001 yılında kurulan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) Türkiye’de ulusal aktörlerdir. Odalar Birliği, ilgili sivil toplum kuruluşları, özel sektör ve kamu yatırımcı ve işletmeci kuruluşları da aktörlerdir.

 

Uluslar arası örgütler 1) bölgesel, 2) Global (küresel) ölçekte olabilmektedirler. Uluslararası aktörler çok ve çeşitlidir.

- Birleşmiş Milletler (UN)

- Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ve Uluslar arası Enerji Ajansı (IEA)

- Dünya Bankası

- Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO)

- Avrupa Birliği (AB)

- Şanghay İşbirliği Örgütü

- Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC)

- Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA)

- Major Ekonomiler (ABD, Çin, Rusya, Brezilya, Hindistan, BRIC, İran, Suudi Arabistan, Endonezya, Güney Afrika

gibi kuruluşlar önde gelen uluslararası aktörlerdir. Bunlara bazı ekonomik-ticari, bilimsel ve teknik uluslar arası örgütlerle, uluslararası sivil toplum kuruluşları da eklenmektedir.

 

Çevre ile ilgili uluslararası aktör olarak önce Birleşmiş Milletler ortaya çıkmış, onun gerçekleştirdiği Çevre Konferansları, Çevre Eylem Planları AB, Dünya Bankası vs. diğer uluslararası kuruluşlar tarafından çalışmalar başlatılmasına neden olmuştur. Ancak çevre için örgütlenme ve eylem enerji konusundaki gibi yaygın değildir. Enerji Kuruluşları, çevrenin korunmasını kendi ilkeleri arasına almışlardır.

 

Global aktörlerin hepsi çok etkilidir, ama burada örnek olarak iki tanesi üzerinde kısaca duralım.

 

OPEC:  1960 yılında kuruldu. İlk olarak ham petrol fiyatlarındaki düşüşü durdurmak amacıyla Venezuela’nın önerisiyle kurulan örgüte Venezuela, İran, Irak, Suudi Arabistan ve Kuveyt katıldı. Daha sonra sırasıyla Katar, Libya, Endonezya, Abudabi, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Nijerya, Ekvador ve Gabon da katıldılar. Bugün 12 üyesi vardır. OPEC’in başlangıçta Cenevre’de olan merkezi 1965’te Viyana’ya taşındı. Örgütün izleyeceği politikalar üye ülkelerin temsilcilerinin katıldığı, yılda en az iki defa toplanan konferanslarda saptanır. Kararlar oybirliğiyle alınır. Üye ülkeler tarafından belirlenen yönetim kurulunun başkanı konferanslar sırasında seçilir. Viyana’da bir idare ve araştırma sekreterliği vardır. Dünya petrol üretiminin denetimini elinde tutan ve dünya petrol üretiminin yaklaşık yarısını sağlayan OPEC ülkeleri, ham petrol rezervlerinin üçte ikisine ve doğalgaz rezervlerinin de üçte birine sahip bulunmaktadır. Bu sebeple dünya petrol piyasasında etkili olmaktadır.

 

1973 sonbaharında Viyana’da toplanan 35. konferansta alınan kararla petrol fiyatlarının yüzde 70 oranında arttırılmasıyla OPEC’in kararları dünya petrol piyasasında önemli rol oynamaya başladı. Teşkilat içinde ağırlığı elinde tutan Ortadoğu ülkeleri, birbirini takip eden fiyat artışlarını Ekim 1973 Arap-İsrail Savaşında İsrail’i destekleyen Batılı devletlere karşı siyasi silah olarak kullandılar.

 

OPEC, bir kartel değil, bağımsız petrol üreten ülkeler arasında işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan bir örgüttür. Öte yandan petrol fiyatlarını ve üretim miktarlarını belirlemesi açısından kartel özelliği göstermektedir. Ancak uygulamada Örgüt'ün aldığı kararlara uyulmasını fiilen sağlayacak bir mekanizma yoktur. Bu sebeple örgüt üyelerinin çoğu kez örgütün aldığı kararlara uymadıkları gözlemlenmiştir

 

OPEC’in 1980’den itibaren dünya petrol fiyatları üzerindeki etkisi azalmaya başladı. Batılı sanayileşmiş ülkeler başta kömür ve nükleer enerji olmak üzere farklı enerji kaynaklarına yöneldiler. Kendi ülkelerinde petrol arama ve çıkarma çalışmalarına ağırlık verdiler. Petrol ihtiyaçlarını da Meksika, önce Sovyetler, sonra Rusya gibi OPEC dışındaki petrol ihracatçısı ülkelerden karşılamaya başladılar.

 

Bu çabaların neticesinde Batılı ülkelerin OPEC ülkelerinde üretilen petrole olan bağımlılığı azaldı ve OPEC 1982’de petrol fiyatlarını düşürmek ve üretimi kısmak zorunda kaldı. Batılı ülkelerin petrol talebinin azalması, teşkilatın iç çekişmeler ve 1980’de başlayan İran-Irak savaşı sebebiyle zaten zayıflamış olan iç bütünlüğünü daha da sarstı. Suudi Arabistan teşkilat içindeki etkisi bugün büyük ölçüde azalmış olmakla birlikte, OPEC’in en fazla petrol rezervine sahip üyesi olarak uzun yıllar petrol fiyatlarının tespitinde belirleyici rol oynamıştır.

 

IEA: 1973 yılında Dünya 4. Petrol Krizi sonrasında OECD bünyesinde kurulan ve 28 devletin üye olduğu bir örgüt. Üye ülkeler; ABD, Almanya, Avusturya, Avustralya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İsveç, İsviçre, İspanya, İtalya, Japonya, Kanada, Kore Cumhuriyeti, Lüksemburg, Macaristan, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovak Cumhuriyeti, Türkiye, Yeni Zelanda, Yunanistan. IEA, adeta OPEC’e karşı Batı Bloku’nun düellosu şeklinde ortaya çıkmıştır.

 

Enerji güvenliği, ekonomik kalkınma, çevre bilinci ve iklim değişikliği ile mücadele, uluslararası ortak projeler geliştirme üzerinde durmaktadır. Enerji piyasaları ve piyasaların güvenliği Ajansın en önemli çalışma alanıdır. Enerji Piyasaları ve Güvenlik Direktörlüğü’ne bağlı olarak; Petrol Endüstrisi ve Pazarları Bölümü (OIMD), Acil Politika Bölümü (EPD), Gaz-Kömür ve Elektrik Pazarları Bölümü (GCP), Yenilenebilir Enerji Bölümü (RED) vardır. IEA’nın ayrıca Küresel (Global) Enerji Dialog Direktörlüğü içinde Ülke Çalışmaları Bölümü bulunmaktadır.

 

IEA, enerji veri ve istatistikleri, petrol arz güvenliği ve acil durum hazırlıkları, pazar analizleri, politika haberleri ve analizleri, modellenen senaryo analizleri, enerji verimliliği, teknoloji işbirliği, iklim değişikliği ve çevre enstrümanları üzerinde ortak çalışmalara olanak vermektedir. Tüm bu alanlarla üye ülkelerin ulusal enerji politikalarını yönlendirebilmekte, dolayısıyla üye ülkeler için enerjide yönetimsel dış bağımlılık oluşturmaktadır. Ajansın güvenlik önlemlerine üye ülkelerin uyma mecburiyeti vardır. Ülke Çalışmaları Bölümü (CSD), üye ülkelerin enerji sektörlerini ve pazarlarını derinlemesine analiz etmekte, ülkelerin her türlü enerji verilerini elinde bulundurmaktadır. Üye ülkeler için enerji verilerinin gizliliği diye bir şey söz konusu değildir, Ajans’a tüm bilgiler açıktır.

 

IEA’nın çalışma konuları şöyle sırlanmaktadır:

• Petrol

• Doğalgaz

• Kömür

• Elektrik

• Yenilenebilir enerji

• CO2 yakalama ve depolama

• Sera gazları

• Temizlenen fosil yakıtlar

• İklim değişikliği

• Enerji ticareti

• Enerji iş konseyi faaliyetleri

• Enerji verimliliği

• Enerji piyasaları reformu

• Enerji politikası

• Enerji projeksiyonları

• Enerji güvenliği

• Endüstri

• Ulaştırma

• Teknoloji ve teknoloji yol haritaları

• Sürdürülebilir kalkınma

• G8/G20 ülkeleri enerji işbirliği

 

Konular üzerinde kurslar, atölye çalışmaları (workshop’lar), konferanslar gibi etkinlikler düzenlemektedir. Şeffaf biçimde basın ve medya da bilgilendirilmektedir.

 

Konu 2

 

 

Enerji Kaynakları ve Enerji Çevrim Teknolojileri

 

Burada sadece kontrol altına alınıp kullanılabilir enerji kaynaklarına yer vereceğiz. Örneğin yıldırım-şişek enerjisi, deprem enerjisi gibi anerji niteliğindeki doğal kaynaklar bu kapsamın dışındadır. Birincil enerji kaynakları farklı kriterlere göre sınıflandırılabilir.

 

Tükenir Birincil Enerji Kaynakları: Bunlar fosil kökenli ve mineral orijinli (kökenli) olarak ayrılırlar. Bu tanımlama açısından kömürün içindeki mineraller, petrolün doğal mineral yağ şeklindeki tanımı ötelenmekte, orijin esas alınmaktadır.

 

Fosil kökenli tükenir enerji kaynakları:

 

• Taşkömürü

• Linyit

• Turba kömürü

 

• Petrol

• Bitümlü şistler (petrollü kumlar-tar sands-konvansiyonel olmayan petrol)

• Asfaltit

 

• Doğalgaz

• Metan gazı (kömür kökenli)

 

Mineral kökenli tükenir enerji kaynakları:

 

• Uranyum

• Toryum

 

Fisyon reaktörlerinde kullanılan nükleer yakıtlar doğal uranyum içinde binde 7 civarında bulunan fisyona uğrayabilir uranyum 235 (U-235) ve doğal uranyum ile toryumun fisyonu sonucu üretilen plutonyum 239 (Pu-239)’dur. Günümüzdeki uranyum reaktörleri az ölçüde zenginleştirilmiş (yüzde 1-3 U-235) uranyum yakıtı kullanan hafif su soğutmalı reaktörlerdir. Nötron bombardımanı altında U-235 çekirdeği parçalanırken  ısı enerjisi ve zincirleme reaksiyonu sürdürecek yeni nötronlar açığa çıkmaktadır.

 

1 gr U-235’den 23 000 kWh ısı (yani 2.8 TET=1.96 TEP veya 14 varil petrol eşdeğeri) enerji açığa çıkmaktadır. 1 kg doğal uranyumda 7.14 gr U-235  bulunduğundan açığa çıkacak enerji 164220 kWh veya 21 TET=15 TEP kadardır.

 

Yenilenebilir (Tükenmez) Birincil Enerji Kaynakları: Yenilenebilir kaynaklar güneş orijinli ve yerküre orijinli olarak ikiye ayrılır.

 

Güneş orijinli enerji kaynakları:

 

Güneş enerjisi

Biyokütle enerjisi

Hidrolik enerji (akarsu gücü)

Rüzgâr enerjisi

Deniz dalga enerjisi

Deniz termal gradiyent enerjisi

 

Yerküre orijinli enerji kaynakları:

 

Jeotermal enerji (magma ve /veya yer altı nükleer orijinli)

Gel-git (med-cezir) enerjisi (dünya ve uydusu ay orijinli)

 

Birincil enerji kaynakları bir başka açıdan alışılmış (konvansiyonel) kaynaklar ve alışılmamış (yeni) kaynaklar şeklinde de sınıflandırılabilir. 21. Yüzyılın ilk çeyreği içinde  birinci 10 yıllık süreci göz önüne alarak bir  ayrım yaparak, şöyle sıralanabilir:

 

1- Alışılmış birincil enerji kaynakları

 1.1- Fosil yakıtlar

  1.1.1- Taşkömürü

  1.1.2- Linyit

  1.1.3- Doğalgaz

 1.2- Tükenmez doğal enerji kaynakları

  1.2.1- Barajlı büyük hidrolik enerji

 1.3- Ticari olmayan yenilenebilir biyokütle yakıtlar

  1.3.1- Odun

  1.3.2- Tezek (bitki ve hayvan artıkları)

 1.4- Çekirdek enerjisi (nükleer enerji)

  1.4.1. Nükleer fisyon (parçalanma-zincirleme reaksiyon)

 

2- Alışılmamış (yeni) birincil enerji kaynakları

 2.1- Fosil yakıtlar

  1.2.1- Asfaltit

  1.2.2- Bitümlü şistler, petrolü kumlar – konvansiyonel olmayan petrol

  1.2.3- Turbalar

  1.2.4- kömür kökenli metan gazı

  1.2.5- Metan hidridler

 2.2- Yeni ve yenilenebilir kaynaklar

  2.2.1- Güneş enerjisi

  2.2.2- Rüzgâr enerjisi

  2.2.3- Küçük akarsular (kanal tipi su santralleri “HES”)

  2.2.4- Jeotermal enerji (yüksek entalpili ve düşük entalpili ve toprak

                               orijinli)

  2.2.5- Biyokütle enerji (biyokütle orijinli katı, sıvı, gaz yakıtlar)

  2.2.6- Deniz dalga enerjisi

  2.2.7- Deniz ve boğaz akıntıları

  2.2.8- Deniz termal gradiyent

  2.2.9- Gel-git (med-cezir)

 2.3- Çekirdek enerjisi (nükleer enerji)

  2.3.1- Nükleer füzyon (çekirdek birleşmesi)

  2.3.2- Enerji Yükseltici (Energy Amplifier) vs.

 

Doğadaki en büyük füzyon reaktörü güneştir. Güneşte her bir saniyede 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüşmekte ve kaybolan 4 milyon ton kütle karşılığı 9.1 x 1022 kcal enerji açığa çıkmaktadır. Yeryüzünde füzyon deneme reaktörlerinde döteryum (ağır hidrojen, atom ağırlığı 2 - hidrojen-2) ile döteryumun veya döteryum ile trityumun (hidrojen-3) füzyonu üzerinde durulmaktadır, ama bu reaksiyon için ateşleme sıcaklığı 100 milyon K olması teknik olarak şimdilik aşılamayan bir sorundur. Döteryum deniz suyunda doğal olarak bulunur. 1 m3 deniz suyunda 1025 döteryum atomu vardır.  Bunların toplam kütlesi 34.4 gr olup 1 m3 deniz suyundan döteryum fisyonuyla 300 TET = 210 TEP veya 1500 varil petrol eşdeğeri enerji elde olunabilir.

 

İkincil Enerji Kaynakları:

 

• Kömür kökenli ikincil kaynaklar gaz ve sıvı yakıtlar (sentetik petrol)

• Petrol kökenli ikincil kaynaklar (rafineri ürünleri: Benzin, motorin, LPG, fuel-oil, vs.)

• Doğalgaz kökenli ikincil yakıtlar (LNG, sentetik motorin)

• Teknolojik ısı: Yakıtların yanmasından elde olunup da bir başka enerji biçimine dönüştürülmek üzere üretilen ısı

• Elektrik: Tüm birincil kaynaklardan elde olunabilir ve mekanik, ısı, ışık, magnetik vs. her türlü kullanılabilir enerjiye çevrilir.

• Hidrojen: Kömürden, hidrokarbonlardan (petrol ve doğalgaz), elektrik enerjisi ile sudan üretilebilir, doğada serbest şekilde bulunmaz.

 

                      Kaynakların ve yakıtların enerji değerleri.ve çevrim katsayıları.

 

Güç Kaynakları Gelişme Süreci ve Enerji: Konvansiyonel ve yenilenebilir enerji tanımı zamana göre ve hatta ülkelere göre değişebilir. Odun fakir Afrika insanının petrolüdür. Ancak, teknolojik Batı ülkeleri için yongası hariç ticari olmayan, hatta ekonomik olmayan kaynaktır. Yine bu tanımın göreceli olduğu da söylenebilir. Örneğin James Watt 1764’de pistonlu buhar makinesini yapıp da buhar makineli dokuma endüstrisi başlayıncaya kadar Batı’da kömür fakir yakıtı olarak değerlendiriliyor, asilzadeler şöminelerinde odun yakıyorlardı. Sonra kömür kara elmas olmuştur. Albay Drake tarafından Pennsylvania’da 1859 yılında (1.5 yüzyıl önce) ilk petrol üretim kuyusunu açılmasıyla enerjide petrol çağı ve motor teknolojisine kapı açılıyordu. Giderek kömür kirli kaynak diye geri plana itilecekti.

 

Buhar makinesi, iş makinelerinin yanısıra lokomotiflerin ve buharlı otomobillerin çalıştırılmasında da kullanılmıştır. 1876 yılında Alman mühendis Otto kendi adıyla da anılan benzin motorunu, yani ilk patlamalı motoru yapıyordu. Yine bir diğer Alman mühendis olan Diesel de kendi adıyla anılan ilk dizel motorunu 1892 yılında yapmıştır. Buhar türbini dıştan yanmalı motor iken, Otto ve Diesel motorları içten yanmalı motorlardır. Böylece sanayi gücünü pistonlu buhar makineleri yanısıra ya da onun yerine artık motorlardan almakla kalmayacak, motorlarla ulaştırma da yeni bir çağ başlayacaktı. Ancak, elektrik enerjisi ve elektrik motorları da ortaya konmuştu. 1837'de elektrik motoru için ilk patent alınmıştır, ama bu doğru akım motorudur, bunların yapılması zaman gerektirmiş 1880’lere doğru ilk ticari elektrik motorları üretilmeye başlanmıştır. Alternatif akım motorlarının ortaya çıkışı 1890’lardan itibaren olabilmiştir ve bugün çok yaygın biçimde kullanılmaktadırlar.

 

Birincil enerjilerin ikincil elektrik enerjisine çevrilmesi ilk dönemlerde yine bireysel tüketiciler için küçük düzeylerde olabilmiş, toplu üretim için ilk elektrik santrali hidrolik enerjiden Amerika’da 1881’de yapılmıştır. İlk termik elektrik santralleri de buhar makineli idi. İlk buhar türbininin ortaya konuşu 1884 yılında olmuştur. Daha sonra termik santrallerde ve gemilerde  buhar makinelerinin yerini buhar türbinleri almıştır. Başlangıçta jet motoru da denilen gaz türbinlerinin tasarımı 1791’e kadar inmekteyse de ilk başarılı imali 1911’de, uçaklarda denenmesi de 1916 yılında oldu. Ancak gerçek jet motorları Turbo jet adıyla 1936 yılında uygulamaya sokulmuştur. Başlangıçta kaliteli gazyağı (kerosen) diyebileceği türbin yakıtı ile çalışan çok büyük güçlerdeki gaz türbinleri bugün termik santrallerde doğalgazla çalıştırılmaktadırlar.

 

Böylece dünya canavar gibi büyüyen bir güç sektörüne kavuşuyor, işler, üretimler, taşıma ve ulaşımlar yapılır oluyordu. 19. yüzyılda üretimi başlayan petrolde 20. yüzyılda stratejik önemini artırıyordu. 21. yüzyılda da daha büyük güçle bu önemini koruyacak görünüyor. Konvansiyonel kaynakları azalsa da konvansiyonel olmayan kaynaklar kullanılmaktadır.

 

Karalardan (on shore) deniz alanlara (off shore) geçilmiş, kuyularda 1000 metre derinlikler geride bırakılarak 3000 m ve daha derinlere inilmeye başlanmış, kaliteli hafif ham petrol yerine kalitesi düşük ağır petrol kaynakları kullanılır olmuştur. Kaliteli hafif petrolün  özgül ağırlığı küçük (< 0.85 gr/cm3) API gravite derecesi >30, orta petrol (özgül ağırlığı 0.85-0.90 gr/cm3) API = 20-30, ağır petrol (özgül ağırlığı 0.90-1.00 gr/cm3) API<20 (10-20 arasında) olmaktadır. Artık ağır petrolden başka petrollü kumlardan elde olunan petrol de kullanılmaktadır. Kanada ve Venezuela petrollü kumlardan ticari petrol üretiminde başı çekecek duruma gelmişlerdir.

 

Bugün giderek petrolün yerini almakta olan, orijini de petrolle aynı olan doğalgazın M.Ö. 900 yıllarında Çin’de, 1790’larda İngiltere’de de kullanıldığı bilinmektedir, ama 1920’lerden itibaren ABD ve Avrupa’da boru hattı taşımacılığıyla gelişmeye başlayan doğalgaz kullanımı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşmaya başlamıştır. 1950’li yıllarda dünya enerji tüketimindeki payı yüzde 10’ları geçmezken, bugün için yüzde 25’i aşmıştır. Gaz türbinleriyle elektrik üretimi için elektrik santrallerinde kullanılmaktadır. Çok değil 30 sene kadar öncesinde petrol ararken, doğalgaz çıkan kuyular kapatılıyordu, ama artık neredeyse petrole tercih edilir duruma gelmektedir.

 

Dünyanın Birincil Kaynak Kullanımı:

 

Dünyanın birincil kaynak kullanımı üzerinde önemli iki etken vardır:

 

• Nüfus artışı

• Gerçek GSH (gayrisafi hasıla) büyüme (Real GDP-Gross domestic production)

 

E = f(N, GSH)

 

Nüfus artışı:

 

 

Gerçek GSH (Real GDP):

 

 

Birincil kaynaklara göre dünyanın enerji tüketimi ve yeni politik senaryolara göre yakın gelecekteki talebi ,OECD-IEA, 2011 verileriyle (MTEP)

 

 

2009-2010 yılı dünya birincil enerji tüketiminin kaynaklar bazında dökümü (MTEP), BP Statistical Review of World Energy- June 2011 Bültenine göre:

 

 

Görüleceği gibi toplam birincil enerji (genel enerji) tüketiminin % 81- 87’si fosil yakıtlar denilen kömür, petrol, doğalgazdan karşılanıyor.

 

Dünya genelinde fosil yakıtların 2009-2010 üretim ve tüketim değerleri (MTEP), BP Statistical Review of World Energy- June 2011 Bültenine göre:

 

 

Birincil Kaynaklar ve Ekonomik Coğrafya: Uluslararası ekonomik coğrafya açısından bakıldığında başta fosil yakıtlar olmak üzere tüm doğal enerji kaynaklarının ülkeler bazında homojen bir dağılım göstermemektedir. Fosil yakıtlar dünyanın belirli enerji bölgelerinde ya da havzalarında toplanmıştır.

 

Ortadoğu petrol havzası: Dünya kanıtlanmış petrol rezervinin yüzde 54.4’ü’nü içeriyor,  2010 yılı üretim düzeyi ile 82 yıllık ömrü olan bir havza.

 

Ortadoğu doğalgaz havzası: Dünya kanıtlanmış doğalgaz rezervinin yüzde 40.5’ini içeriyor,  2010 yılı üretim düzeyi ile 100 yılı aşkın ömrü olan bir havza.

 

Petrol ve doğalgazda Ortadoğu’nun peşi sıra Rusya ve Avrasya coğrafyası geliyor. Petrolde ve doğalgazda Güney Amerika ve Afrika diğer önemli coğrafyalar.

 

Önemli kömür coğrafyaları Avrupa ve Avrasya, Kuzey Amerika, Asya Pasifik olarak öne çıkmaktadır. Kanıtlanmış kömür rezervleri ile Kuzey Amerika, Asya ve Avrasya bölgelerinin üretimleri için 200 yılın üzerinde ömür biçilmektedir.

 

Güç Üretimi Açısından Birincil Kaynakların Farklılığı: Fosil ve mineral yakıtlardan enerji değişimi ve dönüşümü ile ikincil yakıtlar elde olunmaktadır. Ancak bu ikincil yakıtlar bir başka enerji biçimine çevrilirken, uygulanan çevrim teknolojileri ısıl işlemlere dayalı termodinamik çevrimlerdir. Termodinamik çevrimlerle elde olunan hareket enerjisi ise, jeneratörler aracılığıyla elektrik enerjisine dönüştürülmektedir.

 

Belirli bir miktar enerjiyi üretmek için gereken yakıt miktarı, o yakıtın enerji içeriğine (enerji intensitesine) bağlıdır. Tabii ki çevresel faktörler de sınırlayıcı bir etkendir. Mineral, yani nükleer yakıtlar fevkalâde yüksek enerji içeriğine sahiptirler. Bu da onların avantajlı bir fiziksel özelliğidir. Ancak katı ve fosil yakıtların ısı ve ışık yayarak oksijenle birleşmelerinden oluşan yanma işlemi (alevli yanma) gibi bir yanma nükleer yakıtlar için söz konusu değildir. Nükleer yakıtların yanması diye uranyum ve türevlerinin zincirleme reaksiyonla parçalanmaları sırasında ortaya ısı çıkarmalarına diyoruz. Yoksa oksijenle birleşme gibi alevli ya da alevsiz bir yanma söz konusu değildir. Olay bir fizikokimyasal tepkimedir. Katı ve fosil yakıtlar ile nükleer yakıtlar için birim yakıt miktarı başına elde edilebilen elektrik enerjisi miktarları aşağıdaki gibi karşılaştırılabilir.

 

1 kg odun1 kg taşkömürü1 kg uranyum1 kg petrol1 kg plutonyum 1 kWh 3 kWh 50 000 kWh 4 kWh 6 000 000 kWh

 

1000 MW gücündeki bir santral (Keban hidroelektrik santrali 1330 MW) için gereken yıllık yakıt miktarları:

 

• 2 600 000 ton kömür (2000 tren vagonu)

• 2 000 000 ton petrol (10 büyük tanker)

• 30 ton uranyum (10 m3, orta büyüklükte bir oda

 

1000 MW güçlü bir santral için çeşitli enerji kaynaklarında arazi ihtiyacı:

 

50-150 km2 (Ankara, Yenimahalle ilçesi)4000-6000 km2 (Büyük bir il)1-4 km21-4 km2 Fotovoltaik (güneş) Biyokütle Nükleer Fosil

 

Termodinamik Enerji Çevrimleri: Bir termodinamik çevrimin gerçekleşebilmesi için bir yüksel sıcaklıklı ısı kaynağı, bir de düşük sıcaklıklı ısı kaynağı (ısı çukuru) bulunması gerekir. Bir mekanik sistem içinde gerçekleştirilen çevrim de yüksek sıcaklıklı kaynaktan alınan ısının büyük bir kısmı mekanik enerjiye dönüştürülerek yararlı iş yapılırken, çevremde ortaya çıkan yararsız enerji ısı çukuru dediğimiz düşük sıcaklıklı kaynağa atılmaktadır. Çevrime sokulan ısı ile atılan ısı arasındaki fark, mekanik  işe dönüştürülen ısıya eşdeğerdir. İki ısı kaynağı arasında teorik olarak oluşturulabilecek verimi en yüksek çevrem Carnot çevrimi olarak adlandırılır. Ancak Carnot çevrimi teorik çevrim olduğu gibi , Carnot verimi de teorik verim üst sınırıdır. Yüksek ve düşük sıcaklıklı iki ısı kaynağı arasında Carnot çevriminin teorik olarak oluşturulabilir olması, başka uygulamaya aktarılabilecek çevrimlerin oluşturulabileceğini de gösterir.

 

Motorlara bakacak olursak teorik olarak benzin motorları Otto çevrimi, dizel motorları ise Diesel çevrimi dediğimiz çevrime göre çalışmaktadırlar, ama uygulamada her ikisi  de karışık çevrim dediğimiz Seiliger çevrimine göre çalışırlar. Gaz türbinleri ise Brayton çevrimine göre çalışır. Motorlar alternatif hareketli güç makineleri iken, gaz türbinleri dairesel hareketli güç sistemleridir. Motorlarda alternatif hareket özel bir mekanizma ile dairesel harekete dönüştürülmektedir. Gerek çevrimin özelliğinden gerekse hareketin dönüştürülmesinden önemli enerji kayıpları ortaya çıkar. Büyük güç kademelerine ulaşılabilmesi dairesel hareketli güç sistemleri ile olabilmiştir. Buhar güç sistemlerinin çevrimi ise Rankine çevrimine göre gerçekleşir. Yine alternatif hareketli pistonlu buhar makineleri ile değil, dairesel hareketli buhar türbinleri ile çok büyük güç kademelerine ulaşılabilmiştir.

 

Gaz türbinleri, buhar türbinleri gibi termodinamik, yani ısıl çevrimlere dayalı türbinler ile su türbinleri ve rüzgâr türbinleri gibi türbinler tamamen farklı prensiplere dayanırlar. Gerek su türbinlerinde ve gerekse rüzgar türbinlerinde bir akışkanın (su veya hava) taşıdığı mekanik enerji (potansiyel enerji ve kinetik enerji toplamı) özel bir düzenek ile yine dairsel hareket biçiminde güç makinesinin mekanik enerjisine dönüştürülmektedir.

 

Güç Santralleri Çevrimleri: Güç santralleri elektrik enerjisi üretimi için kullanılan santrallerdir. Enerji kaynağının cinsine göre, kullanılan elektrik santralinin yapı taşları farklılıklar gösterir. Yani, kömür santralleri, gaz santralleri ve nükleer santral sistemlerinin, ayrıca yenilenebilir enerji santrallerinin yapı taşları birbirinden farklıdır.

 

Kömür santralleri: Ocak ve kazan, buhar türbini, kondensör, jeneratör. Ocakta yanan kömürle kazandaki su buharlaştırılmakta, buhar basıncı ve sıcaklığı artırılarak kızgın buhara dönüştürülmekte ve kızgın buharla çalışan buhar türbininden elde olunan mekanik enerji, türbine akuple (direkt bağlı) jeneratörle elektrik enerjisine dönüştürülmektedir. Türbinden çıkan çürük buhar kondensörde yoğunlaştırılarak tekrar buharlaşmak üzere kazana pompalanmakta, böyle buhar çevrimi de tamamlanmış olmaktadır.

 

Kömür santrallerinde kazan ve ocak birbirine entegre bir bütün oluştururlar (Boiler). Ocaktaki yakma şekline göre, kömürün yakıldığı ızgara cinsine göre, kömürün ocağa gönderiliş biçimine göre (örneğin pülverize edilerek) değişik türleri vardır. Bu kombinasyonlar su borulu kazanlar, alev ve duman borulu kazanlar biçiminde de olabilmektedir. Yani, yanma ortamındaki ısı enerjisinin buharlaştırılacak suya transferi için değişik düzenlemeler yapılmıştır. Bugün çevre etkisi açısından zararlı emisyonları giderilmiş akışkan yataklı ocak ve kazanlar ileri teknoloji olarak tanımlanmaktadırlar.

 

Petrol santralleri: Akaryakıtın yakıldığı bir ocak ve kazan ile buhar elde olunup aynen kömür santralinde olduğu gibi buhar çevrimiyle elde olunan mekanik enerjiden elektrik üretilebileceği gibi, verimi çok daha yüksek olan ve akaryakıtla çalışan gaz türbinleriyle de elektrik jeneratörlerinin tahrik edilmesi mümkündür ve bu yol çok daha fazla tercih edilmektedir.

 

Doğalgaz santralleri: Doğalgaz santrallerinin buhar kazanlı olanları yoktur. Doğalgaz gaz türbini yakıtı olarak kullanılmakta ve bu santrallerde elektrik jeneratörleri gaz türbinleri tarafından çalıştırılmaktadır.

 

Kojenerasyon santralleri: Gaz türbinlerinin egzozundan atılan ısıyı kullanarak verimi artırmak esas olduğu için, buna uygun atık ısı kazanı kullanılmakta, kojenerasyonla elektrikten başka sanayi prosesi için buhar, ısıtma için sıcak su da üretilmektedir. Ayrıca, atık ısı kazanından elde olunan buharı buhar türbininde kullanarak ek elektrik enerjisi üretimi yapan sistemler de vardır.

 

Nükleer santraller: Nükleer santrallerin kazanlı fosil yakıt santrallerinden farkı, ocak ve buhar kazanı kombinasyonunun yerini reaktör ve buhar üretecinin almış olmasıdır. En çok kullanılan basınçlı su soğutmalı nükleer reaktörlerde kapalı bir devre içinde dolanan nükleer soğutma suyu buhar üretecine ısı taşımakta, buhar üretecinde yine ayrı bir kapalı devrede dolanan ve türbini çalıştıran buhar üretilmektedir. Dolayısıyla türbine giden buhar radyoaktif kirlilik taşımamaktadır. Sadece kaynar sulu reaktörlerde durum farklı olup, orada reaktörü soğutan su buharlaşarak direkt olarak türbine yollanmaktadır. Nükleer reaktörledir su yerine sıvı metal (sodyum, sodyum potasyum alaşımları, lityum, civa gibi) buharıyla türbinin çalıştırıldığı sistemler de vardır.

 

Jeotermal enerji santralleri: Yüksek entalpili jeotermal akışkanlı koşullarda doğal buhar direkt olarak buhar türbini çalıştırabileceği gibi, bazı çevre ve teknik sorunlar nedeniyle doğal buharın ısısıyla ikinci bir akışkan buharlaştırılıp kullanılabilmektedir. Düşük entalpili jeotermal akışkan koşullarında yine buhar çevrimi kullanılmaktadır, ama kuyudan çıkan sıcak suyla bu kez düşük sıcaklıkta buharlaşan soğutucu akışkan buharlaştırılmakta, bu ikincil buharla özel buhar türbini çalıştırılmaktadır.

 

Güneş enerjisi santralleri: Güneş termik santrallerinde ya suyun ya da düşük sıcaklıkta buharlaşan bir soğutucu akışkanın buharıyla çalışan yine özel buhar türbinleri kullanılmaktadır. Ancak güneş ısısının toplanması için kullanılan kollektörler değişik şekillerde olabilmektedir. Burada daha çok parabolik oluk ve çanak şeklindeki odaklı kolektörlerin kullanıldığını görüyoruz. Güneş ısınsı takviye etmek için bir yardımcı yakıt da kullanılmaktadır. Örneğin doğalgaz gibi. Güneş doğalgaz hibrid termik santrallerinde enerji girdisinde doğalgazın payı %20-25 kadar olabilmekte, daha çok buharın kızdırılması için kullanılmaktadır.

 

Güneşten elektrik üretimi için fotovoltaik (ışılelektrik göze) santralleri ile de yapılmaktadır. Fotovoltaik üreteçler güneş pilleri bataryalarından oluşmaktadır. Güneş fotovoltaik santraller küçük güçlerde (birkaç yüz kW’dan birkaç MW’a) yapılırken, güneş termik santraller daha büyük güçlerde 10-80 MW’lık üniteler halinde 300-400 MW güçlerde de yapılabilmektedir.

 

Hidroelektrik santraller: Bunlar barajlı veya kanal tipi regülatörlü santraller olabilmektedir. Hidroelektrik santrallerde önemli olan düşü yüksekliği ve suyun debisidir. Santralin gücü bu iki parametreye bağlıdır. Suyla su türbini çalıştırılır. Türbinler suyun düşü yüksekliğine göre Pelton, Francis, Kaplan türbinleri vs. gibi çeşitli şekillerde olabilmektedir.

 

Rüzgâr santralleri: Rüzgâr türbinlerinden oluşurlar. Bir rüzgâr türbini,bir kule üzerine yerleştirilmiş bir tekne ve rotordan oluşur. Rotorlarının konumlarına göre yatay eksenli veya düşey eksenli türbinler vardır. Rotor bir göbekle ile bağlı bulunduğu şaft döndürür ve şaftın hareketi tekne içine iletilir. Tekne içinde  dönü hızını ayarlayıcı bir dişli kutusu ve ona akuple jeneratör vardır. Rotor kanat açıları rüzgâr hızına göre ayarlanabilir.Ayrıca tekne içinde fren mekanizması, bilgisayarlı kontrol düzeni bulunmaktadır.

 

Deniz dalga enerjisi santralleri: Bunlarda deniz dalga hareketini dairesel dönü hareketine çeviren deniz dalga konvertörü (çevirici) jeneratörü çalıştırmaktadır.

 

Gel-git (med-cezir) santralleri: Bu santrallerde deniz yükseldiği zaman deniz suyu yüksekteki bir havuzda toplanmakta, böylece bir düşü, dolayısıyla potansiyel enerji kazanmakta, daha alt seviyede bulunan bir su türbinini çalıştırabilmektedir.

 

Deniz termal gradiyent santralleri:  Deniz yüzeyi güneş radyasyonu için bir kollektör görevi yapmakta ve yüzeydeki su ile derindeki su arasında 13-15 derece sıcaklık farkı oluşabilmektedir. Böylece ortaya bir sıcak kaynak, bir soğuk kaynak çıktığı için ikisi arasında özel bir buhar çevrimi oluşturulabilmektedir.

 

Buraya kadar kısaca açıkladığımız gibi her enerji türü için farklı bir sistem geliştirilmiştir. Burada büyük santralleri göz önünde tutarak hep bir jeneratörün çalıştırılmasından söz ettik. Jeneratör (alternatör) hareket enerjisini elektrik enerjinse dönüştürür. Işığı direkt olarak elektriğe çevirmek gibi, ısıyı direkt olarak elektriğe çevrici termik jeneratörler olduğu gibi, alevli yanma olmaksızın, hareketli sisteme gerek duyulmaksızın yakıtlardan elektrik üretmeye yarayan yakıt pilleri (fuel cell) dediğimiz düzenekler de vardır. Önce uzay araştırmalarında kullanılan bu tür düzenekler şimdi yeryüzü uygulamalarında da kullanılmaktadır. Yakıt pillerinden 10 MW’lık santrallerle elektrik üretimi, gemilerde enerji sağlanması, demiryollarında lokomotiflerin çalıştırılması gibi alanlarda da yararlanılmaktadır.

 

 

Konu 3

 

Sürdürülebilir Enerji, Çevre ve İklim Değişikliği İlişkisi

 

Sürdürülebilirlik (sustainable), sürekli var olma, yani daimi olma yeteneği olarak tanımlanabilir. Sürdürülebilirliği önce kalkınma veya büyümeden başlatırsanız, konumuzla ilgili olarak peşi sıra  enerji ve çevrenin sürdürülebilirliği gelir. Ancak, bu kavramlar arasında bir öncelik tanımlaması yapılması söz konusu ve de doğru olmamaktadır.. Hatta sürdürebilirlik geniş anlamda ele alınırsa, bu eylemlerin hepsini sürdürülebilir çevre içinde ele almak da olanaklıdır.

 

Nitekim, ülkemizde 1983 tarihli ve 2872 numaralı çevre kanunu sürdürülebilir çevreyi, “Gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini tehlikeye atmadan , hem bugünün ve hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda(sosyal, ekonomik, fiziki vb) ıslahı, korunması ve geliştirilmesi süreci” olarak tanımlanmıştır. Konumuz açısından burada önemli olan kaynakların varlığının sürdürülebilirliğidir.

 

Ancak bu tanımın peşi sıra hemen enerji kaynaklarının varlığının tükenir ve yenilenebilir olarak gruplandırıldığı da anımsanmalıdır. Tükenir kaynakları tüketmek çevrenin sürdürülebilirliğine karşıt bir eylem olmaktadır, ama zorunludur. Tükenir kaynakların yerine yenilenebilir kaynakların konulması ise teknolojiye bağlıdır. Teknoloji de insanın çevresini değiştirmek için kullandığı tekniklerin tümüdür. Bu da çevrede değişiklik demektir. Nitekim söz konusu kanunda çevre tanımlanırken de, “Canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortam” denilmiştir. Tabii bu tanımda bizim için önemli olan fiziksel ortamdır ve ortamla bir etkileşimin varlığı, tanımda da kabullenildiği gibi kaçınılmazdır. Kısacası kalkınma ve büyüme söz konusu olunca çevrenin doğal şekliyle korunup sürdürülmesi olanaklı değildir.  Ancak, bu değişikliklerin geliştirici ve iyileştirici olması temel ilkedir.

 

Türkiye’nin Çevre Kanunu’nda sürdürülebilir kalkınma; “Bugünkü ve gelecek kuşakların, sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına alan çevresel, ekonomik ve sosyal hedefler arasında denge kurulması esasına dayalı kalkınma ve gelişme” şeklinde tanımlanmıştır

 

Burada çevre korunması öne çıkmaktadır ki, söz konusu kanun çevre korunmasını da şöyle tanımlamıştır: “Çevresel değerlerin ve ekolojik dengenin tahribini, bozulmasını ve yok olmasını önlemeye, mevcut bozulmaları gidermeye, çevreyi iyileştirmeye geliştirmeye, çevre kirliliğini önlemeye yönelik çalışmaların bütünüdür”.

 

Yasal olarak yapılmış bu tanımlamalara benzer tanımlamalar çeşitli literatürlerde de görülmektedir. Burada uluslararası enerji ve çevre politikaları ile ilişkili olarak global açıdan sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir enerji ve sürdürülebilir çevre için  özgün olarak aşağıdaki tanımlamalar yapılmıştır:

 

Sürdürülebilir Kalkınma: İnsanlığın bugünkü kuşaklarının tüm ihtiyaçlarını karşılarken ve gelecek kuşakların ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli kaynakları da güvenceye alacak biçimde ekonomik büyüme ve refah düzeyini yükseltme çabalarının, çevreyi ve insanlığın doğal yaşam kalitesini koruyarak gerçekleştirme yöntemidir.

 

Sürdürülebilir Enerji: Sürdürülebilir kalkınmanın gerektirdiği genel enerji arzının güvenceye alınması, birinci kaynaktan son tüketiciye uzanan kullanılabilir enerji arzı arasındaki enerji zincirinde (üretim, değişim, dönüşüm, çevrim, iletim, depolama, taşıma vs) ve tüketicin yararlı enerjiyi kullanımında olumsuz çevresel etkilerin minimize edilmiş şekliyle kesintisiz enerji sunumudur.

 

Sürdürülebilir Çevre: Sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması açısından gerekli olan sürdürülebilire enerjinin sunumuyla dengeleri bozulmayan ve kirletilmeyip korunan çevre.

 

Çevre-Enerji Bilincinin Oluşum Süreci: Doğal çevreyi sadece enerji üretimi değil, tüm insan faaliyetleri etkiler.Teknolojik insanın faaliyetlerinin daha çok etkilediği bir gerçek. Ancak sanayi insanından teknolojik insanın farkı, temiz teknolojilere yönelebilmesi, kirliliği kontrol etmekten öte, artık kaynağında önleme ilkesini gütmesidir. 18 yüzyılın son çeyreğinde, 19. yüzyılda sanayi insanını ve hatta 20. yüzyılın ilk üç çeyreğindeki sanayi insanının ve teknolojik insan karşımı insanın böyle bir teknoloji seçme olanağı yoktu, çünkü alternatif teknolojiler geliştirilmemişti. Dolayısıyla  200 yıla yakın bir süre insan kalkınma, ekonomik büyüme için enerji üretti ve tüketti ve bunları yaparken de çevreyi sorumsuzca kirletmekten sakınmadı.

 

Çevreyi korumaya yönelik teknolojiler, temiz çevre teknolojileri, kirlilik ve çevre bozulması gözlerden saklanamayacak, gerçek örtülemeyecek düzeye ulaştıktan sonra geliştirilmeye başlandığı için bugün küçümsenemeyecek bir çevre sorunuyla insanlık karşı karşıyadır. Bunun sorumlusu da bugünün gelişmiş endüstriyel ülkeleridir. Eğer global ısınma iddia olunduğu gibi, dünyadaki doğal bir dönüşümden öte sadece insan aktivitelerinin sonucu ise, elbette bunun sorumluluğu enerjinin bol ve ucuz olduğu süreçte daha az verimle ve daha yoğun olarak kullanmış bulunan bugünün gelişmiş ülkeleridir. Bugün dünyada bir paradoks; gelişmiş ülkelerin, gelişme sürecindeki ülkelere enerji kullanımında kaynak, verimlilik, emisyonlar konusunda sınırlar getirmek için çaba göstermeleridir. Böylece çevre korkusu ya da çevre kamçısıyla az gelişmiş, gelişme sürecindeki ülkelerin ekonomik büyümeleri çevre adına kontrol altına alınmak istenmekte, hatta belli ölçüde de alınabilmektedir.

 

Çevre teknolojilerinin dünyadaki gelişme sürecine bakıldığında, 1970’lerde geliştirilen ilk teknolojiler kirlilik kontrolü amaçlıdır. Sonradan ortaya çıkan kirliliği kontrol etme yerine, kirliliği kaynağında önleme ilkesi benimsenmiş, 1980’ledren başlayarak, çevre yönetimi anlayışıyla üretim sürecinin her aşamasında ve özellikle enerjide verimlilikleri artıracak (ekserjitik verimlilik) tasarımlar ve süreçler üzerinde durulmaya başlanmıştır.1990’lara gelindiğinde artık endüstriyel ekoloji görüşleri ortaya çıkmıştı.  Böylece üretim süreçlerinde  enerji akışına atıkların değerlendirilmesi de ekleniyordu. Atıklar her zaman materyaller şeklinde olmayıp, örneğin atık ısının değerlendirilmesi şeklinde de ortaya çıkmıştır. Termik santrallerin kondensörlerinden salınan atık ısısını sanayi proseslerinden de veya kent ısıtmasında kullanmak gibi. 1990’lı yıllar tamamlanırken, dünya sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir çevre ve enerji kavramlarıyla tanışmış oluyordu.

 

Kyoto Protokolü Öncesi İklim Değişikliğine Karşı Adımlar: Çevre sorununa karşı uluslararası ilk adım, BM tarafından 1972 yılında Stockholm’de düzenlenen “Dünya İnsan Çevresi Konferansı” olmuştur. Bu konferansla birlikte çevreye ilişkin çalışmalar hız kazanmış ve yeni gelişmeler kaydedilir olmuştur. Yine bu konferansla birlikte merkezi Nairobi’de (Kenya) olan Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) örgütü de oluşturulmuştur. 1988 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) ve Dünya Meteoroloji Organizasyonu (WMO), karar vericileri (siyasileri) içerecek şekilde Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (Intergovermental Panel on Climate Change – IPCC)) adı altında ve sekreteryası İsviçre Cenevre’de bulunan bir organizasyona gittiler. Bugün için IPCC, UNEP’in Bilimsel Danışma Grupları içinde yer almaktadır. IPCC, araştırmacı bir grup değildir. Sadece hükümetlerin gönderdiği temsilcilerin sunduğu raporları değerlendirmektedir. 2001 yılında IPCC raporu hazırlanırken ABD hükümetinin 435 müdahale de bulunmuş olması, bu raporların siyasi görüşlere ne kadar açık olduğunu göstermektedir. IPCC her yıl iklim değişikliği ile ilgili konularda raporlar hazırlamaktadır, ama 1990’dan 2007’ye kadar global iklim değişikliği için hazırladığı genel rapor, iklim değişikliğine ilişkin şu anki son ve en önemli raporu olarak değerlendirilmektedir. Her yıl çok sayıda toplantı ve eğitim programları da düzenlemektedir.

 

Yine bu kapsamda Avrupa Birliği (AB) bünyesinde de dikkate değer çalışmalar yapıldı ve ilk önce 1973-77 dönemini kapsayan “Birinci Beş Yıllık Çevre Eylem Programı” hazırlanıp uygulamaya konuldu. Bu programlar periyodik olarak sürdürüldü. Son olarak 2001-2010 yılları arasındaki dönem için hazırlanmış “Altıncı Çevre Eylem Programı” uygulaması tamamlandı. Bu son programda iklim değişikliğinin yanısıra, enerji açısından önemli olan doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı ile doğa ve biyolojik çeşitlilik, çevre ve sağlık gibi diğer çevre sorunlarına da ağırlık verilmişti. Şimdi yedinci program gündemde bulunuyor.

 

1973 yılında başlayan çevre çalışmaları ve çevre bilinçlenmesi süreciyle 1988’den sonra 1992’de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (United Nations Framework Convention on Climate Change) ortaya çıktı. Böylece gelişen süreç 1997’de oluşturulan Kyoto Protokolü’ne doğru geliştirilirken, bir yandan da dünya kamuoyu global ısınma konusunda oluşturulmaya başlandı. Bunun için güdümlü bilimsel çalışmalar da desteklenerek geliştirildi. Ortaya çıkan sonuç dünyayı tehdit eden en önemli çevre sorununun global ısınma ve bunun  suçlusunun da CO2 (karbondioksit) olduğu idi. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne bağlı olarak 1995’de Berlin’de gerçekleştirilen Birinci Taraflar Konferansı’nda, 2000 yılından sonraki belirli zaman dilimleri içinde sera gazı da denilen CO2 salımının azaltımı ve sınırlandırılması amacıyla başlatılan süreç  1997 yılında Kyoto’da yapılan Üçüncü Taraflar Konferansı’nda Kyoto Protokolü’nün oluşturulmasına neden oldu.

 

Kyoto Protokolü Süreci: Kyoto Protokolü, imzalayan ülkeler tarafından başta CO2 olmak üzere CH4 (metan), N2O (azot-dioksit), HFC (kloroflorokarbonlar) türü gaz salımlarının 2012 yılında 1990 yılı seviyesine indirilmesini, bu sağlanamazsa yaptırımları öngörüyordu. Protokol 16 Mart 1998’de New York’ta imzaya açıldı, ancak 2005 yılında yürürlüğe girebildi. Çünkü, protokolün yürürlüğe girebilmesi için, onaylayan ülkelerin 1990'daki emisyonlarının yeryüzündeki toplam emisyonun %55'i kadar olması gerekmekteydi Bu orana ancak 8. yılın sonunda ve 2004 yılında Rusya’nın imzalamasıyla ulaşılabilmiştir. Bugün için Kyoto Protokolü’nü onaylamış 191 ülke vardır. Türkiye 184. ülke olarak 2009 yılında onaylamıştır. Dünya CO2 salımının yüzde 20’si yapan ABD başlangıçta protokole katılmakla birlikte, sonra çekilmiştir. Çin ve Hindistan Protokolü 2002 yılında imzalamışlardır, ama salımı azaltma yükümlülükleri yoktur. Bugün için Afganistan, Vatikan, Güney Sudan ve Tayvan Kyoto Protokolü karşısında konumunu belirlememiş olan ülkelerdir.

 

Bu  protokolde ülkeler ikiye ayrılmıştır. Gelişmiş ülkeler (Ek-1 listesi) ve gelişmekte olan ülkeler (Ek-1 listesinde yer almayan ülkeler). Ek-1 listesinde OECD üyeleri yer almakta olup, Ek-1 listesinin bir alt kümesi olarak Ek-2 listesi oluşturulmuştur ki, bu listedeki ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin ilgili çevre proje masraflarını ödemekle yükümlü kılınmışlardır. Ek-1 listesinde yer almayan ülkelerin ise sera gazı sorumlulukları yoktur, ancak her yıl sera gazı envanteri raporu vermek zorundadırlar. Emisyon azaltma hedefi belirlemiş olan Ek-1 ve/veya Ek-2 listesindeki ülkeler de Ek-B listesinde toplanmıştır. Kyoto Protokolündeki hedeflerine uymayan herhangi bir Ek-1 ülkesi, bir sonraki dönem azaltma hedeflerinin  %30 aşağıya çekmekle cezalandırılacaktır. 2008 ile 2012 arasında, Ek-1 ülkeleri sera gazı salımlarını 1990 yılı seviyesinden ortalama %5 aşağıya çekmek zorunda bırakılmıştır. Bazı ülkeler için farklı oranlar da söz konusudur.

 

Kyoto Protokolü ile Ek-1 ülkelerinin sera gazı salımı hedeflerine ulaşmak için başka ülkelerden salım azaltımı satın alabilmeleri esnekliğini tanınmıştır. Bu çeşitli borsalardan (AB Salım Ticaret Borsası gibi) veya Ek-1'de yer almayan ülkelerin salımlarını azaltan Temiz Kalkınma Mekanizmaları (CDM) projeleri ile veya diğer Ek-1 ülkelerinden satın alınabilir. Bunun içinde bir yönetim ve Temiz Enerji Sertifikası (Karbon Sertifikası) düzeni getirilmiştir.

 

Ayrıca Temiz Kalkınma Mekanizmaları (CDM) düzenlemesiyle, daha az karbon salımına dayalı yatırımları teşvik eden bir fon da oluşturulmuştur. Tüm Ek-1 ülkeleri Kyoto Protokolü içinde sera gazı salım değerlerini gözetim altında tutmak için ulusal ofisler kurmuşlardır. Japonya, Kanada, İtalya, Hollanda, Almanya ve daha bir çok ülke karbon kredisi için bütçeden pay ayırmaktadırlar. Bu ülkeler kendi büyük enerji, petrol, doğalgaz holdingleri ile birlikte çalışarak mümkün olan en fazla sayıda “Karbon Kredisi”ni en ucuza almaya çalışmaktadırlar. Ek-1’de yer almayan ülkeler de  Temiz Kalkınma Mekanizmaları (CDM) projeleri ile elde ettikleri Karbon Kredileri’ni en pahalı şekilde satmaya çalışmaktadırlar.

 

Özellikle 2000 sonrasında iklim değişikliği konusundaki çalışmalar giderek bilimsellikten uzaklaşıp siyasi karakter kazanırken, son 4-5 yıldır global ısınmanın nedeni konusunda bilim adamları fosil yakıt kökenli CO2 salımı senaryosundan veya teorisinden yana olanlar, bu teoriyi gerçekçi bulmayıp karşı çıkanlar ve nedenini doğal çevrimlerde arayanlar şeklinde iki temel gruba ayrıldılar. Ancak, bu bilimsel gelişme dünya kamuoyuna halen yeterince yansıtılmamakta, CO2 salımı teorisi siyasi destekle de basın ve medya tarafından dünya kamuoyuna halen pompalanmaktadır. Bu arada global ısınmanın sorumlusu gösterilen CO2 gazı emisyonunun bir ticari meta haline dönüştürülmüş olması, çevre ve enerjiyle bağlantılı biçimde karbon borsası oluşturulmuş bulunması, enerji ve çevre konusunu bilimsellikten uzaklaştırırken siyasal boyutuna ağırlık kazandırmaktadır. Çünkü, uluslararası ticaretin olduğu her yerde mutlaka bir siyaset vardır. Şu anda Avrupa Birliği ve OEC piyasalarında salım CO2’nin sertifika fiyatı ton başına 20-25 dolar düzeyindedir açıklanmakla birlikte, şu an karbon borsasında  bu yıl sonu itibariyle 10 dolarlara düşmesi de beklenmektedir.

 

Türkiye başlangıçta Ek-2 listesine yerleştirilmişti. İtiraz üzerine 2001 yılında Ek-1 listesine alındı, ama sözleşmeyi imzalamamak için Ek-1 listesinden de çıkma isteği OECD üyesi olduğu için kabul edilmedi. Türkiye 2009 yılında çıkarılan 5836 sayılı “Birleşmiş Milletler İklim değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Kyoto Protokolüne Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” uyarınca Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararla protokolü 2012 yıl sonuna kadar bir yükümlülük üstlenmemek üzere imzalamıştır. Burada altını çizmekte fayda var; Türkiye, emisyon azaltım hedefi belirlememiştir ve Ek-B listesine bu nedenle dahil olmadığı için de 2012 yılı sonuna kadar emisyon azaltımı açısından herhangi bir yükümlülüğü yoktur. Ancak, genel yükümlülük açısından Ek-1 listesinde olmak zaten yeterlidir.

 

Post-Kyoto Süreci ve Kopenhag Zirvesi: Kyoto Protokolü yenilenmediği taktirde 2012 sonunda ömrünü tamamlayacak bir anlaşmadır. Türkiye’nin Protokolü onaylamasının temel nedeni olarak, 2012 sonrası için yapılacak olan iklim değişikliği rejiminin oluşturulması müzakerelerinde aktif olarak rol alma amacı gösterilmiştir. Tabii, bu aynı zamanda AB üyeliği için gerekli bir önkoşul olarak da öne sürülmüştür. Ancak bu dönemde, sera gazı emisyonlarının Kyoto Protokolü’nde belirlenen seviyelerden daha aşağı çekme tartışmalarının ve çetin müzakerelerin ülkeler arasında yapılmaya başlanmış olması da ilginçtir.

 

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında yapılan taraflar toplantılarından (konferans-COP) 15.si, COP 15, 2009’da Danimarka Kopenhag’da yapıldı ve amacı Kyoto sonrası stratejinin çizilmesiydi. Avrupa Komisyonu’nun Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu’na sunduğu Post-Kyoto Kopenhag Stratejisi’nde, IPCC 4. Değerlendirme Raporu esas alınarak, gelişmiş ülkeler sera gazı emisyonlarının 2020 yılına kadar 1990 düzeyinin %25 ilâ 40 altına indirmeleri gündeme getirilmekteydi. Gelişme sürecinde ilerlemiş ülkelerin de emisyon artışlarını yavaşlatmaları, bu bağlamda, hiçbir önlemin alınmadığı koşulda  çıkacağı (business as usual, BAU-her zamanki iş) düzeyindeki emisyon miktarının  %15 ilâ %30’u kadar azaltmaları istenmekteydi. Bu önlemler “Kirleten öder” ilkesiyle çevreyi en çok kirletecek biçimde enerjiyi kullanan ülkeler işletmeler için ciddi yükler ortaya çıkacaktı. Tabii bu arada 2012 sonrası için teknolojisini hazırlamış işletmeler emisyon artışlarını kontrol edebildikleri ölçüde karbon piyasasında satıcı olarak gelir elde edebileceklerdi.

 

Kopenhag Zirvesinde Çatışan Politikalar: Ancak, Kopenhag Zirvesi hiçbir kesin sonuca ulaşmadan dağıldı ve küresel bir fiyasko yaşandı. Bazı ülkelerin çok sert eleştirilerine sahne olan Kopenhag Zirvesi’nde 120 ülkenin devlet veya hükümet başkanlarının katılımıyla kesin sonuca gidileceği söyleniyordu, ama mutabakat sağlanması temelde olanaksız idi. Burada ülkeler arasında çatışmalar yaşandı.

 

Küresel çevre siyasetin en belirgin dinamiklerinden biri olan ve Kuzey-Güney ayrılığı diye de adlandırılan gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler ilişkisi daima çatışmalıdır. Bu çatışan, ekonomik büyüme ve çevre sorunlarından öte siyasi ağırlıkla da ilişkilidir. Gelişmekte olan ülkeler kürsel çevre siyasetini sadece  çevre sorunları ile soyutlanmış biçimde değil de, küresel siyasi kararların eşgüdümü ve daha adil bir uluslararası düzen arayışı içinde ele almak ve gelişmiş ülkelerden tarihi sorumlulukları nedeniyle salımların azaltılmasını  istemektedirler. Gelişmiş ülkeler ise Kopenhag’da gelişmekte olan ülkelere sorumluluk yüklemeyen Kyoto Protokolü’nden vazgeçmek ve onlara da sorumluluk yükleyen yeni bir anlaşma yapma arayışındaydılar. İklim sorununun geleneksel tarafı ve atmosferdeki sera gazı birikiminde tarihi sorumluluğu olan ABD ve AB ülkeleri, bundan sonrası için sorumluluğu gelişmekte olan ülkelere yüklemek istiyorlar.

 

Küresel işbirliğinin önüne ulusal egemenlik anlayışı da bir engel olarak çıkmaktadır. Nitekim, Kopenhag müzakerelerinde Çin, yükümlendiği karbon salımı azaltımında uluslararası denetimi reddederek, ABD ile birlikte müzakerelerin kilitlenmesine yol açmıştır.  İklim değişikliği ve çevre sorunu sınır tanımayan bir sorun olsa da, Çin bunu ulusal egemenlik anlayışıyla yapmıştır. Öte yandan, iklim değişikliğiyle mücadeleyi güçleştiren ve bu konuda global işbirliğini zayıflatan bir diğer engel de, dünyada çok taraflılığın giderek önemini yitirmesidir, bu Birleşmiş Milletler sürecinin bertaraf edilmesine yol açacak bir gelişmedir. 2002 yılında  Johannesburg toplantısında başlayan çok taraflılığın önemini yitirme süreci, Kopenhag Zirvesi’nde açıkça ortaya çıkmıştır. Zirve sonucunda ortaya çıkan sözde mutabakat da, resmi müzakerelerin dışında hazırlanmış bir metin olduğu için çok taraflılığı ciddi biçimde zayıflatmıştır. Bu pek tabii ki Birleşmiş Milletler sistemini de zedelemiş ve uygun müzakere zeminin Birleşmiş Milletler olmadığı fikrini güçlendirmiştir. Bunun yerime büyük ekonomiler forumu veya G20 gibi benzer düşünen ülke grupları platformu oluşturulması fikri güçlenmektedir.

 

Dolayısıyla, Kopenhag Zirvesi’nden de bağlayıcı karar değil, aslında belirsizlik çıktı. Büyük umutlar bağlanan, daha doğrusu umutlar pompalan Kopenhag Zirvesi, global ısınma kisvesi altında yürütülen iklim ticareti için bir hezimet oldu. CO2 sertifikası (Yeşil Sertifika) ile emisyon ticaret mekanizması kuran hatta bunun için borsa oluşturan, yenilenebilir enerji teknolojilerine pazar sağlayan Kyoto mekanizması için Avrupa ülkeleri daha iyi olanaklar yaratılacağı beklentisi içindeydiler. Başkan Obama öncesi dönemde Kyoto’ya taraf olmaya yanaşmayan Amerika’nın Obama’nın seçim vaatlerine uygun olarak bu mekanizma içinde yer alması bekleniyordu. Oysa, müzakereler sonuçsuz kalınca, Amerika ve Çin’in Avrupa ülkelerini dışlayarak  hazırladıkları metin, 2050 yılında sera gazı emisyonlarının 1990 düzeyinin yarısına indirmeyi öngörüyorsa ise de, her ülke önlemlerini ve kısıtlarını kendi belirleyeceği için ortaya Kyoto Protokolü gibi bağlayıcı bir anlaşma ortaya  çıkmadığından, belirsiz serbest sürece girilmiş oldu.

 

Kopenhag Konferansı’ndan beklenen kapsamlı anlaşma yerine ikibuçuk sayfalık bir mutabakat metninin çıkması, global karbon piyasalarını da olumsuz etkiledi ve karbon fiyatları düşüşe geçti. Özellikle uzun vadeli karbon salımı azaltım hedeflerinin büyük bölümünü karbon piyasaları üzerine kuran İngiltere gibi ülkeler bu sonuçtan memnuniyetsizliklerini yüksek sesle dile getirdiler. Bu sırada küresel ekonomik krize rağmen 2009 yılında karbon ticaret pazarının büyümesini sürdürdüğü açıklanmıştı. Point Carbon kuruluşunun raporuna göre global karbon piyasası 2007’deki 58 milyar dolardan, 2008’de 133 milyar dolara ve 2009’da 136 milyar dolara ulaştığı belirtilmektedir.

 

Kopenhag Konferansı, ABD’nin tek başına global önderliğini artık yetmediğini, Çin’in küresel konularda etkin bir rol almaya başladığını göstermesi bakımından da önemlidir. Bugün ABD’den sonra ikinci büyük sera gazı salımcısı olan Çin ise sınırlamaların miktar ve denetlenmesi konularında ABD ile ters düşüyor. Türkiye’nin de çıkarları açısından aralarında sayılabileceği Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkeler ekonomik büyümelerini sıkıntıya sokacak sınırlamalar konusunda Çin’e daha yakın duruyorlar. Onlar da Çin ve yoksul ülkelerle birlikte sera gazı salımlarının ABD ve AB’den daha düşük düzeyde tutulmak istenmesinin büyük bir adaletsizlik olduğunu savunuyorlar. Amerika’da küresel ısınma tedbirleri konusunda  iddialı vaatlerle iş başına gelmiş olan Obama Başkanlığındaki Demokratlar iktidarı, kendilerinden beklenen önderliği Kopenhag’da gösteremeyince Başkan Obama, büyük başarısızlığın dünya uzmanları üzerinde yarattığı hayal kırıklığını, “ABD olarak durduğumuz yeri koruduk, ancak genel hayal kırıklığı doğrudur” sözleriyle kabul etmek zorunda kaldı.

 

Kopenhag Sonrası Gelişmeler: Kopenhag’dan sonra Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 16. Taraflar  Toplantısı (COP-16), Aralık 2010’da Meksika Cancun’da yapıldı. COP-16, aynı anda altı resmi paralel süreçte yürütülen müzakerelere sahne oldu. Zirvede göze çarpan en önemli nokta, COP-15’te gerçekleştirilen müzakerelere katılım sağlayan müzakere heyetlerinin yapısı ve de müzakerelere katılım sağlayan gözlemci kuruluş temsilcileri ile karşılaştırıldığında heyecanın daha sönük ve beklentinin bir önceki yıla göre daha düşük olmasıydı.

 

Bu Zirve’den beklenti, 28 Kasım-9 Aralık 2011 Güney Afrika Durban’da yapılacak olan iklim zirvesinde (COP-17) hukuki bağlayıcılığı olan bir resmi anlaşma metninin ortaya konması amacıyla ilgili taslağı sonlandırma arzusuydu. 2012 sonrası iklim rejiminin şekillenmesi için COP-13’de başlatılan resmi sürecin ara adresi olarak belirtilen bu zirvenin sonucunda sadece belirli bazı başlıklar altında karar metinleri ortaya kondu. Ancak, Japonya’nın, Kyoto Protokolü’nün ikinci bir yükümlülük dönemi ile devamına Kanada ve Rusya’nın da desteği ile karşı çıkması, yaklaşık 20 yıldır ortaya koyulan çabanın sonunun mu geldiği sorusunu gündeme getirdi.

 

Cancun Zirvesi’nin en önemli çıktılarından biri Yeşil İklim Fonu oldu. Fakir ülkeleri desteklemek amacıyla geliştirilen fon, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden eşit sayıda temsilcinin bulunduğu 24 üyeden oluşacak bir kurul tarafından yönetilecek. Bu yeni oluşum ilk üç yıl boyunca Dünya Bankası tarafından denetlenecek. Bu fonun sürekliliğini sağlamak amacıyla gerekli fonun nasıl yaratılacağı tartışmaları ile beraber bazı ülkeler uçak ve deniz ulaşımında kullanılan yakıta vergilendirme önerisi getirdiler, ama buna rağmen herhangi bir karara bağlanamadı. İklim değişikliği ile mücadele için atılan azaltım ve uyum için adımlarda teknoloji transferi ve teknoloji ihtiyacını karşılamak üzere “Teknoloji Yürütme Komitesi” ile “İklim Teknoloji Merkezi ve Ağı” kurulması kararı alındı.

 

İklim Değişikliği ve Enerji Tüketimi Üzerinde Çatışan Bilimsel Görüşler: Burada öncelikle enerji tüketimi ve ardından CO2 salımının neden olduğu ısınmanın analitik irdelemesi tanıtılacak, sonra da bunun eleştirisine yer verilecektir.

 

20. yüzyılda dünya enerji tüketimi 8 kat artış gösterdi. 2000-2010 dön3wmine ise dünya enerji tüketimindeki artış %12.8 düzeyini buldu. Dünya kapalı bir sistem şeklinde ele alındığı taktirde, doğal enerji çevrimlerinin yanısıra, insan eliyle yapılan her enerji değişimi, dönüşümü, çevrimi entropiyi artırdı, kullanılabilir enerjiyi azalttı, kullanılamaz enerji çoğaldı. Evren penceresinden baksak da söyleyeceklerimiz, alt sistemler arası enerji alış verişinin dışında ayni. Dünyada entropi artışının yanısıra bir başka artış global dünya sıcaklığında oldu.

 

Teorik Dünya Sıcaklığı: Kısa dalgalı ve uzun dalgalı radyasyon akımları, kondüksiyon ve konveksiyon ısı transferleri ile dünya yüzeyi, troposfer, strotosfer, atmosfer ve atmosferin dış yüzü enerji balansı kapsamında ele alındığında, denge koşulu için dünyanın birim yüzeyinden yayılması gereken radyasyon 343 W/m2 bulunmaktadır. Stefan - Boltzmann bağıntısına göre, dünya yüzeyinin  ortalama sıcaklığı;

 

 

hesaplanmaktadır. Böylece, basit bir hesaplama dünya yüzeyinin sıcaklığının +6 oC dolaylarında olacağını göstermektedir. Üst atmosfer için yapılan benzer hesaplama -22 oC dolaylarında, yani 28 oC daha soğuk bulunmaktadır. Atmosfer ısıl perde görevi yapmaktadır. Dünyanın ortalama yüzey sıcaklığı gerçekte 15 oC dolaylarındadır. Dünyada tüketilen enerjiye bağlı olarak yüzey sıcaklığı artmaktadır.

 

Enerji Tüketiminin Neden Olduğu Global Sıcaklık Artışı: Global ısıl kirlenme artan enerji tüketimine bağlı olup, insanlık aktiviteleri ile eklenen ısı (J / s.m2) olduğuna göre 343 = σ T4 eşitliği aşağıdaki biçimi alır:

343 + σ T4H

Bu eşitlikle bulunacak TH sıcaklığı, eklenen   enerjisi nedeni ile yukarıda hesaplanan T’den daha büyük çıkacaktır. Sıcaklık artışı   ΔTH = (TH - T) ise;

 

 

 

Örneğin 2010 yılında dünyada 12002.4 MTEP enerji tüketilmiştir ki, 528.7 EJ enerjiye karşılık olup, bunu dünyanın yüzey alanı (4 Π r2 = 5.10 x 1014 m2) ve yıldaki saniye sayısına (3.15 x 107 s) bölerek,   = 32.91 x 10-3 J / m2.s bulunmaktadır. Bu nedenle 2010 yılı için;

    ΔTH = 0.20 x 32.91 x 10-3 = 6.58 x 10-3 = 0.00658 derece

olarak saptanmaktadır. Oysa, ayni değer 1970 yılı için 0.002 derece ve 1995 yılı için o.00452 derece  idi. Her yıl eklenen artışlar kümülatif olarak toplanmaktadır. 2050 yılı için beklenen dünya enerji tüketimi 625 EJ ile 1116 EJ arasındadır. 2100 yılında ise 938 EJ ile 2010 EJ arasındaki bir değere sıçrayacağına ilişkin senaryolar vardır. Böylece yıllık artış 2050 yılında 0.01 derece ve 2100 yılında da 0.02 derece düzeylerine çıkabilecektir.

 

Karbondioksit ve Global Isınma: Yanma ürünü CO2 in atmosferdeki konsantrasyonunun 1850’lerdeki 275 ppm (kestirim) düzeyinden 2005 yılında 370 ppm düzeyine çıkmasının dünya global sıcaklığı üzerindeki etkisi de matematiksel formülasyona dayalı modellerle gösterilebilir. Bu na göre dünyayı bir örtü gibi kaplayan CO2 kısa dalgalı güneş radyasyonunun atmosfere girmesine izin verirken, dünya yüzeyinin soğumak için dışarı atması gereken uzun dalgalı radyasyonun atmosfer dışına çıkmasını engellemekte, uzun dalgalı radyasyon atmosfer içinde çeşitli yansımalarla yol katederken absorbe edilip (soğurulup) dünya global sıcaklığı artırmaktadır. Böylece doğada kurulmuş çok duyarlı ısıl denge, bazı parametrelerin değişmesi ile bozulabilmektedir. Dünyanın ısı sığasını (kapasitesini) yokumsayan ve yüzeyden 3 km uzaklıkta efektif CO2 bulut örtüsü ile çevrelendiğini, bu örtünün içinde efektif atmosferin, dışında efektif uzayın bulunduğu varsayan bir modele göre dünya ortalama sıcaklığı;

Te = [ A / (εe σ B) ]1/4  (K)

 

olmaktadır. Bu eşitlikte εe dünyanın emissivitesi (0.75), σ Stefan - Boltzmann sabiti (5.67 x 10-8 W/m2 . K), A (W / m2)  ve B (boyutsuz)  büyüklükler olup, A ve radyasyonun atmosferde katettiği yola bağlı olarak çok kapsamlı ve ayrıntılı bir yığın formül setiyle hesaplanabilmektedir.

 

Dünya Sıcaklığındaki Artış: 1990’ların ikinci yarısında, çok duyarlı ve kararlı bir dengede bulunması gereken dünya ortalama sıcaklığının yukarıda açıklanan her iki etki altında normale göre 0.7 derecelik (bu değer fark yani Δt olduğu için biriminin K veya C olması fark oluşturmuyor) bir artış gösterdiğinin saptandığı söyleniyordu. İlk bakışta küçük gibi görünen bu artışın  olası sonuçlarının, ne yazık ki küçük olmayıp, dünya iklimini alt üst edebilecek bir gücü gösterdiği uyarısı yapılıyordu. Çünkü her bir derecelik artışın kuzey ve güney yarım kürede iklim kuşaklarına 160 km’lik yer değiştirilebileceği söyleniyor, global ısınmadan Antartika’da çatlayan eriyen buz dağlarının resimleri gösteriliyordu.

 

Gelecekte günümüz yaşam ve kültür alanlarının su altında kalabileceği uyarısı yapılıyordu. Söylenen 0.7 derecelik artışın 2025 yılında 1.25 dereceye, 2050 yılında 2.2 dereceye , 2075 yılında 3.5 dereceye ve 2100 yılında 5.4 dereceye yükselmesi olasılığı üzerinde duruluyordu. Tabii ki böyle bir gelişme bugün yaşadığımız dünya alanlarını, yarın yaşanamaz duruma getirecekti. İnsanlık enerjiden vazgeçemez ve kullanmak zorunda olduğuna göre, yapılması gereken kullanılan enerji kaynaklarını değiştirmek oluyordu. Bu olumsuz gidişin frenlenebilmesinin, ekserjitik verimlerin yükseltilmesi, düşük entropi artışlı çevrimlerin gerçekleştirilmesi, temiz enerji kaynaklarının (birincil kaynaklar olarak yeni ve yenilenebilir enerjiler, nükleer enerji, enerji taşıyıcısı olarak elektrik ve hidrojen yakıtı) kullanılması ile olanaklı olduğu savunagelinmiştir. Ancak, global sıcaklık artışının tamamen durdurulması olanaklı olmasa da artış sürecinin yavaşlatılması hedefleniyordu.

 

Bu söylenenlerde varsayımlar ile bilimsel gerçekler bir arada ele alınmış, olası (muhtemel) senaryolar üretilmişti, ama bu demek değildi ki, bu senaryolar mutlaka gerçekleşecek. Bugün dünya global sıcaklığının ne kadar arttığı bile tartışmalı hale gelmiştir. Küresel ortalama yüzey sıcaklığının, 20. yüzyılın başından günümüze değin yaklaşık olarak 0.8 derece arttığı söyleniyor. Küresel olarak, 1990’lı yıllar 1860 yılından sonraki aletli gözlem kayıtlarındaki en sıcak on yıl olarak yer alırken; 2002 ve 2003 yıllarının da anormal artış gösteren yıllar olduğu söyleniyor.

 

Kopenhag Zirvesi’nde müzakere edilerek sonuca bağlanması istenen iki önemli konudan biri global ısınmaya, dünya ortalama sıcaklık artışına konulacak sınır ve ikincisi de bunu hafifletmek ve teknolojik  uyum  için gerekli finansman kaynağının nasıl sağlanacağı idi. İklim değişikliğine neden olan sıcaklık artışını sanayi öncesi döneme göre 2 dereceyle sınırlandırmak, işte bu amaçla 2050 yılı itibariyle sera gazı emisyonunun 1990 seviyesinin yarısına indirilmesi üzerinde duruluyordu.

 

IPCC Tezleriyle Küresel Isınmaya ve İklim Değişikliğine Karşı Görüşler: Öncelikle belirtmek gerekir ki, yukarıda ısınmaya ilişkin yapılan analitik irdelemeler varsayımlara dayalı modellemelerdir. Küresel ısınma konusunda gerçekle çelişen savlar üç ayrı bölümde incelenebilir; bilimsel, politik ve ekonomik gerçek dışılıklar. Burada bazı gerçek dışılıklar örneklenecektir.

 

Sıcaklık artışına ilişkin ölçümler yapılmaktadır. Ancak, geçen yıl ortaya çıkan bir skandal, “climate gate” iklim kapısı skandalı dünya basınına ve medyasına yansıdı. British Climate Institute Climatic Research Unit Başkanı Prof. Ph.D. Phil Jones’un bilgisayarına sızan korsanlar, özel e-maillerini elde edince, 2001 yılından beri ölçümlerin ısınma göstermemesine karşın, verilerin çarpıtılarak  araştırma fonlarından para alabilmek için “global ısınma var” yayını yapıldığı ortaya çıktı ve bu skandal hemen örtüldü.

 

Bilimsel gerçek dışılık insan yapımı sera gazları da, küresel düzeydeki ısınmaya katkıda bulunacak ajanlar olsa da katkıları hangi düzeydedir sorusunun yanıtında yatmaktadır. İnsan yapımı sera gazlarının yeri binde birler düzeyindedir. Nitekim, atmosferdeki karbondioksit miktarı % 0.038, yani on binde 4 kadardır ve sera gazları içindeki oranı ise %3 dolayındadır ve 1750-2000 yılları arası için iddia edilen atmosferik karbondioksit artış miktarı sadece 90 ppm'dir ve bu artış yüzde olarak 250 yılda sadece %30'dur. Yani toplam sera gazları içinde son 250 yıldaki CO2 artışının etkisi % 0.9'dur. Endüstrileşme sonucu oluşan insan kaynaklı CO2 artışının bu toplam artışın yüzde kaçını temsil ettiği belirsiz, ancak en fazla binde birler düzeyinde olduğu kesin. Zira insan dışı canlıların emisyonları, okyanus emisyonları ve volkan emisyonları hesaplanabilecek emisyonlar olmamakla birlikte, önemli bir rol oynadıkları bir gerçektir. Dünyadaki sera gazlarının %95’i ise su buharıdır. Ancak hesaplamalarda su buharının sera etkisi göz önüne alınmamakta, fosil yakıtların yanma ürünü CO2 ön plana çıkarılmaktadır.

 

1920-1940 arasında CO2  artışı, bugünkünün altıda biri kadar olduğu halde, küresel ısınma bugünküne eşittir. Buna karşı 1942 den 1967 ye kadar CO2 oranı 307 ppm den  345 ppm e yükselirken, bu 25 senede küresel sıcaklık  artmadığı gibi üstelik 0,16 derece düşmüştür. Amerika’da Bilim ve Çevre Projesi’nde başkanlık yapmış olan Prof. Fred Singer’in detaylı araştırmaları, şehirlerden uzakta yapılan ölçmelere göre, ABD ve Avrupa’da, 1940 dan bu güne kadar  ortalama bir sıcaklık artışının olmadığını göstermektedir, ama bu incelemeye dayalı bir makalesini Alman basının yayınlamayı kabul etmemsi de ilginçtir. Singer’in bu incelemesi, uydulardan yapılan ve 0,01 derecelik değişmeyi ölçebilen sonuçlarla aynıdır, onlar da son 60 senede troposferde (yerden 15 km yüksekliğe kadar hava tabakasında), CO2 artışına rağmen,  ortalama bir sıcaklık değişmesinin olmadığını göstermektedir. ABD Ulusal Bilimler Akademisinin (USNAS) 2000 senesindeki bir yayınında dünya atmosferinin ısınmadığını iddia edilmektedir.

 

Alman Meteoroloji kurumu’nun yayınladığına göre, Bavyera’daki Hohenpeißenberg meteoroloji istasyonunda, 1800’den 1880’e kadar 1.1 derece sıcaklık düşmesi ölçülmüştür ve 1880-1940 arasında sıcaklık tekrar 1 derece artmıştır, yani 1880-1940 yerine, 1800-1940 periyodu değerlendirilirse, dünyanın, büyük CO2 artışına rağmen,  0.1derece soğuduğu sonucu ortaya çıkar.Avusturya’da yapılan ölçmeler de sıcaklığın 19. yüzyılda 1 derece düştüğünü ve 20. yüzyılda 1 derece arttığını gösteriyor. Yani 2000 senesinde ölçülen sıcaklık ortalaması ile 1800 senesi ortalaması Avusturya’da aynıdır. IPCC ise, ölçmelerin olduğu en soğuk 1880 yılını başlangıç noktası seçerek, bir ısınmayı ispatlama çabasındadır.

 

Bilgisayar ile çözülen modellerde, bir takım parametreler, seçilen bir zaman dilimi içindeki ölçüleri doğrulayacak şekilde seçilmekte, yani, mevcut ölçüm sonuçlarına göre ayarlanmaktadır. Örneğin  CO2 artışı ile sıcaklık artışı ilişkisi kurulmak isteniyorsa parametreler, 1920-1940 veya 1975-2000  senelerinin ölçümlerini verecek şekilde ayarlanmakta, ama bu hesaplar hiçbir zaman 1942-1967 arasındaki 25 senede CO2 artarken sıcaklığın düşmesini açıklayamamaktadır ve sonuç olarak gelecek için gerçeğin çok üzerinde sıcaklık artışları verirler. Hele parametreler örneğin 1942-1967 arası ölçmelere göre ayarlanırsa, CO2 artışının sıcaklık düşmesine neden olduğu sonucu bile elde edilir.

 

Bilimsel  mantık olarak, iki farklı olgu bazen aynı, bazen da ters yönde gelişmeler gösteriyorlarsa, o zaman bunların birbirinin sebep veya sonucu oldukları iddia edilemez; ya üçüncü ve dominant bir etken aranır veya, bu iki olgunun gelişmelerinin birbirlerine bağımlı olmayan farklı nedenlerden kaynaklandığı söylenir.

 

ABD’nin saygın bilim adamlarından sayılan Pittsburgh’daki Uzay Araştırmaları ve Koordinasyon Merkezi uzmanlarından atmosferik fizikçi James A. Peden, Kuzey Buz Denizi seviyesinin 1979’daki düzeyini koruduğuna dikkat çekiyor. Her yıl milyonlarca kilometre kare buzul eriyor ve yeniden donuyor, yer değiştiriyor, ama genel bir anomali (kural dışılık) bulunmadığını da vurguluyor. Dolayısıyla, IPCC’nin buzulların erimesi ve deniz seviyesinin yükselmesi konusundaki tahminleri ile, gerçek ölçümler arasında çelişkiler vardır. Ancak, dünyanın hemen bütün limanlarındaki ölçümlere göre, ortalama deniz seviyesi senede 1 ile 2 mm arasında yükselmektedir (astrofizik ölçümlerine göre dünyanın çapı da senede 1 mm kadar büyümektedir). Bunun üzerindeki değişmeler, deniz dibindeki tektonik, hava basıncı ve yer çekimi  değişmelerine bağlıdır. Okyanuslardaki suların, ısınma sonucu genleşmesi de IPCC raporlarında yanlış modellendirilmektedir. Yüzeyde saptanan ısınma ve dolayısıyla genleşme, derin su tabakalarında görülmez; kaldı ki suyun genleşme katsayısı düşük ısılarda, sıfıra doğru gider. Denizlerde 1500 m derinliğin altında ısı çoğunlukla sıfırın altındadır ve, bu sular tuzlu oldukları için donmazlar ve kayda değer bir genleşme de göstermezler. Bu nedenlerle IPCC’nin verdiği deniz seviyesi yükselmesi tahminleri, kısa vadede bile, gerçeğin tahminen 3 katı üstündedir.

 

Buzullardan derinlemesine alınan örnekler, bir ağacın yaş halkaları gibi belli tabakalara ayrılmakta ve buz tabakaları arasında, organik ve anorganik tozların bulunduğu katlar görülmekte, organik tozların yaşı, Karbon-14 yöntemiyle saptanabilmektedir. Kutuplar dahil birçok buzulun incelenmesi sonucu, dünyanın, insanlardan önce de, birçok kere ısınıp soğuduğu ve buzulların da birçok kere eriyip yeniden oluştuğu kanıtlanmıştır. Dolayısıyla bu periyodik olayı, insanların ürettiği sera gazları ile açıklamak mümkün değildir.

 

Suyun donma sıcaklığı 0°C de, bir ton suda, 34 kg CO2 çözülmüş olarak bulunabilir. Gerek kutuplardaki buzullar ve sular ve gerek denizlerin derinliğindeki soğuk sularda gigatonlarca  CO2 erimiş olarak mevcuttur. Örneğin astronomik sebeplerle dünyadaki suların sıcaklığı 0°C den 5°C ye artsa, her ton su, atmosfere 7 kg CO2 aktarır. Dolayısıyla atmosferdeki ısınma ile CO2 oranı arasında ilişki kurarken bu fiziksel özelliği hesaba katmak gerekir. O zaman da sıcaklık CO2 yüzünden mi artıyor, yoksa tersine CO2 artan sıcaklık yüzünden mi fazlalaşıyor tartışması ortaya çıkar.

 

Bu arada küresel ısınmanın kuraklık getireceği de tartışmalı bir konu. Küresel ısınma dünyadaki tuzlu su miktarını azaltırken, tatlı su miktarını artırıcı bir sonuç yaratacaktır. Sulamada kullanılan, canlı yaşamında kullanılan su ise tatlı sudur. IPCC görüşlerine karşı bu tür örnekler çoğaltılabilir.

 

Küresel Isınma Doğal Değişimin Sonucu Olabilir Görünüyor: Kyoto’da konuşan bilim ve devlet adamlarının büyük çoğunluğu sanayiyi ve enerjiyi iklim değişikliğinden sorumlu tutarken, az sayıda astronomi, astrofizik ve iklim uzmanı da, iklim değişikliğinin, adı geçen nedenlerle ilgili olmayıp, sadece kozmik ve insan eliyle değiştirilemeyecek nedenlerden kaynaklandığını iddia etmişlerdir. 1800-2000 seneleri arasındaki zaman dilimi temel alınırsa, bir küresel ısınmanın gerçekliği henüz bilimsel ve çelişkisiz olarak ispatlanmamıştır. Sonuçları IPCC’ye sunulan bilgisayar modelleri yeterli değillerdir. Olayın çok önemli boyutlarını, astronomik ve kozmik etkenleri, fiziksel ve biyolojik döngüleri hesaba katmamaktadırlar. IPCC bildiri ve kararlarında sadece bilim değil, ulusal ve uluslararası politikalar büyük rol oynamaktadır

 

Güneş sistemimizin galaksi içindeki güncel yeri ve hareketi, uzun vadede çok önemli bir küresel ısınmanın ve bunun nedeni değil de sonucu olarak, CO2 artışının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Özellikle bu kozmik nedenli değişmelerin başında (yani şimdi) ve sonunda, depremler, volkanik patlamalar, tsunamiler, yerel kuraklık ve yerel sel felaketleri artabilecektir. Íklim değişiklikleri, birçok ayak uyduramayan bitki ve hayvan türünün yok olmasına veya Darwinist doğal seleksiyon içinde büyük değişmelere uğramasına neden olacaktır. Dünya’nın her yerindeki insanların yaşamı, bunlara bağlı olarak etkilenecek, yerel olumsuz şartlar insanları göç etmeye zorlayacak ve bunun sonucu olarak su ve toprak savaşları yaşanacaktır.

 

Gerçek Saptırılmamış Bilimde: Küresel düzeyde bir ısınmanın olup olmadığı belli bugün belli değil. Çünkü, böyle bir ispat için verilerin en azından binlerce yıllık olması lâzım. Eldeki veriler en fazla 50-100 yıllık ve çoğu global de değil. Projeksiyonlarla tahmini olarak elde edilen veriler, sanki ölçülmüş verilermiş gibi veriliyor. Oysa, bu verilerin güvenilirliği söz konusu değil. Yine global olmayan veriler. Dünya iklimi asla stabil değil ve hiç bir zaman da değildi. Bu değişkenliğin kökeni veya nedeni insanoğlu değil. Çünkü  insanoğlunun gücü, doğanın ve evrenin yanında ihmal edilecek düzeylerde kalmaktadır. Bilindiği veya bilimsel olarak kabul edildiği kadarıyla, dünyanın ısınma ve soğuma periyotları var. Ayrıca küresel toptan bir ısınma veya soğuma bugün söz konusu değil. Bir bölgede ısınma olurken, diğer bölgelerde soğuma oluyor. Küresel iklim büyük ölçüde güneşten gelen enerjiye bağlı

 

Bu konuda bilimsel araştırmaları, klasik politik çıkarlara göre yönlendirmek yerine, ileriye dönük  uzun vadeli politikaları, bilimsel sonuçlara göre yeniden belirlemek doğru olacağı görülmelidir. Gerçek saptırılmamış, siyasi ve ekonomik amaçlarla ekseninden çıkarılmamış bilimdedir ve kuşkusuz en gerçek yol gösterici burada da bilim olacaktır. Bilimsel gerçek dışılıkların arkasına sığınarak yapılan politik ve ekonomik gerçek dışılıklarla global aktörlerin rant sağladıkları da bir gerçektir. Yeni pazarlar ortaya çıkarılması, enerji fiyatları vurgunu, bu alanda rekabetin sınırlandırılıp yok edilmesi bu rantlara da aracılık etmektedir.

 

Bir Yalan Yıkılıyor: Siyaset siyasetçilere, tarih tarihçilere, bilim bilim adamlarına ait konulardır. Dolayısıyla iklim de iklim bilimcilerine, meteoroloji bilim adamlarına ve mühendislerine bırakılması gereken bir konudur. Ama öylemi ya?

 

2006’da ABD’nin Eski Başkan Yardımcılarından Al Gore (1993-2001) oyuncu olarak bir film çevirdi: Uygunsuz Gerçek (Inconvenient Truth). Afişinde, “Görebileceğiniz en ürkütücü film” ve Küresel uyarı” yazıyordu. Küresel ısınma problemini tüm yönleriyle ele alan filmde hayatı anlatılan adam, ABD’nin eski Başkan Yardımcısı Al Gore idi. 2000 seçimlerinde aldığı tarihi yenilgiden sonra hayatının akışını yeniden biçimlendiren Al Gore, politika dünyasından elini eteğini çekerek tüm hayatını dünyamızı kaçınılmaz felâketten kurtarmak için girişimler yapmaya adadı diye basında övgü alıyordu. Paramount Classics olarak arşivlenen film aslında küresel ısınma yalanıydı. 2000 yılındaki ABD Başkanlık Seçimleri'nde Demokratik Parti'yi Başkan Adayı olarak temsil etmiş, Oğul Bush karşısında yenilmişti. Seçimi kaybettikten sonra siyasetten zorunlu çekilen Al Gore sözde konferanslarla gerçekleri aramaya soyunmuştu, bir de film yapımcılığına tabii.

 

Seçimlerdeki yenilgisinden sonra, ekolojik konular üzerinde verdiği konferanslardaki görüşleri filmin senaryosunu oluşturuyordu. Amacı hiç kuşkusuz popüleritesini artırarak siyasi kariyerine güç katıp yeniden siyasette bir hamle yapmaktı. Nitekim İklim Değişikliğine karşı mücadelesinden Al Gore 12 Ekim 2007 tarihinde Norveç Nobel Komitesi tarafından 2007 Nobel Barış Ödülü'nü Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli ile paylaşmaya uygun görüldü. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon tarafından kutlanan Al Gore ödülünün tamamını ABD'deki İklim Koruma Birliği adlı bir örgüte bağışlayacağını açıklamıştı. Obama fırtınası Bush’tan sonra Gore için fırsat getirmedi, varsa bile sildi süpürdü. Peki Göre gerçekte çevreci miydi? Al Gore'un Tennessee'deki evinde ortalama bir Amerikan yurttaşının bir yılda kullandığı elektriği bir ayda kullandığı ortaya çıkıveriyordu!... Hem de kapalı havuz suyunu ısıtmak gibi lüks faaliyetler için.  Gore savunmasında “Yaşam tarzımı değiştirmem, başkaları değiştirsin. Çünkü ben karbon ayak izimi silmek için karbon kredisi alıyorum” diyordu. Bu davranış, iki yüzlülük değil de neydi?

 

İklim değişikliği olayında bilim saf dışı edilmiş siyaset o platformu kirletmişti. Ama siyaseti bu kirlilikten temizlemek isteyenler de yok değildi. İşte 2012 Ocak ayının başında 2012’de yapılacak Başkanlık Seçimleri için aday adayları yarışırken, Cumhuriyetçi Parti’nin muhafazakâr aday adayı Rick Santorum, küresel ısınmayı yalan olarak açıklıyor ve bu yalana karşı mücadele sözü veriyordu.

 

10 Ocak 2012 tarihli Türkiye gazetelerinde bir haber dikkat çekiyordu. Vatan Gazetesi’nde de yer alan haber şöyleydi:

 

“Dünya yeni buzul çağına 1500 yıl sonra girecek

 

Jeologlar ver çevre bilimi uzmanları dünyanın yeni buzul çağına 1500 yıl sonra gireceğini tahmin ediyor. Nature Geoscience dergisine gör, sanayiden atmosfere salınan karbondioksit kuramsal olarak bugün birdenbire kesilse bile sera etkisiyle iklim bozulmasına neden olan karbon dioksit  gelecek onlarca yıl atmosfer katmanlarında asılı kalacak. Birleşmiş Milletler’in Meteoroloji Dairesi’nin desteklediği araştırmada, en az beş buzul çağı geçirdiği bilinen dünya, en son 2,5 milyon yıl önce başlayan buzul çağını 10 bin yıl önce bitirdi(1). İklim araştırmacıları, mevcut durumda atmosferdeki karbondioksit miktarı aynı kalsa bile kutuplarda erimenin süreceğini bildiriyor. Cambridge ile Londra Üniversiteleri ve Norveç’in Bergen Üniversitesi iklim uzmanlarına göre atmosferdeki karbondioksit milyonda (ppm) 240 oranda kalırsa, yerküre 1500 yıl sonra “Altıncı Buzul Çağı”na girmiş olacak. Karbondioksit oranının milyonda 240’ın altına düşürülmesi isteniyor, ama petrol gibi fosil yakıtların tüketilmesiyle bu hedef şimdilik hemen hemen imkânsız görünüyor”.

 

Bu gazete haberinde dikkati çeken vurgu doğal olarak dünyanın yeni bir buzul çağına (altıncıya) gireceği, ama ppm 240 ilginç. Çünkü, 1850’lerdeki 275 ppm (kestirim) düzeyinden 2005 yılında 370 ppm’den bahsediliyor, enerji senaryoları 450 ppm sınırlamasına göre yapılıyor. Acaba kim kimi aldatıyor?

 

31 Ocak 2012 tarihinde Türkiye gazetelerinde dünyanın mini buzul çağına girdiği haberi vardı. İşte 31 Ocak 2012 tarihli Hürriyet gazetesinin “Gündem” köşesi haberi:

 

“Mini bu çağı geliyor

 

Dünya gündeminin değişmez maddelerinden biri olan küresel ısınma, bir grup İngiliz bilim insanına göre bitti. İngiliz Meteoroloji Dairesi’yle prestijli iklim araştırma çalışmalarıyla tanınan East Anglia Üniversitesi’nin sonuçlarını geçen hafta yayımlandığı araştırmaya göre, küresel ısınmanın yerini artık ‘mini buzul çağı’ alıyor.

 

Soğul hava dalgasının adı Almanya ve Doğu Avrupa’da Cooper diye anılıyor.  30 bin ayrı meteoroloji ölçüm istasyonundan gelen verilere dayanarak gerçekleştirilen çalışmada, dünyada hava sıcaklığı yükselmesinin 1997 yılında durduğu bulgusuna ulaşıldı. Dahası, önümüzdeki 15 yılın güneş faaliyetleri nedeniyle daha da soğuk geçmesi bekleniyor. ‘25’inci Döngü’  denilen bu süreçte sıcaklıklar 2022’de dibe vuracak. Öyle ki, 1790 ile 1830 yılları arasında Avrupa kıtasında ortalama sıcaklıkları2 dereceye kadar düşüren soğuklara ulaşılması, hatta bunun da ötesine geçilmesi olası senaryolar arasında sayılıyor”…

 

Bu haberlerin 200’nin soğuk kışı nedeniyle yazıldığı sanılmasın, ama Türkiye Ocak 2012’de 33 yıl önceki soğukları tekrar yaşadı. Hani karbondioksit dünyamızı sürekli ısıtıyordu. Dünyada iklim değişikliği var, ama ısınma doğrultusunda değil. Enerji kullanımından yayılan karbondioksitin etkisiyle hiç değil. Güneşin aşırı patlamaları, gezegenlerin konumlanması, dünya eksenindeki kayma vs. burada etkili, ama bunlar insan etkisiyle oluşan değişiklikler değil. Yalnız karbondioksite dayalı yenilenebilir enerji pazarı, karbon sertifikası gelirleri, korkutmayla gelişen dünyaya gelişmişler adın kelepçe vurulması, siyasilere beyaza siyah dedirtmeye daha bir süre devam edebilir, ama bakalım onların mumum yatsıya kadar yanacak mı?

 

Konu 4

 

Dünya Enerji Kaynakları Rezerv ve Potansiyelleri ile Dağılımı

 

Stratejik Kaynak Varlığı ve Değerlendirme Kapasitesi: Enerji kaynaklarının başlıcaları aynı zamanda stratejik kaynaklardır. Ancak, stratejik kaynakların ülkeye kazandırdığı, ülkenin gelişmişlik düzeyine göre değişmektedir. Stratejik kaynağı olan az gelişmiş ve gelişme sürecindeki ülkeler emperyal amaçların hedefi haline gelirken, onları endüstriyel ve askeri amaçlarla değerlendirme kapasitesine sahip gelişmiş teknolojik ülkelerin elinde stratejik güç kaynağına dönüşmektedirler.

 

Burada stratejik önemi olan, elbette dünya enerji kaynaklarından tükenebilir olanlarının rezervlerinin varlığı ve dünyadaki coğrafi dağılımıdır. Enerji açısından ilk sırada petrol, ikinci sırada doğalgaz gelmektedir. Yani hidrokarbonların ülkeler bazında varlığı önem kazanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana petrol ve günümüzde de doğalgaz, gerek endüstride, gerekse savaş alanında önemli bir enerji kaynağı haline gelmiştir. Bu nedenle dünyanın petrol ve doğalgaz bulunan bölgeleri ve devletleri uluslararası politika açısından oldukça önem kazanmışlardır. Nitekim bu bağlamda Ortadoğu coğrafyasında küresel mücadelenin ana nedeninin burada bulunan doğal kaynaklara sahip olma ve/veya yönlendirme isteği olduğu gerçeği açıkça ortadadır. Bunun için müdahale ve hatta savaş yapılmaktadır.

 

Meşhur bir söz vardır; “Bir damla petrol bir damla kandan daha kıymetlidir” diye. Bu söz Churchill tarafından 1936 yılında İngiliz Avam Kamarası’nda söylenmiştir. Yer yağı da denilen petrolü ya da yerin kanını, insanın kanından daha değerli bulan endüstriyel ülkelerin emperyalist görüşü 75 yıl sonra da Irak’ta, Libya’da yaşananlarla geçerliliğini koruduğunu kanıtlamıştır.

 

Bir ülkenin önemli hammadde kaynaklarına sahip olması, o ülke için önemli bir güç faktörü olmakla birlikte, o ülke o kaynaklardan endüstriyel ve askeri amaçlar için yararlanacak ölçüde gerek endüstriyel ve gerekse teknolojik kapasiteye sahip değilse, istenilen ölçüde etkili olamamaktadır. Rusya’nın elindeki petrol ile Libya’nın elindeki petrolü miktar açısından değil de stratejik açıdan karşılaştırdığımızda bu sonucu görebiliriz. Ya da Rusya’nın elindeki doğalgaz ile Katar’ın elindeki doğalgaz aynı etkiyi yaratacak stratejik potansiyele sahip değildir. Mineral yakıtlardan uranyum petrol ve doğalgazdan çok daha stratejiktir, ama herhangi bir Afrika ülkesinin uranyum rezervine sahip olmasıyla Amerika, Rusya, Çin ve İngiltere gibi bir ülkenin uranyum rezervine sahip olması aynı sonucu yaratmamaktadır.

 

Dünya Petrol Rezervi: Rezerv bilgileri görünür ya da ispatlanmış-kanıtlanmış (proven), muhtemel-olası (probable), mümkün-olanaklı (possible) olmak üzere üçe ayrılır ve toplam rezerv, bu üç rezervin toplamından oluşur. Petrol konusunda şirketler ve devletler sadece ispatlanmış rezervi vermekle yetinmektedirler. Bunlarda da dalgalanma görülmektedir. Yeni keşifler, üretim tekniklerindeki gelişmeler, şirketlerin stratejik amaçlı olarak rakamlar üzerindeki oynamaları burada etkendir. Jeolojik toplam rezerv, ispatlanmış rezervden daha büyüktür. Oysa petrol konusunda dünya toplam rezervi olarak verilen rezerv, ülkelerin ispatlanmış rezervlerinin toplamıdır ve gerçek global toplam rezerv büyüklüğü değildir.

 

Dünyadaki petrol varlığının yüzde 30’nun konvansiyonel, yüzde 15’inin ağır, yüzde 25’inin ekstra ağır ve yüzde 30’unun petrollü kumlar ve bitüm şeklindeki oluşumlar olduğu jeolojik olarak bildirildiğine göre, ispatlanmış rezervin büyük çoğunluğunu konvansiyonel kaynakların kapsadığı düşünülürse, dünya global toplam rezervinin ispatlanmış toplam petrol rezervinin 2,5-3 katı olabileceği görülmektedir. Nitekim 1970’li yıllardaki yayınlarda tahmini petrol varlığının ispatlanmış rezervin iki katı kadar olduğuna ilişkin tahminler de vardır. O yıllarda daha derin deniz sondajlarına başlanmadığı gibi, off-shore üretim çok sığ denizlerdeki kuyularda yapılmaktaydı.

 

Öte yandan, petrol rezervleri konusunda Dr. Thomas Gold (Cornell University) ve Dr. J. F. Kenney’in (Gas Resources Corporation, Houston) bir teorisi var. Bu bilim adamlarının teorisine göre ham petrol ve benzer hidrokarbonlar inorganik bir process sonucu yer katmanlarının 5-20 mil altındaki bölgede oluşuyor ve halen de bu oluşumunu sürdürüyor. Tabii ki bu teori petrolü ve gazı tükenir kaynak olmaktan uzaklaştırıyor. Tabii ki bunlar tartışmalı konular.

 

ABD Energy Information Administration tarafından bildirildiğine göre dünyanın ispatlanmış petrol rezervi 1 Ocak 2011 tarihi itibariyle 1471 milyar varildir. Bu rezervin büyüklük sıralamasına göre milyar varil olarak coğrafik bölgelere göre dağılımı şöyledir:

 

Ortadoğu: 753 bb

Diğer Amerika: 237 bb

OECD Amerikası: 206 bb

Afrika: 124 bb

OECD Dışı Avrupa ve Ön Asya  (Avrasya): 100 bb

Asya: 40 bb

OECD Avrupası: 11 bb

 

Burada OECD Amerikası ABD, Kanada, Meksika ve Şili’den oluşmaktadır. OECD Avrupası ise Almanya, Avusturya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, İngiltere, İsveç, İsviçre, İrlanda, İtalya, İzlanda, Lüksemburg, Hollanda, Macaristan, Norveç, Polonya, Slovakya, Slovenya, Türkiye ve Yunanistan’ı kapsamaktadır.

 

2010-2011 arasında ispatlanmış petrol rezervlerindeki en büyük artış Venezuela’da ekstra ağır petrol ile kaydedilirken, az bir atış da Libya, Uganda ve Gana klasik petrollerinde olmuştur. Buna karşın Norveç, İngiltere, Danimarka petrol rezervleri azalmıştır. Yani ispatlanmış petrol rezervi her yıl değişkenlik göstermektedir, ama dünya toplamı olarak daima artmaktadır. Gelecekte kutuplar ve derin deniz sondajları ile petrol rezervinde önemli gelişmeler beklenmelidir.

 

ABD Energy Information Administration tarafından 2011 yılı için verilen 1471 milyar varil petrolün büyükten küçüğe doğru ülkeler bazında dağılımı da aşağıdaki şekilde verilmektedir.

 

 

OPEC tarafından (www.opec.org) 2010 değerleri ilke OPEC’in toplam ispatlanmış rezervi 1193 milyar varil, OPEC dışı (Non-OPEC) rezervin de 274 milyar varil olduğu açıklanmakta. Böylece OPEC’in rezerv payı %81,33 iken, Non-OPEC’in payı %18,67 düzeyinde bulunmakta. Söz konusu rezervin OPEC ülkelerine dağılımı şöyle:

 

 

Dünya’nın periyodik enerji istatistiklerinden olan BP Enerji İstatistiklerine (BP Statistical Review of World Energy, June 2011) göre 1990 ve 2010 sonu itibariyle dün petrol ülkelerinin ve coğrafi bölgelerin ispatlanmış petrol rezervi de aşağıda yer almaktadır. Bu tabloda ayrıca 2010 yılı verileri ile rezerv/yıllık üretim oranları (R/P) yani, tükenir kaynağın son yıla göre ömrü de yıl olarak verilmiş bulunmaktadır.

 

( Ψ) BP Statistical Review of World Energy, June 2011 tablosundan ayrı olarak, ancak BP Statistical Review of World Energy, June 2011 verileri ile üye devletlere göre hesaplanıp eklenmiştir.

 

Petrolde Batı-Doğu Kıyaslaması: Yukarıdaki tablo incelendiği zaman görülecektir ki, bugün endüstrileşmiş dünyanın zengin Batı ülkeleri, ellerinde büyük bir askeri güç de bulundurmakla birlikte, Ortadoğu ve Doğu’nun karşısında dünyanın en stratejik enerji kaynağı petrol bakımından  daima güvenlik sorunu ile karşı karşıyadırlar. Arz güvenlikleri her zaman için risklidir. NATO ile Doğu’nun Anti-NATO’su olarak da adlandırılan Şanghay İşbirliği Örgütü kıyaslaması bunu açıkça göstermektedir. Konuyu burada bir komplo teorisi ile örnekleyecek olursak, varsayılsın ki Batı ile Doğu arasında bir Üçüncü Dünya Savaşı patlak versin, diğer kaynaklar bir yana sadece petrol açısından bakıldığında , Batı böyle bir savaşı 4-5 yıldan fazla sürdüremez görünmektedir.

 

Ekonomik ve askeri güç açısından önem taşıyan petrol 19. yüzyılda ortaya çıktığından itibaren büyük şirketler aracılığıyla emperyal  amaçlara göre bir sömürü hammaddesi de olmuştur. Büyük petrol şirketlerinin ortaya çıkışı ABD’de başlamıştır. Ameria İç Savaşı’ndan sonra petrol vurgununa göz diken John Davison Rockefeller (1839-1937)(3) ABD’de son derece metotlu ve stratejik adımlarla petrolü birleştirmiş ya da tek elde toplamış ve büyük oyun için satrancı başlatmıştır. Rockefeller’in ABD’nin çeşitli eyaletlerinde Standard Oil petrol şirketi topraktan bir dev gibi fışkırmıştır.

 

Petrolcü Kızkardeşler: Dünya petrolüne hakim olan petrol şirketlerinin (yedi kız kardeş- seven sisters) önemli bir bölümü Standard Oil’in içinden çıkmıştır. 1950’lerde İtalyan ENI (Italian Standard Oil Company) şirketinin Genel Müdürü Enrico Mattei yedi kızkardeşin bir kartel olduğunu iddia etmiştir, ama kartel sözleşmesi hiçbir şekilde ele geçirilememiştir. Yedi kızkardeşleri şöyle sıralayabiliriz.

 

1) Anglo Persian Oil Company (İngiltere). Daha sonra Anglo-Iranian ve British Petroleum (BP) adını almıştır. Amoco (Standard Oil Of Indiana ve Atlantic Richfield şirketlerini almıştır.

2) Gulf Oil (Birleşik Amerika). 1985 yılında büyük parçası Chevron, küçük bir parçası da  BP tarafından alınmıştır. Halen Amerika’nın kuzeydoğusunda Gulf adı altında dev servis istasyonları ve ağı devam etmektedir.

3) Royal Dutch Shell (Hollanda/İngiltere).

4) Standard Oil of California (Socal) (Birleşik Amerika). Halen Chevron adıyla devam etmektedir.

5) Standard Oil of New Jersey (Esso) (Birleşik Amerika). Daha sonra Exxon adını almış ve 1999 yılında da Mobil şirketini satın alarak ExxonMobil olmuştur.

6) Standard Oil Co. Of New York (Socony) (Birleşik Amerika), daha sonra Mobil olmuştur ve 1999 yılında Exxon ile birleşmiştir.

7) Texaco (Birleşik Amerika). 2001 yılında Chevron tarafından satın alınmıştır.

 

1973 yılında BP, Gulf, Shell, Socal (Chevron), Esso (Exxon), Mobil, Texaco şirketlerinin elinde dünya petrol rezervinin %83’ü bulunuyordu. Bugünkü rezerv bilgileri saklı tutulmaktadır. Öte yandan 21. yüzyılda yeni yedi kızkardeş daha katılmıştır. Petrol dünyasına eklenen yeni yedi kızkardeş şunlardır:

1) China National Petroleum Corporation (Çin)

2) Gazprom (Rusya)

3) National Iranian  Oil Companya (Iran)

4) Petrobras (Brezilya)

5) PDVZA (Petròleos de Venezuela) (Venezuela)

6) Petronas (Malezya)

7) Suudi Aramco (Suudi Arabistan)

 

Dünya petrol arama ve üretiminde eski yeni kızkardeşler arkalarında devletlerin yer aldığı önemli aktörlerdir.

 

Dünya Doğalgaz Rezervi: Doğalgaz giderek petrolün yerine kullanılabilen ve stratejik önemi artan bir hidrokarbon fosil yakıttır. Birleşik Devletler U.S. Energy Information Administration verilerine göre 1 Ocak 2011 tarihi itibariyle dünyanın ispatlanmış doğalgaz rezervi 6675 trilyon feetküp (tcf), yani 189 trilyon metreküp (tcm) dir(4). Bu gazın coğrafi bölgeler ve kıtalar itibariyle dağılımı şöyledir:

 

2686 tcf (76,1 tcm) %40,22167 tcf (61,4 tcm) %32,5538 tcf (15,2 tcm) %8,1518 tcf (14,7 tcm) %7,7346 tcf (9,8 tcm)   %5,2269 tcf (7,6 tcm)   %4,0152 tcf (4,3 tcm)   %2,3OrtadoğuAvrasyaAsyaAfrikaKuzey AmerikaOrta & Güney Ame.Avrupa

 

Yine U.S. Energy Information Administration tarafından bildirildiğine göre, dünya doğalgaz rezervin en üstte yer alan 20 ülke (top 20) ile dağılımı aşağıdadır.

 

 

Birleşik Amerika Central Intelligence Agency (CIA) Ülke Çalışmaları kapsamında derlediği bilgileri The World FactBook içinde ülkelerin doğalgaz rezervlerini de tablo halinde açıklamaktadır. Bu tabloda 208 ülke adı yer almakta olup, 104 ülkenin rezerv verileri verilmekte olup, kalan 104 ülke için de rezerv 0 olarak gösterilmektedir.  Tablodaki veriler, ispatlanmış rezervler jeolojik ve mühendislik analizlerle değerlendirilerek ve geçerli ekonomik koşullar altında en üst derecede ticari olarak çıkarılabilir olmasına göre düzenlenmiştir. CIA’nın bildirdiği doğalgaz rezervleri tablosu aşağıda yer almaktadır (https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/rankorder/2179rank.html#). Veri enformasyonu 1 Ocak 2011 itibariyle tahmini değerlerden oluşmaktadır.

BP Statistical Review of World Energy June 2011 bülteninde doğalgaz açısından önemli sayılan ve üretim yapan ülkelerin, coğrafi bölgelerin, kıtaların ve ülke gruplarının ispatlanmış doğalgaz rezervleri ise aşağıdaki şekilde verilmektedir.

(+) Bilinmiyor, (-) %0,05’den küçük, (*) 100 yıldan fazla

Tabloya özel ek

( Ψ) BP Statistical Review of World Energy, June 2011 tablosundan ayrı olarak, ancak BP Statistical Review of World Energy, June 2011 verileri ile üye devletlere göre hesaplanıp eklenmiştir.

 

Bugün ispatlanmış dünya doğalgaz rezervi 180-190 tcm düzeylerinde olsa da, mevcut rezervlerdeki artışlardan bu rakama 100 tcf üzerinde bir eklenti olabileceği, ayrıca 130-50 tcm kadar da kalan yeni keşfedilecek rezervlerden gaz gelebileceği hesaplanıp kestirilmektedir.

 

Artan Doğalgaz Rezervi ve Türkmenistan: Doğalgaz rezervlerinde artış petrole oranla daha çok olmaktadır. Örneğin bu yıl (2011) Türkmenistan’da dünya için önemli yeni bir doğalgaz yatağı bulunması gibi. 4300 m derinlikte bulunan yatağın dünyanın en zengin ikinci yatağı olduğu açıklandı.

 

Türkmenistan’ın ispatlanmış doğalgaz rezervini U.S. Energy Information Administration 265 tcf  (7,5 tcm) ve CIA raporunda da  7,7 tcm olarak verilmesine karşın bu ay (Ekim 2011) açıklandığına göre Türkmenistan dünyanın ikinci en büyük doğalgaz sahasını da bulmuş bulunuyor. Dünyanın birinci ve en büyük doğalgaz sahası İran ve Katar’ın sınırlarında yer alan North Field/South Pars gaz sahası olarak biliniyor. İngiliz bağımsız denetleme şirketi Gafney Clıne & Associates tarafından Türkmenistan’ın en büyük doğalgaz sahasının rezervi de bu ay açıklandı. Türkmenistan’daki yüzlerce doğal gaz sahalarından sadece Güney Yolöten-Osman, Minara ve Yaşlar gaz sahalarının toplam rezervi 26,2 trilyon metreküp olduğu rapor ediliyor. Bu tabii ispatlanmış, muhtemel ve mümkün rezervlerin toplamıdır. Türkmenistan yeni bulunan yatağın çalışmalarının hızlandırılması için Çin ile 4,1 milyar dolarlık bir kredi anlaşması da imzalamış bulunuyor

 

Türkmenistan Doğal Gaz Rezervi ve Halliburton Projesi: Halliburton merkezi Teksas’ta olan Amerikan kökenli, ama çok uluslu bir enerji şirketi. Halliburton şirketinin Türkmen gazını bir boru hattı ile Umman Körfezine, dolayısıyla Hint Okyanusu’na indirme projesi olduğu biliniyor. Buraya kadar her şey normal görünüyor. Çünkü Türkmenistan gazını almak isteyen hatta alan ülkeler arasında Rusya ve Çin var. Türkiye’nin Türkmen gazını alma girişimi maalesef 10 yıl öncesinde akamete uğradı. Şimdi Türkmen gazı Nabucco hattı için alınmak isteniyor. Tabii, Amerika gibi başka ülkeler de bu gaza talip olabilir, serbest piyasa ortamında rekabet içinde gaz alınır. Bilindiği gibi dünyanın bu önemli gaz ülkesi tarafsız ülke statüsü izlemekte ve bunu Birleşmiş Milletler’de tescil ettirmiş bulunmaktadır.

 

Türkmen gazını Umman Körfezi’ne ulaştıracak boru hattını ya İran üzerinden geçmesi ya da Afganistan ve Pakistan’ın batısından geçmesi gerekir. ABD İran ilişkileri, gazda İran-Türkmenistan rekabeti böyle bir boru hattının İran’dan geçmesini olanaksız kılmaktadır. Zaten Türkiye de İran veya Hazar-Azerbaycan üzerinden geçiremediği için bu gazı alamamıştır. İran Türkmenistan’dan ithal ettiği gazı swap ederek, kendi gazı diye Türkiye’ye yıllarca ihraç etmiştir.

 

Türkmen gazının Afganistan  ve Pakistan’ın doğusundan geçmesi harita üzerinde olanaklıdır, ama güvenlik açısından bugün için o coğrafyada mümkün değildir. Şimdi ABD’li Albay Ralph Peters tarafından İtalya’daki bir NATO seminerinde Türk subaylarına gösterilen ve tepki üzerine kaldırılan, ama bugün uygulamada olan lanetli Büyük Ortadoğu haritasını anımsayalım. Afganistan zaten ABD işgali altındaki bir ülke. Ancak bu harita Bağımsız Kürdistan gibi, Pakistan’ın batısındaki Belucistan eyaletinde Bağımsız Belucistan diye yeni bir devletin kurulmasını öngörüyor. Halliburton projesi sadece Türkmen gazını değil, Avrasya’nın gaz ve petrolünü Hint Okyanusu’na indirecek bir güzergahın, hatta bu güzergâhı içeren bir vadinin açılmasını öngördüğü için Afganistan Savaşı, Belucistan’daki terör olayları coğrafyayı gaz ve petrol (yani hidrokarbon) geçiş vadisi olarak düzenleme çalışmalarıyla mı bağlantılı sorusu ister istemez gündemde yer alıyor. Bu soru tabii bir komplo teorisi gibi görülebilir, ama uluslararası ilişkiler de komplo teorilerinin maalesef yeri vardır.

 

Şimdi bir de Halliburton şirketini bakalım. Şirketle ilgili iddialar Watergate skandalına kadar uzanıyor. Vietnam savaşı sırasında da orda yol ve hava alanları inşa etmiş, ama ABD başkanlığının koruması altında olduğu için hakkında soruşturma açılmamış. Şirketin ünlü Yönetim Kurulu Başkanı Dick Cheney, George W. Bush döneminde Amerikan Başkan Yardımcılığı görevinde de bulundu. Baba George Bush’un da Başkan Yardımcılığını yapmıştı. Saddam’ın devrilmesi ve Irak’ın işgalinde önde gelen aktörlerdendi. 2001 yılında George W. Bush Başkan seçildiğinde Dick Cheney’in yönetimindeki Halliburton şirketi, 11 Eylül öncesi ABD Devleti ile Irak’ta verilecek hizmetler üzerine bir anlaşma imzalamıştı. Halliburton’un geliştirdiği Türkmen gazı projesi Halliburton veya bir başka ABD şirketi tarafından gerçekleştirilip de Türkmen gazı Belucistan’daki tesislerde sıvılaştırıldıktan sonra LNG şeklinde ABD’ye gider mi, gitmez mi? Bunu zaman gösterecek, ama Türkmen gazı alıcılarının arasında da rekabet olacağı kuşkusuz görünüyor.

 

Metan Hidratlar ve Doğalgaz: Yukarıda açıklanan doğalgaz rezerv miktarına ilaveten özellikle ABD, Japonya ve Hindistan tarafından üzerinde araştırmalar devam eden metan hidratlar da çok önemli bir doğalgaz rezervi oluşturmaktadır. Metan hidrat, örgü (kapalı) bir yapı içerinde su molekülleri tarafından tutulmuş olan metan moleküllerinden oluşmaktadır. Metan hidridler derin deniz tabanlarında, okyanuslarda ve kutup bölgelerinde olduğu bilinmektedir. Deniz tabanlarında donmuş şekilde bulunmaktadırlar. Dünya genelinde 21.000,0 trilyon metreküp metan gazının hidratlar içinde bulunduğu kestirilmektedir. Sadece ABD’de  Okyanus Arama Programı kapsamında yapılan jeolojik araştırmalar sonucu 6000 trilyon metreküp metan hidrat kaynaklı gaz rezervi bulunduğu bildirilmektedir.

 

Dünya Kömür Rezervi: U.S. Energy Information Administration dünya ispatlanmış toplam kömür rezervini 948 milyar kısa ton( ) (860 milyar metrik ton) olarak bildirmektedir. World Coal Association  tarafından 847 milyar ton olarak verilmektedir. Bu kömürler üç şekilde bulunurlar en kaliteli olanı 1) Bitümlü kömürler ve Antrasit, 2) Bitümaltı (sub-bitum) kömürler (taşkömürü) ve 3) Linyit. Yukarıda verilen rezerv değerleri her üçünün toplamıdır. Ancak her üç kömürün ısıl değeri aynı değildir.

 

U.S. Energy Information Administration verilerine göre milyar kısa ton olarak dünya kömür rezervinin bölgelere ve ülkelere dağılımı aşağıdaki tabloda verilmiştir:

 

 

BP Statistical Review of World Energy June 2011’de dünya ispatlanmış kömür rezervini, Dünya Enerji Konseyi’nin “Source of reserves data: Survey of Energy Sources-2010 raporuna göre milyon metrik ton olarak aşağıdaki tabloyla vermektedir:

 

λ: %0,05’den daha az, *: 500 yıldan fazla.

 

Dünya Uranyum Rezervi: Dünya uranyum rezervi üzerinde verilen bilgiler maalesef sınırlı sayılabilir. Bu arada doğal uranyumun ton fiyatına bağlı olarak da rezervlerin ayrıldığı görülmektedir. Kilogramının 80 dolardan aşağı olması, 80-130 dolar arasında bulunması veya 130 doların üzerinde olmasına göre çıkarılabilir doğal uranyuma göre rezerv değerleri de verilmektedir. Ancak buradaki fiyatlar cevherin özelliklerine de bağlı olmaktadır. Dünya Nükleer Birliği (World Nuclear Association - WNA) ve Avrupa Nükleer Topluluğu (European Nuclear Society - ENS) uranyum rezervlerini kestirim (tahmini) olarak aşağıdaki tabloda gösterildiği biçimde vermektedirler. WNA’nın kestirimlerinde 130 dolar/kg üstü uranyum fiyatı esastır.

 

 

World Energy Council (Dünya Enerji Konseyi) tarafından 2007 Survey of Energy Resources çalışmasında doğal uranyumun fiyatına göre uranyum rezervleri ülkelere ve bölge göre şöyle sıralanmaktadır:

 

İspatlanmış uranyum rezervi (Bin ton)

 

Dünya Enerji Konseyi, 1998 yılı raporunda 130 US$/kg üzeri fiyat koşulundaki uranyum rezervini 2.418.000 ton olarak rapor etmişti. 10 yıl içinde bu değer yeni rezerv buluşlarıyla 3.296.700 tona çıkmış, dolayısıyla 878.000 ton artış göstermiştir. Ayrıca Dünya Enerji Konseyi 1998 raporunda 130 US$/kg fiyat koşulunda ispatlanmış rezerv dışında mümkün rezervin 10.596.700 ton olduğunu da kaydetmişti. 2005 yılında yılık toplam uranyum üretimi 49173 ton olduğuna göre Dünya Enerji Konseyi’nin  3,296,700 tonluk  rezervi için R/P değeri 67 yıl olarak çıkmaktadır.

 

Dünya Hidroelektrik Enerji Potansiyeli: Hidroelektrik potansiyel brüt teorik hidroelektrik potansiyel, teknik yapılabilir hidroelektrik potansiyel ve ekonomik yapılabilir hidroelektrik potansiyel olarak üçe ayrılır. Ekonomik yapılabilir hidroelektrik potansiyel, kısaca ekonomik hidroelektrik potansiyel, başta konvansiyonel kaynaklar ve fosil yakıtlar olmak üzere hidrolik enerjiye rakip enerji fiyatlarına bağlı olarak değişiklik gösterir. Rakip enerji fiyatlarının artması ile yükselmektedir.

 

2000 yılında International Journal on Hydropower & Dams World Atlas’ta kıtalara göre dünya hidroelektrik potansiyeli aşağıdaki şekilde gösteriliyordu:

 

 

World Energy Council Survey of Energy Resources 2007 raporunda ülkeler bazında brüt, teknik ve ekonomik potansiyeller verilirken, kıtalar bazında sadece brüt ve teknik potansiyeller verilmiştir. Buna göre bazı ülkelerin ve kıtaların hidroelektrik potansiyel değerleri aşağıda topluca gösterilmektedir.

 

Hidroelektrik potansiyel  (2005 sonu itibariyle)-TWh/yıl

Dünyanın bugün 10 (top 10) en büyük hidroelektrik enerji üreticilerinin TWh olarak 2009 yılı üretimleri şöyledir:

 

 

Dünya Güneş Enerjisi Potansiyeli: Güneşten yayılan enerjinin gücü 3,8x1023 kW olup, bunun dünyaya gelen bölümü 1,8 x 1014 kW kadardır (180 trilyon tane 1 kW’lık elektrik sobası – kişi başına 26 000 elektrik sobası).

 

Atmosferin üzerinde 1 m2’ye 1, kW güneş gücü düşmektedir. Bunun yeryüzüne ulaşanı maksimim 1 kW/m2 ortalama 0,7 kW/m2  kadardır.

 

Güneşten dünyaya gelen 1,8 x1014 kW enerjisi gücünün %60’ı yeryüzüne ulaşır ki, bunun %0,1’i %10 verimle kullanıma çevrilebilse 10800 GW güce karşılık gelir. Bu gücü dünyanın kurulu gücü ile kıyaslarsak, dünyanın toplam elektrik kurulu gücü 4000 GW kadar olduğundan, bunun 2,7 (3) katı güce denktir.

 

Bir başka anlatımla dünya yüzeyine ulaşan güneş enerjisi 3 400 000 EJ (77 180 000 MTEP = 77,18 trilyon ton petrol eşdeğeridir. Dünyanın 2010 yılı toplam genel enerji tüketimi 12000 MTEP olduğuna göre, güneşten gelen enerji bunun 6400 katıdır.

 

Dünyada gelecekte büyük güçlü güneş elektrik santrallerinin kurulması planlanıyor. Bunlar uzay uyduları üzerinde olabileceği, enerjisini dünyaya mikrodalgalarla gönderebileceği gibi, Afrika çöllerinin bu amaçla kullanımına ilişkin senaryolar da yazılıyor. Hatta, Afrika çöllerinde kurulacak güneş santrallerinin sentetik yakıt üretiminde (hidrojen gibi) kullanılması tasarlanıyor. Libya gibi Akdeniz’e kıyısı olan bir çöl ülkesinden, bu sentetik yakıtların Batı’nın tüketim merkezlerine boru hatlarıyla taşınması bile bu tasarılar içinde yer alıyor.

 

Dünya Rüzgâr Enerjisi Potansiyeli: Dünyanın dönmesi, güneşten gelen ısı enerjisi, okyanusların ve kutupların soğutma etkisi ile kompleks bir mekanizma atmosferdeki hava hareketlerini ve rüzgârları doğuruyor. Atmosferdeki toplam rüzgâr gücü potansiyelinin  bir milyon gigavat (1 000 000 GW) civarında olduğu hesaplanıyor. Bunun %1’i %15-40 yük faktörü ile dünyanın toplam elektrik talebini karşılamaya yeter. Dünya’nın rüzgâr enerjisi potansiyelinden yararlanmaya elverişli yöreleri  aşağıdaki tabloda özetlenmiştir.

 

 

Diğer yenilenebilir enerji çeşitleri için de potansiyel rakamları verilebilir. Hepsi dünyanın mevcut enerji tüketimine göre büyük sayılan rakamlar olmakla birlikte, yenilenebilir kaynaklarda ekonomik kısıtlardan önce teknik ve teknolojik kısıtlar kullanımı çok büyük oranlarda sınırlandırmaktadır.

 

Konu 5

 

Bölgelere, Ülkelere, Ülke Gruplarına Göre

Enerji Üretim ve Tüketiminin Analizi

 

BP Statistical Review of World Energy June 2011 raporuna göre, 2010 yılında dünya toplam 12002,4 MTEP birinci enerji kullanmış olup, bu genel enerji tüketiminin birincil kaynaklara dağılımı şöyledir:

• 4028,1 MTEP petrol

• 2858,1 MTEP doğalgaz

• 3555,8 MTEP kömür

• 626,2 MTEP nükleer enerji

• 775,6 MTEP hidrolik enerji

• 158,6 MTEP yenilenebilir enerji

Bu kullanım değerleri içinde tüketimin yanısıra az bir pay tutan stoklara eklenmiş ya da üretimin yetersizliği nedeniyle stoklardan alınmış fosil yakıtlar da vardır. Burada öncelikle birincil fosil yakıtların dünya genelinde üretim ve kullanım dengesi üzerinde durulacaktır.

 

Petrol Üretim ve Tüketim Dengesi:  BP verileri ile 2010 yılında kıtalar ve büyük üretici (100 milyon ton üzeri) ve büyük tüketici (50 milyon ton üzeri) itibariyle petrol üretim ve kullanım değerleri karşılaştırmalı biçimde aşağıdaki tabloda yer almaktadır:

 

(*) Belirlenen sınır değerin altında veya yokumsanabilir.

 

En çok petrol tüketen ülken ABD olup, dünya petrolünün %20’den fazlasını tüketirken, dünya üretiminin yaklaşık yüzde 9’unu sağlamakta, üretiminin 2,5 katı tüketim gerçekleştirmektedir. ABD’nin petrol tüketimi artış trendini sürdürmektedir.  Dünya petrol üretimine Avrupa Birliği’nin payı önemsiz düzeyde kalırken, dünya petrol tüketiminden yüzde 16’yı aşkın pay almaktadır. Avrupa Birliği rasyonel enerji kullanım ilkeleri çerçevesinde enerji verimliliğini artırdığı için tüketiminde duraklama ve hatta gerileme görülmektedir. Aynı miktar enerjiyle daha fazla mal ve hizmet üretir duruma gelmiştir.

 

Rafineri Ürünleri Tüketimi: Petrol tüketimine petrol ürünleri bazında bakacak olursak; petrol ürünlerini;1) hafif distile (damıtık) ürünler (uçak ve hafif motor benzini ve farklı ürünlerin girdisi (hammaddesi olan hafif damıtıklar-LDF), 2) orta distile ürünler (jet yakıtı ve ısıtma amaçlı kerosen “gazyağı”, ağır benzin “gasoline” dizel yakıtı  ve marine dizel dahil), 3) fuel-oil, ağır merine dizel, 4) Diğerleri (rafineri gazı, sıvılaştırılmış petrol gazı_LPG, solventler, petrol koku, bitim-asfalt, mum ve diğer rafineri ürünleri, rafineri yakıtları ve rafineri kayıpları şeklinde sınıflandırılırsa, bu ürünlerin dünya, OECD ve Avrupa Birliği’nde kullanım düzeyleri şöyledir:

 

 

Dünya Petrol Ticaretine Bir Bakış: Dünyada petrol ticaretinin hareketine de bakacak olursak 2009 ve 2010 yılları itibariyle ortalama günlük petrol ithalâtı ve ihracatı aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:

 

(*) Japonya hariç

 

Görüleceği gibi dünya ticaretine konu olan petrolün %53 kadarı, yani yarısından fazlası, ABD, Avrupa ve Japonya tarafından ithal edilmekte, yine ticarete konu olan petrolün %51,3’ü de Ortadoğu ve eski Sovyetler coğrafyasından ihraç edilmektedir.

 

2010 yılında ham  petrol ve ürün bazında toplam ithalât ve ihracat değerleri de milyon ton olarak şöyle gerçekleşmiştir:

 

Milyon ton olarak

: 0,05’den küçük. (*) Transit taşımalarda miktar oynamalarından ve askeri kullanım vs.

 

Bu tablodan görüleceği gibi, az gelişmiş ülkeler petrolü ham olarak ihraç ederken, gelişmiş endüstriyel ülkeler, daha ziyade petrol ürünü şeklinde ihracat yapmaktadırlar.

 

Petrol Yolları Stratejik Önem Kazanıyor: Petrol taşımacılığın yarısı denizyolu ve büyük tankerler ile yapılırken, karada çoğunlukla boru hatları ve bir miktarda kara tankerleri kullanılmaktadır. Büyük çoğunlukla Ortadoğu’da üretilen ve buradan ihraç olunan petrol açısından deniz yolu ticareti önemli olup Hürmüz Boğazı ve Basra Körfezi ve Süveyş Kanalı’nın stratejik önemi buradan gelmektedir. Benzer şekilde Malezya ile Endonezya’ya bağlı Sumatra Adası arasındaki Malakka Boğazı  da petrol tankerleri nedeniyle stratejik bir boğaz olarak görülür. Batı açısından Rusya, Avrasya ve Ortadoğu’dan gelen petrol bakımdan genelde petrol tankerlerinin geçiş yolları Baltık Denizi; Karadeniz, İstanbul ve Çanakkale boğazları; Doğu Akdeniz, Kızıldeniz, Aden Boğazı ve Süveyş kanalı; Basra Körfezi ve Hürmüz boğazı deniz çıkış yolları olarak stratejik önem kazanmaktadır.

 

Petrol Fiyatları: Petrol ticaretinde petrol fiyatları 1861’den 1974 yılına kadar olan 113 yıllık süreçte cari fiyatlarla (günlük para değeri ile beher varil başına 10 doların altında kalmıştır. Ancak 2010 yılı dolar kuru ile yapılan hesaplamaya göre 1861-69 arasındaki fiyatın 110 dolara kadar çıktığı ve 38 doların altına düşmediğini göstermiştir. 1870-79 arasında 2010 dolar kuru ile varil fiyatı 25-50 dolar arasında kalmış, 1890-1920 arasında ise 2010 dolar değeri ile  35 dolar ile 15 dolar arasındaki bir bantta gezinmiş, ama 1920’den 1970’e kadar uzanan 50 yıllık süreçte yine 2010 dolar kuru ile 10-20 dolar, cari fiyatlarla ise 2-3 dolar arasındaki bir bantta kalmıştır.1974 yılında cari fiyatla 10 doların üzerine çıkıyordu. O günkü 10 dolarlık fiyat 2010 dolar kuru ile 50 dolar düzeyine denk geliyordu. 1980 yılında cari fiyatla 35 doların üzerine, 2010 dolar kuru ile 95 dolara kadar yükseliyordu.

 

Yıllar itibariyle hem petrol cari fiyatlarının cinslerine göre yıllık ortalama gelişimi şöyle seyretmiştir.

 

US dolar/varil

 

Ekim 2011 son haftası başlangıcında (24.10.2011) Batı Teksas Intermediate (orta) petrolünün fiyatı 87,91 dolar/varil, Brent petrol ise 110, 3 dolardır. Arap hafif petrolü (Dubai) fiyatı ise 105,55 dolardır.

 

Çeşitli petrol fiyatlarının harmanlaması OPEC Sepet Fiyatı (Basket Price) ile verilmektedir. OPEC Petrol Sepeti fiyatı ise 107,2 dolardır. OPEC Sepet Fiyatı 16 Haziran 2005 tarihinden itibaren kullanılmakta olup, Sahra Blend (Cezayir), Girassol (Angola), Oriente (Ekvador), İran Ağır (İran İslam Cumhuriyeti), Basra Hafif (Irak), Kuveyt Export (Kuveyt), Es Sider (Libya), Bonny Hafif (Nijerya), Katar Marine (Katar), Arap Hafif (Suudi Arabistan), Murban (BAE) ve Merey (Venezuela) petrol fiyatlarının ortalamasıdır.

 

Petrol Borsaları: Petrol ve petrol ürünlerinin borsalarda yer alması 1970’lerde başlamıştır. Uluslararası petrol piyasasındaki borsaları kısaca şöyle tanımlayabiliriz:

 

NYMEX: New York Mercantile Exchange (NYMEX) 1882 yılında New York’ta kurulmuş bir emtia borsasıdır. İlk başarılı petrol ve petrol ürünleri kontratlarının alım-satım işlemleri bu borsada gerçekleştirilmiştir. Ancak, başlangıçtaki benzin kontratı 1978’de sisteme eklenmiştir. 1983’de de WTI ham petrol işlem görmeye başlamıştır. NYMEX bünyesinde WTI, Brent Rebco, düşük sülfürlü ağır dizel yakıtı, motorin, fuel oil ve benzin işlem görmektedir. 2010 yılında petrol ve petrol ürünleriyle ilgili günlük işlem hacmi 185 000 ile 740 000 arasında değişmiştir. Her bir işlem 1000 varillik olduğundan yapılan en az işlem 185 000 000 varil demektir. NYMEX, 2008 yılında Chicago Mercantile Excange tarafından satın alınmış olmakla birlikte, NYMEX adı işle çalışmalarını sürdürmektedir.

 

ICE (IPE): International Petroleum Exchange (IPE), NYMEX’te petrol ve petrol ürünleri kontratlarının işlem görmeye başlaması üzerine Londra’da  1981 yılında Avrupa’ya hizmet vermek üzere kurulmuştur. Borsanın kurucuları büyük petrol şirketleri ile büyük bankalardan oluşmaktadır. 1983-1985 döneminde Brent petrolün işlem görmesine ilişkin çabalarda bulunulmuşsa da 1988 yılına kadar başarı sağlanamamıştır. 1988 yılından itibaren başarılı bir petrol borsasıdır. 2000 yılında Kıtalararası Emtia Borsası (Intercontinental Commodity Exchange-ICE) ile birleşmiştir. Daha çok vadeli işlemler üzerinde kontrat işlemi yapmaktadır. Alım ve satımı yapılan kontratları uçak yakıtı, Nafta, brent ham petrolü, WTI, Ortadoğu hafif petrolü, motorin görülmektedir. 2010 yılında günlük işlem hacmi 41 000 ile 600 000 kontrat arasında değişmiştir. Yani günde en az 41 000 000 varil petrol borsaya konu olmuştur. ICE, AB kapsamında 1986 yılında yasalaşan 1988 yılında yürürlüğe giren  Finansal İşlemler Yasası (Financial Services Act) uyarınca  Finansal İşlemler Kurumu (Financial Services Authority) tarafından denetlenmektedir.

 

DME: Dubai Mercantile Exchange (DME) Haziran 2007’de Dubai’de kurulmuştur. Kurucuları Dubai Holding’in ortaklarından Tatweer, Umman Yatırım Fonu, ve CME Group’tur. Ayrıca, Goldman sachs, J.P. Morgan, Morgan Stanley, Shell, Vitol ve Concord Energy de hisse sahibidir. DME’de enerji konusunda alım-satım işlemiş yapan kayıtlı 24 şirket bulunmaktadır. DME’de Dubai ve Umman  ham petrolüne ilişkin gelecek ve takas kontratları yapılmaktadır. Süveyş’in doğu pazarı denilen Asya pazarına yönelik işlemler gerçekleştirilmektedir. 2010 yılında günlük işlem hacmi  439 ile 6000 arasında değişmiştir. Dolayısıyla günde 439 000 ile 6 000 000 varil petrol işleme konu olmaktadır.

 

Petrol Borsası Kontratları: Petrol borsalarında kullanılan türev araçlar üç grup kontrattır. Bunlar gelecek kontratları (futures contracts), opsiyon kontratları (option contracts) ve takas kontratlarıdır (swap contracts) olarak sıralanırlar.

 

Gelecek kontratları, borsalarda yasal düzenlemelerle koşulları standardize edilmiş, dolayısıyla her alıcı ve her satıcı için bağlayıcılığı bulunan belli bir ürüne ait kontratın, gelecekte belirlenmiş bir tarihte ve belirlenen tarafları arasında yürürlüğe gireceği tarih üzerinde uzlaşılan fiyattan alım satımı fiilen sağlayan (para verilmesi ve emtia alınmasını gerçekleştiren) kontratlardır. Bu kontratlarda alıcı taraf long, satıcı taraf short olarak adlandırılır. Gelecek kontratları emtianın gelecek döneme ilişkin fiyat beklentisini içerir. Gelecek kontratları riskten korunma amacıyla alını satılan en önemli türev araçlarıdır. Burada kontratın dayandığı emtia fiyat endeksi yer almaktadır. Kontratların alım-satımlarının yapılacağı spesifik dönemler de belirtilmektedir. Ancak, gelecek kontratı, alım satımın sona ereceği kesin tarihi içerir. Kontrata konu emtianın detaylı fiziksel özelliklerine yer verilir.Petrol borsalarında en çok işlem gören hem petrol kontratları Brent ve WTI türüne ait gelecek kontratlarıdır.

 

Opsiyon kontratların ise, kontrata taraf olan alıcıya opsiyon tanımaktadır. Alıcı opsiyon kontratıyla ileriki bir tarihte belirli bir fiyattan sadece alım-satım hakkını satın almaktadır. Opsiyon kontratları gelecek piyasalarında işlem gördüğü gibi tezgah üstü piyasalarda da işlem görmektedir. Gelecek piyasalarında işlem gören ve alıcıya satma hakkını veren kontratlara satım opsiyonu, alma hakkını verenlere de alım opsiyonu denir.Gelecek piyasalarında opsiyon kontratlarının alınıp satılması Takas Odası’na teminat yatırılmasını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla gelecek piyasalarında işlem gören opsiyon kontratı süresinin sonunda kazanç limitinde ise, (in the Money durumu) Takas Odası broker’ları (arabulucuları) uyarıda bulunarak alıcının opsiyon hakkını kullanıp kullanmayacağını sorar ve eğer limit yüksek seviyede ise Takas Odası alıcının hakkını korumak için kendiliğinden hakkı kullanıp kazancı alıcı lehine garantiler. Ancak, opsiyon kontratları her zaman kazanç sağlayıcı limitlerde olmaz. Opsiyon kontratları; Amerikan opsiyon kontratları, Avrupa opsiyon kontratları ve Tezgah üstü Asya opsiyon kontratları olmak üzere bugün için üç çeşittir. Amerikan opsiyon kontratlarında alıcı hakkını kullanmak için kontrat süresinin dolmasını beklemek zorunda değildir. Dolayısıyla Amerikan opsiyon kontratları alıcısına esneklik sağlar. Avrupa opsiyon kontratlarında ise alıcı opsiyon hakkını sadece süresi (vadesi) sonunda kullanabilmektedir. Tezgah üstü Asya opsiyon kontratlarına gelince, bunlar aylık opsiyon ortalamasına göre işlem görmekte ve fiziksel piyasalarda uygulanan fiyatlandırma yöntemlerine uyumluluk sağlamaktadırlar.

 

Takas (swap) kontratlar, iki taraf arasında yükümlülük doğuran  ve sadece nakit değişimi içeren finansal amaçlı kontratlardır. Bu kontratlara swap (takas) adının verilmesinin nedeni, taraflar arasında yapılan anlaşmalarda fiyat değişiminin olmasıdır. Petrol piyasalarında şirketler çeşitli swap kontratları kullanmaktadırlar. Bu kontratların ilki Plain Vanilla’dır. Plain Vanilla, sabit fiyata karşı gelecekte kesinleşecek olan değişken  fiyat ortalaması (aylık ortalama) ile değişimdir. Bu tür kontratlar LPG ticaretinde ve hedge işlemlerinde (riskten korunmak amacıyla yapılan işlem) kullanılmaktadır. Bir de Differential Swap vardır ki, bu da iki farklı ürünün  sabit fiyatları arasındaki değişimini esas alır.Örneğin, motorin karşılığı uçak yakıtı gibi. Bir diğer swap da Participation Swap’dır. Bu plain vanilla’ya benzer, ama farklı yanı, taraflar sadece olası zarar durumunda veya fiyat dezavantajında belli bir yüzdeyle katılmaktadır. Bir de Duble-up swap işlemi vardır ki,daha çok spekülatörler tarafından kullanılır. Daha avantajlı swap fiyatı yakalamayı hedeflerler. Ancak, bu kontratı hayata geçiren taraf, kontrat miktarını ikiye katlama inisiyatifini elinde bulundurmaktadır. Son bir swap şekli de Margin Swap’tır. Daha çok rafineriler tarafından ham petrole karşılık rafinajda elde edilen ürünlerden olası fiyat dalgalanmalarına karşı korunmak ve belli bir kâr marjını sağlamak amacıyla bu tür kontratlar yapılmaktadır.

 

Doğalgaz Üretim ve Tüketim Dengesi: BP verileri ile kıtalar ve büyük üretici (50 bcm üzeri) ve büyük tüketici (25 bcm üzer) doğalgaz üreten ve tüketen ülkeler yine karşılaştırmalı biçimde aşağıdaki tabloda verilmişlerdir:

 

(*) Belirlenen sınır değerden küçük veya yokumsanabilir.

 

Doğalgaz Taşımacılığı ile Ticareti: Dünyada doğalgaz taşımacılığı ya boru hattı ile ya da sıvılaştırılmış biçimde (LNG) olarak büyük kapasiteli deniz tankerleriyle yapılmaktadır. 2010 yılında boru hattıyla dünyada toplam doğalgaz ithalâtı ve ihracatı 677,59 bcm, LNG şeklindeki doğalgaz ithalât ve ihracatı ise 297,63 bcm olmuştur. Böylece 2010 yılında ticarete konu olan toplam doğalgaz ithalât-ihracat  miktarı 975,22 bcm olup, bu 2010 yılında tüketilen 3169 bcm doğalgazın %30,8’idir.

 

Dünya doğalgaz fiyatları ABD doları/milyon Btu olarak verilmektedir.

 

 US$ milyon Btu = 35,72 US$/1000 Nm3

 

Yıllar itibariyle çeşitli piyasalarda doğalgaz fiyatlarının gelişimi aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:

 

 

2011 Ekim Ayı’nın son günü itibariyle (31.10.2011) Henry Hub fiyatı spot piyasada 3,612 US$ milyon Btu (= 129,02 US$/1000 Nm3) görünüyor. LNG Japon cif fiyatı ise 15 US$ milyon Btu (535 US$/1000 Nm3) düzeyine sıçramıştır. Japonya’daki nükleer kazanının bu sıçramada etkisi vardır.

 

Boru hattı gaz fiyatları ise uzun vadeli kontratlarda petrol ve petrol ürünleri fiyatlarına bağlı olarak formüle edilmektedir. Burada boru hattı maliyetleri ve siyasi faktörlerin de rol oynadığı görülmektedir.

 

Petrol için anlatılan borsalar, enerji borsası olarak doğalgaz üzerinde de benzer işlemleri yapmaktadırlar.

 

Kömür Üretim ve Tüketim Dengesi:  BP-2011 Enerji İstatistik Bülteni’ndeki verilerle 2010 yılında 25 MTEP üzerinde kömür üretim ve tüketimi olan ülkelere göre kıtalar itibariyle dünyanın kömür bilançosu aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:

 

(*) Sınır değerin  altında veya yokumsanabilir.

Tablodan görüleceği gibi büyük kömür üreticileri çoğunlukla büyük kömür tüketicileri olmakla birlikte, Avustralya, Kolombiya gibi üretimine kıyasla tüketimi küçük kalan kömür ihracatçısı ülkeler de vardır. Rusya v e Güney Afrika Cumhuriyeti gibi büyük kömür üreticisi bazı ülkeler kömür ihracatı da yapmaktadır.

 

Kömür Üretiminde Ön Sırada yer Alanlar: Dünya Kömür Birliği (World Coal Association) milyon metrik ton olarak taşkömürü üretiminde en başta gelen 10 ülkeyi (top 10) 2010 geçici verileriyle (tahmini) şöyle sıralamaktadır:

 

Dünya Kömür Birliği tarafından milyon metrik ton olarak linyit üretiminde başı çeken 10 ülke (top 10) ise 2010 geçici verileriyle şöyle sıralanmaktadır:

 

Kömür ticaretinde kömür nakliyesi deniz yoluyla 40 ilâ 80 000 DWT (detveyt “deadweight long tons”) şileplerle, karada ise demiryolları ve kısa mesafelerde büyük tonajlı dev kamyonlarla yapılmaktadır. İthal kömüre dayalı termik santrallerin deniz kenarlarında kurulmasının nedeni, soğutma suyu ihtiyacından çok, büyük tonajlı şileplerin yaklaşacağı  iskelelerinin olabilmesi içindir.

 

Dünya Kömür Fiyatları: Dünyada kömür ithalât ve ihracatına bağlı olarak oluşan kömür piyasalarına ilişkin  Avrupa, Amerika ve Japonya piyasaları vardır. Bu piyasalarda alınıp satılan kömür temelde taşkömürü olmaktadır. Kok ticareti de vardır. Bu piyasalarda kömür fiyatının (taşkömürü) gelişim süreci şöyle olmuştur.

 

US dolar/ton

 

Kömür fiyatları petrol ve doğalgaz gibi günlük değişik göstermemekle birlikte her ay, hatta bazen her hafta değişebilmektedir. Dünya kömür marketlerinde 2011 Ekim fiyatları 106,44 US dolar/ton, 118,10 US dolar/ton, 120,35 US dolar/ton gibi düzeyler görülmektedir. Kömür ticareti üzerinde sayıları 5-6 kadar olan bazı büyük uluslar arası şirketler aracılı işlem yapmaktadırlar. Örneğin bunlardan London Commodity Brokers Ltd şirketi, Avustralya ve Güney Afrika, Kolombiya kömürlerinden başka Rusya kömürlerini bile satmaktadır. Kömürde oligopol bir serbest piyasanın bulunduğu bilinmektedir.

 

Dünya Nükleer Enerji Kullanımı: BP Haziran  2011 Enerji İstatistik Bülteni’ne göre 2009 ve 2010 yılları itibariyle dünyada kıtalar ve ülkeler bazında nükleer enerji kullanımı aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:

 

MTEP olarak

(*) 0,05’in altında

 

Nükleerin Elektrik Üretimindeki Payı: International Atomic Energy Agency (IAEA) 2010 yılında dünyanın toplam nükleer elektrik üretiminin 2630 TWh olduğunu bildirmiştir. Öte yandan Enerdata Global Energy Statistical Yearbook-2011’da dünyanın 2010 yılı toplam elektrik üretimi  21248 TWh yıl olarak yer almıştır. Buna göre dünya elektrik üretiminin %12,4’ü nükleer enerjiyle sağlanmıştır. Nükleer enerji üretimi yapan ülkelerin 2010 elektrik üretimlerinde nükleer enerjinin payı şöyle olmuştur:

 

Dünya elektrik üretiminde top 10 ülkenin toplam ve nükleer elektrik üretimleri Enerdata-IAEA verirline göre aşağıdaki tabloda düzenlenmiştir:

 

 

Bu son tablo bize Japonya’nın Rusya’dan hem daha fazla elektrik ve hem de daha fazla nükleer enerji ürettiğini göstermektedir. Elektrik üretiminde top 10 sıralamasında ikinci olan Çin, bu 10 ülke arasında nükleer elektrik üretimi açısından 8. sıraya gerilemektedir.

 

Dünya Hidroelektrik Enerji Kullanımı: BP, Haziran 2011 Enerji İstatistikleri Bülteni’ne göre 2009 ve 2010 yıllarında dünya hidroelektrik enerji tüketimi  2010 yılında 10 MTEP’in üstünde olan ülkeler bazında ve kıtalara göre toplam tüketim değerleriyle aşağıdaki tabloda yer almaktadır.

 

 

Türkiye hidroelektrik enerji üretim ve tüketiminde dünya ülkeleri arasındaki sıralamada 2010 itibariyle Çin, Brezilya, Kanada, ABD, Rusya, Norveç, Hindistan, Japonya, Venezuela, İsveç ve Finlandiya’nın arkasından 12. sırada yer almaktadır.

 

Birleşmiş Milletler (UNESCO) World Water Assessment Programme kapsamında 2010 yılı için verilen geçici değerlerle (tahmini) dünyanın toplam hidroelektrik enerji üretimi büyük hidroelektrik santrallerden 3990 TWh, küçük hidroelektrik santrallerden (barajsız) 220 TWh olmak üzere toplam 4210 TWh  düzeyindedir.

 

Dünyanın Büyük Barajlı Hidroelektrik Santralleri: Büyük barajlar çeşitli kriterlere göre sıralanırlar. Bunlar; bent hacmi, bent yüksekliği, kurulu güç vs. şeklinde sıralanabilir. Bent hacmi bakımından dünyanın en büyük barajı Çin’de Yangtze Nehri (Sarı Irmak’tan sonra Çin’in ikinci en uzun nehri) üzerine inşa edilen Üç Gorges Barajı’dır, bent hacmi 39,3 milyar metreküptür. Bu sıralamada Atatürk Barajı 11. sırada yer almakta olup, bent hacmi 84,5 milyon metreküptür. Bent yüksekliği bakımından en büyük olanı 335 m ile Tacikistan’daki Rogun barajıdır. Bu listede Keban 210 m bent yüksekliği ile  31. sırada, Atatürk Barajı 184 m bent yüksekliği ile 48. sırada yer almaktadır. Güç bakımından 1. sırada olan Çin’in Üç Gorges Barajlı Hidroelektrik Santrali’dir, 2008 yılında 18300 MW güçle işletmeye girmiş olup, gücü 22500 MW’a çıkarılmıştır. Güç sıralamasında Atatürk Baraj ve Hidroelektrik Santrali 2400 MW kurulu gücüyle 34. sırada yer almakta, yılda maksimum 8,9 milyar kWh enerji üretebilmektedir. Dünyanın rezervuarı en büyük barajlı hidroelektrik santrali 57,3 milyar metreküp ile Rusya’nın Samara (Kuybyshev) Barajı olup, ikinci sırada 48,7 milyar m3 rezervuar hacmi ile Atatürk Barajı gelmektedir. Dünyanın en büyük güçlü hidroelektrik barajı olan Üç Gorges’un rezervuar hacmi 39,3 metreküptür.

 

Yenilenebilir Enerji Kullanımı: BP 2010 Enerji İstatistikleri Bülteni’ne göre hidroelektrik dışında yenilenebilir kaynaklardan (rüzgâr, jeotermal, güneş, biyokütle ve atık) elde olunan enerji  2010 yılında 1 MTEP düzeyine aşan ülkelere ve kıtalara göre 2009-2010 yıllarında şöyle olmuştur:

 

 

Görüleceği gibi yenilenebilir enerji kullanımı dünyanın genel enerji tüketimi yanında sembolik düzeyde kalmakta, OECD ülkelerinde, ayrıca geleceğin çok kutuplu dünyasında yeni kutup merkezleri oluşturan Çin ve Hindistan gibi ülkelerde görülmekte, en çok da Avrupa Birliği’nde yoğunlaşmış bulunmaktadır.

 

Dünya Genel Enerji Kullanımının Ülkeler/Kıtalar Bazında Görünümü: Konumuzun başında BP Statistical Review of World Energy June 2011 raporuna göre dünyanın 2010 yılı toplam genel enerji tüketimini kaynaklar bazında vermiştik. 2010 yılı genel enerji tüketiminde 100 MTEP ve üzeri genel enerji tüketimi olan ülkelere/kıtalara göre tüketimin kaynaklar bazında dağılımı şöyledir:

 

 

Dünya’nın 2010 yılında tükettiği toplam genel enerjinin;

• ABD     %19.0

• Rusya Federasyonu %5,8

• Çin    %20,3

• AB    %14,4

kadarını tüketmiş görünüyorlar.

 

Bu ülkelerin genel enerji tüketim bileşimlerine baktığımızda;

• ABD tükettiği enerjinin %64,4’üni hidrokarbonlardan, %23,0’ını kömürden, %8,4’ünü nükleerden sağlamıştır.

• Rusya Federasyonu %75,3’ünü hidrokarbonlardan, % 13,6’sını kömürden, %5,6’sını nükleerden karşılamıştır.

• Çin, %21,7’sini hidrokarbonlardan, % 70,5’ini kömürden, %0,006’sını nükleerden temin etmiştir.

• AB ise, %63,8’ini hidrokarbonlardan %15,6’sını kömürden, %12’sini nükleerden karşılamıştır.

 

Kıyasladığımız ülkeleri hidrokarbon bağımlılığı bakımından sıralarsak; Rusya-ABD- AB-Çin sıralaması ortaya çıkıyor.

 

Kömüre bağımlılık bakımından sıralarsak; Çin-ABD-AB-Rusya sıralaması oluşuyor.

 

Nükleere bağımlılık bakımından ise; AB-ABD-Rusya-Çin sıralaması ile karşılaşıyoruz.

 

Rusya’nın hidrokarbon bağımlığında başı çekmesi zengin petrol ve doğalgaz rezervleri nedeniyle, Çin’in de kömürde başı çekmesinin gerekçesi aynı. AB’nin nükleere bağımlılığının ön sırada olması aşırı hidrokarbon tüketimine karşın, bunu destekleyecek hidrokarbon rezervlerinin yeterli olmaması, elinde gelişmiş nükleer teknoloji bulunmasıdır. Nükleer enerji üretim ve tüketiminde AB (207, MTET) ve ABD (192,2 MTEP) neredeyse nicelik olarak birbirlerine yakın düzeylerdedir. Rusya ve Çin’in toplam (yani iki ülkenin toplamı) nükleer enerji üretimi ayrı ayrı AB ve ABD’nin dörtte biri düzeylerindedir denilebilir.

 

Enerdata İstatistikleri: Enerdata / Global Energy Statistical  Yearbook 2011’de dünyanın 2010 yılındaki toplam enerji tüketimi BP istatistiğinden farklı olarak 12852 MTEP olarak verilmektedir. Bunun nedeni modern biomastan öte klasik biomasın da (yani ticari olmayan kaynakların) tüketiminin e eklenmesinden ötürüdür. Bu arada istatistiklerin veri toplama kaynaklarına göre de her zaman bir farklılığın (%1-3’den az olmayan) oluştuğu bilinmektedir.  Dünyanın 1990’da 8803 MTEP olan toplam enerji tüketimi 20 yılda 1,5 katı ya da %146 artışla 2010 yılında 12852 MTEP’e ulaşmış bulunuyor. Enerdata istatistiği 2010 yılında enerji tüketimi bakımından 10 major ülkeyi şöyle sıralamıştır:

 

ÇinABDHindistanRusyaJaponyaAlmanyaBrezilyaFransaKanadaGüney KoreMTEP2493 MTEP2249 MTEP692 MTEP682 MTEP488 MTEP330 MTEP263 MTEP262 MTEP258 MTEP249

 

Kriz sonrası hafif düşüşten sonra (2008 yılında 12294 MTEP, 2009 yılında 12186 MTEP) 2010’da %5,5’luk artış görülmüştür. Kriz öncesine göre artış %4,5’dur. Enerdata bazı OECD ülkelerinde enerji tüketiminde küçük azalmalar olmakla birlikte Japonya’da %6,7, Avrupa’da %4 ve ABD’de %3,7 artış rapor ediyor.

Şimdi Enerdata tarafından top 10 olarak enerji tüketimleri sıralanan bu ülkelerin 2010 yılı GDP sıralamasını da IMF verileri ile yerleştirelim. Burada sırası gelmişken belirtmekte yarar var IMF, World Bank (Dünya Bankası) ve CIA Factbook gibi internet sitelerinden alacağınız GDP verileri arasında ufak farklılıklar görülmektedir. Söz konusu ülkelerin GDP sıralaması şöyle:

 

DünyaABDÇinJaponyaAlmanyaFransaBrezilyaHindistanKanadaRusyaGüney Kore62 911 253 x 106 US dolar14 526 550 x 106 US dolar5 878 257 x 106 US dolar5 458 797 x 106 US dolar3 286 451 x 106 US dolar2 562 742 x 106 US dolar2 090 314 x 106 US dolar1 631 970 x 106 US dolar1 577 040 x 106 US dolar1 479 825 x 106 US dolar1 014 482 x 106 US dolar

 

Bu ülkeler için 2010 verileri ile 1000 dolar GDP başına düşen TEP enerji tüketimi ile 1 TEP enerji harcamasıyla elde olunan GDP miktarları aşağıdaki tabloda verilmiştir. Bu tablonun birinci sütununda her bir 1000 US dolar GDP üretimi için harcanması gereken enerji ve ikinci sütununda 1 TEP enerji harcamasının karşılığı elde olunan GDP değerleri görülmektedir.(5)

 

 

Buna göre Çin 1000 dolar üretim için Japonya’nın harcadığı enerjinin 4,8 kat daha fazla enerji harcar görünmektedir. Japonya 1 TEP ile 4,7 kat daha fazla GDP üretebilmektedir. Tabii ki bu yargı sanayi üretimi için değil, ülkenin toplam mal ve hizmet üretimi ve o ülkede yaşam koşullarının idamesi için harcanan enerjiyi göstermektedir, ama dünya ortalamasının altında enerjiyle bu işi başaran Japonya, Almanya, Fransa, Brezilya, ABD ve Kanada enerji verimliliğinin yüksek olduğu ileri teknoloji kullanan ülkelerdir ve bu ülkelere ileri düzeyde gelişmiş teknoloji ülkeleri diyebiliriz. Rusya, Çin, Hindistan, Güney Kore ise sanayi ülkesi olmakla birlikte henüz onlar kadar bir teknoloji veya ileri teknoloji ülkesi özelliğine kavuşmamışlardır.

 

Öte yandan sanayi üretiminin yanında tarımsal üretimi ile hizmet üretimi fazla olan ülkelerde, tarım ve hizmet sektörü sanayiye kıyasla çok daha az enerji tüketimi gerektirdiğinden TEP/1000 US dolar değerinin düşük, US dolar/TEP değerinin de yüksek çıkmasına neden olmaktadır. Suudi Arabistan gibi gelirini petrol satışıyla elde eden yüksek gelirli bir ülke için de böyle bir durum söz konusudur. Bu nedenle söz konusu tablo ülkelerin sanayi ve teknoloji düzeyi hakkında kesin hüküm de bulunmak için yeterli değildir. Ancak TEP/1000 US dolar değerinin büyüklüğü,  US/dolar/TEP değerinin küçüklüğü, yoğun enerji kullanımı gerektiren üretim yapıldığının (sanayi ağırlıklı ve özellikle ağır sanayi üretimi) göstergesidir.

 

Konu 6

 

2030 Sonrasına Yönelik Enerji ve İklim Politikaları Senaryoları

ile Yarının Enerji Dünyasına OECD (IEA) Bakışı

 

Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) ilk kez 2008 yılında 2030 global enerji trendine ilişkin referans senaryosunu  World Energy Outlook raporunda yayınlayarak, enerjiye yeni bir vizyon getirmiş oldu. Bunu da bir model çalışmasıyla gerçekleştirdiler.

 

Referans Senaryo İçin Modelin Girdileri: Bunun için Birleşmiş Milletler projeksiyonlarına (UNPD, 2007a) göre 2030 yılında dünya nüfusunun 2030 yılında 82 milyara çıkacağı (bugün için 7 milyar), nüfus bakımından major coğrafi kıta ve bölgelerin Afrika, Çin, Hindistan, Diğer Asya, Latin Amerika, OECD Avrupası, OECD Kuzey Amerikası, Doğu Avrupa ve Avrasya, Ortadoğu, OECD Pasifik şekline sıralanacağını varsaymıştır. Böyle bir çalışa için bölgeler itibariyle nüfus artış hızları aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi seçilmiştir:

 

 

Tabii ki enerji talebi için bir faktör nüfus olmakla beraber, en önemli faktör ekonomik büyümedir International Monetary Fund (IMF) PPP terimleri ile GDP serileri esas alınarak 2030 yılına kadar GDP’nin nasıl bir büyüme izleneceği araştırılmış, bunun için de yine belli bölgeler için aşağıdaki tablodaki yıllık GDP büyüme hızları ortaya konulmuştur:

 

 

Ayrıca fosil yakıtların fiyatları için de aşağıdaki kabullenmeler yapılmıştı:

 

 

Modelin bir diğer girdisi teknolojik verilerdi. Tabii ki burada teknolojik terimle sadece enerji verimliliği değil, ondan daha önemli ve başta gelen enerji karşımı- deseni (mix) geliyordu.Çevre açısından karbon yakalama ve depolama (carbon capture and storage – CCS) tekniklerine ait datalarda burada girdi olmuştur. Biyokütle yakıtlar için ikinci jenerasyon biyo-yakıtlarda göz önüne alınmıştır.

 

Referans Senaryo hazırlanırken 2007’nin ortası ile 2008’in ortası arasında ön ayak olan başlıca yeni projelerde şöyleydi:

 

 

Referans Senaryoda Enerji Talebi: Referans senaryo olarak 2006-2030 arasında primer enerji talebinin 2006-2030 arasında %45 artacağı, yıllık artışın ortalama %1,6 olacağı projekte edilmiştir. Buna göre birincil enerji deseni veya karışımı (mix) aşağıdaki tabloda verilmiştir.

 

Dünya birincil enerji talebi-referans senaryo (MTEP)

 

Enerji Talebinin Bölgesel Dağılımı: Bu enerji talebinin dünyadaki bölgesel dağılımı da aşağıdaki tabloda gösterilen biçimde belirlenmiştir:

 

 

Görüleceği gibi ülkeler bazında büyük gelişme Çin ve Hindistan’da beklenmektedir. Kıtalar bazında ise Asya ve Ortadoğu’daki talep artış hızları başı çekmektedir. Kararlı bir ekonomik büyüme koşullarında Non-OECD bölgesinde kentleşmenin gelişmesi talebi tahrik edici etki yapacağı hesaba katılmıştır.

 

Sektörler Bazında Son (Nihai) Enerji Tüketimi: Dünyada enerji son tüketimine bir de sektörler bazında bakmak da yarar vardır. Sektörler bazında enerji kaynaklarına ve son tüketiciye bağlı beklenen tüketimler aşağıdaki tabloda verilmiştir:

 

 

Bu son tabloda verilen toplam değerler ile önceki tablolarda verilen toplam değerlerin farklı olmasının nedeni ve dikkat edilmesi gereken nokta, son tüketici itibariyle kullanımda, enerji çevrim ve dönüşümlerinde ortaya çıkan kayıpların düşüşmüş olmasındandır, yani son tüketim (final consumption) brüt değil, net enerji kullanımı ifade etmektedir.

 

Burada kaynaklar bazında bakıldığında kömürün 2006-2030 periyodunda %9’luk bir oranda son tüketimde yer aldığı görülmektedir. Kömürün endüstri içindeki payı büyümekte, ama bu yalnızca OECD dışı ülkelerde gerçekleşmektedir. Endüstriyel son tüketimde doğalgazın payı da değişmemektedir. Bununla birlikte tüketim miktarı OECD dışı ülkelerde  yılda yüzde 1,3 bir artış göstermektedir. Bu arada endüstride payı hızla artan elektrik olmaktadır. Elektriğin payı 2006’daki %26’dan 2020’da %34’e çıkmaktadır. Yine bu sektörde petrol talebi de yılda %1,2 artış göstermektedir.

 

Ulaştırmada birinci jenerasyon teknolojilerle biyoyakıtların payı 2006’da %1 düzeyinde iken, 2030’da ancak %4 düzeyinde olabilecektir.

 

Konutsal, hizmetler ve tarım sektörünün payına bakarsak, bu sektör içerisinde en az enerji tarıma gitmektedir. Gerek konutlarda (domestic) ve gerekse hizmetlerde (services) tüketilen enerji tarımda tüketilenden çok daha fazladır. Bu sektörde kullanılan biyokütle ve atıkların mutlak değeri artmakta, ama payı 2006’daki %28’den 2030’da %22’ye düşmektedir. Yine bu sektörde elektriğin payı ise 2006’daki %26’dan 2030’da %34’e çıkmaktadır. Konutsal sektörde kişi başına elektrik tüketimi OECD ülkeleri ortalaması olarak 2030’da kişi başına 2835 kWh’e ulaşacak, OECD dışı ülkelerde  ancak 565 kWh ve Sahra altı (sub-Saharan) Afrika ülkelerinde 2030 yılında 132 kWh düzeyinde kacaktır. Elektrik çağdaş ve sağlıklı yaşamın, temiz çevrenin, yaşamda teknoloji kullanmanın, konforun bir göstergesi olduğuna göre OECD ülkeleri bu nimetlerden geniş ölçüde yararlanırlarken, OECD dışı ülkeler ve Afrika ülkeleri çok daha alt düzeylerde yaşam sürdürecekler demektir.

 

Enerji Yatırımları: 2030 yılındaki enerji kullanım verilerine ulaşabilmek için 2007-2030 arasında enerji sektörüne yapılması gereken yatırımlar, kaynaklar ve dünyanın coğrafi bölgeleri bazında aşağıdaki tabloda hesaplanan düzeylerde belirlenmiştir:

 

 

Buna göre toplam 26,3 trilyon dolar (2007 dolar değeriyle) yatırımın;

- 13,6 trilyon dolarla %52’si elektrik sektörüne,

- 6,3 trilyon dolarla %24’ü petrol sektörüne,

- 5,5 trilyon dolarla %21’i gaz sektörüne,

- 0,7 trilyon dolarla %3’ü kömür sektörüne,

- 0,2 trilyon dolarla %1’i biyoyakıt sektörüne

harcanacak.

- Elektrik sektörüne yapılacak yatırımın %50’si elektrik üretim santrallerine, %50’si de iletim  ve dağıtım hizmetlerine,

- Petrol sektörüne gidecek yatırımın %80’i  arama ve geliştirme işlerine, yüzde 16’si rafinasyona, % 4’i ise petrol deniz tankerlerine,

- Gaz sektörüne gidecek yatırımın %61’i arama ve geliştirmeye, %31’i iletim ve dağıtıma (boru hatlarına), % 8’i LNG zincirine,

- Kömüre yapılacak yatırımın %91’i madenciliğe, yüzde 9’u kömür tanker ve limanlarına

harcanacak.

 

CO2 Emisyonu: Yukarıda 2030 yılına kadar enerji trendini inceledik. Bu kadar enerji kullanımının çevreye etkisi ne olacak, bunu da CO2 emisyonu ile ele alacağız. 2006-2030 periyodunda enerji üretimi nedeniyle salınacak CO2 emisyonu değerleri de aşağıdaki tabloda coğrafi bölgeler itibariyle verilmiştir.

 

 

2006-2030 periyodunda BRIC ülkelerinden Çin’in CO2 emisyonu yıllık % 3,1 artış gösterirken, Hindistan’daki yıllık artış %4,1 olacaktır. Ortadoğu’daki yıllık artış %3 düzeyinde gerçekleşecektir. OECD Kuzey Amerika’sındaki artış %,3 olacakken, OECD Avrupa’sında yıllık -%0,1 azalış görülecektir.

 

2009 Yılında Referans Senaryo Değişikliği Gerektiren Nedenler: Dünya 2008’in sonunda ABD’de ortaya çıkan finans krizi ile bir global ekonomik krize adım atıyordu. Yalnız başlangıçta bu krizin boyutlarının ve derinliğinin doğru algılanabildiğini söylemek maalesef mümkün değildir. Öte yandan Post Kyoto süreci kapsamında 2009’un sonunda yapılacak iddialı olması beklenen Kopenhag Zirvesi iklim değişikliği için emisyon salımlarına yeni hedefler belirlenmesini gerektiriyordu.

 

Dünya finans krizi fosil enerji kullanımındaki artışa geçici bir rahatlana-nefes alma fırsatı getiriyordu. Buna kriz nedeniyle düşmesi beklenen enerji talebi yol açıyordu. Tabii ki bu talebin düşmesi daha düşük bir GSH (GDP) oluşumuna yol açacağı için ekonomik daralma demekti ve bu yönüyle de rahatsızlık vericiydi.

 

Finans krizi nedeniyle enerji yatırımlarını düşmesi geniş ölçüde sonucuna katlanılabilecek yeni durumlar yaratıyordu. Petrol ve gaz sektöründe  pek çok firma sermaye harcamalarını kısacaklarını anons ettiler, dolayısıyla bu bazı projelerin iptaline ve sonuçta daha düşük bir cash (nakit) akımına neden olabilecek durum yaratıyordu.

 

Enerji yatırımlarının düşmesinin geniş ölçüde olumsuz sonuçlarına katlanılması gereken durumlar yaratması kaçınılmazdı ve bu kapsamda, hükümetlerin yanıtlaması gereken enerji güvenliği, iklim değişikliği ve enerji yokluğu ve yoksulluğu sorunlarına yol açılmış oluyordu.

 

Finansal kriz, enerji ihtiyaçlarının  karşılanması için mobilize edilmesi gereken yatırımları önemli ölçüde gölgeliyordu. 2020 yılında kadar yapılacak 26 trilyon dolarlık yatırım, yılda ortalama 1,1 dolar (veya %1,4) global gayrisafi hasıla (GDP) yaratılacak olmasına göre hesaplanmış bir değerdi.

 

Yeni teknolojilere ve yeni temiz kaynaklara yapılacak yatırımın azalması gelecek süreçte fosil yakıtlara bağımlılığı daha çok artıracak bir gelişmeye kapı aralıyordu.  Bu açıdan enerji güvenliği ve iklim değişikliğinin katlanılabilecek sorunları alarm vermeye başlıyordu.

 

Doğacak fosil yakıt bağımlılığı nedeniyle OECD dışı ülkelerin enerji üretimlerinin yaratacağı CO2 emisyonu beklenen üzerinde bir artışa neden olabilecek görünüyordu.

 

Ortaya çıkan yeni trend atmosferdeki sera gazı emisyonları konsantrasyonunun hızla artabileceğini gösteriyordu.

 

450 Senaryosu: Öte yandan düşük-karbon enerji devriminin gereği olarak dünya global sıcaklık artışına 2 oC’lik bir sınır konulması da gerekiyordu. Tehlike için global ortalama sıcaklık artışına 2 oC’lik bir sınır koymak atmosferdeki sera gazları açısından CO2 konsantrasyonunu 450 ppm’de dengelemek anlamına geliyordu. Böylece de ortaya 40 Senaryosu denilen yeni bir senaryo çıkıyordu. Geliştirilen bu senaryoda enerjiye bağlı CO2 emisyonu 2020 yılında 30,9 Gt ile pik yapıyor, 2020’den sonra aşağı eğimle 2030 yılında 26,4 Gt’ye düşürülmesi öngörülüyordu. Bunun için de2013 yılından itibaren OECD ve OECD dışı ülkelerin emisyonlarının aşağı çekilmesi için yeni bir süreç başlatmak gerekiyordu. Major ekonomiler de denilen Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya, Güney Kore ve bazı Ortadoğu ülkeleri (bu kapsamda tabii ki Türkiye de) bu yola sokulması gerekiyordu ve Kopenhag için OECD’nin hedefi 450  senaryosu idi.

 

Yeni Modelin Temel Girdileri: Bir yıl sonra senaryo yenilenirken bu sefer2007-2020 döneminde reel GSH (GDP) yıllık ortalama artışları önceki modelden küçük alındı ve şöyle belirlendi:

 

 

Tabii ki nüfus beklentisinde bir değişiklik olmayacağına göre, daha az gelir kişi başına düşen GSH ve harcanabilir gelir miktarının da azalmasına neden olacaktır. Bu arada enerji tüketimini direkt etkileyecek bir değişken de enerji fiyatlarıdır. Yeni senaryonun oluşturulmasında geleceğe yönelik fosil enerji fiyatları da aşağıdaki büyüklüklerde ele alınmış bulunmaktadır:

 

 

Yine modelin geliştirilmesinde CO2 borsası fiyatları da bir değişken olarak alınmış ve CO2 fiyatlarının 2020’de ton başına 43 dolar, 2030’da da ton başına 54 dolar olacağı varsayılmıştır.

 

Modelin teknolojik varsayımlarına gelince 450 senaryosu için karbon yakalama ve depolama (carbon capture and storage –CCS) teknolojilerinin kullanılacağı varsayılmıştır. 2020 yılında elektrik üretim sektöründe bu teknolojilerden küçük ölçüde yararlanılacağı, sonra yaygınlaştırılıp geliştirilmesi üzerinde durulmaktadır. Bu teknolojide CO2 yakalını ayrıştırılıp yeraltında depolanmakta, ayrıca karbon bazlı üretim için hammadde olarak da kullanılmaktadır. Bu kapsamda ormanlara biyoyakıt plantasyonlarına enjeksiyonu da yer almaktadır. Uzun süreli depolama kavramı jeoloji mühendisliği kapsamında yeni bir kavramdır. Karasal jeolojik alanlarda kömür kökenli metan yataklarında depolamadan başka, okyanus tabanlarında depolama teknikleri üzerinde de durulmaktadır. Ancak okyanus ortamlarında depolama okyanus asitlenmesi gibi bir sorunu da peşi sıra getirecek görünmektedir. 2000 yılında ilk ticari uygulamaları da yapılmıştır. Ancak CCS teknolojisi daha fazla enerji kullanımı gerektirmektedir.  Almanya’da yapılan uygulamalar kömür yakan bir termik elektrik santralinde kömür ihtiyacının %25-40 arttığını göstermiştir. B unun için %100 CCS uygulama yerine fizibilitesine göre %20-90 düzeylerinde uygulama alternatifleri üzerinde de durulmaktadır.

 

2030 yılına kadar olan yeni teknolojiler içinde yoğunlaştırılmış güneş gücü (concentrating solar power) uygulaması da göz önüne alınmıştır. Biz buna odaklandırılmış güneş santralleri de diyebiliriz. Teknolojik zorlukları aşılmış olup, güneş-doğalgaz hibrid güneş termik santralleri ilk olarak ABD Kaliforniya da ticari uygulama imkânı bulmuşlardır. Güneş pilli (solar cell) santraller yerine yoğunlaştırılmış termik güneş santralleri büyük güçlerde kurulma olanakları nedeniyle tercih olunmaktadırlar.

 

Modelde ele alınan bir diğer yeni teknoloji elektrikli hibrid taşıma araçları (oto, otobüs vs.) olmuştur. Bu teknoloji kapsamında elektrikli otoların önümüzdeki 10 yıl içerisinde görünür bir sıçrama yapması da beklenmektedir. Bu uygulamanın önünde başlangıçta engel olarak görünen batarya sorunları yeni teknolojik gelişimlerle ekonomik kapsamda ciddi biçimde aşılmıştır denilebilir.

 

İleri biyoyakıtlar (advanced biofules) üzerinde durulmaktadır. Bunlar bugünkü biyodizel ve biyobenzin gibi yakıtlardan daha fazla oranda biyo kökenli yakıtlar olacaktır. Bugün kullanılan petrol ürünü ve biyoyakıt karışımı şeklindeki yakıtların biyo yanı ağır basarak geliştirilmesi hedeflenmiştir. Böyle ikinci jenerasyon biyoyakıtlar uygulamaya girecek varsayılmaktadır.

 

Yeni Senaryo ile Dünya Enerji Trendi 2030: Kriz sonrası dünya toplam birincil enerji (genel enerji) talebi yeni referans senaryoda aşağıdaki şekilde saptanmıştır:

 

Dünya birincil enerji talebi, referans senaryo (MTEP)

 

 

2007-2030 periyodunda enerji talebindeki artışın %77’si yine fosil yakıtlara binmektedir. Petrol 2030’a kadar hâlâ en büyük payı oluşturmaktadır. Hidro dışında modern yenilenebilir enerji teknolojikleri (rüzgâr, güneş, jeotermal, gel-git, dalga vs.) payı bugünkü %1’den daha az konumdan 2030’da ancak hafif bir dürtüyle %2’ye çıkabilecektir.

 

Genel Enerji ve Elektrik Talebinde Coğrafi Dağılım: Açıklanan  genel enerji talebinin bölgesel dağılımı da aşağıda verilmiştir:

 

Coğrafi bölgelere göre birincil enerji talebi, referans senaryo (MTEP)

Coğrafi bölgeler itibariyle elektrik enerjisi talebi de aşağıdaki tabloda toplanmıştır:

 

Kümülatif yatırım İhtiyacı: Yenilenen referans senaryoya göre 2030 yılına kadar enerji altyapı yatırımlarına gereken harcama da aşağıdaki şekilde hesaplanmıştır.

 

 

CO2 Emisyonu: Enerji üretimine bağlı CO2 salımına gelince 2007 yılında 28,8 Gt olup, 2020 yılında 34,5 Gt'ye ve 2030 yılında da 40,2 Gt’ye çıkması beklenmektedir. Bu yıllık yüzde 1,5 oranında artışa tekabül etmektedir.

 

Önceki referans senaryoya göre 2020 emisyonu 1,9 GT, ama 2030 emisyonu 0,3 Gt daha düşüktür. Bu azalışta % 75 ile başlıca neden küresel resesyon nedeniyle ekonomik aktivite seviyesinin düşüklüğüdür.

 

Toplam sera gazı emisyonu, tüm sektörlerden 2005 yılında 42,4 Gt CO2 eşdeğeri idi. 2005 yılında antropojenik (antropolojik) sera gazı emisyonu 42,4 Gt eşdeğer karbondioksitin gaz ve sektörler bazında dağılımı şöyle olmuştur:

 

- 27,1 GT ile %64’ü enerjiden CO2 emisyonu,

- 6,4 Gt ile %15’i endüstriyel proseslerden CO2 emisyonu,

- 3,8 GT CO2 eşdeğeri ile % 9’u tarım ve orman alanı ile arazı kullanımından emisyon,

- 3,3 Gt CO2 eşdeğeri ile %8’i N2O emisyonu,

- 1.3 Gt CO2 eşdeğeri ile %3’ü CH4 emisyonu,

- 0,5 Gt CO2 eşdeğeri ile %1’i F-gazlardan (florokarbonlar, sülfür hekzaflorid vs.)

 

Antropojenik gaz salımının Gt CO2 eşdeğeri olarak 2105’de 48 Gt düzeyine, 2030’da ise 57 Gt’lere, 2050’de 70Gt’lara yaklaşması beklenmektedir.

 

450 senaryosu uyarınca dünya sera (greenhouse) gazı emisyonu gelişiminin yıllara göre şöyle olması planlanmaktadır:

 

 

İlginç bir ilişki de istisnalar dışında kişi başına GSH (GDP) ve kişi başına düşen antropojenik CO2 emisyonu arasındaki ilişkidir. Teknolojik düzeylerin, coğrafi yaşam alanlarının farklılığından ötürü doğrusal bir ilişki olmamakla birlikte yine de kişi başına GSH değeri yüksek olan ülkelerde kişi başına CO2 emisyonlarında da izafi yükseklik olabileceği görülmektedir. Bunun için OECD ülkeleri ve bazı büyük ülkelerin bu konudaki değerleri örnek olarak aşağıdaki gibi sıralanabilir.

 

Sera gazı emisyonuna ilişkin çerçeve politika için ülkeleri üç grupta ele almak olanaklıdır:

 

- OECD+; OECD ülkeleri ve OECD’ye üye olmayan AB üyeleri,

- Diğer major (büyük) ekonomiler; (OME). OECD+ dışında CO2 emisyonları önemli olan ve GSH’leri 2020 yılında 13 000 $’ı geçecek ekonomiler. Çin, Rusya, Brezilya ve bazı Ortadoğu ülkeleri.

- Diğer ülkeler (OC); Hindistan, Endonezya ve Afrika ülkeleri (Güney Afrika harç) diğer tüm ülkeler

 

IEA’nın varsayımına göre 2013 yılında sadece OECD+ ülkeler ekonomilerini 2020’de önemli emisyon azaltmaya adapte edeceklerdir. Diğer major ekonomiler ise önemli ölçüde emisyon azaltma hedeflerini 2030 yılına adapte edecekler, diğer ülkeler ise 2030’dan önce ekonomilerini emisyon azaltmaya adapte etmeyi düşünmeyeceklerdir.

 

Bu konuda etkili mekanizmalar;

- karbon pazarları,

- sektörel yaklaşımlar ve

- ulusal politikalar ve ölçümler

olacaktır.

 

450 Senaryosuna Göre Enerji Talebi: Buraya kadar kriz sonrası referans senaryonun ne hal alacağını gördük. Şimdi bir de 450 senaryosuna göre enerji talebinin ne olacağını irdeleyelim. 450 senaryosunun başarısı enerji fiyatlarına da bağlıdır. Söz konusu 450 senaryosu kapsamında fosil yakıt fiyatları aşağıdaki düzeylerde varsayılmıştır:

 

 

450 senaryosunun uygulanması agresif politikalar gerektirecektir. Şöyle ki; dünya finans krizi öncesinde 2030 yılına ilişkin primer enerji talebi 17 000 MTEP olarak verilmişti ve kriz sonrasına ilişkin referans senaryoda bu değer 16 800 MTEP düzenine indirilmişti (-%1.18 azalma), ama 450 senaryosuna göre bu talebin 14 400 MTEP olması öngörülmektedir (kriz sonrası referans senaryodan %14,29 daha az). 450 senaryosuna göre yakıtlar bazında birincil enerji talebi aşağıda gösterilmiştir:

 

 

Tablodan görüleceği gibi nükleer, hidrolik ve yenilenebilir kaynaklardan yararlanmada dikkate değer artışlar söz konusudur, ama en büyük artış nükleer üzerinde planlanmıştır. Dünya iklim değişikliğine karşı başvurulabilecek en güçlü tek bir kaynak var görünüyor, o da nükleer enerji olarak karşımıza çıkmakta. Günümüzün bilinçli çağdaş çevrecileri, İngiltere’de ve Amerika’da yani Anglosakson ülkelerinde örnekleri görüldüğü gibi gözü kapalı şekilde nükleer enerji karşıtlığı yapmıyorlar. Kara Avrupası’ndaki nükleer karşıtlığın özellikle eski ve yeni yedi kızkardeşler, petrol ve gaz lobilerince desteklendiğinden kuşku duyulmuyor.

 

Bugün hidrokarbon çevrelerinde temiz yakıt olarak öne sürülen doğalgaz pazarının büyüklüğüne 450 senaryosu kapsamında bakmak da gerekiyor. Dünyanın çeşitli bölgelerinin net doğalgaz ithalâtı beklentileri 450 senaryosu kapsamında şöyle belirlenmiştir:

 

 

 

Öte yandan petrol ve kömürde de benzer düşüşler söz konusudur. OPEC’in petrol üretiminin fiyatlardan az etkilenir duruma gelmiştir. 450 senaryosunda OPEC üretiminin 2020’de günde (g) 43 milyon varil (mv), 2030’da 48 mv/g olması yer almaktadır. Yine de OPEC’in petrol payı bugünkü % 44 düzeyinden 2030’da % 55 düzeyine çıkacaktır. OPEC dışı üretim ise bu senaryoya göre 2008 yılındaki 47 mv/g düzeyinden 2020’da 41 mv/g ve 2030’da 39 mv/g düzeyine inecektir. Konvansiyonel olmayan petrol üretimi ise bugünkü 1,8 mv/g’den 2030’da 4,2 mv/g’e çıkacaktır, ama yine de referans senaryoya göre %44 olacaktır. 2008-2030 periyodunda kümülatif olarak OPEC’in petrol ihracı 28 trilyon dolara yaklaşırken, 450 senaryosu kapsamında bu kümülatif değer, ancak 24 trilyon dolara yaklaşabilecektir.Bu arada kömür üretiminde de 2030 yılı için referans senaryo ile 450 senaryosu arasında 3 300 MTEP kadar bir azalma öngörülmektedir.

 

450 senaryosu kapsamında çeşitli kaynaklardan yapılacak elektrik üretimi aşağıdaki  şekilde tasarlanmıştır:

 

 

450 senaryosu uyarınca elektrik sektörüne yapılacak yatırımlar ise şöyledir:

 

Toplam elektrik yatırımı içerisinde nükleer enerjiye, yeni iklim teknolojilerine ve yenilenebilir kaynaklara ayrılan pay, 450 senaryosunun en önemli kesimini oluşturmaktadır. Çünkü, ancak bu yatırımlar sayesinde enerjiye bağlı CO2 emisyonu azaltılabilecektir. Kümülatif olarak fosil yakıtlar ve alışılmış enerji kaynakları dışındaki kaynaklara dayalı elektrik santrallerine yapılacak yatırımım kümülatif tutarları da aşağıda verilmiştir:

 

 

Yeni Politikalar Senaryosu: IEA 2011 yılında yayınlanan World Energy Outlook 2010 raporunda 2035’e enerji projeksiyonu getirmiştir. Kaynaklara bağlı olarak dünya birincil enerji talebi ve senaryolarla birlikte 2035 projeksiyonu şöyle verilmiştir:

 

Global primer enerji talebi yeni politikalara bağlı olarak da artış göstermekle birlikte artış hızında yavaşlama da dikkat çekici boyuttadır. 2035 yılı, 2008 yılına göre %36 daha yüksektir. OECD bölgesinde bugüne göre 2035’deki artış %33 olmakla birlikte, OECD dışı bölgede artış %93 olarak öngörülmüştür. 450 senaryosu yeni politikalar senaryosuna göre %11 daha düşük kalmaktadır.

 

Yeni politikalar senaryosunda da enerji miksi bakımından fosil yakıtlar yine ana rolü oynamaktadır.Petrol talebi 2009’daki 84 mv/g düzeyinden %18’lik bir artışla 2035’de 99 mv/g düzeyine çıkacaktır. Kömür talebi de 2035’de bugünkünden % 20 civarında daha yüksek görünmektedir. Doğalgaz talebi ise %44’lük bir artış göstermektedir.

 

Enerji talebi ile enerji piyasasında Çin başta gelen aktör olmaktadır. 2000 yılında ABD’nin yarısı kadar enerji talebine sahip olan Çin, şimdi ABD’yi aşma sürecine girmiştir. Ancak, Çin’de kişi başına enerji tüketimi halen OECD ortalamasının üçte biri düzeyindedir.

 

Yeni politikalara göre enerji talebinin karşılanması için 2035’e kadar enerji arz altyapısına 2009 dolar değeriyle 33 trilyon dolarlık yatırım yapmak gerekmektedir. Bu yatırımın 16,6 trilyon doları elektrik sektörüne gidecektir. Yatırımın üçte ikisi de OECD dışı ülkelerde gerçekleşecektir.

 

Yeni politikaların senaryosuna göre doğalgaz pazarında gaz ithali için 2010 yılında harcanan 1,2 trilyon dolar, 2035 yılında 2010 dolar kuruyla 2,6 trilyon dolara çıkacak, yani rahatlıkla ikiye katlanacak görünmektedir. 2025’lerde dünyada petrol ve doğalgaz ithaline en çok para harcayacak ülke Çin olacaktır. Bunu Hindistan ve ardından üçüncü sırada 2020 yılından itibaren  Japonya izleyecektir.

 

Yeni politikalar senaryosunda enerjiye bağlı CO2 emisyonu 2008 yılındaki 29,3 Gt’den 2035 yılında 35,4 Gt’ye çıkacaktır. Sanayi öncesi döneme göre küresel ortalama sıcaklık artışı da muhtemelen 3,5 oC’ye ulaşacaktır. OECD dışı ülkelerde emisyon artışı sürerken, OECD ülkelerinde emisyonlarda %20 düşüş görülecektir. 450 senaryosu ise bu sıcaklık artışını 2 oC’de sınırlamayı hedeflemektedir. Yeni politikalar ihtiyatlı ölçümlere dayalı bazda, çevre ve iklim değişikliğine duyarlı olmakla birlikte, pek tabii ki 450 senaryosu kadar aşırı disiplinli bulunmamaktadır.

 

Bununla beraber dünyanın geleceği açısından uygulanagelinen senaryo bir ucu, 450 senaryosu bunun karşıt ucunu oluştururken, gelecek için izlenecek yol olarak yeni politikalar senaryosu görünmektedir. Yeni politikalar senaryosu hem ekonomik krizden etkilenerek düzenlenmiş geleneksel referans senaryoyu ve hem de 450 senaryosundan etkilenen gelişim sürecinin etkisinde kalmış bir senaryo olup, adeta iki yol arasında optimal çözümü oluşturmaktadır.  OECD+ ülkelerinin  enerji ve çevre politikalarının bundan böyle bu senaryoya göre biçimlendirilmesi beklenebilir. Tabii uygulanan senaryo statik kalıpların ürünü olmayıp, karşılaşılacak sorunlara göre esneklikler tanımlanarak çözümler oluşturulurken bir bakıma yıllara adapte edilmiş olacaktır.

 

Yeni Politikalar Senaryosuna Göre Bölgesel Talepler: Yeni politikalar senaryosunun birincil enerji talebi açısından 2008-2035 bölgesel trendi aşağıdaki tabloda verilmiştir:

2008-2035 döneminde OECD’de kömür ve petrolde azalma olurken Çin ve diğer OECD ülkelerde artış sürecek. Bu arada petrolde uluslararası stoklarda da artış bekleniyor. Gaz talebine artış var, ama gaz talebindeki artış nükleer talebindeki artışın altında kalıyor. Biyokütle artışı diğer yenilenebilirlerden ve nükleerden fazla olacak görünüyor.

 

Kişi Başına Genel Enerji Tüketimleri: Kişi başına düşen enerji tüketimi açısından bakılacak olursa, bugün dünya ortalaması 1,8 ton petrol eşdeğeri (TEP) olup, bunun yılda %0,3’lük bir artışla 2035 yılında 2 TEP’e çıkması beklenmektedir. Kişi başına enerji tüketiminin dünyadaki coğrafi dağılımına bakılacak olursa bugün ve 2035 yılında Afrika, Hindistan, Latin Amerika ve bazı Asya ülkelerinde dünya ortalamasının altında kalmaya devam edecek. Bugün kişi başına enerji tüketimi açısından dünya ortalamasının altında olan Çin 2035 yılında dünya ortalamasını aşacak, ama yine bu aşma dünya ortalamasının %150’dinin altında kalacak. Ortadoğu’daki ortalama Çin ortalamasını aşacak olmakla birlikte %200 düzeyine çıkamayacak, ama 2035’de Avrupa Birliği ortalamasını yakalayabilecek. Japonya’da kişi başına enerji tüketimi bugün dünya ortalamasının %200’ünü aşkın, ama %250’sinin altında. 2035 yılında aynı sınırlar içinde biraz artış göstermesi söz konusu.  ABD bugün için kişi başına enerji tüketiminde dünya ortalamasının %400 düzeyinde bulunuyor. Bu değer 2035’de %300’ün üzerinde, ama yüzde 350’nin altında kalacak. Rusya’da kişi başına enerji tüketimi bugün için dünya ortalamasının %250’sini biraz aşkın, ama 2035’de %350 düzeyine ulaşabilecek.

 

Bölgesel Kümülatif Enerji Altyapısı Yatırımı: Yeni politikalar senaryosunda bölgelere göre enerji arzı alt yapı yatırımları kaynaklar bazında şöyle hesaplanmıştır:

Görüleceği gibi OECD genelinde biyoyakıtlara yapılacak kümülatif yatırım kömüre yapılacak kümülatif yatırım kadar, hatta onu aşar durumda. Bunun OECD bazında tek istisnası Pasifik bölgesinde görülüyor ve orada biyoyakıtlara yatırım küçük düzeyde kalıyor. Yine OECD bazında fosil yakıtlardan en çok gaz altyapısına yatırım yapılacağı görülüyor. OECD dışı bölge genelinde ise yakıtlara yapılacak yatırım kömüre yapılacak yatırımın dörtte biri düzeyinde kalmakta. OECD dışı kesimin çeşitli coğrafik bölgelerinde biyoyakıtlara yapılacak yatırım çok daha aşağılarda sembolik düzeylerde de kalabilmekte. Bunun tek istisnası da Latin Amerika’da görülmekte. Ancak burada da biyoyakıtlara yapılacak yatırım kömüre yapılacak olanın 4 katı olsa da, toplam içindeki payı %2 kadar olmakta. OECD dışı ülkelerde fosil yakıtlardan petrole yapılacak yatırım doğalgazdan daha fazla, çünkü petrol ihracatçısı ülkeler bu grup içerisinde yer almakta.

 

Kümülatif yatırım açısından dünya geneline baktığımız zaman en büyük yatırımı, toplam kümülatif yatırımın %50’sini elektrik sektörü alıyor. Yakıtlar bazında bakılırsa, en büyük yatırım yine petrole yapılacak görünüyor. Petrole yapılacak yatırım doğalgaza yapılacak olandan %13,5 daha fazla. Kömüre yapılacak yatırım ise doğalgaza yapılacak yatırımın 10 da biri düzeyinde iken, biyoyakıtlara yapılacak yatırım da kömüre yapılacak olan yatırımın yarısından az (%47’si) kalıyor.

 

Yeni Politikalar Senaryosunda CO2 Emisyonu: Global CO2 emisyonu 2008-2035 arasında %21 fark göstererek, 29,3 Gt’den 35,4 Gt’ye çıkmış olacak. Bu yılda % 0,7’lik bir artışa karşılık geliyor. Daha önce açıkladığımız üzere yürürlükteki politikalar (current policies) uyarınca 2035’de 42,6 Gt’ye ulaşması söz konusu idi.

 

Kişi başına CO2 emisyonu 2015 yılında 4,5 ton ile pik noktaya çıkacak görünüyor, fakat daha sonra inişle 2035 yılında 4,2 tona düşecek.

 

Kişi başına düşen CO2 emisyonu açısından bugün olduğu gibi 2035 yılkında da Afrika ülkeleri ile bazı Asya ülkeleri ve bu arada Hindistan, Latin Amerika dünya ortalamasının altında kalırken, OECD, Çin, Ortadoğu, Doğu Avrupa ve Avrasya ülkeleri dünya ortalamasının üstünde kalacaklar. 2008’de kişi başına enerji tüketimi açısından birinci sırada dünya ortalamasının %240’ı ile OECD ortalaması varken, 2035 yılında OECD  dünya ortalaması dünya ortalamasının %175’ine çekilmiş olacak ve en yüksek değerle birinci sırayı Doğu Avrupa ve Avrasya ülkelerine bırakacak. Bu ülkelerin bugün kişi başına emisyonları dünya ortalamasının %180’i iken, 2035 yılında %210’u düzeyine çıkacak. Çin’in kişi başına emisyonu 2008 yılı verisiyle dünya ortalamasının %110’u kadarken, 2035 yılında dünya ortalamasının %160’ına çıkacak.

 

 

Konu 7

 

 

Dünya Elektrik Sektörünün Geleceği ile Nükleer Enerji ve

Yenilenebilir Enerjilerin Karşılaştırılması

 

Elektrik enerjisi, enerji bilimi ve tekniği açısından sadece bir ikincil enerjidir, ama gerek ekonomik ve gerekse toplumsal açıdan gelişmişliğin, çağdaşlığın bir göstergesidir. Gelişigüzel alınan çeşitli ülkelerden aşağıdaki tabloda verilen örnekler de kişi başına GSH değeri yüksek olan ülkelerde kişi başına elektrik tüketiminin de yüksek olduğunu ve iki değişken arasında korelasyon katsayısı yüksek ve regresyon ilişkisi bulunduğunu kanıtlamaktadır. Tabii burada ülkenin elektrik enerjisi kullanımındaki ağırlıklı verimlilik yüzdesi ile iklimini karakterize edecek ağırlıklı yıllık ortalama sıcaklık düzeyi de bu korrelasyonu etkileyen parametrelerdir.

 

 

Bu tabloda hemen dikkat çekeceği gibi Rusya’da global ölçekle kişi başına ulusal gelir düzeyinin üzerindeki elektrik kullanımı, Sovyet rejiminden gelen uygulamanın sonucudur. Komünist ülkeler elektriği mutlak ihtiyaç varsayarak yaygınlaştırmışlar, ticaret metaı olarak görmemişlerdir. Özbekistan’ın değerlerinde de bunun etkisini görmek mümkün. Artık elektriğin serbest piyasa metaı olarak görüldüğü Azerbaycan bu alışanlığı terk etmiş bulunuyor. İklim farkının etkisini Avustralya ile İsveç karşılaştırmasıyla görmek mümkün.

 

Dünya Elektrik Sektörünün Geleceği: Yeni politikalar senaryosuna göre 2008-2035 yılları arasında dünya elektrik sektörünün (power sector) yılda %2,2 büyümesi öngörülmektedir. Böylece 16 819 TWh düzeyinden 20 300 TWh düzeyine çıkacaktır.

 

Büyümenin büyük bölümü OECD dışı ülkelerde gerçekleşecektir. Dünya elektrik üretiminde nükleer ve yenilenebilir enerji payı 2008’deki %32’den 2035 yılında %45’e çıkacaktır.

 

Düşük-karbon teknolojilerinin uygulanacağı bu sektörde bugün kWh başına 536 gr kadar olan CO2 emisyonu 2035 yılında 360 gramdan daha az olacaktır.

 

Küresel olarak elektrik üretiminde kömür yine başat kaynak olarak kalmaktaysa da 2008’deki %41’lik payı 2035’de %32’ye düşecektir.

 

IEA 2010 raporuna göre bölgelere ve senaryolara göre son tüketicideki net elektrik tüketiminin OECD ve OECD dışı bölgelerde aşağıdaki gibi olması beklenmektedir:

 

Yukarıdaki tabloda net elektrik tüketimi verilmiş olup kayıplar değerlendirme dışı tutulmuştur. Bu tüketimleri karşılayacak brüt elektrik üretimleri ise şöyle olacaktır:

 

Fosil Yakıtlardan Elektrik Üretimi: Yukarıdaki üretimlerin gerçekleştirilmesinde fosil yakıtlar yine önemli bir pay alacaktır. Bu payın senaryolara göre durumu şöyledir:

 

Görüleceği gibi şu an uygulanan yürürlükteki politikaların senaryosunda fosil yakıtlardan yapılacak elektrik üretiminin payında bir azalma değil, artış söz konusu. Yeni politikalar senaryosunda ise bu pay 2035’e kadar olan süreçte oransal olarak azalsa da, 2035 yılı elektrik üretiminin yarısından fazlası (%55’i) yine fosil yakıtlardan sağlanacak görülüyor. Ancak 450 senaryosu sürekli azalmadan öte bu payı 2035 yılında %36’ya düşürmeyi öngörmekte.

 

Fosil yakıtlardan yapılacak elektrik üretimi çevre açısından istenmeyen CO2 salımını da beraberinde getirmektedir.  Kömür, petrol ve gazdan yapılacak elektrik üretimleri nedeniyle ortaya çıkacak CO2 salımları da aşağıda gösterilmiştir:

 

Görüleceği gibi CO2 emisyonundaki en önemli azalma 2020’den başlayarak 450 senaryosunda görülmektedir. Şöyle ki, yürürlükteki politikalarla elektrik üretiminin neden olacağı CO2 salımı 2035’de pik yaparak 2008 yılındaki salımın %159’una ulaşırken, 450 senaryosunda 2035 yılında beklenen salım, 2008 yılındaki salımın yarısından az olup %44’ü düzeyinde kalabilecektir. Tabii ki bunu sağlamanın bir maliyeti olup, ona aşağıda yatırım açıklanırken ayrıca değinilecektir.

 

Nükleer ve Yenilenebilir Kaynaklardan Elektrik Üretimi: Bu elektrik üretimi kapsamında dünyada nükleerden ve yenilenebilir enerjilerden yapılacak elektrik üretimi de aşağıda gösterilmiştir:

 

Görüleceği gibi, mevcut yürürlükteki senaryo (halihazır senaryo) ile kıyaslanırsa, yeni politikalar senaryosu ve 450 senaryosu nükleer enerjini ve yenilenebilir enerjilerin payını yüksek tutmakta. Hatta 450 senaryosunda yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretimi 2035 senesinde fosil yakıtlardan elektrik üretiminin %131,4’ü yani 1,3 katı olmaktadır. Yürürlükteki politikalar senaryosunda ise bu oran hemen hemen değişmemektedir denilebilir.

 

Gerekli Elektrik Santralleri Kurulu Gücü: Fosil yakıtlardan yapılacak elektrik üretimleri için gerekli kurulu güç düzeyleri aşağıdaki tabloda verilmiştir:

 

 Fosil yakıtlı santraller baz yük santralleri olarak bilinir. Yüksek emre amadelikle (kullanılabilirlik-availability) maksimum yükte çalışabilen büyük kapasiteli güvenilir santrallere baz yük santralleri denir. Kömür santralleri ve doğalgaz santralleri bugün için en çok kullanılan baz santrallerdir. Nükleer santraller de baz santrallerdir. Ama bir barajlı hidroelektrik santral baz yük santrali olmayıp puant santrallerdir. Devredeki elektrik yükünün ya da bir diğer deyişle elektrik talebinin artması koşulunda hemen üretime sokulan santrallere puant santraller denir. Doğalgaz santralleri puant yük santrali olarak çalıştırılabileceği gibi, barajlı hidroelektrik santrallerin baz yük santrali olarak çalıştırılabileceği çelişik uygulamalar da görülmektedir. Yenilenebilir enerji santrallerinde baz yük özelliği sınırlıdır. Biyokütle ve jeotermal santrallerin baz yük özelliği varken, rüzgâr ve güneş santralleri değişken üretim karakteri gösterirler ve baz yük santrali olarak kullanılamazlar.

 

Yenilenebilir kaynaklardan yapılacak elektrik üretimlerinin gerçekleştirilebilmesi için gerekli kurulu güç düzeyleri de şöyle belirlenmiştir:

 

 

Santrallerin Üretim-Güç İlişkisi ile Kullanılabilirlik ve Kapasite Faktörleri: Kaynaklardan yararlanma konusunda üretim ve tüketim miktarları (kWh) daha anlamlı olup, kurulu güç miktarları (kW) aynı düzeyde anlamlı değildir. Çünkü,

 

 Enerji (kWh) = Kurulu güç (kW) x Santralin çalışma süresi (h)

 

Olduğundan, santrallerin hepsinin çalışma süreleri birbirine eşit değildir. Örneğin bir doğalgaz santralı 8760 saatlik bir yılda 7000-7500 h çalışabilirken, bir barajlı hidroelektrik santral 4000-4500 saat çalışabilmekte,  rüzgâr santralinin çalışma süresi 2000-2500 h olmakta, kömür santrali 5000-6000 h çalışabilmektedir. Güneş santrallerinin üretimi güneşlenme periyodu ile sınırlanırken, rüzgâr santrallerinin üretimi rüzgâr esme saat sayısına bağlıdır. Bu nedenle elektrik santrallerinde “kullanılabilirlik faktörü” ya da yararlılık faktörü (availability factor) yani emre amadelik ile “kapasite faktörü” (capability factor) önemli olmaktadır.

 

Kullanılabilirlik faktörü (availability factor), yıl içinde santralin elektrik üretmeye muktedir olduğu (erkli bulunduğu) yani çalışmaya hazır durumdaki  sürenin (h), yıllık toplam süreye bölümü (8760 h) ile ortaya çıkan oransal yüzde büyüklüktür. Toplam süre genelde yıla göre alınmakla birlikte, aylık bazda da oranlama yapılabilir.  Kısacası santrale gerekli yakıt veya birincil enerji girdiği taktirde elektrik üretmek için emre amade olduğu sürenin yüzdesini gösterir. Ancak bu faktörün kapasite faktörü ile karıştırılmaması gerekir. Kömür, gaz, jeotermal, nükleer gibi santrallerde kullanılabilirlik faktörü yani emre amadelik %70-90 düzeylerdedir. Hatta gaz türbinlerinde %99’a ulaşması da olanaklıdır. Modern rüzgâr türbinlerinde de kullanılabilirlik faktörü %98’lere ulaşmaktadır, ama her zaman rüzgârın yeterli olmaması nedeniyle kapasite faktörleri %20-40 düzeylerine düşmektedir. Fotovoltaik tesislerde kullanılabilirlik faktörü %100 iken, kapasite faktörü güneşlenme süresiyle sınırlanmaktadır.

 

Kapasite faktörüne (capability factor) gelince, belli bir süre içinde (yılda veya ayda) santralin ürettiği enerjinin, ayni sürede nominal gücüne göre üretebileceği  enerjiye oranını gösteren yüzde büyüklüktür. Örneğin baz yükte çalışan 1000 MW’lık bir santral bir yılda 7 milyar kWh elektrik üretmişse yıllık kapasite faktörü:

 

 

Bir diğer örneği de rüzgâr santralleri üzerinden verelim. Her bir 2 MW’lık 10 rüzgâr türbinli bir rüzgâr çiftliği (santrali) yılda 43 500 MWh elektrik üretmişse, bu rüzgâr santralinin kapasite faktörü:

 

 

Yenilenebilir enerji santrallerinde kapasite faktörü düşük, fosil yakıtlı santrallerde ve nükleer santrallerde yüksektir. Kullanılabilirlik faktörünün bulunmasında belli bir periyotta çalışabileceği saat büyüklüğünün yine saat olarak o periyot büyüklüğüne oranı ile hesaplanan bir yüzde sayı söz konusu iken, kapasite faktöründe üretilen enerjinin üretilebilecek enerjiye oranı ile bulunan bir yüzde sayı söz konusudur.

 

Elektrik Sektörüne Yapılacak Yatırım: 2035 yılına kadar gerek fosil yakıtlı ve gerekse  yenilenebilir enerji girdili elektrik kurulu güç miktarlarının ne olacağı yukarıda verildi. Her şeyden önce bu kurulu güçlere ulaşılması için kurulacak yeni santrallere gerek var demektir. Santrallere yapılacak harcama onların türlerine bağlıdır.

Örneğin 2010 yılı verileriyle çeşitli santral türlerinin birim maliyeti piyasa fiyatlarıyla $/kW olarak şöyledir:

 

- Gaz türbinli santraller, çevrim çeşidine göre 650-1800 $/kW

- Taş kömürü yakan santraller 1800 -2700 $/kW (CCS hariç)

- Kömür santrali CCS ile 3200-5800 $/kW

- Entegre gazifikasyonlu kombine (IGCC) kömür santralleri 2000-3000 $/kW

- IGCC teknolojili ve karbon ayrıştırmalı kömür santralleri 2250-3700 $/kW

- Linyit santralleri 1800-3500 $/kW

- Hidroelektrik (su türbinli) santraller 1500 -2500 $/kW

- Yeni nesil nükleer santraller  3000-5000 $/kW

- Rüzgâr türbinleri 1700-3800 $/kW

- Biyokütle santralleri 2500-3800 $/kW

- Jeotermal 3200-3900 $/kW

- Güneş termik santralleri 3200-4500 $/kW

- Fotovoltaik santraller 5000-6500 $/kW

 

Nükleer santraller konusunda, geniş bir açıklıkta maliyet verilmiş olmasının nedeni; nükleer teknoloji transferinin ekonomik ve teknik bir olay olmaktan çok uluslararası siyaseti ilgilendiren bir olay olmasıdır. Nükleer teknolojiye sahip gelişmiş ülkelerdeki maliyetler bile gelişmiş, ama nükleer teknolojiye sahip olmayan ülkelere yapılacak teknoloji transferlerindeki maliyetlerden farklıdır. Hele konu gelişme sürecindeki bir ülke olursa, bu transfer maliyeti çok daha fazla politik bir boyuta taşınmaktadır. Bunu aşağıda vereceğimiz nükleer santral maliyeti örnekleri ile gösterebiliriz.

 

Bununla beraber 2010 verileri ile Güney Kore’nin APR-1400 reaktörü (Advanced Nuclear Power Reactor – PWR geliştirilmişi /Gen. III+) için 1556 $/kW maliyet rakamı verilirken, Japon ABWR (Advanced Boiling Water Reactor) reaktörü için 3009 $/kW, ABD’de üçüncü jenerasyon ve artısı olan (Advanced Gen.III+) gelişmiş reaktörler için 3382 $/kW, Fransa’daki EPR (European Pressurized Reactor/PWR benzeri) reaktör için 3860 $/kW, İsviçre’deki EPR reaktör için 5863 $/kW verilmekte, dünya genelinde medyan - ortanca) değerin 4100 $/kW olduğu bildirilmektedir. Yani bunun altında ve üstünde eşit sayıda farklı değerler bulunmaktadır. Belçika, Hollanda, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan geneline 5000 $/kW iken Çin’de CPR-1000 (geliştirilmiş Çince PWR) için 1748 $/kW ve AP1000 (III. Jenerasyon Westinghouse PWR reaktörü) için 2302 $/kW maliyetleri verilebilmektedir. Rusya VVER-1150 (PWR) için 2933 $/kW, APWR ve ABWR için Amerikan EPRI (Electric Power Research Institute– kâr maçsız kuruluş) 2970 $/kW, EPR için Eurelectric (Electric for Europe – AB elektrik enerjisi strateji merkezi) 4724 $/kW maliyet rakamını vermektedir.

 

Nükleer elektrik üretimi ile nükleer silah üretimi farklı teknolojiler olsa da, bir nükleer elektrik santrali nükleer silah hammaddesi plütonyum 235 (Pu235) için kullanılamasa da her ülkeye nükleer santral teknolojisi verilmemektedir. Ruj (rouge-kırmızı) devletler denilen, dünyanın kurulu düzenine karşıt, silahlanmaya ağırlık veren, uzun menzilli füzeler peşinde  koşan, nükleer silah hevesi vs. olan ülkelere dünyanın bugünkü egemen güçleri nükleer santral teknolojisi verilmesini engelleyebilmektedirler. Dünyadaki tüm nükleer santraller IAEA (International Atomic Energy Agency – Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı “UAEA”) tarafından lisanslanmasının kabul edilmesi ve kontrol edilmesi gerekmektedir. IAEA’nın karşı çıktığı ülkeye bu teknolojisinin verilmesi uluslararası yasal yollardan olmamaktadır. Özellikle ruj devletlere verilecek teknoloji önce IAEA’nın onayını gerektirmekte, bu onayın olmaması durumunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yaptırımları ile karşılaşılmaktadır.

 

Biz yine sadece enerji açısından, fosil yakıtlı santraller dışında kalan nükleer ve yenilenebilir santrallere odaklanacak olursak, nükleer santraller için yukarıda verilen rakamlar 1560-5000 $/kW arasında çok değişkendir. Ancak CO2 maliyetinin ton başına 30 dolara çıkması kapasite faktörü yüksek olan nükleer santrallerin yüksek birim maliyetle de olsa rekabet gücünü artırmıştır. Öte yandan görülebileceği gibi, yenilenebilir enerjide birim maliyetler düşük değil, kaynak çeşidine göre 1500 -6500 $/kW açıklığında, ama yüksektir. Yenilenebilir santralleri kapasite faktörlerinin düşüklüğü göz önüne alınırsa gerekli yatırım tutarlarının artması en büyük handikaptır. Bu nedenlerle 450 senaryosunun ciddi bir maliyetinin olacağı tabii ki kuşkusuzdur. IEA 450 senaryosu için yenilenebilir elektrik üretiminde yatırım ve üretim maliyetlerine ilişkin beklentileri 2009 yılı raporunda aşağıdaki tabloda görülen şekilde vermiş bulunuyor. Dünyanın içine sürüklendiği ekonomik kriz nedeniyle bu maliyetlerde düşme değil, bilakis yeni artışlar beklenebilir.

 

 

IEA tarafından nükleer santral yatırımı için 2010-2020 periyodunda birim maliyet 3475 $/kW, 2021-2030 periyodunda  ise 2520 $7kW alınmıştır. IEA’nın 2009 raporunda açıklandığına göre; 450 senaryosu uyarınca 2010-2030 periyodunda elektrik santrallerine yapılacak toplam yatırım 7 900 milyar doları aşkındır (2008 dolar kuruyla). 2010-2030 periyodunda eklenecek yeni kapasite 4300 GW olup, bunun yarısı 2020’den sonra eklenecektir. Yenilenebilir enerji santrallerine yapılacak yatırım ise 4 750 milyar dolar olup toplam yatırımın %60’ına karşılık gelmektedir. Yenilenebilir enerji santrallerine 2010-2020 periyodunda yapılacak yatırım ise 1 700 milyar dolardır. 2010-2030 periyodunda nükleer santrallere yapılacak yatırım ise  1 300 milyar dolar olup, toplam yatırımın %16’sıdır. 450 senaryosunda 2010-2030 periyodunda nükleer santraller yatırımında Çin lider konumunda olacaktır ve bu periyotta 109 GW yeni nükleer kapasite Çin’de oluşturulacaktır. Yine bu periyotta karbon yakalama ve depolama sistemlerine yapılacak yatırıma gelince  toplamın %7’si kadar olup 600 milyar dolardır. 450 senaryosunda yenilenebilir enerji yatırımları içerisinde rüzgâr santrallerine yapılacak yatırım 2030’da kadar yılda 120 milyar dolar düzeyinde seyredecektir. Yılda 110 milyar doları aşkın hidrolik ve yılda 50 milyar dolar civarında yatırımda biyokütle santrallerine yapılacaktır.

 

Yeni politikalar senaryosu açısından konuya bakılacak olursa, IEA’nın 2010 raporunda yer verilen verilerle  dünya genelinde 2010-2020 periyodunda elektrik santrallerine toplam 2 319 GW yeni kapasite eklenecek olup (fosil + yenilebilir), bu kapasite yürürlükteki politikalar senaryosuna göre 659 GW, ama bunun için 2009 dolar kuruyla yeni santrallere 3 655 milyar dolar, iletime 986 milyar dolar, dağıtıma da 2 179 milyar dolar yatırılacaktır. Bu yatırımların büyük bölümü OECD dışı coğrafyada gerçekleştirilecektir. Örneğin toplam santral yatırımının %59,2’si OECD dışına aittir. Yeni politikalar senaryosuna göre 2021-2035 yılında elektrik santrallerine eklenecek yeni kapasite 3 354 MW olup, bunun için yapılacak yatırın 2009 dolar kuruyla 5 979 milyar dolar olarak bildirilmektedir. Bunun da 3 477 milyar doları OECD dışına aittir.

 

Nükleer Enerji ile Yenilenebilir Kaynaklar ve Rüzgâr Enerjisi Karşılaştırması: 2008-2035 periyodunu kapsayan senaryolar baz yük olan kömür santrallerinin giderek yerini nükleer santrallere bırakacağını, yenilenebilir kaynaklardan hidrolik enerji ve rüzgâr enerjisinin başı çekeceğini gösteriyor. Biyokütle yakıtlı santraller de önemli olmakla birlikte, biyokütle santrallerinin yatırım giderleri hidroelektrik ve rüzgâr santrallerine göre yüksek olması, onlardan da CO2 emisyonu yapılması, biyokütle santrallerinin dezavantajını oluşturuyor. Bununla beraber tüm yenilenebilirler belli ölçülerde kullanılacaklardır. Ancak burada bir de teknoloji sorunu ve onun yaygınlaştırılması gibi konular vardır. Yeni politikalar senaryosuna göre  yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretim maliyetleri beklentisi konusunda IEA’nın 2010 raporunda yer alan değerler şöyle:

 

 

Yenilenebilir enerjiler içinde hidrolik enerji alışılmış enerji kaynağı olduğu için bugünkü alternatif, yani yeni ve yenilenebilir kaynakların dışında tutulursa, yenilenebilirlerde rüzgâr öne çıkıyor. Gerek karasal (Onshore) ve gerekse denizsel (offshore) rüzgâr enerjisi maliyetleri diğer yenilenebilirlerden daha çekici görünüyor. Bu nedenle yenilenebilir enerjilerde en büyük üretimin rüzgârdan yapılması bekleniyor. Enerji bazlı global CO2 emisyonunun azaltılması için günümüz teknolojisinin ekonomik alternatifleri olarak bugün üzerinde en çok durulması gereken iki kaynak nükleer ve rüzgâr enerjisi diye karşımıza çıkıyor.

 

Öte yandan nükleer enerji ile rüzgâr enerjisi arasında bir paradoks yaşanmaktadır.  Dünya iklim değişimine olumsuz etkisi olduğu iddia olunan enerji bazlı CO2 salımının azaltılması için nükleer enerji en güçlü seçenek iken, nükleer santral karşıtları, nükleer santral yerine rüzgâr santrali kurulmasını önerebilmektedirler. Ancak, bu önerinin hiçbir bilimsel, teknik ve ekonomik tutarlılığı yoktur.

 

CO2 emisyonu için 30$/ton fiyatının nükleerin rekabet gücünü artırdığı yukarıda açıklanmıştı. OECD/IEA, NEA 2010 raporunda 17 OECD ülkesi ile Brezilya, Çin, Rusya ve Güney Afrika Cumhuriyeti ele alınarak bu ülkelere ait 190 elektrik santrali üzerinde yapılan karşılaştırmalı bir çalışmada, yalnız OECD karbon fiyatı göz önüne alınmış ve nakit akışında %5 ve %10 reeskont oranlarıyla(7) ömür boyu maliyetler hesaplanmıştır. Bu çalışma kapsamında rapor edildiğine göre 2010 yılı için nükleer, kömür, karbon yakalama ve depolama (CCS) ile kömür, kombine çevrimli gaz türbini (CCGT) ile gaz ve karasal rüzgârdan elektrik üretim maliyetleri çeşitli ülkeler için %5 reeskont oranı koşulunda şöyledir:

 

(7)  Merkez bankalarının bankalara verdiği krediye uyguladıkları faiz oranları, merkez bankalarının para arzına müdahale aracı olup yükselmesi kredi hacmini daraltır, düşmesi kredi hacmini genişletir. T.C. Merkez Bankası şu anda %14 uyguluyor.

 

Görüleceği gibi nükleer enerji tüm ülkelerde rahatlıkla kömürden, gazdan, karasal rüzgârdan (Amerika’da yaklaşık başa baş) daha ucuzdur. Eurelectric’in kestirimlerine göre de üç AB üyesi ülkenin gazdan elektrik maliyetlerinin ucuzluğu dışında nükleer yine ucuzdur. Kömür karbon yakalama ve depolama teknolojisi ile CO2 inin 30 $/ton koşulunda nükleerden çok pahalı olmaktadır. Yukarıdaki tablodaki değerler %10 reeskont oranı koşulunda da şöyle bulunmuştur:

 

 

Bu koşulda da nükleerin ABD’deki yaklaşık başa baş durumu dışında rüzgârdan ucuzluğu devam etmekte, ama çeşitli alternatiflerde nükleer ile kömür ve gaz rekabet edebilir duruma gelmektedirler.

 

Günümüz Dünyasının Nükleer Kurulu Gücü: Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) verilerine göre dünya kurulu nükleer enerji gücü ve bunun ülkelere dağlımı aşağıda görülmektedir:

 

 

Tablodan görüleceği gibi 30 ülkede 434 ünite (reaktör-nükleer santral) ile 367 580 MW elektrik gücünde nükleer kurulu güç bulunuyor. Burada ünite sayısı reaktör sayısını göstermektedir.

 

Mevcut 434 ünitenin 38 tanesi ile 29 349 MWe bölümü 10 ve daha küçük yaşlıdır. 256 ünite 11-30 yaş aralığında olup bunların güçleri toplamı 240 091 MWe ile en büyük dilimi oluşturmaktadır. 140 ünite ise 30 yaşından daha yaşlıdır ve en yaşlı ünitenin yaşı 44’dür. Bu yaşlı grubun güç toplamı 98 140 MWe  kadardır. 44 yaşındaki bir nükleer santral birinci nesilden kalmadır, ama bugün artık üçüncü nesil nükleer santraller inşa edilmiş çalışır durumdadırlar. Bugün çalışır durumdaki 434 ünitenin 269 tanesi ki güçleri toplamuı247 337 MWe (toplam kurulu gücün %67,3’ü) olup basınçlı su soğutmalı (PWR) tipi reaktörlüdür.

 

Çalışmakta olan bu reaktörlerin kullanılabilirlik faktörleri (availability factor) %58 ile %91,1 arasında değişmekte olup, dünya genelindeki ortalaması %77,2’dir. En düşük değerler Hindistan ve Ermenistan’da görülürken, en yüksek değerler Finlandiya, Güney Kore, Almanya’da görülmektedir. Yeni yani yaşı küçük olan santrallerde kullanılabilirlik faktörü daha yüksek olmaktadır. Çalışmakta olan reaktörlerin kapasite faktörlerine (capability factor) gelince % 47 ile %91,6 arasındadır. Dünya genelinde ortalaması %78,3’dür. Burada en düşük değer Pakistan’da, en yüksek değer Finlandiya’da bulunmuştur. Amerika, Almanya, Güney Kore, Çin, Belçika gibi ülkeler dünya ortalamasının  üzerinde kullanım faktörüne sahiptirler.

 

Yeni inşa edilen nükleer santraller de ülkelere göre  şöyle verilmektedir:

 

Tabii ki dünyada kapatılan nükleer santraller de vardır. IAEA’nın bu konuda verdiği tablo aşağıdadır:

 

 

Toplam 19 ülkede 138 ünite ile kapatılan 49 152 MWe kurulu güç, bugün için inşa halinde bulunan kurulu gücün %79,7’si kadardır. Bir diğer deyişle kapatılan kurulu gücün  %125,4’ü kadar yeni kurulu güç inşa edilmektedir. Kapatılan ünite sayısının fazlalığına karşın kurulu gücün düşüklüğü, kapatılan santrallerin daha küçük güçlü ünitelerden oluştuğunu bir diğer deyişle eski nesil reaktörler olduğunu göstermektedir. Nitekim listede yer alan 300-400 MWe ve altı nükleer üniteler artık inşa edilememektedir. Ayrıca reaktör kapattığı görülen 19 ülkeden 6 tanesi yeni nükleer santraller inşa etmektedirler. Yine nükleer santral kapatan 19 ülkeden 16 tanesinde halen diğer nükleer santralleri çalışmaktadır. Sadece İtalya, Kazakistan ve Litvanya’da bugün çalışan nükleer santral yoktur. Bu üç ülkenin kapattığı nükleer santrallerin toplam gücü ise 3845 MWe olup şu an Hindistan’ın inşa ettiği nükleer güçten bile azdır. Ancak, İtalya’da tasarlanan, Litvanya’da planlanmış, Kazakistan’da da hem planlanmış ve hem de tasarlanan nükleer santral projeleri bulunmaktadır. Böylece, fiilen nükleerden vazgeçmiş hiçbir ülke yok. Tüm bunlar dünyada nükleer santraller kapatılıyor tezinin doğru olmadığını kanıtlamaktadır. Kapatılanlar eski teknolojili, yani eski nesil ve yaşını doldurmuş, kullanılabilirlik faktörleri ve kapasite faktörleri düşük nükleer santraller olmaktadır.

 

Ülkelere göre elektrik üretiminde nükleer enerjinin payı da 2010 verileri ile IAEA tarafından aşağıdaki şekilde rapor edilmektedir:

 

 

Nükleer Kurulu Gücünün Yakın Geleceği: World Nuclear Association (WNA) Nuclear Century Outlook kapsamında ve 1 Aralık 2011 tarihi itibariyle ülkeler bazında verilen World Nuclear Power Reactors & Uranium Requirements tablosu aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir:

Bu tabloda yapılan reaktörler diye inşası sürmekte olan inşa halindeki reaktörler gösterilirken, planlanmış reaktörler planlanan ve/veya sipariş edilen reaktörlerdir. Tasarlanan reaktörler kurulması istenilen tasarı aşamasında olan, kesin kararı verilmemiş reaktörlerdir.

 

Tabii ki önümüzdeki süreçte tasarlanan, planlanan reaktör sayılarındaki artışa paralel olarak inşa edilen reaktörler de artacaktır. Ancak, reaktör imal eden ülke ve kuruluş belli bir  kapasitesi vardır ve bir nükleer santralin inşası 5-6 yıldan önce tamamlanamamakta 8-10 yıla çıkan uygulamalar da görülmektedir. Reaktör imalatçılarının sayısını artırmak ve kapasitesini yükseltmek şu anda olanaklı olmadığı gibi, bu ülke ve kuruluşların bu imalâtları sipariş üzerine yaptıkları da unutulmamalıdır. Önümüzdeki dönemde nükleerde erken yola çıkan mesafe alabilecek, talebin artması da reaktör birim fiyatlarını artırmaktan başka işe yaramaz görünüyor.

 

Günümüz Dünyasının Rüzgâr Kurulu Gücü: World Wind Energy Association (WWEA) World Wind Energy Report-2010’da açıklandığına göre; 2010 sonu, dolayısıyla 2011 başı itibariyle dünya kurulu rüzgâr gücü 196 630 MW olup, bu kurulu gücün son 2005 yılından bu yana gelişimi şöyledir:

 

Bu gelişimden görüleceği gibi 2009 ve 2010 yıllarında eklenen yeni kapasite 36-37 bin MW düzeylerinde stabilize olmuşken, bu yıl 45 000 MW yeni kapasite eklenmesi bekleniyordu, ama bunu dünyadaki ekonomik kriz etkileyecektir.  2010 yılında dünya kurulu rüzgâr gücü ile 430 TWh elektrik üretilmiş olup bununla global elektrik talebinin %2,5’i karşılanmıştır. Bu yıl bu oranın %3 olması beklenmektedir.

 

Rüzgârdan elektrik üretim payı yüksek bazı ülkelere bakacak olursak toplam elektrik üretiminin Danimarka’da %21’i, Portekiz’de %18’i, İspanya’da %16’sı ve Almanya’da %9’u rüzgârdan karşılanmıştır. Tam bu noktada bir karşılaştırma yapacak olursak, Almanya 12 068 MW  nükleer kurulu güçle elektrik üretiminin %23’ünü nükleerden karşılıyorken 27 215 MW rüzgâr kurulu gücü ile elektrik üretiminin ancak %9’unu nükleerden karşılayabiliyor. Oysa, rüzgâr kurulu gücü nükleerden %226 daha fazla, ama elektrik üretimini karşılayabilme oranı nükleerin payının yarısından bile az oluyor ve %39’unda kalıyor. Bu örnek çoğaltılabilir ve global boyutta da geliştirilebilir. Dünya 2010 kurulu rüzgâr gücünün ülkelere dağılımı da şöyle:

 

Büyük güçlü ve tabii ki çok sayıda türbinli rüzgâr santralleri rüzgâr çiftlikleri (wind farms) adını almaktadırlar Dünyada karasal ve denizel olarak kurulmuş 100 MW’ın altında ve üstünde kurulu gücü olan rüzgâr çiftlikleri vardır. Denizsel alanda 1000 MW’lık karasal alanda 800 MW’a yaklaşan güçlerde büyük rüzgâr çiftlikleri görülmektedir. 700-1000 MW’lık rüzgâr çiftliklerinin kapladığı alan rüzgârlılık durumuna göre  130-400 km2 gibi bir alanı kapsamaktadır ki, bu büyük bir ilçe ya da il alanı kadar geniş bir alana karşılık gelmektedir.  Kırsal kesimde kurulmakta olan rüzgâr çiftliklerinin kapsadığı bu büyük alan tarımsal üretim amacıyla değerlendirilebilmektedir. Ancak kentsel alanlara yakın olması koşulunda olumsuz çevresel etkileri de beraberinde getirmektedir.

 

Nükleer Santralin Alternatifi Rüzgâr Santrali Değildir: Nükleer özgün ileri bir teknolojidir ve alternatifi yine bir nesil sonrası ile kendisidir. Yani nükleer enerjinin ileri nükleer enerjiden (advanced nuclear energy) başka alternatifi düşünülemez. Üstelik bu teknoloji ileri sanayi ve teknoloji ülkelerinin hepsinde değil, seçkinlerinin elinde ileri boyutlara götürülmüş bir teknolojidir ve uluslararası arenada bir güç parametresidir. Şimdi bu gerçeği göz önünde tutarak nükleer enerji santralleri ile rüzgâr santralleri karşılaştırmasını ana hatlarıyla vurgulayarak ve çok kısa özet olarak toplayalım.

 

Nükleer santral baz (temel) yük santrali iken rüzgâr santrali alternatif (baz ve pik olmayan) yük santrali (depolu hidroelektrik santral veya sıcak yedek doğalgaz santrali ile desteklenmesi gerekir) durumdadır.

 

1000 MW’lık bir fosil yakıt veya nükleer santral, yardımcı tesisleriyle birlikte 1-4 km2 lik bir alana yerleşebilirken; bunun 10’da 1’i 100 MW’lık rüzgâr çiftliklerinden alınan örneklerle gerekli alan büyüklüğü ortalama 39 km2/100 MW, medyanı 28 km2/100 MW, mod değerleri 18-25 km2/100 MW iken, maksimum değer 130 km2/100 MW, minimum değer 13 km2/100 MW olarak saptanmıştır. Bu verilerin ışığında 26 km2/100 MW varsayımıyla 1000 MW’lık bir rüzgar çiftliği için gerekecek alan büyüklüğü 260 km2 olmaktadır ki, bir karşılaştırma yapacak olursak, Ankara-Çankaya ilçesi 267 km2’lik alanı ile gerekli arazi büyüklüğüne denktir. Çok büyük arazi gereksinimi nedeniyle büyük rüzgâr çiftliklerinde alan gereksinimi yerleşim ve çevre açısından aşılması neredeyse olanaksız bir sorun durumundadır. Bu nedenle karasal alandan denizsel alana açılınmıştır, ama orada da limitler vardır.

 

Nükleer santrallerin kapasite faktörleri %90’ı aşabilirken, dünya genelinde ortalaması %78 düzeyinde iken, rüzgâr santrallerinde kapasite faktörü %40’ın üzerine çıkamamakta, ortalaması %25 düzeyinde kalmaktadır. Nükleer santraller 8760 saatlik yıl içinde 7000 saatin üzerinde çalışabilirken, rüzgâr santralleri 3000 saatin üzerine çıkamamaktadırlar.

 

Nükleer santrallerin kuruluş maliyeti ile rüzgâr santrallerinin kuruluş maliyetleri ($/kW), bazı kademelerde çakışabilseler de nükleer santraller için bu değer daha büyüktür, ama bugün için dünyadaki uygulamalarda ABD hariç nükleer elektriğin (cent/kWh) maliyeti rüzgârdan daha ucuzdur. ABD koşullarında ise başabaş olabilmektedir.

 

Nükleer teknoloji ayrı ve köklü bir bilimsel kültür gerektirirken, rüzgâr türbinleri basit bir teknolojik yapı içerirler. Bu açıdan bir kıyaslama yapılmaya kalkışılacak olursa, nükleer santral uzay taşıt aracı gibi iken, rüzgâr türbini onun yanında karada kullanılan motosiklet gibi kalmaktadır.

 

Sonuç olarak nükleer santralin yerine rüzgâr santrali konulamaz. İkisi birbirinden çok farklı elektrik üretim araçlarıdır. Bir sanayi ve teknoloji ülkesinde her ikisi de optimal ölçüler de yer almak durumundadır, ancak birinin varlığı diğerinin varlığını gerektirmeyecek değildir. İleri teknoloji açısından nükleer teknolojiyi kazanmak önemlidir, ama santral ihalesi ile bu teknolojinin kazanılabileceği de iddia olunamaz. Rüzgâr türbinleri ise elektromekanik sanayisi olan her ülkede yapılabilir, ama her ülke nükleer santral yapamaz, hatta ihale edip kurdursa bile çalıştıramaz!.

 

 

Konu 8

 

 

Milenyumun Bir Global Çarpıklığı Olarak Dünya Enerji Yoksulluğu

 

 

Milenyum Öncesi WEC’den Yoksulluk Uyarısı: 20. yüzyılın sonlarında, özellikle 1990’lı yıllarda yarının dünyası için enerji konusu tartışılıyordu, ama o zamanki vizyonla ancak 2020’ye kadar bakılabiliyor, ekonomik büyüme ve enerji yoğunluğu,  2020’ye kadar enerji talebi ve arzı, enerji verimliliğinin korunması, hedeflenen yüksek enerji verimliliği karşısındaki engeller ve bu engellerin aşılması, enerji ve çevre gibi konular ağırlıktaydı, ama yine de bölgeler arasındaki farklılıklarla ilgili konular da ele alınmıyor değildi. Kaynaklar ve jeopolitik sıkıntıların yanısıra kurumsal sorunlar ve çevresel sorunlar gibi sorunların arasına, Dünya Enerji Konseyi tarafından enerji kıtlığının azaltılması sorunu da konulmuştu.

 

1989 yılında Kanada Montreal’da yapılan 14. Dünya Enerji Kongresi’nde “Yarının Dünyası İçin Enerji Komisyonu” oluşturulmuştu. Komisyonun çalışmalarında 2020 yılı hedef alınmakla birlikte 2050-2100 için ne olabileceği de araştırılmıştır. 50 kişilik sürekli bir ekip  9 ayrı bölgesel grupta 100 ülkenin enerji uzmanlarının yanısıra ekonomi, maliye, çevre uzmanları, sivil tüketici kuruluşların temsilcileri ile de görüşerek 3,5 milyon Sterling harcamayla 3 yılda “Yarının Dünyası İçin Enerji: Gerçekler, Başarı için doğru seçenekler ve Gündem” başlıklı bir rapor hazırladı. İşte bu raporun Eylem Gündemi, Ana Sorunlar bölümünün başına “Enerji Kıtlığının Azaltılması” konusunu yerleştirmişti.Söz konusu rapor o tarihte  şöyle diyordu:

 

Dünyanın mevcut nüfusunun yarıdan fazlası, günümüzde ticari enerjiye ulaşamamıştır. Dünyanın birçok yoksul ülkesinde, kişi başına enerji varlığı ve kullanımı yoksulluğu yansıtarak geçmiş 15 yıl süresince gerçekten aşağıya düşmüştür. Önümüzdeki yıllarda gelişmekte olan ülkelerde meydana gelecek nüfus artışları nedeniyle; savaşların, yetersiz su ve sağlık standartlarının, hastalık ve kıtlığın yarattığı yıkımların etkisiyle oluşan belirsizliklere rağmen, kişi başına düşen enerjinin korunması bile çok zor olacaktır.

 

Enerji kıtlığı sorunu, en kötü ve ızdırap verici şekliyle gelişmekte olan ülkelerde görülmektedir. Ancak enerji kıtlığı sorunu bunlarla sınırlı değildir. Zengin sanayileşmiş ülkelerde bile yoksulluk enerjiye ulaşmayı azaltır. Enerji faturaları insanların ödeme gücünün ötesinde olabilir. Yoksul insanlar enerji için gelirlerinin nispeten yüksek bir bölümünü ödemek veya enerjisiz yaşamak zorunda kalabilirler. Bu durumda gelir desteği verilmesi pek uygun veya istenilen bir şey olmayabilir. Bu özellikle ev yalıtımının tatmin edici bir standartta sağlanamadığı veya etkin enerjili donanımın satın alınamadığı durumlarda söz konusu olabilir ve böylelikle yüksek verimlilik yoluyla enerji kullanımını ve maliyetlerini azaltmaya yönelik adımlar mevcut şartlar altında atılmayacaktır.

 

İnsanlar sağladığı hizmetlerden dolayı enerjiye ihtiyaç duyarlar. Bu hizmetler olmadan, dünyanın mevcut ve gelecekteki nüfusunun büyük bir bölümü temel ihtiyaçlarını karşılayamazlar. Bu yüzden eylem gündeminin ilk maddesi, enerjiye ulaşım yüzdesini artırarak ve enerji kullanımının verimliliğini iyileştirip  çevresel etkilerini de azaltarak enerji kıtlığını azaltmaktır”.

 

Milenyum Başlarken IEA Enerji Yoksulluğuna Dikkat Çekiyordu: Dünya Enerji Konseyi bu işin serbest piyasa modeline göre işleyecek enerji piyasaları sisteminde çözümlenmesine ilişkin öneriler geliştirmişti. 2002 yılına gelindiğinde OECD/IEA World Energy Outlook 2002 raporunda dünya enerji trendi ve enerji piyasalarına, bölgesel enerji durumlarına bakıldıktan sonra ilk defa “Enerji  ve Yoksulluk – Energy and Poverty” diye bir bölüme yer verilmiştir.

 

Bu raporda projektör tutulan yani dikkat çekilen saptamaların başında, 1,6 milyar insanın – o gün için dünya nüfusunun dörtte biri – elektriğe ulaşamıyordu. Üstelik 2030 yılında hâlâ 1,4 milyar insanın elektriksiz olacağı vurgulanıyordu.

 

Aynı şekilde 2,4 milyar insanın pişirme ve ısıtma için geleneksel biyokütle – odun, tarımsal artıklar ve tezek – kullandığını açıklıyordu. Bu tarihten 27 yıl önce 1975’de Cambridge  yayını olarak yayımlanan Energy and Agriculture in the Third World  adlı kitabında Arjun Makhijani, “Odun yoksul insanın petrolüdür” diyordu. IEA’nın World Energy Outlook 2002 raporu da bu konuda şu yargıyı taşıyor, “Elektrik yokluğu ve geleneksel biyokütle gelişmekte olan ülkelerde yoksulluğun resmi göstergesidir”. Rapor geleneksel biyokütle kullanan 2,4 milyon nüfusun, 2030 yılında 2,6 milyara çıkacağını da öngörüyordu.

 

Elektrik ve diğer modern enerji kaynaklarına geçiş ekonomik ve sosyal kalkınma için gerekli, ama yeterli değil.  Yoksulluktan kurtulma başka şeyler de gerektirmekte olup temiz su, yeterli sağlık koşulları ve sağlık hizmetleri, iyi bir eğitim sistemi ve bir haberleşme ağı bu bağlamda sayılabilir. Elektrik evlerin en iyi şekilde aydınlanmasını ve böylece günün uzamasını, insanın mutlak ihtiyaçlarının iyi koşullarda karşılanması, gıda ve ilaçların bozulmadan saklanılması için gerekli cihaz ve araçların çalıştırılmasını sağlarken gazyağı (kerosen) ve LPG pişirme için geleneksel biyokütle yakıtlardan daha verimli, temizdir. Yine dizel yakıt ve fueloille efektif maliyetle ısıtma yapılabilir vs.  Buna karşın yoğun geleneksel biyokütle kullanımına karşın sınırlı modern yakıt kullanımı yoksulluk göstergesinden başka bir şey değildir. IEA 2002 raporu beş kişilik ailenin enerji harcamasının aile gelirinde kapsadığı payı da çeşitli ülkeler için şöyle veriyordu:

 

IEA 2002 raporu enerji yoksulu dünyanın geleneksel biyokütle karşısında kerosen ve LPG gibi modern yakıtlarla elektriğe geçişi için öngörüm ve öneriler içeriyordu. 2000 yılında 1,64 milyar kişi ki, dünya nüfusunun %27’si elektrikten yoksundu. Bu nüfusun %99’u gelişmekte olan ülkelerde ve kırsal kesimde yaşıyordu. OECD ülkelerinin ve o yıllarda Sovyetler Birliği’nden ayrılmış geçiş ekonomisi ülkelerin nüfusunda ise elektrifikasyon derecesi %99’un üzerindeydi. Raporda enerji yoksulu dünyada bölgelere göre 2000 yılı elektrifikasyon derecesi ile 2015 ve 2030 beklentileri aşağıdaki tabloda gösterilen biçimde verilmişti:

 

Enerji yoksulluğunun bir diğer göstergesi olan ısıtma ve pişirme işlerine kullanılan yakıt konusuna gelince 2000 dünyasında geleneksel biyokütleye bel bağlayan ülkelerin durumu ve 2030 beklentisi de aşağıdaki tabloda görülmektedir:

 

 

Milenyumun başlangıcı 2000 dünyasında gelişmekte olan ülkelerde konutsal enerji tüketiminin %70’i biyokütleden karşılanıyordu. Bu değer ülkeler kaynaklarına, gelir ve kültür düzeylerine göre tabii ki bazı farklılıklar göstermiştir. Sahra altı Afrika’da konutsal enerji ihtiyacı %80-90 oranında odun ve odun (mangal) kömürü ile karşılanırken Güney Asya’da ve de Çin’de tezek ve tarımsal atıklar biyokütle enerji kullanımının yarısını oluşturuyordu. IEA’nın 2002 raporunda bu tablonun 2030 yılında nasıl değişeceğine ilişkin tahmin de aşağıdaki şekilde açıklanıyordu:

 

 

Milenyumun İlk 10 yılındaki Yoksulluktan 2030’a Uzanan Yol: Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) 2006 raporunda gelişmekte olan ülkelerde pişirme ve ev ihtiyaçları için enerji gereksinimine tekrar eğiliniyordu. Rapor gelişmekte olan ülkelerde özellikle kırsal kesimde 2,5 milyar insanın yakacak odun, odun kömürü, tarımsal atık ve tezek kullandığını vurgulayıp konutsal enerji tüketiminin %90’ının bu kaynaklardan karşılandığını söylüyordu. 2004 yılı itibariyle pişirmede birincil yakıt olarak biyokütle kaynaklara bel bağlayan toplumlar için aşağıdaki tabloyu veriyordu:

 

Gelişmekte olan ülkelerde klasik ya da geleneksel dediğimiz biyokütle kullanımının olumsuz çevre koşulları yarattığı da bilinmektedir. Biyokütle nedeniyle oda içi hava kirliliğinden ötürü yılda  1,3 milyon kadın premature çocuk dünyaya getirmektedir. Yine bu ülkelerde sıtmadan yılda 1,2 milyon, veremden 1,6 milyon insan ölürken, biyokütle dumanından zehirlenme şeklindeki ölüm sayısı 1,3 milyondur ki, HIV ve AIDS’den ölenlerin (2,8 milyon) %46’sı kadardır.

 

IEA World Energy Outlook 2006 raporu, 2004 yılından hareketle gelecek yıllara ilişkin geleneksel biyokütle kullanacak nüfus için de aşağıdaki kestirme yer veriyordu:

 

 

IEA -2002 raporu ile, IEA 2006 raporu arasındaki önemli bir fark bu tablo ile ortaya konulmuş oluyordu. Çünkü 2002 raporunda 2030 yılında 2 628 milyon kişinin geleneksel biyokütle kullanır olacağı kestirilirken, bu kez 2015 yılı içi,n verirken rakam bu değeri12 milyon kişi ile aşıyordu. Yeni 2030 rakamı ile eski 2030 rakamı arasında 99 (yaklaşık 100) milyon nüfus farkı vardır. Kısacası dünyada yoksulluk küçülmüyor , maalesef büyüyecek görünüyordu.

 

IEA World Energy Outlook 2010 raporu  “Enerji Yoksulluğu -Energy Poverty” yeniden ayrı bir bölüm olarak ele almış bulunuyor. Dünyanın en yoksul kesimi olarak görülen Sahra-altı Afrika’da elektrifikasyon derecesinin %31, biyokütleye bel bağlayan nüfusunda %80 olduğunu vurgulayarak konuya tekrar gündeme getirmiş bulunuyor. Bugünün dünyasında kırsal kesimdeki nüfusun %85’i 1,4 milyar kişi elektriksiz yaşıyor. Uygulanan yeni politikalarla bu rakam düşebilecek, ama yine 2030 yılında 1,2 milyar kişi bu durumda olacak. Bu da dünya nüfusunun %15’inin yine elektriksiz kalacağını, başta da Sahra-altı Afrika’nın geleceğini gösteriyor. Bugün geleneksel biyokütleye bel bağlayan 2,7 milyar nüfus da, 2030 yılında 2,8 milyar olacak. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) projeksiyonlarına göre, geleneksel biyokütle kullanımının verimsiz (yetersiz) soba ve ocaklarla ev içi hava kirliliğinden 2030 yılında yılda 1,5 milyon (günde 4000’in üzerinde) premature ölüm olacağını söylüyor ki, son kestirimlere göre bu rakam sıtma (malarya) , tüberküloz veya HIV/AIDS’den öleceklerden daha fazla. Kısacası, geri kalmış ve gelişmekte olan dediğimiz ülkelerde ev içi hava kirliliği bir çevresel kirlilik olarak global çevre kirliliğinin önüne geçmiş durumda.IEA – 2010 raporunda 2009 verileriyle elektriksiz nüfus ve pişirme için geleneksel biyokütleye bel bağlayan nüfus aşağıdaki şekilde verilmiştir:

 

 

Şöyle bir çarpıcı örnek enerji yoksulluğunun vahametini ortaya koyuyor. 19,5 milyon nüfuslu New York kenti de 791 milyon nüfuslu Sahra-altı Afrika’da 2009 verileri ile kabaca 40 TWh elektrik kullanıyorlar. Ancak New York’ta kişi başına yıllık elektrik tüketimi 2050 kWh iken, Sahra-altı Afrika’da sadece 52 kWh düzeyinde. New York insanı Sahra-altı Afrika insanına göre 41 kat daha fazla elektrik tüketiyor. Elektriksiz nüfusa ilişkin 2015 ve 2030 beklentileri de IEA tarafından 2010 raporunda aşağıda gösterilen şekilde açıklanmıştır:

 

 

Söz konusu bu üniversal elektrik erişiminin sağlanması için gerekli ek elektrik üretim miktarı da aşağıdaki tabloda verilmiştir. Burada şebekeye bağlı olanlar ülke enterkonnekte iletim sistemine bağlı anlamında olup, mini-şebeke bölgesel küçük şebekeleri göstermektedir. Şebekeden izole yerler ise otoprodüktör sistemlerle beslenen yerlere işaret etmektedir.

 

 

Uluslararası Enerji Ajansı, Üniversal Modern Enerjiye Erişim Sorunu diye geleceğe yönelik bir durum değerlendirmesi ile hedef geliştirmiş olup, böylece Milenyumun Gelişim Golleri’ni atmaya karar vermiştir. OECD destekli bu projeye göre 2015 ve 2030 yılları için gösterilen hedefler şöyledir:

 

 

Ancak geleneksel biyokütle kullanımına bel bağlayan insanlar bugün olduğu gibi 2030 yılında da olacaktır. IEA yeni politikalar senaryosunda 2015 ve 2030 yıllarında biyokütleye bel bağlayan nüfus için de 2010 raporunda aşağıdaki tabloyu vermektedir.

 

 

Enerji Yoksulluğunun Kaldırılması İçin Gereken Yatırım İhtiyacı: Dünya genelinde elektriksiz 1,4 milyar insan var. Bunların %85’i kırsal alanda yaşayan insanlar. Bu insanlar için ilave olarak 950 TWh daha elektrik üretmek, bu enerjiyi iletip dağıtmak gerekiyor. Yeni Politikalar Senaryosunda 2030 yılında dünyanın elektrik üretiminin 33 000 TWh olacağı kabul olunduğuna göre söz konusu 950 TWh bunun %2,9’una karşılık geliyor. 950 TWh’ı üretmek için gerekli yeni kurulu güç ihtiyacı 250 GW. Yukarıda sözünü ettiğimiz Üniversal Modern Enerjiye Erişim Sorunu içinde bu insanları elektrik enerjisine kavuşturmak için gerekli yatırım ihtiyacı IEA-2010 raporunda aşağıdaki tabloda gösterilen biçimde açıklanmaktadır:

 

 

2009 rakamıyla gelişme sürecindeki ülkelerde yaşayan 2,7 milyar insan pişirme için odun, odun kömürü, ağaç yaprakları, ürün atıkları ve tezeğin dahil olduğu geleneksel biyokütle yakıtları yetersiz araçlarla yakacak olarak kullanmakta. Bu insanları sayısı şu an azalmıyor, 2015’de 2,8 milyar olacak. Milenyumun gelişme golü elbette bu sayısı azaltabilmekte. Daha fazla yükselmesini engellemek için yine Üniversal Modern Enerjiye Erişim Sorunu kapsamında temiz pişirme araçları için gerekli yatırım tutarları da IEA-2010 raporunda şöyle verilmiştir:

 

Dünyada enerji yoksulluğunu tamamen kaldırmak da değil azaltmak için 756 milyar dolara gerek var. 2008 yılından beri ekonomik kriz yaşayan dünya 2010 yılında yalnız silahlanmaya 1 630 milyar dolar para harcamış bulunuyor. Bu paranın yarısı enerji yoksulluğu ile mücadele için 2030’a kadar beklemeyi gerektirmiyor.

 

Enerji Yoksulu Ülkelere Dünya İklim Değişikliği Konferansı ile Getirilmek İstenen: Bu yıl içinde bulunduğumuz Aralık ayının başında Güney Afrika’nın Durban kentinde yapılan COP 17’de (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 17. Taraflar Toplantısı’nda) global ısınmaya karşı tüm ülkeleri kapsayan ve 2020’de yürürlüğe girmesi amaçlanan, 2015 yılında tamamlanması öngörülen 2012’de bitecek Kyoto Anlaşması’nın yerini alacak anlaşma için yeni bir yol haritası belirlendi. 2020’den 2025’e Kyoto Protokolü’nün uzatılacağı da söyleniyor, ama Kyoto Protokolü’nün biteceği 2012 sonundan 2020’ye kadar arada bir 8 yıllık boşluk var ki, bu süre içinde ülkeler zorlayıcı değil, yani hiçbir yaptırımla karşılaşmadan, ancak gönüllü, azaltım yapabilirler.

 

Avrupa Birliği, gelişmekte olan ülkeler ile dünyadaki su seviyesinin yükselmesiyle varlıkları tehlike altına girecek ada ülkeleri için de CO2 emisyonlarının düşürülmesi konusunda bağlayıcı kararlar alınmasını istiyordu. Bu ülkelerin uyum sağlayabilmesi için bir de Azaltım Fonu öngörülmüştü. Ancak, bunun nasıl finanse edileceği çözümlenmiş değil. Öte yandan Kopenhag’da öngörülen gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelerde yaptıkları azaltım projeleri yatırımlarına ilişkin bir kredi mekanizması olan Temiz Kalkınma Mekanizması’nın nasıl işleyebileceği de çözülmüş değil. Kopenhag’da karar bağlanan bir fon da Yeşil İklim Fonu idi. Bu fona göre 2020’ye kadar her yıl gelişmiş ülkeler tarafından gelişmekte olan ülkelerin azaltımı içim 100 milyar dolar sağlamaya ilişkin fon, ama bu paranın nasıl verileceği, nasıl etkin kullanılacağı da kararlaştırılmış değil. Burada hemen belirtelim ki, gelişme sürecindeki ülkelere yaptırımla bir yük getirilmesi öncesinde Azaltım Fonu, Temiz Kalkınma Mekanizması, Yeşil İklim Fonu, yutturulacak acı ilacın üzerini kaplayıcı tatlandırıcılar niteliğinde kalmakta

 

Bunlar belirlenememişken, tüm ülkeleri kapsayacak bir hukuki anlaşma yapılmış olması, gelişmekte olan ülkelere iklim değişiklikleriyle başa çıkmaları için mali yardım yapılması kararlaştırılmış olmasına karşın, gelişmekte olan ülkeleri yeni düzene uyumda kendi kaynaklarıyla çözüm arayışına zorlayacak görünüyor. Bu pek tabii hakkaniyetle bağdaşmayacak bir tutum demektir. Çünkü geleneksel biyokütle ile ısınıp yemek pişiren insanlarda dumandan premature doğum ve ölümlerin olması onların gerçek baş etmeleri gereken çevre sorunu iken, doğruluğu tartışılır bir global ısınma adına gelişme sürecindeki ülkeleri gelişmiş ülkelerle ortak bir koşuya sokmanın hakkaniyetle bağdaşan hiçbir yanı olamaz.

 

Gelişmiş ülkeler bir yandan da gelişmekte olan ülkelere daha pahalı olan yenilenebilir enerji üretimini bu Konferansta da önerebilmişlerdir. Çünkü bu ülkeleri pazar olarak görmektedirler. Dilimizdeki “koyun can, kasap et derdinde” misali bir uygulama gelişmiş ülkelerin iklim değişikliği politikalarıyla, gelişme sürecindeki ülkelerin başında Demoklesin kılıcı gibi sallanmaktadır.

 

2012 yılıyla birlikte Kyoto Protokolü’nün son bulmasından sonra 1 Ocak 2013’den itibaren Durban’da öngörülen yeni sürecin başlayacak olmasına karşın, Rusya, Japonya ve Kanada’nın yanısıra Kyoto’nun ilk döneminde de yer almayan ABD’nin bu sürece katılmayacakları söylenirken, Kanada toplantıdan üç gün sonra Kyoto Protokolü’nden resmen çekildiğini, imzasını çektiğini açıkladı. Kanada Çevre Bakanı gerekçe olarak, Kyoto Protokolü’nün çalışmamasını ve Kanada’nın Protokolde kalması durumunda milyarlarca dolarlık ceza ödemek zorunda kalma riski bulunduğunu söylüyordu.

 

Durban Konferansı’nda 2012’den 2020’ye kadar uzanacak süreçte hiçbir yaptırım olmadan emisyon salımı azaltımı gönüllü davranışlara ve CO2 borsalarına bırakan Durban uzlaşması 450 senaryosunun gerçekleşmesini de engelleyecek bir uluslararası toplantı olmuştur. Çünkü 450 senaryosu global sıcaklığın en fazla 2oC artmasını öngörürken şimdiki süreçte 450 ppm ve dolayısıyla 2oC sınırı aşılabilecek endişeleri hakimdir. Hatta Durban’dan çıkan sonuç 4oC sıcaklığı artmış, ısınmış bir dünya olarak da abartılı biçimde eleştirilmektedir.

 

AB’nin CO2 emisyonunun azaltılması konusunda bağlayıcı kararlar alınması isteğine karşın, başta ABD olmak üzere Çin ve Hindistan buna karşı çıkarak, “gönüllü vaatlerde bulunma” yanlısı tutum sergileyerek Kopenhag gibi Durban’ı da pasifize etmişlerdir denilebilir. Yine de AB yetkilileri, “gelecekte tüm ülkeleri bağlayıcı bir anlaşma taahhüdü altına sokma” başarısını yakaladıklarını söylerlerken, ABD’nin iklim elçisi Todd Stern ise sonuçtan memnun olduklarını, anlaşmanın istedikleri tüm öğeleri içerdiğini belirtiyordu. Güney Afrika Dışişleri Bakanı Mashabane ise “Tarih yazdık” ve “Yarını bugünden kurtardık” diye sonucu övgüyle açıklıyordu. Sonuç ne olursa olsun, dış politika sözcüleri daima kendi açılarından konuşacak bir şey bulabiliyorlar, ancak bu sonuç, şimdilik de olsa gelişme sürecindeki ülkeleri gelişmiş ülkelerin Kyoto cenderesinden en azından bir 8-10 yıl daha kurtarmış bulunuyor.

 

 

Konu 9

 

 

AB, ABD, Rusya ve Çin Enerji Politikaları

ile Türkiye’yi Etkileyen Bölgesel Enerji Politikaları

 

 

Bu bölümde dünyayı etkileyen güç odaklarının enerji politikaları, enerji politikalarına çevre politikalarının etkisi ve Türkiye’yi etkileyen bölgesel enerji politikaları üzerinde ana hatları itibariyle kısaca durulacaktır. Şu anda içinde olduğumuz ve başlangıcı yaşadığımız 2010-2030 süreci dünyada bir dönüşüm ve yeniden yapılanma süreci olarak görülmekte. Aslında bu süreç 2008 ABD Mortgage krizi ve bu krizin dünyada başlattığı finans, dolayısıyla ekonomik kriz ile başladı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) yıkıldığı 1991 yılına kadar çift kutuplu bir dünyadan Batı ve Doğu Bloklarını ayıran bir Demir Perde’den söz ediyorduk. SSCB’de 1985 yılında başlayan Glasnost  “Açıklık” politikası ve Perestroyka “Yeniden Yapılanma” açılımı 74 yıllık SSCB imparatorluğunun ya da diktasının sonunu getirmekle kalmıyor, dünyanın iki siyasi ve ekonomik kutbundan birini tarih sahnesinden süpürüyordu.

 

Dünya milenyuma tek kutuplu olarak giriyor ve bu nedenle artık global dünya diye tanımlanıyordu. Gerçi Komünist SSCB’nin yıkılmasına karşın komünist Çin ayakta idi, ama o siyasi rejiminin doğasına aykırı biçimde kapitalist dünya ile bütünleşme sürecine girmişti. SSCB’den doğan yeni cumhuriyetler de başta Rusya Federasyonu olmak üzere kapitalizme yönelmesi dünyada globalleşme (küreselleşme) olarak adlandırıldı. Şimdi kapitalizm bir büyük ekonomik bunalım içerisinde, Amerikası ve Avrupası ile topyekün Batı bu bunalımı yaşıyor. Ancak, serbest piyasanın gizli eli rahat çalışamasa da, devlet müdahalesine bir nevi yeni Keynesçiliğe gerek gösterse de globalleşen dünya serbest piyasayı benimsemiş bulunuyor. Bugünün dünyasında vazgeçilemez olarak kabul olunan insan hakları ve demokrasi, serbest piyasa, sürdürülebilir çevredir. Bu üç vazgeçilemez temel kriter bir öncelik olarak tüm politikaları ve dolayısıyla enerji politikalarını da etkiliyor, hatta baskılıyor.

 

Bugünün dünyası tek kutuplu olmaktan, çok kutuplu olmaya yönelmiş durumda. Dünyanın büyük enerji ihracatçısı Rusya, şimdi artık 1991’deki ekonomik yardıma muhtaç Rusya değil. Ekonomik darboğaza girmiş Avrupa Birliği’ne IMF üzerinden yardıma kalkan ekonomik gücü yerine bir Rusya var. 2030 yılına varmadan GSMH’si ile ABD’yi geçmesi beklenen bir Çin dünyanın önemli gücü durumunda. Rusya Çin ile birlikte BRIC ülkelerini oluşturan Hindistan ve Brezilya’da yeni güç odakları oluşturacaklar içinde yer alıyor. 27 üyeli Avrupa Birliği içinden yeni bir AB çıkaracak görünse de AB, ABD, Rusya ve Çin bugün bile artık tartışmasız güç odakları ve dolayısıyla günümüz dünyası artık tek kutuplu görünmüyor, çok kutuplu görünüme bürünüyor. Her geçen yıl bu görüntü daha somutlaşıyor. Peki bu ülkelerin uyguladıkları enerji politikaları ve bunun dünyaya etkileri ne?

 

Öte yandan yaşadığımız günlerde Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da yaşanan sözde.bir Arap Baharı var. Ayrıca, Avrasya coğrafyasında 1990-2000 arasında Türkiye lehinde esen rüzgârlar şimdi Arap dünyasının öne çekilmesi ve Türk dünyasının arka plana itilmesi nedeniyle koşullar değişmiş görünüyor. Arap bakarı 2010-11’de başlamadan önce 2005 yılında IEA’nın World Energy Outlook 2005 raporu “Middle East and North Africa Insight” konusunu öne çıkararak yayınlanıyordu. Arap Baharı başlamadan önce IEA Cezayir,Mısır, İran, Irak, Kuveyt, Libya, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emerlikleri enerji durumlarına ve kaynaklarına projektör tutmuştu. O yıllarda nedeni pek anlaşılamayan bu araştırmanın ne için yapıldığını şimdi emperyalist sözde demokrasi rüzgârı altında ortaya çıkan Arap Baharı göstermiş oluyor. Dolayısıyla, aslında Avrasya’yı da kapsayan Genişletilmiş Ortadoğu (BOP’un yenilenmiş versiyonu) coğrafyasında Türkiye’yi etkileyen bölgesel enerji politikalarına da kısaca bakmak gerekiyor.

 

Avrupa Birliği (AB) Bir Ayağı ile Enerji Üzerine Kuruldu: Avrupa Birliği’nin ortaya çıkışına bakarsak, Avrupa’da federatif bir bütünleşme düşüncesinin J.J. Rousseau’ya kadar dayandığı bilinmektedir. Ondan sonra Immanuel Kant da böyle bir federasyona ancak cumhuriyetler eliyle gidilebileceğini savunan bir düşünür olması bakımından ilginçtir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında, 1930 Dünya Ekonomik Buhranı öncesinde bir Pan-Avrupa hareketi de görülüyor, ancak bir birlik oluşturulmasına gidilemiyordu. Ancak Pan-Avrupa hareketi siyasi birlik yerine öncelikle ekonomik birliğe gerek olduğunu ortaya koymuştur.

 

Geçen yüzyılda önemli bir gelişme 1946 yılında Churchill’in Zürih Üniversitesi’nde açıkladığı, İngiltere’nin dışında kalacağı, ama desteklediği; Fransa ve Almanya’nın işbirliği ile başı çekeceği bir Birleşik Avrupa Devletleri düşüncesi bugünkü AB’nin temelinde yatan ana görüşlerden biridir. Buna neden gerek duyulduğu konusuna gelince, İkinci Dünya Savaşı sonrası Doğu Avrupa’nın Sovyetler’in hegemonyasına bırakılması, burada yerleşen komünizmin Batı Avrupa için tehdit olarak görülmesi, bu tehdit karşısında Batı Avrupa’nın sürekli ABD himayesine ihtiyaç duyacak olması, fakat böyle bir himayeyi egemenliğini koruma açısından istememesi Avrupa’da bir birlik oluşturulmasını gerekli kılar durumdaydı.

 

Avrupa Birliği yolunda ilk adım enerjiye dayalı biçimde atılıyordu. 1940’ların dünyanın en başta gelen birinci enerji kaynağı kömürdü. Ağır sanayi de çeliğe dayanıyordu ve İkinci Dünya Savaşı sonrası sanayisini yeniden kuran ve ekonomisini geliştirip güçlendirmek isteyen Avrupa’nın en önemli kaynakları kendi kıtasında bulunan kömür ile sanayisi için gereken çelikti. Batı Almanya, Belçika, Fransa, İtalya, Hollanda ve Lüksemburg’un katılımıyla 18 Nisan 1951’de Paris Antlaşması imzalanarak Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu “AKÇT” (European Coal and Steel Community “ECSC”) kuruluyordu. 100 maddelik antlaşmaya 50 yıllık geçerlilik süresi tanınmıştı. İlk uluslar arası ekonomik topluluk oluyordu ve kömür ile çelik için ortak pazar yaratmayı hedefliyordu. Ayrıca, ekonomik istikrar içinde işsizliğin azaltılması büyük miktarlarda ekonomik üretim ve dağıtımında aşamalı olarak örgütlenmesi hedeflenmişti. 23 Temmuz 1952’de yürürlüğe girdi, kömür ortak pazarı da 10 Şubat 1953’de açıldı. Ancak üye ülkelerde ortak bir tek politika oluşturmayı başaramamış, ancak üye ülkelerde düzenli bir dağıtımın sağlanmasını gerçekleştirmiştir. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun görev alanları daha sonra yapılan Roma Antlaşması’na aktarılarak 23 Temmuz 2002’de antlaşma resmen yürürlükten kaldırıldı.

 

25 Mart 1957’de yine Almanya, Belçika, Fransa, İtalya, Hollanda ve Lüksemburg bu kez imzaladıkları Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu “AET” (European Economic Community “EEC”) oluşturuldu. Roma Antlaşması 1 Ocak 1958’de yürürlüğe girdi, ancak Roma Antlaşması’na Paris Antlaşması gibi belirli bir süre konulmadı. Roma Antlaşması, önce gümrük birliği ile başladı, ama üye devletlerin ekonomi politikalarının ve mevzuatlarının yakınlaştırılmasını, rekabetin korunmasını 12 yıllık ilk geçiş dönemi sürecinde malların, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımının sağlanmasını öngörmüştür.

 

AET’yi kuran Roma Antlaşması ile aynı gün yani 25 Mart 1957’de ortaklar bir de Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu “EURATOM” (European Atomic Energy Community) kurulması kararlaştırıldı. Bu Avrupa’nın kömürden sonra ikinci enerji ortaklığı oluyordu. EURATOM, AET’den bağımsız bir kurum olarak öngörülmüş olmakla birlikte üyelik ve düzenlemelerin AET ile birlikte yönetilmesi kararlaştırılmıştır. EURATOM’un amacı nükleer enerji için model bir pazar oluşturmak, bunu topluluğa üye ülkeler arasında paylaştırmak, topluluğun ihtiyacı dışında üretilecek enerjiyi topluluğa üye olmayan ülkelere satmak olarak belirlendi.

 

8 Nisan 1965’de Brüksel’de imzalanan antlaşmayla ki buna Füzyon Antlaşması yani Birleşme Antlaşması (İngilizce adıyla Merger Treaty) ile daha önce kurulmuş olan üç Avrupa topluluğu, yani Avrupa Kömür ve Çeklik Topluluğu, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu tek çatı altında birleştirilmiş ve bu topluluklar Avrupa Topluluğu “AT” (European Community “EC”)  bünyesinde bir araya getirilmiştir. Ayrıca, Avrupa Topluluğu bünyesindeki kurumların hukuku için Avrupa Adalet Divanı “AAD” (European Court Justice “ECJ”) kurulmuştur. Brüksel Antlaşması Avrupa Birliği’nin temelinin atıldığı anlaşma olarak değerlendirilir. Bu antlaşmayla üç kurum için bir ortak bütçe de oluşturulmuştur.

 

7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan ve Kasım 1993^de yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması ile AT, Avrupa Birliği “AB” (European Union “EU”) adını almıştır. Bu ekonomik işbirliğinden ekonomik ve parasal birliğe geçiş antlaşmasıdır. 2 Ekim 1997 tarihli Amsterdam Antlaşması ortak güvenlik politikasının yanısıra ortak dışişleri politikasını getiriyor, 11 Aralık 2000’de Nice’de kararlaştırılan ve 26 Şubat 2001’de imzalanıp, 1 Şubat 2003 tarihinde yürürlüğe giren Nice Antlaşması ile Avrupa Birliği’nin kurumları birliğin genişlemesi için yenilenip güçlendiriliyordu. 18-19 Ekim 2007’de Lizbon’da yapılan zirve toplantısında onaylandığı için Lizbon Antlaşması (ya da Reform Antlaşması) denilen son antlaşma ile AB Anayasası’na son şekli veriliyor ve 1 Aralık 2009 tarihinde yürürlüğe giriyordu.

 

Başlangıçta Batı Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya tarafından kurulan Birlik, 1973 yılında Danimarka, İngiltere ve İrlanda’nın katılımıyla ilk büyümesini gerçekleştirildi. 1981’de Yunanistan’ın katılımı ikinci büyümeydi. Üçüncü büyüme 1986’da İspanya ve Portekiz’in katılımıydı. 1990’da Doğu Almanya Batı Almanya ile birleşerek bugünkü Almanya daha büyük bir üye olarak yer alıyordu. Dördüncü büyüme 1995 yılında Avusturya, Finlandiya ve İsveç’in katılımıydı, böylece 15 üyeli AB ortaya çıkıyordu. 2004 yılında Çek Cumhuriyeti, Estonya, Güney Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Macaristan, Malta, Polonya, Slovakya, Slovenya’nın katılımı beşinci, 2006 yılında da Bulgaristan ile Romanya’nın katılımı altıncı büyüme oldu ve bugünkü 27 üyeli AB ortaya çıktı.

 

Bugün 27 üyeli bir Avrupa Birliği var. Bu 27 üye devletin 17’si ortak para birimi Euro’yu kullanmakta. Ama şu anda Avrupa Birliği ‘nin bazı üyelerinin içine girdikleri ekonomik sıkıntı birliğin geleceğinin sorgulanmasına yol açıyor. Fransa ve Almanya ikilisine karşı İngiltere’nin mali birliğe olan itirazları birlikte bir parçalanmaya yol açacak mı, ya da Avrupa Birliği nasıl yeni bir şekle bürünecek? Önümüzdeki dönemin gündemini oluşturuyor. İçinde bulunduğu ekonomik sıkıntıya ve iç bünyedeki bazı anlaşmazlıklarına karşın Avrupa Birliği bugün dünyanın önemli bir güç odağı. Bu güç odağının oluşumu ekonomi ve özellikle enerjide işbirliği ile başladığına göre bugün birliğin enerji politikasının ana hatları da uluslar arası enerji ve çevre politikaları kapsamında önem kazanıyor.

 

Avrupa Birliği’nin Enerji Politikaları: AKÇT ve EURATOM organizasyonlarıyla yapılan düzenlemeler ortak bir enerji politikasının oluşturulması için platform olsa da İkinci Dünya savaşından sonra 1970’li yıllara kadar geçerli koşullar ortak bir enerji politikasından uzak kalınmasına neden olmuştur. Üye ülkelerin bu süreç içinde devlet tekeleri kurdukları görülmektedir. Örneğin Fransa’da bugün bile serbest elektrik piyasasına devlet tekeli olan Electricité de France (EDF) korunmak adına mesafeli yaklaşılmaktadır, ama EDF de piyasa kurallarına göre çalışan bir kamu iktisadi teşebbüsü durumundadır. 1970 öncesinde Türkiye’de EDF’i örnek alınarak 1970 yılında Türkiye Elektrik Kurumu (TEK’i kurulmuştu, ama 1984 yılında TEK’in tekeline son verildi. Oysa, 1946 yılında kurulan EDF 37 milyon abonesi %75’i nükleer olan 120 ooo MW kurulu gücü ile Fransa’da hizmet vermeye devam ediyor. Öte yandan AET döneminde Roma Antlaşması’nda enerji konusunda özel düzenlemeler yapılmamış olması ortak enerji politikasının oluşumunu engellemiştir.

 

1973 Petrol Krizi sonrası petrole bağımlılığın azaltılması için alternatif kaynaklara yönelinmesi konusunda topluluğun  devlet temsilcilerini bir araya getiren idari organı Avrupa Konseyi’nde Nisan 1974’de alternatif enerji kaynaklarını geliştirme adına bir karar alınmıştır. Nitekim 1974 yılkında OECD bünyesinde de hükümetlerarası bir organizasyon olarak Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) kurulduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bu gelişmeler Batı dünyasında ve dolayısıyla o günkü AB yapısında birbirine paralel hareketler şeklinde ortaya çıkmış bulunuyor. Eylül 1986’da da Konsey, üye ülkelerin enerji sektöründe kendi kendilerine yeterli hale gelmesini  hedefleyen bir karar almıştır. 1988’de de Topluluk içinde enerji iç pazarı oluşturulmasına ilişkin bir raporla bu çalışma başlatıldı. Bu gelişme daha liberal enerji politikalarının uygulanmasına yol açmıştır. Topluluk ortak pazarının enerjiyi de kapsamasına ilişkin karara karşın 1995 yılına kadar yine der bir ortak enerji politikası göremiyoruz. Bunun önemli bir nedeni de üye ülkelerin kendi enerjilerini farklı yollardan temin etmeleridir. Enerji arz güvenlikleri için de her devlet kendi özel politikasını uygulamıştır.

 

Ancak, gelişen ve değişen koşullar gün geçtikçe ortak enerji politikasına doğru adım atılmasını gerektirir olmuş ve bu bağlamda ilk temel adım olarak  Avrupa Enerji Şartı 1991 yılında Lahey’de imzalanmıştır. Enerji şartı’nın başlıca hedefleri;

- arz güvenliğini artırmak,

- enerji üretimi, dönüşümü ve çevrimi, iletimi ve taşınması, dağıtımı ve kullanımının verimliliğini en üst düzeye çıkarmak,

- çevre problemlerini en aza indirmek

şeklinde belirlenmiştir. Bu hedeflere ulaşmak için Sovyetlerin çökmesiyle özgürlüğe kavuşan Doğu Avrupa ülkelerine Batılı uzmanlık bilgisi ve yatırım sermayesi transferi bir öncelik olarak görülmüştür.

 

1995 yılında “AB için Bir Enerji Politikası” başlıklı “Beyaz Kitap” (White Paper) yayınlanmıştır. Beyaz Kitaplar, sadece enerjide değil, diğer konularda da, örneğin ulaştırmada vs. de Avrupa Konseyi tarafından yayınlanan, belirli bir konuda Topluluk eylemine yönelik somut öneriler içeren dokümanlardır.

 

1995 tarihli Enerji Beyaz Kitabı, üç kurucu antlaşmada ve AB antlaşmasında yer alan enerjiyle ilgili konularda AB’nin mevcut bütün yetkilerini birleştiriyordu. Burada söz konusu olan yetki ikamesi ilkesine göre, ulusal politikalar ancak ticaret önünde engel oluşturdukları veya AB amaçlarına erişilmesini engelledikleri taktirde AB eylemleri söz konusu olacaktır. Beyaz Kitaba göre enerji arzının güvenliği, çevrenin korunması ve rekabet gücü yaratılması AB enerji politikalarının en önemli hedefleridir. Buna paralel olarak sosyal ve ekonomik kaynaşma, yaşam kalitesinin yükseltilmesi, istihdam yaratılması ve bölgeler arasında dayanışmanın geliştirilmesi de dikkat edilecek konulardır. Dolayısıyla AB enerji politikasının amaçları;

- rekabet gücü,

- enerji arzının güvenliği

- çevrenin korunması

arasında bir denge sağlayarak  toplam enerji tüketiminde;

- kömürün payını korumak,

- doğalgazın payını artırmak,

- nükleer enerji santralleri in azami güvenlik koşulları oluşturmak ve yenilenebilir enerji kaynaklarının payını artırmaktır.

Bu amaçla bir de “Enerji Çerçeve Programı” oluşturmuşlardır ve gelişmeler bu temel hedeflerle uyumlu görünmektedir. Nisan 1998’de, 1991 tarihli Enerji Şartı ve Enerji Verimliliği üzerine bir protokolü yürürlüğe sokmuşlardır. Doğu Avrupa ülkelerinin enerji verimliliğinde artırılması sayesinde ciddi bir enerji sorunu o ülkelerin AB üyeliğine geçişi aşamasında yaşanmamıştır.

 

AB, 2000 yılında enerji için bir Yeşil Kitap (Green Paper) çıkarmıştır. AB yeşil kitapları, Avrupa Komisyonu tarafından belirli bir konuda çıkarılan konuyla tanışma ve sorunu tartışma amaçlı olarak yayımlanan dokümanlardır. Enerji Arz Güvenliği Üzerinde Yeşil Kitap COM (2000), 769 final, adlı bu kitabın ortaya çıkış amacı;  bilindiği üzere, Avrupa Birliği, dünya üzerinde enerji tüketiminin aşırı olduğu bölgelerden birini oluşturmakla birlikte, enerji kaynakları açısından olanakları kısıtlıdır. Bu bağlamda, AB’nin enerji açısından ithalâta bağımlılığında, genişlemeler sonucunda üye sayısının 15 olmasıyla birlikte  daha belirgin bir  artış gözlemlenmişti. Gelecek büyümeler de sıraya girmişti. Bu durum enerji arzı güvenliği açısından AB için yeni açılımları ve yaklaşımları zorunlu hale getirmiştir. Yeşil kitap genişleme politikalarının getireceği enerji sorununun düşünülmüş olmasının sonucudur.

 

Yeşil Kitap ile AB’nin politika seçenekleri arasında çoklu boru hatları politikasının uygulanması, böylece enerji ithalatında kaynak çeşitliliği oluşturulması öne çıkan konular arasında yer almıştır. 2000-2030 dönemine ilişkin enerji arz-talep tahminlerine yer verilmiştir. Çıkan sonuç, dünya üzerinde enerji tüketimi içerisinde petrol, doğalgaz ve kömürün paylarını korumaya devam ettiği şeklindeydi. Petrol fiyatlarının fırlaması gibi rahatsız edici sorunlardan, global iklim değişikliğinden ötürü enerji arz güvenliğinde değişiklikler öngörülmüştür. İşte bu bağlamda enerji verimliliğini artırmadan başka, doğru ve alternatif yeni ulaştırma politikaları bulma, yeni ve yenilenebilir enerjilerin gelişimini sağlama, enerjide göreceli bir bağımsızlık için nükleeri yeniden analiz etme, ortak sorunlara ortak çözümler bulmak için tek pazarın bir an önce hızlandırılması konuları gündeme getiriliyordu.

 

Bu arada Yeşil Kitap, ortak enerji politikalarının temel metni olmuştur. AB, dünya birinci enerji tüketiminden %14,4 pay alırken, dünya petrol tüketiminden %16,4 ve dünya doğalgaz tüketiminden %15,5 ve dünya kömür tüketiminden %7,6 pay almaktadır. Birliğin enerji tüketiminde petrolün payı büyüktür ve AB’de tüketilen petrolün % 78 kadarı ithalâtla karşılanır. Doğalgazda ise ithalin payı %36’dır. Petrolün neden olduğu çevre kirliliği de küçümsenemez. Petrole alternatif kaynakların kısa vadede devreye sokulamaması nedeniyle Birlik petrole bağımlılığı en aza indirebilmek için ulaştırma sektöründe raylı taşımacılığı teşvik etmektedir.

 

Birliğin diğer bir politikası da vergiler aracılığıyla enerji kullanımında çeşitli yönlendirmeler yapmaktır. Özellikle çevre kirletici özelliğe sahip enerji kaynakları kullanımının tüketim vergileri artırılmasıyla azaltılması amaçlanmaktadır. Buna ek olarak  vergi teşvikleriyle yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarının araştırılması ve bu enerjilerin üretimi özendirilmektedir.

 

AB ekonomi politikalarıyla üretimde yoğun enerji kullanımı gerektiren alüminyum, demir-çelik, gübre sanayi kollarını azaltarak enerji yoğunluğu düşük olan elektronik sanayi, bilişim , nano teknoloji gibi yeni sahalara yönelmektedir. Nitekim demir-çelik fabrikaları bunun için Çin’e kaymıştır.

 

AB, son genişlemesiyle ortaya çıkan  yeni üyelerin birbirinden kopuk ve diğer üyelere kıyasla daha küçük olan enerji piyasalarının entegrasyonunu hedeflemiştir. AB’nin 15 üyesinin gelişmişlik düzeyi ile sonradan alınan 12 üyesinin gelişmişlik düzeyi piyasa koşulları arasındaki büyük fark bunu gerektirmiştir.

 

Bilindiği gibi başlangıcı ile kömür sektörü AB’de ilk iç pazardı. Şimdi yeni bir elektrik iç pazarı ve doğalgaz iç pazarı oluşturulması yoluna gidildi. Bu pazarlar için AB yönetimi direktifler yayınlamaktadır. Üye ülke pazarlarının benzer yapılarda oluşmasından öte hedeflenen tek pazar oluşumudur, şimdi yeni direktiflerle böyle bir enerji pazarının geliştirilmesi yönünde adımlar atılmaktadır. Sınır aşan elektrik ve doğalgaz için yeni düzenlemeler getirilmiştir. Pazarlara ilişkin lisanslama işlemleri şeffaf yapıldığı gibi tüketiciler, farklı kotalarla da olsa tedarikçilerini serbestçe seçme hakkına da sahip olmaktadırlar.

 

Enerji arz güvenliğinin sağlanması için enerjinin ayrımcı olmayan güvenilir bir şekilde taşınması önemlidir. İç pazarın genişlemesini hedefleyen AB, sınır ötesi doğalgaz ve elektrik şebekeleri oluşturulmasına öncelik vererek, yeterli enerji bağlantı şebekeleri tesisini amaçlamaktadır. Bazı Akdeniz ülkeleri Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ve Norveç bağlantıları bu amaçlarla yapılmıştır. UCTE (European Network of Transmission System Operators for Electricity) Avrupa Elektrik Şebekesi İşletmesi bu amaçla geliştirilmiştir. AB artık smart grid denilen akıllı şebeke uygulamasına geçmiştir. Akıllı şebeke ilk defa Amerika’da kullanılmaya başlanmış Avrupa onu izlemiştir. Avrupa’da akıllı şebeke politikası Smart Grid Avrupa Teknoloji Platformu tarafından organize edilmektedir. Sürekli, verimli ve güvenilir etkin bir dağıtımın yanısıra, tedarikçiler ve tüketiciler arasında bilgi akımı sağlanmakta, ekonomik biçimde elektrik hizmetleri kesintisizce ve kaliteli olarak sürdürülebilmektedir.  Avrupa Birliği ile Doğu Avrupa, Hazar Havzası ve Orta Asya arasında enerji işbirliğini öngören INOGATE Programı petrol ve doğalgaz taşımacılığı için yapılmış önemli bir çalışmadır. INOGATE Programı ile yeni boru hattı projeleri desteklenmektedir.

 

Nükleer enerjinin enerji arz güvenliğine katkısı, nükleer enerji ile petrol talebinin kısılması ve petrol fiyatlarının baskı altına alınması Birlik tarafından üzerinde önemle durulan bir konudur. 15 üyeli AB, 27 üyeli AB olurken, Doğu Avrupa ülkelerinden katılan üyelerin Rus tipi nükleer santralleri Birlik için de uyum sorunu oluşturmuştu. Sovyet tasarımı birinci nesil reaktörlerden RBMK ve VVER440-230 reaktörlü santrallerin taşıdığı riskler AB normlarına göre kabul edilemez bulunuyordu. Benzer sorun ilk kez Doğu Almanya’nın Batı Almanya ile birleşmesinde ortaya çıkmış ve Doğu Almanya’daki eski Sovyet Reaktörleri hemen kapatılmışlardı. Avrupa Birliği içinde bunların Doğu Almanya’daki gibi hemen kapatılması mümkün olamadı, gerçi bazıları kapatıldı, bazıları güvenlik önlemlerini artırdı veya  artırma taahhüdünde bulundular ve sorun böylece bir bakıma aşıldı.

 

Birlik bu sorunu çözebilmek için TACIS ve PHARE adlı iki program oluşturdu. TACIS programı ve projesi nükleer enerjiyle bağlantılı çevresel enformasyonun ve gözlem kapasitesinin güçlendirilmesi amaçlıydı. Bugün onun yerini EECCA almış bulunuyor. EECCA Doğu Avrupa, Hazar Havzası ve Orta Asya’daki 12 ülkeyi kapsayan çevresel sorunlara yönelik bir işbirliği ve finans programı niteliğindedir.  PHARE ise sadece enerjiyi ilgilendiren bir program olmayıp Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’nin diğer ülkeleri ile uyumlu hale getirilmesi için  koordinasyon ve regülasyonları kapsayan geniş kapsamlı bir programdır. SURE programı ise 2013 sonrası bütçe kaynaklarına kadar uzanan sürdürülebilir bir Avrupa Birliği’nin  Çok Yıllık Finansal Çerçevesi’ni (MFF) ve bu kapsamda tabi ki enerji harcamalarını ve nükleer enerjide  güvenlik gibi yatırımlarını da kapsamaktadır.

 

Avrupa Birliği Rusya’dan yakıt olarak önemli ölçüde hidrokarbon ithal etmektedir. Doğalgaz boru hatlarının yanısıra, petrolün taşınmasında da artık çevre kirliliği oluşma riskini önlemek için Yeşil Kitap’ta boru hatlarının kullanılması öngörülmüştür. Dolayısıyla AB kullanmakta olduğu boru hatları yüzünden büyük ölçüde Rusya’ya bağımlıdır. Bu bağımlılığın sakıncaları doğalgazda Rusya-Ukrayna anlaşmazlıklarında, petrolde ise Rusya-Beyaz Rusya arasındaki petrol krizlerinde görülmüştür. Bu durum boru hatları güzergâhlarında güvenlik sorununu da gündeme getirmiştir. AB bunun ötesinde kaynak çeşitlendirmesi açısından gelecekte Hazar ve Ortaya Asya kaynaklarına ulaşmayı hedeflemektedir. Hazar Havzası doğalgazı için NABUCCO projesi bu amaca uygunsa da, Avrupa Birliği’nin hâlâ tek vücut enerji politikası oluşturamaması nedeniyle, NABUCCO bugün ölmekte olan bir proje durumuna gelmiştir.  Bu arada Almanya-Rusya işbirliği sonucu realize olan Kuzey Akım Projesi AB’yi Rus doğalgazına daha çok bağlayacak durumdadır. Öte yandan Rusya NABUCCO’nun rakibi olarak Güney Akım Projesini de gerçekleştirme peşindedir. Zaten AB, 1997 Aralık ayından bu yana Rusya Federasyonu ile özellikle enerji alanında işbirliği amacıyla  Enerji Diyaloğu başlatmıştır. Bu diyalogun gelecekte de sürmesi kaçınılmaz görünüyor.

 

Amerika Birleşik Devletleri’nin Enerji Politikası: ABD’de enerji bir ulusal güvenlik konusu olarak algılanmaktadır. Ayrıca en yüksek seviyede bir uluslar arası güvenlik meselesi olarak da görülmektedir. 2030’a kadar küresel enerji talebinin %50’den fazla, ABD talebinin de %30 düzeyinde artacak olması bu sonucu getirmektedir. ABD’nin artan ve daha da artacak olan zorluklar karşısında kısa ve uzun süreli  eylemlere geçmek için kapsamlı stratejik adımlar atılması gerektiği görüşü hâkimdir. Son olarak 2008 yılındaki ekonomik kriz öncesi dünya petrol  ve doğalgaz pazarlarındaki aşırı dalgalanma, ABD gözünde harekete geçmeyi gerekli ve meşru hale getirmiştir. Son dönemde petrol fiyatlarında ve doğalgaz fiyatlarında tekrar düşme görülmüş olsa da ABD yönetimi  düşüş karşısında kimsenin kanmamasını, eylemin sürdürülmesi gerektiğini söylemektedir.

 

Burada öncelikle üzerinde durmamız gereken konu, ABD’nin iç ve dış enerji politikasının ayrı ayrı olduğudur. Gerçi pek çok ülkenin enerji ithal veya ihracı nedeniyle dış politikasının bir enerji boyutu vardır, ama ABD’nin enerji dış politikası kendi enerji ithalâtını ve özellikle büyük petrol ithalâtını güvenceye almayı, dünya petrol kaynaklarını yönlendirme ve yönetmede görmesidir. Dünya hidrokarbon kaynaklarını yönetmeye ve yönlendirmeye yönelik politikası aynı zamanda ekonomik amaçlı global çıkarlarıyla da bağlantılıdır. Avrupa Birliği’nin böyle bir toplu politikası yoktur. Ancak, eski sömürgeci bazı üyelerinin ekonomik yöntemlerle diğer uluslara ait kaynaklara el attıkları görülmektedir. Son Libya savaşında Fransa’nın bombardımanı başlatma davranışı petrol amaçlı bir emperyal davranıştan başka bir şey değildi. ABD ekonomik el atmanın ötesinde, dünya enerji kaynaklarının paylaşımı, yönetimi ve yönlendirilmesinde gerektiğinde askeri güç kullanmak kaçınmayan bir ülkedir.

 

Dolar ve Petrol Birlikteliği: Bilindiği gibi sağlam para altın karşılığı tedavüle çıkarılan para olarak kabul edilegelinmiştir. Buna altın kambiyo sistemi (Bretton-Woods Sistemi) denilmiştir. Doların başlangıçtaki sağlamlı da oradan geliyordu. Bu durumda merkez bankası rezervlerinin altın ve parası altına endeksli diğer ülkelerin dövizlerinden oluşması gerekir. Bu sistem 1971’de ABD’nin dolar karşılığında altın vermeyeceğini açıklaması (Fransa Merkez Bankası dolar rezervi karşısında Fransa’ya verilen cevap)  ile son bulmuştur. Ancak altına doyalı olmayan dolar bir başka kıymetli emtiaya dayanma gereksinimi hissetmiş, ABD’nin Suudi Arabistan’ı kullanarak OPEC’e petrol satışında kullanılacak para birimi olarak ABD dolarını resmen kabul ettirmesi ile petrol yeni bir dayanak buluyordu, ama altından dönen dolar değer yitirme riski ile karşı karşıyaydı. Dünya borsalarında doların kambiyo değerini ayarlamak için petrol fiyatları işle oynamak gerekiyordu.  Arap-İsrail uyuşmazlığı bahanesiyle patlak veren 1973 petrol ambargosu ve ardından zincirleme fiyat artışları Amerika’ya bu olanağı tanıyordu. Bu politikanın mimarı da meşhur Henry Kissinger olmuştur. Dolarla değil Euro ile petrol satmaya kalkan Saddam’ın başına gelenler dünkü güncel olaylar. Bugün Venezuella Devlet Başkanı Hugo Chavez, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad petrol satışında dolardan başka para kullanıyorlar da, bu işin nereye varacağını zaman gösterecek.  Eğer petrol dolarla değil de Euro, Ruble, Çin Yuan’ı ile satılır duruma gelirse ve ABD ithal ettiği petrolü, kendi parasının dışında bir başka global tedavül aracı ile almak zorunda kalırsa, işte o zaman ABD İmparatorluğu’nun sonu gelmiş demek olacaktır.

 

ABD’nin Enerji İç Politikası: ABD dünya genel enerji tüketiminden, yani birincil enerji kaynakları kullanımından %19,0, dünya petrol tüketiminden %21,1, dünya doğalgaz tüketiminden %21,7 ve dünya kömür tüketiminden %14,8 pay alan ve dünya enerji tüketiminde başı çeken ülkedir. ABD’de tüm enerji piyasaları ve borsaları serbest piyasa kurallarına göre, rekabetin korunması açısından sıkı denetim altında çalışırlar. ABD federatif devlet yapısında olduğu için eyaletlerin farklı yerel enerji politikaları ve yasaları da görülmektedir.

 

Dünyanın en fazla petrol tüketen ülkesi ABD’nin dünya petrol üretimindeki payı %8,7 olup tüketimdeki payı az önce de açıklandığı gibi bunun 2,5 katıdır. Dünya petrol ithalâtında %21,8, ihracatında %4 payı vardır. Doğalgazda ise üretimi tüketimine yakındır, ama yine tüketimi büyüktür, dünya doğalgaz üretiminin 2010 yılında %19,3’ünü yaparak en üst sıraya yerleşmişse de kendi talebini karşılamaya yetmemiştir. Petrolle ilgili Amerikan iç piyasasının önemli bir olgusu, zamanında ABD Başkanlarından Nixon tarafından açıklandığı gibi yıllar boyu çeşitli emirlerle ABD’den benzin fiyatı  1 $/galon (US galon 3,7854 lt) yani 26 Cent’in üzerine çıkmaması sağlanmıştı. 1970’li yıllardan sonra ABD’de izlenen petrole bağımlı politikadan 2000’li yakınılmakta ve bu politika eleştirilmekte, benzin fiyatlarında da bu sınır aşılmış bulunmaktadır. 2007 yılından sonra benzin fiyatlarının 2-3 $/galon arasında kaldığı, Aralık 2011 sonunda 2,68 $/galon (71 Cent/lt) düzeyinde bulunmakta, ama yine de dünyanın en ucuz benzin kullanan ülkelerinden biri, ABD’den düşük değer sadece Meksika’da görülmekte.

 

ABD’nin enerji stratejisi hedefleri;

1. Enerji çeşitliliğini artırarak petrole olan bağımlılığı azaltmak,

2. Enerji üretimi ve tüketiminden kaynaklanan emisyonların hava, su ve toprağa olan çevresel etkisini azaltarak ekosistem kalitesini geliştirmek,

3. Daha esnek, daha güvenli ve daha yüksek kapasiteli, arz güvenliği güçlendirilmiş bir enerji altyapısı yaratmak

şeklinde sıralanabilir.

 

ABD’nin enerji stratejisi ve politikası kapsamında Beyaz Saray danışmanları ve hükümet yetkilileri, önümüzdeki 10 yıl içerisinde Amerika’nın ithal petrol ürünleri bağımlılığının üçte bir oranında azaltılması için planlar geliştirmektedirler. Başkan Obama da göreve gelirken dört bölümlük enerji planının birinci bölümünde yerli petrol üretim kapasitesinin artırılması, ikinci bölümünde doğalgazın ve ethanol üretimi kapsamında biyoyakıtların artırılmasında, üçüncü bölümünde elektrikle çalışan otoların yaygınlaştırılması, dördüncü bölümde de  benzinli araçların daha yüksek verimli hale getirilmesi yatmaktaydı. Ayrıca, yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretiminin artırılması da isteniyordu. Ancak geçen sürede Obama’nın enerji planının büyük ölçüde askıya alındığını görüyoruz.

 

ABD’nin enerji stratejisi ve politikası kapsamında Beyaz Saray danışmanları ve hükümet yetkilileri, önümüzdeki 10 yıl içerisinde Amerika’nın ithal petrol ürünleri bağımlılığının üçte bir oranında azaltılması için planlar geliştirmektedirler. Başkan Obama da göreve gelirken dört bölümlük enerji planının birinci bölümünde yerli petrol üretim kapasitesinin artırılması, ikinci bölümünde doğalgazın ve ethanol üretimi kapsamında biyoyakıtların artırılmasında, üçüncü bölümünde elektrikle çalışan otoların yaygınlaştırılması, dördüncü bölümde de  benzinli araçların daha yüksek verimli hale getirilmesi yatmaktaydı. Ayrıca, yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretiminin artırılması da isteniyordu. Ancak geçen sürede Obama’nın enerji planının büyük ölçüde askıya alındığını görüyoruz.

 

ABD’de elektrik üretimi çoğunlukla kömür yakıtlı termik santraller, nükleer santraller, doğalgaz çevrim santralleri, barajlı büyük hidroelektrik santrallerden üretilmekte son 10 yıl içerisinde başta Kaliforniya’da olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarından da üretim yapılmaktadır. ABD’de rüzgar ve güneş gibi alternatif elektrik santralleri teknolojisinin gelişimi, 1978 yılında Birleşik Devletler Kongresi’nden geçen Kamu Yararlarını Düzenleme Politikaları Yasası (Public Utilities Regulatory Act) - PURPA sayesinde olmuştur. Kaliforniya eyaleti de bu uygulamada başı çekmiştir. PURPA 2005 yılında Enerji Politikası Yasası (Enerji Policy Act) ile değiştirilmiş, vergi politikası, çeşitli türde enerji kredileri ile yönlendirme yapılmıştır. Başkan Obama 2011 Ocak’ta yaptığı başkanlığın geleneksel konuşmasında, geleceğe yönelik hedef olarak yenilenebilir enerji kaynakları ile birlikte yeni nesil güç reaktörleri geliştirilmesi ve doğalgaz çevrim santralleri kurulması perspektifini tekrarlamıştır.

 

ABD Enerji Bakanlığı ( US Department of Energy) ABD’nin enerji geleceğini güvence altına alabilmek için ağırlık verdiği konular şöyle sıralanabilir:

 

• Agresif bir şekilde enerji verimliliğini artırmak, toplumu demonstrasyonlarla bilgilendirmek.

• Enerji üretim ve tüketiminde olumsuz çevre etkisini azaltmak. Enerji, ekonomi ve çevre politikalarını koordineli yönetmek.

• Enerji güvenliği ve iklim değişikliği konuşlarında küresel liderlik sergilemek.

• Yerli petrol ve gaz aramalarını (özellikle offshore) hızla geliştirmek ve üretimi artırmak.

• Temiz kömür teknolojisi ile kömür kullanımını geliştirmek.

• Nükleer enerji kullanıma önem vermek, nükleer enerji kullanımını artırmak.

• Yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretimini artırmak.

• Temiz eneriler konusunda araştırmalara önem vermek.

• Ulaştırma sektörünün transformasyonu vs.

 

ABD’nin Enerji Dış Politikası: ABD’nin enerji dış politikası dünya hidrokarbon ve özellikle petrol kaynaklarının yönlendirmeye ve gerektiğinde yönetmeye yöneliktir. ABD’nin dünyanın en büyük petrol faturasını ödemesi, petrol ticaretine kullanılan para biriminin daha önce açıklandığı gibi dolar olması ve bunun böyle kalmasını istemesi Amerika’yı bir bakıma emperyalist tutuma zorlamaktadır. ABD bu yönlendirme ve yönetmeyi, genelde siyasi ve askeri baskıdan sonra global sermaye şirketleri aracılığıyla sürdürmektedir. Dolayısıyla, ABD’nin enerji politikasının daima bir küresel boyutu vardır ve bu önceliklidir. Bu politikanın temel ana unsuru da dünya çapında artmakta olan arz ve kaynak çeşitliliğine dayanmaktadır. Değişik kaynaklardan dünya pazarına giriş yapan her ek enerji (petrol ve doğalgaz), aynı zamanda ABD’nin enerji güvenliğine de olumlu katkıda bulunmaktadır. Dolayısıyla ABD kendi enerji güvenliği açısından gerekli gördüğü küresel ekonomik sistemin bu şekliyle sürdürülebilirliğini sağlamaya katkıda bulunmayı görev addetmektedir. Bu nedenle de dünyanın kendisine karşı olmayan petrol ve doğalgaz üretici ülkeleriyle yakın işbirliği ve ilişki içinde bulunmayı strateji olarak izlemektedir. Kendisine karşıt davranan yönetimlerin değişebilmesi için çaba gösterdiği de diplomaside açıkça itiraf edilmeyen bir gerçek olup, çoğu zaman demokrasi kılıflı değişim  şeklinde gösterilmeye çalışılan bir eyleme dönüştürülmektedir.

 

Bugün Artik Okyanusu’ndan Afrika’nın Güney ucuna, Kuzey Afrika’nın Atlantik Okyanusu köşesinden Afganistan’ın doğu sınırına kadar uzanan Genişletilmiş Büyük Ortadoğu’ya, bu coğrafya ile çakışan Kafkaslar’dan Hazar Havzası ve Çin sınırına kadar uzanan Orta Asya’ya ve de Güney Doğu Asya’ya kadar pek çok dünya parçaları karası ve denizleriyle ABD’nin hidrokarbon obezliği yüzünden ilgi alanı içindedir.  Kuzey Buz Denizi olarak da bilinen Artik Okyanusu’na bitişik ve Sibirya’nın Çukçi burnu ile Alaska arasında kalan buzlarla kaplı Çukçi (Chukchi) Denizi’nde petrol sondajı başlamak üzeredir. Afrika kıtasında  görev yapmak üzere oluşturulan ABD Afrika Komutanlığı (USAFRICACOM veya AFRICOM) son olarak Libya’nın Arap baharında görev yapmıştır, ama görev alanı Sahra-altı Afrika’yı da kapsamak üzere tüm Afrika’dır. Ancak bu kuvvetin merkezi Almanya Stuttgart’da Kelley kışlasında bulunmaktadır. Libya müdahalesi göstermiştir ki, İzmir’deki ABD üssü de AFRICOM  ile bağlantılıdır. Afrika’da ABD Çin’le çekişme derecesinde bir rekabet içindedir. Genişletilmiş Büyük Ortadoğu’nun doğu ucu Afganistan ABD’nin işgali altındadır. Gerek Ortadoğu de gerekse Avrasya ve Orta Asya’da ABD’nin üsleri bulunmaktadır. Söz konusu coğrafyalarda yapılan her türlü petrol ve hidrokarbon ticareti ABD’nin gözetimi ve kısmi denetimi altındadır.

 

Türkiye’yi yakından ilgilendiren Avrasya, özellikle Hazar Havzası, Ortadoğu ve Kuzey Afrika açısından ABD’nin bir strateji kapsamında bölgesel enerji politikaları uyguladığını görüyoruz. ABD’nin Hazar  enerji siyaseti öncelikle Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan’a yönelik olsa da, Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan’ın da bu siyasetin alanına sokulduğu görülmektedir. Ortadoğu’da politikanın merkez üssü Irak’tır, Kuzey Afrika’da enerji açısından Mısır ve Libya odak seçilmiş durumdadır. Bu bölgelere ilişkin Amerikan stratejisinin temel hedefleri şöyle sıralanabilir:

• Bölgede Rusya’nın nüfuzunu sınırlandırmak.

• Bölgede Çin’in rekabet ortamı bulmasına ve nüfuz kurmasına olanak vermemek.

• Bölgede Batı yanlısı eğilimleri desteklemek, Batı yanlısı iktidarların işbaşına gelmesini kolaylaştırmak.

• İran’ı ve Suriye’yi bölgede izole etmek. İran’a stratejik kazanım sağlayacak projeleri engellemek.

• Bölgede Amerikan şirketlerinin yaygınlaşıp gelişmesini ortam yaratıp desteklemek ve bu şirketlerin çıkarlarını korumak

• Kısa ve uzun vadede bu bölgelerden hidrokarbon kaynaklarının ihracat yollarını çeşitlendirmek, Batı’ya uzanacak gaz ve petrol boru hattı projelerini desteklemek.

• Amerikan şirketlerinin çıkarlarını koruyacak biçimde ilgili devletlerin kamu ve özel kurumlarıyla uzun vadeli konsorsiyumlar oluşturmak.

• Enerji akış yollarının güvenliğini sağlamak, bu güzergâhlar üzerine var olan veya oluşabilecek tehditleri yok etmek.

 

Bu temel hedeflerin gerçekleşebilmesi açısından ABD enerji diplomasisi dört önemli stratejik hedefi de vazgeçilemez olarak görmektedir:

• Bu bölgelerdeki devletlerin yönetim biçiminin diktatörlük değil, demokratik cumhuriyet olması. Ancak, buralar için öngörülen demokrasi tam veya eksik, hatta hibrid demokrasi niteliğinde bile değildir, ama halkın yönetimlere tepkisini kaldırıcı, kendine özgü, ılımlı İslâmla bütünleştirilmiş  demokrasi istendiğini gelişmeler kanıtlıyor.

• Bölge ülkeleri arasında ekonomik ilişkileri geliştirerek karşılıklı bağımlılıklar yaratıp  bölgesel ihtilaflara ve olası çatışmalara mani olmak.

• Amerikan menşeli ve diğere Batı şirketleri için ticari ve yatırım imkânlarını iyileştirmek ve bir serbest piyasa ekonomisine geçiş sağlamak.

• ABD ve müttefiklerinin enerji arz güvenliğinin desteklenmesi için bölge devletlerinin Batı yanlısı bağımsızlığının korunması.

 

Söz konusu bölge ülkelerinin  sahip oldukları hidrokarbon kaynaklarının çıkarılması, geliştirilmesi, sorunsuz biçimde Batı pazarlarına iletilmesi, ayrıca bu ülkelerde yapılacak her türlü enerji yatırımları konusunda tüm ABD hükümetleri ABD devlet gücünü kullanmakta, bu alanda faaliyet gösteren şirketlerini ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gözetimi altında desteklemektedirler.

 

Rusya’nın Enerji Politikası: Rusya Federasyonu dünya genel (primer) enerji tüketiminden %5,8 pay almaktadır. Dünya petrol üretiminde 2010 yılı verileriyle %12,9 pay alarak birinci sırada bulunmaktadır. Ardından gelen Suudi Arabistan’ın payı %12’dir. Petrol tüketimindeki payı ise %3,7 olup, aynı zamanda dünyanın en çok petrol ihraç eden ülkesidir. Rusya’da çıkarılan petrolün %70’i ihraç edilmektedir diyebiliriz. Doğalgazdaki zenginliğinde de  durum çok farklı değildir. Dünya doğalgaz üretiminin %18,4’ünü 2010 yılında Rusya gerçekleştirmiştir. Rusya’dan daha çok doğalgaz üreten ülke ABD olup, Rusya ikinci sıradadır. ABD kendi iç tüketimini karşılayamazken, Rusya’nın tüketimi daha az olup, dünya tüketiminin %13’u düzeyindedir. Rusya dünya kömür üretiminin %4’ünü gerçekleştirmekte, dünya kömür tüketiminden ise %2,6 pay almaktadır. Kısacası Rusya Federasyonu enerjide kendi kendine yeten ve önemli miktarda enerji ihracatı yapan bir ülkedir. Yani, Rusya dünya enerji pazarının önemli bir aktörüdür.

 

77 milyar varili aşkın ispatlanmış petrol rezervi, yine 45 trilyon m3 (1580 trilyon ft3) doğalgaz rezervi ve de 157 milyar tonluk kömür rezerviyle Rusya’nın bu önemli aktörlük konumu uzun gelecekte de sürecek görünüyor. Ülkenin en büyük enerji üreticisi tekel olan Gazprom devlet şirketidir. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sora devlet şirketlerinin geçiş ekonomisine uyum gösterememesi sonucu başlangıçta düşen üretim 2000’den sonra sürekli artış göstermiştir. Rusya ekonomisi 1990’lı yıllarda yaşadığı ciddi bunalımlı günleri enerji ihracıyla aşmıştır. Ancak gelinen süreçte 1998 yılında Asya’da başlayan ekonomik kriz, o yıllardaki düşük enerji fiyatları Rusya’yı IMF’ye başvuracak şekilde zorlamıştı. Putin döneminde ortalama %7’lik büyüme sergileyen Rusya petrol ve doğalgaz fiyatlarını artmasıyla bu zorluklardan sıyrılmışken, 2009 yılında dünya kriziyle petrol fiyatlarının düşmesi Rus ekonomisini derinden etkilemiş, o yıl Rusya’nın %7,9 küçülmesine neden olmuştur. Bu olay da gösteriyor ki, Rusya’nın yakın ve orta, hatta uzun dönem geleceği enerji ihracına ve enerji fiyatlarına bağlıdır.

 

Rusya, bugün kendi doğalgazının ve geçmişte Sovyet coğrafyasından üretilen doğalgazın Avrupa’ya arzı üzerindeki tekel konumunu, çoğu Sovyetler zamanında inşa edilen boru hatlarına borçludur. Gerçi daha sonra bu hatların bazıları rehabilite edilmiş ve kapasiteleri artırılmıştır. Sovyetler zamanında 1960’larda başlanan boru hatları inşası Batı Sibirya ve Orta Asya’dan çıkarılan gazın  Sovyetler Birliği sanayi merkezlerine aktarılması amacını taşıyordu. 1973 Petrol Krizi’nin ardından Avrupa ülkeleri  Arap petrolüne bağılılıktan kurtulmak için  Sovyetler Birliği ile petrol ve doğalgaz alım anlaşmaları yaptılar. Bu anlaşmalar kapsamında gaz arzının sürdürülebilirliği için Sovyetlere maddi ve teknik destek de sağladılar. Sovyetler böyle bir destekle Avrupa pazarına girip yerleştiler. Sovyetler Birliği çökünce bu hatların işletilmesi ve Rus gazının satılması yine Rusya’ya ve devlet tekeli Gazprom’a kaldı.

 

Ekonomisinin enerji ihracatına bağımlılığından ötürü, Rusya’nın enerji stratejilerinin temel hedefi, dünya enerji pazarındaki konumunu güçlendirmek üzerine oturtulmuştur. Bu amaçla Sovyetlerden ayrılarak bağımsızlığına kavuşan ülkeleri de kendi arka bahçesi şeklinde görmek istemektedir. Enerji stratejine ilişkin temel hedefleri şöyle sıralanabilir:

• Avrasya’da enerji arzı üzerindeki konumun korumaktan öte bunu monopole dönüştürmek hedefi vardır. Bu amaçla örneğin bugün Türkmenistan’dan ve sembolik ölçüde olsa da Azerbaycan’dan gaz ithal edip bu gazı swap ederek ihraç etmektedir. Yani bölge ülkelerinin petrol ve gazını olabildiğince kendi üzerinde toplayarak dünya pazarlarına sunmak gibi bir emperyal strateji izlediği söylenebilir. Üstelik eski Sovyet ülkelerinden yaptığı ithalâtta başlangıçta nakit ödemeden kaçınmış, Sovyet dönemi borçlarının karşılığını öne sürmüştür. Bugünkü nakit ödemelerinde de alım birim fiyatlarını, kendi satış fiyatıyla hiçbir biçime bağdaşmayacak biçimde, hakkaniyete tamamen ters olarak küçük tutmak hedefini gütmektedir.

• Avrasya ve Orta Asya’daki hidrokarbon kaynaklarının kendi kontrolünde olmayan alternatif boru hatlarıyla dünya pazarlarına ulaşmasının engellenmesi. Bu bağlamda hidrokarbonu daha uygun fiyata taşıyacak yeni boru hatları inşa ederek, alternatif boru hatlarını dezavantajlı konuma düşürülmesi. Örneğin, Nabucco projesinin karşısına Güney Akım projesi ile dikilmesi bu hedefin bir sonucudur.

• Yeni boru hatları inşasıyla, Avrupa’ya gidecek hidrokarbonlar için transit ülke bağımlılığı ortadan kaldırılması. Sorun yaratan Ukrayna’dan geçen boru hattının  tamamlanacak Kuzey Akım hattıyla ve yapılmak istenen Güney Akım hattıyla bypass edilmesi gibi.

• Avrupa’daki gaz dağıtım sistemlerinin ve diğer enerji şirketlerinin olabildiğince Gazprom tarafından satın alınarak, Rus projelerine alternatif projelerin gerçekleşmesinin engellenmesi.

• Gazprom’un Rusya’daki monopol konumunun korunması, Amerikan, Avrupa ve diğer yabancı enerji şirketlerinin Rusya ve Avrasya ile Orta Asya’daki enerji sahalarını ele geçirip kontrol etmesinin, buralardan yapılacak enerji üretim ve dağıtımında etkili olmalarının engellenmesi.

• Yabancı doğalgaz üreticilerinin (özellikle rezervleri büyük olan Katar ve İran başta olmak üzere gaz satıcı ülkelerin) Avrupa pazarına girmesinin engellenmesi, girmiş olanların pazar payının artmasının engellenmesi. Engellenecek bu ülkelerle enerji dışı alanlarda iyi ilişki ve gerektiğinde işbirliğinin geliştirilmesi.

• Yabancı doğalgaz üreticilerinin şirketlerinde direkt ve dolaylı olarak hisse sahibi olunmasıyla söz konusu üreticilerin satış politikalarının Rusya’nın çıkarına etkilenmesi.

 

Genel olarak bakıldığında Rusya’nın enerji politikasının ana hedefi enerji alanındaki büyük aktör konumunun korunmasıdır. Rusya’nın bu alanda izlediği strateji ve uyguladığı politikalar, özellikle Avrupa doğalgaz pazarındaki neredeyse tekel konumunu güçlendirmeye, buna alternatif politikaları engellemeye yöneliktir. B u Rus emperyalizminin çağdaş ve yenilenmiş boyutu olarak da tartışılmaktadır. Öte yandan Rusya, Avrupa’yı enerjiyle beslediği gibi Çin’e de enerji satarak, orada tekel oluşturamasa bile etkinliğini artırma çabasındadır. Rusya ayrıca boru hattıyla doğalgaz ihracının yanına, yeni işletmeye aldığı Sakhalin sahasında kurduğu sıvılaştırma tesisleriyle LNG pazarına da girmektedir.

 

Çin Halk Cumhuriyeti’nin Enerji Politikası ve Enerji Bölgelerinde Rekabeti: Çin, 2010 verileri ile dünya birincil enerji tüketiminden %20,3 pay almaktadır. Dünya petrol üretimine %5,2 katkısı varken, dünya petrol tüketiminden aldığı pay %10,6’dır.  Yine dünya doğalgaz üretimine %3’lük katkı yapmakta, dünya doğal gaz tüketiminden aldığı pay de %3,4 düzeyinde bulunmaktadır. Ancak Çin doğalgaz tüketimini geliştirmeyi hedefleyerek Rusya’dan ve Türkmenistan’dan doğalgaz ithalini başlatmış ve bu ithalâtını artırma çabasındadır. Dünya kömür üretiminin %48,3’ü ve kömür tüketiminin %48,2’si Çin’de gerçekleşmektedir. Dünyanın en çok kömür tüketen ülkesi olarak CO2 emisyonunda da başı çekmektedir. 2008 yılında 6 801 milyon metrik ton olan bu emisyonun 2020 yılında 10149 – 11 071 milyon metrik ton sınırları arasında olması beklenmekte, fakat emisyon azaltma teknikleriyle 10 128 milyon metrik tonda kalacağı da söylenmektedir. Ancak, neden olduğu büyü kirlilik dünyanın tepkisini çekmekte, bu tepkiyi azaltmak için oyalayıcı bir global iklim değişikliğine karşı gibi görünen politika uygulamaktadır. Elektrik enerjisinin %70’nini kömürden sağlayan Çin, 2020 yılında bunu %50’ye indirmeyi planladığını söylemekte, ancak emisyon ölçümlerinde uluslararası denetimi egemenlik sorunu yaparak kabul etmemektedir. Ayrıca Çin’in ülke içinde kömür taşımacılığı da kendisine pahalıya mal olmakta, ülke ekonomisine ciddi yük bindirmektedir. Bu sorunlara karşın enerji ithalinde aşırı dış bağımlılıktan, enerji ithal edeceği ülkelerde oluşabilecek istikrarsızlık bakımından da çekinmektedir.

 

Çin’in ciddi enerji sorunları bulunmaktadır. Her şeyden önce göz kamaştıran ekonomik büyümesi ile elektrik üretimi arasında dengesizlik vardır. Mevcut elektrik sektörü Çin’in sanayi üretimine lojistik destek sağlamakta zorlanmaktadır. Sanayiye elektrik verebilmek için ülkenin güney bölgelerinde elektrik kesintileri uygulandığı bilinmektedir. Çin çözüm olarak nükleer enerji kullanımının geliştirilmesine çalışmakta, alternatif yenilenebilir enerji kaynaklarına da önem vermektedir. Bu kapsamda bilhassa hidroelektrik santraller Çin için büyük öneme sahiptir. Dünyanın en büyük baraj ve hidroelektrik santrallerine sahip olan Çin, 12. Beş Yıllık Plan kapsamında hidroelektrik enerjiyi birinci sıraya koyduğunu söylemektedir.

 

Çin, Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa, Kanada ve İsviçre’den sonra dışarıdan teknoloji transfer etmeden kendi imkânları ile kendi nükleer santralini yapan 7, ülkedir. Çin’de bugün için 16 reaktör ünitesiyle 11 668 MWe nükleer kurulu güç vardır, ama bununla Çin elektrik üretiminin sadece %1,82’sini 2010 yılında karşılamıştır. Bu rakamın dünya ortalamasının %10’nun üzerinde olduğu, Fransa’da %70’i aştığı, ABD’de %20 düzeyinde bulunduğu anımsanmalıdır. Çin’de halen 26 reaktör ünitesiyle 26 620 MWe nükleer güç de inşa halindedir. Daha önce açıklandığı gibi, Çin’in planlanan 51 nükleer santralle 57 000 MWe, tasarlanan 120 santralle 123 000 MWe daha nükleer güç sahibi olmak istediği bilinmektedir. Kısacası Çin, nükleer enerjide az zamanda çok iş yapmanın peşinde olan bir ülkedir.

 

Çin’in kendi sınırları içinde kalan ve emperyalist biçimde el koyduğu Doğu Türkistan’ın enerji kaynaklarını sömürdüğü bilinmektedir. Doğu Türkistan, petrol, doğal gaz, uranyum, kömür, altın ve gümüş madenlerinin bolluğu ile dikkat çekmekte ve Çin tarafından sömürülmektedir. Çin enerji ithalinde de kaynak çeşitlendirmesi peşindedir. Bu bağlamda Rusya’dan başka Hazar ve Orta Asya bölgesine ve Afrika’ya yönelik politikaları vardır. Türkmenistan’dan doğalgaz ithali Hazar ve Orta Asya politikasının bir sonucudur. Çin’in Orta Asya ve Hazar Havzası’na, aynı zamanda komşuları sayılması nedeniyle jeostratejik anlamda da ilgi duymaktadır.  ABD’nin tek başına dünyayı yönetmeye yönelik tepkisi, Orta Asya ve Hazar Havzası üzerindeki ilgisini daha da artırmaktadır.Bu ülkelerin petrol ve doğalgaz varlıkları Çin için çekici niteliktedir ve bu kaynakların Batı’ya kaptırılmasına da karşıdır.

 

Enerji Rekabetinde Çin Avrasya ve Orta Asya: Ancak, Hazar havzası rekabete açık bir bölge durumundadır. Buradaki yoğun rekabet  bölgedeki petrol ve doğalgaz kaynaklarına ulaşmak ve bu bölgede nüfuz kurmak isteyen devletler arasındadır. Bölgede Çin’in dışında Rusya’nın, İran’ın, Türkiye’nin ve ABD’nin kaynaklara ulaşma amaç ve hedefleri olduğu da bilinmektedir. Büyük rezervlere sahip bölgedeki yoğun rekabet Graham Fuller’in dediği gibi büyük ölçekli istikrarsızlık ve hatta daha ileri boyutta çatışmalara da yol açabilir. Bu da Avrasya’nın riski olarak görülmektedir. Böyle bir istikrarsızlık Hindistan, Pakistan ve Afganistan’ı da etkileyecektir. Bunun bölgede yeni bir bloklaşmaya yol açmasından söz edilmekte ve bundan çekinilmektedir.

 

1997 yılında Çin, Kazakistan’ın önemli bir petrol bölgesinde başarılı bir şekilde petrol çıkarmak ve taşınmak hakkını içeren bir anlaşmayla Avrasya’ya girmiştir. Çin’in bu kazanımı Batı’da alarm zillerinin çalmasına neden olmuş, “Çin’in hegemonyası mı kuruluyor?” sorusunun yanıtı tartışılı olmuştur. Çin, Avrasya ve Orta Asya’yı  maliyet hesapları ve Pazar mantığı ile değil, politik güvenlik bakımından kendisine yakın bir hidrokarbon deposu olarak gördüğünden değerlendirmek istemektedir. Bu coğrafyada ABD, Çin tarafından jeopolitik rakip olarak görülmektedir. Çin tek kutuplu dünyaya karşı olduğu kadar Batı’nın önem verdiği demokrasiye de karşı bir tutum izlemektedir. Bu coğrafyada milliyetçi akımların güçlenmesinden de korkmaktadır. Çünkü, Doğu Türkistan’daki milliyetçilikle başı derttedir ve kan dökerek bölgeyi elinde tutmaya çalıştığı, baskıcı yönetim uyguladığı, insan haklarına saygı göstermediği de bilinmektedir. Çin’in Kafkasya, Avrasya ve Orta Asya için uyguladığı politika karmaşık, ama ince dokunmuş, diğer bölge dışı güçleri kollayan şekilde politik ve stratejik kaygılarla doludur denilebilir. Bu nedenle de şimdilik çatışmalara yol açacak gerginliklerden kaçınmakta, bu ülkeleri ekonomik ilişkilerle Çin pazarına bağlamak istemektedir. Bu nedenle de Doğu Türkistan’daki baskıcı yönetimine karşın, Orta Asya ile ticaretin geliştirilmesi amacıyla buradan geçen demiryolları kurulmuş, Kazakistan’dan petrol, Türkmenistan’dan doğalgaz boru hatları oluşturulmuş, Orta Asya Cumhuriyetleri ile sınır boyunca barış havası estirilir olmuştur.

 

Çin, şimdilik Orta Asya’da pasif, ama kendisi açısından istenmeyen gelişmeleri önleyici bir ekonomik-sosyal politika uygular görünümdedir. Ancak, orta dönemde kendisine bitişik sınırlarda siyasi ve ekonomik etkisini artırma peşindedir. Uzun dönemde Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın Rusya’ya bağımlılıklarının azalmasına, kendisine olan bağımlıklarının ise artmasını istemektedir. Ancak, unutulmamalıdır ki Kazakların petrol ve diğer doğal kaynakları özellikle Rusya’ya yakın olan kuzey kısmındadır. Bunların dışında Çin, şimdilik doğalgaz ithal ettiği Türkmenistan ile Özbekistan’dan fiziki olarak nispeten uzaktır. Henüz Orta Asya ülkelerine geniş ölçüde yatırım yapacak sermayeye de sahip değildir. Çin için güvenlik sorunu oluşturan Kuzeydoğusu (Kore) ve Güneydoğusu (Tayvan) dışında Orta Asya coğrafyasında bir güvenlik sorunu da yoktur ve böyle bir sorun oluşturmak da istememektedir. Uzun dönemde Çin’in bölgede başat ekonomik güç olması da hiçbir zaman için Rusya’nın işline gelmeyecektir ve iki ülkeyi çatışmaya sürükleyecek bir gelişmeyi bile başlatabilir. Sonuç olarak Çin’in Hazar ve Orta Asya ilişkileri bazı yönleriyle çok bilinmeyenli denklem gibidir ve dünya gelişmeleri ile şekillenecektir.

 

Enerji Rekabetinde Çin – ABD  ve Afrika: Uluslararası enerji kaynakları rekabetinde sadece Ortadoğu, Orta Asya değil, Doğu ve Güney Çin Denizi, Latin Amerika, Afrika da öne çıkıyor. Bununla beraber Türkiye de yakın coğrafyalar kapsamında yaptığımız bu incelemede  Çin-Amerikan enerji rekabetinde Afrika da öne çıkıyor. Çin’in enerji güvenliği arayışı bazı politika yazarlarınca yeni bir soğuk savaş ortamı yaratıyor diye de değerlendirilmektedir. Afrika kıtası 132 milyar varille dünya ispatlanmış petrol rezervinin %35,8’ini elinde bulunduruyor. Bu rezerv toplam Avrupa ve Avrasya rezervinden büyük, Ortadoğu rezervinin %44’ü kadardır. Ancak bölge terörist saldırılar, korsan saldırıları, kabileler arası çatışmalar, AIDS gibi hastalıklar altında siyasal belirsizliklerin bulunduğu istikrarsız bir bölge durumundadır.

 

Bu arada ABD Basra Körfezi’nden %22 petrol geliri elde ederken, Afrika’da petrol üreten ülkelerden de % 15 gelir elde etmektedir. ABD Ulusal Araştırma Konseyi (National Academy of Sciences - National Research Council) raporlarına göre gelecek 10 yılda ABD tüm petrol ihtiyacının dörtte birini Afrika’dan sağlamak zorunda kalacak. İşte AFRICOM burada enerji güvenliği açısından ihtiyaç duyduğu kuvvet. Bugün sadece Nijerya petrol üretiminin %50’sini Amerika’ya ihraç etmekte ve ABD’nin 5. petrol tedarik kaynağı konumuna gelmiş bulunmakta. Bunun artırılması için başka ülkelerin petrolüne de ihtiyaç var ki, Libya’da Arap baharı başka amaçlarla esmemiş görünüyor. ABD’nin 11 Eylül saldırısının ardından Ortadoğu’ya bir bakıma alternatif olarak Afrika ülkeleri ile güvenlik ve işbirliğini geliştirdiği görülmekte. Tabii Ortadoğu’yu BOP projesi kapsamında yeni formatına sokma projesini de koşut biçiminde sürdürmüş bulunuyor.

 

Bu arada Çin de petrol ithalâtının dörtte birini Cezayir, Angola, Çad ve Sudan kanalıyla Afrika’dan karşılıyor. Sudan’ın petrol ihracının %50’den fazlası da Çin’e yapılıyor ve Çin bu ithalâtla petrol talebinin %5’ini karşılıyor. Ayrıca Çin’in Çad’da enerji yatırımları büyüyor, Ekvator Ginesi, Gabon ve Nijerya’daki enerji yatırımlarını da hızla geliştiriyor. Çin’in Sudan ile büyüyen enerji işbirliği Afrika’da şu an için Çin ve ABD enerji yatırımlarının birbirinden ayrıştığı bölgeyi oluşturuyor.  ABD’nin Afrika ile olan ilişkileri gibi, Çin’in de Afrika ile olan ilişkileri çok boyutlu görünüyor. Çin’in Afrika ile siyasi, ekonomik ilişkilerinden başka askeri ilişkileri de var ve silahlanma ve savunma yatırımlarına da katkı sağlıyor. Çin’in bu ilişkileri sömürgeciliğe karşı yerel Marksist ayaklanmalarla başlamıştı, şimdi pazarın sahiplenilmesi ve enerji kaynaklarının yönetimine doğru yön değiştirmiş bulunuyor. Bugün için Tayvan ile ilişkilerini sürdüren 7 Afrika ülkesi var ve bu ilişkilerin ideolojik boyutu “Tek ve Büyük Çin” ilkesine dayanıyor. Çin iyi niyet gösterileriyle Afrika’yı etkilemeyi başarmış görünüyor.Çin ikili ilişkilerini çoklu ülke ilişkileri zemininde de geliştiriyor. Böylece, Afrika enerji kaynakları üzerinde bir Çin ve Amerikan rekabeti var ve bu rekabet iki ülke arasında örtülü bir gerilimin de kaynağı. Afrika enerji kaynakları üzerinde rekabet eden ülkeler sadece Çin ve Amerika da değil. Kore ve Hindistan’ın da Afrika’ya yöneldikleri biliniyor.

 

Afrika’nın yoksullukla, zayıf hükümetlerle, sivil savaşlarla bir dolu krizle karşı karşıya olduğu bugünkü ortamda, Çin-ABD enerji rekabeti açısından kıta en savunmasız bölge özelliğini de taşıyor. Afrika devletleri kendilerine karşı müdahaleci ve ideolojik davranmayan Çin ile yakınlaşıyorlar. Bu yakınlaşmada ve çatışmaların sürüp gittiği ülkelerde Çin, insani ve askeri yardım karşılığında bölgenin enerji kaynaklarına el atıyor, ABD de bu gelişmeleri kendi enerji güvenliği karşısında tehdit olarak değerlendiriyor. Bu gelişmeler kıta üzerindeki karışıklıkları tırmandıracak bir ortamı da beraberinde getiriyor diyebiliriz.

 

Türkiye’yi Etkileyen Bölgesel Enerji Politikaları: Bilindiği gibi Türkiye Avrasya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika hidrokarbon kaynaklarına yakın jeostratejik bir ülke konumundadır. Türkiye’nin enerji stratejisi hem enerji ithalâtçısı bir ülke olarak kaynak çeşitliliği içinde bu ülkelerden petrol ve doğalgaz alımlarını sağlamak ve hem de coğrafik yerleşimi nedeniyle bu kaynakların Avrupa’ya ulaştırılmasında aracılık etmektir. Bu aracılık sadece topraklarından geçecek boru hatları ile bir transit ülke olmak değil, bu ticarette aktif olarak rol oynayan bir enerji merkezi (hub) olmaktır.Özellikle Avrasya’ya bel bağlanarak Sovyetler’in çöküşünden sonra ortaya konan bu strateji 2000’li yıllarda somutlaştırılmış ve bu doğrultuda başarılı adımlar atılmışsa da 2002’den bu yana stratejiye uygun olmayan, hatta yer yer ters düşen politikalarla ciddi politik kayıplara da uğramıştır.

 

Bilindiği gibi Türkiye önemli enerji ithalâtı olan bir ülkedir. Türkiye’de tüketilen doğalgazın %98’i, petrolün %87’si, taşkömürünün %85’i ithalle karşılanıyor.  2010 yılı itibariyle 2,5 milyon ton yerli üretimine karşılık 35,7 milyon ton petrol ithal edilmiş, 7 milyon ton petrol ürünü ihracatı da yapılmıştır. Petrol ithalatı 32 ülkeden yapılmış olup %40’dan fazlası Rusya’dan alınmıştır. Bunun dışında önemli ithal kaynakları İran, Suudi Arabistan, Irak ve Kazakistan’dır. Doğalgaza gelince 2010 yılında 680 milyon metreküp yerli üretime karşılık 32,5 milyar metreküp ithalâtı vardır. 660 milyon metreküp ihracat da yapılmıştır. Boru hattı ile doğalgaz ithalâtı Rusya, İran ve Azerbaycan’dan yapılmaktadır. İthal edilen doğalgazın %65’i Rusya’dan gelmektedir. Ayrıca Cezayir ve Katar’dan LNG şeklinde doğalgaz alımı vardır. 2,5 milyon ton yerli taşkömürü üretimi ve 21,3 milyon ton da taşkömürü ithalatı vardır. Taşkömürü ithalatı da başta Rusya olmak üzere Güney Afrika Cumhuriyeti, Gana gibi çeşitli ülkelerden yapılmaktadır. Dolaysıyla Türkiye’nin enerji arz güvenliği, ithal güvencesine bağlıdır.

 

Türkiye petrol ve doğalgazda uluslararası boru hatları olan bir ülkedir. Petrol boru hatları şöyle sıralanabilir:

 

İnşa Edilmiş Olan Ham Petrol Boru Hatları

Kerkük Yumurtalık Ham Petrol Boru Hattı

Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Ham Petrol Boru Hattı

Projelenmiş Ham Petrol Boru Hatları

Samsun Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı

Trans-Trakya Ham Petrol Boru Hattı (Karadeniz-Saroz Körfezi)

 

Doğalgaz boru hatları daha gelişmiş görünmektedir, bunlar:

 

İnşa Edilmiş Olan Doğalgaz Boru Hatları

Rusya Federasyonu-Türkiye Doğalgaz Batı Hattı

Mavi Akım (Rusya Federasyonu Karadeniz Doğalgaz Hattı)

İran-Türkiye Doğalgaz Hattı

Azerbaycan-Türkiye Doğalgaz Hattı (Şahdeniz-1 Hattı)

Projelenmiş Doğalgaz Boru Hatları

Nabucco Projesi

Hazar Geçişli Türkmenistan-Türkiye-Avrupa Doğalgaz Boru Hattı

Azerbaycan-Türkiye-Avrupa Doğalgaz Hattı veya Trans-Anadolu hattı

(Şahdeniz-2 Projesi)

Türkiye-Yunanistan-İtalya Doğalgaz Boru Hattı (ITG Projesi)

Türkiye-Trans-Atlantik Doğalgaz Boru Hattı (TAP Projesi)

Mısır-Türkiye Doğalgaz Boru Hattı

Irak-Türkiye Doğalgaz Boru Hattı

Güney Akım Projesi

 

Türkiye’nin ayrıca Avrupa ve diğer komşuları (Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan “Nahçıvan”, İran, Irak, Suriye) ile elektrik enterkoneksiyonları bulunmaktadır.

 

Bu bağlamda Türkiye’nin enerji politikalarına Avrasya, Orta Asya, Ortadoğu’daki Amerikan stratejisinin yansımaları olmaktadır. Örneğin, BTC Hattı’nın gerçekleşmesi ABD’nin desteği ile olmuştur. Yine ABD İran’ın Türkiye üzerinden Avrupa’ya gaz satışını engellemekte, Nabucco’ya katılmasına da izin vermemektedir. Öte yandan Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin bölgesinden yapılacak petrol ve gaz üretiminin Türkiye üzerinden Avrupa pazarlarına ulaşmasını istemektedir. Türkiye’nin Avrasya ve Orta Asya enerji hattı projeleri Rusya ile rekabete girişmesine de neden olmuştur ve Türkmenistan üzerindeki rekabeti Rusya kazanmış görünmektedir. Öte yandan Türkmenistan’dan Çin’e gaz satışına Türkiye’nin seyirci kalması hatta alkışlaması ise anlaşılabilecek bir durum değildir  ve Türkiye’nin Avrasya’dan Avrupa’ya uzanacak enerji koridoru projesine karşıttır. Türkiye’nin çevresinde geleceğe yönelik enerji senaryolarında rolü daha çok doğalgaz boru hatlarıyla ilgilidir. Bu aynı zamanda Türkiye’nin enerji politikası açısından da çıkarınadır.

 

Türkiye enerji ithal ve ihraç ettiği, en önemlisi boru hattı bağlantısı bulunan ülkelerdeki politika değişikliklerinden etkilenmektedir. Irak’a ABD müdahalesi Musul-Kerkük boru hattının durmasına  neden olmuştur. Bugün Irak’ın bir petrol yasası yoktur ve petrol gelirlerinin fiilen üçe bölünmüş Irak’ta nasıl paylaşılacağı belirlenmediğinden Irak petrol ve gazının Türkiye’den pazarlara çıkışı da henüz bilinmeyen bir konudur. Son Arap baharı gelişmeleri Mısır’dan Türkiye’ye uzanacak Arap Doğalgaz Boru Hattı’nın geleceğini de belirsizliğe itmiştir.

 

Rusya’nın ABD’ye ve ABD ile birlikte hareket eden Türkiye’ye rekabeti AB için önemli olan, aslında Türkiye’nin pek de çıkarına olmayan NABUCCO Projesinin geleceğini belirsizliğe itmiş, NABUCCO gazı bulunmayan bir proje durumuna dönüşmüştür. Trans-Anadolu Projesi de NABUCCO’yu kesen bir projedir, ama NABUCCO’ya gelecekte entegre de olabilir. Bunu geleceğin politikaları belirleyecektir. Rusya buna alternatif olarak geliştirdiği Güney Akım Projesi’nin önünü açmıştır, ama şimdi Avrupa’yı Kuzey Akım Projesi ile beslemeye başladığı için, Türkiye’nin akılcı bir politikayla yararlanabileceği Güney Akım Projesinin gerçekleşmesi de ertelenebilir.

 

Görüleceği gibi boru hatlarının geleceği ve işlerliği ekonomik kriterlerden öte dönemsel devlet politikalarına sıkı biçimde bağlıdır. Dünya güç odaklarının ve bölgesel devletlerin çıkarları ile rekabetleri sonucu bu tablo netlik kazanmaktadır. Taşların yerine oturmasıyla Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun alacağı yeni düzen, Avrasya’da rekabetin nasıl yeni işbirlikleri getireceği, Türkiye’yi yakın dönemden uzak döneme kadar etkileyen gelişmeler olacak ve bu gelişmeler enerji politikasını da koşullara göre yeni boyutlara taşıyabilecektir.

 

Kaynaklar:

 

1. OECD-IEA, 2000. World Energy Outlook 2000, Paris.

 

2. OECD-IEA, 2001. World Energy Outlook 2001, Paris.

 

3. OECD-IEA, 2002. World Energy Outlook 2002, Paris.

 

4. OECD-IEA, 2003. World Energy Outlook 2003, Paris.

 

5. OECD-IEA, 2004. World Energy Outlook 2004, Paris.

 

6. OECD-IEA, 2005. World Energy Outlook 2005, Paris.

 

7. OECD-IEA, 2006. World Energy Outlook 2006, Paris.

 

8. OECD-IEA, 2007. World Energy Outlook 2007, Paris.

 

9. OECD-IEA, 2008. World Energy Outlook 2008, Paris.

 

10. OECD-IEA, 2009. World Energy Outlook 2009, Paris.

 

11. OECD-IEA, 2010. World Energy Outlook 2010, Paris.

 

12. EIA (Energy Information Administration), International Energy Outlook 2005,

      Washington.

 

13. EIA (Energy Information Administration), International Energy Outlook 2006,

      Washington.

 

14. EIA (Energy Information Administration), International Energy Outlook 2007,

      Washington.

 

15. EIA (Energy Information Administration), International Energy Outlook 2008,

      Washington.

 

16. EIA (Energy Information Administration), International Energy Outlook 2009,

      Washington.

 

17. EIA (Energy Information Administration), International Energy Outlook 2010,

      Washington.

 

18. EIA (Energy Information Administration), International Energy Outlook 2011,

      Washington.

 

19. Commission of the European Communities, Communication from the

Commission to the EuropeanParliament, The Council, The European Economic  and Social Committee and the Committee of the Regions, Second Strategic Energy Review – An EU Energy Security and Solidarity Action Plan, Brussels, 2008.

 

20. European Commission, Communication from the Commission to the European

Parliament, The Council, The European Economic  and Social Committee and the Committee of the Regions, Energy infrastructure priorities for 2020 and beyond – A Blueprint for an Integrated European energy network, Brussels, 2010.

 

21. United Nations, UNFCCC – Framework Convention on Climate Change, 2009.

 

22. Budak Dilli, Kopenhag İklim Değişikliği Konferansı: Süreç ve Sonuçlarının

      Değerlendirilmesi, ODTÜ Mezunları Derneği Enerji Komisyonu, 2010.

 

23. SRREN, Intergovermental Panel on Climate Change – IPCC, Special Report on

      Renewable Energy Sources and Climate Change Mitigation, Final Release, 2011.

 

24. WEC (World Energy Council), Rules of Trade – Energy Sector Environmental

      Innovation, London, 2011

 

25. WEC (World Energy Council), Policies for the Future, 2011 Assessment of

      Country Energy and Climate Policies, London, 2011.

 

26. WEC (World Energy Council), 2010 Survey of Energy Resources, London, 2010.

 

27. WEC (World Energy Council), Deciding the Future Energy Policy Scenarios to

      2050, London 2010.

 

28. WEC (World Energy Council), Pursing sustainability: 2010 assessment of country

energy and climate policies, London, 2010. WEC (World Energy Council), London, 2010.

 

29. WEC (World Energy Council), European Climate Change Beyond 2012, London,

      2009.

 

30. WEC (World Energy Council), Energy Market Reform - Lessons Learned and

Next Steps with Special Emphasis on the Energy Access Problems of Developing  Countries, London, 2004.

 

31. UN (United Nations), A Global Green New Deal for Climate, Energy, and

      Development, UN Department of Economic and Social Affairs, New Yor, 2009.

 

32. Yüksel Yatar, Avrupa Birliği Enerji Politikası ve Bu Politika Bağlamında Hazar

Havzası Enerji Kaynaklarının Önemi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2007.

 

33. BP Statistical Review of World Energy, June 2008.

 

34. BP Statistical Review of World Energy, June 2009.

 

 

35. BP Statistical Review of World Energy, June 2010.

 

36. BP Statistical Review of World Energy, June 2011.

 

37. WEC (Dünya Enerji Konseyi), DEK Komisyonu, Yarının Dünyası İçine Enerji,

      1996.

 

38. Enerji terminolojisi, FEBEL, 1991.

 

39. Mustafa Özcan Ültanır, Termodinamik, Ankara, 1987.

 

40. Per Mickwittz et. Al., Climate Policy Integration, Coherence and Governance,

Peer Partnership for European Environmental Research) Report No.2, Helsinki, 2009.

 

41. Bülent Uğrasız, 2002, Çin’in Hazar ve Orta Asya Bölgesine Yönelik Politikası,

Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 4, Sayı 3, s. 227-236, İzmir, 2002.

 

42. Ufuk Kantörün, Bölgesel Enerji Politikaları ve Türkiye, Bilge Strateji, Cilt 1, Sayı 3,

      s. 75-97, BİGESAM, İstanbul, 2010

 

 

Sayfa

 

1

 

 

9

 

 

19

 

 

31

 

 

 

47

 

 

 

65

 

 

 

82

 

 

98

 

 

107

 

 

125

Kasim 29 2016 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Haklı İstemi

Kategoriler

DUYURULAR